petition
stringlengths
176
32.8k
petition_length
int64
26
4.41k
Esas Sayısı: 1988/62 Karar Sayısı: 1990/3 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Dava dilekçesinin gerekçe bölümü özetle şöyledir: Yasa yapma yetkisi, ulusal iradenin temsilcisi olan TBMM'ne ait bir yetkidir. Demokratik ülkelerde olduğu gibi bizde de 1961 ve 1982 Anayasalarında kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir. Bu ilkeye uygun olarak yasama, yürütme ve yargı görevleriyle ilgili Anayasa maddelerinde, yasama yetkisinin devredilemeyeceği yürütme görevinin Anayasa'ya ve yasalara uygun kullanılacağı, yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerde olduğu belirtilerek yetkili organlara verilmiş, ayrıca Anayasa'nın 87. maddesiyle, TBMM'ne yasa yapmak, değiştirmek ve kaldırmak yetkisi tanınmıştır. Başlangıç'ının altıncı paragrafında da kuvvetler ayrımının devlet organları arasında belli yetkilerin kullanılması ve bununla sınırlı uygun bir işbölümü ve işbirliği olduğu, üstünlüğün ancak Anayasa ve yasalarda bulunduğu vurgulanmıştır. TBMM, iktidarı ve muhalefetiyle, partili partisiz, tüm ulus temsilcilerinin birlikte yer aldığı bir organdır. Yürütme organı, genelde, çoğunluk partisi mensuplarından oluştuğundan iktidar partisinin görüş ve politikaları doğrultusunda hizmet üretir. Bakanlar Kurulu ise bir ya da birkaç partinin kadrolarıyla kurulduğu için objektif ve genel kuralları içeren yasalar, tüm ulus temsilcilerinin bulunduğu TBMM'nce yapılmaktadır. Devletin temel yapısı böyleyken ve her organın görevi ayrı ayrı belirlenmişken, Anayasa'nın 91. maddesinde TBMM'nce, Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilebileceği öngörülmüştür. KHK çıkarılamayacak konuların da belirtildiği bu maddede yetki yasasında bulunması zorunlu hususlar açıkça gösterilmiştir. Bu düzenleme, yetki yasasının olabildiğince somut konulara ilişkin bulunması zorunluluğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Kullanma süresinin belirlenmesi, yetkinin sınırlı bir zaman diliminde mutlaka kullanılmasını amaçlamaktadır. Yasadaki süreyi uygunlukla kullanmayıp yeniden süre istenmesi KHK çıkarma yetkisinin kötüye kullanılması biçimidir. KHK'lerin Resmî Gazete'de yayımlandıkları gün TBMM'ne sunulacağına ilişkin hüküm de KHK'nin ivedi, beklenmesi olanaksız ve zorunlu durumlarda kullanılacağı anlamındadır. Anlaşılmaktadır ki KHK çıkarma yetkisi olağan bir yol ve tümüyle TBMM iradesinin yerine geçecek bir uygulama olarak düşünülmemiştir. Anayasa'nın 91. maddesinin sekizinci fıkrası da bu kanıyı doğrulamaktadır. Bu durumlardan çıkan sonuçlar şunlardır: a) Yasa yapma, yasayı değiştirme ya da kaldırma yetkisi TBMM'nindir. b) Bakanlar Kuruluna verilen KHK çıkarma yetkisi, yasama çalışmalarında ayrık (istisnai) bir yetki olduğundan ancak ayrık durumlarda kullanılır. Ayrık nitelik taşımayan durumda kullanılan ayrık yetki, ayrık olmaktan çıkar, genel kurala dönüşür. Ayrıklıklar, hukukun ilkelerini, kurallarını, hukukun kendisini geride tutarak, uygulamada çıkacak güçlükleri gidermek için hukukça kabul edilmiş, tanınmış durumların, eylemli zorunlulukların ürünü olmakla hukukun kendisi değildir, genel kural yerine geçemez. c) KHK çıkarma yetkisinin konusu somut olmalıdır. d) KHK çıkarma yetkisi, belli bir zaman diliminde kullanılmalıdır.Esas Sayısı: 1988/62 Karar Sayısı: 1990/3 2 e) KHK çıkarma yetkisi, Anayasa'nın 91. maddesiyle yetki alanı dışında tutulan konulara ilişkin olmamalıdır. İktidar, KHK konusunda yukarda sıralanan anayasal gereklere uymamaktadır. TBMM'ndeki iktidar çoğunluğu, KHK konusunda Bakanlar Kurulu'nun tüm isteklerini bağsız koşulsuz yerine getirmekte, bu konudaki yetkisini kötüye kullanmaktadır. Bunun sonucunda ayrık yetki, uygulamada ayrık olmaktan çıkıp ana kural durumuna dönüşmekte, böylece yasama yetkisi, KHK yoluyla yürütmeye devredilmektedir, iktidarın 1983 yılından bu yana çıkardığı yaklaşık 200 KHK bu devrin karinesidir. 200 KHK'nin çok azının yıllar geçtikten sonra TBMM'nden geçtiği gözetilirse sorunun anlamı daha iyi saptanacaktır. Anayasa Mahkemesi, KHK çıkarma yetkisinin kötüye kullanımı konusunu genelde dikkate almamaktadır. Uygulamada tek tek çıkarılan yetki yasaları ve bunlara dayanarak yürürlüğe konulan KHK'ler toplu olarak dikkate alındığında, sonuç bakımından. 91. maddenin Anayasa'ya konulması amacını tümüyle aşan bir nitelik kazandığı görülmektedir. Anayasa Mahkemesi, KHK konusuna bir açıklık getirmeli, 91. Maddenin koyduğu ilkelerin yorumuna dayanan bir tanım yaparak kötüye kullanmayı sınırlandırmalıdır. Kaldıki, Sağlık Hizmetleri Temel Yasası'na ilişkin kararında olduğu gibi Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda örnek belirlemeleri de vardır. Yetki Yasası'nın 1., 2., 3. ve 4. maddeleri Anayasa'ya aykırı olup aykırılık gerekçeleri de aşağıdadır : A. Anayasa'nın 91. Maddesine Aykırılık : a) Yasanın 1. ve 2. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, kamu hizmetlerinin yürütülebilmesi için kamu kurum ve kuruluşlarıyla kişiler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi amaçlanmaktadır. Kamu hizmetlerinin bir yanında devletin, öbür yanında genellikle yurttaşın olduğu gözetilirse kamu kurum ve kuruluşlarıyla yurttaşlar arasındaki ilişkilerin yurttaşların hak ve yükümlülüklerini kapsadığı anlaşılır. Bunlar, Anayasa'nın 91. maddesinin KHK ile düzenlenemeyeceğini bildirdiği temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasal haklar ve ödevlerdir, iptali istenen Yasa'nın 3. maddesinin içeriği, Yasa'nın KHK konusu olmayacak hususları düzenlediğini göstermektedir. Bu durum Anayasa'nın 91. maddesine aykırıdır. b) 3481 sayılı Yetki Yasası, hangi konuda KHK çıkarılacağını somut olarak belirlememektedir. Yasanın 1. maddesinden tüm kamu hizmetleri alanının KHK ile düzenlenebileceği sonucu çıkmaktadır. 2. maddesinin anlatımından da tüm idari usûl ve işlemlerin yeniden düzenleneceği, bu nedenle yürürlükteki yasalardan istenilenlerin tümden yürürlükten kaldırılabileceği gibi kimi hükümlerinin kaldırılıp değiştirilebileceği de anlaşılabilmektedir. Görülmektedir ki hangi yasadaki yöntem ve işlemlerin yeniden düzenleneceği, hangi yasada değişiklik yapılacağı ya da hangi yasanın tümden yürürlükten kaldırılacağı belirtilmemiştir. Ayrıca, Yetki Yasası'nın amaç, kapsam ve ilkeleri, genel içeriği her türlü yoruma elverişli kavramlarla düzenlenmiştir. Oysa Anayasa'nın 91. maddesi bu hususların açıkça belirtilmesini gerekli kılmaktadır. Bu tür genel kavramlarla, içeriği belli olmayan ibarelerle düzenleme, TBMM görüşmelerinde Hükümet adına yapılan konuşmada Bakanlar Kurulu'nun da hangi konuların KHK ile düzenleneceğini, hangi yasaların değiştirilip kaldırılacağını bilmediği açıklandığından, KHK konularının Anayasa'ya göre değil de, kendi koyduğu Anayasa dışı ilkelere göre seçeceğini ortaya koymaktadır. Statik olmayan, dinamik konularda yasal düzenlemeyi TBMM'nin deği1, Hükümetin yapması gerektiğini, yeri geldiğinde ya da gerekli gördüğünde elindeki yetkiyi Hükümetin kullanmasını isteyen HükümetEsas Sayısı: 1988/62 Karar Sayısı: 1990/3 3 görüşü, yalnız halkın tepkisine göre düzenleme yapmanın meşru olacağını yansıtmakla, hukuk tanımayan bir anlayışın ürünüdür. Bu nedenlerle Yetki Yasası'nın l., 2. ve 3. maddeleri, Anayasa'nın 91. maddesinin ikinci fıkrasına aykırıdır. c) Anayasa'nın 91. maddesinin KHK konusunda öngördüğü ayrık yetki, zorunlu durumlarda kullanılmalıdır. Oysa, iptali istenilen Yasa hemen hemen tüm kamu hizmetleri alanını kapsamakta olup bu konuda istenilen her türlü düzenlemenin yapılmasına olanak verecek genişliktedir. Ayrıklık niteliğini yitirerek genel yetki niteliğine dönüşme durumuna yolaçan Yasa' nın 1., 2. ve 3. maddeleri bu nedenle de Anayasa'nın 91. maddesine aykırıdır. d) Tutanakların incelenmesinden de anlaşılacağı üzere bu Yetki Yasası, önceden çıkarılmış ve süresi önce 8.8.1986'ya 3207 sayılı Yasa ile, daha sonra 8.8.1988'e 3296 sayılı Yasa ile uzatılan, 2.2.1984 de süresi başlayan 2977 sayılı Yetki Yasası'nın anlam bakımından devamı niteliğindedir. Şimdi, aynı yetkiler iki yıl süreyle Bakanlar Kurulu'na yeniden verilmekle, yetkiyi yaklaşık 7 yıl süreyle kullanma olanağı yaratılmaktadır. Bu kadar geniş kapsamlı yetkiyi Bakanlar Kurulu'nun 7 yıl kullanması hukukça hoş görülecek bir iyi niyet kuralıyla bağdaşmaz. Ayrık durumun sürüp gitmesi, sürenin hep uzatılması en azından yetkinin kötüye kullanılması olup Yasa'nın 4. maddesi de bu nedenle Anayasa'ya aykırıdır. B. Anayasa'nın 7. Maddesine Aykırılık : Yukarıda (A) bölümünde açıklanan nedenle de Bakanlar Kurulu'na, önceden belirlenmeyen, ayrık olmayan, zorunlu bulunmayan, Anayasa'nın 91. maddesinin KHK ile düzenlenemeyeceğini belirttiği konularda dilediği sürece yasa yerine geçecek düzenleme yapma yetkisini veren Yasa, yetki yasası olmayıp bir yasama yetkisinin devri yasası niteliğini taşıdığından, 1, 2., 3. ve 4. maddeleri, Anayasa'nın bu durumu yasaklayan 7. maddesine aykırıdır. C. Anayasa'nın 87. Maddesine Aykırılık : Yukarıda (B) bölümünde açıklanan nedenlerle TBMM'nin olan yetkiyi Bakanlar Kurulu'na veren Yetki Yasası'nın 1, 2., 3. ve 4. maddeleri Anayasa'nın 87. maddesine de aykırıdır. D. Anayasa'nın Başlangıç'ına Aykırılık : İptali istenilen Yetki Yasası'nın, yürütme organına, yetkilerine ek olarak geniş bir alanda yasa gücünde düzenleme yetkisi vermesi yürütme organına üstünlük sağlamak anlamındadır. Bu durumda Yasa'nın 1., 2., 3. ve 4. maddeleri, kuvvetler ayrımını değerlendiren Anayasa'nın Başlangıç'ının altıncı paragrafına aykırıdır. E. Anayasa'nın 2. Maddesine Aykırılık : a) Yukarıdaki bölümlerde ayrıntılı biçimde açıklanan nedenler karşısında Yetki Yasası'nın 1., 2. ve 3. maddeleri, Anayasa'nın Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğunu da belirten 2. maddesine aykırıdır. b) Yukarıda, Anayasa'nın 91. maddesine aykırılığa ilişkin (A) bölümünün (d) kesiminde genişçe belirtildiği gibi, süre uzatımı, hakkın kötüye kullanılması niteliğindedir ve hukuk bu tutumu korumaz. Bu nedenle Yasa'nın 4. maddesi de Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır.Esas Sayısı: 1988/62 Karar Sayısı: 1990/3 4 F. Anayasa'nın 5. Maddesine Aykırılık: İptal gerekçesinin (A) ve (B) bölümlerinde açıklanan nedenler karşısında Yetki Yasası'nın 1., 2., 3. ve 4. maddeleri, Anayasa'nın devleti, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumakla görevlendiren 5. maddesine aykırıdır. G. Anayasa'nın 6. Maddesine Aykırılık : Anayasa'ya göre, TBMM'nin olan yasama yetkisini Bakanlar Kurulu'na devreden Yetki Yasası'nın 1., 2., 3. ve 4. maddeleri, yukarda (A) ve (B) bölümlerinde açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 6. maddesine aykırıdır. H. Anayasa'nın 128. Maddesine Aykırılık: Dava konusu Yetki Yasası'nın 1, 2. ve 3. maddelerinde düzenlenen memurların görev ve yetkileri gibi konular ancak yasa ile düzenlenebilir. Bu yüzden Yasa'nın 1., 2. ve 3. maddeleri Anayasa'nın 128. maddesine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle 3481 sayılı Yasa'nın 1, 2., 3. ve 4. maddeleri iptal edilmelidir."
1,326
Esas Sayısı : 2015/68 Karar Sayısı : 2017/166 1 Anayasanın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan ve hukuk güvenliğini sağlayan devlettir. Hukuk devletinin en önemli ilkesi, bireyin temel haklarının mevcut olması, bu hakların korunması ve kullanabilmesidir. Bunun için de, kişilerin temel hakları, Anayasa ve Anayasadan dayanağını alan usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar ve yapılan yasal düzenlemelerle güvence altına alınmıştır. 28.05.1987 tarihli ve 19473 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Anayasa Mahkemesinin 31.03.1987 tarihli ve 1986/24 E., 1987/8 K. sayılı kararında da belirtildiği üzere, özel hayatın korunması her şeyden önce bu hayatın gizliliğinin korunması, başkalarının gözleri önüne serilmemesi demektir. Orada cereyan edenlerin yalnız kendisi veya kendisinin bilmesini istediği kimseler tarafından bilinmesini istemek hakkı, kişinin temel haklarından biridir. Bu niteliği sebebiyledir ki, özel hayatın gizliliğine dokunulmaması, insan haklarına ilişkin beyanname ve sözleşmelerde korunması istenilmiş, ayrıca tüm demokratik ülke mevzuatında açıkça belirlenen istisnalar dışında bu hak devlet organlarına, topluma ve diğer kişilere karşı korunmuştur. İnsanın mutluluğu için büyük önemi olan özel hayata saygı gösterilmesi hakkı onun kişiliği için temel bir hak olup yeteri kadar korunmadığı takdirde kişilerin ve dolayısıyla toplumun kendini huzurlu hissedip güven içinde yaşaması mümkün değildir. Öncelikle, gayrî tabiî mukarenette bulunmak fiilinin, özel hayatın kapsamı içerisinde olup olmadığının ortaya konulması gerekmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi X ve Y Hollanda Davası (Başvuru no: 1980/48978, Karar Tarihi: 26.03.1985) kararında, özel yaşam kavramının, kişinin cinsel yaşamı dahil, fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü kapsayan bir kavram olduğunu belirtmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Dudgeon Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:7525/76 Karar TarihjkJ22t10.1981) kararında, hiçbir koşula bağlanmayan ve genel nitelikteki eşcinsel ilişkilerin ceza kanunlarında suç olarak düzenlenmesinin, özel hayata saygı hakkının ihlali niteliğinde olduğuna karar vermiştir. Daha sonra Norris İrlanda Davası (Başvuru No:8225/78 Karar Tarihi:26.10.1988), Modinos Kıbrıs Davası (Başvuru no: 15070/89 Karar Tarihi:22.04.1993), Smith ve Grady Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:33985/96, 33986/96 Karar Tarihi: 27.09.1999), Lustig Prean ve Beckett Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:31417/96 ve 32377/96 Karar Tarihi: 27.09.1999), A.D.T. Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:35765/97 Karar Tarihi:31.07.2000), Beck, Coop ve Bazaley Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:48535/99, 48536/99, 48537/99 Karar Tarihi: 22.10.2002), Perkins ve R. Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:43208/98, 44875/98 Karar Tarihi:22.10.2002), L ve V. Avusturya Davası (Başvuru no:39392/98, 39829/98 Karar Tarihi: 09.01.2003) ve S.L. Avusturya Davası (Başvuru no:45330/99 Karar Tarihi: 09.01.2003) kararları ile de, ilk kararını yerleşik içtihat haline getirmiştir.Esas Sayısı : 2015/68 Karar Sayısı : 2017/166 2 Bu davalarda, bu hususun, özel hayatın en mahrem kısmına ilişkin olduğu, kamu makamlarının müdahalesinin meşru olabilmesi için çok ciddi nedenlerin varlığının ortaya konulması gerektiği, bu kapsamda, toplumun korunmaya ihtiyaç duyan kırılgan kesimlerine yönelik bir zarar riskinin veya toplum üzerindeki olumsuz etkilerinin olduğuna ilişkin yeterli somut verilerin bulunmasının zorunlu olduğu, bu olgu ortaya konulmadıkça eşcinsel cinsel yönelimi olan bireylerin hayatında yaratacağı olumsuz etkinin mevzuatla amaçlanan faydadan daha fazla olacağı, toplumun eşcinselliği ahlaksızlık olarak nitelendiren bazı kesimlerinin özel alanda gerçekleşen eşcinsel fiiller karşısında şoke de olsalar, bundan rahatsızlıkta duysalar, bu durumun rızaya dayalı yetişkinler arasındaki ilişkilerin suç sayılması için bir gerekçe olarak kabul edilemeyeceği, vurgulanmıştır. Bu kararlardan, Smith ve Grady Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:33985/96, 33986/96 Karar Tarihi: 27.09.1999), Lustig Prean ve Beckett Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:31417/96 ve 32377/96 Karar Tarihi: 27.09.1999), Beck, Coop ve Bazaley Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:48535/99, 48536/99, 48537/99 Karar Tarihi: 22.10.2002), Perkins ve R. Birleşik Krallık Davası (Başvuru no:43208/98, 44875/98 Karar Tarihi:22.10.2002) kararlarında, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi, orduda görevli başvurucuların cinsel yönelimlerinden dolayı ordudan atılmalarının özel hayat hakkının ihlali niteliğinde olduğuna karar vermiştir. Bu kararlarda, silahlı kuvvetlerin operasyonel etkililiğine yönelen gerçek bir tehdidin varlığı halinde devletin askeri şahısların özel hayatlarına sınırlama getirebileceği, sınırlamaya konu teşkil edecek risklerin de dayanaklarının somut olarak ortaya konulması, olumsuzluk yaratan tutumların neler olduğunun da ikna edici ve somut delillerle kanıtlanması gerektiği vurgulanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre; Özel hayat kavramı geniştir ve eksiksiz bir tanımlamaya uygun değildir. Bu kavram, koşullara göre, kişinin manevi ve fiziksel bütünlüğünü kapsayabilir (Sultan Öner ve Diğerleri Türkiye Davası, Başvuru no:73792/01 Karar Tarihi: 17.06.2006; Özpınar Türkiye Davası, Başvuru no:20999/04 Karar Tarihi: 19.10.2010). Özel hayat kavramı, sosyal, toplumsal, çevresel, kültürel değerlerin etkisi altında sürekli değişiklik göstermektedir. Bu nedenle, bu kavramın tanımının yapılmasından özellikle kaçınılmaktadır. Her an yeni bir değerin bu hakkın kapsamına dahil olabileceği unutulmamalıdır. Günümüzde de, özellikle teknolojik gelişmelere bağlı olarak, özel hayat kavramının kapsamının her gün genişlediği de görülmektedir. Somut bir tanım yapılamamakla birlikte, kural olarak, kişinin şahsi bilgileri, fotoğrafları, konutu, iletişimleri, sağlık kayıtları, ilgileri ve yönelimleri, bireysel seçimleri ve yaşam tarzı, aile yaşam» yanında, dış dünya ile bağlantısı, başkaları ile ilişkisi, ticari ve mesleki faaliyetleri, cinsel tercih ve cinsel yaşamı, nesnel ve duygusal nitelikleri, özel yaşamının çerçevesini oluşturmaktadır. Özel hayat alanı, herkese açık olmayan, sadece kişiyle yakından ilgili olan sınırlı sayıda kişiyle paylaşılan, hatta bazen hiç kimseyle paylaşılmayan yaşam olaylarının gerçekleştiği alandır. Yani, özel hayat kavramı mahremiyet hakkından daha geniştir ve herkesin özgür olarak kişiliğini oluşturmasını ve geliştirmesini sağlayan bir alanı içerir. Bu nedenle, bir bireyin cinsel ilişkiler dahil çeşitli tür ilişkiler oluşturabileceği ve bir bireyin cinsel kimliğini belirleme ve benimseme tercihi Anayasanın 20inci ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8inci maddesinin koruma kapsamına girmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8inci maddesinin asıl amacı, bireyi resmi makamların keyfi müdahalelerine karşı korumakken, Devleti yalnızca böyle bir müdahaleden imtina etmeyeEsas Sayısı : 2015/68 Karar Sayısı : 2017/166 3 mecbur etmemekte, negatif sorumluluklarına ek olarak, özel yaşama fiili saygıya özgü pozitif yükümlülükleri de olabilecektir. Bu yükümlülükler bireyin kendi aralarındaki ilişki ortamında bile, özel yaşama saygıyı güvence altına almak için düşünülmüş tedbirlerin benimsenmesini de kapsamaktadır (T.Ç. ve H.Ç. Türkiye Davası, Başvuru No: 34805/06, Karar Tarihi: 26.07.2011; Aksu Türkiye Davası, Başvuru no:4149/04 ve 41029/04 Karar Tarihi: 27.07.2010; Ebcin Türkiye Davası, Başvuru no: 19506/05 Karar Tarihi: 01.02.2011; Tavlı Türkiye Davası, Başvuru no: 11449/02 Karar Tarihi:09.11.2006). Müdahalelerin meşru kabul edilebilmesi için, müdahalelerin kanunla öngörülmüş olması, meşru bir amacı hedef alması ve bu meşru amacı gerçekleştirmek için de demokratik bir toplumda gerekli olması şarttır. Kanunla öngörülme deyimi, öncelikle uygulanan tedbirin iç hukukta yasal bir temeli olması gerektiğini ifade etmekle birlikte, yasanın içeriği ile de ilgilidir. Bu tedbirin ayrıca ilgili kişi tarafından ulaşılabilir nitelikte olması, kendi açısından doğabilecek sonuçların öngörülebilir olması ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olması gerekir. Meşru bir amaca ulaşmak için yapılan bir müdahale ancak sosyal ihtiyaca cevap vermesi ve izlenen meşru amaçla orantılı olması halinde demokratik bir toplumda gerekli olarak kabul edilebilir (Özpınar Türkiye Davası, Başvuru no:20999/04 Karar Tarihi: 19.10.2010). 27.03.2014 tarihli ve 28954 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Anayasa Mahkemesinin 26.12.2013 tarihli ve 2013/67 164 E.K. sayılı kararında da belirtildiği üzere, Anayasal açıdan dokunulamayacak öz, her temel hak ve özgürlük açısından farklılık göstermekle birlikte kanunla getirilen sınırlamanın hakkın özüne dokunmadığının kabulü için temel hakların kullanılmasını ciddi surette güçleştirip, amacına ulaşmasına engel olmaması ve etkisini ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımaması gerekir. Ancak bu durumda sınırlamanın demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olduğu söylenebilir. Ölçülülük ise amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini ifade eder. Ölçülülük, aynı zamanda yasal önlemin sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olmasını, amaç ve aracın ölçülü bir oranı kapsamasını ve sınırlayıcı önlemin demokratik toplum düzeni bakımından zorunluluk taşımasını da içeren bir ilkedir. Yukarıda belirtilen, Anayasal ve yasal düzenlemeler, Anayasa Mahkemesinin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yerleşik hale gelen içtihatları ve yapılan açıklamaların ışığı altında somut olaya uygulanacak yasa hükmünün, Anayasaya uygun olup olmadığı incelendiğinde; 1632 sayılı Askerî Ceza Kanununun 153/2inci maddesi Bir kimseyle gayrî tabiî mukarenette bulunan yahut bu fiilî kendisine rızasıyla yaptıran asker kişiler hakkında, fiilleri başka bir suç oluştursa bile, ayrıca Türk Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarma cezası, erbaşlar için rütbenin geri alınması cezası verilir. hükmünü içermektedir. Bu madde ile, özel hayatın sınırlandırılmasına yönelik hiçbir argüman getirilmeksizin, asker kişinin bir kimseyle doğal olmayan yoldan cinsel temasta bulunması, askerlik haysiyetine ve şerefine dokunan suçlar kapsamında kabul edilmiş ve statülerine göre her durumda mesleklerinin sonlandırılması sonucu doğuran Türk Silahlı Kuvvetlerimden çıkarma veya rütbenin geri alınması gibi ağır bir cezai yaptırıma bağlanmıştır. Öyle ki, kişinin partneri ile (bu partner eşi de olabilir) bir kez dahi olsa doğal olmayan yoldan cinsel birliktelik yaşaması suç kabul edilmiştir. Fiil için hürriyeti bağlayıcı bir ceza öngörülmemekle birlikte, bu ceza sonucunda kişinin tekrar mesleğini yapamaması, yaşadığı çevrede yaratacağı olumsuz sonuçları ile ekonomik boyutu dikkate alındığında, bu cezanın hürriyeti bağlayıcı cezadan hafif bir ceza olduğunu söylemek de varsayımdan ibaret olacaktır. Anayasa Mahkemesi bireysel başvurulara ilişkin verdiği kararlarda da, kişinin meslekten çıkarma cezası almış olmasının, meslekî hayatı üzerinde olduğu kadar, temelEsas Sayısı : 2015/68 Karar Sayısı : 2017/166 4 geçim kaynağından yoksun kalması nedeniyle ekonomik geleceği üzerinde de önemli bir etki oluşturduğunu belirtmiş, böylece, bu tür cezanın ağır bir ceza olduğunu vurgulamıştır. (Birinci Bölüm, Başvuru no:2013/9660, Karar tarihi: 21.01.2015; İkinci Bölüm, Başvuru no:2013/1614, Karar tarihi: 03.04.2014). Aynı Kanunun 153/1 ‘inci maddesi İffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek evlenen veya evlilik bağını devam ettirmekte veya böyle bir kimseyi yanında bulundurmakta veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikahsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar eden asker kişiler hakkında Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarma cezasına, erbaşlar hakkında rütbenin geri alınmasına hükmolunur.hükmü yer almaktadır. Bu madde ile, özel hayata doğrudan müdahale öngörülmemiş, hakkın sınırlandırılarak cezai müeyyide uygulanması, askeri şahsın iffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek evlenmiş olması veya evlilik bağını devam ettirmesi veya böyle bir kimseyi yanında bulundurması veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikahsız olarak devamlı surette yaşaması, bu yaşantısının hukuka uygun delillerle açığa çıkmış olması ve yapılan ihtara rağmen asker kişinin bu yaşantı tarzını sürdürmeye devam^etmesi koşullarına bağlanmıştır. Oysa, görülmekte olan davada uygulanacak hüküm de, özel hazfta ^oğulsuz bir sınırlama getirilmiştir. Bu maddede gerçekleşen fiilin, hangi nedenle yada nedenlerle askerlik haysiyetine ve şerefine dokunduğu ortaya konulmamıştır. Bu maddede, Türk Silahlı Kuvvetlerinden ayırma yaptırımı, asker kişinin fiilinin, mesleğine yansıması, bu fiilleri nedeniyle görevini yeterince iyi yapmaması veya yapamaması gibi somut bir veriye dayandırılmamış, kişinin özel hayatı kapsamındaki davranışı esas alınmıştır. Bu şartlar altında kişinin, özel yaşamına ait unsurlar gerekçe gösterilerek verilebilecek Türk Silahlı Kuvvetlerinden ayırma yaptırımının, özel hayata saygı hakkına bir müdahale oluşturacağı kaçınılmaz olacaktır. Bunun da, özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkına yönelik demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşan ölçülü bir müdahale olduğu söylenemeyecektir. Gayrî tabiî mukarenet bulunma eyleminin, askerlik mesleğinin onur ve saygınlığını zedelediği ve disiplini bozacağı bu nedenle yasada suç olarak düzenlenmiş olduğu söylenebilir. Ancak, özel hayata ait tercihlerden dolayı, asker kişinin her zaman mesleğin onurunu zedeleyeceği, disiplinsizliğe neden olacağı otomatik olarak varsayılmamalıdır. Mahremiyete riayet ederek gayrî tabiî mukarenette bulunan bir askerî şahıs mesleğinde son derece başarılı olabilir. Kıtasını çok iyi sevk edebilir, dış dünyada askerlik haysiyetine ve şerefine yakışacak liyakatta davranışlar içinde bulunabilir. Aynı şekilde, gayrî tabiî mukarenette bulunmamakla birlikte bir başka askerî şahıs görevinde çok başarısız olabileceği gibi, dışı dünyada askerlik haysiyetine ve şerefine yakışmayacak biçimde disiplinsiz davranışlar gösterebilir. Böyle bir durumda, mesleğinin ve askerliğinin gereklerini tam layıkıyla yerine getiren, dışa yansıyan bir davranışı içine girmeyerek yani mahremiyete riayet ederek gayrî tabiî mukarenette bulunan askerî şahsın askerlik haysiyetine ve şerefine aykırı hareket ettiğini kabul etmek adalet duygusuyla bağdaşmayacaktır. Hatta, Danıştay 12nci Dairesi 07.11.2014 tarihli ve 2011/750 E., 2014/7169 K. sayılı kararı ile, öğretmen olan davacının eşcinsel eğilimlerini okul içerisine yansıttığına veya okul dışında olsa bile öğrencileri ile bu şekilde bir ilişkiye girdiğine dair bir delil, tespit, veya tanık bulunmadığı, soruşturma aşamasında ifadeleri alınan ve davacıyla aynı okulda görev yapan öğretmenlerin ve yöneticilerin, davacının herhangi bir olumsuz hareketini görmediklerini ve disiplin soruşturmasına konu olayla ilgili bir duyumlarının olmadığını beyan ettikleri görülmekle, davacının mahremiyet alanı içerisinde rızasıyla eşcinsel ilişkiye girmesinden ibaret fiilinin, 657 sayılı Yasanın 124/2nci maddesi uyarınca memur disiplin hukukunu ilgilendiren bir yönünün bulunmadığını ve disiplin suçu oluşturmadığını, söz konusu fiilin bir disiplin suçu olarak değerlendirilerek davacının meslekten çıkarma cezası ile cezalandırılmasının Anayasanın 20/1 ve Avrupa İnsan HaklarıEsas Sayısı : 2015/68 Karar Sayısı : 2017/166 5 Sözleşmesinin 8inci maddeleri uyarınca özel hayata ve aile hayatına saygı hakkının ihlali sonucu doğurduğuna karar vermiştir. Bu durumda, hiçbir argüman getirilmeksizin, gereklilik ve ölçülülük ilkeleri de ortaya konulmaksızın, askerî şahısların salt gayrî tabiî mukarenette bulunma fiillerinin yasada suç olarak düzenlemesi Anayasanın özel hayata saygı ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Üye Hâk.Alb.H.ATA; ASCKnın 153üncü maddesinin Anayasanın özel hayata saygı ilkesine aykırılığına ilişkin çoğunluk görüşüne, özel hayata ilişkin bir hususun suç olarak tanımlanmasının Anayasaya aykırı olduğu görüşü ile katılmıştır. Hukuk devleti ve bu bağlamda kanun önünde eşitlik açısından yapılan incelemede; Anayasa Mahkemesinin 06.10.2012 tarihli ve 2011/70 E., 2012/77 K, 15.06.2012 tarihli ve 2011/138 E., 2012/94 K., 06.07.2000 tarihli ve 2000/21 16 E,K. sayılı kararlarında da belirtildiği üzere, Anayasanın 10. maddesinde belirtilen yasa önünde eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi çiğnenmiş olmaz. Nitelikleri ve durumları özdeş olanlar için yasalarla değişik kurallar konulamaz. Somut olayda, askerî şahıs da olsa, sanığın özel hayata yönelik fiili nedeniyle kamu görevine son verilmesi söz konusu olduğundan, durumunun diğer kamu görevlileri ve yargı mensupları ile karşılaştırılması da hoşgörüyle karşılanmalıdır. Bu kapsamda, özel hayatın gizliliği, korunması ve özel hayata müdahale bakımından, hukuksal eşitliğin çerçevesinin geniş tutulması gerekir. Disiplin hukuku dışında^ .gayri tabii mukarenet fiillerden dolayı ceza hukuku anlamında fiili suç kabul edilen ve ayrı bir müeyyideye tabi tutulan tek kamu personeli askerî şahıslardır. Oysa, yasalarda özelliği itibariyle benzer nitelikte görev icra eden emniyet görevlileri için ceza yasalarında böyle bir cezai müeyyide öngörülmemiştir. Keza, icra ettikleri mesleklerinin özelliği nedeniyle, mülki amirler, yargı mensupları, sağlık çalışanları, sosyal hizmetler kurumlan çalışanları, din işleri çalışanları, eğitimciler ve benzerleri için de böyle bir müeyyide öngörülmemiştir. Diğer şahısların fiilleri, yasalarla, sadece, idare hukuku, disiplin hukuku ve iş hukuku çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu durumda, kamu personeli olan askerî şahısların, disiplin hukuku dışında, diğer kamu personellerinin tabi olmadığı ceza hukuku bakımından suç kabul edilen ayrı bir cezai müeyyideye maruz kalmaları Anayasanın kanun önünde eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Genel olarak hukuk devleti açısından yapılan incelemede; Görülmekte olan davada, uygulanacak norm hukuk devleti ilkesi ile bağlantılı olarak Anayasanın 10 ve 20nci maddeleri kapsamında, kanun önünde eşitlik ve özel hayata saygı ilkelerine aykırılık teşkil etmekle birlikte, bu norm Anayasanın 2nci maddesi kapsamında doğrudan hukuk devleti ilkesine de aykırılılık teşkil etmektedir.Esas Sayısı : 2015/68 Karar Sayısı : 2017/166 6 Gayrî tabiî mukarenette bulunmak suçu, ASCKnın 153/2nci maddesinde; Bir kimseyle gayrî tabiî mukarenette bulunan yahut bu fiili kendisine rızasıyla yaptıran asker kişiler hakkında, fiilleri başka bir suç oluştursa bile, ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarma cezası, erbaşlar için rütbenin geri alınması cezası verilir. şeklinde düzenlenmiştir. Daha sonra,bir kimseyle gayri tabii mukarenette bulunmak yahut bu fiili kendisine rızasıyla yaptırmak olarak tanımlanan Gayri tabii mukarenette bulunmak eylemi 16.02.2013 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasını gerektiren disiplinsizlikler başlıklı 20nci maddesinin 1/ğ bendinde, Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasını gerektiren disiplinsizlikler arasında düzenlenmiştir. Görüldüğü gibi, ASCKnın 153/2nci maddesinde düzenlenen suç ile 6413 sayılı Kanunun 20/1 ğ maddesinde düzenlenen disiplinsizlik halini oluşturan eylemler birebir aynı olup, öngörülen feri ceza ve disiplin cezası da aynı anlama gelmekte ve aynı sonucu doğurmaktadır. Dairemizin 04.03.2015 tarihli ve 2015/165 159 E.K. sayılı ilamı ile, Askerî Ceza Kanununun 153/2nci maddesinde düzenlenen gayrî tabiî mukarenette bulunmak suçu ile, daha sonra yürürlüğe giren ve daha özel bir kanun olan 6413 sayılı Kanunun 20/1 ğ maddesinde aynı ad altında düzenlenen gayrî tabiî mukarenette bulunmak hâli, birebir aynı konuya ilişkin olup, öngörülen yaptırımların da aynı olması ve aynı sonuçlar doğurması dikkate alındığında, 6413 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesi ile ASCKnın 153/2nci maddesindeki suçun zımnen ilga edildiğini kabul edilmiş, ancak, Askerî Yargıtay Başsavcılığınca yapılan itiraz üzerine Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun zımni ilganın söz konusu olmadığına ilişkin bağlayıcı nitelikteki 07.05.2015 tarihli ve 2015/42 57 E.K. sayılı kararı ile, Daire kararının kaldırılmasına ve temyiz incelemesine devam edilmek üzere dava dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir. Kanun koyucu, bir fiili, mahiyetine göre, hem suç, hem de disiplinsizlik olarak görebilir. Bu nedenle, hem adli bir ceza, hem de bunun yanı sıra ayrıca bir de farklı nitelikteki disiplin cezası verilmesini öngörebilir. Bu yönüyle bir sorun yoktur. Ancak unsurları ve müeyyidesi tamamen aynı bir eylemden dolayı, bir kimsenin eş zamanlı veya peş peşe iki kez takibata maruz kalması, insan onuruyla bağdaşmayacaktır. Ayrıca, 6413 sayılı Kanunun 20/1 ğ maddesi gereğince Silahlı Kuvvetlerden ayırma işlemine tabi tutulacak bir kimsenin, bu karara karşı aynı Kanunun 43/1inci maddesi gereğince başvuracağı yargı yerinin Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, aynı kişi hakkında ASCKnın 153/2nci maddesi gereğince verilecek hükümlere karşı başvuracağı yargı yerinin ise 353 sayılı Kanunun 205inci maddesine göre Askerî Yargıtay olması dikkate alındığında, aynı eyleme ilişkin olarak iki farklı yargı kolu arasında farklı kararların çıkması halinde de uygulamada çözümsüzlükler çıkacak, farklı kararların çıkmış olması da hukuka olan güveni zedeleyecektir. Bu nedenle, 6413 sayılı Kanunun 20/1 ğ maddesinin yürürlüğe girmesi ile birlikte, ASCKnın 153/2nci maddesinin halen yürürlüğünün devam etmesi Anayasanın 2inci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Sonuç itibariyle;Esas Sayısı : 2015/68 Karar Sayısı : 2017/166 7 ASCKnın 153/2nci maddesinde Bir kimseyle gayri tabii mukarenette bulunan yahut bu fiili kendisine rızasıyla yaptıran asker kişiler hakkında, fiilleri başka bir suç oluştursa bile, ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarma cezası, erbaşlar için rütbenin geri alınması cezası verilir. şeklinde yer alan kanuni düzenlemenin, Anayasanın 2nci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine, 10uncu maddesinde düzenlenen kanun önünde eşitlik ilkesine ve 20inci maddesinde düzenlenen özel hayata saygı ilkesine aykırı olduğu sonucuna varıldığından, Anayasanın 152/1inci maddesi gereğince, bu maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, karar verilmiştir. Başkan Dr.Hâk.Alb.S.KAYMAKÇI ve Üye Hâk.Yb.H.GÜL; Anayasanın 20. maddesinin ikinci fıkrasında, çeşitli nedenlerle özel hayatın korunması hakkına sınırlamalar getirilebileceğinin belirtilmek suretiyle bu hakkın mutlak olmadığının kabul edildiği, özel ceza yasası olan Askerî Ceza Kanunu ile sadece askeri şahıslara uygulanan yaptırımların temelinin disiplinin tesis ve devamlılığının sağlanması ve askerlik mesleğinin onur ve saygınlığının korunması olduğu, bu nedenle mevcut düzenlemenin meşru temele dayandığı, özel hayata yönelik yapılan müdahalenin kanun hükmüyle de yapılmış olduğu gözetildiğinde getirilen bu sınırlamanın, hakkın özüne dokunamadığı gibi, kişilerin askerlik mesleğini seçmekle birlikte artık sivillere getirilemeyecek bazı sınırlamaların askerî disiplinin tesisi için kendileri açısından uygulanmasını kabul etmiş oldukları, bu nedenle, mevcut hükmün Anayasaya aykırılık teşkil etmediği görüşü ile çoğunluğun kararına katılmamışlardır. SONUÇ VE KARAR: Yukarıda açıklandığı üzere; 1632 sayılı Askerî Ceza Kanununun 153/2inci maddesinde Bir kimseyle gayrî.tabiî mukarenette bulunan yahut bu fiilî kendisine rızasıyla yaptıran asker kişiler hakkında, fiilleri başka bir suç oluştursa bile, ayrıca Türk Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarma cezası, erbaşlar için rütbenin geri alınması cezası verilir. şeklinde düzenlenen kanun hükmünün, Anayasanın 2, 10 ve 20nci maddelerine aykırı olduğu sonucuna varıldığından, Anayasanın 152/1inci maddesi gereğince iptali için Anayasa Mahkemesine BAŞVURULMASINA; Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmek üzere, ilgili belgelerin onaylı suretlerinin Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliğine GÖNDERİLMESİNE; Anayasa Mahkemesince bu hususta verilecek kararın BEKLENMESİNE; 24.06.2015 tarihinde Başkan Dr. Hak. Alb. S. KAYMAKCI ve Üye. Hak. Yb. H. GÜLün karşı oyları ve oy çokluğuyla ile karar verildi.
3,146
Esas Sayısı: 1989/28 Karar Sayısı: 1990/18 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin bu konudaki 27.8.1989 günlü kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir : "Elazığ Bölge Çalışma Müdürlüğünce davacı hakkında 410.500. lira idarî para cezası verildiği, adı geçenin bu idarî para cezasına yasal süresi içinde itirazda bulunduğu, Mahkememizce taraflara duruşma günü bildirildiği, olayla ilgili belge ve dosyanın getirildiği, incelendiği, anlaşılmaktadır. Mahkememizce dava konusu olayın Mahkememizce itiraz yolu ile incelenmesini sağlayan yasanın Anayasamızın yargı ile ilgili maddelerine uygun olmadığı kanaatına varılmıştır. Çünkü bu davanın mahkememizde incelenmesini sağlayan yasa maddesi 1475 sayılı yasanın 108. maddesini değiştiren 3493 sayılı yasanın 26. maddesi olup bu madde incelendiğinde: Bu cezaların idarî nitelikteki para cezaları oldukları, Bu para cezalarına karşı tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde yetkili Sulh Ceza Mahkemesine itiraz edileceği, İtiraz üzerine verilen kararların kesin olduğu, İtirazın, zaruret görülmeyen hallerde evrak üzerinde inceleme yapılarak en kısa sürede sonuçlandırılacağı ... belirtilmiştir, Görülüyorki bu davanın incelenmesinde uygulanması gereken usul bu yasanın bu maddesi koyduğu esaslara göre yapılması amir hüküm olarak konulmuştur. Oysa Anayasamızın yargı ile ilgili aşağıda belirttiğimiz maddelerinde kabul edilen ilkelere uygun düşmemektedir. Öncelikle: Olaya konu (Davaya) para cezasının "İdarî nitelikteki para cezaları ..." olduğu sözü edilen yasa maddesi tarafından belirtilmiştir. Bu para cezası idarî nitelikteki para cezası olduğuna göre bu karara karşı itiraz ya da dava yerinin idarî mahkemeler olması gerektiği Anayasamızın kabul ettiği yargı sistemi gereğidir ve zorunludur. Bu Kanunun bu madde bu yönüyle Anayasamızın yargı bölümünün ruhuna ve kabul ettiği esaslarına ve özellikle Yargıtay'ı kabul eden 154. maddesi ile Danıştay'ı kabul eden 155. maddelerine açıkça aykırıdır. Bu Kanunun bu maddesi Yargı usulü açısından da Anayasamızın 141. maddesine uygun değildir. Çünkü kanun incelemenin evrak üzerinde yapılacağını ve verilen kararın kesin olduğunu amir hüküm olarak koymuştur. Oysa Anayasamızın bu maddesine göre duruşmaların herkese açık olacağı belirtilmiştir. Bu Kanun bu yönüyle ayrıca Anayasamızın yukardaEsas Sayısı: 1989/28 Karar Sayısı: 1990/18 2 belirtildiği gibi Temyiz Mahkemesi olarak Yargıtay'ın ve Danıştay'ın varlıklarını kabul eden 154. ve 155. maddelerine aykırıdır. Zira, amaç ne olursa olsun Mahkemelerin tarafların mameleki ile ilgili kararların yüksek yargı birimlerinin denetimine tabi olması Anayasamızın temel ilkelerindendir. Sonuç olarak yukarda belirtmiş olduğumuz gibi sözünü ettiğimiz bu Kanunun bu maddesi bu tür cezaların idarî nitelikteki para cezası olduğunu kabul ettiğine göre gerek yargı yeri ve gerekse yargı usulü itibarı ile Anayasamızın özüne, yargı ile ilgili bölümün esasına ve belirtmiş olduğumuz maddelerin açıklığına aykırı olduğu kanaat ve neticesine varılmıştır. Bu nedenle aşağıda yazılı şekilde karar vermek gerekmiştir. Karar : Yukarda açıklanan nedenlerle 1475 sayılı Yasanın 108. maddesinde değişiklik yapan 3493 sayılı Yasanın 26. Maddesini gerek yargı yeri ve gerekse yargı usulü açısından Anayasamızın yargı ile ilgili bölümünün esasına ve yargı ile ilgili Yargıtay ve Danıştay'ın varlık sebebini kabul eden 154. ve 155. Maddelerine aykırı olduğu kanaat ve düşüncesine varıldığından İPTAL edilmesi için Anayasamızın 152. maddesine uyarınca Anayasa Mahkemesine gönderilmek üzere dosyanın Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmek üzere karar verildi.""
472
Esas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren 11.4.2008 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 26.03.2008 tarih ve 5751 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ile Mera Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2 nci Maddesi ile 5403 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 4'ün Anayasa'ya Aykırılığı İptali istenen geçici 4 üncü madde ile, 11.10.2004 tarihinden önce gerekli izni almadan tarım arazilerini tarım dışı kullanıma açan özellikle bir yabancı şirket ya da varsa belirli şirketlere ilişkin, tarım arazilerinde kurulu kimi sanayi tesislerine, izin, onay ve ruhsatlarının yargı kararıyla iptal edilip edilmediğine bakılmaksızın üretim etkinliklerini 5578 sayılı Kanunun yayımı tarihinden itibaren toplam 3 yıl sürdürme olanağı getirilmiştir. Böylece, izin, onay ya da ruhsatı yargı kararı ile iptal edilerek hukuksal dayanaktan yoksun kalan sanayi tesislerine yasal geçerlilik tanınıp yargı kararları etkisiz kılınmaktadır. Tarım arazilerinin tarım dışı kullanıma açılması konusunda 1998 yılından günümüze kadar olan süreç içinde yaşanan birtakım olaylar incelendiğinde iptali istenen kuralla yapılan düzenlemenin gerçek amacının; yargı kararlarını etkisiz kılmak olduğu, 'yasaların genelliği' ilkesine aykırı olarak belli bir firmayı (Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş'ni) hedef alıp, kamu yararı yerine bu firmanın çıkarlarını gözetilmesi olduğu görülecektir. Geçici 4 üncü madde ile yapılan düzenlemenin gerçek amacının bütün açıklığı ile ortaya konulabilmesi açısından yukarıda yaşandığı belirtilen olayların kronolojik bir sıra içinde aşağıda bir kere daha açıklanmasında yarar görülmüştür. Bursa ili, Orhangazi ilçesi, Gemiç Köyü, Karapınar Mevkiinde yer alan mülkiyeti Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş'ne ait, üzerinde mısır işleme tesislerinin bulunduğu toplam 212.240 m2 büyüklüğündeki alan, 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planında 'Tarımsal Niteliği Korunacak Özel Mahsul Alanı' olarak belirlenmiştir. Bu Plana dayalı olarak yapılan Bursa, Orhangazi, Gemiç, Gürle H.22 61 paftadaki 6 parselden oluşan ve 19.12.1990 onay tarihli 1/25.000 ölçekli İznik Gölü Çevre Düzeni Planında da, 'tarımsal niteliği korunacak alan sulama alanı ve uzun mesafeli koruma alanı'nda kalan taşınmazın 'tarımsal sanayi amaçlı Nişasta Fabrikası alanı'na dönüştürülmesi için 1/25.000 ölçekli İznik Gölü Çevre Düzeni Planında değişiklik yapılmasına ilişkin 14.8.1998 günlü Bayındırlık ve İskan Bakanlığı işleminin iptali için açılan davada, Danıştay 6.Dairesince verilen 7.11.2000 gün ve E.1998/6071, K.2000/5507 sayılı kararın davanın esastan reddine ilişkin kısmı, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun 14.9.2001 gün ve E.2001/267, K.2001/627 sayılı kararıyla bozulmuş ve bu kararın düzeltilmesi istemi de. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun 31.5.2002 günlü, E.2002/11, K.2002/478 sayılı kararıyla (Ek.1) reddedilmiştir. Bunun üzerine Danıştay 6. Dairesinin bozma kararı doğrultusunda verdiği 26.11.2002 gün ve E.2002/4839, K.2002/5652 sayılı kararıyla (Ek.2) söz konusu plan değişikliği işlemi iptal edilmiştir.Esas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 2 Bursa ili, Orhangazi ilçesi Gemiç ve Gürle köyleri mevkiinde yer alan 1310, 1318 parselleri kapsayan 194.072 m2'lik alanda CARGİLL Firmasının nişasta fabrikası kurmasına imkan veren Başbakanlık Yüksek Planlama Kurulu'nun 9.12.1997 gün ve 97/T 89 sayılı kararı ve 1/1000 ölçekli mevzi imar planı yapılmasına ilişkin Bursa Valiliği İl İdare Kurulunun 30.4.1998 günlü 1998/4.118 sayılı işlemi ile söz konusu yerde nişasta fabrikası yapımı için verilen 17.6.1998 gün ve 12/79 sayılı inşaat ruhsatı ise, Bursa 2. İdare Mahkemesinin 8.11.2004 günlü, E.2004/990, K.2004/1560 sayılı kararıyla iptal edilmiştir (Ek.3). Yine önceki 1310 1318 sayılı parselleri, yeni 1634 parsel sayılı taşınmazda Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş. tarafından nişansa fabrikası kurulmasına imkan veren 1/1000 ölçekli mevzi imar planının onanmasına ilişkin Bursa Valiliği İl İdare Kurulunun 28.12.1999 günlü, 1999/4.371 sayılı işlemi ile söz konusu yerde nişasta fabrikası yapımı için verilen 25.2.2000 gün ve 16/06 sayılı inşaat ruhsatı da, Bursa 2. İdare Mahkemesinin 8.11.2004 günlü, E.2004/1127, K.2004/1561 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. (Ek.4) İdari Yargının bu kararlarından sonra söz konusu alan, Endüstri Bölgesi Koordinasyon Kurulu kararı ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı işlemine dayanılarak 4737 sayılı Özel Endüstri Bölgeleri Kanununa 22.6.2004 tarih ve 5195 sayılı Kanunun 8 nci maddesiyle eklenen geçici 2 nci maddesi uyarınca 5.7.2005 tarihli ve 25866 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 5.5.2005 tarihli ve 2005/8944 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile 'Özel Endüstri Bölgesi' olarak ilan edilmiştir (Ek.5). Buna dayalı olarak Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş'nin başvurusu üzerine bölgeye ilişkin olarak hazırlanan ve Gemlik Belediye Meclisinin 8.8.2005 günlü ve 2005/M 178 sayılı kararıyla kabul edilen 1/1000 ölçekli mevzi imar planı, Bursa Büyükşehir Belediye Meclisinin 10,10.2005 günlü, 540 sayılı kararıyla plan notlarının 14. maddesinin değiştirilmesi suretiyle tasdik edilmiş ve 11.10.2005 10.11.2005 tarihleri arasında ilan edilerek kesinleşmiştir. Kesinleşen bu plana göre de, Tarımsal Niteliği Korunacak Alan iken yukarıda açıklanan Bakanlar Kurulu Kararıyla Özel Endüstri Bölgesi ilan edilen alan içindeki taşınmazlar üzerine Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş adına özel endüstri bölgesi kullanım amaçlı 15.2. 2006 günlü ve 2006 02 sayılı yapı ruhsatı düzenlenmiştir. Danıştay 10. Dairesinin 8.2.2006 günlü ve E.2005/6613 sayılı kararı ile; Bursa İli, Orhangazi İlçesi, Gemiç Köyü, Karapınar Mevkiinde H22.b.06.c.2.A ve H22.b.06.b.3. D pafta 1634 parsel, H22.b.06.c.B pafta 36 parsel ile H22.b.06.b pafta 1311, 1312, 1313, 1317 parsellerde yer alan Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş.'ye ait mısır işleme tesislerinin bulunduğu toplam 212.240 m2 büyüklüğündeki alanın <<Özel Endüstri Bölgesi>> olarak ilan edilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararının yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmiş (Ek.6) ve bu karara karşı yapılan itiraz da, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 23.6.2006 günlü ve E.2006/447 sayılı kararı ile reddedilmiştir. (Ek.7) Öte yandan, Danıştay 6. Dairesinin 14.06.2006 gün ve E.2006/2467 sayılı kararıyla (Ek.8) Bursa, Gemlik, Gemiç Köyü, H22 B06c pafta, 1660 sayılı parselin bulunduğu alanda yapılan ve 12.06.2005 günü onaylanan 1/25.000 ölçekli İznik Gölü Çevre Düzeni plan değişikliği için yürütmenin durdurulmasına karar verilmiş, bu karara karşı yapılan itiraz da Danıştay 6. Dairesinin 12.10.2006 gün ve YD. İtiraz No:2006/1108 sayılı kararıyla reddedilmiştir (9). Yine, Bursa 3. İdare Mahkemesinin 31.05.2006 günlü ve E.2006/1138 sayılı kararıyla da Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş adına düzenlenen 15.02. 2006 günlü ve 2006 02 sayılı yapı ruhsatı ile bu ruhsatın dayanağı 1/1000 ölçekli uygulama imar planının yürütülmelerininEsas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 3 durdurulmasına karar verilmiş (Ek.10) Bursa 3. İdare Mahkemesinin 12.09.2006 günlü ve E.2006/1138, K.2006/1464 sayılı kararıyla da dava konusu işlemler iptal edilmiştir. (Ek.11) İptali istenen düzenlemenin ise belli bir kişiyi, Cargill Sanayi ve Ticaret A.Ş. yi ve bu şirketin faaliyetlerine yasal dayanak sağlamayı hedeflediğini, yukarıda sözü edilen gelişmeler açıkça ortaya koymaktadır. Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş.'ye ait alanın tarım dışı amaçla kullanılmasının önünü açabilmek; bu amaca ulaşılabilmesi için yapılan bütün düzenleme ve işlemlerin, bu bağlamda söz konusu alanda nişasta tesislerinin kurulmasına imkan veren tüm plan değişiklikleri ile nişasta fabrikası yapımı için verilen yapı ruhsatlarının, kullanım izinlerinin ve söz konusu alanın 'Özel Endüstri Bölgesi' olarak ilan edilmesine dair Bakanlar Kurulu Kararının iptaline ilişkin bağımsız Türk yargısının kararlarını etkisiz kılmak üzere önce 31.1.2007 günlü, 5578 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun çıkarılmış ancak Anayasa Mahkemesi'nin 19.2.2007 tarih ve E.2007/18, K. 2007/9 (Yürürlüğü Durdurma) sayılı Kararı ile; bu 'Kanun'un 6 ncı maddesiyle 3.7.2005 günlü, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu'na eklenen geçici 3. maddenin, Anayasa'ya aykırılığı konusunda güçlü belirtiler bulunduğu ve uygulanması halinde sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların doğabileceği gözetilerek ESAS HAKKINDA KARAR VERİLİNCEYE KADAR YÜRÜRLÜĞÜNÜN DURDURULMASINA ' karar verilmiştir. Bursa 3.İdare Mahkemesi 14.3.2008 günlü ve E.2007/1338, K.2008/173 sayılı kararı (Ek.12) ile; ''1/100.000 ölçekli 2020 yılı Bursa Çevre Düzeni Planında 'Tarımsal Niteliği Korunacak 'Özel Mahsul Alanı'nda kalan uyuşmazlık konusu Bursa İli, Orhangazi İlçesi, Gemiç Köyü, Karapınar mevkii H22b06C pafta, 1660 parsel numarasında kayıtlı 212.511,48 m2 yüzölçümlü taşınmazın, Anayasa Mahkemesince 19.2.2007 tarihinde yürürlüğü durdurulan 5578 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Hakkında Kanuna eklenen Geçici 3.maddesine istinaden tarım dışı amaçla kullanılmasının uygun görülmesine ilişkin dava konusu 20.2,2007 günlü ve 4885 sayılı Bursa Valiliği İl Tarım Müdürlüğü işleminde hukuka uyarlık bulunmamaktadır' denilerek söz konusu işlemin iptaline karar verilmiştir. Bunun üzerine, iptali istenen düzenlemeyi getiren 26.03.2008 tarih ve 5751 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ile Mera Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Görüldüğü üzere, yapılan ve iptali istenilen düzenlemenin tek amacı, Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş. için çoktan tükenmiş olan iç hukuk yollarına ısrarla bir yenisini eklemektir. Hukuk Devleti olabilmenin göstergelerinden biri de yasalarda 'genellik' ilkesine uyulmasıdır. <<Yasaların genelliği>> ilkesi, özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan, aynı statüde olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar (Anayasa Mahkemesi'nin 20.11.1996 günlü, E.1996/58, K.1996/43 sayılı kararı). Bu nedenle burada yasakoyucunun, belli bir kişiye ve belli geçici bir duruma özgü bir düzenlemeyi gerçekleştirerek yasaların genelliği ilkesinden ayrılmış olduğunu ve yapılanEsas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 4 düzenlemenin bu nedenle Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı kuşkusuzdur. 5578 sayılı Yasa ile yapılan düzenlemeden farklı olarak iptali istenen kuralda yer verilen 'tarımsal bütünlüğü bozmuyor ise' ibaresi ile neyin kastedildiği ise belirsizdir. Anayasa'nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda <<belirlilik>> ve öngörülebilirlik gerektirir. Hukuk devletinde yargı denetiminin sağlanabilmesi için yönetimin görev ve yetkilerinin sınırının yasalarda açıkça gösterilmesi bir zorunluluktur. Dava konusu geçici 4 üncü madde hükümleri arasına serpiştirilen '...tarımsal bütünlüğü bozmuyor ise...', ya da '...hazırlanacak toprak koruma projesine uyulması...' (üzeri betonla, ya da binayla kaplı olan 1. sınıf tarım alanı için toprak koruma projesi yapılmasının mümkün olamayacağı açıktır) gibi ekler, yasa hazırlanırken gerçek amacın üzerini örtecek kılıfların da hazırlanmaya çalışıldığının açık bir göstergesidir. Bu durumda, iptali istenen kural belirlilik, genellik, soyutluk ve öngörülebilirlik özellikleri taşımaması nedeniyle hukuk devleti ilkesi ile de bağdaşmadığından Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırı düşmektedir. Bağımsız Türk Yargısının kararlarının uluslararası baskılar ile ortadan kaldırılmasının bir sermaye şirketinin lehine, Osmanlı'daki kapitülasyonları anımsatırcasına özel yasa yapmanın her şeyden önce hukuk devleti ve yasama organının saygınlığına gölge düşüreceği açık olduğu gibi böyle bir düzenleme Anayasa'nın 138 nci maddesi ile de bağdaşmaz. Anayasanın 138/4 üncü maddesi gereği, yasama organı dahil bütün devlet organları 'mahkeme kararlarına uymak zorundadır, bu organlar, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez'. Aksi taktirde, yargı bağımsızlığı söz konusu olamaz ve hukuk devletinden de söz edilemez. Yasama organı, beğenmediği yargı kararlarını, üstelik de geriye yönelik uygulanmak üzere kanun çıkartıp etkisiz hale getirecekse, elbette ki yargı bağımsızlığı zedelenecektir (Sabuncu, Yavuz, Anayasaya Giriş, 8. Basım, İmaj Yayıncılık, Ankara 2002,s.186). Devlet erklerinin, yürütmenin eyleminin yasa sınırları içinde kalması yerine, yasanın yürütmenin eylemine uydurulması şeklinde kullanılmasının, Anayasa'nın Başlangıç Kısmının dördüncü paragrafında belirtilen kuvvetler ayrılığı ve Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilmiş bulunan hukuk devleti ve 8 inci maddesinde ifade edilmiş yürütmenin kanuniliği ilkesi ile bağdaştırılması mümkün olamaz. Üzerinde durulması gereken bir başka husus da, iptali istenen kuralın kamu yararı amaçlanarak ortaya konulup konulmadığıdır. İptali istenen kuralla yapılan düzenleme, toprakların durumunun yalnızca mülkiyet gözetilerek ele alındığı; tarımın en önemli girdilerinden olan toprağın üretim gücünün korunması, geliştirilmesi ve tarım işletmelerinde optimum parsel büyüklüğü oluşturulması, arazilerin ekonomik ve ekolojik kazanımlar gözetilerek planlı kullanım ilkelerinin belirlenmesi gibi durumların dikkate alınmadığı; yargı kararını etkisiz kılmak suretiyle 'yasaların genelliği' ilkesine aykırı olarak belli bir firmanın (Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş'nin)) hedef alındığı; kamu yararı yerine bu firmanın çıkarlarının gözetildiği bir düzenlemedir. İptali istenenEsas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 5 düzenleme ile, tarım arazilerinin tarımsal bütünlük aranmadan istenilen amaçlarla kullanılmasına izin verilmesinin, tarım topraklarının bir daha eski duruma getirilemeyecek ölçüde elden çıkarılmasına ya da nitelik değiştirmesine yol açacak olması da, kamu yararıyla bağdaştırılamaz. Bu da düzenlemenin kamu yararını hedeflemediğinin bir başka göstergesidir. Yine, gerek yargı kararlarındaki gerekçeler, gerek bu kararlara dayanak oluşturan bilirkişi raporlarındaki tespitler dikkate alındığında, Cargill A. Ş. 'nin İznik Gölü'nü besleyen su kaynaklarını tükettiği (yıllık asgari 1 milyon m³); tesisin üzerinde kurulu bulunduğu alanın 1. sınıf tarım arazisi olduğu ve atıklarını Karsak Deresi Yolu ile Gemlik Körfezi'ne boşalttığı görülecektir. Nitekim, Orhangazi Ovasında sanayi tesisi yapmak için daha önce başvurmuş olan altı firmanın istemleri; böyle bir tesise izin verilmesi durumunda tarımsal dokunun tahrip edileceği, tesisin 90 bin nüfuslu bir kentin su gereksinimi olan 3.500 ton yer altı suyunu bir günde kullanarak kapalı havzanın su dengesini bozacağı ve yöredeki 100 bin zeytin ağacının suyunu keseceği, zeytin ağırlıklı bir coğrafyada mısır işleyen bir tesisin kurulmasının yanlışlığı ve ayrıca söz konusu alanın İznik Orhangazi sulama projesinin tam ortasında kalması, İznik Gölü'nü kirleteceği, Sit alanı içinde yer alan Medet ve Karsak dereleriyle ilgili olarak Koruma Kurulundan izin alınmadığı gerekçeleriyle reddedilmiştir. Bu tespitler ile açıklanan gerekçelerde, iptali istenen yasal düzenlemenin kamu yararına dayanmadığını göstermektedir. Diğer taraftan, Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye'de işlenen tarım alanları toplamı 1980 yılında 24,560 milyon hektardan 1990 yılında 24,192 milyon hektara, 2000 yılında 23,033 milyon hektara, 2006 yılında da 22,233 milyon hektara gerilemiştir. Yani tarım alanları son yirmi beş yılda değişik nedenlerle giderek azalmış ve yüzde 10 oranında daralmıştır. Buna karşın ülkemiz nüfusu 1980 yılında 44 milyon 737 bin kişi iken, yaklaşık yüzde 60 oranında artmış ve 2006 yılında hepimizin bildiği gibi 71 milyon kişiye çıkmıştır. Aynı dönemde 1 kilometre kare vatan toprağı başına düşen nüfusu gösteren nüfus yoğunluğu değeri ise 1980 yılında 58 kişi iken, yine yüzde 60 oranında yükselerek 2006 yılında 91 kişiye yükselmiştir. Ancak birim tarım alanı başına düşen nüfus yoğunluğu yüzde 75 oranında artmıştır. Bu durum, her geçen gün tarım topraklarının değerlendiğini, tarım topraklarının beslemek zorunda kaldığı insan sayısı ise, dünyada olduğu gibi Türkiye'de de arttığı gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde topraklar üretkenliği nedeniyle kutsal olarak kabul edilirken, bunu korumanın bir ulusun onuru olduğu ve kaybedilenin toprak olmayıp temelde ulusal servet olduğu belirlenmiştir. Çevre ile olan ilişkilerimizde çevreyi bozmak ve kirletmekten çok onu koruyarak üretimde bulunmaktır. Çünkü doğal kaynak olan toprakların üretimi hiçbir zaman sonsuz değildir. Temelde topraklar doğal düzeni bozulmadıkça dünyamıza bereket dağıtan çömert bir kaynaktır. Toprak tıpkı özgürlük gibidir, elden gitmedikçe bunun kıymeti bilinmez. Toprak kaynakları ülkemiz insanlarının mevcut gereksinmelerini karşılayacak yeterli potansiyele sahip olmalarına karşın, arazi kullanım izlencelerinin yetersizliği, tasarımsız ve izlencesiz sanayileşme, sağlıksız ve hızlı kentleşme, nüfus artışı, kentsel ve teknolojik kökenli kimyasal atıkların deşarjı yanında, aşırı tarımsal ilaçlama ve yapay gübrelerden kaynaklanan toprak kirliliği, yangınlar, düzensiz turizm yatırımları vb. tarımsal arazi kullanımını giderek sınırlandırmakta ve sonuçta tarımsal üretim potansiyeli yanında toprağın diğer doğal işlevlerini düşürmekte ve çevrede şekilsel ve yapısal bozulmalara neden olmaktadır. Nasıl ki birey ileEsas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 6 toplumsal doku arasında sağlıklı bir dengenin kurulması yasal düzenlemelerle oluşturulmaya çalışılıyorsa, çevresel ögeler arasında da doğal dengelerin sürekliliği ve sürdürülebilirliği yaşamsal boyut için zorunludur. Amaç dışı kullanımlara izin verilmeyen arazilerde yasal olmayan kullanımlar saptandığında kullanım aşamasına bakılmaksızın, amaç dışı kullanıcılara karşı kesinlikle ağır yaptırımlar uygulanmalıdır' (Prof. Dr. Ünal ALTINBAŞ, Tarım Topraklarının Amaç Dışı Kullanımının Çevre Üzerine Etkisi). Yukarıda açıklanan nedenlerle, 212.511,48 m2 yüzölçümlü 'Tarımsal Niteliği Korunacak Özel Mahsul Alanı'nda kurulan bir sanayi tesisinin faaliyetine izin verilmesini öngören bir düzenlemenin; tarımsal ürün potansiyelini düşüreceğinden, çevrede şekilsel ve yapısal bozulmalara neden olacağından ve tarım alanlarını azalması sonucunu doğuracağından kamu yararına dayanmayacağı çok açıktır. Bir hukuk devletinde, devlet erki kullanılarak yapılan tüm kamu işlemlerinin nihaî amacının 'kamu yararı' olması gerekir. Bu gereklilik, kamu yararını, yasama organının takdir yetkisi için de bir sınır konumuna getirir. Hiçbir kamu erki, kamu yararının gerçekleşmesini engelleyici biçimde kullanılamaz. Bir kamu hukuku tasarrufu olan kanunların partizan ve özel maksatlarla değil, <<kamu yararı>> amacı ile çıkarılması gerektiği, Anayasa Mahkemesinin yerleşmiş kararlarının da bir gereğidir. Kamu yararını gerçekleştirmek ereğiyle yasakoyucu değişik yolların seçimini siyasi tercihlerine göre yapmakta serbesttir. Ancak, yasakoyucunun kişisel, siyasi ya da saklı bir amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararı dışındaki özel ve başka bir amaca ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği durumlarda bir 'yetki saptırması' ve giderek de amaç öğesi bakımından yasanın sakatlığı ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırılığı söz konusu olur. İptali istenen düzenleme de yukarıda açıklandığı gibi, bir yetki saptırmasını örneklemekte ve yasama erkinin kamu yararına değil bir özel çıkarı korumaya, bunun için yargı kararlarının uygulanmasını engellemeye yönelik olarak kullanıldığını ortaya koymaktadır. Bu durumun söz konusu işlemi, amaç unsuru bakımından sakatladığı ve Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesine açıkça aykırı bir görünüme soktuğu ortadadır. Yasalara, ulusal çıkarlara ve kamu yararına aykırılığı yargı kararlarıyla hükme bağlanmış olan hukuka aykırı bir etkinliğin, ilgili kamu yönetimlerince hiç geciktirilmeden durdurulması kuşkusuz hukuk devleti ilkesinin, Anayasanın 11 ve 138 inci maddelerinin gereğidir. Söz konusu etkinliklerin sürdürülmesine olanak tanınması ise Anayasanın 2, 11 ve 138 inci maddelerine aykırı düşer. Öte yandan iptali istenen düzenleme ile belli bir yabancı şirket ya da belirli şirketlerin hukuka aykırı durum ve etkinliklerinin güvence ve koruma altına alınmış olmasının, bu şirketlere ayrıcalık tanımak anlamına geleceği açıktır. İptali istenen düzenleme ile, amaç dışı kullanılan tarım arazilerine, her metre karesi için 5 YTL karşılığında izin verilmesi de, maddi olanakları uygun olanların bu izinden yararlanabilmesi, uygun olmayanların ise, yararlanamaması sonucunu doğuracak; bu da maddi olanakları elverişli olanlarla olmayanlar arasında eşitsizlik yaratacak; bir başka değişle maddi olanakları elverişli olanlara ayrıcalık tanıyacaktır.Esas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 7 Böyle bir durumun, Anayasa'nın 10 uncu maddesinde ifade edilen 'kanun önünde eşitlik' ilkesine aykırı olduğu kuşkusuzdur. Anayasa'nın 10 uncu maddesinde 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' denilmektedir. Bu kural, birbiri ile aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenlemeler getirmek eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Anayasa'nın amaçladığı eşitlik, mutlak ve eylemli eşitlik olmayıp hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'nın öngördüğü eşitlik ilkesi çiğnenmiş olmaz. Tarım arazilerini tarım dışında kullananlar, yasal yükümlülükleri olan gerekli izni almayan kişi, kurum ve kuruluşlar olduklarından aynı hukuki durumda bulundukları açıktır. Bunlar arasında maddi durumlarına göre ayrıcalık yaratılmasının, hiçbir haklı nedeni olamaz. Bu nedenle yapılan bu düzenleme Anayasa'nın 10 uncu maddesine de aykırıdır. Tarım topraklarının korunması ve doğal özelliklerine uygun tasarımlı ve dengeli kullanımı, hem doğal bir zorunluluk olduğu gibi, hem de Devlete verilen anayasal bir görevdir. Nitekim, Anayasa'nın 45 inci maddesinin birinci fıkrasında, 'Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır.' hükmüne yer verilmiş, madde gerekçesi'nde ise, 'Madde, Devlet tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini yüklenmektedir. Bu ifade ile amaçlanan tarım arazilerinin endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesinin önlenmesidir' denilmiştir. Görüldüğü üzere Anayasa, Devlete tarım arazilerinin endüstri sebebiyle yok edilmesinin önlenmesi görevini vermiş olmasına karşın, iptali istenen düzenleme ile, Devlete verilen görevin tam aksine olarak 1.sınıf bir tarım arazisi, endüstriye feda edilmektedir. Bu nedenle söz konusu kuralın, Anayasa'nın 45 nci maddesine açıkça aykırı olduğu konusunda hiçbir duraksamaya yer bulunmamaktadır. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 26.03.2008 tarih ve 5751 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ile Mera Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2 nci maddesi ile 5403 sayılı Kanuna eklenen geçici madde 4, Anayasa'nın 2 nci, 8 inci, 10 uncu, 11 inci, 45 inci, 138 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİEsas Sayısı : 2008/35 Karar Sayısı : 2011/65 8 İptali istenen kural, anayasa hükümlerine açıkça aykırı olduğu gibi, kişiye özel bir kanun niteliği taşımakta ve özünde kamu yararı amacına dayanmadığından uygulanması halinde sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız durum ve zararların doğabileceği açıktır. Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Arz ve izah olunan nedenlerle, söz konusu hüküm hakkında yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 26.03.2008 tarih ve 5751 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ile Mera Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2 nci maddesi ile 5403 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 4'ün, Anayasa'nın Başlangıç Kısmına, 2 nci, 8 inci, 10 uncu,11 inci, 45 inci, 138 inci maddelerine aykırı olduğundan, iptaline ve uygulanması halinde sonradan giderilmesi güç yada olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
3,302
Esas Sayısı : 2005/128 Karar Sayısı : 2008/54 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararı şöyledir: "Pendik 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 364/575 sayılı ve 12.10.2004 tarihli kararının dairemizde yapılan temyiz incelemesinde, 1136 sayılı Avukatlık Kanununa 13.1.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5043 sayılı kanunla eklenen geçici 21. madde hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu dairemizce görülmüş, davalı tarafça da ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiasının ciddi olduğu sonucuna varılmıştır. Temyiz incelemesi yapılan dava dosyasının konusu, avukatlık sözleşmesinden kaynaklanan vekalet ücretinin tahsili talebidir. Davacının dayandığı avukatlık ücret sözleşmesi 1.4.1996 tarihinde düzenlenmiş, davacının üstlendiği davayı açıp takip ettiği, davalı lehine sonuçlandığı ve kararın 23.7.1998 tarihinde kesinleştiği, davacı avukatların üstlendikleri işi bu tarih itibariyle sonuçlandırdıkları, ücret ihtilafının aynı yıl içinde ortaya çıktığı, davanın 7.7.2003 tarihinde açıldığı sabittir. Taraflar arasındaki ihtilaf 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 163 ve 164. maddeleri hükümlerine göre çözümlenecektir. 163 ve 164. maddelerde 2.5.2001 tarihinde yürürlüğe giren 4667 sayılı ve 13.1.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5043 sayılı kanunlar ile değişiklik yapılmıştır. 13.1.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5043 sayılı Kanunun 7. maddesi ile 1136 sayılı Avukatlık Kanununa eklenen geçici 21. madde, "Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, kesin olarak hükme bağlanmamış bütün ihtilaflarda bu kanunun değişik hükümleri uygulanır" hükmünü getirmiştir. Avukatlık Kanununa eklenen bu geçici madde ile 1136 sayılı Avukatlık Kanununda 4667 ve 5043 sayılı yasa ile yapılan 2.5.2001 ve 13.1.2004 tarihlerinde yürürlüğe giren değişik yeni hükümlerin daha önceden yapılan avukatlık sözleşmesinden doğan ihtilaflarda uygulanması ve kanunun değişik yeni hükümlerine göre anlaşmazlıkların çözümlenmesi amaçlanmıştır. Uyuşmazlığın çözümünde, 163 ve 164. maddeleri 2.5.2001 tarihinde yapılan değişiklikten önceki hükümleri veya 2.5.2001 ve 13.1.2004 tarihinde yapılan değişiklikten sonraki hükümleri uygulandığında varılacak sonuç birbirinden farklı olacaktır. Anayasanın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti, insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete, eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında Anayasaya ve hukuk kurallarına uyan, işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi, devletin tüm faaliyetlerinde hukukun egemen olmasını amaçlar. Bu amacın gerçekleşmesi için, çıkarılan yasalarla konulacak kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerinin gözönünde tutulması gerektiği gibi, hukuk güvenliğinin de sağlanması gerekir. Bu nedenle hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Anayasamızın 5. maddesinde, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve özgürlüklerini, sosyal hukuk devletini ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanınEsas Sayısı : 2005/128 Karar Sayısı : 2008/54 2 maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Anayasamızın 48. maddesinde, herkesin dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahip olduğu belirtilmiştir. Sözleşme, sözleşmeye taraf olanda, şimdiye ve geleceğe yönelik ümit ve inançların, beklentilerin doğmasına neden olmaktadır. Bunun temelinde, kişilerin sözleşme yaparken yürürlükte olan hukuk kurallarının güvencesi altında olmalarıdır. Sözleşme yapanların irade hürriyetine sahip olmaları, onların eşit durumda bulunduklarını gösterir. Kanunlar kamu yararına ve kamu düzeninin gerektirdiği özel durumlar dışında, ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır ve daha önceki olay, işlem ve eylemler kanunun etki alanı dışında kalır. Sonradan yürürlüğe giren kanunların daha önceki ve kesinleşmiş hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. Açıklanan ilkeler ışığında bakıldığında 1136 sayılı Avukatlık Kanunun, 4667 ve 5043 sayılı kanunlar ile değişiklik getirilen hükümlerinin, değişiklik tarihinden önce yapılan sözleşmelerle ilgili ihtilaflara uygulanmasının temini için, 5043 sayılı kanun ile Avukatlık Kanununa eklenen geçici 21. madde, Anayasamızın 2, 5, 48. maddelerine aykırı olmaktadır. Anayasanın 152. maddesi ile 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesi uyarınca, dairemizce temyiz incelemesi yapılacak dava sebebiyle uygulanacak olan 1136 sayılı Kanuna, 5043 sayılı Kanunun 7. maddesi ile eklenen "geçici 21. maddenin" yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasanın 2, 5 ve 48. maddelerine aykırı görüldüğünden iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyanın temyiz incelemesinin bekletilmesine, dava dilekçesi, cevap layihası, davalının temyiz dilekçesi ile avukatlık ücret sözleşmesi örneklerinin karara eklenmesine, 21.10.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.""
632
II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Sanık ...'ün 06.12.2012 tarihinde müşteki ...'a karşı basit yaralama, alenen hakaret, geceleyin konut dokunulmazlığını ihlal ve tehdit suçlarından cezalandırılması talebiyle kamu davası açıldığı, soruşturma dosyasının tetkikinde isnat edilen suçlardan basit yaralama, alenen hakaret ve geceleyin konut dokunulmazlığını ihlal etmek suçlarının 5271 sayılı CMK.'nın 253/1. maddesi kapsamında uzlaşma kapsamında kalmasına karşın uzlaşma işleminin yapılmaksızın mahkememize kamu davası açıldığı gerekçesiyle iddianamenin 5271 sayılı TCK'nın 174/1 c maddesi gereğince iadesine karar verildiği, bu karara C. Savcısı tarafından 5271 sayılı CMK.'nın 253/3. maddesi gereğince sanığın aynı anda işlediği iddia olunan tehdit suçunun uzlaşma kapsamında kalan suçlardan olmadığı bu sebeple uzlaşma hükümlerinin uygulanamayacağı gerekçesiyle iddianamenin iadesi kararına yapılan itiraz üzerine Antalya 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 14.01.2013 gün ve 2013/19 D.iş sayılı kararıyla C. Savcısının itirazının kabulüne ve mahkememizin iddianamesinin iadesine yönelik kararın kaldırılmasına karar verilerek dosyanın mahkememize gönderildiği anlaşılmakla; 5271 sayılı Kanunla yasa koyucu bazı suçlar açısından kovuşturma aşamasına geçilmeden önce şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar gören kişilerin uzlaştırılması yoluna gidilerek tüm uyuşmazlıkların mahkeme önüne götürülmeden halli ile mahkemelerin iş yükünün artmaması hedeflenmiş olup 04.12.2004 tarihinde kabul edilen 5271 sayılı CMK.'nın 253. maddesinin ilk hali ile 06.12.2006 gün ve 5560 sayılı Kanunun 24. maddesi ile değişik düzenleme ile de bu yönde hükümler getirilmesine karşın, 26.06.2009 gün ve 5918 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 5271 sayılı CMK.'nın 253/3. maddesine eklenen bir cümle ile 'Uzlaştırma kapsamına giren bir suçun, bu kapsama girmeyen bir başka suçla birlikte işlenmiş olması hâlinde de uzlaşma hükümleri uygulanmaz.' hükmü getirilerek uzlaşma kapsamında kalan bir suçla beraber işlenen ve kapsama girmeyen bir suçun birlikle işlenmesi hâlinde uzlaşma hükümlerinin uygulanmayacağı yönünde düzenleme yapıldığı; Mahkememizce bakılmakta olan kamu davasına uygulanacak bir kanun hükmü olan 5271 sayılı CMK.'nın 253/3. maddesine 5918 sayılı Kanunun 8. maddesi ile getirilen düzenleme ile sanık hakkında uzlaşma hükümlerinin uygulanabilecek suçlardan olan kasten basit yaralama; alenen hakaret ve geceleyin konut dokunulmazlığını ihlal suçlarının sanığın bu suçlarla birlikte tehdit suçunu da işlediği iddiası ile artık uzlaşma kapsamında kalmadığı oysa sanığın işlediği iddia edilen her suçun birbirinden bağımsız ve ayrı olarak değerlendirilmesinin gerektiği, uzlaşma kapsamında kalan bir suçun sırf uzlaşma kapsamında kalmayan bir suçla beraber işlendiği gerekçesiyle uzlaşma kapsamından çıkartılmasının Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine aykırılık oluşturduğu kanısıyla 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. ve devam maddeleri gereğince Anayasa Mahkemesine 5271 sayılı CMK.'nın 253/3. maddesine 26.06.2009 gün ve 5918 sayılı Kanunun 8. maddesi ile eklenen 'Uzlaştırma kapsamına giren bir suçun, bu kapsama girmeyen bir başka suçla birlikte işlenmiş olması hâlinde de uzlaşma hükümleri uygulanmaz.' hükmünün iptali için itiraz kanun yoluna başvurulmasına ve başvuru sonucunun bekletici mesele yapılmasına karar vermek gerekmiştir. Gerekçesi yukarda izah edildiği üzere;5271 sayılı CMK.'nın 253/3. maddesine 26.06.2009 gün ve 5918 sayılı Kanunun 8. maddesi ile eklenen 'Uzlaştırma kapsamına giren bir suçun, bu kapsama girmeyen bir başka suçla birlikte işlenmiş olması hâlinde de uzlaşma hükümleri uygulanmaz.' hükmünün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10. maddesinde düzenlenen kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğundan iptali için Anayasa Mahkemesine itiraz kanun yoluna başvurulmasına; Anayasa Mahkemesinin başvuru sonucunda vereceği kararın bekletici mesele yapılmasına, Dair dosya üzerinden yapılan değerlendirme sonucu tensiben karar verildi.'
511
Esas Sayısı : 2014/17 Karar Sayısı : 2014/97 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Davacı ... vekili tarafından, müvekkiline ait işyerinin 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu'nun 20 nci maddesi uyarınca mühürlenerek kapatılmasına ilişkin 12/09/2013 tarih ve A 011226 nolu işlemin iptali istemiyle açılan davada; işleme dayanak alınan 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu'nun 20 inci maddesinin, 28/03/2013 tarih ve 6455 sayılı Kanun'un 45 inci maddesi ile eklenen sekizinci fıkrasında yer alan "5607 sayılı Kanunda belirtilen kaçakçılık fiillerinin işlendiği tespit edilen rafineri hariç her türlü tesiste lisansa tabi tüm faaliyetler kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar Kurum tarafından geçici olarak durdurulur ve bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez. ..." cümlesinin "kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar ... ve bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez." ibarelerinin Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatine varıldığından işin gereği görüşüldü: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 11'inci maddesinin ikinci fıkrasında kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilmiş; 152'nci maddesinde de "Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia, temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesi'nin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz" hükmüne yer verilmiştir. Dava dosyasının incelenmesinden; madeni yağ üretim tesisi olarak faaliyet gösteren davacı şirket yetkililerinin de içinde bulunduğu bazı kişiler hakkında, Emniyet görevlileri tarafından yapılan teknik takip sonucundaki tespitler üzerine, ilgili kişiler hakkında Afyonkarahisar Cumhuriyet Başsavcılığının 2012/11326 numarasına kayıtlı soruşturma başlatılması nedeniyle, 5015 sayılı Kanun'un 20 nci maddesinin sekizinci fırkası uyarınca, konuya ilişkin olarak kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya kesinleşmiş mahkeme kararı davalı Kuruma ibraz edilinceye kadar söz konusu işyerinin mühürlenerek kapatılmasına yönelik dava konusu işlemin tesis edildiği anlaşılmaktadır. Anayasa'nın 152'nci madde hükmüne göre, bir davaya bakmakta olan mahkemenin itiraz yoluyla bir kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurabilmesi için iptali istenen kuralın davada uygulanacak nitelikte bir kural olması gerekir. Davacıya ait işyerinin, ceza yargılamasının, kanun yollarından da geçerek kesin olarak neticelenmesine kadar kapalı kalması sonucunu doğuran 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu'nun 20 inci maddesinin sekizinci fıkrasında yer alan ibarelerin bakılan davada uygulanacak bir kural niteliğinde olduğu açıktır.Esas Sayısı : 2014/17 Karar Sayısı : 2014/97 2 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu'nun "İdari Yaptırımlar" başlığı altında düzenlenen 20'nci maddesinde aynen, "Lisans sahibi kişiler hakkında, bu Kanuna, bu Kanuna göre yürürlüğe konulmuş yönetmeliklere, Kurumun yazılı talimatlarına veya lisanslarına kayıtlı hususların herhangi birine riayet edilmediği takdirde, Kurum tarafından ön araştırma veya soruşturma başlatılır. Ayrıca, ilgiliye onbeş gün içerisinde aykırılıkların giderilmesi, aksi halde bahse konu piyasa faaliyetlerinin geçici bir süre için durdurulabileceği veya doğrudan doğruya iptal yaptırımının uygulanacağı ihbar edilir. Bu ihbara rağmen onbeş günlük sürenin bitiminde aykırılıklar giderilmezse, Kurum piyasa faaliyetini otuz günden az yüzseksen günden çok olmamak üzere geçici olarak durdurur. Geçici durdurma süresince, tehlikeli eylemin veya kötüniyetin veya ürünlerde zarar oluşmasının önlenmesi ile faaliyetin durdurulmasına neden olan durumun ortadan kaldırılmasına ilişkin faaliyetler dışında hiçbir piyasa faaliyeti yapılamaz. Lisans iptalleri Kurumca yapılacak soruşturma neticesine göre karara bağlanır. Kaçak veya menşei belli olmayan ürün ikmal edenlerin lisansı iptal edilir. Teknik düzenlemelere uygun olmayan ürün ikmal edenler zararı tazmin etmekle yükümlüdür. Akaryakıt istasyonu kapsamında sürdürülen bayilik faaliyetlerinin, bu Kanuna veya bu Kanuna istinaden çıkarılan düzenlemelere aykırılığının Kurumca tespiti halinde, anılan istasyonda yapılan akaryakıt ikmali Kurumca geçici veya süresiz olarak mühürleme suretiyle durdurulur, iptale veya mühürlemeye ilişkin usul ve esaslar Kurumca çıkarılacak yönetmeliklerde düzenlenir. Lisans iptaline veya mühürlemeye rağmen, faaliyetlerini sürdüren gerçek kişiler ile tüzel kişilerin yetkilileri hakkında, Türk Ceza Kanununun 203 üncü* maddesi hükümleri uygulanır. Bu Kanuna göre yapılan talep veya işlemlerde, kanuna karşı hile veya gerçek dışı beyanda bulunulduğunun tespiti halinde lisans iptal olunur. Teknik düzenlemelere uygun olmayan petrol ikmali nedeniyle kullanıcıya verilen zarar ve hasarların tazmini hususu, kullanıcıların muhatap olduğu lisans sahibi gerçek ve tüzel kişilerin lisanslarında ve sözleşmelerinde yer alır. Uygulamaya ilişkin usul ve esaslar çıkarılacak yönetmelikte belirlenir. Dağıtım şirketinin lisansının iptal edilmesi veya faaliyetinin geçici olarak durdurulması halinde dağıtım şirketine bağlı bayiler, diğer dağıtım şirketlerinin bayii olarak faaliyetlerini sürdürürler. (Ek fıkra: 28/03/2013 6455 S.K./45. md) 5607 sayılı Kanunda belirtilen kaçakçılık fiillerinin işlendiği tespit edilen rafineri hariç her türlü tesiste lisansa tabi tüm faaliyetler kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar Kurum tarafından geçici olarak durdurulur ve bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez. Kesinleşmiş mahkeme kararına göre lisans sahiplerinin lisansı iptal edilir. Lisans sahibine verilen idari para cezası ödenmeden lisansa konu tesis için lisans verilmez. (Ek fıkra: 28/03/2013 6455 S.K/45. md) Kaçakçılık fiilinin sadece ulusal marker seviyesi ile ilgili olması durumunda, geçici durdurma kararı akredite laboratuvar analiz sonucuna göre verilir. Akredite laboratuvar analiz sonucunun bildirilmesine kadar kaçak akaryakıt satışını engelleyecek idari tedbirler Kurum tarafından alınır.Esas Sayısı : 2014/17 Karar Sayısı : 2014/97 3 (Ek fıkra: 28/03/2013 6455 S.K./45. md) Seyyar kontrol cihazı ile yapılan ulusal marker kontrol sonucunun geçersiz çıkması halinde, alınan numune en geç beş iş günü içinde laboratuvara teslim edilir. Laboratuvar, yapılması istenilen analizleri numune özellikleri değişime uğramadan on beş gün içinde yapar ve sonucunu en geç üç iş günü içinde Kuruma bildirir." hükmü yer almaktadır. Anılan Kanun hükmünde yer alan her iki ibarenin Anayasa'ya aykırılığı ayrı ayrı değerlendirilecektir. 1 "kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar" ibaresi yönünden; Anayasamızın 2'nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla vatandaşların hukukî güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinde hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır. Anayasada açıkça belirtilmemiş ve düzenlenmemiş olmakla birlikte, uygar milletlerce kabul edilmiş genel hukuk kaidelerinden biri olan bu ilke, Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihadında (Anayasa'nın ikinci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi kapsamında) Anayasa'ya uygunluk denetiminde esas aldığı ölçü normlar (anayasallık bloku) arasında bulunmaktadır. Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp, bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan bir devlet demektir. Hukuk devletinin dayandığı hukuki temellerden birisi ve belki de en önemlisi idarenin hukuka bağlılığının sağlanmasıdır. Bu da ancak idarenin, idare hukuku sahasında tesis ettiği işlem ve eylemlere karşı idari yargı yolunun, özel hukuk hükümlerine göre yaptığı faaliyetlerine karşı ise adli yargı yolunun açık tutulmasıyla mümkün olabilir. Ayrıca bu açıklık, sadece şekli değil, hakkın korunmasına yönelik sonuç doğurucu nitelikte olmalıdır. Dava konusu olayda; 5607 sayılı Kanunda belirtilen kaçakçılık fiillerinin işlendiği tespit edilen tesislerdeki lisansa tabi faaliyetlerin durdurulmasına yönelik işlemlere karşı idari yargı yoluna başvurulabilmekte ancak, Kanunda açık bir şekilde, bu faaliyetlerin kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar Kurum tarafından geçici olarak durdurulacağı öngörüldüğünden ve henüz adli yargı sürecinde ilgili lehine verilmiş kesinleşmiş karar bulunmadığından, idari yargı merci tarafından, lisansa tabi faaliyetlerin durdurulması kararının hukuka uygun olup olmadığı, kaçakçılık fiilinin işlendiğine yönelik tespitlerin durdurma kararı için hukuken kabul edilebilir nitelikte ve yeterlilikte olup olmadığı gibi uyuşmazlığın esasına yönelik hususlar irdelenememektedir. Oysa, hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama imkânı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasa'nın "Hak arama hürriyeti" başlıklı 36 ncı maddesinin birinci fıkrasında yer alan "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." hükmü ile herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme imkânı sağlayan ve böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir koruma mekanizmasına kavuşturan hükme aykırı yasal düzenleme yapıldığı sonucuna varılmaktadır. Diğer yandan, Anayasa'nın 38 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında, "Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz." hükmü yer almaktadır. Sözü edilen yasal düzenlemede ise, idari merciler tarafından kaçakçılık fiillerini işlediği tespit edilen tesistekiEsas Sayısı : 2014/17 Karar Sayısı : 2014/97 4 faaliyetlerin kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar durdurulacağı öngörülmek suretiyle, sadece idari tespitler nazara alınarak, ilgili kişiler peşin olarak suçlu sayılmakta ve mahkûm edilmekte, ancak haklarında verilen kovuşturmaya yer olmadığı ya da beraat kararı kesinleşmesinden sonra suçsuz sayılmaktadır. Görüldüğü üzere Anayasadaki ifadenin tam aksini öngören Kanundaki söz konusu ibare Anayasanın 38 inci maddesine de aykırılık taşımaktadır. 2 "bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez" ibaresi yönünden; Anayasanın 48 inci maddesinin birinci fıkrasında "Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir." hükmüne yer verilerek, çalışma ve sözleşme hürriyeti temel hak ve özgürlükler arasında sayılmış; anılan maddede söz konusu hürriyetin özel bir sınırlandırılma sebebine yer verilmemiş; yine Anayasa'nın (03/10/2001 gün ve 4709 sayılı Kanun'un 2'nci maddesi ile değişik) 13'üncü maddesinde yer verilen "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." hükmü ile de temel hak ve hürriyetlerin yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlanabileceği ve bu sınırlamanın ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Anayasa'nın çalışma ve sözleşme hürriyetini düzenleyen 48'inci maddesinde özel bir sınırlandırma sebebi sayılmamasına karşın, 5015 sayılı Kanun'un 20/8 maddesinde yer verilen hüküm, davacının madeni yağ üretimi işinde ve bu işletmeyi devrederek elde edeceği sermeye ile farklı bir alanda çalışma hakkını ölçülülük ilkesine aykırı surette sınırlandırmaktadır. Şöyle ki; bahsi geçen maddenin ilgili fıkrasına bütün olarak baktığımızda, anılan düzenlemenin mefhumu muhalifinden; faaliyetleri, kesin hükme kadar durdurulan ve bu süre içinde başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmeyecek olan söz konusu tesisin, aleyhe verilen ve kesinleşen mahkeme kararına göre lisans sahiplerinin lisansı iptal edileceği belirtildikten sonra, lisans sahibine verilen idari para cezasının ödenmesi halinde, bu tesis için farklı kişilere lisans verilebileceği sonucuna ulaşılmaktadır. Buna göre, verilen idari para cezasını ödemek kaydıyla, kaçakçılık fiilini işlediği kesinleşmiş mahkeme kararı ile ortaya konularak, lisansı iptal edilen lisans sahiplerine bile söz konusu işletmeyi, lisans alma şartlarını taşıyan kişilere devretme hakkı tanınmasına karşın, henüz hakkında verilmiş bir mahkûmiyet hükmü bulunmayan kişinin, söz konusu yargılama sürecinin sona ermesine kadar (ki bu süreç ülkemizde çok uzayabilmekte ve müteşebbisin mahvına sebep olabilmektedir) işletme hakkında hiçbir tasarruf hakkında bulunamamasını öngören düzenleme, Anayasa'nın 13. ve 48 inci maddelerine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle; Anayasa'nın 152'nci maddesi uyarınca bakılmakta olan davada uygulanacak olan 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu'nun 20 inci maddesinin 28/03/2013 tarih ve 6455 sayılı Kanun'un 45 inci maddesi ile eklenen sekizinci fıkrasında yer alan "... Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar ..." ve "...bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez. ..." ibarelerinin Anayasa'nın 2, 13, 36, 38 ve 48 inci maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle, anılan ibarelerin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, Anayasa Mahkemesi'nin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, beş ay içinde bir karar verilmezse davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına,Esas Sayısı : 2014/17 Karar Sayısı : 2014/97 5 kararın birer örneğinin taraflara tebliğine, işbu kararla birlikte dava dosyası ve içeriği evrakın çıkarılacak birer onaylı örneğinin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, 18/12/2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.""
1,864
Esas Sayısı:1977/5 Karar Sayısı:1977/45 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtirazın dayandırıldığı gerekçe özet olarak şöyledir : Birden çok dairelere ayrılan mahkemelerde Adalet Bakanına, işlerin nev'ine göre davaya bakacak görevli mahkemeyi tayin etmek yetkisini tanıyan 1696 sayılı Yasanın Ek 3. ve 469 sayılı Yasanın 2. maddelerinin, Anayasa'nın 32. maddesindeki tabii hâkim ilkesine, 132. maddesindeki mahkemelerin bağımsızlığı, 136. maddesindeki mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileriyle işleyişi ve yargılama usullerinin Kanunla gösterilmesi ilkelerine aykırı olduğu ileri sürülerek iptalleri istenmiştir."
75
Esas Sayısı:1978/6 Karar Sayısı:1978/12 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ ÖZETİ : Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarını iptal etmiş ve bu karar yayımlanmıştır. Bu durumda kamulaştırma için aynı ilkeleri öngören 1757 sayılı Toprak ve Tarım, Reformu Kanununun 36. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü Anayasal dayanaktan yoksun bulunmaktadır. Bu hüküm mülkiyet hakkının özünü zedelemekte ve emlâk beyannamesi verenlerle vermeyenler arasında eşitsizlik yaratmakta olduğundan Anayasa'nın 11., 12., 36. ve 2. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal edilmelidir."
75
Esas Sayısı : 2015/106 Karar Sayısı : 2016/128 1 6235 sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanununun Ek 1. maddesinde; (Ek: 19/04/1983 KHK 66/12 md) Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğini veya Odaları temsil etmek üzere uluslararası toplantı ve kongrelere katılmak Bayındırlık Bakanlığından izin alınmasına bağlıdır. Bu izin verilmeden önce, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları ile toplantı ve kongrenin konusuna göre diğer ilgili Bakanlıkların görüşleri de alınabilir. hükmüne yer verilmiştir. Anılan hükme istinaden, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğince ve Odalarca katılım sağlanması düşünülen uluslararası toplantı ve kongreler öncesinde Bakanlıktan izin alınması gerektiğine ilişkin olarak dava konusu edilen 21/08/2014 günlü, 77681855/330 sayılı işlemi tesis ettiği anlaşıldığından, 6235 sayılı Kanunun Ek 1. maddesinin uyuşmazlıkta uygulanacak kural haline geldiğinde kuşku bulunmamaktadır. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları Anayasanın 135. maddesinin birinci fıkrasında ‘belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, meslekî faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hâkim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlâkını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzelkişilikleri olarak tanımlanmıştır. Aynı maddenin beşinci fıkrasında da, ‘Bu meslek kuruluşları üzerinde Devletin İdarî ve malî denetimine ilişkin kurallar kanunla düzenlenir. hükmü yer almaktadır. Genel olarak kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları üzerindeki Devlet denetiminin bir vesayet yetkisi olduğu kabul edilmektedir. Ancak, kamu kurumu niteliğindeki meslek kurmuşlarında uygulanması gereken vesayet, Anayasanın 127. maddesinin beşinci fıkrasında öngörülen vesayet yetkisinden farklıdır. Bu maddede vesayet yetkisinin hangi koşullarda kullanılabileceği açıklanmakta olup, bu koşullar, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması olarak sayılmaktadır. Buna karşın, Anayasanın 135. maddesinin beşinci fıkrasında, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları üzerinde devletin ‘idari ve mali denetiminden söz edilmektedir. Dolayısıyla, merkezî idarenin kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları üzerindeki denetimi idari ve mali denetimin ötesine geçmemelidir. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ile Odalar, Kanunda belirtilen görevleri yapmak ve yetkileri kullanmak üzere kurulan tüzel kişiliğe sahip, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları olup, merkezî idarenin bu Birlik ve Odalar üzerindeki denetimi de yukarıda açıklanan nedenlerle idari ve mali denetimle sınırlı olmalıdır. Dava konusu kural ile, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğini veya Odaları temsil etmek üzere uluslararası toplantı ve kongrelere katılmak için Bakanlıktan izin alınması şartı getirilmiş, do ayısıyla idari ve mali denetimin kapsamı aşan şekilde izin verme yetkisi Bakanlığın takdir yetkisine bırakılmıştır. Bu durum, idari ve mali denetimin ötesinde, merkezî idarenin vesayet denetimi yetkisini aşacak biçimde kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ile Odaların hiyerarşik olarak Bakanlığa bağlanması anlamına gelmektedir. Söz konusu izin verme yetkisinin idari ve mali denetim yetkisiyle bağdaşmayacağı açıktır.Esas Sayısı : 2015/106 Karar Sayısı : 2016/128 2 Bu durumda, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğini veya Odaları temsil etmek üzere uluslararası toplantı ve kongrelere katılmak için izin verme yetkisini idari ve mali denetim yetkisini aşacak biçimde merkezî idare içerisinde yer alan Çevre ve Şehircilik Bakanlığına veren 6235 sayılı Kanunun Ek 1. maddesinin Anayasanın 135. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir yasanın Anayasaya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 6235 sayılı Kanunun Ek 1. maddesinin Anayasanın 135. maddesine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu kuralların Anayasaya aykırılığı ve uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 29/06/2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
611
Esas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: III. GEREKÇE 6300 sayılı Bazı Kanunlar ile Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 10 uncu maddesiyle 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanuna eklenen ek 5 inci maddesi ile özelleştirilen kuruluşların nihai devir sözleşmelerinin imzalanarak devir ve teslim işlemlerinin tamamlanmasından sonra özelleştirme işlemlerinin bütün sonuçlarıyla birlikte tamamlanmış bulunması, söz konusu kuruluşları devralanlar tarafından üretim, yatırım, modernizasyon, istihdam ve bunlara bağlı her türlü hukuki, ticari ve mali tasarruflarda bulunulması nedeniyle oluşacak fiili imkansızlık karşısında geri dönülemeyecek bir yapının ortaya çıkması halinde yargı kararlarının uygulanmasına yönelik olarak, tesis edilecek iş ve işlemler konusunda Bakanlar Kurulu yetkilendirilerek, yürütme organına kamu malvarlığının özelleştirilmesi sonrasında yargı organı tarafından verilen/verilecek olan yargı kararlarını uygulamama ve giderek yargı kararlarının yerindeliğini denetleme ve hatta yargı kararları yerine geçecek iş ve işlemler tesis etme yetkisi verilerek Anayasal iktidar (egemenlik) bütünüyle yürütme organında merkezileştirilmiştir. Daha açık bir ifadeyle hukuka aykırı olduğu, usulsüzlük veya yolsuzluk yapıldığı gerekçeleriyle idare mahkemeleri ile Danıştay tarafından iptal edilen özelleştirme uygulamalarında, özelleştirilen kamu malvarlığının Devlete iade edilmesinin, kamunun uğradığı zararların sorumlularından tazmin edilmesinin ve usulsüzlük veya yolsuzluk yapılmış ise sorumlularının hukuka hesap vermelerinin önüne geçilmesi için Bakanlar Kuruluna, idare mahkemeleri ile Danıştayın verdiği iptal kararları ile adli mahkemelerin verdiği kamu malvarlığının kamuya iadesi, ilgili kamu kuruluşları adına tescili ve yargı kararlarını uygulamayan sorumlular hakkında verilen tazminat ve ceza davası kararlarının ortadan kaldırılarak yapılan hukuka aykırılık, usulsüzlük ve yolsuzlukların aklanması ve ayrıca yargı kararı yerine geçmek üzere iş ve işlem tesis etme yetkisi verilmiştir. Siyasal iktidar bunu ilk defa da denememiştir. Benzer bir düzenlemeyi, 13.02.2011 tarihli ve 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve KHKlerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanuna ilişkin Tasarının 93 üncü maddesinde de yer vermişti. Ancak, Yasa Tasarısının Plan ve Bütçe Komisyonu Alt Komisyonunda görüşülmesi sırasında, düzenlemeye Alt Komisyonun CHPli üyelerinin Anayasaya aykırı olduğunu belirterek sert tepki göstermeleri ve 02.12.2010 tarihinde de basın duyurusu yoluyla kamuoyunun gündemine taşımaları üzerine düzenleme Tasarıdan çıkarılmak zorunda kalınmış; Plan Bütçe Komisyonunda da Alt Komisyon Kararına uyulmuştu[1]. Siyasal iktidar olağan yasama faaliyeti sürecinde gerçekleştiremediği amacını, 6300 sayılı Kanuna ilişkin 223 sıra sayılı torba kanun teklifinin 26.04.2012 tarihinde TBMM GenelEsas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 2 Kurulunda görüşülmesi sırasında verilen bir önergeyle, yani bir gece yarısı operasyonuyla yasalaştırmıştır. Önergenin gerekçesinde madde metnindeki ifadeler yinelendiğinden gerekçesi önerge lehine söz alan Başbakan Yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ ile AKP Grup Başkanvekili Sayın Nurettin Caniklinin TBMM Genel Kurulunda yaptığı konuşmalardan anlaşılabilmektedir. Sayın Bekir Bozdağ şöyle demiştir: Bu önergede öngörülen değişiklik esasında bugüne kadar fiilî olarak uzunca bir zamandır, bizden önceki hükûmetler tarafından da bilfiil uygulanmış ama yasal dayanağı da olmadan uygulanmış bir uygulama var. () Öte yandan Bakanlar Kurulu da bu konuda bir prensip kararı alıyor. Tarihe baktığınızda 27/4/1992de, Yüksek Planlama Kurulunun 90da başka bir kararı var. () Şimdi, burada, sıkıntı izah da edildi. Esasında mahkeme kararlarının gecikmesi nedeniyle ortaya çıkan bir sorun var. Beş yıl sonra mahkeme bir iptal kararı veriyor. Yürütmeyi durdurma da başta vermemiş. Eğer yürütmeyi durdurma vermiş olsaydı, o zaman ona göre işlem tesis edilecekti. Beş yıl sonra burada pek çok tasarruf yapılıyor. Bazen özelleştirilen yerler el de değiştirmiş olabilir. Burada birtakım imkânsızlıklar ortaya çıkıyor. Eğer siz bu çerçevede bunları eski hâline irca edelim diye adım attığınızda, belki aldığınızdan daha fazlasını vermek gibi bir başka sorun da ortaya çıkacak Aynı oturumda önerge lehine söz alan Sayın Nurettin Caniklide benzer gerekçeler ileri sürmüştür. Sayın Bozdağ ve Sayın Canikliye göre önergenin gerekçesi özetle, birincisi benzer kararların daha önceki hükümetler tarafından yasal dayanağı olmadan alındığı, kendi yaptıklarının ise Bakanlar Kurulunun alacağı kararları yasal dayanağa kavuşturmak olduğu; ikincisi ise yargının yürütmeyi durdurma kararı da vermeden iptal kararlarını beş yıl sonra vermesi ve dolayısıyla bu süre içinde telafisi olmayan hukuki ve fiili tasarruflarda bulunulması nedeniyle özelleştirilen kuruluşlar için verilen yargı kararlarının yerine getirilmesinin fiilen imkânsız hale gelmesi. Ancak, Sayın Bozdağ ile Sayın Caniklinin sözünü ettikleri 27.4.1992 tarihli Bakanlar Kurulu Kararını Danıştay 10. Dairesi Anayasanın 2 nci, 125 inci, 138 inci maddeleri ile 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 28 inci maddesine aykırı bularak 28.5.2004 tarihli ve E: 2002/4061, K: 2004/5219 sayılı Kararı ile iptal etmiştir. Dolayısıyla siyasal iktidarın yaptığı, alacağı Bakanlar Kurulu Kararının Danıştay tarafından aynı gerekçelerle iptal edilmesinin önüne geçmek için Anayasaya aykırılığını bile bile yasal dayanağa kavuşturmaktır. Gerçekliğini iptali istenen hükme dayanarak Bakanlar Kurulu tarafından alınan 2012/3240 sayılı Kararname bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanunun iptali istenen ek 5 inci maddesindeki hüküm uyarınca Bakanlar Kurulunca alınan 11.06.2012 tarihli ve 2012/3240 sayılı Kararnameye ekli (12.06.2012 tarih ve 28321 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır) Kararın 1 inci maddesinde,Esas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 3 (1) Özelleştirme uygulamaları sonucunda nihai devir sözleşmesi imzalanarak devir ve teslim işlemleri tamamlanmış olan özelleştirme işlemleri hakkında verilen yargı kararlarının uygulanmasında ortaya çıkan fiili imkansızlık nedeniyle; a) Eti Alüminyum A.Ş.nin %100 oranındaki hissesinin satış yöntemiyle özelleştirilmesi, b) Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş.ye ait Kuşadası Limanının işletme hakkı verilmesi yöntemiyle özelleştirilmesi, c) Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş.ye ait Çeşme Limanının işletme hakkı verilmesi yöntemiyle özelleştirilmesi, ç) SEKA Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları A.Ş.ye ait Balıkesir İşletmesinin varlık satışı yöntemiyle özelleştirilmesi, d) Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş.nin %14,76 oranındaki hissesinin İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Toptan Satışlar Pazarında satılması, işlemlerini iptal eden yargı kararlarıyla ilgili olarak geriye ve ileriye yönelik herhangi bir işlem tesis edilmemesi ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca bu yönde yapılmış olan iş ve işlemlerin devam ettirilerek sonuçlandırılması kararlaştırılmıştır. denilerek özelleştirme işlemlerinin iptaline ilişkin yargı kararlarının uygulanması yerine, uygulanmaması ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca yargı kararlarının uygulanmamasına yönelik olarak yapılmış olan iş ve işlemlerin devam ettirilerek sonuçlandırılması kararlaştırılmıştır. Bakanlar Kurulu Kararına konu edilen özelleştirme işlemlerinin ve sonrasındaki hukuki sürecin seyri ise şöyle gelişmiştir: a) Eti Alüminyum A.Ş. Seydişehir Eti Alüminyum Tesislerinde bulunan kamu hissesinin tamamı 17.06.2005 tarihinde alüminyum fabrikası, arazisi, sosyal tesisleri, Oymapınar Hidroelektrik Santrali, üretime esas boraks maden rezervi, tesisin Antalyadaki mal varlıkları ve limanı ile birlikte blok satış yöntemiyle CE KA Grubuna 305 milyon ABD Dolarına satılmış ve satış işlemi 25.07.2005 tarih ve 2005/84 sayılı Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile onanmıştır. Sonrasında satışın ve 25.07.2005 tarih ve 2005/84 sayılı Özelleştirme Yüksek Kurulu kararının iptali için Danıştayda dava açılmıştır. Danıştay 13. Dairesi 29.05.2006 günlü ve E. 2005/7873 sayılı Kararıyla Eti Alüminyum A.Ş.nin %100 oranındaki kamu payının özelleştirme kapsamında satılmasına ilişkin Özelleştirme Yüksek Kurulunun 25.07.2005 tarih ve 2005/84 sayılı kararının ve ihale sürecinin yürütmesinin durdurulmasına; 27.11.2007 günlü ve K: 2007/7896 sayılı kararı ile ise iptaline karar vermiştir. Yürütmenin durdurulması kararına yapılan itiraz üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu YD. İtiraz No: 2006/1048 sayılı Kararıyla itirazın reddine, 03.06.2010 tarihli kararı ile ise Danıştay 13. Dairesinin iptal kararının onanmasına karar vermiştir.Esas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 4 Özelleştirme İdaresi Başkanlığı ise, ne yürütmeyi durdurma, ne iptal, ne de onama kararlarını uygulamış; hiçbir şey olmamış gibi davranarak hukuka aykırı özelleştirmenin uygulamasına devam etmiştir. Öte yandan, özelleştirme ihalesinin şartnamesinde; 5 yıl içinde en az 110 milyon dolar yatırım yapılması; Üretiminde kullanılan boksit madeninin işlenmeden ihracının yasaklanması; Oymapınar Hidroelektrik Santralinin, otoprodüktör lisansı dışında kullanılmaması ve elektrik üretiminin en fazla yüzde 25inin diğer kullanıcılara satılabilmesi; Şartları bulunmasına rağmen, bu şartların hiçbirine uyulmamış; yatırım olarak göstermelik bina tadilatları yapılırken, boksit madeni ise işlenmeden satılmıştır. CHP Antalya Milletvekili Hüsnü Çöllünün, yazılı soru önergesine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Sayın Taner Yıldızın verdiği yanıttan; Oymapınar HESin Dengele ve Uzlaştırma Sistemi üzerinden elektrik enerjisi satış tutarının 2008 yılında 57.9 milyon TL, 2009 yılında 210.1 milyon TL olduğu; TEİAŞ Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre ise brüt üretimin yüzde 74.8inin piyasada satışının gerçekleştirildiği anlaşılmıştır. Aynı soru önergesine verilen yanıttan, ÖİBnın 29.07.2005 tarihli sözleşmenin feshi ve hisselerin İdareye iadesi talebiyle Eti Alüminyum A.Ş. ile şirket hissedarları aleyhine, iptal kararından iki sene sonra Ankara 4. Asliye Ticaret Mahkemesine 2008/160 esas sayılı dosya ile dava açıldığı anlaşılmış; daha sonra ise Özelleştirme İdaresi Başkanlığı açtığı davadan çekilmiştir. TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası Danıştayın kesinleşmiş yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının uygulanmamasında, kişisel olarak sorumlulukları olduğu gerekçesiyle Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan, o dönemin Maliye Bakanı Kemal Unatıkan, Sanayi Bakanı Ali Coşkun, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, ve Devlet Bakanları Mehmet Şimşek ve Ali Babacan ile Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci ve Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkan vekili Ahmet Aksu hakkında 10 bin liralık manevi tazminat davası açmış; Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi ise 27 Mart 2012 tarihli kararıyla, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan yargı kararlarının uygulanmasına ilişkin hükümleri ihlal ederek yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının uygulanmamasında kişisel kusurları olduğu gerekçesiyle Başbakan Tayyip Erdoğan ile 5 bakan ve özelleştirmeden sorumlu 2 bürokratı 10 bin lira manevi tazminata mahkûm etmiştir. b) Kuşadası Limanı Kuşadası Limanının 30 yıllık işletme hakkı, 28 Nisan 2003 tarihinde 36 milyon TL fiyat veren Kuşadasında kurulu çok ortaklı LİMAŞ A.Ş.ye ihale edilmiştir. İhaleyi alan Limaş A.Ş. belirlenen sürede ihale bedelini yatıramayınca Özelleştirme İdaresi Başkanlığından ek süre talebinde bulunmuş; ancak, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı ek süre vermediği gibi limanın 30 yıllık işletme hakkını 27 milyon lira teklif ile ikinci en yüksek teklifi vermiş olan İsrailli işadamıEsas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 5 Sami Oferin oğlu Eyal Oferin sahibi olduğu Royal Caribbean Cruise, Avrasya Yatırım ve Ege Ticaretten oluşan (Ege Port) konsorsiyuma ihale etmiştir. Aydın 1inci İdare Mahkemesi, Kuşadası Limanının işletme hakkının 30 yıllık süreyle ihale edilmesine ilişkin Özelleştirme Yüksek Kurulunun 30.04.2003 gün ve 2003/17 sayılı kararını, hukuka aykırı bularak 02.06.2010 gün ve K: 2010/936 Nolu kararı ile iptal etmiştir. Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığının temyiz başvurusunu görüşen Danıştay 13. Dairesi ise, 08.03.2011 gün ve K: 2011/952 sayılı kararıyla, Aydın 1. idare Mahkemesinin Kuşadası Limanının Özelleştirme İhalesinin iptali kararını onamıştır. Öte yandan, söz konusu konsorsiyum Şartnamede yer almamasına karşın limana 56 adet işyeri yapmış; işyerlerine ilişkin imar planları ise idare mahkemelerince iptal edilerek verilen ruhsatlar geçersiz sayılmıştır. c) Çeşme Limanı Çeşme Limanının işletme hakkı, Özelleştirme Yüksek Kurulunun 28.04.2003 tarihli ve 2003/17 sayılı kararına istinaden 28.05.2003 tarihinde imzalanan İşletme Hakkı Devir Sözleşmesi ile 11 milyon 250 bin ABD Doları bedel üzerinden Yılmaz Ulusoyun başında bulunduğu gruba 30 yıllığına devredilmiştir. Açılan iptal davasını, İzmir 1. İdare Mahkemesi 03.12.2004 tarih ve E:2003/1500, K:2004/1486 sayılı kararı ile reddetmiştir. Kararın temyiz edilmesi üzerine Danıştay 13. Dairesi ise yerel mahkeme kararını 28.02.2006 tarih ve E: 2005/7150, K: 2006/1231 sayılı Kararıyla, işletme hakkının devri ihalesi öncesinde Rekabet Kurumundan görüş alınmaması ve İşletme Hakkı Devir Sözleşmesi de dava konusu edilmesine karşın mahkemece bu konuda karar verilmemesi gerekçeleriyle bozmuştur. Bozma kararı üzerine İzmir 1. İdare Mahkemesi, yapılan işlemin Rekabet Kurumunun görüşünün alınmamış olması ve Çeşme Limanının coğrafyası ve otoyol bağlantısı ve üzerinde Gümrük İdaresinin mevcut olması nedeniyle Ro Ro gemileriyle yapılan kombine taşımacılık açısından fiili tekel konumu arzettiği gerekçeleriyle 12.04.2007 tarih ve E:2007/247, K: 2007/422 sayılı kararı ile iptaline karar vermiştir. ç) Seka Balıkesir Kağıt Fabrikası Seka Balıkesir Kağıt Fabrikasının 18.03.2003 tarihinde pazarlık usulüyle yapılan özelleştirme ihalesine, Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Ticaret A.Ş. tek firma olarak katılmış ve tek firmanın katıldığı ihale 25.03.2005 tarihinde sonuçlandırılarak Seka Balıkesir Kağıt Fabrikası yaklaşık 1800 dönüm arazisi, 185 lojmanı, sosyal tesisleri ve diğer varlıkları ile birlikte 1.1 milyon ABD Doları bedel üzerinden özelleştirilmiştir. Türkiye Selüloz İş Sendikasının özelleştirme ihalesinin iptali için açtığı davada Bursa 2. İdare Mahkemesi, 28.07.2003 tarih ve E: 2003/791 sayılı kararıyla ``Piyasa değeri 51.2 milyon ABD doları olan SEKA Balıkesir İşletmesi´nin özelleştirilmesi için pazarlık usulüyle yapılan ihale sonucunda 1.1 milyon ABD dolarına satılmasına ilişkin dava konusu işlemde, kamu yararına ve özelleştirmenin amacına uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle yürütmenin durdurulmasına; 15.10.2003 tarihli ve E:2003/791, K: 2003/1250 sayılı kararıyla ise, özelleştirme ihalesi ile Özelleştirme Yüksek Kurulu kararının iptaline karar vermiştir.Esas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 6 Özelleştirme İdaresi Başkanlığının Bursa 2. İdare Mahkemesinin yürütmenin durdurulması kararının iptali için açtığı davayı Bursa Bölge İdare Mahkemesi 18.09.2003 tarihinde reddetmiştir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı bu kez Danıştaya yürütmeyi durdurma ve iptal istemli temyiz davası açmış; Danıştay 13. Dairesi 07.05.2004 tarihinde mahkeme kararının yürütmesinin durdurulması talebini reddederken; 06.06.2005 tarihli ve E. 2005/1300, K: 2005/2986 sayılı kararıyla ise yerel mahkeme kararını onamıştır. Bu karara karşı Özelleştirme İdaresi Başkanlığının açtığı karar düzeltme talebini de Danıştay 13. Dairesi 03.03.2006 tarihli kararıyla reddetmiştir. Bursa 2. İdare Mahkemesinin 28.07.2003 tarihinde yürütmeyi durdurma, 15.10.2003 tarihinde iptal kararı vermesi ve Bursa Bölge İdare Mahkemesinin de 18.09.2003 tarihinde yürütmeyi durdurma kararını onaması üzerine Özelleştirme İdaresi Başkanlığı 19.02.2004 tarihinde bildirimde bulunarak Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Ticaret A.Ş.den Balıkesir SEKA İşletmesinin iadesini istemiş; 10.06.2003 tarihli sözleşme kapsamında anılan firmaya devredilen taşınmaz ve irtifak hakları ile taşınırların SEKAya iadesi talebiyle anılan firma aleyhine Balıkesir 1. Asliye Hukuk Mahkemesine E. 2005/59, Bigadiç Asliye Hukuk Mahkemesine ise E: 2005/50 sayılı dosyalarla iki dava açmıştır. Balıkesir 1. Asliye Hukuk Mahkemesi 25.02.2005, Bigadiç Asliye Hukuk Mahkemesi ise 28.03.2005 tarihli kararlarında işletmenin kullanımındaki tüm taşınır ve taşınmazlar ile irtifak haklarına ihtiyati tedbir konulmuştur. Bigadiç Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2005/50 sayılı dosyasında görülen dava kapsamında 09.05.2007 tarihinde Bigadiç tapu sicilinde Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Ticaret A.Ş. adına kayıtlı bulunan 15 adet taşınmaz ile 16 adet taşınmaz üzerinde anılan firma lehine kurulan irtifak haklarının iptal edilerek, SEKA (Sümer Holding A.Ş.) adına tesciline karar verilmiştir. Bu kararın Yargıtay 19. Hukuk Dairesince onaylanıp kesinleşmesi sonrasında söz konusu taşınmazlar ile irtifak haklarının SEKA (Sümer Holding A.Ş.) adına tapuda tescil işlemleri 07.06.2010 tarihi itibariyle tamamlanmıştır. Öte yandan, Balıkesir 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde E. 2005/59 sayılı dosya üzerinden süren dava ise hala devam etmektedir. Diğer yandan, Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Ticaret A.Ş. ise, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı ile SEKA (Sümer Holding A.Ş.) aleyhine özelleştirme bedeli 1.100 bin ABD Dolarına mahsuben yapılan 460.803 ABD Doları peşinat ve birinci taksit ödemesi ile işçilere yapılan ihbar tazminatı, izin ücreti, SSK primi ve işletmenin mevcut haliyle muhafazası için dava tarihine kadar yapılan diğer zorunlu harcamalar karşılığı olarak (fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla) 700.000,00 TLnin ödenmesi talebiyle Balıkesir 1. Asliye Hukuk Mahkemesine E. 2005/59 sayılı dosyasında karşı dava açmıştır. Firma ayrıca, Bigadiç tapu siciline kayıtlı taşınmazların rayiç bedelleri karşılığında 20.000,00 TL tazminat ödenmesi talebiyle Bigadiç Asliye Hukuk Mahkemesine E: 2005/93 sayılı; iptal kararı nedeniyle uğranılan 3.000.000,00 TL zararın tazmini talebi ile ise Balıkesir 1. Asliye Hukuk Mahkemesine ise E: 2005/54 sayılı davaları açmıştır.Esas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 7 Bigadiç Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2005/93 sayılı dosyasında açılan dava, Mahkemenin 29.09.2005 tarihli karar ile yetki yönünden reddedilirken; Balıkesir 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2005/59 sayılı dosyasında açılan karşı davada ise henüz bir karar verilmemiştir. d) Tüpraşın yüzde 14.76sının satışı 2004 yılında Tüpraşın yüzde 65.76sı 1,3 milyar dolara Zorlu Efremov Grubuna satılmıştır. Petrol İş Sendikasının açıklamasına göre bu tutar Tüpraşın 2 yıllık karına karşılık gelmektedir. Ankara 10. İdare Mahkemesi bu satışı iptal etmiş; Danıştay 13. Dairesi de kararı onayınca şirketin satışı durdurulmuştur. ABD Ankara Büyükelçisi Eric Adelman tarafından Washingtona gönderilen 20 Ocak 2004 tarihli kriptoda, söz konusu satıştan çıkar sağlandığına yönelik iddialara ilişkin mesaj geçildiği Wikileaks Belgelerinde yer almıştır. Daha sonra ÖİBnın, Tüpraşın yüzde 14.76sını 04.03.2005 tarihinde başka hiçbir aracı kuruluşa haber vermeden Global Menkul Değerler aracılığıyla, İsrailli işadamı Sami Ofere, üstelik o günkü borsa değerinin yüzde 8 altında bir fiyat üzerinden 569 milyon ABD Dolarına sattığı ortaya çıkmıştır. Altı ay sonra 2006 yılında ise Tüpraş hisselerinin kalan yüzde 51i Koç Shell ortaklığına 4 milyar 140 milyon dolara satılmıştır. Bu satış, 2 yıl öncesinin 4 katına karşılık gelmektedir ve Tüpraşın yüzde 51inin satış fiyatı üzerinden yapılan hesaplamada, Tüpraşın yüzde 14.76sının özelleştirilmesinde kamunun 750 milyon dolar zarar ettiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Petrol İş Sendikası, satış işleminin iptali için Anakara 12. İdare Mahkemesine dava açmış; Ankara 12. İdare Mahkemesi ise 30.12.2005 tarihli ve E:2005/465, K:2005/2019 sayılı kararıyla özelleştirme işlemini iptal etmiştir. İptal kararını Danıştay 13. Dairesi, 29.11.2006 tarih ve E: 2006/2885, K: 2006/4526 sayılı kararı ile onamıştır. Bu bağlamda, Kuşadası Limanı hariç diğerlerinde yargının yürütmeyi durdurma ve iptal kararları olağan seyri ve süresi içinde verilerek bir gecikme söz konusu olmamış; Kuşadası Limanı özelleştirmesindeki gecikmiş karar ise yargıdan değil, davanın geç açılmasından kaynaklanmıştır. Ayrıca, Özelleştirme İdaresi Başkanlığının yargı kararlarını uygulamaya yönelik girişimlerinden hukuksal sonuçlar alınmış; yargı kararlarının uygulanmamasına ilişkin kişisel sorumluluk davaları da tazminatla sonuçlanmıştır. Gerçekten de yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, Eti Alüminyum A.Ş.nin %100 oranındaki kamu payının özelleştirme kapsamında satılmasına ilişkin Özelleştirme Yüksek Kurulunun 25.07.2005 tarih ve 2005/84 sayılı kararının yürütmesini, Danıştay 13. Dairesi 29.05.2006 günlü ve E. 2005/7873 sayılı kararıyla aradan daha bir yıl geçmeden durdurmuştur.Esas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 8 Çeşme Limanının işletme hakkının devrini öngören Özelleştirme Yüksek Kurulunun 28.04.2003 tarihli ve 2003/17 sayılı kararının iptali için açılan davayı İzmir 1. İdare Mahkemesinin 03.12.2004 tarih ve E:2003/1500, K:2004/1486 sayılı kararı ile reddetmesi üzerine Danıştay 13. Dairesi yerel mahkeme kararını 28.02.2006 tarih ve E: 2005/7150, K: 2006/1231 sayılı kararıyla aradan iki yıl geçmeden bozmuştur. SEKA Balıkesir Kağıt Fabrikasının 25.03.2005 tarihinde yapılan özelleştirme ihalesinin yürütmesini, Bursa 2. İdare Mahkemesi 28.07.2003 tarih ve E: 2003/791 sayılı kararıyla daha dört ay içinde durdurmuştur. Tüpraşın yüzde 14.76sının 04.03.2005 tarihinde İMKBde satışını Anakara 12. İdare Mahkemesi 30.12.2005 tarihli ve E:2005/465, K:2005/2019 sayılı kararıyla daha bir yıl dolmadan iptal etmiştir. Dolayısıyla siyasal iktidar ve emrindeki ÖİB, yargı kararlarını Anayasanın 138 inci maddesinde öngörülen şekilde zamanında uygulasa idi ne fiili imkansızlıktan ne de geri dönülemeyecek bir yapının ortaya çıkmasından söz edilebilirdi. Nitekim, SEKA Balıkesir Kağıt Fabrikasının özelleştirilmesine ilişkin yargı kararlarını geç de olsa uygulamak için girişimde bulunan ÖİB, bundan sonuç almış; Bigadiç Asliye Hukuk Mahkemesi 09.05.2007 tarih ve E: 2005/50 sayılı kararı ile Bigadiç tapu sicilinde Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Ticaret A.Ş. adına kayıtlı bulunan 15 adet taşınmaz ile 16 adet taşınmaz üzerinde anılan firma lehine kurulan irtifak haklarının iptal edilerek, SEKA (Sümer Holding A.Ş.) adına tesciline karar vermiş; bu kararın Yargıtay 19. Hukuk Dairesince onaylanıp kesinleşmesi sonrasında ise söz konusu taşınmazlar ile irtifak haklarının SEKA (Sümer Holding A.Ş.) adına tapuda tescil işlemleri 07.06.2010 tarihi itibariyle tamamlanmıştır. ÖİBnın Eti Alüminyum A.Ş. ile şirket hissedarları aleyhine, iptal kararından iki sene sonra Ankara 4. Asliye Ticaret Mahkemesine 2008/160 esas sayılı dosya ile açtığı davadan çekilmesiyle ise benzer bir sonucun ortaya çıkmasını bizatihi Siyasal İktidara bağlı ÖİB engellemiştir. Bu engellemeye ilişkin olarak ise, Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi 27 Mart 2012 tarihli kararıyla, Başbakan Tayyip Erdoğan ile 5 bakan ve özelleştirmeden sorumlu 2 bürokratı 10 bin lira manevi tazminata mahkûm etmiştir. Bu bağlamda, yargı kararlarıyla iptal edilen özelleştirmelere ilişkin olarak fiili imkansızlıktan dolayı geri dönülemeyecek bir yapı ortaya çıkmış ise, bunun nedeni yargı kararlarının geç verilmesi değil, yargı kararlarını Anayasanın 138 inci maddesine rağmen uygulamayarak Anayasal suç işleyen Siyasal İktidar ile emrinde bulunan ÖİBdır. Kaldı ki Siyasal İktidar ile emrindeki ÖİB yargı kararlarını uygulamayarak fiili imkansızlığa dayalı olarak geri dönülemeyecek bir yapının ortaya çıkması için elinden geleni yapmış olmakla birlikte bunu başaramamıştır.Esas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 9 Çünkü, özelleştirilen tesisler ile araziler yerlerinde durmakta; hisse senetleri İMKBde işlem görmektedir. Özelleştirme bedelleri, devredilen kamu malvarlığı ve ÖİBna yapılan ödemeler ile TÜFE, TEFE, GSMH deflatörü, İMKB endeksi ve TCMB faiz oranları ile yasal faiz oranları bellidir. Devralan firmalar tamir, bakım, onarım ve ek tesis yapmışlar, teknolojiyi yenilemişler, istihdamı ve kapasiteyi artırmışlar, çeşitli maliyetlere katlanmışlar veya hiçbir şey yapmadan aynıyla korumuşlar, işletmeden gelir elde etmişler veya başkalarına satmışlar ya da devretmişler ise tüm bu işlemler için yaptıkları harcamalar ve katlandıkları maliyetler ile elde ettikleri gelirler yasal defter ve belgelerinde kayıtlıdır; hukuken kayıtlı olmak durumundadır. Tüm bu gelir ve giderler ile katlanılan maliyetlerin bilirkişi heyetleri tarafından kuruşu kuruşuna hesaplanması mümkündür; çok daha karmaşık davalarda hesaplanmaktadır. Kaldı ki yargı kararlarının uygulanmasına ilişkin olarak herhangi bir fiili imkansızlığa dayalı geri dönülemeyecek yapı durumu ortaya çıksa dahi, Anayasal bir hukuk devletinde ve Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 6 ncı, 9 uncu, 125 inci ve 138 inci maddeleri bağlamında fiili imkansızlığa dayalı geri dönülemeyecek yapıya karar verecek olan da yürütme organı değil, yetkili yargı mercileridir. Yasa koyucunun yaptığı düzenlemenin, hukuki ve fiili hiçbir gerekçesi bulunmamakta ve yürütme organının yaptığı hukuka aykırı özelleştirme uygulamaları için idari ve adli yargı mercilerince verilmiş ve verilecek olan yargı kararlarını bertaraf ederek kamu malvarlığının peşkeş çekilmesini meşrulaştırarak sürdürme dışında başkaca bir amaç da taşımamaktadır. Anayasanın 2 nci maddesinde, hukuk devleti ilkesi Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmış; 4 üncü maddesinde ise bu ilkenin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, tüm eylem ve işlemleri bağımsız yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ile Anayasanın bulunduğunun bilincinde olan devlettir. İptali istenen düzenleme, bağımsız mahkemelerce verilmiş yargı kararlarının Bakanlar Kurulu kararına dayalı olarak uygulanmamasını, hukuka aykırılığı yargı kararıyla tescil edilmiş olan iş ve işlemlerin yargı kararlarına rağmen sürdürülmesini ve yargı kararlarının Bakanlar Kurulu kararlarıyla değiştirilmesini öngördüğünden, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Öte yandan, hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması, kuralların herkes için konulması, kamu düzeninin kurulması ve korunması amacına yönelik bu kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçütlerinin göz önünde tutulması gerekliliği bulunmaktadır. Buna göre kamu yararı düşüncesi olmaksızın, diğer bir anlatımla, yalnız özel çıkar veya belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralı konulamaz. Oysa, iptali istenen düzenlemenin, bağımsız mahkemelerce iptal edilmiş olan ve kamuoyunda adı ve tarafları bilinen ve hatta yazılı ve görsel medyada AKP ve Sayın Başbakan ile ilişkisi kurulan firma sahiplerinin özel çıkarlarını korumanın yanında kamu yararını söz konusu kişilerin şahsi çıkarlarına feda etmeyi, kurulu bulunan kamu düzenini hukuka aykırılıklardan arındırarak korumak yerine belirli kişilerin yararına örselemeyi, kamu malvarlığını adalet ve hakkaniyetEsas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 10 ölçülerine aykırı olarak özel şahıslara hukuka aykırı bir şekilde aktarmayı öngördüğü açık olduğundan, iptali istenen düzenlemeler hukuk devleti ilkesine bu açıdan da aykırıdır. Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında kuvvetler ayrımı ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, egemenliğin Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı ve hiçbir kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı kurala bağlanmış; 9 uncu maddesinde, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiş; 47 nci maddesinin ikinci fıkrasında, Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usullerin kanunda gösterileceği hüküm altına alınmış; 125 inci maddesinde, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu istisnasız bir şekilde kurallaştırılırken; 138 inci maddesinin son fıkrasında ise, Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. denilerek yine istisnai bir duruma yer verilmemiştir. İptali istenen hükümler, Anayasanın 47 nci maddesine göre, Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usulleri düzenlemeyi değil, özelleştirmelerin 4046 sayılı Yasadaki esas ve usullere aykırı bir şekilde yapıldığı gerekçesiyle iptaline ilişkin yargı kararlarını geciktirmenin de ötesinde yargı kararlarına uymamayı ve hatta yargı kararlarını değiştirmeyi öngördüğü için Anayasanın 138 inci maddesinin son fıkrasına; yargı yolu açık olan özelleştirme iş ve işlemlerinde son sözü söyleme yetkisini Bakanlar Kuruluna vererek yargı yoluna başvurulmasını anlamsızlaştırarak değersizleştirdiği için Anayasanın 125 inci maddesine; özelleştirme iş ve işlemleri sonucunda verilen yargı kararları konusunda Bakanlar Kuruluna kaynağını Anayasadan almayan yetkiler verdiği için Anayasanın 6 ncı ve 11 inci maddelerine; özelleştirme iş ve işlemlerinde yargı yetkisinin kullanımını ortadan kaldırarak egemenliği bütünüyle yürütme organında merkezileştirdiği için Anayasanın Başlangıcı ile 6 ncı ve 9 uncu maddelerine aykırıdır. Yukarıda açıklandığı üzere, 26.04.2012 tarihli ve 6300 sayılı Bazı Kanunlar ile Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 10 uncu maddesiyle 24.11.1994 tarihli ve 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanuna eklenen ek 5 inci maddesindeki, özelleştirme uygulamaları sonucunda kuruluşların nihai devir sözleşmelerinin imzalanarak devir ve teslim işlemlerinin tamamlanmasından sonra özelleştirme işlemlerinin bütün sonuçlarıyla birlikte tamamlanmış bulunması, söz konusu kuruluşları devralanlar tarafından üretim, yatırım, modernizasyon, istihdam ve bunlara bağlı her türlü hukuki, ticari ve mali tasarruflarda bulunulması nedeniyle oluşacak fiili imkansızlık karşısında geri dönülemeyecek bir yapının ortaya çıkması halinde yargı kararlarının ifadesi, Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrası ile 2 nci, 6 ncı, 9 uncu, 11 inci, 125 inci ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 6300 sayılı Kanunun 10 uncu maddesiyle 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanuna eklenen ek 5 inci maddesi ile yürütme organına kamu malvarlığının özelleştirilmesi sonrasında yargı organı tarafından verilen/verilecek olan yargı kararlarınıEsas Sayısı : 2012/73 Karar Sayısı : 2013/107 11 uygulamama ve giderek yargı kararlarının yerindeliğini denetleme ve hatta yargı kararları yerine geçecek iş ve işlemler tesis etme yetkisi verilerek Anayasal iktidar (egemenlik) bütünüyle yürütme organında merkezileştirilmiş; anılan hükme dayanılarak Bakanlar Kurulunca alınan 11.06.2012 tarihli ve 2012/3240 sayılı Kararnameyle ise, Eti Alüminyum A.Ş.nin %100 oranındaki hissesinin satış yöntemiyle özelleştirilmesi, Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş.ye ait Kuşadası Limanının işletme hakkı verilmesi yöntemiyle özelleştirilmesi, Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş.ye ait Çeşme Limanının işletme hakkı verilmesi yöntemiyle özelleştirilmesi, SEKA Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları A.Ş.ye ait Balıkesir İşletmesinin varlık satışı yöntemiyle özelleştirilmesi, Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş.nin %14,76 oranındaki hissesinin İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Toptan Satışlar Pazarında satılması işlemlerine ilişkin olarak idari yargı tarafından verilen iptal ve adli yargı tarafından verilen kamu malvarlığının iadesi, kamu kurum ve kuruluşları adına tescili ve yargı kararlarının uygulanmamasında kişisel sorumluluğu olanların tazminata mahkum edilmesi kararları ortadan kaldırılarak, kamu malvarlığı aksi yargı kararlarına rağmen hukuksuz
4,146
Esas Sayısı : 2006/53 Karar Sayısı : 2009/21 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ A Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Üçüncü Dairesi'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "926 sayılı TSK Personel Kanunu'nun 1 inci maddesi "Bu kanun, Türk Silâhlı Kuvvetlerine mensup subaylar, astsubaylar ile harp okulları, fakülteler, yüksek okullar ve astsubay okullarında öğrenim yapan asker öğrencilere uygulanır. Türk Silâhlı Kuvvetlerinde görevli diğer asker ve sivil kişiler kendi özel kanunlarına tabidirler." hükmünü, Kanun'un makam tazminatını düzenleyen değişik Ek 18 inci maddesinin a) bendi "Bu Kanuna ekli 5 sayılı makam tazminatı cetvelinde yazılı rütbe ve görevlerde bulunanlara hizalarında gösterilen gösterge rakamlarının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucu bulunan miktarda makam tazminatı ödenir. Makam tazminatı damga vergisi hariç herhangi bir vergiye tabi tutulmaz ve ödemelerde aylıklara ilişkin hükümler uygulanır." hükmünü, 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu'nun 3 üncü maddesinin b) bendi "Doçentler, doçent kadrosuna atandıkları tarihi izleyen aybaşından itibaren üçüncü derecenin, ... İlk kademe aylığını alırlar." hükmünü, Makam Tazminatı başlıklı Ek 2 nci maddesi "Bu Kanuna ekli Makam Tazminatı Cetvelinde yazılı kadro ve görev unvanlarına atananlara hizalarında belirtilen gösterge rakamlarının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucu bulunan miktarda Makam Tazminatı ödenir. Makam Tazminatı damga vergisi hariç herhangi bir vergiye tabi tutulmaz. Makam tazminatının hak edilmesinde ve ödenmesinde aylıklara ilişkin hükümler uygulanır. Bu tazminattan yararlananlara ayrıca diğer kanunlarda belirtilen Yüksek Hâkimlik Tazminatı ve Makam Tazminatı ödenmez." hükmünü, 2955 sayılı Gülhane Askeri Tıp Akademisi Kanunu'nun 3 üncü maddesi, Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nin bir yükseköğretim kurumu olduğunu; 20 nci maddesi, doçentlik sınavının 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 24 üncü maddesine göre yapılacağını; 25 inci maddesi, öğretim üyelerinin bu Kanun'da yazılı hükümler dışında, kazanmış oldukları akademik unvanlarından yoksun bırakılamayacaklarını, başka bir göreve atanmak, emekli olmak veya istifa etmek veya müstafi sayılmak suretiyle öğretim görevinden ayrılanların, akademik unvanlarını taşıyabileceklerini; 33. maddesi, ilgili kurumların isteği, Akademik Kurulun kararı ve Genel Kurmay Başkanlığı'nın uygun görmesiyle öğretim elemanlarının diğer yükseköğretim kurumlarında geçici olarak görevlendirilebileceğini düzenlemektedir. Belirtilen düzenlemelerin yanı sıra özlük hakları başlığını taşıyan 49 uncu maddesi "Gülhane Askerî Tıp Akademisinde görevli askeri öğretim elemanlarının ve bu Akademide yüksek lisans, doktora veya tıpta uzmanlık öğrenimi gören askerî personelin özlük haklarına ilişkin ödemelerde, 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunu hükümleri uygulanır. (Değişik:20/7/2000 KHK 604/22 md.) Uzmanlar hariç olmak üzere öğretim elemanları ile Yüksek Bilim Konseyinden diğer askerî hastahanelerde, Genelkurmay Başkanlığı, Millî Savunma Bakanlığı, Kuvvet Komutanlıkları ve Jandarma Genel Komutanlığındaki sağlık şube müdürlüğü veya daire başkanlığı kadrolarında görevlendirilebilen öğretim üyelerine, ayrıca, 2914 sayılı Yüksek Öğretim Personel Kanununun 12 nci maddesine göre üniversite ödeneği;Esas Sayısı : 2006/53 Karar Sayısı : 2009/21 2 idarî görevleri bulunanlara da, aynı Kanunun 13 üncü maddesine göre idarî görev ödeneği ödenir. (Değişik:20/7/2000 KHK 604/22 md.) Yukarı fıkralardaki askerî personele, 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununda öngörülen iş güçlüğü, iş riski, temininde güçlük zammı ve mali sorumluluk tazminatı ödenmez. Yan ödemelerden faydalanmayan bu statüdeki personelin çeşitli ödemelerle bir ayda aldıkları net tutarlar, bu maddede sayılmayan ve yan ödemelerden yararlanan personele çeşitli ödemelerle bir ayda verilen net tutarlardan az ise, aynı kıt'a ve karargâhtaki aynı rütbe ve kıdemdekiler arasında meydana gelen fark ayrıca tazminat olarak ödenir. Meslek ve sanatlarını serbest olarak icra eden profesör ve doçentlere döner sermayeden pay almamak kaydıyla üniversite ödeneği ödenir. Bu Kanunun 32 nci maddesine göre haftalık okutulması mecburi ders yükü saati dışında, meslek ve sanatlarını serbest olarak icra edenler dâhil Gülhane Askeri Tıp Akademisinde görevli öğretim elemanlarına, görev unvanlarına göre Genelkurmay Başkanlığınca belirlenecek esaslara bağlı olarak, haftada en çok 18 saate kadar verecekleri dersler için 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanununun 11 inci maddesine uygun olarak, ek ders ücreti ödenir." düzenlemesini içermektedir. Belirtilen düzenlemelerden Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde öğretim elemanı olarak görevli tabip subayların 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu hükümlerine tabi oldukları, bununla birlikte akademik kadrolara atanma, yükselme ve bazı özlük hakları bakımından 2955 sayılı Gülhane Tıp Akademisi Kanunu'na tabi oldukları, ayrıca 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu'nda öngörülen bazı ödenek ve ücretlerden yararlandırdıkları anlaşılmaktadır. Belirtilen hususların yanı sıra söz konusu tabip subayların bir ayda aldıkları net tutarların, aynı kıt'a ve karargâhtaki aynı rütbe ve kıdemdekilerden daha az olmaması sağlanırken, belirtilen ödemelerin, aynı kıt'a ve karargâhtaki aynı rütbe ve kıdemdeki personelden daha fazla olamayacağına ilişkin bir sınırlamaya yer verilmediği görülmektedir. Anayasa'nın "Kanun önünde eşitlik" başlığını taşıyan 10 uncu maddesinde: "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." hükmü yer almıştır. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Daireler Kurulu'nun (Esas: 2003/57; Karar: 2003/58 sayılı kararı) 631 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17 nci maddesindeki: "... 26.10.1963 tarihli ve 357 sayılı Askeri Hakimler Kanunu'na tabi askeri hakim sınıfı subaylara ödenen görev tazminatı aynı rütbe ve kıdemdeki emsali subaylardan fazla olamaz" şeklindeki düzenlemenin Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki "eşitlik" ilkesine, Anayasa'nın Başlangıç bölümündeki "kuvvetler ayrımı" ilkesine, 2 nci maddesindeki "sosyal devlet" ve "hukuk devleti" ilkelerine, 55 inci maddesindeki eşit işe eşit ücret ilkesine, Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu'nun Anayasa'nın 145 inci maddesiyle ilgili değişiklik gerekçesine aykırılığının ciddi olduğu savıyla iptali istemine ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi 12.05.2004 tarih ve E.2003/57, K.2004/57 sayılı kararı ile (R.G, 29.7.2004; 25537 s.61, 62); "...Görev tazminatı, hakim ve savcılar için yüksek hakimlik tazminatına, diğer kamu görevlileri için de makam tazminatına bağlanmak suretiyle, görevle bağlantılı olarak getirilmiştir. Hâkim ve savcılar bu görevde bulunmaları nedeniyle yüksek hâkimlik tazminatına ve bu tazminatı almaları nedeniyleEsas Sayısı : 2006/53 Karar Sayısı : 2009/21 3 de görev tazminatına hak kazanmaktadırlar. Dava konusu kuralla, askeri hâkim sınıfı subaylara ödenen görev tazminatının aynı rütbe ve kademedeki emsali subaylardan fazla olamayacağı belirtilerek, haklı bir neden olmaksızın askeri hâkim sınıfı subaylar yönünden bir sınırlama getirilmektedir. Askeri hâkim sınıfı subaylara, diğer subaylardan farklı tazminat ve ödenek verilmesi hâkimlik görevinin gereğidir. Görev tazminatı, hâkimlik görevinin niteliği ve özelliği göz önünde bulundurularak saptandığına göre rütbe, tazminatın belirlenmesinde etkileyici olmamalıdır. Başka bir anlatımla, bu tazminat ilgililere, belirli bir rütbede oldukları için değil, hâkim ve savcı oldukları için verilmektedir. Görevi gereği yüksek hâkimlik tazminatı alma hakkını kazanma bakımından diğer hâkimlerle aynı hukuksal durumda bulunan askeri hâkim sınıfı subayların bir bölümünün, yargı hizmeti dışındaki bir hizmetle kıyaslama yapılmak suretiyle, görev tazminatlarının sınırlandırılması askeri hizmetin gereklerinden kaynaklanan bir nedene dayanmadığı gibi Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine de aykırıdır. 631 sayılı KHK'nin 17 nci maddesinin "...26.10.1963 tarihli ve 357 sayılı Askeri Hâkimler Kanununa tabi askeri hâkim sınıfı..." bölümü, Anayasa'nın 10. ve 145. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir." yönünde karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi'nin 09.04.1991, E:1990/36, K:1991/8 sayılı kararında "...Yasa önünde eşitlik ilkesi benzer nitelikte ve durumda olanlar arasında farklı uygulama yapılmamasını amaçlar. Ayrı nitelik ve durumda olanların aynı kurallara bağlı tutulması zorunluluğu yoktur..." denilmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin 27.04.1993, E:1992/37, K:1993/18 sayılı kararında; "...Anayasa Mahkemesi'nin pek çok kararında da belirtildiği gibi Anayasa'nın 10 uncu maddesi ile aynı hukuksal durumda bulunan kişiler arasında haklı bir nedene dayanmayan ayırım yapılmasının önlenmesi amaçlanmaktadır. Maddede yer alan eşitlik ilkesi eylemli değil hukuksal eşitliği ifade etmektedir. Hukuksal durumları aynı olan kişiler arasında haklı bir nedene dayanmayan ayırımları önlemeyi amaçlayan eşitlik ilkesi, eylemli değil, hukuksal eşitliği öngörür. Kimi yurttaşların değişik kurallara bağlı tutulmaları haklı bir nedene dayanmakta ise eşitliğe aykırılıktan söz edilemez. Bu ilke, benzer nitelik ve durumda olanlar arasında farklı uygulamaya engel olup tüm yurttaşların aynı nitelik ve durumda olanların mutlaka, her yönden aynı kurallara bağlı tutulmaları zorunluluğunu içermez. Mutlak bir kavram olmayan eşitlik, öncelikle Anayasanın 10 uncu maddesinin birinci fıkrasında sayılan ve benzeri nedenlerle yasa önünde ayırımı yasaklamaktadır. Bunların dışında Anayasanın uygun bulduğu gereklerle ve ayrı durumlar için ayrı işlem ve uygulamalar eşitlik ilkesiyle çelişmez. Haklı bir nedenle, Anayasal bir gereğe dayanmayan, aynı durum ve nitelikler için ayrı düzenlemeler, ayrı uygulamalar, eşitlik ilkesini zedeleyen, önlenmesi zorunlu oluşumlardır..." denilmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda yer verilen kararlarında da belirtildiği üzere; Hukuk Devletinde Yasama Organınca yapılan kanunların ve Yasama Organının verdiği yetkiye dayanılarak çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin dava konusu ile bağlantılı olarak Anayasanın eşitlik kuralına uygun olmaları zorunludur Makam tazminatı öngörülen kadrolara atanmış, temsil tazminatı almayan ve 375 sayılı KHK'nin 1 inci madde (A) bendi kapsamında olan ve 7.000'den düşük gösterge rakamı üzerinden makam tazminatı alma koşullarını sağlayan ve yaptığı görev itibarıyla bir yüksek öğretim kurumundan öğretim üyeliği görevini yerine getiren davacı ile aynı durumda olan 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu'na tabi öğretim üyeliği görevinde bulunan doçentlerin alacakları görev tazminatları ile ilgili sadece kazanılmış hak aylıkları birinci derecede olma şartı getirildiği halde, aynı hukuksal durumda bulunan doçent unvanlı davacıya öğretim üyeliği hizmeti dışındaki bir hizmetle (aynı rütbe ve kıdemdeki subaylar) kıyaslama yapılmak suretiyle,Esas Sayısı : 2006/53 Karar Sayısı : 2009/21 4 görev tazminatının sınırlandırılmasının hukuken kabul edilebilir haklı bir nedene dayanmadığı, görev tazminatının makam tazminatına bağlanmak suretiyle görevle bağlantılı olarak getirilmesi, bir diğer ifadeyle öğretim üyeliği görevinin niteliği göz önünde bulundurularak belirlenmesi nedeniyle, rütbenin, tazminatın belirlenmesinde bir etkisinin olmamasının gerektiği bu nedenle 631 sayılı KHK'nin 17 nci maddesi ile getirilen sınırlamanın, Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varılmıştır. Yukarıda yer verilen gerekçelerle, davacı tarafından ileri sürülen ve bu davada uygulanacak hükümler arasında yer alan 631 sayılı KHK'nin 17 nci maddesindeki: "27/7/1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa tabi olup profesör ve doçent unvanına sahip subaylardan öğretim görevlisi olarak usulüne uygun bir şekilde akademik kariyerini kullanabilecekleri yerlere atanan (...) subaylara ödenen görev tazminatı aynı rütbe ve kıdemdeki emsali subaylardan fazla olamaz." şeklindeki düzenlemenin Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varıldığından Anayasa'nın 152 nci maddesinin 1 inci fıkrası ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanun'un 28 inci maddesinin 2 nci fıkrası gereğince dava dosyasından ilgili evrakın onaylı suretlerinin çıkartılarak ANAYASA MAHKEMESİ'NE GÖNDERİLMESİNE ve bu sebeple DAVANIN GERİ BIRAKILMASINA, 16 Şubat 2006 tarihinde (...) OYÇOKLUĞU ile karar verildi." B Ankara Birinci İdare Mahkemesi'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Prof. Tbp. Kıd. Albay olarak (...) tarihinde 1/4 derece ve 6400 ek gösterge ile Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nden emekli olan davacı (...) vekili (...) tarafından 'Görev tazminatının Rütbe aylıklarını aştığından' bahisle emekli aylıklarından kesinti yapılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü'ne karşı açılan davada; 631 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu öne sürüldüğünden, uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak olan bu hükmün gerek Mahkememizce gerekse davacının öne sürdüğü savlar yönünden, Anayasa'ya uygunluğunun incelenmesine geçildi. 2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10. maddesinde; "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik incesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." denilmektedir. Bu yasak, birbirinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme, eşitliğe aykırılık oluşturur. Anayasa'nın amaçladığı eşitlik, mutlak ve eylemli eşitlik değil hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'nın öngördüğü eşitlik çiğnenmiş olmaz. Başka bir anlatımla, kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında yasalara konulan kurallarla değişik uygulamalar yapılamaz. 375 Sayılı KHK'nin 1. maddesi (A) bendinde "Aylıklarını 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 3466 sayılı Uzman Jandarma Kanunu, 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununa göre almakta olan personele 1000 gösterge rakamı üzerindenEsas Sayısı : 2006/53 Karar Sayısı : 2009/21 5 memuriyet taban aylığı ödenir." 13.07.2001 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 631 sayılı KHK'nin 11. maddesi ile 375 sayılı KHK'nin 1. maddesine eklenen (C) bendinde "(A) bendi kapsamına giren ve temsil tazminatı almayan personelden, 7.000'den daha düşük göstergeler üzerinden makam veya yüksek hakimlik tazminatı öngörülen kadrolara atanmış olanlara, 15.000 gösterge rakamını geçmemek üzere Bakanlar Kurulunca tespit edilecek gösterge rakamlarının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucunda bulunacak miktarda görev tazminatı ödenir." hükmü getirilmiş, 631 sayılı KHK'nin 17. maddesinde ise "27/7/1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa tabi olup profesör ve doçent unvanına sahip subaylardan öğretim görevlisi olarak usulüne uygun bir şekilde akademik kariyerini kullanabilecekleri yerlere atanan subaylara ödenen görev tazminatı aynı rütbe ve kıdemdeki emsali subaylardan fazla olamaz." kuralı getirilmiştir. 631 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 11. maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 1. maddesine eklenen (C) bendi ile, temsil tazminatı almayan ve 7.000'den daha düşük göstergeler üzerinden makam veya yüksek hakimlik tazminatı öngörülen kadrolara atanmış personele görev tazminatı ödenmesi öngörülmüştür. Görev tazminatı, hakim ve savcılar için yüksek hakimlik tazminatına, diğer kamu görevlileri için de makam tazminatına bağlanmak suretiyle, görevle bağlantılı olarak getirilmiştir. Dava konusu kuralla, profesör ve doçent unvanına sahip öğretim görevlisi olarak usulüne uygun bir şekilde akademik kariyerini kullanabilecekleri yerlere atanan subaylara ödenen görev tazminatının, aynı rütbe ve kademedeki subaylar yönünden bir sınırlama getirilmektedir. Profesör ve doçent unvanlı öğretim görevlisi subaylara, diğer subaylardan farklı tazminat ve ödenek verilmesi akademik unvanlı öğretim görevlisi olmanın gereğidir. Görev tazminatı, ifa edilen görevin niteliği ve özelliği göz önünde bulundurularak saptandığına göre rütbe, tazminatın belirlenmesinde etkileyici olmamalıdır. Bu nedenle, 631 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesinde belirtilen "27/7/1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa tabi olup profesör ve doçent unvanına sahip subaylardan öğretim görevlisi olarak usulüne uygun bir şekilde akademik kariyerini kullanabilecekleri yerlere atanan subaylara ödenen görev tazminatı aynı rütbe ve kıdemdeki emsali subaylardan fazla olamaz." hükmünün Anayasa'nın 10. maddesindeki "kanun önünde eşitlik" ilkesine aykırı düşmesi nedeniyle Anayasa'ya aykırılık iddiası ciddi görülmüştür. Açıklanan nedenlerle, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması gereken 631 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesinde yer alan "27/7/1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa tabi olup profesör ve doçent unvanına sahip subaylardan öğretim görevlisi olarak usulüne uygun bir şekilde akademik kariyerini kullanabilecekleri yerlere atanan subaylara ödenen görev tazminatı aynı rütbe ve kıdemdeki emsali subaylardan fazla olamaz." hükmünün Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olduğu sonucuna ulaşıldığından, Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddeleri uyarınca sözkonusu maddenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına 13.2.2007 tarihinde karar verildi.""
2,277
Esas Sayısı : 2001/143 Karar Sayısı : 2004/11 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : 1 Kanunlarımızın hiçbirinde yangına dönüşmeyen müstakil bir ateş yakma eylemi cezalandırılmamıştır. Yani yasalarımızda ateş yakma diye bir suç bulunmamaktadır. Sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin belli bir coğrafyasını oluşturan Gelibolu yarımadasının güney kısmında yer alan Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkına özgü yeni bir suç tipinin ortaya çıkartılması bu coğrafya içinde yaşayanlarla bunun dışında kalanlar arasında bir eşitsizlik meydana getirmektedir. Oysa devlet organlarının bütün işlemlerinde herkesin kanun önünde eşitliği ilkesine uygun davranması gerekir. 2 Davamıza konu olayda Gelibolu Yarımadası Milli Parkı içinde ateş yakma eylemine 2 yıldan aşağı olmamak üzere hapis cezası öngörülmüştür. Genel hükümlere göre bu suçun cezasının üst sınırı 24 sene hapistir. Yangına dönüşmeyen herhangi bir yeri yakmayan sadece dar amaçlı olan bir ateş yakma eylemine öngörülen cezanın alt ve üst sınırları itibarı ile hangi sosyal gerekçelerle tertip edildiği anlaşılmamaktadır. Piknik yapma amaçlı bir ateş yakmaya dahi öngörülebilecek cezanın, ceza politikası ve suç siyaseti kavramlarında öngörülemeyen bir biçimde ve sosyal adalet duygusunu sarsabilecek bir aşırılıkta ceza öngörüsü yapıldığı düşünülmektedir. Yasakoyucunun dahi yasa korken sınırsız olamayacağı en azından 2709 sayılı Anayasa'nın 10/3. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında eşit davranmakla yükümlü olduğu sadece yarımadada bulunanlara mahsus diğer yerlerde geçerli olmayan bir suç tipi ve aşırı mübalağlı üst sınırı belli olmayan bir ceza tertip etmesinin Anayasa ve Genel Hukuk ilkelerine aykırı olabileceği düşünülmektedir. 3 Ayrıca söz konusu ceza maddesinde belirlenen yerlerden başka ateş yakma ve izin verilen yerler dışında ateşi söndürmeme cezalandırılmış bulunmaktadır ki, suçun oluşumunda belirleyici olarak idarenin takdir yetkisi devreye girmiştir. Oysa bilindiği gibi suçları ve cezaları koymak yasakoyucunun görevidir. Hiçbir organ kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz idarenin dahi suç oluşacak yeri belirlemesi kanun yapma tekniğine uygun olmamıştır. Kanunla düzenlenmesi gereken bir konunun idareye bırakılması Anayasa'ya ve Genel Hukuk prensiplerine aykırıdır. 4 Ayrıca ateş yakma sonucu oluşabilecek diğer tehlikeler ezcümle insan yapısı muhdesat, bitki örtüsü ya da ağaç ya da orman yanması durumunda bunların cezası zaten yasalarımızda mevcuttur. Bu safhaya varmayan ve hiçbir ceza maddesinde yaptırıma bağlanmayan ateş yakma eyleminin Gelibolu Yarımadasında şekli bir suç tipi olarak düzenlenmesinde yasakoyucunun kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmediği, Gelibolu Yarımadası ile dışındaki topraklarımızda yaşayanlar arasında fark oluşturduğu, yasakoyucunun suç tipi ihdası ederken sınırsız hareket etme yetkisi ile donatılmadığı, genel ve evrensel hukuk kaideleri, uluslararası anlaşmalar ve Anayasa ile bağlı olduğu öngörülen cezaların sosyal bir tabanının olmadığı kural konurken kuralın uygulanacağı bireylerin özelliklerini dikkate almanın idarenin en başta yasakoyucunun görevi olduğu yarımadada bir ilçe merkezi ve 12 köy bulunduğuna göre insan yerleşimine açık bir milli parkta yerine göre çok doğal bir insan gereksinimi olabilecek ateş yakma eyleminin bir suç tipi olarak ortaya konması ve ateş yakma sonucunda hiçbir yer yanmamış olsa bile bunun şekli bir suç tipi olarakEsas Sayısı : 2001/143 Karar Sayısı : 2004/11 2 alt sınırının 2 yıldan başlayacak üst sınırı belli olmayacak bir cezalandırmaya tabi tutmanın Anayasa'ya aykırı olabileceği kanaati hasıl olmuştur. 5 Sonuç olarak mahkememizde bekletici mesele yapılan 4533 sayılı Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı Kanunu 6. maddesinin (b) bendinde belirtilen suç tipinin Anayasa'ya aykırılık savının makamınızca incelenerek re'sen dahi tesbit edilebilecek gerekçelerle durumun değerlendirilmesi ve mahkememize bilgi verilmesinin temini arz olunur.
521
Esas Sayısı : 1994/83 Karar Sayısı : 1994/78 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ 6.10.1994 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü aynen şöyledir: "28.9.1994 gün ve 4044 sayılı Yasa ile 4 ARALIK 1994 günü yapılacak milletvekili ve mahalli idareler ara seçimine ilişkin muhtelif düzenlemeler getirilmiştir. Bu Kanun'nun 2. maddesi sandık seçmen listelerinin "güncelleştirilmesine" ilişkindir. Maddenin birinci fıkrasında, 27 MART 1994 günü yapılan mahalli idareler genel seçimlerinde kullanılan sandık seçmen listelerinin güncelleştirilerek kullanılacağı belirtildikten sonra ikinci fıkrasında, yapılacak olan güncelleştirme işlemi oldukça sınırlandırılarak seçmen listelerinde ismi bulunmayanlardan ancak; a) Askerlik hizmetinden terhis olanlar, b) Seçim mahalline tayin olan yeni memurlar, sandık seçmen listelerine dahil edileceklerdir. Kanun'un 2. maddesi ile düzenlenen güncelleştirme işleminde; durumlarında meydana gelen değişiklikleri sandık seçmen listelerine yansıtabilmek için o bölgede yaşayan tüm seçmen vatandaşlara bir imkan tanımak yerine sadece yukarıda durumları belirtilen kişilere tanımak Anayasa'nın 5., 10., 13. ve 67. maddelerine aykırı olduğundan iptal edilmesi gerekir. Buna göre; 1. Anayasa'nın 67. maddesinde kişilerin seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma hakları düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrasında, vatandaşların kanunda gösterilen şartlara uygun olarak seçme ve seçilme haklarına sahip oldukları açıklanmış, seçme ve seçilme şartlarının kanunkoyucu tarafından düzenleneceği belirtilmiştir. Kanunkoyucu bu düzenlemeleri yaparken sınırsız bir takdir hakkına sahip değildir. Anayasa'nın koyduğu sınırlar içinde bu hakkını kullanmak durumundadır. Vatandaşlara 67. madde ile tanınan seçme hakkının sınırları da Anayasa'daki temel ilkelere uygun olmalıdır. Anayasa'nın 3. maddesinin ikinci fıkrası temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekliliğine aykırı olmayacağını belirtmektedir. Bu fıkraya göre, seçme hakkına getirilecek sınırlama bu hakkın özünü ortadan kaldıracak nitelikte ise veya bu hakkın kullanılmasını çok güçleştirmekte ise o takdirde Anayasa'ya aykırılık oluşturur. Belirli bir tarihte düzenlenen seçmen listelerinin baz alınarak bu tarihten sonra seçmene ait bilgilerde meydana gelecek değişikliklerden dolayı güncelleştirmeden sadece terhis olan askerlerle, tayini çıkan devlet memurunun faydalandırılması, bu iki grup dışında kalan vatandaşların seçme hakkının özünü zedelemek olur. Çeşitli nedenlerle ikametgahı değişen vatandaşlara güncelleşmeyi tanımamak başka bir yöredeki seçmen listesinde ismi olsa bile seçme hakkını kullanmayı güçleştirir. Kaldı ki, yapılacak ara seçim güneydoğu bölgesi ağırlıklıdır. Bu bölgede meydana gelen terör olayları sebebiyle vatandaşların büyük kısmı daha güvenli yerlere göç etmiştir.Esas Sayısı : 1994/83 Karar Sayısı : 1994/78 2 Bu göç devlet tarafından desteklenmektedir. Bu kadar haklı bir sebebe dayanan ikametgahlarda meydana gelen değişiklikleri listelere yansıtmamak vatandaşın iradesini ortadan kaldırmak ve seçme hakkını elinden almak demektir. Bu nedenlerle Anayasa'nın 67. Ve 13. maddelerine aykırı olan 2. maddenin iptal edilmesi gerekir. 2. Madde Anayasa'nın 10. maddesine aykırıdır. Anayasa'nın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesi gereğince bütün vatandaşlar kanun önünde eşit olup devlet organları da bu ilkeye uygun hareket etmek zorundadır. Anayasa Mahkemesi 10. maddede belirtilen eşitlik ilkesini muhtelif kararlarında açıkça yorumlamıştır. Mahkemeye göre; konum ve durumları aynı olanlara aynı kuralların uygulanması, durumları farklı olanlara da farklı kurallar uygulanması gerekmektedir. Haklı bir sebebe dayanmaksızın aynı durumda olanlara farklı işlem ya da kurallar uygulanması Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olur. İptalini istediğimiz Yasa'nın 2. maddesi Anayasa'nın 10. maddesine aykırıdır. Zira tayin olan memur veya terhis olan askerlerle maddenin dışladığı diğer vatandaşlar arasında seçme hakkının kullanılması yönünden hiçbir farklılık yoktur. Konumları aynıdır. Tayin olan memur ya da terhis olan askerin durumu ne kadar haklı bir sebebe dayanıyor ise terör nedeniyle (devletin de desteğiyle) ya da başka bir nedenle yer değiştiren vatandaşların da durumları en az onlar kadar haklı bir sebebe dayanıyor sayılmalıdır. Seçmen listeleri güncelleştirilirken bir kısım vatandaşlara bu imkanı tanımak, haklı nedenlerle olan vatandaşlara tanımamak ilkesine açıkca aykırıdır. Bu nedenle de iptali gerekir. 3. Anayasa'nın 5. maddesi temel amaç ve görevlerini belirtirken "kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmayı" devlete görev olarak vermiştir. Devlet, adalet ilkelerine aykırı tüm sınır ve engelleri kaldırma görevini üstlenmişken devletin yasama organının bu sınırları kaldırma yerine tam tersine adalet ilke ve anlayışına sığmayan hükümler ve engeller getirmesi Anayasa'nın 5. maddesine aykırı olur. İptal edilmesi istenen Yasa'nın 2. maddesi adalet ilkesi ile bağdaşmayacak eşitsizlikler doğuracağından bunun kaldırılması devletin temel görevidir. Bu nedenle getirilen düzenleme Anayasa'nın 5. maddesine de aykırıdır. Sonuç : Yukarda belirtilen nedenlerle 4044 sayılı Yasa'nın 2. maddesi Anayasa'nın 5., 10., 13. ve 67. maddelerine aykırı olup, iptal edilmesini saygıyla arz ederiz.""
681
Esas Sayısı : 2020/61 Karar Sayısı : 2020/74 1 4708 s. Kanuna muhalefet suçunun sanığı olan hakkında Tekirdağ 5. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 01/10/2019 tarih, 2018/529 Esas ve 2019/531 Karar sayılı beraat kararının katılan kurum tarafından istinaf edilmesi üzerine, CMKnın 279. maddesi uyarınca dosya üzerinden yapılan ön inceleme sonucunda; Dairemizin yetkisi, başvuranın hakkı, başvuru süresi ve yasa yolunun açıklığı yönünden istinaf başvurusunun kabul edilebilir olduğuna; CMK 280/1 g maddesi gereğince davanın yeniden görülmesine ve duruşma hazırlığı işlemlerine başlanmasına karar verilmiştir. Sanık hakkındaki yargılamaya dairemizin 2019/9009 Esas sayılı dosyası üzerinden devam edilmektedir. Sanığın üzerine atılı suç ve yaptırım 4708 s. Kanunun Ceza hükümleri başlıklı 9. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenmiştir. Ceza hükümleri Madde 9– (Değişik: 23/1/2008 – 5728/497 md.) Bu Kanun hükümlerinin uygulanması sırasında, yapı denetim kuruluşunun icraî veya ihmalî davranışla yeni iş almaktan men cezası uygulanmasını gerektiren fiiller nedeniyle görevini kötüye kullanan ortakları, yöneticileri, mimar ve mühendisleri, yapı müteahhidi, şantiye şefi, proje müellifi gerçek kişiler ile laboratuvar görevlileri, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. 4708 s. Kanunun Ceza hükümleri başlıklı 9. maddesinin 1. fıkrasında ...yeni iş almaktan men cezası uygulanmasını gerektiren fiiller nedeniyle görevini kötüye kullanan... şeklindeki fail belirlemesi ve suçun hareket unsuruna yönelik atıf sebebiyle 4708 s. Kanunun İdari müeyyideler ve teminat başlıklı 8. maddesinin 1. fıkrasının g bendi de konuyla doğrudan ilgilidir. İdari müeyyideler ve teminat Madde 8 – (Değişik: 4/4/2015 6645/32 md.) Yapı denetim kuruluşlarından bu Kanunda ve ilgili mevzuatta öngörülen esaslara göre denetim görevini yerine getirmedikleri tespit edilenlere, tespit edilen fiil ve hâllerin durumuna göre, aşağıdaki idari yaptırımlar uygulanır. ..... g) (Değişik:14/2/2020 7221/25 md.) Aşağıda belirtilen; 1) 2 nci maddenin dördüncü fıkrasının (a) bendinde belirtilen görevlerin yerine getirilmediğinin tespiti hâlinde, bu hataların yapının ruhsat eki onaylı statik projesinin ve hesaplarının, zemin etüd raporuna veya standartlara veya ilgili mevzuata aykırı olması, 2) 2 nci maddenin dördüncü fıkrasının (c) ve (g) bentlerinde belirtilen görevlerin yerine getirilmediğinin tespiti hâlinde, bu hataların yapım aşamasında yapının ruhsat eki onaylı statik projesine aykırı olması,Esas Sayısı : 2020/61 Karar Sayısı : 2020/74 2 3) 3 üncü maddenin beşinci fıkrasının birinci cümlesi hükmüne aykırı hareket edilmesi, hallerinde, cezayı gerektiren fiil ve hâlin, yetkililer tarafından yapılan inceleme ve denetimlerle tespit edilip öğrenilmesinden itibaren İl Yapı Denetim Komisyonunun teklifi üzerine Bakanlıkça bir yıl yeni iş almaktan men cezası verilir. Madde metninde yapılan atıflar sebebiyle suç olarak tanımlı eylemlerin somutlaştırılabilmesi adına 4708 s. Kanunun Yapı denetim kuruluşları ve görevleri başlıklı 2. maddesinin 4.fıkrasının a, c, g bentleri ile, Sorumluluklar ve yapılamayacak işler başlıklı 3. maddesinin 5.fıkrası da konu ile alakalıdır. Yapı denetim kuruluşları ve görevleri Madde 2 –(...) Yapı denetim kuruluşları aşağıda belirtilen görevleri yerine getirmekle yükümlüdür: a) Proje müelliflerince hazırlanan, yapının inşa edileceği arsa veya arazinin zemin ve temel raporları ile uygulama projelerini ilgili mevzuata göre incelemek, proje müelliflerince hazırlanarak doğrudan kendilerine teslim edilen uygulama projesi ve hesaplarını kontrol ederek, ilgili idareler dışında başka bir kurum veya kuruluşun vize veya onayına tabi tutulmadan, ilgili idareye uygunluk görüşünü bildirmek. ... c) Yapının, ruhsat ve ekleri ile mevzuata uygun olarak yapılmasını denetlemek, ... g) Ruhsat ve eklerine aykırı uygulama yapılması halinde durumu üç iş günü içinde ilgili idareye bildirmek(...) Sorumluluklar ve yapılamayacak işler Madde 3 –(...) Yapı denetim kuruluşu denetim faaliyeti dışında başka ticarî faaliyette bulunamaz. Bu kuruluşun denetçi mimar ve mühendislerinin, denetim faaliyeti süresince başkaca meslekî ve inşaat işleri ile ilgili ticarî faaliyette bulunmaları yasaktır. Sanık ...un iddianamede bahsi geçen binanın yapı müteahhidi olan Gıda Elektronik İnş. Oto. Turz. San. ve Dış Tic. Ltd. Ştinin yetkilisi olduğu iddia edildiğinden dairemizce görülmekte olan davada uygulanması gerekli 4708 s. Kanunun 9/1 maddesinde geçen ... yapı müteahhidi,... ibaresinin, yukarıda belirtilen maddelerle birlikte değerlendirildiğinde Anayasanın 2, 13, 38. maddelerine aykırı olduğuna dair kanaat oluştuğundan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesi uyarınca 4708 s. Kanunun 9/1 maddesinde geçen ... yapı müteahhidi,... ibaresinin somut norm denetimine tabi tutulmak suretiyle iptali talebiyle Anayasa mahkemesine başvuruda bulunulmasına, başvuru sonucunun beklenmesine karar verilmiştir.Esas Sayısı : 2020/61 Karar Sayısı : 2020/74 3 Anayasamızın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hukuk devleti olduğunu ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği üzere; Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran bunu sürdürmekte kendini yükümlü sayan bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve Hukukun üstün kuralları ile kendisini bağlı saymasını gerektirir. Bu bağlamda yasa koyucunun yasal düzenlemelerin yapılması sırasında yaparken ki takdir yetkisi, sınırsız ve keyfi olmayıp, hukuk devleti ilkeleriyle sınırlıdır. Anayasanın 2. maddesinde devletin nitelikleri arasında sayılan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirlilik tir. Bu ilkeye göre, kanun düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuki güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hukuk devleti ve hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olan belirlilik ilkesi kapsamında değerlendirildiğinde, 4708 s. Kanunun 9/1 maddesinde geçen ... yapı müteahhidi... ibaresinin Anayasamızın 2. maddesine aykırı olduğu düşünülmektedir. Zira; kanun koyucu suç teşkil eden eylemi net ve anlaşılır biçimde ifade etmeyip, eylemlerin tespiti için diğer bir maddeye (8. Madde) üstü kapalı şekilde atıf yapmış, atıf yapılan maddede ise bu kez madde numaralarını da belirterek bir diğer maddelere (2 ve 3. maddeler) atıf yapmıştır. Bu durum ilgililerin suç teşkil eden eylemi ve bunun için belirlenen müeyyideyi bilmesini, anlamasını engellemektedir. Bununla birlikte, atıf yapılan maddelerde ve 4708 sayılı Kanunun tamamında, kanunun uygulanması kapsamında yapı müteahhidine yüklenmiş herhangi bir görev bulunmamaktadır. Sonuç olarak, yapı müteahhidi için suç teşkil eden ve hürriyeti bağlayıcı ceza ile müeyyidelendirilen eylem kanunda açıkça gösterilmemiştir. 4708 s. Kanunun 9/1 maddesinde geçen ...yapı müteahhidi... ibaresinin, Anayasamızın 13 ve 38. maddesine aykırı olduğu düşünülmektedir. Zira; 4708 s. Kanunda, kanunun uygulanması kapsamında yapı müteahhidine yüklenmiş herhangi bir görev bulunmamakta olup, kanun uygulanmasına yönelik Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliğinin 9. maddesinde yapı müteahhidinin görev ve sorumlulukları belirlenmiştir. 4708 s. Kanunun 9/1 maddesindeki suç tanımı sebebiyle yönetmelikteki bu görev ve sorumluluk belirlemesi dolaylı olarak suç teşkil eden eylemin belirlenmesi niteliğindedir. Bu yönüyle 4708 s. Kanunun 9/1 maddesinde geçen ... yapı müteahhidi... ibaresi suç ve cezaların kanuniliği ilkesine aykırıdır. 4708 s. Kanunda, kanunun uygulanması kapsamında yapı müteahhidine yüklenmiş herhangi bir görev bulunmadığından, maddenin mevcut halinde fail olarak belirlenen, yapı denetim kuruluşunun icraî veya ihmalî davranışla yeni iş almaktan men cezası uygulanmasını gerektiren fiiller nedeniyle görevini kötüye kullanan ortakları, yöneticileri, mimar ve mühendislerinin eylemleri dolayısıyla yapı müteahhidinin de cezalandırılması gerekmektedir ki bu durum suç ve cezaların şahsiliği ilkesine aykırıdır.Esas Sayısı : 2020/61 Karar Sayısı : 2020/74 4 Bu gerekçelerle 4708 s. Kanunun 9/1 maddesinde geçen ... yapı müteahhidi... ibaresinin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesi kapsamında somut norm denetimine tabi tutulmak suretiyle iptaline karar verilmesi için dairemiz dosyasının onaylı sureti yazımız ekinde gönderilmiştir. Takdirlerinize arz olunur.
1,169
Esas Sayısı : 2010/104 Karar Sayısı : 2011/180 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Tokat Asayiş Şube Müdürlüğüne bağlı ekiplerce 13/11/2009 tarihinde şüphe üzerine otomobil sürücüsü ..'in araçtan sağa sola yalpalayarak indiği ve elinde, içerisinde bally ile doldurulmuş bir poşet görülmesi üzerine aldırılan doktor raporunda bally kullandığı ve bu haliyle araç kullanımının tehlike doğuracağı belirtilmekle; 2918 sayılı K.Y.T.K.nun 48/6. maddesi uyarınca sürücü ehliyetinin geri alınması talep edilmiştir. Dosyamıza sunulan bilgi ve belgelerden sanığın trafik görevlileri tarafından bir şey içerken ve zik zag yaparak gitmesi sonucunda ve nihayetinde alınan raporunda balley kullandığının belirtildiği, buna ilişkin hakkında ehliyeti süresiz alınması talep edilenle ilgili 13/11/2009 tarih ve F 748741 numaralı 2918 sayılı Yasanın 48/6. maddesine muhalefetten suç duyurusunda bulunulduğu ve mahkememize de anılan şahsın ehliyetinin sürekli alınması talebiyle başvurulduğu, mahkememizce yapılan yargılama ve alınan 17/05/2010 tarihli Adli Tıp Kurumu 5. İhtisas Kurulu raporunun sonuç kısmında anılan maddenin uyarıcı ve uyuşturucu nitelikte olduğu, suiistimalinin yaygın olduğu, üretim ve ithalatının yaygın olduğu, üretim ve izninin resmi izinlere tabi olduğu, illegal kullanımı halinde TCK. 188/6. madde kapsamında değerlendirileceği rapor edilmiş ve ayrıca balley kullanımının tedavisine ilişkin bunun mümkün bulunup bulunmadığına ilişkin Tokat Adli Tıp Şube Müdürlüğünden görüş sorulmuş ve anılan Şube Müdürlüğünün 27/09/2010 tarihli yazısında uyuşturucu madde bağımlılarıyla ilgili ülke genelinde AMATEM Birimlerinin görevli olduğu, tedavi süresinin etkisinin tedavi programına ve kişinin buna uyup devam edip etmemesine bağlı olduğu bildirilmiştir. Mahkememizce yargılama yapılırken söz konusu kabahat eylemi nedeniyle sürücü belgesinin süresiz olarak geri alınması Anayasa hükümlerine ciddi oranda aykırı olduğu, aşağıdaki gerekçelerle değerlendirilmiştir. Öncelikle 2918 sayılı Yasanın 48/6. maddesi 'Uyuşturucu ve keyif verici maddeleri alarak araç kullananlara, eylemi başka bir suç oluştursa bile ayrıca, altı ay hafif hapis cezası ile birlikte 532.600.000 lira hafif para cezası uygulanır ve sürücü belgeleri süresiz olarak geri alınır.' hükmü mevcuttur, ayrıca bu maddenin başında başka suç hükümleri saklı kalmak üzere ibaresi de mevcuttur. Öncelikle anılan uyuşmazlığa bakmayan mahkememizin görevli ve yetkili olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir buna göre Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 09/06/2009 tarihli ve 2009/7 119 Esas ve 2009/158 Karar sayılı ilamına göre; 'buna göre 2918 sayılı Yasanın 48/5, 5252 sayılı Yasanın 7, 5326 sayılı Yasanın 19. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde; kabahat nedeniyle sürücü belgesinin geri alınmasına veya alınmamasına ilişkin olarak verilen karar 5237 sayılı TCY. kapsamında güvenlik tedbirine ilişkin olarak verilmiş bir karar ve bu anlamda 5271 sayılı CYY.nın 223. maddesi anlamında hüküm sayılamayacağından somut olayda alkollü araç kullanma kabahati nedeniyle, hükmedilecek idari tedbir nedeniyle yaptırıma karşı sadece hükümlere karşı başvurulabilecek bir yasa yolu olan temyiz yasa yoluna başvuralamaz,' daha önceden 2918 sayılı Yasanın 48. maddesindeki hafif para cezaları ve hafif hapis cezalarını mahkememiz baktığından 5252 sayılı Yasanın 7. maddesi ve Kabahatler Kanununun 3 ve 19. maddeleri dikkate alındığında artık para cezası vermeye Cumhuriyet Başsavcılıkları ve tedbir niteliğinde ehliyetin geri alınması taleplerine iseEsas Sayısı : 2010/104 Karar Sayısı : 2011/180 2 mahkememiz bakmaktadır, ayrıca dosyanın niteliği dikkate alınarak mahkememizce duruşma açılmak suretiyle yargılama yapılması yolu tercih edilmiştir. Bilindiği üzere 01/06/2005 tarihinden sonra yeni Türk Ceza Sistemi yürürlüğe girmiş ve burada da eski mülga 765 sayılı TCK. 121, 122 ve 123. maddelerinde belirtilen cezanın infazından sonra 3 yıl iyi halli olduğuna kanaat getirilmesi şartıyla 3 yıl sonunda memnu hakların iadesi sistemi mevcuttu, fakat yeni ceza sisteminde TCK 53. maddesi uyarınca suçla ilgili ceza ve güvenlik tedbirine hükmedilmesi halinde cezanın infazıyla birlikte biten hak mahrumiyetleri düzenlemesi getirilmiştir, yani yeni sistemde infazdan sonra tedbir niteliğindeki hak mahrumiyeti söz konusu değildir. Bu bağlamda Yargıtay 10. Ceza Dairesinin 'Uyuşturucu suçlarından 5237 sayılı TCK.nun 5. ve 53. maddeleri ile 5252 sayılı TCK.nun uygulama Kanununun geçici 1. maddesi hükmü gereğince sanık hakkında 2918 sayılı Yasanın 119. maddesinin uygulanmasına olanak bulunmaması' (10. Ceza Dairesi 2008/14735 Esas, 2009/429 Karar) hükmü de dikkate alındığında artık suçlarda 2918 sayılı Yasanın 119. maddesindeki uyuşturucu ve benzeri suçlardan mahkûmiyet halinde sürücü belgesinin süresiz alınması da artık mümkün değildir. Hal böyleyken daha ağır nitelikte olan suçlar için yeni Türk Ceza sisteminde infazdan sonra hak mahrumiyeti söz konusu olmazken Karayolları Trafik Kanununu 48/6. maddesindeki sürücü belgesinin süresiz olarak geri alınması Anayasamıza aykırıdır. Şöyleki; Sürücü belgesi bir kimse için bu çağımızda araçların çoğaldığı, bireysel araç kullanımının arttığı bu devirde kanaatimize göre seyahat hürriyeti açısından son derece önemlidir. Yani bir kimsenin sürücü belgesinin olmaması seyahat hürriyetini ciddi oranda kısıtlama getirmektedir. Bu bağlamda Anayasamızda yerleşme ve seyahat hürriyetini düzenleyen; 'Madde 23 Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak; Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek; Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir. (Değişik fıkra:07.05.2010 5982 S.K./3.mad) Vatandaşın yurtdışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir. Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından yoksun bırakılamaz.' hükmü mevcuttur, buna göre bu şekilde bir kabahat nedeniyle süresiz olarak sürücü belgesinin geri alınması Anayasamızın bu hükmüne ciddi oranda aykırılık teşkil etmektedir. Yine Anayasamızın 23. maddesindeki seyahat hürriyetinin dolaylı olarak bir çok hürriyetle ilintili olması nedeniyle de bu yönüyle de kanaatimize göre 2918 sayılı Yasanın 48/6. maddesindeki '... sürücü belgeleri süresiz olarak geri alınır.' Anayasamıza aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca Avrupa insan Hakları Sözleşmesi hükümlerinde ve yine Anayasamızın 13. maddesinde 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,Esas Sayısı : 2010/104 Karar Sayısı : 2011/180 3 Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.' bu madde hükmüne göre de bu şekilde trafikteki kabahat eylemi nedeniyle bu oranda Anayasamızın 23. maddesindeki yerleşme ve seyahat hürriyetinin özüne dokunacak surette ve yine ölçüsüz bir şekilde tedbir uygulanması bu yönüyle de kanaatimize göre 2918 sayılı Yasanın 48/6. maddesindeki '... sürücü belgeleri süresiz olarak geri alınır.' Anayasamıza aykırılık teşkil etmektedir. Sonuç olarak; hakkında tedbir uygulanmak istenilen kişi ile ilgili 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasasının 48/6 '' sürücü belgeleri süresiz olarak geri alınır' ibaresinin Anayasanın 23. maddesindeki seyahat hürriyeti ve yine bu hürriyet ile bağlantılı olarak bir çok temel hak ve özgürlüğü de dolaylı olarak etkileyebileceği anlaşılmakla Anayasamızın 152. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 28. ve 29. maddeleri uyarınca anılan metnin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu tarihten itibaren 5 ay içerisinde, Anayasa Mahkemesince, karar verilmediği taktirde dosyamızın yeniden işleme alınıp (13/03/2011 tarihinde) mevcut mevzuat uyarınca karar verilmesine şeklinde karar vermek gerekmiştir. Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere, Hakkında tedbir uygulanmak istenilen kişi ile ilgili 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasasının 48/6 '...sürücü belgeleri süresiz olarak geri alınır.' ibaresinin, Anayasanın 23. maddesindeki seyahat hürriyeti ve yine bu hürriyet ile bağlantılı olarak bir çok temel hak ve özgürlüğü de dolaylı olarak etkileyebileceği anlaşılmakla Anayasamızın 152. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 28. ve 29. maddeleri uyarınca anılan metnin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Bu tarihten itibaren 5 ay içerisinde, Anayasa Mahkemesince, karar verilmediği taktirde dosyamızın yeniden işleme alınıp (13/03/2011 tarihinde) mevcut mevzuat uyarınca karar verilmesine, Dair hakkında tedbir uygulanması talep edilen vekilinin yüzüne karşı tedbir istenilenin yokluğunda karar verildi, 13/10/2010'"
1,148
Esas Sayısı : 2004/107 Karar Sayısı : 2007/44 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 04.11.2004 günlü, 5253 sayılı Dernekler Yasası'nın 10. maddesinin birinci fıkrasında, Dernekler, tüzüklerinde gösterilen amaçları gerçekleştirmek üzere, benzer amaçlı derneklerden, siyasi partilerden, işçi ve işveren sendikalarından ve mesleki kuruluşlardan maddî yardım alabilir ve adı geçen kurumlara maddî yardımda bulunabilirler. 21. maddesinde de, Dernekler mülkî idare amirliğine önceden bildirimde bulunmak şartıyla yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan aynî ve nakdî yardım alabilirler. Bildirimin şekli ve içeriği yönetmelikle düzenlenir. Nakdî yardımların bankalar aracılığıyla alınması zorunludur. kurallarına yer verilmiştir. Bu kurallara göre, dernekler yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan yardım alabilecek ve siyasal partilere yardım yapabileceklerdir. Anayasa'nın, siyasal partilerin uyacakları esasları düzenleyen 69. maddesinin onuncu fıkrasında, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzelkişilerden maddi yardım alan siyasal partilerin temelli kapatılacakları belirtilmiştir. Bu fıkrayla, siyasal partilerin yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı gerçek ya da tüzelkişilerden yardım alması yasaklanmış; tersine davranan siyasal partilerin kapatılmaları öngörülmüştür. Oysa, incelenen Yasa'nın yukarıda yer verilen düzenlemelerine göre, bir derneğin yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan yardım alıp, kendi varlıklarına katılsa da bu yardımı dolaylı yoldan siyasal partilere yardım adı altında aktarmaları olanaklıdır. Böylece, anayasal kurala uygunluğu sağlayacak bir önlem bulunmadığı için, yasa ile anayasal yasak dolaylı yoldan aşılmış olmaktadır. Bu nedenle, incelenen Yasa'nın 10. maddesinin birinci fıkrası ile 21. maddesi Anayasa'nın 69, maddesinin onuncu fıkrasına aykırı düşmektedir. IV SONUÇEsas Sayısı : 2004/107 Karar Sayısı : 2007/44 2 1 Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 04.11.2004 günlü, 5253 sayılı Dernekler Kanununun 10. maddesinin birinci fıkrası ile 21. maddesinin Anayasa'nın 69. maddesinin onuncu fıkrasına aykırı olmaları nedeniyle iptallerine, 2 Uygulanmaları durumunda doğacak giderilmesi güç ya da olanaksız hukuksal sonuçları gözönünde bulundurularak, söz konusu kuralların yürürlüklerinin durdurulmasına, karar verilmesini arzederim. Milletvekillerinin dava dilekçesinin gerekçe bölümü ise şöyledir: 1) 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 10 uncu Maddesinin Birinci Fıkrasındaki siyasi partilerden İbaresinin Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 69 uncu Maddelerine Aykırılığı 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasında, derneklerin maddi yardım alabilecekleri ve yardımda bulunabilecekleri tüzel kişilikler arasında siyasi partilere de yer verildiği görülmektedir. Bu kanunun 21 inci maddesinde ise, derneklerin mülki idare amirliğine önceden bildirimde bulunmak kaydıyla yurtdışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan ayni ve nakdi yardım alabilecekleri ifade edilmektedir. Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde, derneklerin yurtdışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan ayni ve nakdi yardım alıp, bu yardımı siyasal partilere maddi yardım adı altında aktarmalarının mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Anayasanın, Siyasal partilerin uyacakları esaslar başlığını taşıyan 69 uncu maddesinin onuncu fıkrasında, Yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzelkişilerden maddi yardım alan siyasi partiler temelli kapatılırlar denilmiştir. Aynı hüküm, 22.04.1983 tarih ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 66 ncı maddesinde de yer almıştır. Söz konusu 10 uncu maddenin birinci fıkrasında siyasi partilerin, derneklerin maddi yardım alabilecekleri ve yardımda bulunabilecekleri tüzel kişilikler arasına alınması, siyasi partilerin Anayasanın 69 uncu maddesinde yasaklanan bir yardımı alabilmesine imkan tanıdığı için Anayasanın 69 uncu maddesinin onuncu fıkrasına aykırı düşmektedir. Siyasi partilerin kuruluş ve çalışmalarında özgür olmaları temel ilkedir. Partiler, belli siyasal düşünceler çerçevesinde birleşen vatandaşların özgürce kurdukları, katıldıkları ve ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşumunda önemli etkisi olan partiler, vatandaşların istem ve özlemlerinin gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran hukuksal yapılardır. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan partilerin, sosyal ve siyasal yaşamdaki etkileri ve ulusal istencin gerçekleşmesinde rolleri nedeniyle, anayasakoyucu, onları öteki tüzelkişilerden farklı tutarak, kurulmalarını, çalışmalarında uyacakları esasları ve kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları, özel olarak belirlemekle kalmamış; Anayasanın 69 uncu maddesinin son fıkrasında, çalışma, denetleme ve kapatılmalarınınEsas Sayısı : 2004/107 Karar Sayısı : 2007/44 3 Anayasada belirlenen ilkeler çerçevesinde çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini de öngörmüştür. Bu madde esas alınarak çıkarılan 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununda, siyasî partilerin, kuruluşlarından başlayarak, çalışmaları, denetimleri ve kapatılmaları konularında, çok ayrıntılı kurallar getirilmiştir. Bu bağlamda; Anayasanın, siyasal partilerin uyacakları esasları düzenleyen 69 uncu maddesinin onuncu fıkrasında yer alan yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzelkişilerden maddi yardım alan siyasi partilerin temelli kapatılacakları yolundaki ilkeye koşut bir hükme, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 66 ncı maddesinde de yer verilmiştir. Çok partili bir siyasi hayatta, partilerin bağımsızlığını sağlamak, öte yandan da, partilerin karşılaşacakları mali güçlerin doğurabileceği sakıncaları gidermek çözülmesi gereken önemli bir sorundur. Demokratik bir düzende partilerin egemen güçler karşısında varlıklarını koruyabilmeleri için, mali nedenlerle bunlara bağlı olmamaları gerekir. İktidar yarışı eşit koşullar altında gerçekleşmelidir. (Erdoğan TEZİÇ, Anayasa Hukuku, 8. Bası, shf. 320 vd.) Anayasa Mahkemesi siyasi partilere devlet yardımı yapılması konusundaki 6.7.1989 gün ve E.1988/39, K.1989/29 sayılı kararında aynen şöyle demiştir: Siyasî partilerin yukarıda açıklanan amaçlarına ulaşabilmeleri için gerekli, yeterli maddî ve nakdî olanaklara sahip olmaları zorunludur. Milletvekili ve yerel yönetimler seçimlerine katılarak millî iradenin oluşmasını sağlamayı temel hak ve ödev olarak üstlenen siyasi partilerin yaşamalarına ve gelişmelerine halkın ilgisinin yeterli olmadığı durumlarda, çok partili demokratik düzenin gerekli kıldığı ölçüde devletçe yardım yapılmasından yoksun kılmak, onların paraca güçlü kimi kişi ve kuruluşların etki ve baskısı altına düşme tehlikesi ile karşılaşmalarını istemek olur ki, bunun hukuksallığı tartışılır. Parti içi çalışmaların demokrasi esaslarına uygun olması zorunluluğunu zedeleyen böyle bir tehlike ancak devletin yardımıyla giderilebilir. Yardımda bu bakımdan kamu yararının bulunduğu açıkça ortadadır. Öte yandan Anayasanın 5 inci maddesine göre ... Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak... devletin temel amaç ve görevlerindendir. Hazine yardımı bu görev kapsamındadır. Görüleceği üzere Anayasa Mahkemesinin bu kararında, siyasi partilerin paraca güçlü kimi kişi ve kuruluşların etki ve baskısı altına düşmesinin parti içi çalışmaların demokrasi esaslarına uygun olması zorunluluğunu zedeleyen bir tehlike olduğu, bu tehlikenin devlet yardımı ile önlenmesinin de Anayasanın 5 inci maddesine göre ... Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak... görevi kapsamında olduğu vurgulanmıştır. Siyasi partilerin etki ve baskısı altına düşeceği paraca güçlü kişi ve kuruluşların yabancı uyruklu olması, hele bunların yabancı devletler veya uluslar arası kuruluşlar olması halinde söz konusu tehlikenin boyutlarının daha da büyüyeceği yadsınamaz. Anayasakoyucu da, açıklanan tehlikenin büyüklüğü ve önemine uygun bir yaptırımı Anayasanın 69 uncu maddesinde getirmiş ve yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzelkişilerden maddi yardım alan siyasi partilerin temelli kapatılmasını öngörmüştür. Diğer bir yaptırım ise, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden yardım veya bağış kabul eden parti sorumlusu veya aday veya aday adayının hapis cezası ile cezalandırılmalarıdır. (2820 s. K.m.116/3). Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak görevi ile özdeşleşen bir konuda, 5253 sayılı Dernekler Kanununda bir önlem alınmayarak, dernekler vasıtasıyla dolaylı olarak söz konusu yardımın olanaklı hale getirilmesi, Anayasanın 69 uncu maddesinin yanısıra Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile de bağdaştırılamaz. Çünkü böyle bir düzenleme, dolaylıEsas Sayısı : 2004/107 Karar Sayısı : 2007/44 4 olarak, siyasal partilerin baskı ve engellerden uzak kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğünü, Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla yapılan sınırlamaların ötesine taşımak anlamına gelir ki; bunun da Anayasanın 2 nci maddesinde kurala bağlanan demokratik hukuk devleti olmanın gereklerine ters düşeceği açıktır. Siyasî partilerin demokratik siyasî yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onların her istediklerini yapabilecekleri anlamına gelmez. Hukuk devleti her şeyden önce hukukun üstünlüğünü kabul eden ve koruyan devlettir. Bir hukuk devletinde hukukun üstünlüğünü gerçekleştirecek en önemli hususlardan birisi de yasaların Anayasaya uygunluğunun sağlanmasıdır. 5253 sayılı Dernekler Kanununun 21 inci maddesinde, yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan aynî ve nakdî yardım alan derneklerin siyasi partilere yardım yapamayacakları şeklinde Anayasanın 69 uncu maddesine aykırılığı gideren bir hükme yer verilmemiş olduğundan, derneklerin Yardım ve işbirliğini düzenleyen 10 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki siyasi partilerden ibaresi hakkında iptal kararı verilmesi Anayasaya aykırılık sorununu ortadan kaldıracağı gibi, derneklerin siyasi partiler dışındaki diğer kuruluşlardan (benzer amaçlı derneklerden, işçi ve işveren sendikalarından ve meslekî kuruluşlardan) maddî yardım almaları ve adı geçen kurumlara maddî yardımda bulunmaları da engellenmemiş olacaktır. Yine, derneklerin mülkî idare amirliğine önceden bildirimde bulunmak şartıyla yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan aynî ve nakdî yardım alabilmelerine cevaz veren hüküm de korunmuş olacaktır. Bu nedenle 5253 sayılı Dernekler Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki siyasi partilerden ibaresi ile ilgili olarak iptal isteminde bulunulmuştur. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti, onun kendiliğinden Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesini ifade eden 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E. 1987/28, K. 1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki siyasi partilerden ibaresinin, Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 69 uncu maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekmektedir. 2) 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 13 üncü Maddesinin Birinci Fıkrasındaki Üye sayısının 100 kişiden çok olması şartıyla İbaresinin Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 11 inci, 13 üncü ve 33 üncü Maddelerine Aykırılığı 5253 sayılı Dernekler Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasında dernek hizmetlerinin ücretlilere gördürülebilmesi için Üye sayısının 100 kişiden çok olması şartı getirilmiştir. Yapılan bu düzenleme ile, üye sayısı az olmakla beraber etkinlikleri çok gelişmiş bir düzeyde olan bir derneğin, bir sekreter bile çalıştırmasını engelleyen bir durum yaratılmıştır. Bu düzenleme, Anayasanın 33 üncü maddesinde açıklanan dernek kurma hürriyetine aykırıdır. Gönüllü bir toplumsal kuruluş olan derneklerin kuruluşu, serbestçe varlık kazanma ve örgütlenme ilkeleri ile faaliyet güvencesi öğelerini kapsar. Anayasanın 33 üncü maddesinde yer alan dernek kurma hürriyeti, anılan öğelerin bir arada bulunmasıyla sağlanabilir. Etkinlikleri çok gelişmiş olan bir derneğin, üye sayısının 100'ün altında olması nedeniyle ücretli bir sekreter dahi çalıştıramaması şeklinde yaratılan bir durumun, derneğin faaliyet güvencesi ve dolayısı ile Anayasanın 33 üncü maddesi ile bağdaştırılması mümkün değildir.Esas Sayısı : 2004/107 Karar Sayısı : 2007/44 5 Söz konusu düzenleme ile 100'den az üyesi olan derneklerin etkinlik yapabilme ve çalışma güçleri, 100'den fazla üyesi olan derneklere oranla, ücretli hizmetli kullanamayacakları için, sınırlandırılmış olmaktadır. Böyle bir sınırlandırmanın Anayasanın 13 üncü maddesinde ifade edilen demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun düştüğü de söylenemez. Bu düzenleme, dernek kurma özgürlüğüne Anayasanın eşitlik ilkesine de aykırı bir sınırlandırma getirmektedir. Anayasanın 10 uncu maddesinde Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. denilmektedir. Anayasa Mahkemesinin bir çok kararında belirtildiği üzere bu kural, birbiri ile aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenlemeler getirmek eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Anayasanın amaçladığı eşitlik, mutlak ve eylemli eşitlik olmayıp hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi çiğnenmiş olmaz. Dernek, Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını ifade eder (5253 s. Dernekler Kanunu m.2/a, 4721 s. Türk Medeni Kanunu m. 56). Bu nedenle, üye sayısı yedi olan dernek ile üye sayısı 100 olan derneğin hukuksai durumları arasında hiçbir fark olmayıp her iki dernek de hukuksal açıdan eşittir. Bu bakımdan, 100'den fazla üyesi olan derneklerle 100'den az üyesi olan dernekler arasında yaratılmış olan eşitsizlik, makul bir nedenle de açıklanamayacağı için Anayasaya aykırıdır. Diğer taraftan 5253 sayılı Dernekler Kanununun 36 ncı maddesinin yollama yaptığı 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 99 uncu maddesinde Dernek gelirleri, üye ödentisi, dernek faaliyetleri sonucunda veya dernek mal varlığından elde edilen gelirler ile bağış ve yardımlardan oluşur hükmü yer almaktadır. Bu hükümde üye ödentisi dernek gelirleri arasında gösterilmiş ancak üye ödentisi, dernek üye sayısına göre bir belirlemeye tabi tutulmamıştır. O halde üye sayısı 100'den az olan bir derneğin üye ödentilerinden olan geliri, üye sayısı 100 ve üzerinde olan bir dernekten daha yüksek olabilir. Yine, üye sayısı 100'den az olan bir derneğin etkinliklerinin, üye sayısı 100 ve üzerinde olan bir dernekten çok daha gelişmiş bir düzeyde olması mümkündür. Bu durumdaki bir derneğin hizmetlerinin, sırf üye sayısının 100'ün altında olması nedeniyle, ücretliler eliyle yürütülmesinin engellenmesinin adil olamayacağı açıktır. Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu nedenle söz konusu hüküm, Anayasaya aykırı bir nitelik taşıdığı ve adil olmadığı için hukuk devleti ilkesine ve dolayısı ile Anayasanın 2 nci maddesine de aykırı düşmektedir.Esas Sayısı : 2004/107 Karar Sayısı : 2007/44 6 Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E. 1987/28, K. 1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki Üye sayısının 100 kişiden çok olması şartıyla ibaresi Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 11 inci, 13 üncü ve 33 üncü maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanunu'nun 10 uncu ve 21 inci maddelerindeki düzenlemeler nedeniyle yurtdışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan yardım alan derneklerin bu yardımı siyasal partilere aktarmaları mümkündür. Anayasanın 69 uncu maddesinde ise, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzelkişilerden maddi yardım alan siyasi partilerin temelli kapatılacakları hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin Siyasi partileri devlet yardımı yapılması konusundaki 6.7.1989 gün ve E.1988/39, K.1989/29 sayılı kararında, siyasi partilerin paraca güçlü kimi kişi ve kuruluşların etki ve baskısı altına düşmesinin parti içi çalışmaların demokrasi esaslarına uygun olması zorunluluğunu zedeleyen bir tehlike olduğu, bu tehlikenin devlet yardımı ile önlenmesinin de Anayasanın 5 inci maddesine göre ... Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak... görevi kapsamında olduğu vurgulanmıştır. Siyasi partilerin etki ve baskı altına düşeceği paraca güçlü kişi ve kuruluşların yabancı uyruklu olması, hele bunların yabancı devletler veya uluslararası kuruluşlar olması halinde söz konusu tehlikenin daha da büyüyeceği yadsınamaz. Bu durumu olanaklı kılan hükmün uygulanması halinde, giderilmesi güç yada olanaksız durum ve zararlar doğabileceği kuşkusuzdur. Diğer taraftan, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Arz ve izah olunan nedenlerle 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki siyasi partilerden ibaresi hakkında, yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır. 5253 sayılı Dernekler Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki üye sayısının 100 kişiden çok olması ibaresi ise, derneklerin çalışma ve etkinlik yapma güçlerini dernek kurma özgürlüğünü düzenleyen Anayasanın 33 üncü, 13 üncü, 11 inci, 10 uncu ve 2 nci maddelerine aykırı bir biçimde sınırlandırmıştır.Esas Sayısı : 2004/107 Karar Sayısı : 2007/44 7 Böyle bir hükmün uygulanması, kimi derneklerin çalışmalarında engelleyici bir etki yapacak ve giderilmesi imkansız zararların ve hukuki durumların ortaya çıkmasına yol açacaktır. Arz ve izah olunan nedenlerle 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki Üye sayısının 100 kişiden çok olması ibaresi hakkında, yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle; 1) 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki siyasi partilerden ibaresinin Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 69 uncu maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına, 2) 04.11.2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki Üye sayısının 100 kişiden çok olması şartıyla ibaresinin Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 11 inci, 13 üncü ve 33 üncü maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz."
2,589
Esas sayısı:1977/119 Karar sayısı:1977/146 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: "1940 sayılı Kanun, bir bütçe kanunudur. Bu kanunun 11. maddesi 2762 sayılı Kanunda Öngörülen taviz bedellerinin beyannamedeki değerlere göre hesaplanacağını emretmiştir. Anayasa'nın 126/3 üncü maddesi bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konamıyacağını bildirmiştir. Halbuki 1940 sayılı Kanunun 11. maddesi bütçe ile ilgili hükümleri dışında bir hüküm koymuştur. Bu sebeple 1940 sayılı Kanunun 11. maddesi Anayasanın 126/3. maddesine aykırı olması dolayısı ile Anayasaya aykırıdır. Bundan başka Anayasa'nın 94. maddesine göre bütçe Kanunu bütçe tasarıları ile millî bütçe tahminlerini gösteren bir kanundan ibaret olup mecliste görüşülmesi ve kabulü diğer Kanunlardan farklıdır. Evvelce Cumhuriyet Senatosunda görüşülür ve karara bağlanır ondan sonra Millet Meclisinde müzakere edilip karar verilir. Bu nedenle dahi bütçe kanununun kabulü ve yasalaşması da diğer kanunlardan farklı olduğundan farklı biçimde kabul edilen kanunların ve o kanunlarda yer alması gereken hükümlerin bütçe kanununda yer alması usulsüzdür. Bundan dolayı 1940 sayılı Kanunun 11. maddesi Anayasanın 94. maddesine de aykırı görülmektedir.""
160
Esas Sayısı : 2010/20 Karar Sayısı : 2011/166 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri olan hukuk güvenliği ile kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Anayasa'nın 130., 131. ve 132. maddeleri yükseköğretim kurum ve kuruluşlarını düzenlemektedir. Anayasa koyucu, Anayasa'nın 130. maddesiyle üniversiteleri bir Anayasal kuruluş olarak kabul etmiş ve üniversitelerle ilgili başlıca kuralları belirtmiş, üniversitelerin 'kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe' sahip olmalarını öngörmüştür. Anayasa'nın 130. maddesi, üniversite çalışmalarını, eğitim ve öğretimin her türlü dış etkiden uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve baskısız bir ortamda yapılmasını sağlayacak biçimde düzenlemiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, 'Bilimsel özerklik', geniş bir kavramdır. Anayasa, bu ilkesiyle üniversiteleri, 2. maddesinde yer alan temel niteliklere sahip bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde öğretim, araştırma ve yayın konularını belirlemek ve yürütmek serbestliğine sahip kılmış bulunmaktadır. Anayasa'nın 130. maddesi, üniversitelerin yine bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde, uygar ve evrensel karakterde öğretim eğitim, araştırma ve yayın konularında bilimsel özerkliğe sahip bir kamu tüzelkişisi biçiminde kurulmasını ve Cumhuriyetin temel organları içinde bu niteliğiyle yer almasını istemiş, üniversitelerin öğretim üyeleri ve yardımcılarını, bir meslek sınıfı olarak düşünmüş ve buna göre düzenlemeler yapmıştır. Nitekim Anayasa'nın 130. maddesinin yedinci fıkrasında; 'Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar.' dokuzuncu fıkrasında ise; 'Yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları ile işleyişleri ve bunların seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları, üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetim hakkını kullanma usulleri, öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama, yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme, üniversitelerin ve öğretim elemanlarının kamu kuruluşları ve diğer kurumlar ile ilişkileri, öğretim düzeyleri ve süreleri, yükseköğretime giriş, devam ve alınacak harçlar, Devletin yapacağı yardımlar ile ilgili ilkeler, disiplin ve ceza işleri, malî işler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim veEsas Sayısı : 2010/20 Karar Sayısı : 2011/166 2 teknoloji gereklerine göre yürütülmesi, Yükseköğretim Kuruluna ve üniversitelere Devletin sağladığı malî kaynakların kullanılması kanunla düzenlenir.' hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın 130. maddesi üniversite öğretim üyelerine belirli haklar ve yetkiler tanımıştır. Bilimsel özgürlük, serbestçe araştırmada ve yayında bulunabilme, öğrenim ve öğretimi özgürlük ve güvence içinde sürdürebilme hak ve yetkileri bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu itibarla, öğretim elemanlarının denenmek üzere başka bir yükseköğretim kurumunda görevlendirilmeleri halinde öğretim üyelerine tanınan güvencelerin sağlanabilmesi, hukuki güvenliğin oluşturulabilmesi için görevlendirmenin süresinin, bu süre içerisinde ilgili hakkında uygulanacak işlemlerin, ilgilinin çalışmalarının ve faaliyetlerinin izlenmesi yöntem ve esasları ile kadro durumunun ne olacağı konularının Yasada açıkça düzenlenmesi gerektiği halde bu hususlara 2547 sayılı Yasa'nın 7/l. maddesinde yer verilmemiştir. Ayrıca, 2547 sayılı Yasa'nın 7/ l. maddesi uyarınca yapılan atamanın denenmek üzere geçici bir süre görevlendirme mi yoksa naklen atama niteliğinde mi olduğu hususu da açıklık taşımamaktadır. Dolayısıyla, belirtilen Yasa kuralının Anayasa'nın 130. maddesinin yedinci ve dokuzuncu fıkralarına aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Anayasa'nın 130. maddesine aykırılık oluşturan kural, kuşkusuz, aynı zamanda Anayasa'nın 2. maddesinde ifadesini bulan 'Hukuk Devleti İlkesi'ne de aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir yasanın Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 7. maddesinin (l) bendinin Anayasa'nın 130. ve 2. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu kuralın Anayasa'ya aykırılığı ve uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 28.1.2010 gününde oyçokluğu ile karar verildi.'"
685
Esas Sayısı : 2014/64 Karar Sayısı : 2014/140 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "1982 Anayasasının 159. maddesinin 8. fıkrası, bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi, adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapma konusundaki karar verme yetkisini Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna vermiştir. Hiçbir kurum, kuruluş veya kişi Anayasanın tanıdığı bu yetkiyi aynı nitelikte bir norm ile değiştirmedikçe kullanamaz. Anayasa 159. maddesinin 8. fıkrasını kaldırır nitelikte olan yasal düzenlemenin, Anayasanın 175. maddesi kapsamında değiştirilmesi için gerekli olan sayısal çoğunluk sağlanarak Anayasal değişiklik yapmak yerine, yasa ile bu konuda değişiklik yapılması Anayasanın 159. maddesinin 8. fıkrasına, doğal hakim ilkesine ve yargının bağımsızlığını düzenleyen Anayasanın 138. maddesine aykırıdır. Örneğin; Anayasanın 143. maddesinde düzenlenen ve Anayasal bir kurum olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, ancak 5170 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile kaldırılabilmiştir. MADDE MADDE ANAYASAYA AYKIRILIK DEĞERLENDİRMESİ: A 6526 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1. maddesi ile düzenlenen 12.4.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununa eklenen geçici 14. maddesinde; a) 1. fıkradaki, "Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, 2.7.2012 tarihli ve 6352 sayılı Kanunun geçici 2. maddesi uyarınca görevlerine devam eden Ağır Ceza Mahkemeleri ile bu Kanunla yürürlükten kaldırılan Terörle Mücadele Kanununun 10. maddesi uyarınca görevlendirilen Ağır Ceza Mahkemeleri"nin kaldırılması şeklindeki düzenleme ile 5. fıkradaki, 2.7.2012 tarihli ve 6352 sayılı Kanunun geçici 2. maddesi uyarınca, bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce elinde derdest olarak görülmekte olan davalar yönünden Terörle Mücadele Kanunu kapsamında görevlerine devam eden Ağır Ceza Mahkemelerindeki hakimler ile Terörle Mücadele Kanunu ile yetkili olan mahkemelerde bulunan Terörle Mücadele Kanununun 10. maddesi uyarınca görevlendirilen hakimlerin adeta görevli oldukları mahkemedeki görevlerini elinden alıp görev yapamaz hale getirilmesi, görevden el çektirilmesi anlamına gelecek şekilde yargılamasını yapmakla görevli olduğu dosyalar ile ilgili olarak, devir işlemi dışında bütün yetkilerine son verilmesi ve "devredilen dosyalarla ilgili koruma tedbirleri hakkında karar vermeye bu mahkemelerin bulunduğu yer hâkim ve mahkemeleri yetkilidir." şeklindeki düzenlemenin öncelikle Anayasanın 159/8. maddesine aykırı olduğu, Anayasanın 159/8. maddesine göre, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun "Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara" bağlayacağı, Kurulun "adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini" yapacağını açıkça düzenlenmiştir. Bir diğer deyişle;Esas Sayısı : 2014/64 Karar Sayısı : 2014/140 2 Mahkemeyi kaldırma ve hakimlerin görevden el çektirilmesi, nöbetçi hakim ve mahkemelere görev verilmesi görevi münhasıran Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna verilmiştir. Bu yetki Anayasal anlamda verilmiş bir yetki olup, bu yetkinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılmasının açıkça yetki gaspı ve yargının yetkisine müdahale anlamını taşıyacağı açıktır. Bu sebeple yapılan kanuni düzenlemenin belirtilen kısmı; Anayasanın 6/2. maddesine (Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.), Anayasanın 9. maddesine (Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.), Anayasanın 11. maddesine (Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.), Anayasanın 14/1. maddesi 2. cümlesine (Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.), Anayasanın 37. maddesine (Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz.), Anayasanın 137/1. maddesine (Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.), Anayasanın 138/1. ve 2. maddeleri (Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.), Anayasanın 139/1. maddesine (Hakimler ve savcılar azlolunamaz), Anayasanın 140/1, 2, 3 maddelerine (Hakimler ve savcılar adli ve idari yargı hakim ve savcıları olarak görev yaparlar. Bu görevler meslekten hakim ve savcılar eliyle yürütülür. Hakimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler.Esas Sayısı : 2014/64 Karar Sayısı : 2014/140 3 Hakim ve savcıların nitelikleri, atanmaları, hakları ve ödevleri, aylık ve ödenekleri, meslekte ilerlemeleri, görevlerinin ve görev yerlerinin geçici veya sürekli olarak değiştirilmesi, haklarında disiplin kovuşturması açılması ve disiplin cezası verilmesi, görevleriyle ilgili veya görevleri sırasında işledikleri suçlarından dolayı soruşturma yapılması ve yargılanmalarına karar verilmesi, meslekten çıkarmayı gerektiren suçluluk veya yetersizlik halleri ve meslek içi eğitimleri ile diğer özlük işleri mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir.), Anayasanın 142. maddesine (Mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir.), Anayasanın 159/1 ve 8. fıkralara (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar. . Kurul, adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar; Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlar; ayrıca, Anayasa ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirir.) açıkça aykırıdır. b)Yine 5. fıkradaki "Ayrıca, bu Kanunla kaldırılan ağır ceza mahkemelerince verilip henüz gerekçesi yazılmamış olan hükümlerin gerekçeleri, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç on beş gün içinde yazılır." şeklindeki düzenlemenin, mahkememiz tarafından makul bir süre olmadığı, Ceza Muhakemesi Kanununun 230. maddesi ve Anayasanın 141/3. maddesinde belirten (Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.) anlamda gerekçeli bir karar yazılmasını kısıtlayan ve bu haliyle de açıkça Anayasaya aykırı olan yasal bir düzenleme olduğu anlaşılmaktadır. c) Yetkili ve görevli mahkemenin kapatılması ve dosyaya bakma yetkileri elinden alınan görevli hakimlerin baktıkları dosyaların dağıtılıp tasfiyesini içeren yukarıda "a ve b" bentlerinde gerekçeleri belirtilen Anayasal aykırılıklardan etkilenen geçici 14. maddesinin 2., 3., 4., 6., 7. maddeleri ile 5. maddenin diğer cümlelerinin de mevcut halleri ile açıkça Anayasaya aykırı olan yasal bir düzenlemeler olduğu değerlendirilmektedir. B Anayasa Mahkemesinin 2014/912 başvuru sayılı gerekçeli kararında belirtilen ve Anayasa Mahkemesi tarafından mahkememizce incelenmesi istenilen 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 232. maddesinin 3. bendinde belirtilen "hükmün gerekçesinin tümüyle tutanağa geçirilmemişse açıklanmasından itibaren en geç onbeş gün içerisinde dava dosyasına konulur" hükmündeki "onbeş gün" şeklindeki sınırlamanın, Anayasanın 141/3. maddesinde belirten "Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır." kuralını kısıtlayan, CMK 230. maddesindeki aranan şartlarda gerekçeli hüküm verilmesini engelleyen Anayasaya aykırı bir düzenleme olduğu anlaşılmıştır. Gerekçeli kararın, 6526 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 1. maddesi ile 12.4.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununa eklenen geçici madde 14. maddesinin 5. fıkrası 3. cümlesindeki kararın "onbeş gün içerisinde yazılması gerektiği" hükmü ile 5271 sayılı CezaEsas Sayısı : 2014/64 Karar Sayısı : 2014/140 4 Muhakemesi Kanununun 232. maddesinin 3. bendinde belirtilen "hükmün gerekçesinin tümüyle tutanağa geçirilmemişse açıklanmasından itibaren en geç onbeş gün içerisinde dava dosyasına konulur" hükmünün CMK 230. maddesindeki aranan şartlarda gerekçeli hüküm verilmesini engelleyeceği, 1982 Anayasasının 141/3. maddesi gereği; "Mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır" hükmünü ihlal eder nitelikte ciddi görülen bir aykırılık olduğu görülmüştür. Hükmen tutuklu sanık Mehmet İlker Başbuğ'un tahliye talebinin hangi mahkemede değerlendirileceği konusundaki görev ihtilafı ile gerekçeli kararın onbeş gün içinde yazılmasını düzenleyen kanun maddeleri ile ilgili Anayasaya aykırılık iddiaları ciddi bulunduğundan, bu konunun halli için aşağıdaki şekilde karar vermek gerekmiştir. GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: YUKARDA ARZ VE İZAH EDİLEN NEDENLERDEN DOLAYI: 1 06.03.2014 tarihli, 28933 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazete ile yürürlüğe giren 6526 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 1. maddesi, 12.4.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununa geçici madde 14. maddesinin 1. fıkrası ile bu fıkranın etkilediği 2, 3, 4, 5, 6 ve 7. fıkralarının Anayasanın 159/8. maddesine aykırı olduğu, 1982 Anayasasının 152. maddesi uyarınca Anayasaya aykırılığın ciddi olduğu kanısına varıldığından, bu konuda ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, 2 06.03.2014 tarihli, 28933 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazete ile yürürlüğe giren 6526 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 1. maddesi, 12.4.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununa geçici madde 14. maddesinin 5. fıkrasındaki, ".bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç onbeş gün içerisinde yazılır." hükmünün Anayasanın 141/3. maddesine aykırı olduğu, 1982 Anayasasının 152. maddesi uyarınca Anayasaya aykırılığın ciddi olduğu kanısına varıldığından, bu konuda ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, 3 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 232. maddesinin 3. bendinde belirtilen "hükmün gerekçesinin tümüyle tutanağa geçirilmemişse açıklanmasından itibaren en geç onbeş gün içerisinde dava dosyasına konulur" hükmündeki "onbeş gün" şeklindeki sınırlamanın, Anayasanın 141/3. maddesinde belirten "Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır." kuralını kısıtlayan, CMK 230. maddesindeki aranan şartlarda gerekçeli hüküm verilmesini engelleyen Anayasaya aykırı bir düzenleme olduğu anlaşıldığından, bu konuda ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, Bireysel başvuru sonucu verilen onbeş gün içerisinde gerekçeli kararın neden yazılamadığına ilişkin olarak verilecek kararın geri bırakılmasına, Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu oy birliğiyle karar verildi.""
1,524
Esas Sayı:1969/1 Karar Sayısı:1969/7 1 "... II. İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi özeti: Yerin tek Asliye Ceza Hâkimine sorgu hâkimliği yetkisi verilmesi onun asli görevini kısıtlamakta ve bir yerde kanunî hâkim varken kimi dâvaların, Anayasa'nın 32. maddesine aykırı olarak, tabiî hâkiminden başka birine ve başka bir ilçeye götürülmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu, "dâva nakli" müessesesinin kötüye kullanılmasıdır. Böyle bir durum tarafların maddî zararlarına yol açacağı gibi adaleti sür'at bakımından da aksatacaktır. Öte yandan Anayasa'nın geçici 8. maddesi hükmü karşısında 367 sayılı Kanunun, Yüksek Hâkimler Kurulunun işe başlaması ile ortadan kalkmış sayılması gerekir. Bu tek maddelik kanunun bir bölümünün artık yürürlükte olmadığını kabul etmek ve öteki bölümünü benimseyip uygulamak düşünülemez. Esasen 367 sayılı Kanunun uygulanmasında tutulan yol da Anayasa'nın 134. ve 136. maddelerine aykırı bir yön almıştır. 45 sayılı Kanunun 29/6. ve 32/4. maddelerine gelince : Bu hükümler açıklıktan yoksundur ve hâkimlik teminatını daima zedeleyecek niteliktedir. 367 sayılı Kanunun bir bölümü yürürlükte ise o bölümün de yine hâkimlik teminatını zedeleyici niteliği ortadır."
160
Esas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 1 ... 1. 01/02/2018 tarih ve 7069 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 6. maddesiyle 18/1/1972 tarihli ve 1512 sayılı Noterlik Kanununun 7 nci maddesinin ikinci fıkrasına olanlar ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen ile terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 1512 sayılı Noterlik Kanununun 7. maddesinde Noterlik stajına başlama koşulları düzenlenmiştir. İptali istenen ibareleri içeren ikinci fıkrada noterlik stajına engel mahkûmiyeti olanlar ile terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanların, noterliğe kabul edilemeyeceği hükmüne yer verilmiştir. Buna göre terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar noterlik mesleğine kabul edilmeyeceklerdir. Noterlik Kanununun 1. maddesinde noterlik bir kamu hizmeti olarak tanımlanmıştır. Anayasanın 70. maddesinde kamu hizmetine girme bir temel hak olarak düzenlenmiş ve kamu hizmetine girmede mesleğin gerektirdiği niteliklerin dışında hiçbir ayrım gözetilemeyeceği hükmüne yer verilmiştir. Dolayısıyla iptali istenen düzenleme ile Anayasanın 70. maddesinde güvence altına alınan kamu hizmetine girme hakkına müdahale edilmiştir. Anayasanın 13. maddesinde temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesine yer verilmiştir. Kanunla sınırlama ilkesinin nedeni birey haklarına keyfi müdahaleyi engellemek olup, yasama organının açık tartışma ile kabul ettiği bir yasa çerçevesinde temel haklara müdahaleye izin verilmesi bireylerin temel haklarını korumayı amaçlamaktadır. Birey haklarına müdahaleye izin veren yasalar ancak içeriği belirli, anlamı öngörülebilir ise kendisinden beklenen faydayı sağlayacaktır. Temel haklara müdahaleye izin veren bir yasanın içeriği muğlâk ve tanınan yetkinin kapsamı konusunda belirlilik içermiyorsa yasayla sınırlama ölçütü ihlal edilmiş demektir. İptali istenen kuralda yer alan terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar ibaresinde yer alan iltisak ve irtibat kavramlarının içeriği belirsiz ve öngörülemezdir. Bir haktan yararlanma engeli, dolayısıyla hakkın sınırlama nedeni olarak öngörülen bu fiiller oldukça muğlâk olup bunların içeriğini öngörmek tamamen imkânsızdır. Hangi somut eylemlerin bu suçları oluşturduğu ve bu suçlar arasındaki farkın ne olduğunu ortaya koyan hiçbir düzenleme ya da açıklık bulunmamaktadır. Ayrıca bu tespitin nasıl ve kim tarafından yapılacağı, söz konusu tespit yapılırken bireylerin usulü güvencelerden yararlandırılıp yararlandırılmayacağı ve söz konusu tespit aleyhine yargı yollarına başvuru imkânı olup olmadığı gibi hususlar da tamamen belirsizdir. Oysa bir hukuk devletinde hukuk kurallarının belli ve öngörülebilir olması asgari koşuldur. Hangi fiilleri dolayısıyla bireylerin yaptırıma tabi tutulabileceklerini önceden öngörebilmeleri gerekir. Adı geçen kavramların içeriği ve ağırlığı belirli olmadığı gibi uygulanacak yaptırımın ağırlığı bakımından da bir belirleme bulunmayıp tamamı aynı yaptırıma tabi tutulmuştur. Bu derece muğlâk ve belirsiz bir düzenlemenin öngörülebilir olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Yasaların içeriğinin belirliliği ve öngörülebilirliği hukuka bağlı yönetimin en temel gereklerinden biridir. Bireyler en azından bir uzmanın yardımıyla hukuk kuralının kendisinden hangi davranışı beklediğini, davranışlarının sonuçlarının ne olacağını öngörebilmelidir. Bu birey özgürlüğünün de asgari koşuludur. Yasaların hangi davranışı yasakladığını ve hangiEsas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 2 davranışı serbest bıraktığını öngöremeyen bir bireyin davranışlarını özgürce belirlemesi mümkün olmadığı gibi, bir davranışın sonuçlarının ne olacağını öngöremeyen bireyin davranışlarından sorumlu tutulması da birey özgürlüğü ile bağdaşmaz. Hukuk devletinin yasaların öngörülebilirliğine atfettiği önem, özgürlük ile öngörülebilirlik arasındaki bu ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle iptali istenen içeriği belirsiz kavramlar öncelikle Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Diğer taraftan yukarıda belirtildiği gibi kural Anayasanın 70. maddesinde güvence altına alınan kamu hizmetine girme hakkına müdahale teşkil etmektedir. Bu müdahale Anayasanın 13. maddesinde yer alan kanunla sınırlama kuralına da uymamaktadır. Zira içeriği belirsiz ve muğlâk bir düzenlemenin 13. maddede öngörülen kanunla sınırlama güvencesine uygun olduğu söylenemez. Aynı şekilde söz konusu kural sadece olağanüstü hal süresince uygulanacak bir kural olmayıp sürekli nitelik taşımaktadır. İptali istenen kural ile kamu görevine girme hakkına yapılan müdahale ilgili maddede öngörülen koşullara ve Anayasanın 13. ve 15. maddelerinde belirtilen sınırlama ölçütlerine uyulmadan yapılmış, ölçüsüz bir müdahaledir. Ayrıca Anayasanın 38. maddesinde suç ve cezaların kanuniliği ilkesi düzenlenmiştir. Buna göre bireyler ancak işlendiği zaman yürürlükteki kanunların suç saydığı fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilirler ve ancak fiil işlendiği zaman kanunda öngörülen ceza ile cezalandırılabilirler. Bu kuralın gereği olarak ceza ve ceza yerine geçen tedbirler ancak kanun yoluyla konulabilir. Kanun altı düzenlemeler, hatta KHKlar ile ceza normu konamaz. Suç ve cezaların kanuniliğinden söz edilebilmesi için bunu düzenleyen yasa hükmünün bireyler açısından en azından bir hukukçunun yardımıyla anlaşılabilir olması, yani bireylerin hangi fiillerin yasaklandığını ve yaptırıma tabi tutulduğunu öngörebilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına göre disiplin suç ve cezaları da 38. maddede öngörülen kanunilik ilkesine tabidir. Anayasa Mahkemesi pek çok kararında Anayasanın 38. maddesindeki ilkelerin disiplin suç ve cezaları için de geçerli olduğuna karar vermiştir (bkz. E.2014/100, K.2015/6, K.T. 14.1.2015; E. 2010/28, K. 2011/139, K.T. 20.10.2011). İptali istenen kural ile getirilen yasak noterlik mesleğine kabulü engelleyen bir tür disiplin yaptırımı niteliği de taşımaktadır. Mesleğe kabul edilmeme sonucunu doğuracak fiilleri düzenleyen kuralın hangi eylemin bu sonucu doğuracağını açık bir şekilde ortaya koyması gerekir. Oysa yukarıda belirtildiği gibi bu kavramların içeriği ve kapsamı belli olmadığı gibi, bu açıklığı sağlayacak ne bir alt düzenleme ne de yargısal içtihat ortaya çıkmış değildir. Nitekim Venedik Komisyonu da OHAL KHKlarına ilişkin olarak yayınladığı 9 10 Aralık 2016 tarihli görüşünün (Turkey Opinion on Emergency Decree Laws Nos 667 676 adopted following the failed coup of 15 July 2016, 9 10 December 2016, [CDL AD(2016)037 e]) 128 131. paragraflarında bu duruma açıkça dikkat çekmiş ve kavramların içeriğinin açıklığa kavuşturulmasını tavsiye etmiştir. Venedik Komisyonunun görüşünün yayınlandığı günden bu zamana kadar da bu açıklığı sağlayacak herhangi bir gelişme yaşanmamıştır. Ayrıca bu kuralın geçmişe yürütülerek uygulanması olasılığı da çok yüksektir. Zira terör örgütleriyle irtibat ve iltisak belirlemesinin KHK ile görevden alınanları da kapsar şekilde uygulanacağı açıktır. Oysa KHKlar ile görevden almaların tamamında söz konusu kavramlar geçmişe yürütülerek uygulanmıştır ve bu geçmişe yürürlü uygulamaya bazı sonuçlar bağlamak bu uygulamayı devam ettirmek anlamına gelecektir. Bu nedenle de de kural Anayasanın 38.Esas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 3 maddesinde güvence altına alınan ceza normlarının geçmişe yürümezliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural Anayasanın 2., 13., 15., 38. ve 70. maddelerine açıkça aykırıdır ve iptali gerekir. 2. 01/02/2018 tarih ve 7069 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 9. maddesiyle /6/2012 tarihli ve 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanununun 20 nci maddesinin ikinci fıkrasına (ç) bendinden sonra gelmek üzere eklenen (d) bendinin Anayasaya aykırılığı 6325 sayılı Kanunun 20. maddesinde Arabuluculuk siciline kayıt koşulları düzenlenmiştir. İptali istenen bentte terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanların, sicile kayıt edilemeyeceği hükmüne yer verilmiştir. Buna göre terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar arabuluculuk siciline kayıt edilmeyecek dolayısıyla arabuluculuk yapamayacaktır. Kanunun 2. maddesinde arabuluculuk, sistematik teknikler uygulayarak, görüşmek ve müzakerelerde bulunmak amacıyla tarafları bir araya getiren, onların birbirlerini anlamalarını ve bu suretle çözümlerini kendilerinin üretmesini sağlamak için aralarında iletişim sürecinin kurulmasını gerçekleştiren, tarafların çözüm üretemediklerinin ortaya çıkması hâlinde çözüm önerisi de getirebilen, uzmanlık eğitimi almış olan tarafsız ve bağımsız bir üçüncü kişinin katılımıyla ve ihtiyarî olarak yürütülen uyuşmazlık çözüm yöntemi şeklinde tanımlanmıştır. Arabulucu sıfatını kazanmak ve arabuluculuk faaliyeti yürütebilmek için Bakanlıkça düzenlenen arabuluculuk siciline kayıt olmak gerekmektedir. Kanundaki tanımdan arabuluculuğun bir serbest meslek olarak düzenlendiği anlaşılmaktadır. Bir serbest mesleğin icrası Anayasanın 48. maddesinde güvence altına alınan çalışma ve teşebbüs özgürlüğü kapsamında olduğunda kuşku bulunmamaktadır. 48. maddeye göre herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir. Ancak arabuluculuk bir kamu hizmeti olarak görülürse bu aynı zamanda 70. maddenin koruması altında olduğu anlamına gelecektir. Anayasanın 70. maddesinde kamu hizmetine girme bir temel hak olarak düzenlenmiş ve kamu hizmetine girmede mesleğin gerektirdiği niteliklerin dışında hiçbir ayrım gözetilemeyeceği hükmüne yer verilmiştir. Dolayısıyla iptali istenen düzenleme ile Anayasanın 48. ve 70. maddelerinde güvence altına alınan haklara müdahale edilmiştir. Anayasanın 13. maddesinde temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesine yer verilmiştir. Kanunla sınırlama ilkesinin nedeni birey haklarına keyfi müdahaleyi engellemek olup, yasama organının açık tartışma ile kabul ettiği bir yasa çerçevesinde temel haklara müdahaleye izin verilmesi bireylerin temel haklarını korumayı amaçlamaktadır. Birey haklarına müdahaleye izin veren yasalar ancak içeriği belirli, anlamı öngörülebilir ise kendisinden beklenen faydayı sağlayacaktır. Temel haklara müdahaleye izin veren bir yasanın içeriği muğlâk ve tanınan yetkinin kapsamı konusunda belirlilik içermiyorsa yasayla sınırlama ölçütü ihlal edilmiş demektir. İptali istenen kuralda yer alan terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar ibaresinde yer alan iltisak ve irtibat kavramlarının içeriği belirsiz ve öngörülemezdir. Bir haktan yararlanma engeli, dolayısıyla hakkın sınırlama nedeni olarak öngörülen bu fiillerEsas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 4 oldukça muğlâk olup bunların içeriğini öngörmek tamamen imkânsızdır. Hangi somut eylemlerin bu suçları oluşturduğu ve bu suçlar arasındaki farkın ne olduğunu ortaya koyan hiçbir düzenleme ya da açıklık bulunmamaktadır. Ayrıca bu tespitin nasıl ve kim tarafından yapılacağı, söz konusu tespit yapılırken bireylerin usulü güvencelerden yararlandırılıp yararlandırılmayacağı ve söz konusu tespit aleyhine yargı yollarına başvuru imkânı olup olmadığı gibi hususlar da tamamen belirsizdir. Oysa bir hukuk devletinde hukuk kurallarının belli ve öngörülebilir olması asgari koşuldur. Hangi fiilleri dolayısıyla bireylerin yaptırıma tabi tutulabileceklerini önceden öngörebilmeleri gerekir. Adı geçen kavramların içeriği ve ağırlığı belirli olmadığı gibi uygulanacak yaptırımın ağırlığı bakımından da bir belirleme bulunmayıp tamamı aynı yaptırıma tabi tutulmuştur. Bu derece muğlâk ve belirsiz bir düzenlemenin öngörülebilir olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Yasaların içeriğinin belirliliği ve öngörülebilirliği hukuka bağlı yönetimin en temel gereklerinden biridir. Bireyler en azından bir uzmanın yardımıyla hukuk kuralının kendisinden hangi davranışı beklediğini, davranışlarının sonuçlarının ne olacağını öngörebilmelidir. Bu birey özgürlüğünün de asgari koşuludur. Yasaların hangi davranışı yasakladığını ve hangi davranışı serbest bıraktığını öngöremeyen bir bireyin davranışlarını özgürce belirlemesi mümkün olmadığı gibi, bir davranışın sonuçlarının ne olacağını öngöremeyen bireyin davranışlarından sorumlu tutulması da birey özgürlüğü ile bağdaşmaz. Hukuk devletinin yasaların öngörülebilirliğine atfettiği önem, özgürlük ile öngörülebilirlik arasındaki bu ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle iptali istenen içeriği belirsiz kavramlar öncelikle Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Diğer taraftan yukarıda belirtildiği gibi kural Anayasanın 48. ve 70. maddelerinde güvence altına alınan çalışma ve kamu hizmetine girme haklarına müdahale teşkil etmektedir. Bu müdahale Anayasanın 13. maddesinde yer alan kanunla sınırlama kuralına da uymamaktadır. Zira içeriği belirsiz ve muğlâk bir düzenlemenin 13. maddede öngörülen kanunla sınırlama güvencesine uygun olduğu söylenemez. Aynı şekilde söz konusu kural sadece olağanüstü hal süresince uygulanacak bir kural olmayıp sürekli nitelik taşımaktadır. İptali istenen kural ile kamu görevine girme hakkına yapılan müdahale ilgili maddede öngörülen koşullara ve Anayasanın 13. ve 15. maddelerinde belirtilen sınırlama ölçütlerine uyulmadan yapılmış, ölçüsüz bir müdahaledir. Ayrıca Anayasanın 38. maddesinde suç ve cezaların kanuniliği ilkesi düzenlenmiştir. Buna göre bireyler ancak işlendiği zaman yürürlükteki kanunların suç saydığı fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilirler ve ancak fiil işlendiği zaman kanunda öngörülen ceza ile cezalandırılabilirler. Bu kuralın gereği olarak ceza ve ceza yerine geçen tedbirler ancak kanun yoluyla konulabilir. Kanun altı düzenlemeler, hatta KHKlar ile ceza normu konamaz. Suç ve cezaların kanuniliğinden söz edilebilmesi için bunu düzenleyen yasa hükmünün bireyler açısından en azından bir hukukçunun yardımıyla anlaşılabilir olması, yani bireylerin hangi fiillerin yasaklandığını ve yaptırıma tabi tutulduğunu öngörebilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına göre disiplin suç ve cezaları da 38. maddede öngörülen kanunilik ilkesine tabidir. Anayasa Mahkemesi pek çok kararında Anayasanın 38. maddesindeki ilkelerin disiplin suç ve cezaları için de geçerli olduğuna karar vermiştir (bkz. E.2014/100, K.2015/6, K.T. 14.1.2015; E. 2010/28, K. 2011/139, K.T. 20.10.2011). İptali istenen kural ile getirilen yasak arabuluculuk mesleğine kabulü engelleyen bir tür disiplin yaptırımı niteliği de taşımaktadır. Mesleğe kabul edilmeme sonucunu doğuracak fiilleriEsas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 5 düzenleyen kuralın hangi eylemin bu sonucu doğuracağını açık bir şekilde ortaya koyması gerekir. Oysa yukarıda belirtildiği gibi bu kavramların içeriği ve kapsamı belli olmadığı gibi, bu açıklığı sağlayacak ne bir alt düzenleme ne de yargısal içtihat ortaya çıkmış değildir. Nitekim Venedik Komisyonu da OHAL KHKlarına ilişkin olarak yayınladığı 9 10 Aralık 2016 tarihli görüşünün (Turkey Opinion on Emergency Decree Laws Nos 667 676 adopted following the failed coup of 15 July 2016, 9 10 December 2016, [CDL AD(2016)037 e]) 128 131. paragraflarında bu duruma açıkça dikkat çekmiş ve kavramların içeriğinin açıklığa kavuşturulmasını tavsiye etmiştir. Venedik Komisyonunun görüşünün yayınlandığı günden bu zamana kadar da bu açıklığı sağlayacak herhangi bir gelişme yaşanmamıştır. Ayrıca bu kuralın geçmişe yürütülerek uygulanması olasılığı da çok yüksektir. Zira terör örgütleriyle irtibat ve iltisak belirlemesinin KHK ile görevden alınanları da kapsar şekilde uygulanacağı açıktır. Oysa KHKlar ile görevden almaların tamamında söz konusu kavramlar geçmişe yürütülerek uygulanmıştır ve bu geçmişe yürürlü uygulamaya bazı sonuçlar bağlamak bu uygulamayı devam ettirmek anlamına gelecektir. Bu nedenle de kural Anayasanın 38. maddesinde güvence altına alınan ceza normlarının geçmişe yürümezliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural Anayasanın 2., 13., 15., 38., 48. ve 70. maddelerine açıkça aykırıdır ve iptali gerekir. 3. 01/02/2018 tarih ve 7069 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 10. maddesiyle 3/11/2016 tarihli ve 6754 sayılı Bilirkişilik Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasına (a) bendinden sonra gelmek üzere eklenen (b) bendinin Anayasaya aykırılığı 6754 sayılı Kanunun 10. maddesinde bilirkişiliğe kabul koşulları düzenlenmiştir. İptali istenen bentte terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanların, bilirkişiliğe kabul edilmeyeceği hükmüne yer verilmiştir. Buna göre terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar bilirkişiler bölge kuruluna kayıt edilmeyecek dolayısıyla bilirkişilik yapamayacaktır. Kanunun 2. maddesinde bilirkişi, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde oy ve görüşünü sözlü veya yazılı olarak vermesi için başvurulan gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi şeklinde tanımlanmıştır. Bilirkişi sıfatını kazanmak ve bilirkişilik faaliyeti yürütebilmek için bölge kurullarınca tutulan bilirkişi siciline kayıt olmak gerekmektedir. Kanundaki tanımdan bilirkişiliğin bir serbest meslek olarak düzenlendiği anlaşılmaktadır. Bir serbest mesleğin icrası Anayasanın 48. maddesinde güvence altına alınan çalışma ve teşebbüs özgürlüğü kapsamında olduğunda kuşku bulunmamaktadır. 48. maddeye göre herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir. Ancak bilirkişilik bir kamu hizmeti olarak görülürse bu aynı zamanda 70. maddenin koruması altında olduğu anlamına gelecektir. Anayasanın 70. maddesinde kamu hizmetine girme bir temel hak olarak düzenlenmiş ve kamu hizmetine girmede mesleğin gerektirdiği niteliklerin dışında hiçbir ayrım gözetilemeyeceği hükmüne yer verilmiştir. Dolayısıyla iptali istenen düzenleme ile Anayasanın 48. ve 70. maddelerinde güvence altına alınan haklara müdahale edilmiştir.Esas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 6 Anayasanın 13. maddesinde temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesine yer verilmiştir. Kanunla sınırlama ilkesinin nedeni birey haklarına keyfi müdahaleyi engellemek olup, yasama organının açık tartışma ile kabul ettiği bir yasa çerçevesinde temel haklara müdahaleye izin verilmesi bireylerin temel haklarını korumayı amaçlamaktadır. Birey haklarına müdahaleye izin veren yasalar ancak içeriği belirli, anlamı öngörülebilir ise kendisinden beklenen faydayı sağlayacaktır. Temel haklara müdahaleye izin veren bir yasanın içeriği muğlâk ve tanınan yetkinin kapsamı konusunda belirlilik içermiyorsa yasayla sınırlama ölçütü ihlal edilmiş demektir. İptali istenen kuralda yer alan terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar ibaresinde yer alan iltisak ve irtibat kavramlarının içeriği belirsiz ve öngörülemezdir. Bir haktan yararlanma engeli, dolayısıyla hakkın sınırlama nedeni olarak öngörülen bu fiiller oldukça muğlâk olup bunların içeriğini öngörmek tamamen imkânsızdır. Hangi somut eylemlerin bu suçları oluşturduğu ve bu suçlar arasındaki farkın ne olduğunu ortaya koyan hiçbir düzenleme ya da açıklık bulunmamaktadır. Ayrıca bu tespitin nasıl ve kim tarafından yapılacağı, söz konusu tespit yapılırken bireylerin usulü güvencelerden yararlandırılıp yararlandırılmayacağı ve söz konusu tespit aleyhine yargı yollarına başvuru imkânı olup olmadığı gibi hususlar da tamamen belirsizdir. Oysa bir hukuk devletinde hukuk kurallarının belli ve öngörülebilir olması asgari koşuldur. Hangi fiilleri dolayısıyla bireylerin yaptırıma tabi tutulabileceklerini önceden öngörebilmeleri gerekir. Adı geçen kavramların içeriği ve ağırlığı belirli olmadığı gibi uygulanacak yaptırımın ağırlığı bakımından da bir belirleme bulunmayıp tamamı aynı yaptırıma tabi tutulmuştur. Bu derece muğlâk ve belirsiz bir düzenlemenin öngörülebilir olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Yasaların içeriğinin belirliliği ve öngörülebilirliği hukuka bağlı yönetimin en temel gereklerinden biridir. Bireyler en azından bir uzmanın yardımıyla hukuk kuralının kendisinden hangi davranışı beklediğini, davranışlarının sonuçlarının ne olacağını öngörebilmelidir. Bu birey özgürlüğünün de asgari koşuludur. Yasaların hangi davranışı yasakladığını ve hangi davranışı serbest bıraktığını öngöremeyen bir bireyin davranışlarını özgürce belirlemesi mümkün olmadığı gibi, bir davranışın sonuçlarının ne olacağını öngöremeyen bireyin davranışlarından sorumlu tutulması da birey özgürlüğü ile bağdaşmaz. Hukuk devletinin yasaların öngörülebilirliğine atfettiği önem, özgürlük ile öngörülebilirlik arasındaki bu ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle iptali istenen içeriği belirsiz kavramlar öncelikle Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Diğer taraftan yukarıda belirtildiği gibi kural Anayasanın 48. ve 70. maddelerinde güvence altına alınan çalışma ve kamu hizmetine girme haklarına müdahale teşkil etmektedir. Bu müdahale Anayasanın 13. maddesinde yer alan kanunla sınırlama kuralına da uymamaktadır. Zira içeriği belirsiz ve muğlâk bir düzenlemenin 13. maddede öngörülen kanunla sınırlama güvencesine uygun olduğu söylenemez. Aynı şekilde söz konusu kural sadece olağanüstü hal süresince uygulanacak bir kural olmayıp sürekli nitelik taşımaktadır. İptali istenen kural ile kamu görevine girme hakkına yapılan müdahale ilgili maddede öngörülen koşullara ve Anayasanın 13. ve 15. maddelerinde belirtilen sınırlama ölçütlerine uyulmadan yapılmış, ölçüsüz bir müdahaledir. Ayrıca Anayasanın 38. maddesinde suç ve cezaların kanuniliği ilkesi düzenlenmiştir. Buna göre bireyler ancak işlendiği zaman yürürlükteki kanunların suç saydığı fiiller nedeniyleEsas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 7 sorumlu tutulabilirler ve ancak fiil işlendiği zaman kanunda öngörülen ceza ile cezalandırılabilirler. Bu kuralın gereği olarak ceza ve ceza yerine geçen tedbirler ancak kanun yoluyla konulabilir. Kanun altı düzenlemeler, hatta KHKlar ile ceza normu konamaz. Suç ve cezaların kanuniliğinden söz edilebilmesi için bunu düzenleyen yasa hükmünün bireyler açısından en azından bir hukukçunun yardımıyla anlaşılabilir olması, yani bireylerin hangi fiillerin yasaklandığını ve yaptırıma tabi tutulduğunu öngörebilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına göre disiplin suç ve cezaları da 38. maddede öngörülen kanunilik ilkesine tabidir. Anayasa Mahkemesi pek çok kararında Anayasanın 38. maddesindeki ilkelerin disiplin suç ve cezaları için de geçerli olduğuna karar vermiştir (bkz. E.2014/100, K.2015/6, K.T. 14.1.2015; E. 2010/28, K. 2011/139, K.T. 20.10.2011). İptali istenen kural ile getirilen yasak bilirkişilik mesleğine kabulü engelleyen bir tür disiplin yaptırımı niteliği de taşımaktadır. Mesleğe kabul edilmeme sonucunu doğuracak fiilleri düzenleyen kuralın hangi eylemin bu sonucu doğuracağını açık bir şekilde ortaya koyması gerekir. Oysa yukarıda belirtildiği gibi bu kavramların içeriği ve kapsamı belli olmadığı gibi, bu açıklığı sağlayacak ne bir alt düzenleme ne de yargısal içtihat ortaya çıkmış değildir. Nitekim Venedik Komisyonu da OHAL KHKlarına ilişkin olarak yayınladığı 9 10 Aralık 2016 tarihli görüşünün (Turkey Opinion on Emergency Decree Laws Nos 667 676 adopted following the failed coup of 15 July 2016, 9 10 December 2016, [CDL AD(2016)037 e]) 128 131. paragraflarında bu duruma açıkça dikkat çekmiş ve kavramların içeriğinin açıklığa kavuşturulmasını tavsiye etmiştir. Venedik Komisyonunun görüşünün yayınlandığı günden bu zamana kadar da bu açıklığı sağlayacak herhangi bir gelişme yaşanmamıştır. Ayrıca bu kuralın geçmişe yürütülerek uygulanması olasılığı da çok yüksektir. Zira terör örgütleriyle irtibat ve iltisak belirlemesinin KHK ile görevden alınanları da kapsar şekilde uygulanacağı açıktır. Oysa KHKlar ile görevden almaların tamamında söz konusu kavramlar geçmişe yürütülerek uygulanmıştır ve bu geçmişe yürürlü uygulamaya bazı sonuçlar bağlamak bu uygulamayı devam ettirmek anlamına gelecektir. Bu nedenle de kural Anayasanın 38. maddesinde güvence altına alınan ceza normlarının geçmişe yürümezliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural Anayasanın 2., 13., 15., 38., 48. ve 70. maddelerine açıkça aykırıdır ve iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasa Mahkemesinin 7069 sayılı Kanunun Anayasaya aykırı gördüğümüz maddelerinin anayasa uygunluğunu incelemesi ve esastan karara bağlaması zaman alabilecektir. Yargı denetimi yürütme organının hukuk devleti sınırları içinde kalmasını sağlayan en etkili araçtır. Olağanüstü hallerde yargı denetiminin önemi daha da artmakta, devlet organlarının işlemlerinin yargı denetimine bağlı tutulması, yasama organının Anayasanın çizdiği sınırlar içinde kalmasını sağlamak ve temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından özellikle önem taşımaktadır. İptalini istediğimiz 7069 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasının insan haklarına saygılı demokratik hukuk devleti ilkesine, Anayasanın üstünlüğüne ve bağlayıcılığına aykırılık oluşturan sonradan giderilmesi olanaksız durumların ortaya çıkmasına neden olacağı ve zararlarEsas Sayısı : 2018/89 Karar Sayısı : 2018/84 8 doğuracağı açık olduğundan, ayrıca Anayasa Mahkemesinin yapacağı inceleme sonucunda iptal kararı vermesi durumunda bu kararının sonuçsuz kalmaması amacıyla kararın Resmî Gazete'de yayımlanacağı güne kadar yürürlüğün durdurulması istemiyle iptal davası açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 01/02/2018 tarih ve 7069 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 1) 6. maddesiyle 18/1/1972 tarihli ve 1512 sayılı Noterlik Kanununun 7 nci maddesinin ikinci fıkrasına olanlar ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen ile terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunanlar ibaresinin Anayasanın 2., 13., 15., 38. ve 70. maddelerine, 2) 9. maddesiyle /6/2012 tarihli ve 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanununun 20 nci maddesinin ikinci fıkrasına (ç) bendinden sonra gelmek üzere eklenen (d) bendinin Anayasanın 2., 13., 15., 38., 48. ve 70. maddelerine, 3) 10. maddesiyle 3/11/2016 tarihli ve 6754 sayılı Bilirkişilik Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasına (a) bendinden sonra gelmek üzere eklenen (b) bendinin Anayasanın 2., 13., 15., 38., 48. ve 70. maddelerine, aykırı olması nedeniyle iptallerine ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
3,332
Esas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 1 ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde Bir davaya bakmakta olan Mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, davacının Adana İli, Çukurova İlçesi, Kireçocağı Mahallesi 2850 ada 9 parsel numaralı taşınmazına davalı idare tarafından kamulaştırmasız el atıldığından bahisle, fazlaya ilişkin talep ve dava hakkı saklı kalmak kaydı ile 10.000 TL zararın ödenmesi ile ilgili dava konusu uyuşmazlığa 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasına eklenen geçici 11. maddesinde belirtilen cümlesi uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama olanağı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasanın Hak arama hürriyeti başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasında, Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunda ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilerek, herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme olanağı sağlanmıştır. Böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir korunma mekanizmasına kavuşturulmuştur. Bir uyuşmazlığı Mahkeme Önüne götürme, Mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Hak arama özgürlüğünün bir gereği olan Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonunda verilen kararın etkili bir şekilde aynen ve gecikmeksizin uygulanmasını da gerektirmektedir. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarım geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması hukuk devletinin asgari gereklerindendir. Bu nedenle, davaya taraf olan kişinin Anayasal güvencelerinin etkin olarak korunması ve hukuka uygunluğunun sağlanması için, idarenin kendisi hakkında karar verebileceği konuyu yargı mercileri önüne uyuşmazlık şeklinde getirebilmesiyle olanaklıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ BaşlıklıEsas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 2 ANAYASANIN 2. MADDESİ; Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru Milli Dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yaran düşüncesi olmaksızın başka bir deyimle yalnızca özel çıkar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamıyacağıdır. Buna göre çıkarılması için kamu yaran bulunmayan bir yasa kuralı Anayasanın 2. maddesine aykırı olur ve dava açıldığında iptali gerekir. (Any.Mah. 22.6.1972, Es.1972/14, K. 1972/34; R.G.11.1.1973). Hukuk devletinin temel unsuru bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu da dahil olmak üzere devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde Kanun Koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır. (Any.Mah. 11.10.1963, Es.1963/124. Ka.1963/243, AMKD.sy.l,sh.429; aynı yönde: Any.Mah.3.7.1986, Es.1963/3, Ka. 1986/15, R.G.10.12.1986 Sayı:19307). Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunları devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan, başka bir deyimle devlet organlarının tüm işlemlerinin bağımsız yargı denetiminden geçirilmesini ve böylece hukuka ve Anayasaya uygun olmalarını sağlayan devlet dermektir. (Any.Mah. 13.1.1977, Es. 1976/45, Ka. 1977/1; AMKD.sy.15.sy.44; R;G.28.3.1978 Sayı: 16242) Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da açıklandığı üzere, hukuk devleti demek, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi, hukuk devleti ilkesinin öteki öğelerinin de güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi, bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah. 27.1.1977, Es. 1976/43,Ka. 1977/14, AMKD.sy. l5,sh.ll7; R.G.21.4.1977 Sayı: 15916). Yasaların üstünde yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu Anayasa ve temel hukuk ilkeleri vardır. Anayasada öngörülen devletin amacı ve varlığıyla bağdaşmayan, hukukun ana ilkelerine dayanmayan yasalar kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır... Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. (Any.Mah. 20.10.1988, Es. 1988/19, Ka. 1988/33; R.G. 11.12.1988, Sayı 20016) tespit ve yorumları bulunmaktadır. Anayasa 2. madde içeriğindeki Hukuk Devlet kavramı açısından bilimsel görüş;Esas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 3 Yürütme işlemlerinin yargısal denetimi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, tek başına hukukun üstünlüğünü ve vatandaşların hukuki güvenliğini sağlamaya yeterli değildir. Çünkü bu denetim, nihayet yürütme işlemlerinin kanunlara uygunluğunu sağlayabilecektir. Oysa kanunların kendisi Anayasaya aykırı olduğu takdirde, vatandaşların Anayasal haklarının çiğnenmesi yine önlenemeyecektir. Şu halde hukuk devletinin tam anlamıyla gerçekleşebilmiş sayılabilmesi için, sadece yürütme organının işlemlerinin kanunlara uygunluğunun değil, yasama işlemlerinin de Anayasa uygunluğunun yargı organlarınca denetlenebilmesi gerekir... Hukuk devleti denilince, ilk olarak yürütmenin hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir. Hukuk devleti bakımından önemli olan nokta, yürütmenin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı organlarınca denetlenip denetlenememesidir. Bu denetim sağlandıktan sonra, denetimi yapan Mahkemenin genel Mahkeme veya İdare Mahkemesi oluşu, hukuk devleti açısından önem taşımaz. Nitekim hukuk devleti, adli idareyi benimseyen Anglo Sakson ülkelerinde olduğu kadar, idari yargıyı benimseyen Kara Avrupası ülkelerinde de mevcuttur. (Özbudun, sh.96 ve) şeklindedir. 2 DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ Başlıklı 5. MADDESİ; Anayasanın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmünü içermektedir. Anayasanın 5. maddesinin gerekçesinde: ...Devletin... milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet, ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracaktır. Ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal devletin görevidir... olarak belirtilmektedir. Anayasa 5. madde içeriğindeki kavramlar açısından bilimsel görüş; 1982 Anayasası, 5. madde ile, devletin amaç ve görevlerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Bu maddede devletin görevleri üç grupta toplanmıştır. 1 Türk milletinin bağımsızlığını ye bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, 2 Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, 3 Kişi hak ve hürriyetleri için sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmak. (Dal,sh. 141) şeklindedir. 3 YARGI YETKİSİ Başlıklı 9. MADDESİ; Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız Mahkemelerce kullanılır. Gerekçe: Yargı yetkisi, fert, hak ve hürriyetleri sorununun ortaya çıktığı günden beri kabul edildiği üzere bağımsız organlar tarafından bağımsız Mahkemelerce yerine getirilecektir.Esas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 4 Anayasanın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uygun işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi unsuru, hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah 2.5.1976, Es. 1976/1, Ka. 1976/8; E.G. 16.8.1976) 4 MÜLKİYET HAKKI Başlıklı 35. MADDESİNDE; Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Gerekçe: Madde, birbirine yakın ve birbiriyle ilgili iki temel hakkı, mülkiyet ve miras haklarını birlikte düzenlemiştir. Bu birlikte düzenleme 18 inci yüzyıldan beri geleneğin sonucudur. Anayasa hem mülkiyet hakkını hem miras hakkını Anayasal bir müessese olarak teminat altına almaktadır. Maddede mülkiyet ve miras haklarının, diğer temel haklan gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlamıştır. Madde bundan sonra mülkiyet ve miras haklarının kamu yararı amacı ile sınırlandırabileceğine işaret etmiş; daha sonra mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Mülkiyet hakkı Devletten önce de var olan bir gerçek olması itibariyle (Maunz Durig Herzog Scholz, Gmudgesetz, Kommentar, Art. 14, N.5) ekonomik ve sosyal haklar arasında değil de, kişinin temel hakları arasında düzenlenmesi düşünebilirse de, Komisyon şimdiki düzenlemenin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması, yine Anayasanın komünizmi, faşizmi ve din temeline dayanan Devlet kurmayı yasaklayan hükümleriyle birlikte karşılaştırılınca, mülkiyetin bu şekilde himayesinin bir ölçüde ekonomik sistem tercihi bakımından da bir gösterge teşkil etmektedir. Kısaca, özel mülkiyetin özellikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, inkar edilmesi de önlenmiştir. Kamu yararına bulunduğu hallerde büyümenin gerçekleşmesi suretiyle toplumunun refahını arttıracağı genellikle kabul edilmektedir. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No.7) Mülkiyeti Anayasa teminatı altına alan bu madde doğrudan devlete hitabetmektedir. Mülkiyetin şahıslara karşı korunması Medeni Kanun ve 5917 sayılı Gayri Menkule Tecavüzün Meni Hakkında Kanun gibi mevzuatla sağlanmaktadır. Mülkiyetin münferit himayesini fert Mahkemelerden ve idareden talep etmektedir. Mülkiyetin müessese olarak güvence altına alınması ise kanun koyucu, başka açıdan Devlet, Anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan Anayasa yargısı, tarafından sağlanacaktır. (MangoIdt Klein I, S. 422)Esas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 5 Mülkiyetin Anayasa teminatı altına alınması kimlerin yararlanacağı ise bir problem doğurmaz. Malik sıfatım taşıyan gerçek ve tüzelkişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Gerçek kişilerin fiil ehliyetlerinin farklı olması sebebiyle bu temel hakkın sahipliği bakımından bir ayırım yapılamaz. Başka deyişle mülkiyete sahip olmak bakımından hiçbir ehliyet ayrımı gözetilemez. Kişinin, şahsiyetini geliştirebilmesinde mülkiyetin, Anayasaca güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü vardır. Çünkü klasikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçası ekonomik şahsiyet olarak adlandırılmaktadır. Anayasanın Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir diyen 16 ncı maddesinin 1 inci fıkrası ile mülkiyet güvencesi getiren 43 üncü madde arasında bu açıdan irtibat vardır. Başka deyişle, mülkiyet hakkım Anayasa teminatı altında tutan 43 üncü madde, 16 ncı maddenin 1 inci fıkrasına nazaran özel hüküm niteliğindedir. Mülkiyetin korunması, hürriyeti de güvence altına alır. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No. 15/16) Mülkiyetin, güvencesi ile ilgili 43 üncü madde, konut dokunulmazlığını güvence altına alan 21 inci madde birlikte uygulanır. 48 inci maddede düzenlenen devletleştirmenin mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması ile çelişir bir yanı yoktur. Bu noktaya yukarıda temas edilmemiştir. Mülkiyetin anayasal güvencesi ile 13 üncü maddedeki temel hakları kötüye kullananların o haklan kaybedecekleri hükmü arasında bir uyumsuzluk bulunmamaktadır. Türk Ceza Kanunundaki müsadere hükümleri ile Anayasanın 30 uncu maddesindeki müsadere hükümleri 13 üncü madde anlamında o hakkın kaybedilmesi değildir. Kanun koyucu 13 üncü maddedeki şartlarda mülkiyet hakkının kaybedilmesinin şartları ve karar verecek mercileri özel bir kanunla düzenleyebilir. Mülkiyet Anayasal güvence altına alınması tek tek menkul ve taşınmaz mallan, para ile değerlendirebilen hakları ve mal varlığını toplu olarak ve tabii olarak üretim araçlarını içeren bir teminattır. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yaran amacıyla sınırlanmasına engel değildir. Ağır vergilendirme, peşin olmayan ödemelerle kamulaştırma ve devletleştirmelerin, mülkiyet güvencesine aykırı düşer. Miras hakkı, mülkiyet hakkının bir devamıdır, özel bir şekildir. Bu nedenle mülkiyet ve miras aynı maddede ardarda düzenlenerek Anayasal güvence altına alınmıştır. Miras hakkının ağır vergilendirme yolu ile muhtevasız hale getirilmesi, mira hakkının ortadan kaldırılması önlenmek istenmiştir.Esas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 6 M.G.K. ANY. KOM. DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ: Danışma Meclisince kabul edilen 43 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan Bu haklar, diğer temel haklar gibi Anayasanın güvencesi altındadır. cümlesi maddeden çıkarılmış ve madde redaksiyona tabi tutulmuştur. Anılan hükmün maddeden çıkarılmasının nedeni, Anayasada sayılan tüm temel hak ve hürriyetler gibi mülkiyet ve miras hakkının da herhangi bir açıklamaya gerek olmaksızın Anayasanın güvencesi altında olmasıdır. Kaldı ki, diğer temel hak ve hürriyetler için ilgili maddelerinde bu kurala yer verilmemiştir. Mülkiyet ve miras haklarının önemi ve Türk toplumunun köklü gelenekleri göz önünde tutularak bu haklar ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir hükmü aynen korunmuştur. Metindeki bu ancak ibaresi sınırlayıcı nitelikte görülmemiş, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddede belirtilen genel sınırlama sebeplerinin tümü anılan 13üncü maddenin son fıkrasında yer alan açık hükümlere göre, bu haklar bakımından da geçerli olduğundan, maddede yer alan bu hüküm, sınırlama sebepleri arasında öncelikle uygulanabilecek bir sebebi belirtir nitelikte kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin değişik kararlarında çağımızda mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Toplum yaran ise, yerine göre mülkiyet hakkının tümüyle kişinin elinden alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Anayasada kamulaştırma ve devletleştirme kurumlan düzenlenmiştir. (Any.Mah.19.2.1985, Es.1984/15, ka.1985/5, R.G. 11.6.1985 Sayı:18781) Anayasa, 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkına, ekonomik haklar arasında değil, kişi haklan arasında yer vermiştir. Bu değişiklik, Anayasanın Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmesi sırasında oluşmuştur. Mülkiyet hakkı, devletten önce var olan, devlete karşı da korunması gereken, kişi haklan ağır basan haklardan sayılmıştır. (Gözübüyük, sy.156) 1961 Anayasası mülkiyet hakkım sosyal ve ekonomik haklar arasında düzenlemişti. Bu bir yerde mülkiyete değişik yorumlarla, mahiyetinden değişik yaklaşmalara neden olabiliyordu. 1982 Anayasası mülkiyet hakkını kişinin haklan bakımından değeri olan bir hak değil, ferdi niteliği ve tabii haklar arasında oluşu yeniden vurgulanmıştır... Anayasa mülkiyet hakkını özel mülkiyet olarak düşünmüştür. Bu mülkiyet anlayışı, teşebbüs serbestisini üretim vasıtaları üzerindeki özel mülkiyeti de ihtiva etmektedir. Bu nedenle faşişt, komünist veya dini esaslara dayanan bir sistem tercihi Anayasanın diğer hükümleri ile olduğu kadar mülkiyet hakkındaki hükümleri ile de mümkün değildir. 5 HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. MADDESİNDE; Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünden davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSUNUN VE UYGULAMASI BULUNAN YASA MADDESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi yönünden Yasanın uygulanması açısından 2942 sayılı Kamulaştırma YasasınınEsas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 7 6745 sayılı Yasanın 34. maddesiyle 20/08/2016 günü kabul edilen maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir. yasal hükmünün bu kısmının süre belirtmek gerekirse uyuşmazlığımızı da etkileyecek şekilde 2021 yılma kadar dava açılmasının Önlenmesine yol açtığı, bu nedenle dava konusuna uygulanacak Yasanın değerlendirilmesi devletin yükümlülükleriyle bağdaşmamaktadır. Anayasa 5. madde yönünden; yasal düzenlemelerin hukuk devletinde adaletli ve adaletin yerine getirilmesi açısından başvuru yollarını sınırlayıcı düzenlemelerde Yasa koyucu tarafından kaçınılması gerekliliğini öngörmektedir. Anayasa 9. madde yönünden; yargı yetkisinin kullanılamaması genel hukuk ilkelerine göre uygun olmayan sınırlamalar dışındaki bir uygulamanın kabul edilmediği sonucu bulunmaktadır. Anayasa 35. madde yönünden; Açık bir biçimde mülkiyet hakkının özüne dokunulması ve bu hususta denge gözetilmeden kişi haklarına aykırılığın oluşturulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Anayasa 36. maddesi yönünden; idari itiraz veya dava yolu tanımadan önlenmesine yol açıcı yasal düzenleme getirilmesi nedeniyle Anayasanın bu hükmüne aykırılık mevcuttur. Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün Mülkiyetin korunması başlıklı 1. maddesinde, Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. düzenlemesi yer almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), mülkiyet hakkı ihlali iddialarıyla açılmış olan, Hakan Arı Türkiye, Hüseyin Kaplan Türkiye davalarında Mahkeme, imar planında kamusal kullanıma ayrılan ve kullanımı kısıtlanan taşınmazların yukarıda sözü edilen hukuki düzenlemeler sonucunda, kamu yararının gerekleri ile temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini irdelemiştir. Kararlarda, ilgililerin imara açık taşınmazlarında inşaat ruhsatı elde etme haklarının meşru haklan olduğu, oysa bu nitelikteki taşınmazların imar yasağına tabi tutulması sonucunda mülkiyet hakkının akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiği ve mülkiyet hakkından yararlanmanın engellendiği sonucuna ulaşmıştır. SONUÇ : Dava konusu kamulaştırmama nedeniyle tazminat isteminin; uzun yıllar sonuç alamamasına neden olan yasal düzenlemeyle mülkiyet hakkının kullanımının kısıtlanmasıyla beraber tamamiyle kurumların insiyatifıne bağlı olarak bir gelişme gösterdiği Anayasaya aykırılık yönündeki itiraz konusu kısımla beraber 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda 20/08/2016 gün 6745 sayılı Yasayla satınalma usulü başlıklı 8. maddesi ek madde 1 (... yapılacak ödemelerin toplam tutarının idari olarak ayrılan ödeneğinin toplamını aşması halinde, ödemeler, en fazla 10 yıl da ve geçici 6. maddenin 8. fıkrasına göre yapılır, kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti başlıklı geçici 6.Esas Sayısı : 2017/76 Karar Sayısı : 2017/58 8 maddesindeki hükümler özellikle son fıkra Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez beraber değerlendirildiğinde taşınmazın kısıtlılığı hatta kullanılamaz hale getirdiği açıktır. Kamu hizmetinin yürütülmesi toplum yararı ile kişilerin maddi ve manevi menfaatleri arasındaki dengenin gözetilmesinde kamu hizmetinin verimliliğinin ön planda tutulması mutlak olmakla beraber bu dengenin tamamiyle bir taraf yönünde gözetilmemesi sonucunu doğurmaması gerekliliği kamu vicdanı ve adalet açısından zorunluluktur. Bu bağlamda kurumların kamu hizmeti nedeniyle imar planlarında bir kısım taşınmazları kısıtlaması gerekliliği kişilerin toplum yararına bu menfaatlerinden vazgeçmesinde toplum düzeninin oluşmasındaki mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmesinin mülkiyet sahipleri açısından da en azından tazmini gerekeceği tabi olmakla bu dengeyi gözeten ve hak arama özgürlüğünü yıllara yayılı olarak ortadan kaldırmayan mevzuat hükümleri getirilmesi kurumların sonuç itibariyle de taşınmazın mülkiyetini uhdelerine de aldığı düşünüldüğünde Anayasaya aykırılık teşkil ettiği görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulması gerektiği sonucuna varılmıştır. HÜKÜM : Açıklanan nedenlerle, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasanın geçici madde 11in Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır. ibaresinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 5 9 35 ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali istemi ilgili Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleri ile onaylı suretlerinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte, Anayasa Mahkemesine sunulmasına bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine karardan bir suretinin taraflara tebliğine 29/11/2016 günü karar verildi.
3,035
Esas Sayısı:1976/5 Karar Sayısı:1976/7 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİNİN ÖZETİ: Sanık vekili, 1803 sayılı Af Yasasının 7. maddesinin A bendindeki kuralın. Anayasanın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüştür."
30
Esas Sayısı : 1997/35 Karar Sayısı : 1997/45 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : "4046 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa'nın 18. maddesinin "Değer Tesbitine" ilişkin (B) bölümünde, "Özelleştirme Programına alınan kuruluşların değer tesbit işlemleri, bu kuruluşların nitelikleri ve bunlara uygulanacak özelleştirme yöntemleri de dikkate alınarak; a) İndirgenmiş nakit alımları (net bugünkü değer) b) Temettü verimi, c) Defter değeri, d) Net aktif değeri, e) Amortize edilmiş yenileme değeri, f) Tasfiye değeri, g) Fiyat/Kazanç oranı; h) Piyasa kapitalizasyon değeri, ı) Piyasa değeri/defter değeri, i) Ekspertiz değeri, j) Fiyat/Nakit akım oranı, gibi genel kabul görmüş değerleme metotları kullanılarak yapılır. Bu değer tesbit işlemleri İdare bünyesinde ve İdare Başkanının onayı ile en az beş üyeden oluşturulacak "Değer Tesbit Komisyonları" veya İdare tarafından teklif ve kurulca kabul edilecek "özel bağımsız ihtisas kuruluşları" tarafından yapılır. Komisyon, üyelerinin tamamının katılımı ile toplanır ve oy çokluğu ile karar alır. İdare Başkanı veya komisyon başkanınca lüzum görüldüğü takdirde komisyona yardımcı olmak üzere değerleme kararlarına katılmamak şartıyla yeteri kadar yerli ve/veya yabancı danışman görevlendirilebilir. Özelleştirmeye ilişkin yapılan değer tesbiti yöntemleri ve çalışmaları açıklık şeffaflık ilkesi gereği komisyona duyurulur." İhale usullerine ilişkin (C) bölümünde de; "Özelleştirme işlemlerinde aşağıdaki ihale usulleri uygulanır :Esas Sayısı : 1997/35 Karar Sayısı : 1997/45 2 a) Kapalı teklif usulü, b) Pazarlık usulü, c) Açık artırma usulü, d) Açık teklif usulü, e) Belirli istekliler arasında kapalı teklif usulü İşin gereğine göre yukarıda belirtilen ihale usullerinden birinin veya bir kaçının birlikte uygulanmasına idarece karar verilir. İhale işlemleri İdare bünyesinde ve İdare Başkanının onayı ile en az beş üyeden oluşturulacak İhale Komisyonları tarafından yürütülür. İhale şartları ihale öncesinde, ihale sonuçları ise ihale sonrasında açıklık şeffaflık ilkesi gereği kamuoyuna duyurulur." hükümlerine yer verilmiştir. Bakılan davanın, Sümer Holding AŞ. Nevşehir Yünlü Pamuklu Sanayi İşletmesinin Özelleştirilmesine ilişkin Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığının 96/1 sayılı olup 20.1.1996 tarih, 22529 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan kararının iptali istemiyle açıldığı ve davacıların değer tesbitine yönelik sav'larının değerlendirilmesinde dikkate alınacak 4046 sayılı Yasa'nın 18. maddesinin (B) ve (C) bölümlerinin, aşağıda belirtilen görüşlerle TC. Anayasası'nın 7. maddesine aykırı olduğu yolundaki sav'ların ciddi bulunduğu kanısına varılmıştır. 4046 sayılı Yasa'nın 18. maddesinin (B) bölümüne göre, özelleştirme programına alınan kuruluşların değer tesbitinin ve bu kuruluşların nitelikleri ve bunlara uygulanacak özelleştirme yöntemleri de dikkate alınarak genel kabul görmüş onbir değerleme metotları ile yapılması öngörülmüş olup bu işlemler, idare bünyesinde ve İdare Başkanı'nın onayı ile en az beş üyeden oluşturulacak "Değer Tesbit Komisyonları" veya İdare tarafından teklif ve Kurul'ca kabul edilecek "özel bağımsız ihtisas kuruluşları" tarafından yapılacaktır. Değerlendirme metotlarının Yasa'da yalnızca adlarının sayılması, duruma göre idareye birini seçme olanağının verilmesi gerçek değere ulaşmayı zorlaştıran belirsizliklerdir. Bunların; Yasa'da yer almaması durumunda da genel kabul görmüş uygulanabilecek değerlendirme yöntemleri olduğu açıktır. Şirket hisselerinin özellikle gerçek ve tüzel kişilere satışında uygulanacak değerlendirme esasları gerçek değeri yansıtacak nitelikte olmalıdır. Devletleştirmede "gerçek değeri" esas alan Anayasa koyucunun bunun tersi olan özelleştirmede kamu varlıklarını korumasız bıraktığı düşünülemez. Öte yandan, değer saptama yetkisi olan birimlerin hiçbir etki altında kalmadan çalışabileceği bir yapıya kavuşturularak gerçek değerin bulunmasında hukuksal altyapı oluşturulmalıdır. 4046 sayılı Yasa'nın 4. maddesi uyarınca Başbakana bağlı olan Özelleştirme İdaresi Başkanı'nın 18. maddeye göre oluşturacağı "Değer Tesbit Komisyonlarının" tam bir bağımsızlıkla görev yapabilmeleri oldukça güçtür. 4046 sayılı Yasa'nın 18/B maddesinde değer tesbit yöntemleri ve bunu uygulayacak "Değer Tesbit Komisyonlarının" oluşum biçimiyle görev ve yetkilerinin yasama organınca belirlenmesi gerekir. Bu nedenle, şirket hisselerinin değerinin tesbitinin Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca yürütülüp sonuçlandırılacağına ilişkin kural yasama yetkisinin devri niteliğinde olup, Anayasa'nın 7. maddesine aykırı bulunduğu ortaya çıkmaktadır.Esas Sayısı : 1997/35 Karar Sayısı : 1997/45 3 Yine, 4046 sayılı Yasa'nın 18/C maddesinde, ihale usullerinin tamamı sayılmış, Özelleştirme İdaresi'ne işin gereğine göre bunlardan birini ya da bir kaçını uygulama olanağı verilmiş; ihale işlemlerinin İdare Başkanı'nın onayı ile beş üyeden oluşacak ihale komisyonları tarafından yürütüleceği öngörülmüştür. İhale usulleri, kamu idarelerinin satacağı mal ya da gördüreceği işlerde rekabet koşulları içinde en uygun teklifin oluşmasını gerçekleştirecek yöntemlerdir. Bu nedenle, yalnız yöntem türlerinin belirlenmesi değil, durum ve konuma göre hangilerinin uygulanacağının açıkça saptanması gerekir. İhale komisyonlarının hiçbir etki altında kalmadan çalışabilecekleri ortamın sağlanması, doğabilecek bazı sakıncaları ortadan kaldırır. Söz konusu maddedeki ihale usullerine ilişkin belirsizliğin giderilmemesi ve ihale komisyonlarının oluşumu ile görev ve yetkilerinin yasama organınca kurallara bağlanmaması yasama yetkisinin devri niteliğinde olup Anayasa'nın 7. maddesine aykırı bulunduğu, ortaya çıkmaktadır. Sonuç itibariyle, 4046 sayılı Yasa'nın 18. maddesinin (B) ve (C) bölümlerinin, TC. Anayasası'nın 7. maddesinde yer alan "Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez." kuralına aykırı olduğu yolundaki davacıların sav'ları, Mahkememizce ciddi bulunduğu kanısına varıldığından, söz konusu 4046 sayılı Yasa'nın 18. maddesinin (B) ve (C) bölümlerinde yer alan hükümlerin iptali gerekeceği görüşü ile konunun Anayasa Mahkemesi'ne intikal ettirilmesine, kararla birlikte dava dosyasının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, TC. Anayasası'nın 152. maddesi uyarınca, 4.2.1997 gününde oybirliğiyle karar verildi""
795
Esas Sayısı : 2006/42 Karar Sayısı : 2009/73 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ İtiraz başvurularının gerekçelerinin ilgili bölümleri şöyledir: '5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun Üçüncü Kısmının Üçüncü Bölümünde 'Kamu Sağlığına Karşı Suçlar' başlığı altında düzenlenen 191. maddesinde, kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etmek veya bulundurmak suçu düzenlenmiş; birinci fıkrada kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alan, kabul eden veya bulunduran kişi hakkında bir yıldan iki yıla kadar hapis cezasına hükmedileceği, ikinci fıkrasında uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişi hakkında tedaviye ve denetimli serbestlik tedbirine; kullanmamakla birlikte, kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alan, kabul eden veya bulunduran kişi hakkında, denetimli serbestlik tedbirine hükmolunacağı, üçüncü ve dördüncü fıkralarda denetimli serbestlik ve tedavinin uygulanma şekli, beşinci fıkrada ise tedavi ve denetimli serbestliğe ilişkin hükümlere uyulmaması durumunda sanığın cezasının infaz edileceği belirtilmiştir. 5402 sayılı Kanun'un 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasında ise 'asker kişiler hakkında, statüleri devam ettiği sürece, bu Kanun'da belirtilen denetimli serbestliğe ilişkin hükümler uygulanmaz.' şeklindeki hükme yer verilmiştir. Türk Ceza Kanunu'nun 191. maddesinde belirtilen denetimli serbestlik tedbiri, bu madde hükümlerinin ihlali hâlinde, ihlali gerçekleştiren asker kişi olduğu takdirde 5402 sayılı Kanun'un 2. maddesinin (2) numaralı fıkrası gereğince uygulanamayacakken, asker kişi sıfatı bulunmayan ve Türk Ceza Kanunu'nun aynı maddesinde belirtilen suçu işleyen sivil kişiler bakımından ise öncelikle uygulanma alanı bulacaktır. Kanunkoyucu tarafından 5237 sayılı Kanun'un 191. maddesinde denetimli serbestlik tedbiri getirilerek madde bağımlısı olan kişilerin tretman ve rehabilitasyonu sağlanarak topluma kazandırılması amaçlanmış, uyuşturucu bağımlılığına sebep olan toplumsal eşitsizlikler, sosyal çevre ve aile ile ilgili sorunların oluşturduğu sosyal yaranın, bir ceza politikası anlayışı gereği Devlet eli ile giderilmesi amaçlanmıştır. Kanunkoyucu yukarıda belirtilen, toplumun sosyal ihtiyaçlarını olabildiğince gidermek yönünde benimsediği ceza politikası gereği denetimli serbestlik hükümlerini getirmişken, 5402 sayılı Kanun ile denetimli serbestlik hükümlerinden yararlanacak kişiler kapsamından asker kişileri çıkarmış, böylece ceza politikası amacını gerçekleştirmek çabasında iken bu konuda sivil asker ayırımı yaparak çelişkiye düşmüştür. 1982 Anayasası'nın Başlangıç hükümlerinin altıncı paragrafında; her Türk vatandaşının bu Anayasa'daki temel hak ve hürriyetlerden 'eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak ... hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürmek, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirmek hak ve yetkisine sahip olduğu' vurgulanmış, 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri başlığı altında, Devletin insanın maddi ve manevi varlığını geliştirmesi için gerekli şartları hazırlamakla yükümlü olduğu belirtilerek, ikinci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan 'sosyal devlet' ilkesinin yaşama geçmesinin nasıl olacağı anlatılmıştır. Anayasa Mahkemesinin içtihatlarında da açıklandığı üzere yasa önünde eşitlik herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmez. Yasaların uygulanmasında dil, ırk,Esas Sayısı : 2006/42 Karar Sayısı : 2009/73 2 renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inan, din ve mezhep ayrılığı gözetilmesi ve bu nedenlerle eşitsizliğe yol açılması Anayasa katında geçerli görülemez. Bu mutlak yasak birbirinin aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanarak değişik kurallara tâbi tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Durum ve konumlardaki özellikler kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerekli kılabilir. Durumlardaki değişikliğin doğurduğu zorunluluklar, kamu yararı ya da başka haklı nedenlere dayanılarak yasalarla farklı uygulamalar getirilmesi durumunda, Anayasa'nın eşitlik ilkesinin çiğnendiği sonucu çıkarılamaz. Eşitliği bozduğu ileri sürülen kural, haklı bir nedene dayanmakta ise ya da kamu yararı amacı ile yürürlüğe konulmuş ise, bu kuralın eşitlik ilkesini zedelediğinden söz edilemez. Ancak,'haklı neden' veya 'kamu yararı'nın anlaşılabilir, amaçla ilgili, ölçülü ve adaletli olması gerekir. Getirilen düzenleme herhangi bir biçimde, birbirini tamamlayan, birbirini doğrulayan ve birbirini güçlendiren bu üç ölçütten birine uymuyor ise, eşitlik ilkesine aykırı bir yön vardır, denebilir. Çünkü eşitliği bozduğu ileri sürülen kural, haklı bir nedene dayanmamakta ya da kamu yararı amacı ile yürürlüğe konulmamış olmaktadır. Bu noktada tartışılması gereken konu, 5402 sayılı Kanun'un 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasında yer alan düzenlemenin 'haklı nedene' dayanıp dayanmadığı yahut 'kamu yararı' bulunup bulunmadığıdır. Askerlik hizmetinin disiplin anlayışına bağlı, emir komuta zincirinin gerektirdikleri doğrultusunda, ulusal güvenliğin sağlanmasındaki yeri düşünüldüğünde, sivil yaşamdan farklı düzenlemelere konu olması, askerî ceza politikasının kendine özgü bir yapı arz etmesi ve kimi tedbirlerin farklı şekillerde uygulanması gerektiği izahtan varestedir. Bu bakımdan kanunkoyucu yasama faaliyetinde, askerlik hizmetinin gereklerine göre istisnai düzenlemeler yapabilmektedir. 5329 sayılı Askeri Ceza Kanunu ile Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu, Yargılama Usulü ve Disiplin Suç ve Cezaları Hakkındaki Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1. maddesi ile 1632 sayılı Kanun'a eklenen Ek Madde 8'in üçüncü ve dördüncü fıkraları şu şekilde düzenlenmiştir 'Kamu görevinin üstlenilmesinden yoksun bırakılma veya bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına dair güvenlik tedbirleri, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları hakkında öngörülen süre kadar açığa çıkarılma şeklinde uygulanır. Yedek subaylar ile erbaş ve erler hakkında bu tedbirin uygulanması, askerlik hizmetlerinin tamamlanmasından sonra yerine getirilir. Yedek subaylar hariç olmak üzere subay, astsubay, uzman jandarma ve uzman erbaşlar ve Milli Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personel hakkında, askeri ve adliye mahkemelerince verilen kısa süreli hapis cezaları, Türk Ceza Kanunu'nun 50. maddesinin birinci fıkrasının (a), (b) ve (d) bentlerinde yazılı olanlar dışındaki seçenek yaptırımlara çevrilemez.' Görüldüğü üzere işlediği suç dolayısı ile toplum nezdinde kendisine duyulan güven sarsılan kişiler hakkında ve bu nedenle, özellikle güven ilişkisinin varlığını gerekli kılan belli hakların kullanılmasından yoksun bırakılma şeklinde uygulanan, güvenlik tedbiri, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları hakkında personel politikasının gerekleri de gözetilerek farklı şekilde uygulanmaktadır. Aynı şekilde Türk Ceza Kanunu'nun 50. maddesinin birinci fıkrasının (a), (b)Esas Sayısı : 2006/42 Karar Sayısı : 2009/73 3 ve (d) bentlerinde yazılı olanlar dışındaki seçenek yaptırımlar Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları bakımından uygulama alanı bulamamaktadır. Yukarıda belirtilen kanun maddeleri bakımından asıl dikkat çekici olan husus, gerek kamu görevinin üstlenilmesinden yoksun bırakılma veya bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına dair güvenlik tedbirinin, gerekse kısa süreli hapis cezalarına seçenek yaptırımların uygulanması bakımından istisnanın istisnası mahiyetinde düzenlemelere yer verilmiş olmasıdır. Gerçekten kanun koyucu her iki durumda da askerlik hizmetini yerine getirmekte olan ve bu hizmeti tamamlamasının ardından tekrar sivil şahıs statüsüne dönecek olan yedek subaylar ile erbaş ve erler bakımından istisnalara yer verilmiş güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını, askerlik hizmetlerinin tamamlanmasından sonraya bırakmıştır. Aynı şekilde 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun'un 118. maddesi 'Sırf askeri suçlar ile askeri disiplin suçları ayrık olmak üzere, askere alınmadan önce ve askerlikleri sırasında işledikleri suçlardan dolayı er ve erbaşlar ile yedek subaylar hakkında kısa süreli hapis cezaları yerine hükmedilen Türk Ceza Kanunu'nun 50. maddesinin birinci fıkrasının (c), (e) ve (f) bentlerinde yazılı tedbirler ile bu Kanunun 106. maddesinde yazılı adli para cezasının yerine getirilmesi askerlik hizmetlerinin sonuna bırakılır. Bu süreler içinde zamanaşımı işlemez' şeklindeki hükme yer verilmiştir. Bu düzenlemeler doğrultusunda, kanunkoyucunun açık iradesinin askerlik hizmetinin özel yapısı gözetilerek yapılan normlarda dahi, hizmetlerini tamamlamalarının ardından sivil şahıs statüsüne dönecek olan yedek subaylar ile erbaş ve erlerin istisna tutulması yönünde olduğu ye bu durumun anayasal gerekler bakımından kabul edilebilir nitelikte bulunduğu kuşkusuzdur. Kanaatimizce bireylerin maddi ve manevi yönünün geliştirilerek topluma entegre olmasının sağlanması, sosyal yaşamın onurlu, faal, üretken bir üyesi hâline getirilerek, hayatını sürdürebilmesi maksadı ile kişilerin, devletin sosyal yapılanmadaki yükümlülüklerini yeterince yerine getirememesi sebebi ile müptela oldukları bu illetten yine Devlet eli ile kurtarılmalarını sağlamak amacı ile mevzuata dâhil edilen denetimli serbestlik ve tedavi kurumlarının 5237 sayılı Kanun'un 191. maddesinde öngörülen şekli ile asker sivil ayrımı yapılmaksızın her bireye uygulanabilmesi gerekmektedir. Ancak kanunkoyucunun 5329 sayılı Kanun'da gözettiği erekle subay, astsubay, uzman jandarma ve uzman erbaşlar ve MSB ile TSK kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personel bakımından, denetimli serbestliğe ilişkin istisnai halin kabulü düşünülse bile yedek subaylar ile erbaş ve erler bakımından bu istisnai düzenlemenin 'haklı bir nedeni' olmadığı gibi 'kamu yararı'ndan da söz edilemez. Kanunkoyucu daha önceki düzenlemelerde yer verdiği gibi yedek subay, er ve erbaşlar bakımından bunların terhislerini müteakip söz konusu tedbirlerin uygulanabileceğine ilişkin bir hükme 5402 sayılı Kanunun 2. maddesin (2) numaralı fıkrasında yer vermeyerek eşitsizliğe yol açmıştır. Her ne kadar itiraz konusu Kanun maddesinde 'Asker kişiler hakkında statüleri devam ettiği sürece bu kanunda belirtilen denetimli serbestliğe ilişkin hükümler uygulanmaz' şeklinde ibareye yer verilmiş ise de bu hüküm 'yedek subaylar, erbaş ve erlerin askerlik statüleri sona ereceğinden, zaten bir istisna mevcuttur' şeklinde yorumlanamaz. Zira karar aşamasına gelmiş bir davada mahkemelerin kanunlar tarafından verilmemiş bir yetkiyi kullanarak sanığın askerlik statüsünün sona ermesini beklemeleri düşünülemez. Dolayısı ile kanunkoyucu, kanunEsas Sayısı : 2006/42 Karar Sayısı : 2009/73 4 hükümleri ile açık şekilde yapılması gereken düzenlemeyi yapmayarak eksiklikten eşitsizlik doğmasına yol açmıştır. Yukarıdaki açıklamalar ışığında 5402 sayılı 'Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri İle Koruma Kurulları Kanunu'nun' 2. maddesinin (2) numaralı fıkrası, 5237 sayılı Kanun'un 191. maddesi yönünden eşit uygulamaya engel oluşturduğu ve bununda Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik, 2. maddesindeki sosyal hukuk devleti ile 5. maddesindeki, devletin, insanın maddi ve manevi varlığını geliştirmesi için gerekli şartları hazırlamakla yükümlü olması ve Başlangıcın altıncı paragrafında yer alan, 'her Türk vatandaşının bu Anayasa'daki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak ...maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu' yönündeki ilkelere aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Öte yandan, Anayasa'nın 'Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması' başlıklı 141. maddesinin son fıkrası 'Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.' hükmünü amirdir. Anayasa Mahkemesi kararlarında ifade bulan şekliyle, bu hüküm bir usul ekonomisi kuralı olarak getirilmiştir. Bu kuralla, yargılama işlemlerinin hızlandırılarak davaların makul sürede sonuçlandırılması ve yargılama giderlerinin azaltılarak hak arama özgürlüğünün sınırlarının genişletilmesi amaçlanmıştır. Madde bu şekli ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1 maddesi kapsamında yer alan 'makul sürede yargılanma hakkı'nın iç hukuktaki doğal tezahürüdür. Makul sürede yargılanma hakkı kapsamında devletlere yüklenen görevi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (Stognmüller Avusturya) kararında; 'bütün hak arayanlar için geçerli olan bu hükmün amacı, bu kişileri yargılama işlemlerinin sürüncemede kalmasına karşı korumak; özellikle ceza davalarında, 'suçlanan' kişinin, uzun süre savasının nasıl sonuçlanacağı endişesiyle yaşamasını önlemektir.' şeklinde açıklamıştır. Sanığın askerlik görevini ifa eden erbaş ve erlerden yahut yedek subaylardan biri olması durumunda, 5402 sayılı Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu'nun 2. maddesinin (2) numaralı fıkrası dolayısıyla, asker kişiler yönünden uygulanamaz bir mahiyete bürünen Türk Ceza Kanunu'nun 191. maddesi uyarınca devam eden yargılamalarda, (') sanığın askerlik statüsünün sona ermesinin beklenmesi kaçınılmaz bir durum arz edecektir. Bu şekilde, örnek olarak askerlik hizmetinin başlangıcında, askeri yargıya tâbi iken mezkur suçu işleyen bir sanığın, isnat ile ilgili olarak hiçbir yargılama işlemi yapılmaksızın bir yıldan fazla bir süre beklemesi gerekecektir ki, bu tamamıyla makul sürede yargılama hakkına aykırılık teşkil edecektir. Suçun işlendiği yer ile sanığın terhisindeki ikametgâh adresinin farklı olması durumlarında, (uygulamada bu durum yüksek ihtimal olarak gözlemlenmektedir) yargılanmanın Devlete yükleyeceği yargılama giderinin olağandan fazla olacağı da göz ardı edilmemelidir. Bu açıdan bakıldığı takdirde, (kuralın) Anayasa'nın 141. maddesinin son fıkrasına aykırı olduğu ve iptali gerektiği değerlendirilmektedir. Anayasa'nın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36. maddesi 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.' hükmünü düzenlemektedir.Esas Sayısı : 2006/42 Karar Sayısı : 2009/73 5 Anayasa'da hak arama hürriyeti olarak adlandırılan bu hakkın kapsamı, muhakkak ki, sadece, mahkemelere başvurma hakkından ibaret olmayıp 'adil yargılanma hakkını' da kapsamaktadır. Adil yargılanma hakkı ise; kişilerin sadece mahkemelere başvurabilme hakkından ibaret olmayıp, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde hakkaniyete uygun olarak görülmesini isteme hakkını da kapsamaktadır. Nitekim bu hak, Anayasa'mızın 90. maddesi delaletiyle iç hukukumuzun bir parçası sayılan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde de düzenlenmiş bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin de referans norm olarak zaman zaman yer verdiği Sözleşmenin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da genişletici şekilde yorumlandığı bilinmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (Delcourt Belçika) kararında 'Sözleşme anlamında demokratik bir toplumda, yargının iyi işlemesi öyle bir yer işgal eder ki; 6/1. maddenin dar yorumu bu hükmün amaç ve konusuna uygun düşmez.' gerekçesine yer vermiştir. Bu açıklama paralelinde yukarıda açıklanan 141. maddeye aykırılık savlarının bu madde yönünden de geçerli olduğunu söylemek gerekmektedir. (')İptali istenen kural dolayısıyla, Türk Ceza Kanunu'nun 191. maddesi uyarınca yapılan yargılamalarda, askeri yargı organlarının, yargılama yapmaya ve yargılama tedbirlerini infaz ettirmeye tam bir yetkinliğe haiz olmadıkları için, pasif bir tutum takınmaları yadsınamayacaktır. Hâl böyle olunca hukuken olmasa bile fiilen görev ve yetkisi içindeki bir davaya bakmaktan kaçınma durumu ortaya çıkacaktır. Bu da tabiatıyla, toplumun adalete olan inancını sarsacaktır. (')' Bu gerekçeler doğrultusunda anılan fıkradaki kuralın Anayasa'nın Başlangıç'ının altıncı paragrafına, 2., 5., 10., 36. ve 141. maddelerine aykırıolduğu ileri sürülmüştür."
1,991
Esas Sayısı : 2012/22 Karar Sayısı : 2012/133 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Anamur Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2010/598 esas, 2011/141 karar sayılı dava dosyasında görülüp sonuçlanan davada; davacı, Anamur Belediye Başkanlığı Hesap İşleri Müdürlüğü görevini yürütürken, bu görevinden alınarak bir alt derecede bulunan Hal Müdürlüğü görevine atandığını, bu atama işleminin Mersin 1. İdare Mahkemesi'nce yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmesine rağmen, belediye başkanı olan davalının bu kararı uygulamadığını iddia ederek manevi tazminat istemiştir. Mahkemece dava kısmen kabul edilmiş; karar, davalı tarafından temyiz edilmiştir. Dava, idari yargı kararının uygulanmaması nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı kamu görevlisi olan davalıdan tazminat istemiştir. 06/01/1982 tarihli, 2577 sayılı îdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 28/4. maddesine göre, 'Mahkeme kararlarının otuz gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açabilir.' Bu yasal düzenlemeye göre davacının davasını kamu görevlisine yöneltme hakkı vardır. Ne var ki, 18/10/1982 tarihli Anayasa'nın 129/5. maddesine göre, 'memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan dolayı tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.' Bu düzenleme dikkate alındığında memurlar ve diğer kamu görevlileri aleyhine, yetkilerini kullanmalarından kaynaklanan zararlar nedeniyle tazminat davası açılamaz. Anayasada bunun istisnası da düzenlenmemiştir. Nitekim 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu 06/06/1990 tarihli, 3657 sayılı Yasa ile değişik 13/1. maddesinde, 11/11/1983 tarihli, 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu'nun 28/4. maddesinde, 3222 sayılı ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun 06/06/1985 tarihli Yasa ile değişik 5. maddesinde, Anayasa'nın anılan maddesine uygun hükümler getirilmiştir. Yukarıda açıklanan Anayasa hükmü dikkate alındığında, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken verdikleri zararlar nedeniyle tazminat davası idareye karşı açılması gerekir. Memur ve kamu görevlileri aleyhine tazminat davası açılamaz. Davaya konu olayımızda uygulanması gereken 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 28/4. maddesine göre ise mahkeme kararını yerine getirmeyen kamu görevlisine dava açılabileceği belirtilmektedir. Şu durumda bu düzenleme Anayasa'nın 129/5. maddesine aykırıdır. Anayasa'nın geçici 15. maddesi gereğince 2577 sayılı Kanunu'nun 28/4. maddesinin Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülemiyordu. Ancak Anayasa'nın geçici 15. maddesi 07/05/2010 tarihli, 5982 sayılı Kanun'un 24. maddesi gereğince yürürlükten kaldırılmıştır. Tüm bu açıklamalar dikkate alındığında, eldeki Anamur Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2010/1598 esas, 2011/141 karar sayılı dosyanın temyiz incelemesi aşamasında, dava konusu olayda uygulanması gereken 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 28/4. maddesinde belirtilen 'kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir' cümlesinin Anayasa'nın 129/5. maddesine aykırı olduğu Dairemizce re'sen gözetilerek anılan Yasada belirtilen cümlenin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurmak gerekmiştir.'"Esas Sayısı : 2012/22 Karar Sayısı : 2012/133 2
421
Esas Sayısı : 2008/46 Karar Sayısı : 2008/163 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "743 sayılı eski Türk Medeni Kanununda, 1. ve 2. zümrede kök içinde halefiyet yoluyla mirasçıların miras payları belirlenmiş, 3. zümre mirasçıları arasında bu ilkeden tamamen ayrılarak, sağ kalan eşin mevcut olması ve sağ kalan eş bulunmaması hali ayrı ayrı düzenlenmiştir. 3. zümre, ana tarafından ve baba tarafından büyük ana baba olmak üzere iki tarafa ayrılır. Taraflardan her birinde büyük ana ve büyük baba olmak üzere iki kişi vardır. Dolayısıyla 3. zümrede toplam 4 kişinin mirasçılığı söz konusudur. Miras payları 1/4 er paydır. 3. zümre tek başına mirasçı ise, mirasın tümünü alır. Miras bırakandan önce ölen büyükana ve büyükbabanın yerini Eski TMK'nun 441/2. maddesine göre kendi alt soyu alır. Alt soyu da muristen önce ölmüşse, payı sağ kalana veya mirasçılarına, o da alt soy bırakmadan ölmüşse, o zaman mirasın tümü öteki taraftaki büyükanaya ve büyükbabaya intikal eder. Kök içinde halefiyet onlar arasında da geçerli olur. Buna karşılık 3. zümrenin sağ kalan eş ile içtima etmesi durumunda, kanun kök içinde halefiyet ilkesinin işlemesini engellemiştir. Böyle bir durumda, muristen önce ölmüş büyükana veya büyükbabanın hissesi aynı taraftaki diğer büyükana ve büyükbabanın olur. Bir tarafta hiç büyükana ve büyükbaba kalmamışsa, onların hissesini diğer taraftaki büyükana veya büyükbaba alır. Onlar da hayatta değilse, artık mirasın tümü hayattaki sağ eşe kalır (Eski T.M.K.nun 441/2 3. maddesine göre). Burada sadece büyükana ve büyükbabalar mirasçı olarak kabul edilmiştir. 4721 sayılı yeni T.M.K.nun da ise, l. ve 2. zümredeki kök içindeki halefiyet ilkesi geçerli iken, 3. zümrede bu ilkenin bulunmaması şeklindeki eşitsizliğin önüne kısmen geçilerek, 3. zümrede mirasçı olan büyükana ve büyükbabanın ve onların muristen önce ölümü halinde sadece ÇOCUKLARININ mirasçı olacakları kabul edilmiştir. Ülkemizde geçerli şartlar ve mevcut durumlar nazara alındığında, mahkememiz kanaatine göre bu şekilde yapılan değişiklikte, mirasçılar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmak için yeterli olmamıştır. 1. ve 2. zümredeki mirasçının, muristen önce ölümü halinde onun alt soyu olan çocukları, çocuklarının da muristen önce ölümü halinde çocuklarının çocukları mirasçı olurken, 3. zümrede sadece büyükana ve büyükbabalar ile, onların muristen önce ölümü halinde sadece çocuklarının mirasçı olmaları, çocukların yani murisin amca, hala, dayı veya teyze çocuklarının alt soy olmalarına rağmen mirasçı olmamaları, Anayasanın 2, 5, 13 ve 35. maddelerinde belirlenen eşitlik, sosyal devlet, hukuk devleti ve adalet ilkelerine aykırıdır. 1. ve 2. zümrede geçerli olan kök içinde halefiyet ilkesinin, 3. zümre mirasçılığında da nazara alınması gerekir. Bu suretle her üç zümre mirasçılarına uygulanan ilkeler arasında eşitlik sağlanmış olacaktır.""
407
Esas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ A E.2014/26 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: Anayasa Mahkemesinin 09/01/2014 tarihli ve 28877 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 26/12/2013 tarihli ve 2013/133 2013/169 esas ve karar sayılı kararı ile, İtiraz konusu kurallar uyarınca hükümlüler hakkında; denetimli serbestlik kararının verilmesinden önce veya sonra, kurallarda cezalarının alt ve üst hadleri gösterilen suçları işledikleri iddiasıyla soruşturma veya kovuşturmaya başlanmış olması veya devam edilmesi hâlinde tekrar kapalı ceza infaz kurumuna gönderilmeleri kanun koyucu tarafından bir tedbir olarak düzenlenmiş ise de, söz konusu kurallar bu kişilerin suçlu sayıldıkları gerekçesiyle bir yaptırım niteliğine dönüşmektedir. Bunun yanında kurallar, denetimli serbestlikten yararlanma hakkını ve denetimli serbestlik kurumundan hükümlü ve toplum lehine beklenen kamusal yararı ortadan kaldırmaktadır. Kanunun çıkarılma amacı ile çelişen bu hususlar ise hükümlülerin henüz işleyip işlemedikleri belirli olmayan bir suçtan dolayı suçlu olarak nitelendirilmelerine yol açıp Anayasa'nın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenen suçsuzluk karinesi ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan, itiraz konusu kurallar, ilgilileri, suçlulukları ispatlanıncaya kadar suçsuz sayılmaları olanağından ve bu olanağı yürürlüğe koyan üstün hukuk kurallarından yararlanmalarını engellemekte ve hukuk devletinin ilkelerinden olan hukuki güvenlik ilkesini de ihlal etmektedir. Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kurallar Anayasa'nın 2. ve 38. maddelerine aykırıdır. İptalleri gerekir. denilmek suretiyle 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'a, 05/04/2012 tarihli ve 6291 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle eklenen 105/A maddesinin (7) numaralı fıkrasının (b) ve (c) bentlerinin Anayasa'ya aykırı olduklarına ve İPTALLERİNE karar verilmiştir. Anılan Anayasa Mahkemesi kararında da değinildiği üzere, Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devleti olarak nitelendirilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir. Öte yandan, ceza hukukunun temel ilkelerinden olan suçsuzluk karinesi, hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin, adil bir yargılama sonunda suçlu olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de bir gereğini oluşturmaktadır. Suçsuzluk karinesi uyarınca, bir kişinin suçlu olarak nitelendirilebilmesi ve hakkında ceza hukukunun alanına giren yaptırımların uygulanabilmesi, kesin hükümle mahkûm olmasına bağlıdır. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 2. maddesinde, soruşturmanın; Kanuna göre yetkili mercilerce suç şüphesinin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne kadar geçen evreyi, kovuşturmanın ise iddianamenin kabulüyle başlayıp hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi ifade ettiği belirtilmektedir. Aynı Kanun'un 160. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, Cumhuriyet savcısının, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlayacağı belirtilmekte, 170. maddesinde de kamu davasının açılması ile ilgili hususlar düzenlenmektedir. Kanun'un 170. maddesinin (2) numaralı fıkrasında soruşturma evresi sonunda toplanan delillerin suçun işlendiği hususunda yeterli şüpheyi oluşturması durumunda Cumhuriyet savcısının iddianame düzenleyeceği, 175. maddesinde iseEsas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 2 iddianamenin kabulüyle, kamu davasının açılmış olacağı ve kovuşturma evresinin başlayacağı öngörülmektedir. Ceza hukukunda bir kişinin suçlu olarak kabul edilebilmesi için hakkındaki mahkûmiyet hükmünün kesinleşmiş olması gerekir. Ceza muhakemesinin evrelerinden olan soruşturma ve kovuşturma aşamalarında ise kişi kesin hükümle mahkûm olmadığından suçlu olarak nitelendirilemez ve bu suç nedeniyle hakkında ceza hukuku alanına giren yaptırımlar uygulanamaz. 5275 sayılı Kanun'un 3. maddesinde, ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı ile ulaşılmak istenilen temel amacın, hükümlünün yeniden suç işlemesini engelleyici etkenleri güçlendirmek, toplumu suça karşı korumak, hükümlünün; yeniden sosyalleşmesini teşvik etmek, üretken ve kanunlara, nizamlara ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine uyumunu kolaylaştırmak olduğu belirtilerek, suçlunun da diğer bireyler gibi onurlu bir yaşam hakkının bulunduğu bilincine vurgu yapılmış ve çağdaş ceza hukukunda benzer haklara ilişkin düzenlemelere yer verildiği görülmüştür. 5275 sayılı Kanunun 14/1. maddesinde, açık ceza infaz kurumları, hükümlülerin iyileştirilmelerinde, çalıştırılmaları ve meslek edindirilmelerine öncelik verilen, firara karşı engelleri ve dış güvenlik görevlisi bulunmayan, güvenlik bakımından kurum görevlilerinin gözetim ve denetimi ile yetinilen kurumlar olarak tanımlanmıştır. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 14/4. maddesi uyarınca açık ceza infaz kurumunda bulunan hükümlüler hakkında soruşturma konusu olan suçun kanunda öngörülen cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir başka suçtan soruşturması veya böyle bir suçtan tutuksuz yargılaması devam etmekte olunması hâli kanun koyucu tarafından kapalı ceza infaz kurumuna iade gerekçesi olarak düzenlenmiş ise de, söz konusu kural bu kişilerin suçlu sayıldıkları gerekçesiyle bir yaptırım niteliğine dönüşmektedir. Bunun yanında söz konusu kural, hükümlülerin iyileştirilmesi kapsamında çalıştırılmasına ve meslek edindirilmesine öncelik verilen, firara karşı engelleri ve dış güvenlik görevlisi bulunmayan, güvenlik bakımından kurum görevlilerinin gözetim ve denetimindeki erkek, kadın ve genç hükümlülere yönelik açık ceza infaz kurumlarına ayrılma hakkını ve bu suretle hükümlü ve toplum lehine beklenen kamusal yararı ortadan kaldırmaktadır. Kanunun çıkarılma amacı ile çelişen bu hususlar ise hükümlülerin henüz işleyip işlemedikleri belirli olmayan bir suçtan dolayı suçlu olarak nitelendirilmelerine yol açıp Anayasa'nın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenen suçsuzluk karinesi ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan, itiraz konusu kural, ilgilileri, suçlulukları ispatlanıncaya kadar suçsuz sayılmaları olanağından ve bu olanağı yürürlüğe koyan üstün hukuk kurallarından yararlanmalarını engellemekte ve hukuk devletinin ilkelerinden olan hukuki güvenlik ilkesini de ihlal etmektedir. Açıklanan nedenlerle, somut olayda uygulanması gereken söz konusu yasa maddesinin Anayasa'nın 2. ve 38. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan hükmün iptali için Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine itiraz yoluna başvurulmasına, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar işin geri bırakılmasına, beş aylık yasal süresi içinde Anayasa'ya aykırılık konusunda bir karar verilmezse başvurunun yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına ve hükümlü açısından telafisi imkansız zararlara neden olunabileceği öngörülmekle infazın durdurulmasına karar verilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır. KARAR: Yukarıda açıklanan nedenlerle;Esas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 3 1 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 14. maddesinin dördüncü fıkrasındaki, veya soruşturma konusu olan suçun kanunda öngörülen cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir başka suçtan soruşturması veya böyle bir suçtan tutuksuz yargılaması devam etmekte olanlar şeklindeki ibarelerinin Anayasa'nın 2. ve 38. maddelerine aykırı olduğu kanısıyla İPTALİ için Anayasa'nın 152. maddesine göre Anayasa Mahkemesine BAŞVURULMASINA, 2 Anayasa'nın 152/3. maddesi uyarınca beş aylık yasal süresi içinde Anayasa'ya aykırılık konusunda bir karar verilmezse başvurunun yürürlükteki kanun hükümlerine göre SONUÇLANDIRILMASINA, 3 Başvurunun mahiyetine göre hükümlü açısından telafisi imkansız zararlara neden olunabileceği öngörülmekle başvuru hakkında bir karar verilinceye değin hükümlü hakkındaki İNFAZIN DURDURULMASINA, Dair dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda karar verildi B E.2014/32 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: Anayasa'nın 38. maddesinin 4. fıkrasında Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz hükmü ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinin 2. fıkrasına göre Hakkında suç isnadı bulunan bir kimse, suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar masum sayılır. hükmü Bu madde masumiyet karinesini güvence altına alan temel düzenlemelerdir. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun Açık ceza infaz kurumları kenar başlıklı 14. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan açık ceza infaz kurumunda bulunan hükümlülerden hükümlü oldukları suçtan başka bir fiilden dolayı hakkında soruşturma konusu olan suçun kanunda öngörülen cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir başka suçtan soruşturması veya böyle bir suçtan tutuksuz yargılaması devam etmekte olanlar'... ‘kurum yönetim kurulunun kararı ile kapalı ceza infaz kurumlarına geri gönderilirler. Bu karar, infaz hâkiminin onayına sunulur. hükmü, 02/09/2012 tarih ve 28399 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Hükümlülerin Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliği'nin Kapalı kuruma iade kenar başlığı ile düzenlenen 12. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde düzenlenen Açık kurumlarda cezası infaz edilmekte olan hükümlülerden; Haklarında üst sınırı yedi yıldan az olmayan başka bir suçtan soruşturma veya kovuşturması devam etmekte olanlar ile üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir suçtan henüz kesinleşmemiş mahkûmiyet kararı bulunanlar, kurum yönetim kurulu kararı ile kapalı kurumlara iade edilir ve bu karar derhâl infaz hâkimliğinin onayına sunulur. hükmü, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun Denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak cezanın infazı kenar başlıklı 105/A maddesinde; (1) Hükümlülerin dış dünyaya uyumlarını sağlamak, aileleriyle bağlarını sürdürmelerini ve güçlendirmelerini temin etmek amacıyla; a) Açık ceza infaz kurumunda cezasının son altı ayını kesintisiz olarak geçiren,Esas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 4 b) Çocuk eğitim evinde toplam cezasının beşte birini tamamlayan, koşullu salıverilmesine bir yıl veya daha az süre kalan iyi hâlli hükümlülerin talebi hâlinde, cezalarının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmının denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına, ceza infaz kurumu idaresince hükümlü hakkında hazırlanan değerlendirme raporu dikkate alınarak, infaz hâkimi tarafından karar verilebilir. (2) Açık ceza infaz kurumuna ayrılma şartları oluşmasına karşın, iradesi dışındaki bir nedenle açık ceza infaz kurumuna ayrılamayan veya bu nedenle kapalı ceza infaz kurumuna geri gönderilen iyi hâlli hükümlüler, açık ceza infaz kurumuna ayrılma şartlarının oluşmasından itibaren en az altı aylık sürenin geçmiş olması durumunda, diğer şartları da taşımaları hâlinde, birinci fıkrada düzenlenen infaz usulünden yararlanabilirler. Hükümleri düzenlenmiştir. 5275 sayılı Kanunun 14. maddesi ve buna dayalı olarak çıkarılan Yönetmeliğin Kapalı kuruma iade kenar başlığı ile düzenlenen 12. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi hükmü hükümlünün açık ceza infaz kurumuna ayrılamamasına veya bu sebepten kapalıya iade edilmesine ve bu suretle kanunda belirtilen diğer koşulları taşımasına rağmen denetimli serbestlik tedbirinden mahrum kalmasına neden olacak ve haksız bazı uygulamalarla kişilerin mağduriyetine yol açabilecektir. Örnek vermek gerekir ise açık ceza infaz kurumunda bulunan bir kişi hakkında, üst sınırı yedi yıldan az olmayan başka bir suçtan soruşturma veya kovuşturması devam etmekte olanlar ile üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir suçtan henüz kesinleşmemiş mahkûmiyet kararı bulunanların kurum yönetim kurulu kararı ile kapalı kurumlara iade edileceği veya kapalı ceza infaz kurumunda olup da bu durumda olanların açık ceza infaz kurumuna ayrılamayacağı dikkate alındığında bu durumda bulunan hükümlülerin yasada belirlenen diğer koşulları taşımalarına rağmen hiçbir zaman denetimli serbestlik tedbiri uygulamasından yararlanamayacağı anlaşılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 26.12.2013 tarihli, 2013/133 Esas, 2013/169 sayılı kararında da belirtildiği üzere; yukarıda belirtilen kişiler bakımından öncelikli olarak Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci fıkrası ve AİHS'nin 6. maddesinin ikinci fıkrası ile koruma altına alınan masumiyet karinesinin dikkate alınması gerekmektedir. 5275 sayılı Kanun'un 3. maddesinde, ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı ile ulaşılmak istenilen temel amacın, hükümlünün yeniden suç işlemesini engelleyici etkenleri güçlendirmek, toplumu suça karşı korumak, hükümlünün; yeniden sosyalleşmesini teşvik etmek, üretken ve kanunlara, nizamlara ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine uyumunu kolaylaştırmak olduğu belirtilerek, suçlunun da diğer bireyler gibi onurlu bir yaşam hakkının bulunduğu bilincine vurgu yapılmış ve çağdaş ceza hukukunda benzer haklara ilişkin düzenlemelere yer verildiği görülmüştür. Denetimli serbestlik suretiyle hapis cezasının infazı, özgürlüğü bağlayıcı cezanın kanunlarla belirlenen miktarının infaz kurumunda geçirilmesi koşuluyla, suçlunun kişiliğindeki gelişmeleri gözlemleyerek cezasının koşullu salıverilmeden önceki bir yılını dışarıda geçirmesini sağlayan bir tedbirdir. Bu yöntemde işlenen suçun, denetimli serbestlik açısından belirleyici bir niteliği bulunmamakta, verilen cezanın çekilen süresi ve iyi halli olma koşulları aranmaktadır. Denetimli serbestlik tedbirinin uygulanması ile de hükümlülerin; yeniden suç işleme risklerinin azaltılması, sosyal hayata hazırlanmalarına imkân sağlanması, tahliye şartlarına uyumun gerçekleştirilmesi, toplumsal kurallara uyma becerilerinin geliştirilmesi,Esas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 5 toplumun hükümlüye olumsuz bakışının azaltılması ve ailesi ile görüşmesinin sağlanmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Yukarıda anılan düzenlemeler uyarınca hükümlüler hakkında uygulanan hükümlerde cezalarının alt ve üst hadleri gösterilen suçları işledikleri iddiasıyla soruşturma veya kovuşturmaya başlanmış olması veya devam edilmesi hâlinde tekrar kapalı ceza infaz kurumuna gönderilmeleri veya kapalı ceza infaz kurumunda bulunanların açık ceza infaz kurumuna ayrılamamaları durumu, kanun koyucu tarafından bir tedbir olarak düzenlenmiş ise de, söz konusu düzenlemeler bu kişilerin suçlu sayıldıkları gerekçesiyle bir yaptırım niteliğine dönüşmektedir. Bunun yanında bu düzenlemeler aynı zamanda hükümlünün denetimli serbestlikten yararlanma hakkını ve denetimli serbestlik kurumundan hükümlü ve toplum lehine beklenen kamusal yararı ortadan kaldırmaktadır. Kanunun çıkarılma amacı ile çelişen bu hususlar ise hükümlülerin henüz işleyip işlemedikleri belirli olmayan bir suçtan dolayı suçlu olarak nitelendirilmelerine yol açıp Anayasa'nın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenen suçsuzluk karinesi ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan, anılan yasal düzenlemeler, ilgilileri, suçlulukları ispatlanıncaya kadar suçsuz sayılmaları olanağından ve bu olanağı yürürlüğe koyan üstün hukuk kurallarından yararlanmalarını engellemekte ve hukuk devletinin ilkelerinden olan hukuki güvenlik ilkesini de ihlal etmektedir. Avrupa İnsan Hakları (Allenet de Ribemont Fransa, Y.B ve Diğerleri Türkiye, Çelik Türkiye) kararlarında vurgulanan suçsuzluk karinesi gereği kişi hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararı olmaksızın peşinen suçlu kabul edilerek bu durumun bir yaptırım niteliğine dönüştüğü, denetimli serbestlikten yararlanma hakkını ve denetimli serbestlik kurumundan hükümlü ve toplum lehine beklenen kamusal yararı ortadan kaldırmakla sonuçlanacak bir uygulamanın ileride kişinin mahkumiyet dışında başka bir kararla sonuçlanması hâlinde ise telafisi imkansız zararlara neden olunacağı, söz konusu madde de yer alan ibarelerin masumiyet karinesini düzenleyen Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci fıkrasına ve AİHS'nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı olduğu anlaşıldığından Hâkimliğimiz tarafından 6216 sayılı Kanun'un 40. maddesi uyarınca iptali için Anayasa Mahkemesi'ne itiraz yoluna başvurulmasına, hükümlü açısından telafisi imkansız zararlara neden olunabileceği öngörülmekle hükümlünün kapalı ceza infaz kurumuna iadesinin onaylanmasına ilişkin kararın kaldırılmasına karar vermek gerekmiştir. KARAR : Yukarıda belirtilen nedenlerle; 1 Hâkimliğimizin 20/12/2013 tarih ve 2013/2153 Esas, 2013/2191 Karar sayılı olan davasında uygulama yeri bulunan 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun Açık ceza infaz kurumları kenar başlıklı 14. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan açık ceza infaz kurumunda bulunan hükümlülerden soruşturma konusu olan suçun kanunda öngörülen cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir başka suçtan soruşturması veya böyle bir suçtan tutuksuz yargılaması devam etmekte olanlar ile. ibaresinin Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci fıkrası ve AİHS'nin 6. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı görmesi nedeniyle ANAYASA MAHKEMESİNE İPTAL TALEBİ İLE İTİRAZ YOLUNA BAŞVURULMASINA, 2 Hükümlü hakkında daha önce Hâkimliğimizce verilen 20/12/2013 tarih ve 2013/2154 Esas, 2013/2189 sayılı Kararın kaldırılmasına,Esas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 6 3 Kararın hükümlüye ve ilgili ceza infaz kurumlarına tebliğine, 4 Karar aslının ve dosyanın onaylı örneğinin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, Dair karar; dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda verildi. C E.2014/33 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: KONUSU : 29.12.2004 Yayın Tarihli 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 14/4. Maddesinin İptali için itirazdır. OLAYLAR : Hükümlü 'ın Keşan Asliye Ceza Mahkemesinin 2011/103 101 E K sayılı 24.02.2011 tarihli kararı ile göçmen kaçakçılığı suçundan 2 yıl 6 ay hapis cezasının infazı için Edirne Açık Ceza İnfaz Kurumunda bulunduğu sırada İpsala Cumhuriyet Başsavcılığı hazırlık bürosunun 02.01.2014 tarih, 2011/886 esas sayılı müzekkeresi ile göçmen kaçakçılığı suçundan soruşturmanın devam ediyor olması nedeniyle hükümlünün Edirne Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü Yönetim Kurulu'nun 02.01.2014 tarih ve 2014/3 sayılı kararı ile verilen Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliğinin 12/1 f maddesi gereğince hakkında üst sınırı 7 yıldan az olmayan başka bir suçtan soruşturma bulunması nedeniyle kapalı ceza infaz kurumuna iadesine dair kararın Edirne 1.İnfaz Hakimliği'nin 07.01.2014 tarih ve 2014/22 esas, 2014/49 sayılı kararı ile 5275 Sayılı Yasanın 14/4 ve Açık Ceza İnfaz Kurumuna Ayrılma Yönetmeliği'nin 12/1 f maddesi gereğince onaylanmasına karar verildiği, hükümlünün bu karara itiraz ettiği, itirazı inceleyecek mahkememizin 5275 sayılı yasanın 14/4 ve 14/2. madde gereğince 02.09.2012 tarihli 28399 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliği'nin 12/1 f maddesinin Anayasa'nın 38/4. maddesinde belirlenen masumiyet karinesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6/2. maddesinde belirlenen masumiyet ilkesine aykırı görüldüğünden itiraz yoluna başvurulmuştur. DELİLLER : İtiraz konusu olan Edirne 1. İnfaz Hakimliği dosyası ve ilgiliye ait infaz dosyası onaylı suretleri, Anayasa Mahkemesi'nin masumiyet ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle 5275 sayılı yasanın 105/a maddesinin 7/b c fıkralarının iptal gerekçeleri ve benzeri konulardaki görüşleri. HUKUKİ SEBEPLER VE SONUÇ : Mahkememizin Edirne 1. İnfaz Hakimliği'nin yukarıda tarih ve sayısı yazılı karara yönelik hükümlünün açık ceza evinde iken hakkında üst sınırı 7 yıldan fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan soruşturma olması nedeniyle açık ceza evinden kapalı cezaevine iade yönündeki ceza infaz kurumu yönetim kurulu kararının 5275 sayılı Yasanın 14/2 ve Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliği'nin 12/1 f maddesi gereğince onaylanmasına dair karara hükümlünün itirazı üzerine 5275 sayılı Yasanın 14/4. maddesinin bakmakta olunan davada uygulanacak hüküm olduğu, buna göre ...hükümlü oldukları suçtan başka bir fiilden dolayı haklarında .... Veya soruşturma konusu olan suçun kanunda öngörülen cezasının üst sınırı 7 yıldan az olmayan bir başka suçtan dolayı soruşturması veya böyle bir suçtan tutuksuz yargılaması devam etmekte olanlar..., kurum yönetim kurulunun kararı ile kapalı ceza infaz kurumlarına geri gönderilirler şeklindeki 5275 sayılı Yasanın 14/4. maddesinde tırnak içinde yazılı olan hükmün Anayasa'nın 38/4. maddesinde yazılı suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılmaz şeklindeki düzenlemeye aykırı olduğu, bu haliyle soruşturma sonucunda ilgili hakkında takipsizlik kararı verilebileceği gibi, yargılama sonucunda beraatle sonuçlanıp kesinleşebilecek bir karar verilebileceği, bu haliyle ilgili hakkındaki soruşturma ya da yargılama sonucunun belirsiz olduğu, bu belirsizlik sonuçlanıncaya kadar kişi için kanuni bir hak olan açık ceza evinden kişiEsas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 7 lehine daha aleyhe bir takım sonuçlar doğuran kapalı ceza infaz kurumuna nakli ve bu arada cezasının tamamlanabileceği bir sürece kişiyi sürüklemek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/2. maddesinde belirtilen masumiyet karinesi ile Anayasamızın 38/4. maddesinde belirtilen masumiyet hükümlerine aykırıdır. Hükümlünün hakkındaki soruşturmanın takipsizlikle sona ermesi ya da yargılamanın beraatle kesinleşmesi hâlinde halen çekmekte olduğu infaz hükmü de tamamlanmış olacağından haklarının iadesi de mümkün olamayacaktır. Bu haliyle Anayasa'ya aykırılık teşkil eden hükmün iptali oybirliğiyle saygı ile arz olunur. D E.2014/41 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: Hükümlü müdafii Av. 21/01/2013 tarihli dilekçesi ile Bafra İnfaz Hâkimliğinin 09/01/2014 tarih, 2014/32 29 E.K. sayılı kararının kaldırılarak müvekkili hakkında denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak mağduriyetinin giderilmesini talep etmiştir. Bafra İnfaz Hâkimliğinin 09/01/2014 tarih, 2014/32 29 E.K. sayılı kararı incelendiğinde, Hükümlünün Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 01/11/2011 tarih, 2010/357 2011/275 E K sayılı ilamından 5 Yıl 7 Ay 15 Gün Hapis cezasını Bafra Açık Ceza İnfaz Kurumunda infaz ettiği, Bafra Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü İdare ve Gözlem Kurulu Başkanlığı'nın 08/01/2014 tarih 2014/41 sayılı iade kararı ile hükümlü hakkında Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 07/01/2014 tarih, 2012/236 esas sayılı dosyasından yargılandığı, hükümlü hakkında 11 Yıl 3 Ay Hapis cezasına hükmedildiği ve dosyanın temyiz incelemesine esas Yargıtay'da olduğundan bahisle hükümlünün açık ceza infaz kurumu şartlarına uymadığından bahisle Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna iadesine karar verildiği ve Bafra İnfaz Hakimliğinin 09/01/2014 tarih, 2014/32 29 E K sayılı kararı ile bu kararın onaylandığı ve hükümlünün hak ederek tahliye tarihine kadar cezasının infazı için kapalı ceza infaz kurumuna gönderilmesine dair karar verildiği görülmüştür. Anayasa'nın 11. maddesinde ‘Anayasa hükümleri, yasama, yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralıdır, kanunlar Anayasaya aykırı olamaz' hükmü yer almaktadır. Yine Anayasa'nın 38/4. maddesinde ‘Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılmaz' hükmü yer almaktadır. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 14/4. maddesinde Açık ceza infaz kurumunda bulunan hükümlülerden kınamadan başka bir disiplin cezası alanlar ve hükümlü oldukları suçtan başka bir fiilden dolayı haklarında tutuklama kararı veya soruşturma konusu olan suçun kanunda öngörülen cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir başka suçtan soruşturması veya böyle bir suçtan tutuksuz yargılaması devam etmekte olanlar ile yaş, sağlık durumu, bedensel veya zihinsel yetenekleri bakımından çalışma koşullarına uyum sağlayamayacakları saptananlar, kurum yönetim kurulunun kararı ile kapalı ceza infaz kurumlarına geri gönderilirler. Bu karar, infaz hâkiminin onayına sunulur. hükmü yer almaktadır. Yine Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliğinin 12. maddesi f bendi Haklarında üst sınırı yedi yıldan az olmayan başka bir suçtan soruşturma veya kovuşturmasıEsas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 8 devam etmekte olanlar ile üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir suçtan henüz kesinleşmemiş mahkûmiyet kararı bulunanlar kurum yönetim kurulu kararı ile kapalı kurumlara iade edilir ve bu karar derhâl infaz hâkimliğinin onayına sunulur. hükmü yer almaktadır. Somut olayda; hükümlünün Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 01/11/2011 tarih, 2010/357 2011/275 E K sayılı ilamından 5 Yıl 7 Ay 15 gün hapis cezasına hükümlü olduğu ve bu cezasını Bafra Açık Ceza İnfaz Kurumunda infaz ederken, Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 07/01/2014 tarih, 2012/236 esas sayılı dosyasından yargılandığı, hakkında 11 Yıl 3 Ay Hapis cezasına hükmedildiği ve dosyanın temyiz incelemesine esas Yargıtay'da olmasından dolayı hükümlünün açık ceza infaz kurumu şartlarına uymadığından bahisle Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna iadesine karar verildiği ve Bafra İnfaz Hakimliğinin 09/01/2014 tarih, 2014/32 29 E K sayılı kararı ile bu kararın onaylandığı ve hükümlünün hak ederek tahliye tarihine kadar cezasının infazı için kapalı ceza infaz kurumuna gönderilmesine dair karar verilmiştir. Hükümlü müdafii Av. itirazında; kovuşturma aşamasının iddianamenin kabul edilmesi ile başladığını, mahkeme tarafından verilen kararın kesinleşmesi ile son bulduğunu, bu bahsedilen süreçte kişinin suçlu olduğundan bahsetmenin ve bu sürece ilişkin olarak yaptırımlar uygulamanın masumiyet karinesine aykırı olduğunu, sonuçta müvekkilinin Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği kararda tutuksuz olarak yargılandığını, Anayasada masumiyet karinesinin söz konusu olduğunu, hiç kimsenin yargılandığı bir suçtan mahkum olmadığı sürece suçlu adledilemeyeceğini, müvekkilinin kesinleşmeyen karardan dolayı kapalı ceza infaz kurumuna iadesinin Anayasa ve İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğundan bahisle bu karara itiraz etmiştir. Bu hususta, Bafra İnfaz Hâkimliğine yapılan itirazı inceleme yetkisi mahkememize aittir. Yasal mevzuat ve aşamalar, dosyadan da anlaşılacağı gibi yukarıda anlatıldığı şekildedir. Hükümlünün kapalı cezaevine iadesine sebep olan Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 07/01/2014 tarih, 2012/236 esas sayılı yazıları incelendiğinde gerçekten de 5275 sayılı Yasa 14/4. maddesi, Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliği 8/2 b ve 12/f maddelerindeki koşulların sağlandığı görülmektedir. Hükümlünün Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinden aldığı mahkumiyet kararı Yargıtay temyiz incelemesinde olup, henüz kesinleşmemiştir. Dolayısı ile Yasadaki şekli şartlar gerçekleşmiş ve bu maddeler gereğince verilen kapalıya iade kararı isabetli bir karardır Ancak hükümlünün çok doğru şekilde itiraz ettiği gibi, Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2012/236 esas sayılı dosyasından cinsel saldırı suçundan TCK 102/2 maddesi gereğince 11 Yıl 3 Ay Hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği, kararın temyiz incelemesine esas Yargıtay'a gönderildiği, Yargıtay'ca karar kesinleştiği takdirde hükümlünün cezasını bihakkın tahliye tarihi dolana kadar kapalı ceza infaz kurumunda infaz edeceği muhakkaktır. Yani temyiz aşaması sonuçlanıncaya kadar çoktan infaz tamamlanacaktır. Dolayısıyla pratik olarak sadece hakkında böyle bir dava bulunması nedeniyle 18 aylık süreyi cezaevinde infaz edecektir. Yani hakkında başka bir dava dosyasından karar verilmesi hususu bir ceza gibi kapalı cezaevine iade edilmekle sonuçlanan, açık cezaevinde bulunduğu esnada sahip olduğu haklardan mahrum bırakılarak cezai mahiyette bir fiili hükümlülüğe yol açacaktır.Esas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 9 Oysaki Anayasa'nın 38/4. maddesi gereğince Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesinde Cinsel Saldırı suçundan mahkum olup, temyiz aşaması tamamlandıktan sonra cezası kesinleştiğinde hükümlüyü suçlu sayabiliriz. Sadece tutuklanması ya da yeniden hakkında dava açılması, ya da kovuşturma yapılması Anayasal anlamda hükümlüyü suçlu sayan bir sonuç ortaya çıkarmaz. Kaldı ki; kapalı ceza infaz kurumuna iadesine neden olan kovuşturma aşamasında ve hükümle birlikte de hakkında herhangi bir tedbire (tutuklama, adli kontrol, vs.) başvurma ihtiyacı hissedilmediği görülmektedir. Anayasa Mahkemesinin paralel düzenlemeler içeren denetimli serbestlik ile ilgili 5275 sayılı Yasanın 105/A maddesinin 7 numaralı fıkrasının a, b ve c bendlerinin iptaline karar verilmiş bulunması da birlikte değerlendirildiğinde; benzer mahiyetteki söz konusu maddelerin yürürlükte kalması ve hali hazırda ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlülerin daha ağır şartlar taşıyan kapalı infaz kurumlarına iadesine karar verilmesi vicdanları rahatsız eden durumlara yol açmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/2 maddesi de masumiyet karinesinden bahsetmektedir. Hükümlünün başka bir suçtan dolayı aldığı ceza henüz hukuken kesinleşmiş olmamasına rağmen başka bir yargısal karar veya kamu makamlarının beyanları ile hükümlünün karar kesinleşmeden önce cezai yaptırımlara maruz kalması hâlinde masumiyet karinesinin ihlal edileceği açıktır. Dolayısıyla 5275 S.K'nun 14/4. maddesi hükümleri Anayasamızın 38/4. maddesiyle açıkça çelişmektedir. Yine hükümlünün kapalı ceza infaz kurumuna iadesine neden olan cinsel saldırı suçundan suçluluğu hükmen sabit değildir, suçlu sayılmaz. Anayasa'nın 11. maddesinin emredici hükmü karşısında ekte belirtilen şekilde hüküm kurularak belirtilen gerekçelerle itirazlarımızın incelenerek karar verilmesi hususu, Saygılarımızla arz olunur. E E.2014/43 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: Hükümlü Açık Ceza İnfaz Kurumunda cezasını infaz etmekte iken Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 17/01/2014 tarih ve 2008/382 esas sayılı müzekkeresiyle hükümlü Engin Eren'in TCK 158/1 i, h, j maddesinden (bu suçun cezasının üst sınırı 7 yıl), 2014/1. maddesinden ve 220/2. maddesinden yargılandığı bildirilmiştir. Bu müzekkere bildirimi sonrasında Bafra Açık Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliğinin 12. maddesi (f) fıkrası gereğince 27/01/2014'de hükümlü 'e Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna iade kararı vermiştir. Söz konusu karar 5275 sayılı Kanunun 14. maddesi 4. fıkrası uyarınca onay alınmak için Hakimliğimize gönderilmiştir. 02/09/2012 tarih ve 28399 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Hükümlülerin Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliği'nin Kapalı Kuruma İade kenar başlığı ile düzenlenen 12. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde düzenlenen Açık kurumlarda cezası infaz edilmekte olan hükümlülerden; Haklarında üst sınırı yedi yıldan az olmayan başka bir suçtan soruşturma veya kovuşturması devam etmekte olanlar ile üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir suçtan soruşturma veya kovuşturması devam etmekte olanlar ile üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir suçtan henüz kesinleşmemiş mahkumiyet kararı bulunanlar, kurum yönetim kurulu kararı ile kapalı kurumlara iade edilir ve bu karar derhal infaz hakimliğinin onayına sunulur şeklinde düzenlenmiştir.Esas Sayısı : 2014/26 Karar Sayısı : 2014/78 10 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun Açık Ceza İnfaz Kurumları kenar başlıklı 14. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan açık ceza infaz kurumunda bulunan hükümlülerden... Hükümlü oldukları suçtan başka bir fiilden dolayı hakkında ‘soruşturma konusu olan suçun kanunda öngörülen cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir başka suçtan soruşturması veya böyle bir suçtan tutuksuz yargılaması devam etmekte olanlar'... kurum yönetim kurulunun kararı ile kapalı ceza infaz kurumlarına geri gönderilirler. Bu karar, infaz hakiminin onayına sunulur. şeklinde düzenlenmiştir. 26/12/2013 tarihli Anayasa Mahkemesinin 2013/133 esas, 2013/169 sayılı iptal kararından önce denetimli serbestlikten yararlanan hükümlülerin haklarında denetimli serbestlik uygulanmaya başlamadan önce işlediği iddia olunan ve cezasının üst sınırı belli ağırlıkta olan bir suçtan yargılama, soruşturma olması hâlinde bu tedbire son verilmesi öngörülüyordu. Bahis konusu o düzenleme (105/A 7 b bendi); Denetimli serbestlik tedbiri uygulanmaya başlanmasından önce işlediği iddia olunan ve cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir suçtan dolayı soruşturma veya kovuşturmaya devam edilmesi hâlinde, denetimli serbestlik müdürlüğünün talebi üzerine, infaz hakimi tarafından, hükümlünün kapalı ceza infaz kurumuna gönderilmesine karar verilir. şeklinde düzenlenmekteydi. Ceza hukukunda bir ki
4,157
Esas Sayısı : 2000/16 Karar Sayısı : 2000/17 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren 10.3.2000 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: I GENEL YAKLAŞIM TBMM, 13.08.1999 t. ve 4446 sayılı Yasayla, Anayasanın 47, 125 ve 155 hükümlerini kısmen değiştirmiştir. Değişiklik hükümleri; özelleştirme, kamu hizmetlerini özel hukuk sözleşmeleriyle yürütebilme (yaptırma/devir), imtiyaz anlaşmazlıklarında tahkim gibi önemli alanları kapsamaktadır. Parlamento, Anayasa değişikliklerinin zorunlu kıldığı uyum uygulama kurallarını, ayrı ayrı tasarılarla kanunlaştırmıştır. Davaya konu kılınan 21.01.2000 t, 4501 sayılı Yasa, uyum yasalarının 3'üncüsüdür. Daha önce Danıştay ve İdari Yargılama Usulü yasaları ile 08.06.1994 t. ve 3996 sayılı Yasada değişikliği öngören iki ayrı uyum yasası çıkarılmıştır. Bir bütünlük içinde ve paket halinde gerçekleştirilen Anayasa değişikliğine karşın uyuma ilişkin yasa değişikliklerinin bir çerçeve (paket) kanunla yapılmaması, dikkat çekicidir. Her üç yasanın hazırlık çalışmalarının (Tasarı, komisyon, Genel Kurul aşamalarının) Yüksek Mahkeme'ce celbi ve tetkiki; parça tasarılarda tasarlanan ve Anayasa ile çatışan amacı açıkça ortaya koyacaktır. (13.08.1999 tarih ve 4446 sayılı muadil Anayasayla ilgili Anayasa Komisyonu ve Genel Kurul görüşme tutanaklarının celbi de yararlı olacaktır). Sözgelimi Danıştay uyumunda komisyon aşamasında reddedilen, Yap İşlet Devret uyumunda Bütçe Plan Komisyonu'nda Anayasal sayı üstünlüğü ile kabul edilmesine rağmen Genel Kurul'ca ret ihtimalinin belirmesi üzerine geri çekilen aynı hükmün, bu kanun ile nasıl yeniden getirildiği görülecektir. Her üç tasarıda yeralan bu hüküm, tahkimin geriye yürütülüp yürütülemeyeceğine ilişkin bir Anayasal hukuk tartışması ile ilgilidir. Tasarılarda sergilenen parça parça uyum yöntemi, kökeninde Anayasayı dolanmayı amaçlayan bir mühendislik yöntemidir, çerçeve uyum, böylesi bir taktik manevrayı önleyici bir hukuki yöntemdi. İktidar çoğunluğundaki karşı görüş, bu manevralarla eritilmiştir: Kaldı ki, kamu hizmetlerinin devir ve özel hukuk işlemleriyle yaptırma yöntemlerinde gözetilecek ilkeler/ölçütler konusunda bir hüküm sevk etmeyen bu uyum yasaları, global olarak Anayasa'ya aykırıdır. (Any. Mad.47., 13.08.1999 t. ve 4446 sayılı Yasa ile değişik son fıkrası). Anayasa değişikliği, gelişen Türkiye'nin önündeki kimi engellerin aşılması için gerekli idi ve bu gerçekleştirilmiştir. Anayasa yapımında sergilenen uzlaşmacı tavır, uyum yasalarında ortaya konmamış ve hatta bundan bilinçli olarak kaçılmıştır. Bir ihtisas komisyonu olan ve bu işlere mutlak şekilde bakmak zorunda bulunan Anayasa Komisyonu, bu işte by pass edilmiştir. Yabancı sermaye, elbette ki gereklidir. Enerji, elbette ki lazımdır. Tahkim, kurucu iktidarca kabul edilmiştir. Ama bunlar, bunlarla ilgili yasalar, Anayasa'ya uygun olmak zorundadır. Yasama organı, kurulu düzen; kurucu düzenle, Anayasa ile bağlıdır. Ben yaptım, oldu zihniyetinin Anayasal demokrasilerde yeri yoktur.Esas Sayısı : 2000/16 Karar Sayısı : 2000/17 2 Bu dava, hiçbir yerindelik zaruretinin, kaygısının veya örtülü amaçların, Anayasa'ya aykırı yasa ihdasına meşru sebep oluşturamayacağının Yüksek Yargı analizine sunulduğu bir talebi güncelleştirmektedir. II AYKIRILIKLAR GEREKÇELER A) Yasanın Geçici 1'inci maddesi, 13.08.1999 tarih ve 4446 sayılı muadil Anayasa'nın 4'üncü maddesi, Anayasamızın 2, 10, 48 ve 167 hükümlerine aykırıdır: 1) 13.08.1999 tarih ve 4446 sayılı Yasa, yürürlük maddesi dahil, bütün hükümleri, bir Anayasa hükmüdür. Nitekim yürürlük maddesi de, Anayasa'nın teklif karar nisabı ile ve müzakere usulü ile sonuçlandırılmıştır. (Any.Mad.175) a) Sözü geçen 4'üncü madde, değişiklik hükümlerinin yayımı tarihinde yürürlüğe gireceğini öngörmektedir. Yayım tarihi, 14.08.1999'dur. Bu tarih, uyum yasalarının yürürlük tarihinin tabanını oluşturur. Bu tarihten geriye etkili (sözgelimi 10.08.1999 tarihinde tamamlanan ilişkiyi konu edinen) yasa, Anayasa'nın yürürlük normunu ihlaldir. Böyle bir sonuç, ancak Anayasa'nın geriye doğru bir tarihten itibaren yürürlüğe konması ile sağlanabilirdi. b) Geçici 1'inci madde, bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki imtiyazlara da Bakanlar Kurulu Kararı ile uygulanabileceğini öngörmektedir. Bu hüküm, mahiyeti itibarı ile geriye yürüme normudur. Dayanağı olan Anayasa hükmünün yürürlük öncesini kapsayan muhtevası, üst norma aykırıdır. 14.08.1999 öncesi yürürlükte olan Anayasa, imtiyazda tahkimi yasaklamaktadır. (Any. Mad. 155, 125). Önceki Anayasa hükümlerinin etkisi, değiştiren Anayasa'nın yürürlük başlangıcına kadar filhal devam eder. Bu, normların zaman bakımından yürürlüğü alanındaki temel bir ilkedir. (Any. Mad. 2). c) Hiçbir yerindelik kaygısı, mali veya finans telakkileri, Anayasa'yı aşmanın bir yolu olamaz. (Any. Mad. 11). Anayasa, kuruşlandırılamaz. 2) Geriye yürüme kararında Bakanlar Kurulu'nun gözeteceği kriterlerin yasa ile belirlenmesi gerekir. Aksi takdirde, her somut olay için öngörüye göre değişken, sübjektif ölçütler devreye girer ve hukuk devleti ilkesi, zarar görür. (Any. Mad. 2). Nitekim özelleştirme işlemlerinde bu tür kriterlerin yasada yokluğu Yüksek Mahkeme'ce, Anayasa'ya aykırı sayılmıştır. Hüküm, bir yolsuzluk alanı yaratmaya elverişlidir. (Any. Mad. 100). 3) İmtiyaz ilişkilerinin kurulduğu tarihte tahkim kaydının yokluğuna dayanarak bu ilişkinin tarafı olma yönünde girişimde bulunmayan, bulunamayan veya hazırlık aşamasında vazgeçen yahut ihalede ona göre teklif veren kişilerle imtiyaz sözleşenleri (akitleri) arasında, bir eşitsizlik yaratılmaktadır. Çok az rastlanabilecek bu eşitsizlik türü, Anayasal himaye görmez, görmemelidir. 4) Devlet (bittabi yasama), girişim özgürlüğünün ve piyasa ekonomisinin gereklerine uymak zorundadır. (Any. Mad. 48, 167). İmtiyazlaşma tarihinde, tahkim yokluğu bir risk faktörüdür. Bu alandaki girişimcileri caydırıcı bir etmendir. İlişkinin kuruluş tarihindeki risk ve rekabet faktörlerini, geriye etkili olarak bertaraf eden yasa, ekonomi kuralları ile çatışır. Geriye yürüme kuralı, bu yönüyle de hukuka aykırıdır. Kural, Devlete ve Yürütmeye güveni erozyona uğratan imtiyaz hükmü niteliğindedir. Her üç uyum yasasındaki müzakerelerde işin bu yönleri ayrıntılı olarak dile getirilmiştir.Esas Sayısı : 2000/16 Karar Sayısı : 2000/17 3 B) Yasanın 7'nci maddesi, 13.08.1999 tarih ve 4446 sayılı muadil Anayasa'nın 4'üncü maddesi, Anayasa'mızın 2, 10, 48 ve 167 hükümlerine aykırıdır: Bu dilekçemizin II A bölümündeki tahliller, genel olarak bu bölüm içinde geçerlidir. Yüksek Mahkemeyi gereksiz tekrarla muhatap kılmak yerine analojik referansla yetinilmiştir. C) Yasanın 2'nci maddesi, Anayasa'nın 2 ve 13.08.1999 tarih ve 4446 sayılı Yasa ile değişik 125/1 hükmüne aykırıdır: Kaynak Fransız pozitif hukukunda, yabancılık unsurunu içermeyen imtiyaz sözleşmelerinde dış veya iç tahkim, daha doğrusu tahkim yasaktır. Uyruk ile devlet arasındaki imtiyaz ihtilafı, devlet yargısında bırakılmıştır. İşin amacına uygun olanı da budur. Anayasa'nın dış tahkimi, ancak yabancılık unsuru taşıyan imtiyaz uyuşmazlıklarda öngörmesinin özel anlamı var. Yabancılık unsuru taşımayan bir uyuşmazlığı (iç uyuşmazlığı), dış tahkime taşımaya elverişli bir düzenleme, Anayasa'yı deler: a) Yabancılık unsuru, Anayasa'nın 125/1 hükmünün amacı çerçevesinde dar bir kapsamla tanımlanabilir. Yasa, yalnızca imtiyaz sözleşmesi kapsamında olan yabancılık unsurunu içermesi gerekirken, bağlantılı ilişkiler (kredi vb. sözleşmeler) de bu alana aktarılmıştır. Bu yolla nerede ise her imtiyaz sözleşmesi, yabancılık unsuru ile ilişkilendirilebilir. Anayasa'nın lafız ve ruhu, bu anlayışa yabancıdır. b) Tanımda, ayrıca milletlerarası özel hukuk birikiminden de yararlanılması gerekirdi. c) İç tahkimi dolanmayı imkânsız kılacak, bu alanı çökertmeyecek bir yabancılık unsuru tanımı, Anayasa gereğidir. Yasa, bunu başaramamıştır. Bundan öte, bilinçli bir Anayasa'ya aykırılık tercihi söz konusudur. d) Yasanın amacı, Anayasa ile sağlanamayan sonucu ki her türlü ihtilaflarda dış tahkim seçeneği, Anayasa değişikliği aşamasında muhalefetimizle önlenmiştir bu yolla sağlamaktır. III YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEĞİ Yasanın 7'nci ve Geçici 1'inci madde hükümleri, uygulanması kısa sürede tamamlanacak ve tükenecek maddelerdir. Hiç olmazsa bu iki maddenin yürürlüklerinin durdurulması zorunluluğu ve ivediliği açıktır. Muhtemel iptal halinde, kural uygulanmış olacağı için, hükmün infaz kabiliyeti ve etkisi kalmayacaktır. (Any. Mad. 153, 138). Anayasa'ya aykırılığın ağırlığı, kuralların uygulanması ile sağlanacak imtiyazın (tahkim kaydının) kamu vicdanında makes bulacak yansıması, uygulama kriterlerinin yokluğu ve yolsuzluk üretmeye elverişliliği ve benzeri haklı nedenler, yürürlüğü durdurmayı zorunlu kılmaktadır. TALEP: 1) Yasanın 2/c, 7 ve Geçici 1'inci maddelerinin iptaline, 2) İptale konu maddelerin (özellikle 7 ve Geçici 1'inci maddelerin) yürürlüklerinin ivedilikle durdurulmasına karar verilmesi arz ve talep olunur."
1,133
Esas Sayısı : 1988/52 Karar Sayısı : 1989/19 1 "... II İTİRAZIN GERKEÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin konuya ilişkin açıklamalarının yer aldığı 28.11.1988 günlü ara kararında, davacı vekilin 10.8.1988 günlü dilekçesinde belirtilen nedenler dayanak yapılmak suretiyle "... 2098 sayılı ve 3395 sayılı kanunlarla kabul edilen sistem ile Milli Savunma Bakanlığı işyerlerinde çalışanlar ile aynı şartlarda çalışan azotlu gübre sanayii kolundaki işçiler arasında inandırıcı ve makul gerekçelerle açıklanması mümkün olmayan bir ayırım yapılmıştır. Aynı şartlarda hatta daha ağır şartlarda çalışmasına rağmen her iş kolundaki işçiler ek birinci maddede bu iş kolu sayılmadığı için itibari hizmet süresinden yararlanamamaktadırlar, bu da Anayasanın 10. Maddesinde açıklanan eşitlik ilkesine ve Sosyal Hukuk ilkesine aykırı düşmektedir. Bu durum karşısında Mahkememiz söz konusu cümleleri Anayasanın 10. Maddesine ve Cumhuriyetin niteliklerini belirten Anayasanın 2. Maddesinde yazılı Sosyal hukuk Devleti ilkesine aykırı bulmuştur. Açıklanan gerekçe uyarınca davacı vekilinin Anayasaya aykırılığı iddiası Mahkememizce ciddi bulunarak ve eksiklikler giderilerek söz konusu cümlelerin iptali için dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine .... karar verildi." Denilerek sözkonusu dilekçenin sonuç kısmında belirlendiği biçimde 3395 sayılı yasa'nın 13. Maddesinin "Sigortalılar" başlığı altındaki birinci sütununda yer alan II., III. ve IV. Bentlerin Anayasa'nın 2. Ve 10. Maddelerine aykırı olduğundan söz edilerek iptali istenmiştir. İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin, içerdiği Anayasaya aykırılık savlarını ciddi bulduğu davacı vekilinin 10.8.1988 günlü dilekçesinde, "Aykırılık Gerekçesi", "Sonuç ve İstem" başlıkları altında aynen; "... AYKIRILIK GEREKÇESİ : 1. Sosyal Güvenlik Hukukunun, aynı koşullara sahip şahıslara eşit bir biçimde uygulanması, bu hukuk dalının temel ilkelerindendir. (Y.10. H.D. 10/5/1983, 1909/2488, YKD.,1983, S.1768). Oysa, 2098 sayılı ve 3395 sayılı Yasalarla kabul edilen sistem nedeni ile örneğin: gaz maskesi ile çalışmayı gerektiren Milli Savunma Bakanlığı işyerlerinde çalışanlar ile aynı koşullarda çalışan Azotlu Gübre sanayii işkoluna mensup işçiler arasında anlamsız, makul gerekçelerle açıklanması mümkün olmayan bir ayrım yapılmaktadır. Zira aynı koşullarda, hatta daha ağır koşullarda çalışmasına rağmen Harb İş kolu mensubu işçi, sırf Ek 1. Madde'de bu işkolu sayılmadığı için, itibari hizmet süresi uygulamasının dışında kalmaktadır. Böyle bir uygulamaya meydan veren yasa hükmünün Anayasaya ve Anayasanın 10. Maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesine ve yukarıda açıkladığımız Sosyal Sigortalar Hukuku ilkelerine aykırı olduğu aşikârdır. 2. Bazı işçilere itibari hizmet süresi tanınmasının iki gerekçesi olabilir. Bunlardan birincisi özendirme, diğeri ise çalışma gücü ve hayat süresini alabildiğine kısaltan ağır ve yıpratıcı işlerde çalışanların bu özel durumlarına göre özel emeklilik yaşı saptamak, erken yıprananlara erken dinlenme olanağı sağlamaktır.Esas Sayısı : 1988/52 Karar Sayısı : 1989/19 2 2098 ve 3395 sayılı Yasalar hangi gerekçeye ağırlık vermiş olurlarsa olsunlar, aynı koşullarda çalışan işçiler arasında, çalıştıkları işkolları yönünden ayrım yapmaları ile bir anlam taşımamaktadırlar. Şayet özendirme gerekçesi ağırlıkta ise, neden özendirme açısından, Savunma Sanayii Sektörünün, Şeker Sanayi işkolundan daha az önemli sayıldığını anlamak, Basın iş sektörünün, neden Demir Çelik işkolundan daha önemli sayılması gerektiğini açıklamak mümkün değildir. Kaldı ki 2098 ve 3395 sayılı Yasalarda amaç, özendirmeden çok, çalışma gücünü hızla azaltan ve ömrü kısaltan ağır, tehlikeli ve yıpratıcı işlerde çalışanlara nispeten daha rahat işlerde çalışanlara nazaran özel himaye sağlamaktadır. Her iki Yasanın gerekçesinde bu amaca ağırlık verildiği görülmektedir. Amaç özel himaye sağlamak olunca eşitsizlik daha da çarpıcı bir hale gelmektedir. 3. Yasa gerekçeleri incelendiğinde, özellikle 2098 sayılı Yasanın gerekçesinde Sosyal Sigortalar Hukuku ilkelerine aykırı düşüncelerle hareket edildiği anlaşılmaktadır. Örneğin, 2098 sayılı Yasanın gerekçesinde; "kontak anahtarını kapatan şoför, kazmasını bırakan işçi için, dinlenme istirahate çekilme imkanı vardır. Fakat, gazetenin fikir işçisi, toplumda duyduğu, düşündüğü, gördüğü için... mesleğin bu sürekliliğine, durmazlığına mukabil bir de gerilimi vardır ki fiziki ve ruhi çöküntülere sebep olduğu tıbbi deneylerle sabittir." denilmektedir. Sorun dinlenme fırsatı bulmak ya da bulmamak sorunu değildir. Gün boyunca zehirli gazların etkisi altında kalan ya da jet bakım atölyesinde yüksek gürültüye ve sarsıntıya maruz kalan işçinin, bu iş özellikleri nedeni ile bünyesinde meydana gelen tahribatın uyumak ya da istirahat etmekle geçip geçmeyeceğidir. Bu tahribatın uyumakla geçmeyeceği de açıktır. 3395 sayılı Yasanın gerekçesinde ise işkolu ölçütünü haklı göstermeyen bir gerekçeye yer verilmektedir. "Sosyal Güvenlik sistemlerinde, itibari süresi ve fiili hizmet zammı gibi uygulamalara, vücudu yıpratıcı, dolayısı ile çalışma gücünü ve hayat süresini azaltıcı işyerlerinde, çeşitli tehlikelere açık olarak çalışanlar için yer verilmektedir."Sosyal Güvenlik sistemlerinde, itibari hizmet süresi ve fiili hizmet zammı gibi uygulamalara, vücudu yıpratıcı, dolayısı ile çalışma gücünü ve hayat süresini azaltıcı işyerlerinde, çeşitli tehlikelere açık olarak çalışanlar için yer verilmektedir.." 2098 sayılı Yasanın gerekçesinde ayrıca 3395 sayılı Yasanın gerekçesinde yapıldığı gibi, Anayasanın eşitlik ilkesine ve hak hakkaniyet öğelerine yollama yapılmakta, ancak eşitlik sağlamak amacıyla çıkartılan yasa başka ve daha büyük eşitsizliklere yol açmaktadır. Sözkonusu ağır ve yıpratıcı işlerde fiziki, ruhi ve fizyolojik bakımlardan insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen şartlar altında çalışanların tümünün itibari hizmet süresinden yararlandırılmaları, gerek Anayasanın eşitlik ilkeleri ve gerekse sosyal Güvenliğin temel prensiplerine uygun düşeceği için zorunlu görülmektedir. Böyle bir gerekçeden sonra, itibari hizmet süresinden yararlandırılacakların işkolu itibariyle belirlenmesi, gerekçeye aykırı olduğu gibi, bu gerekçede haklı olarak zikredilen eşitlik ilkesi ve sosyal güvenlik hukukunun temel prensiplerine aykırıdır.Esas Sayısı : 1988/52 Karar Sayısı : 1989/19 3 Nitekim itibari hizmet süresi uygulamasına işkolu açısından sınırlama getirilmesinin yarattığı, adaletsizlik, 3395 sayılı Yasanın TBMM'deki müzakereleri sırasında hissedilmiş, Milletvekilleri yasa maddesine çeşitli işkollarının eklenmesini önermişlerdir (Ek: TBMM Tutanak Dergisi, S.208 vd.) Oysa itibari hizmet süresi uygulamasında eşitsizliği önlemenin yolu Ek 1. Madde'de sayılan işkolları sayısını arttırmak değil, işkolu şartını tamamen kaldırıp, itibari hizmet süresinden yararlandırılacak işçileri, maruz kaldıkları yıpratıcı, yaşam süresini ve çalışma gücünü azaltan hizmet yerleri itibariyle belirlemektir. 4. Anayasa Mahkemesi çeşitli kararlarında Anayasada yer alan eşitlik ilkesini uygulamıştır. Örneğin : 19.4.1966 gün ve 1966/1 21 sayılı kararda (Anayasa Mahkemesi Dergisi, 1967, Sayı:4, 148 vd) "Kanun önünde eşitlik ilkesi, bir temel kural olarak T.C. Anayasasının 12. Maddesinde yer almıştır. Tarih boyunca toplum hayatlarında çok ağır basan etkenlerden olmaları dolayısıyla dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımlarının eşitsizliğe yol açmıyacağı, başka ülkelerin Anayasa ve insan hakları belgelerinde olduğu gibi burada da özellikle kesin bir dille belirtilmektedir.... köyde oturan çiftçileri zor alımdan bağışık tutan ve onlara bir ek para cezası verilmesi ile yetinilmesini öngören hüküm, Anayasanın bu maddesi ile karşılaştırılıp ölçüye vuruldukta aykırılık hemen kendini gösterir. İnceleme konusu hüküm, köylerde oturan çiftçileri ceza bakımından, belediye sınırları içinde oturanlarınkine eşit olmayan haklardan yararlandırmakta, imtiyazlı zümre durumuna getirmektedir." Açıklamasına yer verilmektedir. Keza 25/2/1975 gün ve 1973/38, 1975/23 sayılı kararda (Anayasa Mahkemesi Dergisi 1976, Sayı: 13, S. 260): "... Sosyal Hukuk Devleti güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve böylece toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir. Çağdaş uygar görüşe ve Anayasanın temel yapı ve felsefesine göre, gerçek Hukuk Devleti ancak toplumsal Devlet anlayışı içinde ise bir anlam kazanır. Hukuk Devletinin amaç edindiği (Kişiliğin Korunması) toplumdu sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yolu ile gerçekleştirilebilir...", "... özetlenecek olursa Üniversite öğreniminin paralı olması Anayasa hükümleri ile bağdaşmamakta, mali durumu iyi ve kötü öğrenciler arasında eşitsizlik yaratmakta, fırsat eşitliği ilkesini ortadan kaldırmaktadır..." denilmektedir. Anayasa Mahkemesi bu iki kararı ile, eşitlik ilkesini dar anlamı ile değil, geniş anlamı ile uygulamakta, Prof. Dr. Bülent Nuri ESEN'in Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı isimli esirinin (Ankara 1966) 69. Sayfasında tanımladığı eşitlik ilkesini gerçekleştirmektedir. Prof.Dr. Bülent Nuri ESEN bu eserinde eşitlik ilkesini şöyle tanımlamaktadır: "... klasik manada eşitlik, kanun önünde eşitliktir. Yalnız 1961 Anayasası bir başka eşitliği daha ortaya koymuştur. 41. Maddenin 1. Fıkrasında bunun ifadesini görüyoruz... Bu hükme göre ferdin fiilen eşitliğini mümkün kılacak iktisadi ve sosyal şartların sağlanması gerekmektedir. Sosyal adalet fikri bu gelişmeyi işaret eder." Bir başka kararında Anayasa Mahkemesi (23/5/1972 gün, 2/28, Anayasa Mahkemesi Dergisi, Cilt: 10,S.406) eşitlik ilksini olumsuz yönden tanımlamış ve "... Anayasanın 12.Esas Sayısı : 1988/52 Karar Sayısı : 1989/19 4 Maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesi ancak birbirine benzeyen durumlarda ya da kurallardaki aykırılığı haklı kılan bir gerekçe bulunmayan hallerde çiğnenmiş olabileceği gibi, yasaların genelliği ve dolayısı ile de Anayasanın 2. Maddesindeki Hukuk Devleti ilkesine dayanılması yalnızca benzer durumlarda benzer yararların düzenlenmesinde söz konusu olabilir." Hükmünü vermiştir. (Benzer karar için Bkz. 18/11/1980, 20/57, R.G. 18/1/1981). Olayımızda ise bu kararlarda belirtilenin aksine, benzer çıkarların farklı düzenlenmesi söz konusudur ve farklı bu düzenlemenin makul bir gerekçesi, haklı ve adil bir dayanağı yoktur. Bu kararlarda işlenen görüşlerin ışığı altında, konumuzu oluşturan Ek 1. Madde ele alındığında, yapay ışık altında çalışan ya da fazla gürültü ihtizaz yapan makinalarla çalışan işçiler mensup oldukları işkolu yönünden yaratılan farklılığın makul bir gerekçesi olamaz diye düşünmek mümkündür. Şimdi burada Anayasa Mahkemesinin, iptal yoluyla yasa kapsamını genişletemeyeceğine dair kararları, özellikle 21/10/1963 gün ve 963 /172 244 sayılı kararı (Anayasa Mahkemesi Dergisi, Sayı: 1, Sayfa: 439) üzerinde durmak gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi, 3008 sayılı İş Kanununun uygulama sınırlarını belirleyen maddesinin iptali istemiyle açılan davada, "... halbuki Anayasa Mahkemesinden ancak Anayasaya aykırı olan bir kanun hükmünün, uygulama alanında kaldırılmasını sağlamak için iptal kararı istenebilir, yoksa bir hükmün uygulama alanının genişletilmesi amacı ile değiştirilmesini sağlamak için iptali istenemez. Zira bu yolda bir istemde, söz konusu hükmün iptal değil daha geniş bir alana yayılmak sureti ile uygulamada kalması amacı bulunmaktadır ki..." gerekçesi ile iptal isteminin reddine karar vermiştir. Olayımızda bu davadaki olayın özellikleri yoktur. Biz Ek 1. Maddenin tümünün değil sadece işkoluna ilişkin bölümlerinin iptalini talep etmekteyiz. Bu iptal, yasanın düzenlenme biçiminden kaynaklanan adaletsiz ve Anayasaya aykırı bir durumu ortadan kaldıracaktır. Maddenin işkoluna ilişkin hükümlerinin iptali halinde, sol tarafta yer alan ve hizmetin geçtiği yer belirlemesi yürürlükte kalacak ve böylece eşitsizlik ve adaletsizlik giderilmiş olacaktır. Sonuç ve İstem : 1 .Davamızda uygulanması gereken madde 506 sayılı yasaya 2098 sayılı yasayla eklenen ve 3395 sayılı yasayla değiştirilen Ek 1. Maddedir. II. Maddenin işkollarını belirleyen cümleleri olan : "II. Basım ve gazetecilik işyerlerinde 1475 sayılı kanun ve değişikliklerine göre çalışan sigortalılar." "III. Gemi adamları, gemi ateşçileri, kömürcüler, dalgıçlar." "IV. Azotlu gübre ve şeker sanayiinde, fabrika, atölye, havuz ve depolarda, trafo binalarında çalışanlar." Cümleleri Anayasamızın 10. Maddesinde kabul edilen ilkelere aykırıdır. III. Kısaca açıklamaya çalıştığımız bu nedenlerle Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 2949 sayılı Kanunun 28. Maddesi gereğince, konunun, itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine sunulmasını ve bu yolla maddenin Anayasaya aykırıEsas Sayısı : 1988/52 Karar Sayısı : 1989/19 5 cümlelerinin iptalinin sağlanmasına karar verilmesini saygılarımla arz ve talep ederim." denilmektedir."
1,628
Esas Sayısı : 1988 9 Karar Sayısı : 1988 28 1 "... ll İTİRAZIN GEREKÇESİ : Başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir : "213 sayılı Vergi Usul Kanununun, 3239 sayılı Kanunun 8. Maddesiyle değişik 112. Maddesinin 3 numaralı bendi hükmü ile devlet, ikmalen, re'sen veya idarece yapılan vergi tarhiyatlarında verginin kendi vergi kanunlarındaki normal vade tarihlerine göre geç tarh, tahakkuk ve tahsilinden dolayı vergi yükümlülerinden bent hükmünde belirtilen durumlara ve belirlenen sürelere göre gecikme faizi hesaplayıp tahsil etmektedir. Oysaki ; devletin, vergileme hataları, hukuka aykırılık ... vb. nedenlerle haksız ya da fazla olarak tahsil ettiği vergileri yargı organı kararı gereğince ya da düzeltme yoluyla yükümlüsüne geri verirken tahsil tarihinden iade edildiği tarihe kadar geçen süre için hesaplanacak herhangi bir faiz ya da zam ile birlikte geri ödemesi söz konusu olmamaktadır. Yalnızca tahsil edilmiş olan vergi aynı miktarda faizsiz olarak geri verilmektedir. Vergi usulünden konu ile ilgilendirilmesi gereken mümkün bazı örnekler şu şekilde ortaya konabilir : 1 Her ne kadar Vergi Usul Kanununun 378. Maddesinin 2. Paragrafı hükmü uyarınca, yükümlüler beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açmamakta iselerde; gerek Danıştay Vergi Dava Dairelerince gerekse Vergi Mahkemelerince ihtirazi kayıtla beyan edilen matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı açılan davalar ötedenberi esastan incelenip karara bağlanmaktadır. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 27. Maddesinin 8. Bendi hükmüne göre vergi mahkemelerinde, vergi uyuşmazlıklarından doğan davaların açılması, tarh edilen vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümlerin ve bunların zam ve cezalarının dava edilen bölümünün tahsil işlemlerini durdurur iken, ihtirazı kayıtla verilen beyannameler üzerine yapılan işlemlerle tahsilat işlemlerinden dolayı açılan davalar, tahsil işlemini durdurmamakta, bunlar hakkında yürütmenin durdurulması istenebilmektedir. İhtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerinde yapılan işlemlerle tahsilat işlemlerinden dolayı açılan davalarda yürütmenin durdurulmasının istenmemesi veya yürütmenin durdurulması isteminin reddedilmesi halinde vergiler tahsil edilecektir. Söz konusu davalar idari yargı mercilerince esastan kabul edildiğinde ve bu kararlar kesinleştiğinde evvelce tahsil edilen vergilerin yargı organı kararı gereğince davacılara (yükümlülere) geri ödenmesi gerektiği hallerde iadenin faiz yada zam ile birlikte yapılması söz konusu olmamaktadır. 2 Vergi Usul Kanununun vergi hatalarının düzeltilmesine ilişkin hükümlerine göre; vergiye müteallik hesaplarda veya vergilendirmede yapılan hatalar yüzünden haksız yere fazla veya eksik vergi istenmesi ve alınması suretiyle yapılan vergi hatalarının Vergi Usul Kanunun'un 114. Maddesinde yazılı zaman aşımı süresi içinde düzeltilmesinin istenmesi ve düzeltilmesi mümkün olup, yükümlü aleyhine hata yapılmış olması halinde fazla verginin düzeltme fişine dayanılarak terkin edilmesi ve tahsil olunmuş ise yükümlüye red ve iade olunması gerekmektedir. Aleyhine hata yapılan yükümlüye ret ve iade sırasında yine bir faiz yada adı altında devletçe fazladan ek bir ödeme yapılmamaktadır.Esas Sayısı : 1988 9 Karar Sayısı : 1988 28 2 3 213 sayılı Vergi Usul Kanunun'un, 205 sayılı Kanunun 22. Maddesi ile eklenen üçüncü bölümünde (uzlaşma kurumuna ilişkin hükümleri) uzlaşma isteminin ihbarnamenin tebliğinden itibaren 30 gün içinde yapılacağı, uzlaşma ile ilgili olarak yapılacak görüşmelere katılması için mükellef veya cezaya muhatap olana; görüşmenin tarihi ile yapılacağı yer ve saatin uzlaşma komisyonu tarafından yazı ile ve en az on gün evvelinden bildirileceği öngörülmüş olmakla birlikte, uzlaşma isteminin, istemde bulunulan tarihten en geç ne kadar süre sonra görüşüleceği, başka bir anlatımla; uzlaşma görüşmesinin istem tarihinden itibaren en geç ne kadarlık bir sürede yapılacağı hakkında, vergi idaresinin uzlaşma görüşmesinin yapılacağı günü tespit yetkisinin süre yönünden sınırlanması yolunda bir hüküm bulunmadığından, idarenin ihmali yada kusuru sebebiyle makul karşılanamayacak uzunca bir süre geçtikten sonra uzlaşma görüşmesinin yapılması ve uzlaşmanın vaki olması halinde yükümlüler kendi iradeleri dışında idarenin ihmal yada kusurundan dolayı geçen süre için gecikme faizi ödeme zorunda bırakılacaklardır ki bu durum adalet anlayışı içindeki demokratik bir sosyal hukuk devleti niteliği ile bir huku süjesi olarak devlet tüzelkişiliği ile bireyin yasalar önündeki eşitlik ilkesiyle bağdaşmaz. Anayasanın 2, 10, ve 11. Maddelerinin incelenmesinden varılan sonuçlar ile vergi usulünden, değişik 112. Maddesinin 3. Bendinin uygulanması ile ilgilendirilmesi mümkün görülerek ortaya konulan bazı örnekler birlikte gözönüne alındığında; devlet tüzelkişiliğince, tahsil edilmiş vergilerin çeşitli durumlarda, değişik nedenlerle yükümlülerine ret ve iadesi sırasında hiçbir şekilde faiz yada zam ödenmez iken değişik 112. Maddenin 3. Bendi hükmü ile yükümlülerden gecikme faizi hesaplanıp alınmasının hükme bağlanması devlet tüzelkişiliğine diğer kişiler karşısında ayrıcalık tanınması anlamındadır. Bu durum hem adalet anlayışı içindeki demokratik sosyal bir hukuk devleti niteliğine hem de objektif bir ilke olan eşitlik ilkesine uygun düşmemektedir""
696
Esas Sayısı: 1992/45 Karar Sayısı : 1992/51 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin bu konudaki görüşünü açıklayan kararı şöyledir: "Sanığın kasaplık faaliyetini sürdürdüğü sırada Kayseri ve Sivas vergi dairelerine kayıtlı 2 ayrı mükelleften aldığı sahte ve müşteviyatı itibarı ile yanıltıcı belgeleri stopaj, gelir ve katma değer vergisi kaçırmak amacı ile kullanarak kaçakçılık suçunu işlediği belirtilerek eylemine uyan 213 sayılı Yasanın 359/1 3 maddeleri gereğince cezalandırılması istemi ile tanzim edilen iddianame ile Nevşehir Asliye Ceza Mahkemesine kamu davası açılmıştır. Yapılan yargılamada Cumhuriyet Savcısı 05.11.1992 tarihli oturumda verdiği esas hakkındaki mütelasında sanığın iddianamede belirtilen maddeler gereğince cezalandırılmasını talep etmiştir. Yine aynı oturumda sanık hakkında uygulanması istenilen 213 sayılı Yasanın 359/1 maddesine 3.12.1988 tarih ve 3505 sayılı Kanunun 8. maddesi ile eklenen "Ancak hapis cezasının paraya çevrilmesine hükmolunması halinde para cezası tutarı hesabının hapis cezasını her bir günü için sanayi sektörü için belirlenen yürürlükteki asgari ücretin bir aylık tutarının yarısı esas alınır" hükmünün Anayasa'ya aykırılığı hususunda görüşü sorulan Cumhuriyet Savcısı yasa maddesinin Anayasa'ya uygun olduğunu ve sanık hakkında uygulanmasını talep etmiştir. Müdahil vekili Anayasa'ya aykırılık yönünden taktiri mahkemeye bırakmıştır. Sanık ise eski savunmalarını tekrar etmiş başka diyeceğinin olmadığını beyan etmiştir. 5.11.1992 tarihli ara kararı ile 213 sayılı Yasanın 359/1 maddesine 3.12.1988 tarih ve 3505 sayılı Kanunun 8. maddesi ile eklenen kısmın Anayasa'nın 2, 7, 8, 38. maddelerine aykırı olduğu cihetle Anayasa Mahkemesi Başkanlığına müracaat edilmesine karar verilmiştir. Anayasa'nın 2. maddesi "Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk Devleti" olduğunu belirtmiştir. Anayasa'nın 7. maddesi "Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez" Anayasa'nın 8. maddesi "yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa'ya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir." Anayasa'nın 38. maddesi "Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur." şeklindedir. Yukarıda belirtilen Anayasa hükümlerine karşı iptali istenilen 213 sayılı Yasanın 359/1 maddesine eklenen kural genel itibarı ile hapis cezasının paraya çevrilmesine hükmolunması halinde günlük cezasın yürürlükteki asgari ücretin bir aylık tutarının yarısının esas alacağı hükmünü taşımaktadır. Aynı maddede suçun subutu halinde verilecek cezanın üç aydan üç yıla kadar hapis ve bu kadar müddet ticaret, sanat ve meslek icrasından mahrumiyet olduğu belirtilmiştir.Esas Sayısı: 1992/45 Karar Sayısı : 1992/51 2 Basit bir inceleme ile sanık hakkında cezanın asgari haddinin uygulanması halinde günümüzdeki asgari ücret günlük 48.300. lira aylık ise 1.449.000. lira olduğu nazara alındığında aylık ücretin yarısı 724.500. lira olup üç aylık tutar ise 65.205.000. TL. tutmaktadır. Anayasamız suçtan kanunilik prensibini esas almıştır. Suçlar her yönden doğrudan doğruya kanun tarafından tesbit edilmiştir. Yine Anayasa gereği cezalarda da kanunilik esastır. Yasama organı yürütme mercilerine niyabet veremez. Ancak kanunla düzenlenen hususlarda düzenleme yetkisini verebilir. Bu halde yasama yetkisi devredilmiş olur. Cezaların kanun tarafından tayin olunması cezada kanunilik ilkesi Anayasamız gereğidir. Yürütme gücüne kanunların uygulanması maksadı ile tanzim yetkisi tanınmıştır. Yönetmelik, karar, sirküler ve diğer tanzimi yetkilerle yetkinin saptırılması suretiyle ceza tayini yersizdir. İdarenin tanzim yetkisi esas alınmıştır. İdare yönetmelik, karar ve sirküler gibi tanzim tasarrufları ile yasak ve mükellefiyetler yaratabilir. Fakat buna dayalı ceza koyamaz. Cezanın konulması mutlaka kanun ile olmalıdır. İtiraza konu olan 3505 sayılı Yasanın 8. maddesinde paraya çevrilmede 1475 sayılı İş Kanununun 33. maddesine göre düzenlenecek asgari ücret esas alınmaktadır. 1475 sayılı İş Kanununun 33. maddesi gereğince tayin edilecek asgari ücretin ana amacı işçilerin ekonomik ve sosyal durumlarının düzeltilmesidir. Bunu tespit edecek komisyon kuruluş şeklide aynı maddede belirtilmiş olup ücreti tesbit eden asgari ücret tesbit komisyonu Çalışma Bakanlığının Çalışma Genel Müdürü veya Yardımcısı, İşçi Genel Müdürü veya Yardımcısı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Konjontür ve Yayın Dairesi Müdürü veya Yardımcısı, Devlet Planlama Teşkilatından konu ile ilgili dairenin başkanı veya yetkilisinin vereceği bir görevli ile bünyesinde en çok işçiyi bulunduran en üst işçi teşekkülünden değişik iş kolları için seçilecek 5 kişi ile bünyesinde en çok işvereni bulunduran en üst işveren teşekkülünden değişik iş konuları ile ilgili 5 kişiden oluşacağı hükmünü getirmektedir. Bu komisyonun kararı kesindir. Asgari ücret komisyonu genelde ücretin yükseltilmesi esasına göre çalışmalar yaptığı cihetle ileriye dönük kararlar vermek zorun dadır. Ücretin tesbitinde çeşitli unsurlar gözönüne alınırken bunun başka bir yasada ceza hükmünü taşıyacağı hususları gözönüne alınma maktadır. Ayrıca verilen kararlar genelde kurulun yapısı itibarı ile oyçokluğu ile çıkmaktadır. Bu kararlara işçi veya işveren temsilcileri genellikle karşı oy kullanmakta birde buna temenniler eklenmektedir. Bu şekilde oy çokluğu ile, karşı oyla, temenni ile tesbit edilen bir ücretin ceza tayininde esas alınması Anayasa'ya aykırıdır. Yine cezanın tayinine esas olan unsur asgari ücret tesbit komisyonu ve bir kanun değildir. Her ne kadar 1475 sayılı İş Kanununa dayalı olarak tanzim edilmekte ise de idare tarafından verilmiş bir karardır. Bu sebeplerle Anayasa'ya aykırıdır.Esas Sayısı: 1992/45 Karar Sayısı : 1992/51 3 Diğer yandan asgari ücretin tesbit ve tayini için belirli bir süre yoktur. 1475 sayılı İş Kanunu hükümleri gereği asgari ücret gerekli görülen hallerde çıkartılmakta olup son asgari ücret komisyon kararı bir öncekinden sekiz ay sonra çıkartılmış olup belirli bir uygulama süresi de yoktur. İdarenin ve tarafların talebi ile bir ay sonra dahi yeniden toplanıp ücretin değiştirilmesi mümkündür. Bu hali ile dahi tesbit edilen ücretin bir ceza da uygulaması Anayasa'ya aykırıdır. Yukarda belirtildiği gibi 213 sayılı Yasanın 359. maddesine bir fıkra ekleyen 3.12.1988 tarih ve 3505 sayılı Yasanın 8. maddesi Anayasa'nın 2, 7, 8, 38. maddelerine aykırı olduğu cihetle bu hususun yüksek mahkemenizce incelenmesi yönünden itiraz ve iptal talebimizin kabulü ile yasa maddesinin uygulamadan kaldırılmasına karar verilmesi" istenilmektedir."
868
Esas Sayısı : 2017/144 Karar Sayısı : 2018/76 1 II. GEREKÇELER 13.06.2017 tarihli ve 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun Geçici 1. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan orman vasıflılar da dâhil olmak üzere ibaresinin Anayasaya aykırılığı 1. 7034 sayılı Kanun ile kurulan Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesine iptali talep edilen düzenleme ile yer tahsisi yapılmıştır. Yapılan yer tahsisi, 7034 sayılı Kanuna ekli kroki ile belirtilen sınırlar içindeki tüm taşınmazları kapsamaktadır. Bedelsiz olarak tahsis edilen bu taşınmazlarda herhangi bir ayrım gözetilmemiş, orman vasfı taşıyanlar da Kanunla tahsis edilmiştir. 2. Kanunun dayanağı Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Japonya Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyetinde Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kurulmasına Dair Anlaşmadır. İş bu anlaşmanın Yürürlük ve Sona Erdirme başlıklı 15. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca anlaşma on yıl süreyle yürürlükte kalacak ve Taraflardan herhangi biri bu Anlaşmayı sona erdirme niyetini, yürürlük süresi dolmadan en geç altı ay önce karşı tarafa diplomatik yollardan yazılı olarak bildirilmediği sürece beş yıllık süreler için kendiliğinden uzayacağı düzenlenmiştir. 3. Ormanların korunması ve geliştirilmesi Anayasanın 169. maddesi uyarınca devletin anayasal görevleri arasındadır. Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koymakla ve tedbirleri almakla yükümlüdür. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir. Gözetim anayasal olarak geniş bir çerçeveye sahiptir. Nitekim ormanların mülkiyeti devredilemeyeceği gibi, kullanım hakkında dahi sınırlama vardır. Devletçe yönetilen ve işletilen ormanlar, kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamamaktadır. Üniversite kurulmasında kamu yararı bulunmaktadır ancak bu kurulan üniversiteye tahsis edilen ormanlık arazinin nasıl kullanılacağına dair kanunda herhangi bir sınırlama veya belirlilik bulunmamaktadır. Bir başka deyişle ormanlık arazinin kamu yararı gözetilerek üniversiteye tahsis edilmiş olacağı düşünülse dahi ormanlık arazinin küçülmemesi, zarar görmemesi veya yok edilmemesiyle ilgili bir düzenleme bulunmamaktadır. Ormanlık arazinin korunmasına ilişkin bir düzenleme yapılmadan, herhangi bir güvence sağlanmadan bir başka deyişle tamamen güvenceden yoksun olarak tahsis edilmiş olmasında kamu yararı yoktur. Ormanlık araziye herhang bir inşaat yapılmayacağı, ormanlık arazinin yok edilmeyeceği gibi herhangi bir koşul getirilmeden yapılan tahsis anayasaya aykırıdır. Nitekim bu kullanım hakkı, ormanlık arazinin tamamen yok edilmesi anlamına da gelebilecektir. Anayasanın 169. maddesi ile ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçların genel ve özel af kapsamına alınamayacağı düzenlenmiştir. Ormanların yok edilmesi af çıkarılamayacak kadar önemsenmişken, yürürlük süresi 10 yıl olan bir anlaşma ile kullanım koşulları belirlenmeden ormanlık arazinin tahsis edilmesi kabul edilemez. İptali talep edilen düzenleme Anayasanın 169. maddesinde düzenlenen ormanların korunması ve geliştirilmesi sorumluluğuna aykırılık teşkil eder bu sebeple iptali gerekir. 3. Anayasanın 2. maddesinde hukuk devleti ilkesi düzenlenmiştir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle, kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içindeEsas Sayısı : 2017/144 Karar Sayısı : 2018/76 2 adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir (AYM Kararı: 2014/34E., 2014/79K. 9.4.2014). Kullanım şekline ilişkin herhangi bir belirleme olmayan iptali talep edilen düzenlemede kamu yararı gözetilmemiştir. Ormanların yokedilmesinin, orman arazisinin azaltılmasının, daraltılmasının telafisi mümkün değildir. Kuşkusuz, yasa koyucu takdIr alanına gIren değerlendIrmelerde Anayasal Ilkelere uygun düzenlemeler yapmak zorundadır. (AYM Kararı: 17/06/1992 E., 1992/22 K., 1992/40). İptalI talep edilen bu düzenleme ile ormanlık araziyi yokedilme riski taşıyan şekilde tahsisinde yasa koyucu kamu yararı gibi anayasal ilkeleri ve ormanların korunması gibi anayasal düzenlemeleri gözetmemiştir. 5. Yukarıda değinildiği üzere, Anayasa MahkemesI kararlarında, yasama IşlemlerInIn amacının kamu yararını gerçekleştIrmek olması gerektIğI (AYM Kararı: 2007/105 E. 2008/75 K. 06/03/2008) bIr nevI ön kabul olarak yer almaktadır. Ayrıca kanun koyucunun kamu yararı amacıyla yapacağı kanunI düzenlemelerIn, düzenleme Ile amaçlanan hIzmetIn gereklerI göz önünde tutularak, yapılan düzenlemede öngörülen nitelIk ve kısıtlamalarla, gerçekleştIrIlmek IstenIlen hIzmet arasında gerçekçI, nesnel ve zorunlu bIr neden sonuç IlIşkIsI kurularak yapılması gerektIğI belIrtIlmIştIr. (AYM Kararı: 1992/40 E., 1992/55 K., 31/12/1992). HIçbIr güvence belirlenmeksizin ormanlık arazInIn tahsIsIne IlIşkIn düzenleme Ile verIlecek hIzmet arasında gerçekçI, nesnel ve zorunlu bIr neden sonuç IlIşkIsI kurulmamıştır. İlgIlI arazInIn tahsisinin zorunlu olduğu düşünülse dahi güvencesiz, ormanlık arzinin yokedilmeyeceği, daraltılmayacağı koşullarına yer vermeksIzIn yapılmaması gerekIr. NItekIm kanunların amaçları açısından Anayasaya uygunluğu, kanunla erIşIlmek IstenIlen amacın Anayasada Ifade bulan amaçlara ve devlet IşlemlerInIn tümünün yöneldIğI nIhaI amaç nItelIğInde olan kamu yararı amacına uygun olmasını Ifade etmektedIr (MerIh ÖDEN, Türk Anayasa Hukukunda EşItlIk İlkesI, YetkIn Yayınları, Ankara 2003, s.206 207). İptali talep edilen düzenleme ile kamu yararı gözetilmemiştir, bu sebeplerle Anayasanın 2. maddesine aykırılık teşkil eder iptali gerekir. 6. Yukarıda açıklandığı üzere, 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanun un Geçici 1. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan orman vasıflılar da dahil olmak üzere ibaresi, Anayasanın 2. ve 169. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun Geçici 1. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan orman vasıflılar da dahil olmak üzere ibaresi, Anayasanın 2. ve 169. maddelerine açıkça aykırıdır. Ormanlık arazilerin yokedilmesi, daraltılmasının telefisi yüzyılları alabilmektedir. Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu düzenlemenin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir. Öte yandan, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.Esas Sayısı : 2017/144 Karar Sayısı : 2018/76 3 Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 24 Haziran 2017 (Mükerrer) tarihli ve 30106 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, 13.06.2017 tarihli ve 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanun un Geçici 1. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan orman vasıflılar da dahil olmak üzere ibaresi Anayasanın 2. ve 169. maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.Esas Sayısı : 2017/157 Karar Sayısı : 2017/136 4 II. GEREKÇELER 1) 13.06.2017 tarihli ve 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun 6. maddesinin Anayasaya Aykırılığı İptali istenen madde ile 10/2/1954 tarihli ve 6245 sayılı Harcırah Kanunu, 2/1/1961 tarihli ve 195 sayılı Basın İlân Kurumu Teşkiline Dair Kanun, 5/1/1961 tarihli ve 237 sayılı Taşıt Kanunu, 8/9/1983 tarihli ve 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 9/11/1983 tarihli ve 2946 sayılı Kamu Konutları Kanunu, 4/7/2001 tarihli ve 631 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Mali ve Sosyal Haklarında Düzenlemeler ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu, 5/1/2002 tarihli ve 4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu, 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu, 3/12/2010 tarihli ve 6085 sayılı Sayıştay Kanunu, Üniversite ve Üniversite tarafından kurulan şirketler ile doğrudan veya dolaylı olarak pay sahipliği nedeniyle bunlara tabi hâle gelen bağlı ortaklıkları ve iştirakleri hakkında uygulanmaması öngörülmüştür. İptali talep edilen maddeyle, Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesi ile Üniversite tarafından kurulan şirketler ile doğrudan veya dolaylı olarak pay sahipliği nedeniyle bunlara tabi hâle gelen bağlı ortaklıkları ve iştiraklerinin belirtilen kanun ve kanun hükmünde kararname hükümlerinden bağışık tutulması sağlanmıştır. Bilindiği üzere, üniversiteler ile bunların sermayesinin yarısından fazlasına sahip bulundukları şirket, ortaklık ve iştirakleri; Asıl görevli bulundukları yerden başka bir yerde görevlendirilen çalışanlarına yapacakları harcırah ödemeleri bakımından 10/2/1954 tarihli ve 6245 sayılı Harcırah Kanununa, Resmi ilan olarak kabul edilen, reklam mahiyetini taşımayan ilanlarının yayınlanması bakımından 2/1/1961 tarihli ve 195 sayılı Basın İlân Kurumu Teşkiline Dair Kanuna, Sahip olabilecekleri taşıtlar ile bunların kullanımına ilişkin usul ve esaslar bakımından 5/1/1961 tarihli ve 237 sayılı Taşıt Kanununa, Her türlü alım, satım, hizmet, yapım, kira, trampa, mülkiyetin gayri ayni hak tesisi ve taşıma işlerinin yapılaması bakımından 8/9/1983 tarihli ve 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu ile 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa, Sahip oldukları konutların tahsis biçimi, oturma süresi, kira, bakım, onarım ve yönetimi bakımından 9/11/1983 tarihli ve 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununa, Çalışanlarına yapılacak bazı ödemeler bakımından 4/7/2001 tarihli ve 631 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Mali ve Sosyal Haklarında Düzenlemeler ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye,Esas Sayısı : 2017/157 Karar Sayısı : 2017/136 5 Kamu İhale Kanununa göre yapılan ihalelere ilişkin sözleşmelerin düzenlenmesi ve uygulanması ile ilgili esas ve usuller bakımından 5/1/2002 tarihli ve 4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanununa, Kamu kaynaklarının öngörülen amaç, hedef, kanunlar ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olarak elde edilmesi, muhafaza edilmesi ve kullanılması için yapılan düzenlilik ve performans denetimleri bakımından 3/12/2010 tarihli ve 6085 sayılı Sayıştay Kanununa tabidir. Ayrıca, üniversiteler bütçelerinin hazırlanması, uygulanması, tüm malî işlemlerin muhasebeleştirilmesi, raporlanması ve malî kontrolü bakımından 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununa tabi bulunmaktadır. İptali talep edilen madde ile Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin ve bağlı kuruluşlarının başta yasama organı olmak üzere Devletin yetkili kurumlarınca denetlenmesi, değerlendirilmesi ve kontrolü imkansız hale getirilmiştir. Ayrıca ülkemizde üniversiteler 2809 sayılı Kanun kapsamında kurulmaktadır. 2809 sayılı Kanunun birinci maddesiyle, Kanunun amacı amacı yükseköğretim kurumlarının teşkilatlanmasını düzenlemek olarak belirlenmiştir. Kanunun 2. maddesiyle ise kanunun kapsamı yükseköğretim kurumlarının teşkilatlanması ile ilgili kurum ve kuruluşlar şeklinde düzenlenmiştir. Kanun koyucunun açıkça iradesini 2809 sayılı kanun ile ülkemizde üniversitelerin kuruluşu ve yükseköğretim kurumlarının teşkilatlanması düzenlenmek şeklinde olduğu anlaşılmaktadır. 2809 sayılı Kanunda düzenlenen bu alanlar dayanağını anayasamızdan almaktadır. Anayasanın Yükseköğretim Kurumları başlıklı 130 uncu maddesinde; çağdaş eğitim öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversitelerin Devlet tarafından kanunla kurulacağı düzenlenmiştir. Ayrıca kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, Devletin gözetim ve denetimine tâbi yükseköğretim kurumları kurulabileceği de aynı hükümde yer almıştır. Üniversiteler ve bunlara bağlı birimlerin, Devletin gözetimi ve denetimi altında olduğu ile güvenlik hizmetlerinin Devletçe sağlanacağı da hüküm altına alınmıştır. Üniversitelerin hazırladığı bütçeler ise Yükseköğretim Kurulunca tetkik ve onaylandıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığına sunulur ve merkezî yönetim bütçesinin bağlı olduğu esaslara uygun olarak işleme tâbi tutularak yürürlüğe konulmakta ve denetlenmektedir. Yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları ile işleyişleri ve bunların seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetim hakkını kullanma usulleri, öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama, yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme, üniversitelerin ve öğretim elemanlarının kamu kuruluşları ve diğer kurumlar ile ilişkileri, öğretim düzeyleri ve süreleri, yükseköğretime giriş, devam ve alınacak harçlar, Devletin yapacağı yardımlar ile ilgili ilkeler, disiplin ve ceza işleri, malî işler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesi, Yükseköğretim Kuruluna ve üniversitelere Devletin sağladığı malî kaynakların kullanılması kanunla düzenlenir.Esas Sayısı : 2017/157 Karar Sayısı : 2017/136 6 Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, malî ve idarî konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için Anayasada belirtilen hükümlere tâbidir. ibarelerine yer verilmiştir. Görüldüğü gibi Anayasanın 130. maddesinde üniversitelerin bilimsel özerkliğe sahip olduğu, Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, Devletin gözetim ve denetimine tâbi yükseköğretim kurumları kurulabileceği, üniversitelerin hazırladığı bütçelerin; Yükseköğretim Kurulunca tetkik ve onaylandıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığına sunulacağı ve merkezî yönetim bütçesinin bağlı olduğu esaslara uygun olarak işleme tâbi tutularak yürürlüğe konulup ve denetleneceği açıkça vurgulanmıştır. Bu hususlar Anayasada açıkça ifade edilmişken Türk Japon Bilim ve Teknoloji üniversitesine sadece bilimsel değil, mali, idari ve sosyal açıdan da özerkliğin ötesinde bağımsız olma ayrıcalığı tanınmıştır. Ayrıca, Anayasanın aynı maddesinde yukarıda değinildiği üzere, üniversitelerin hazırladığı bütçelerin; denetleneceği açıkça vurgulanmasına rağmen, Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin bütçesinin, anayasada işaret edilen usul dışına çıkarılarak ilgili kurumlar ve yasama organı tarafından denetlenmesinin önüne geçilmiştir. Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun Vakfın gelirleri ve muafiyetleri başlıklı 5. maddesinin ikinci fıkrasının (f) bendinde Türk ve Japon hükümetleri tarafından yapılacak ayni ve nakdi yardımlar ifadesine yer verilmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere Devlet bütçesinden, Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesine yardım adı altında tutarı belirsiz ayni ve nakdi kaynak aktarılacaktır. Türk Japon ortaklığı ile kurulacak olan üniversiteye ayni ve nakdi yardım yapılması doğaldır. Ancak, yapılacak ayni ve nakdi yardımların itiraz konusu hükümle Devletin kontrol ve denetiminin dışına çıkarılması Anayasanın amir hükümleri gereğince mümkün değildir. Anayasanın 130 uncu maddesinde Devletin yapacağı yardımlar ile ilgili ilkeler, disiplin ve ceza işleri, malî işler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesi, Yükseköğretim Kuruluna ve üniversitelere Devletin sağladığı malî kaynakların kullanılması kanunla düzenlenir. denilmektedir. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere Devletin yapacağı yardımlar ile ilgili ilkeler ile Devletin sağladığı mali kaynakların kullanılmasına ilişkin hususların Kanunla düzenlenmesi gerekmektedir. Oysa ki Türk Japon Bilim ve Teknoloji üniversitesi tüm bu yükümlülükler dışında tutulmaktadır. Mali kaynağının Devlet tarafından verildiği, ancak denetim ve kontrolünün yapılamadığı bir sistem kurulmaktadır. Açıklanan tüm bu gerekçelerle iptali talep edilen düzenleme, Anayasanın 130. maddesine aykırılık teşkile eder, iptali gerekir. Anayasasının Kanun Önünde Eşitlik başlığını taşıyan 10 uncu maddesi şöyledir: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.Esas Sayısı : 2017/157 Karar Sayısı : 2017/136 7 İptali talep edilen düzenleme ile Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesi özerklikten öte denetlenemez bir yapı olarak yürürlüğe girmiştir. Özerklik belli sınırlar içerisinde serbestçe davranabilmeyi anlatır. Oysaki kurulacak olan Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesini kısıtlayan, denetime dahil eden hiçbir kural ve kaide yoktur. İptali talep edilen düzenleme ile, Üniversite ve bağlı kuruluşlarının, yapılan bir uluslararası anlaşma kapsamında oluşturulan konsey tarafından alınacak tüm kararlarının ve bunların uygulamasının denetlenmesi olanağı kalmamıştır. Böylece Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesi lehine, aynı statüdeki diğer üniversitelerin hiç birisine tanınmayan ayrıcalık tanınmış, durumları ve nitelikleri özdeş olan üniversiteler arasında, farklı uygulama yapılmasına yol açılmıştır. Bu durum Anayasanın 10 uncu maddesinde belirtilen hiçbir kişiye imtiyaz tanınamayacağı hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Nitekim eşitlik düzenlemesi tüzel kişiler bakımından da geçerlidir. Bu nedenlerle, Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesine ayrıcalıklar tanıyan madde Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir, bu sebeple iptali gerekir. 2) 13.06.2017 tarihli ve 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun 7. maddesinin Anayasaya Aykırılığı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun 7. maddesinde Üniversite bütçesinin hazırlanması, yürürlüğe konulması, uygulanması, muhasebeleştirilmesi, kesin hesap ve faaliyet raporlarının hazırlanması ve ibrası ile ihale usulleri, iç kontrol sisteminin kurulması ve işletilmesi, Üniversitenin şirketleri ve Vakıfla mali ilişkisi ve mali yönetime ilişkin diğer hususlar Üniversite tarafından düzenlenir. denilmektedir. İptali istenen madde ile üniversitenin bütçesinin hazırlanması, yürürlüğe konulması, uygulanması, muhasebeleştirilmesi, kesin hesap ve faaliyet raporlarının hazırlanması ve ibrası ile ihale usulleri, iç kontrol sisteminin kurulması ve işletilmesi, Üniversitenin şirketleri ve Vakıfla mali ilişkisi ve mali yönetime ilişkin diğer hususların Üniversite tarafından düzenlenmesi öngörülmüştür. Anayasanın 130. maddesinde .(Değişik: 29/10/2005 5428/1 md.) Üniversitelerin hazırladığı bütçeler; Yükseköğretim Kurulunca tetkik ve onaylandıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığına sunulur ve merkezî yönetim bütçesinin bağlı olduğu esaslara uygun olarak işleme tâbi tutularak yürürlüğe konulur ve denetlenir. denilmektedir. Ülkemizde ki tüm üniversitelerin bütçeleri Yükseköğretim Kurulunca tetkik ve onaylandıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığına sunulmakta ve merkezi yönetim bütçesinin bağlı olduğu esaslara uygun olarak işleme tabi tutularak yürürlüğe konmaktadır. Ancak kurulması planlanan Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesine bu hususta hiçbir üniversiteye tanınmayan bir ayrıcalık tanınmıştır. Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesi kendi bütçesini hazırlayacak, bütçenin neredeyse tamamı devlet tarafından karşılanacak, ancak tüm mali iş ve işleyiş, denetim, bütçenin ibrası ve diğer uygulamalar üniversite tarafından düzenlenecektir. Buradan da anlaşılacağı üzere Türk Japon Bilim ve Teknoloji üniversitesine tam bağımsızlık tanınmış, T.B.M.M., Sayıştay ve yargı denetimi dışına çıkarılmıştır. Tüm bu nedenlerle Türk Japon Bilim ve Teknoloji üniversitesine tanınan bu ayrıcalıklı durum Anayasanın 130. Maddesine aykırılık teşkil etmektedir, bu nedenle iptali gerekir. Ayrıca Anayasanın 10. maddesinde herkesin kanun önünde eşit olduğu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı, Devlet organlarının ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduklarıEsas Sayısı : 2017/157 Karar Sayısı : 2017/136 8 düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesinin defaaten belirttiği üzere Anayasanın 10. maddesinde ifade edilen kanun önünde eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmemekle birlikte, yasaların uygulanmasında birbirinin aynı durumda olanlar ayrı kuralların uygulanmasını ve böylece ayrıcalıklı kişi ve toplumların yaratılmasını engellemektedir. Madde düzenlemesi gerçek kişileri kapsadığı kadaar tüzel kişileri de kapsamaktadır. Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanılarak değişik kurallara bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamakta, hatta bunların durumu ve konumlarındaki özellikleri, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerekli kılabilmektedir. Buna karşın haklı nedenlere dayanmayan durumlarda aynı durumda olanların farklı kurallara tabi tutulması Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Anayasa ile eylemli değil hukuki eşitlik amaçlanmaktadır. Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir. Başka bir anlatımla, kişisel durumları ve nitelikleri özdeş olanlar arasında, konulan kurallarla değişik uygulamaların yapılmaması gerekmektedir. Türkiyede kurulan üniversitelerin iş ve işlemleri, bakımından aynı hukuksal durumda oldukları açıktır. Aynı hukuksal durumda olanlara ise aynı kuralların uygulanması gerekir. Aksi halde kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir durum doğar. Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Kuruluşu Hakkındaki Kanunun 7. maddesi ile öngörülen hususlar, aynı hukuksal durumda bulunanlara faklı uygulamalar getirmesi nedeniyle Anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil eder, iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun 6. maddesi ve 7. maddesi ile anayasal bir ilke olan eşitlik ilkesi açıkça ihlal edilmektedir. Ayrıca 6. madde ile tanınan muafiyetler Anayasanın 130. maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. Tamamen denetimsiz bir şekilde kurulan üniversiteye tanınan muafiyetler, üniversitenin devlet denetiminin dışında tutulması anlamına gelmektedir. Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu düzenlemenin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir. Öte yandan, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 24 Haziran 2017 (Mükerrer) tarihli ve 30106 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, 13.06.2017 tarihli ve 7034 sayılı Türk Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kuruluşu Hakkında Kanunun; 1. 6. maddesinin Anayasanın 10. ve 130. maddelerineEsas Sayısı : 2017/157 Karar Sayısı : 2017/136 9 2. 7. maddesinin Anayasanın 10. maddesine, aykırı olduğundan iptaline ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
3,114
Esas Sayısı : 2019/99 Karar Sayısı: 2019/83 C) Aykırılık İddiası ve Aykırılık İddiasının Değerlendirilmesi: a) Usuli Değerlendirme: Derdest (görülmekte) olan davamıza Anayasaya aykırılığı iddia edilen 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 68. maddesinin birinci fıkrasının (ilk cümlesi) uygulanacağından, aykırılığın değerlendirilmesine usulen engel bulunmamaktadır. Zira; somut norm denetimine başvurma yetkisinin ancak bir Mahkeme tarafından yerine getirilebileceği şartının taşındığı, Anayasaya aykırılığı iddia edilen hükümlerin eldeki dosyaya uygulanacak olması şartının taşındığı, aşağıda ayrıntılı olarak zikredilecek olan hükümlerin Mahkememizce Anayasaya aykırı görüldüğü ve neticeten Anayasanın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına usulen bir engel bulunmadığı görülmüştür. b) Esasa İlişkin Değerlendirme: 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 7063 sayılı Kanunun 11. maddesi ile değiştirilen 68. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinin son hali ile birlikte; kanun değişikliğinden sonraki tüketici hakem heyeti kararlarının iptaline ilişkin davalarda tarafların İcra ve İflas Kanunundaki haklarının saklı tutulması hüküm altına alınmıştır. Tüketici, ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi ifade etmektedir. Daha açık bir ifadeyle tüketici, ticari ve mesleki olmayan amaçlarla hareket eden kişidir. Ayrıca tüketici işlemi ise mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi, ifade etmektedir. 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 68. maddesine getirilen, 7/11/2013 tarihli ve 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 68. maddesinin birinci fıkrasında yer alan Tarafların İcra ve İflas Kanunundaki hakları saklı olmak kaydıyla değişikliği ile öncelikle başvurulması gerekli olan alternatif bir çözüm yolunu getiren, tüketici ve satıcı/sağlayacı/kredi veren arasında meydana gelen uyuşmazlıkta öncelikle tüketici hakem heyetlerine başvuru mekanizmasını pasifleştirmekte ve buna mukabil zaten satıcı/sağlayacı/kredi verene karşı güçsüz durumda bulunan tüketiciyi cebri icra tehdidi altında bırakarak hakem heyetlerine başvuruyu devre dışı bırakmaktadır. Dolayısıyla tüketiciyi koruma maksatlı getirilen tüketici hakem heyetlerinin bir hukuki yararı kalmamaktadır. Nitekim bu hususta, 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 1. maddesinde tüketici kanunun amacı önemle vurgulanmış ve bu kapsamda ...tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarını koruyucu ... önlemleri almak düzenlemesi getirilmiştir. Hal böyle olmakla birlikte bahse konu değişiklik ile öncelikle başvurulması gerekli olan hakem heyetine başvuru yolu adeta kısıtlanarak bu yol tüketilmeden doğrudan cebri icra takibine gidilebilmesi imkanı getiren yeni düzenleme yukarıda yer verilen Anayasa hükümlerine ve bilhassa Anayasada açıkça düzenlenen (madde 172), tüketicilerin korunması düzenlemesine açıkça aykırıdır. Şöyle ki;Esas Sayısı : 2019/99 Karar Sayısı: 2019/ 2 Bilindiği üzere tüketicilerin korunması, Anayasamızın 172. maddesinde ‘Mali ve Ekonomik Hükümler başlığı altında ‘Ekonomik Hükümler arasında düzenlenen, bu yönüyle de pozitif hukuk yönünden tanınarak güvence altına alınmış ve devletin koruyup geliştirmekle yükümlü olduğu bir haktır. Bu bağlamda kanun koyucu tarafından getirilen düzenleme ile tüketici hakem heyetleri oluşturulmuştur. Tüketici hakem heyetlerin önemi, kapsamı ve getirilmesiyle arzulanan amacın ne olduğu, Hukuk Genel Kurulunun; 2017/1707 E. 2018/1805 K. kararında belirtildiği üzere ...tüketici ile satıcı, sağlayıcı ve kredi veren arasında çıkan uyuşmazlıkların daha hızlı ve daha az masrafla çözümlenmesini sağlamak, aynı zamanda da tüketici mahkemelerinin iş yükünün hafifletilmesi amacıyla tüketici sorunları hakem heyetleri kurulmuş ve kanun koyucu tüketici hakem heyetlerinin atıl duruma düşmesi engellenmek ve kaynakların daha hızlı ve etkin şekilde çalışmasını sağlamak amacıyla belli miktarın altında kalan uyuşmazlıklarda hakem heyetine başvurulmasını zorunlu kılmıştır. Kanun hükmü emredici mahiyette olup tüketiciye tercih hakkı tanımamıştır. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24/1/2018 tarihli, 2017/13 609 E., 2018/89 K. sayılı kararında da aynı ilkeler benimsenmiştir. denilerek açıklanmış ve tüketici hakem heyetlerinin önemine bir kez daha işaret edilmiştir. Böylelikle yapılan açıklamalar dikkate alındığında yasa koyucu tarafından 6502 sayılı kanunun 68. maddesinin 1. fıkrasında yapılan söz konusu düzenleme Anayasanın 172. maddesine aykırı olacaktır. Bilindiği üzere hak arama hürriyeti, Anayasamızın 36. maddesinde ‘Temel Hak ve Ödevler başlığı altında ‘Kişinin Hak ve Ödevleri arasında temel bir hak olarak düzenlenen bu yönüyle de pozitif hukuk yönünden tanınarak güvence altına alınmış ve devletin koruyup geliştirmekle yükümlü olduğu, düşünce özgürlüğü ve eşitlik gibi doğuştan kazanılan bir haktır. Nitekim 1982 Anayasasının 2. ve 14. maddeleri Cumhuriyeti nitelerken insan haklarına saygılı ve insan haklarına dayanan ifadelerini kullanmış, devletin güvence altına aldığı ve geliştirmekle yükümlü olduğu hakları ise temel hak ve ödevler başlığı altında tek tek saymıştır. Bu yönüyle devletin hak arama hürriyetini güvence altına aldığı ve koruyup geliştirmekle yükümlü olduğu tartışmasızdır. Hak arama hürriyetinin düzenlendiği 36. maddenin birinci fıkrasında hak arama hürriyetinden nasıl yararlanılacağı belirtilmiştir. Madde 36/f.1e göre; Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Söz konusu düzenleme ile 6502 sayılı kanunun 68. maddesinin 1. fıkrasına getirilen; Tarafların İcra ve İflas Kanunundaki hakları saklı olmak kaydıyla ibaresi Anayasanın 36. maddesinde yer alan hak arama hürriyeti maddesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Şöyle ki; hak arama özgürlüğü hukuk devletinin bir gereğidir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, kanunların üstünde Anayasa ve kanun koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devletinde vatandaşlar hukuki güvenlik içinde yaşarlar. Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tümEsas Sayısı : 2019/99 Karar Sayısı: 2019/ 3 eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Yasa değişikliği hukuk güvenliğini zedelemiştir. Tüm bu yapılan açıklamalar ışığında hukuk devleti; kişilerin haklarını koruması için etkili hukuki koruma mekanizmalarını meydana getirmek ve buna karşın bu mekanizmaların çalışmasını engelleyen, zorlaştıran hukuki ve fiili engelleri de ortadan kaldırmak zorundadır. Bununla birlikte AİHSin 13. maddesinde etkili başvuru hakkı düzenlenmiş ve bu düzenleme ile hakkı ihlal edilen herkesin ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahip olacağına yer verilmiştir. Yasa koyucu tarafından söz konusu maddede yapılan değişiklik ile tüketici hakem heyeti etkili bir başvuru mekanizması olmaktan çıkarılacak ve zamanla ikincil, atıl bir duruma gelebilecektir. Bu durumun ise hukuk devleti ile bağdaşır yanı bulunmamaktadır. Hal böyleyken tüketici ile satıcı/sağlayacı/kredi veren arasında ortaya çıkan herhangi bir uyuşmazlıkta uyuşmazlığın diğer tarafı olanlara göre güçsüz olan tüketici olacağından ve bu sebeple korunması gerekmesine rağmen hakkını arama yoluna gidememesi sonucunu doğurabilecektir. Açıklanan bu sebeplerle yasa koyucu tarafından 6502 sayılı kanunun 68. maddesinin 1. fıkrasında yapılan değişiklik ile yalnızca Anayasaya değil aynı zamanda evrensel hukuk ilkeleri ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine de aykırı bir düzenleme yapılmıştır. Ayrıca yapılan kanun değişikliğinden sonraki tüketici hakem heyeti kararlarının iptaline ilişkin davalarda tarafların İcra ve İflas Kanunundaki haklarının saklı tutulması hüküm altına alınmasıyla birlikte tüketici hakem heyetine gidilmeden önce cebri icra takibi yapılabilecektir. Söz konusu bu düzenlemeyle icra takibi tüketici tarafından yapılabileceği gibi satıcı/sağlayacı/kredi veren tarafından da yapılabilecektir. Bu düzenleme ile tüketici aleyhine yapılacak olan cebri icra takibi sonucunda, takip borçlusu satıcı/sağlayacı/kredi verenin takibin iptali için dava açtığında, takip alacaklısı tüketicinin davayı kaybetmesi durumunda aleyhine icra inkar tazminatı ile vekalet ücretine hükmedilebilecek ve bu sebeple tüketici hukuk devletince sunulan hukuki mekanizmalara başvurmaktan çekinebilecektir. Böylelikle yasa koyucu tarafından 6502 sayılı kanunun 68. maddesinin 1. fıkrasında yapılan söz konusu düzenleme Anayasanın 36. maddesine aykırı olacaktır. Öte yandan Anayasa Mahkemesinin 2017/124 E, 2018/9 K sayılı kararında eşitlik ilkesi açıklanmış. Bu kararda: ‘‘...Anayasanın 10. maddesinde Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. /Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz denilmiştir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, kişiler arası ayrım yapılmasını ve kişilere ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Dolayısıyla eşitlik her yönüyle aynı hukuki durumda olanlar arasında söz konusudur. Bu sebeple güçlü olan satıcı/sağlayacı/kredi veren ile güçsüz olan tüketici arasında hukuki bir mekanizma ile iki tarafın da haklarının eşit şekilde koruma altına alınabilmesi amacıyla tüketici hakem heyetleri kurulmuş ve hayata geçirilmiştir. Yapılan değişiklik ile 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanununun 7063 sayılı Kanunun 11. maddesi ile değiştirilen 68. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinin tüketici hakem heyetlerine gidilmeksizin doğrudan uygulama alanı bulması hukuki olarak aynı durumda bulunan tüketici ile satıcı/sağlayacı/kredi veren arasında eşitsizliğe yol açacaktır. Kanun koyucunun söz konusu değişikliği yapmasının gerekçesi ise Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 2018/3351 E., 2019/6195 K. Kararında açıklanmıştır. DeğişiklikEsas Sayısı : 2019/99 Karar Sayısı: 2019/ 4 gerekçesinde: ...Bu madde ile uygulamadaki önemli bir ihtiyacın karşılanması amaçlanmaktadır. Tüketici hakem heyetleri; tüketici işlemlerinden doğan uyuşmazlıkların çözümünde, mahkeme öncesi çözüm mercii olarak görev yapmaktadır. 6502 sayılı Kanunun 68. maddesinin birinci fıkrasının mevcut hali; tüketicilerin taraf olduğu uyuşmazlıklarda 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun uygulanamayacağı şeklinde değerlendirmelere sebep olmaktadır. Bu durum, ilamsız icra yolunu kapatmakta, hak arama ve eşitlik ilkelerine aykırılık teşkil etmekte ayrıca tüketici hakem heyetlerinin iş yükünü de gereksiz şekilde artırmaktadır. Maddede yapılan değişiklik ile icra iş ve işlemlerine ilişkin hususlarda tüketici hakem heyetlerine başvuru zorunluluğu aranmaksızın 2004 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanabileceği vurgulanmıştır. ifadelerine yer verildiği görülmüştür. denilerek yasa koyucuyu söz konusu değişikliğe iten gerekçenin özü itibariyle hakem heyetlerine yapılan başvuruların hakem heyetlerinin iş yükünün artırması görülmüştür. Salt fiiliyatta hakem heyetlerinin iş yükünün artması ve hantallaşması gerekçesiyle hakem heyetlerinin kuruluş amacı görmezden gelinerek hakem heyeti sayısının, daire sayısının veya üye sayısının artırılması gibi bir düzenleme getirmek yerine hakem heyetlerini saf dışı bırakan bir düzenleme yapmak, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Özetle ifade etmek gerekirse; tüketici hakem heyetleri, belli meblağın altındaki tüketici uyuşmazlıklarının mahkeme önüne gelmeden, mümkün olduğunca kısa sürede çözülmesini sağlamak ve sözleşmenin zayıf tarafı konumundaki tüketicinin hakkını kolayca aramasını sağlamak için kurulmuştur. Burada hem mahkemelerin iş yükünün azaltılması amaçlanmış, hem de tüketicilerin haklarına daha çabuk ulaşabilmesini sağlamak amaçlanmıştır. Gerçekten de tüketicilerin herhangi bir masraf yapmadan, başvuru aleyhine sonuçlandığı takdirde herhangi bir ceza ya da yaptırım veyahut ekonomik zarar tehlikesi ile karşı karşıya kalmadan haklarını arayabilmeleri için tüketici hakem heyetleri kurulmuştur. Salt hakem heyetlerindeki dosya sayısının artması ve çözüm sürecinin uzaması gerekçe gösterilerek hakem heyetlerini devre dışı bırakan (pasifize eden) bir düzenleme yapılması, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayacağı gibi hak arama hürriyetini ihlal edecek, tüketiciyi satıcı/sağlayıcı/üretici/kredi veren karşısında zayıf bırakacaktır. Zira icra ve iflas hukukundan kaynaklanan bir hak olarak doğrudan icra takibine başvurulması sonucunda tüketicinin aleyhine icra vekalet ücretine hükmedilmesi söz konusu olabileceği gibi takibe itiraz sonrası açılacak itirazın iptali davasında da dava vekalet ücretinin yanısıra icra inkar tazminatına hükmedilebilecektir. Bu da belli bir meblağın altındaki niteliği itibariyle basit sayılabilecek uyuşmazlıkların tarafı olan tüketicinin hak aramaktan ya da hakkını savunmaktan çekinmesi sonucunu doğuracaktır. Öyle ki, uyuşmazlık değerinin dahi üstünde ekonomik yük altında kalma ihtimali sözleşmenin zayıf tarafı olan tüketiciyi korkutacaktır. Bu da tüketici aleyhine hak ihlallerinin artmasına sebebiyet verecektir. Görünüşte yasa değişikliği ile uyuşmazlık çözüm yöntemi sayısı artırılarak hak arama hürriyeti genişletilmiş gibi görünse de yukarıda açıklanan sebeplerle, aslında hak arama hürriyetinin baltalandığı açıktır. Söz konusu yasa değişikliği başta bankalar ve kredi kuruluşları olmak üzere ekonomik kaygısı düşük olan ya da ekonomik kaygısı olmayan büyük şirketlerin tüketiciyi hukuki yoldan sıkıştırması ve ezmesinin yolunu açmıştır. Bu açıklamalar doğrultusunda hukuken ve vicdanen Anayasaya aykırı olduğu düşünülen hükmün iptali için Anayasanın 152. maddesi gereğince başvuru yoluna gidilmiştir.Esas Sayısı : 2019/99 Karar Sayısı: 2019/ 5 TALEP SONUCU: Anayasaya aykırılık hususu ciddi görüldüğünden ve mahkememizde bu konuda kanaat hasıl olduğundan gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 68/1 ilk cümlesinde yer alan Tarafların İcra ve İflas Kanunundaki hakları saklı olmak kaydıyla... ibaresinin Anayasanın 10. maddesinde yer alan Eşitlik ilkesine, 36. maddesinde yer alan Hak arama hürriyetine hükmüne ve 172. maddesinde yer alan Tüketicilerin korunması düzenlemesine ilkelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden, 2709 TC Anayasasının 152/1 maddesi gereğince 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 7063 sayılı Kanunun 11. maddesi ile değiştirilen 68. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinin Tarafların İcra ve İflas Kanunundaki hakları saklı olmak kaydıyla... ibaresinin Anayasanın 10., 36. ve 172. maddelerine aykırı olması nedeniyle Anayasa Mahkemesince somut norm denetimine tabii tutularak iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. Arz olunur.
1,958
Esas Sayısı : 2013/47 Karar Sayısı : 2013/72 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: ''.tarafından, idari hizmet uzmanı olarak görev yapmakta iken, Rekabet Kurumu İdari Personel Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Usul ve Esaslarının 5. maddesinde idari hizmet grubu adı altında sayılan 'idari hizmet uzmanı' kadro unvanının bütün özlük hakları ile birlikte 'idari hizmet yetkilisi' olarak değiştirilmesi ile bu kararla ihdas olunan idari hizmet yetkilisi kadrosuna atanmasına ilişkin 2.11.2009 günlü, 09 50/1243 sayılı Rekabet Kurulu Kararının kendisine yönelik kısmının iptali istemiyle Rekabet Kurumu Başkanlığı'na karşı açılan davaya ait temyiz dosyası incelendi: 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun'un 'Kurum Personelinin Statüsü' başlıklı 34. maddesinin 2. fıkrasında 'Kurum personeli ücret ve mali haklar dışında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'na tabidir. Kurul, ihtiyaca uygun kuruluş ve kadro statülerinin düzenlenmesinde serbesttir. Kadroların iptali ve ihdası Kurulca yapılır.' hükmü yer almıştır. Anılan Yasayla oluşturulan Rekabet Kurumu'nun çalışma usul ve esasları da aynı Yasayla belirlenmiştir. Yasayla kurulmuş bir kamu tüzel kişisi olan Kurumun hizmet birimlerinin ve bu birimlerin kadro unvan ve sayılarının da yasayla belirlenmesi gerekirken Kurul kararı ile düzenleneceği yolunda hüküm getiren 4054 sayılı Yasanın 34. maddesinin 2. fıkrasında yer alan 'Kurul, ihtiyaca uygun kuruluş ve kadro statülerinin düzenlenmesinde serbesttir. Kadroların iptali ve ihdası Kurulca yapılır.' ibarelerinin Anayasa'nın 7., 123. maddesinin birinci fıkrası ve 128. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin benzer nitelikteki başvurular üzerine verdiği 20.11.2003 günlü, E:2002/32, K:2003/100 sayılı; 10.3.2011 günlü, E:2009/90, K:2011/47 sayılı kararları da aynı yöndedir. Bir davaya bakmakta olan Mahkemenin, uyuşmazlığın çözümüne dayanak teşkil edecek yasa hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına varması durumunda, kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Yasa'nın 40. maddesinin 1. fıkrası gereğince, 4054 sayılı Yasa'nın 34. maddesinin 2. fıkrasında yer alan 'Kurul, ihtiyaca uygun kuruluş ve kadro statülerinin düzenlenmesinde serbesttir. Kadroların iptali ve ihdası Kurulca yapılır.' ibarelerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin bu kararla birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 27.11.2012 gününde oybirliğiyle karar verildi.'"
344
Esas Sayısı : 2015/62 Karar Sayısı : 2015/84 1 Davacı Davacılar SİVİL MEMURLAR SENDİKASI (SİME SEN) tarafından davalı davalılar TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI aleyhine açılan Sendika Faaliyetinin Durdurulmasına ilişkin davanın mahkememizde yapılan açık duruşması sonunda verilen tarihli ara kararı gereğince; Davacı Sivil Memurlar Sendikası (Sime Sen) dava dilekçesi ile özetle; Sivil Memurlar Sendikasına üye olan ve TBMM kadrolarında çalışan 6 adet memurun sendikaya üye olma haklarının, TBMM Başkanlığı tarafından 4688 S.K.nun 15 a maddesi gerekçe gösterilerek engellenmesi ve sendika üyelerinin; üyeliklerinin başlangıç tarihlerinden itibaren birikmişleri ile birlikte üyelik aidatlarının yoksun kalınan kârın, müspet ve menfi bilumum zararlarının en yüksek işletme kredisi faizi ile birlikte davalı idareden alınmasına karar verilmesini, öncesinde TBMM Başkanlığında çalışan devlet memurlarının sendikaya üye olmalarının, sendika aidatlarının sendikaya ödenmesinin Anayasa 90/5 usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır hükmü gereği uluslararası antlaşmalar ve Anayasanın; 11., 13., ve 51. maddelerine aykırı olduğundan TBMM Başkanlığının üyeliklerinin ve sendika aidatlarının engellenemez olduğunun TESBİTİNE, Anayasaya aykırılık iddiamız açısından incelenmek üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine 6216 sayılı Kanununa uygun bir şekilde gönderilmesine karar verilmesini istemiştir. Davacı sendika TBMMde çalışan 6 üyeleri mevcut olduğunu, ancak Sendikaya 03/04/2014 tarihinde üye olan ve kesinti işlemlerine başlanılması gereken personele ait kesintilerin 3 kez ihtar gönderilmesine rağmen 4 aylık üyelik süreci boyunca TBMM mutemetliği tarafından yapılmadığını, bu ihtara karşı TBMM Başkanlığının 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanununun 15inci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari Teşkilatı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ile Millî Güvenlik Kurulu Genel görevlileri, sendika üyesi olamazlar ve sendika kuramazlar. hükmünü ilgi göstererek TBMM Başkanlığı kadrolarında görev yapan personelin sendika üyesi olamayacakları, bu konuda herhangi bir kesinti yapılmasının da mümkün bulunmadığının bildirildiği açıklanmıştır. Somut olayda, uyuşmazlık TBMM Başkanlığında çalışan devlet memurlarının sendikaya üye olup olmayacağı ile üyeliklerinin başlangıcı tarihlerinden itibaren birikmişleri ile birlikte üyelik aidatlarının yoksun kalınan kârın, müspet ve menfî zararlarının en yüksek işletme kredisi faizi ile birlikte davalı idareden alınması gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır. Uyuşmazlık konusu hakkında uygulanması gereken yasa Sendika Üyesi Olamayacaklar başlıklı 4688 sayılı Yasa 15. maddesi a) fıkrası olup, fıkrada Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari Teşkilatı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ile Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinde çalışan kamu görevlileri, düzenlemesi içermektedir. Yasa ilgili maddesinde bu kanuna göre kurulan sendikalara üye olamayacak ve sendika kuramayacak kamu görevlileri sayılmıştır. Davacı Sendika verilen süre üzerine verdiği 21.05.2015 havale tarihli açıklama dilekçesi ile 4688 sk. 15/a fıkrasının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari Teşkilatı, ibaresinin Anayasaya aykırılığı iddiasında bulunulduklarını açıklamıştır.Esas Sayısı : 2015/62 Karar Sayısı : 2015/84 2 4688 sk. 15/a fıkrasının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari Teşkilatı, ibaresi somut uyuşmazlıkta uygulanması gereken bir normdur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması başlıklı 13. maddesinde, Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. düzenlemesi Anayasa Sendika kurma başlıklı 51. maddesinde Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz. Sendika kurma hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlak ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebepleriyle ve kanunla sınırlanabilir. Sendika kurma hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir. (Mülga fıkra: 07/05/2010 5982 S.K./5. md.)(**) İşçi niteliği taşımayan kamu görevlilerinin bu alandaki haklarının kapsam, istisna ve sınırları gördükleri hizmetin niteliğine uygun olarak kanunla düzenlenir. Sendika ve üst kuruluşlarının tüzükleri, yönetim ve işleyişleri, Cumhuriyetin temel niteliklerine ve demokrasi esaslarına aykırı olamaz. düzenlenmesi yer almıştır. Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin 87 sayılı ILO Sözleşmesinin 2. maddesinde Çalışanlar ve işverenler herhangi bir ayırım yapılmaksızın önceden izin almadan istedikleri kuruluşları kurmak ve yalnız bu kuruluşların tüzüklerine uymak koşulu ile bunlara üye olmak hakkına sahiptirler, hükmü İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesi (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) Dernek kurma ve toplantı özgürlüğü başlıklı 11. maddesinde 1. Her şahıs asayişi ihlâl etmeyen toplantılara katılmak, ve başkalarıyla birlikte sendikalar tesis etmek ve kendi menfaatlerini korumak üzere sendikalara girmek hakkı dâhil olmak üzere dernek kurmak hakkını haizdir... hükmü İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 23. maddesinde ...4 Herkesin, menfaatlerinin korunması için sendikalar kurmaya ve bunlara katılmaya hakkı vardır. hükmü yer almaktadır. Görüleceği üzere uluslararası metinler ile de sendikal haklar güvence altına alınmıştır.Esas Sayısı : 2015/62 Karar Sayısı : 2015/84 3 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 12.11.2008 tarihli, 34503/97 Başvuru numaralı, Demir ve Baykara/Türkiye kararında: Somut olayda, Gaziantep Belediyesi ile Tüm Bel Sen arasında 27.02.1993de bir Toplu İş Sözleşmesi imzalamışlardır. Sendika memur sendikasıdır. Yapılan TİS Yargıtay tarafından iptal edilmiştir. Mahkeme 11. madde ışığında olayı yorumlarken diğer uluslar arası metinler ve belgeler ışığında hareket etmiştir. (Avrupa Sosyal Şartı Uluslararası belgeler) 87 sayılı İLO Sözleşmesinin imzalanmasına rağmen memurlara sendika hakkı verilmemesinin 11. maddenin ihlali olarak görmüştür. Keza 98 sayılı İLO Sözleşmesinin imzalandığını buna uyulmamasının da 11. maddeye aykırılık teşkil ettiği belirlenmiştir. Anayasanın 13. maddesine göre Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ancak kanunla sınırlanabileceğinden, Anayasanın 51. maddesinin ikinci ve beşinci fıkralarında belirtilen sebeplerle sendika kurma ve sendikalara üye olma hakkına yönelik sınırlamalar, Anayasanın 13. maddesi uyarınca, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaması gerekeceğinden, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari teşkilatında görev yapan sivil personelin sendika kurmalarının yasaklanması, demokratik toplum düzeni açısından meşru ve ölçülü bir müdahale niteliği taşımadığı değerlendirildiğinden, kısıtlamaların dar yorumlanması ve dolayısıyla söz konusu hakların kullanılmasıyla sınırlı olması gerektiği, hakkın özüne dokunmaması gerektiği değerlendirildiğinden 4688 sk. 15/a fıkrasının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari teşkilatı, ibaresinin, Anayasanın 13. ve 51. maddelerine aykırı olduğu değerlendirilmiş ve bu nedenle Anayasaya aykırılık iddiası ciddi görülmüştür. Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme, 22. maddesinde 1. Herkesin, kendi çıkarlarını korumak için sendikalar kurmak ya da bunlara girmek hakkı da dahil olmak üzere, başkalarıyla biraraya gelip dernek kurma hakkı vardır. 2. Bu hakkın kullanılmasına, yasalara uygun olarak konulmuş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik ya da kamu güvenliği, kamu düzeni bakımından ve kamu sağlığının, genel ahlakın korunması ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması bakımından gerekli olan sınırlamalardan başka sınırlama getirilemez. Bu madde, silahlı kuvvetler ya da polis teşkilatı mensuplarına bu hakkın kullanılmasında yasal sınırlamalar konulmasını engellemez. 3. Bu maddenin hiçbir hükmü, Sendika Kurma Özgürlüğü ve Sendika Hakkının Korunmasına İlişkin 1948 tarihli Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmesine Taraf olan Devletlere, bu Sözleşmede öngörülen güvencelere zarar verecek yasama tedbirleri alma ya da hukuki uygulamalarda bulunma yetkisini vermez. denmesine ve 4688 sk. 15/a fıkrasında sözü edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari teşkilatında çalışan kamu görevlileri, devletin idare mekanizmasında görevli olan memurlar (kamu görevlileri) olması, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme bu nitelikteki personele atıfta bulunulmaksızın, devletin, yalnızca silahlı kuvvetler ve polis teşkilatı mensuplarının sendika kurma özgürlüğü hakkının kullanılmasını kısıtlama yetkisi olduğu düzenlenmesine göre, sözü edilen davacı sendika üyesi TBMM çalışanlarının bu kapsamda olmadığı, davacı Sendikanın Anayasaya aykırılık iddialarının bu kapsamda da yerinde olduğu değerlendirilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevli Sivil Memurlar hakkındaki Anayasa Mahkemesinin 2013/21 E., 2013/57 K, 10.4.2013 günlü ve Emniyet Genel MüdürlüğündekiEsas Sayısı : 2015/62 Karar Sayısı : 2015/84 4 Sivil Memurlar hakkındaki Anayasa Mahkemesinin 2013/130E., 2014/18K., 29.1.2014 günlü kararları da gözetildiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari teşkilatında çalışan kamu görevlileri sendika kurma hakkı yönünden, kanun koyucuya Anayasa ile ‘sınırlandırma yapması yönünde verilen yetkinin, 4688 sayılı Kanunun 15/a maddesi ile tamamen yasaklama şeklinde kullanılması Anayasanın 13 ve 51. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılarak aşağıdaki hüküm kurulmuştur. GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: 1. Davacının Anayasaya aykırılık iddiası ciddi görülmekle 4688 sayılı Yasanın 15/a fıkrası Türkiye Büyük Millet Meclisi İdari Teşkilatı... cümlesinin Anayasaya aykırılığı yönünden incelenmek üzere itirazen gerekçesi yazıldıktan sonra Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 2. Dosyanın incelenmesinin tamamlanmasına kadar 6216 sayılı Yasanın 40/5. fıkrası uyarınca 5 ay süre ile yargılamanın durdurulmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesi dosyayı ele alarak karar verir ve mahkememize kararı gönderilir ise dosyanın ele alınarak taraflara yeni duruşma gününü bildirilmesine, 3. 5 aylık süre içerisinde Anayasa Mahkemesi kararı gelmez ise dosya ele alınarak yargılamaya devam edilmesine, Bu nedenle dosyanın yeniden ele alınacağı 5 aylık süre tamamlanacağı 09/11/2015 günü saat 13:50ye bırakılmasına karar verildi.
1,362
Esas Sayısı : 2008/72 Karar Sayısı : 2011/59 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '' III. GEREKÇE 1) 11. 06. 2008 tarih ve 5767 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu ile Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesiyle Değiştirilen 2954 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan 'Bakanlar Kurulu tarafından Genel Müdür Yardımcıları arasından atanan iki üye' ibaresi ile üçüncü fıkrasının son cümlesi Anayasaya aykırılığı 5767 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle 2954 sayılı Kanunun 11 inci maddesi değiştirilerek TRT Yönetim Kurulu üyelerinin atanma yöntemleri yeniden düzenlenmektedir. Getirilen düzenlemede; yönetim kurulunun iki üyesinin Genel Müdür tarafından atanan Genel Müdür Yardımcıları arasından, dört üyesinin ise, Radyo ve Televizyon Üst Kurulunca teklif edilen iki kat aday arasından Bakanlar Kurulunca seçilmesi öngörülmektedir. 2954 sayılı Yasanın değişmeden önceki halinde altı Yönetim Kurulu üyesinin Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu tarafından teklif edilen oniki aday arasından Bakanlar Kurulu kararı ile atanması öngörülmekte idi. Bir başka ifadeyle getirilen değişiklik sonucu altı yönetim kurulu üyesinden ikisinin, doğrudan Genel Müdürün atadığı Genel Müdür Yardımcıları arasından seçilmesi kuralı getirilmiştir. Yani iki üyenin seçiminde Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu devreden çıkarılmıştır. 5767 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle TRT Yönetim Kurulu üyelerinin atanması konusunda getirilen değişiklikle ilgili düzenleme Anayasanın 31 ve 133 üncü maddesinde belirtilen TRT'nin özerkliğine ve tarafsızlığına uygun bir düzenleme değildir. Anayasanın 31 inci maddesinde: 'Kişiler ve siyasi partiler, kamu tüzel kişilerinin elindeki basın dışı kitle haberleşme ve yayım araçlarından yararlanma hakkına sahiptir' denilmektedir. Anayasanın 133 üncü maddesinde ise:' Devletçe kamu tüzelkişiliği olarak kurulan tek radyo ve televizyon kurumu ile kamu tüzelkişilerinden yardım gören haber ajanslarının özerkliği ve tarafsızlığı esastır' hükmü yer almaktadır. Anayasada yer alan hükümler, Radyo Televizyon Kurumunun farklı fikir ve kanaatler önünde tarafsız bir organ olmasını ve TRT'den yararlanma hakkının tarafsızlık ilkesiyle kullanılmasını zorunlu kılmaktadır. TRT yayınlarında tarafsızlık ilkesinin gerçekleşmesi için, TRT'nin, gerek iktidar partisinden ve gerekse muhalefet partilerinden gelebilecek etkilerden korunacak yapıda olmasını gerektirir. Özellikle, siyasal iktidarın baskısına maruz bırakıcı nitelikteki kurallar yansızlık ilkesine ters düşer.Esas Sayısı : 2008/72 Karar Sayısı : 2011/59 2 Anayasamız, tarafsızlık ilkesinin ancak, yansız bir kamu tüzelkişiliğince sağlanacağını benimsemiş ve her türlü radyo ve televizyon yayınının, istenmeyen etkilenmeler dışında yapılması amaçlamıştır. 2954 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesindeki: 'Tarafsız bir kamu tüzelkişiliğine sahip Türkiye Radyo Televizyon Kurumu kurulmuştur' hükmü, Anayasa'nın 133 üncü maddesinde 'tarafsız' olarak kurulması ve idare edilmesi gereken kamu tüzelkişiliğinin gereği olarak getirilmiş bir hükümdür. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nun Anayasal nedenlerle tarafsız olması gereği, bu kurumun yönetiminin de tarafsız olmasını gerektirmektedir. Yönetimin tarafsızlığı yönetim kurulunun seçimi ile doğrudan ilgilidir. Anayasa Mahkemesi'nin E. 1967/37, K. 1968/46 sayılı Kararında yönetim organlarının oluşturulmasında tarafsızlık ilkesinin gözetilmesi gerektiği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararında aynen şöyle denilmektedir: 'Kanun; ... kurumun yönetim ve denetiminde, yönetim organlarının oluşturulmasında ve her türlü radyo ve televizyon yayınlarında tarafsızlık ilkesini gözetir.' biçimindeki hüküm ile, kurumun kuruluşunda ve yayınlarında tarafsızlık ilkesinin sürekli gözetilmesi ve tüzelkişiliğin tarafsız olması esası getirilmiştir. Yansızlığın gerçekleştirilmesi ise, TRT'nin, gerek iktidar partisinden ve gerekse öteki yönlerden gelebilecek etkilerden korunacak yapıda olmasını gerektirir. Siyasal iktidarın baskısına maruz bırakıcı nitelikteki her önlem yansızlık ilkesine ters düşer.' Anayasa Mahkemesi E. 1989/9, K. 1990/8 sayılı Kararında; her ikisi de KİT statüsünde olan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu ile Türkiye Cumhuriyeti Posta Telgraf ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğünün yönetim kurullarına yapılacak atamalardaki farklı yönteme dikkat çekerek, PTT Yönetim Kurulu Üyelerinin ilgili bakanın önerisi üzerine Bakanlar Kurulu Kararı ile atandıklarını, buna karşılık; 2954 sayılı Yasada TRT Yönetim Kurulu üyelerinin atanmasında tarafsızlık ilkesini sağlayacak özel yöntemler öngörüldüğünü, Yönetim Kurulu üyelerinin Bakanlar Kurulu'nca atansalar da aday gösterilmelerinin Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu'nca yapılmasının tarafsızlık ilkesi nedeniyle getirilmiş olduğuna dikkat çekilmiştir. Yöneticilerinin yürütmenin etkisine açık olması, Anayasa'nın 133 üncü maddesindeki kurumun tarafsızlığını etkisiz hale getirir. TRT'nin tarafsızlığı, bir temenni değil, yerine getirilmesi zorunlu olan Anayasal ilkedir. Bütün yurttaşların ödediği vergi niteliğindeki kaynaklardan finanse edilen Radyo Televizyon Kurumunun verdiği hizmetler, hiçbir ayrım yapmadan, Anayasadaki eşitlik ilkesi gereği bütün yurttaşları kapsamalı, hükümetin, siyasi partilerin, iktisadi ya da toplumsal baskı ve çıkar gruplarının değil, tüm toplumun sesi olabilmeli, ülkedeki her rengi, her sesi, tüm zenginlikleri yansıtabilmelidir. TRT; hükümet, siyasi partiler, iktisadi ve toplumsal baskı ve çıkar gruplarının dışında, tüm yurttaşlarına eşit mesafede, tarafsız, yalnızca kendisine bu görevi veren Anayasa ve çağdaş demokratik rejimden ve hukukun üstünlüğünden yana taraf olan bir kuruluş olarak görev yapmalıdır. 5767 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle değiştirilen 2954 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin birinci fıkrası ile üçüncü fıkrasının son cümlesi ile getirilen düzenleme, TRT'nin merkezi yönetime bağımlı olması sonucunu doğuran, yönetim organlarının oluşturulmasında yürütmeyi tam olarak yetkili kılan bir düzenlemedir. Getirilen bu düzenlemeler TRT'ninEsas Sayısı : 2008/72 Karar Sayısı : 2011/59 3 Anayasa'nın öngördüğü yansız kamu tüzelkişiliği olarak nitelenmesini olanaksız kılmaktadır. Bu düzenlemelerin temel amacı, TRT yönetimini siyasal iktidarın etkisine sokmaktır. Yukarıda açıklanan nedenlerle: 5767 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu ile Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesiyle Değiştirilen 2954 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin birinci fıkrası ile üçüncü fıkrasının son cümlesi Anayasanın 31 inci ve 133 üncü maddelerine aykırı olup iptali gerekir. 2) 5767 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu ile Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 9 uncu Maddesiyle 2954 sayılı Kanuna Eklenen Geçici Madde 11 in birinci fıkrasının ilk dört cümlesinin Anayasaya Aykırılığı 5767 sayılı Kanunun 5 inci maddesiyle 2954 sayılı Kanunun 16'ncı maddesinin birinci ve ikinci fıkraları değiştirilerek TRT Genel Müdürlüğü merkez ve taşra teşkilatında değişiklik yapılmıştır. Bu değişikliklerle merkez teşkilatındaki bazı daire başkanlıkları kaldırılmış, bazıları birleştirilmiş, bazılarının isimleri veya yapıları değiştirilmiş, taşrada ise bölge müdürlükleri kaldırılmıştır. Bu değişikliğin neden yapıldığı, 5767 sayılı Kanunun 11 inci maddesiyle 2954 sayılı Kanuna eklenen Geçici 11 inci madde ile getirilen düzenlemeler ile açıkça ortaya çıkmıştır. Geçici 11 inci maddede, yeni teşkilat düzenlemeleri nedeniyle kaldırılan, birleştirilen, ismi veya yapısı değiştirilen birimlerde; Daire Başkanı, Başkan, Üye, Başkan Yardımcısı, Bölge Müdürü, Bölge Müdür Yardımcısı, Müdür, Şube Müdürü, Müdür Yardımcısı, Genel Sekreter, Genel Sekreter Yardımcısı, Savunma Sekreteri, Başuzman ve Uzman unvanlı kadrolarda görev yapanların ve buralarda unvansız olarak görev yapanların görevlerinin sona erdiği ve bunların Araştırmacı unvanlı kadrolara atanacakları hükme bağlanmıştır. Yani önce teşkilat düzenlemesi adı altında bazı birimlerin ismi değiştirilmiş, bazı birimler birleştirilmiş, bazı birimler kaldırılmış, bazı birimler değişik isimle yeniden kurulmuş daha sonra buralarda görev yapanların kadro görevleri sona erdirilerek araştırmacı unvanlı kadroları atamaları yapılmıştır. Tüm bu değişikliklerin hiçbir ihtiyaç belirtilmeden gerekçe gösterilmeden yapılmasının nedeni, şu anda bu birimlerde görev yapanların görevlerini sona erdirmek, boşalan görevlere yeni atamalar yaparak kadrolaşmaktır. Daire başkanlıklarının isimleri değiştirilerek veya yeni yapılar oluşturularak halen görev başındaki yöneticilerin görevden alınması için gerekçe yaratılmıştır. Kamu kurumlarında organizasyon değişikliği ilk kez olmamaktadır. Bugüne kadar çeşitli kamu kurumlarının merkez ve taşra teşkilatlarında değişiklikler yapılmış, yeni yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Ancak, organizasyonel değişiklik gerekçesiyle görev başındaki yöneticilerin görevlerine son verilmesi ülkemizde ilk kez uygulanmaktadır. Bu güne kadarki yasal düzenlemelerde; kadro görev unvanları değişmeyenlerin yeni kadroya atanmış sayılacağı, kadro görev unvanları değişenlerin ise, durumlarına uygun kadrolara atanacakları belirtilmiştir. Kaldı ki bu değişiklerin çoğu özelleştirme, başka bir kamu kurumuna devir veya başka bir kamu kurumu ile birleşme ya da Genel Müdürlük düzeyi yerine müsteşarlık düzeyinde örgütlenme gibi zorunluluklar nedeniyle yapılmıştır. 5767 sayılı Yasada böyle bir zorunluluk da yoktur.Esas Sayısı : 2008/72 Karar Sayısı : 2011/59 4 Ortada ne özelleştirme ne birleşme ne de başka bir kamu kurumuna devir vardır. Adı değişen bir Daire Başkanlığının tüm görevlilerinin görevden alınıp araştırmacı unvanlı kadroya atanmasının kadrolaşma amacı dışında bir açıklaması olabilir mi' Bu düzenleme ile yalnızca kaldırılan, birleştirilen, ismi veya yapısı değiştirilen ünitelerdeki yöneticilerin görevlerinin sona erdirilmiyor. Yönetici olmayan, Başuzman, Uzman ve Üye (Yayın Denetleme Kurulu Üyesi) unvanlarındaki personelin de unvanları elinden alınmakta ve 'araştırmacı' kadrosuna atanmaktadır. 657 sayılı Kanunda araştırmacı unvanlı kadroyla ilgili net bir tanımlama olmamasına karşın, araştırmacı kadrosunun; Daire Başkanı, Başkan, Üye, Başkan Yardımcısı, Bölge Müdürü, Bölge Müdür Yardımcısı, Müdür, Şube Müdürü, Müdür Yardımcısı, Genel Sekreter, Genel Sekreter Yardımcısı, Savunma Sekreteri, Başuzman ve Uzman gibi hiyerarşik kademe ve birimlerle ilgisinin olmadığı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Yeni düzenleme nedeniyle kaldırılan, birleştirilen, ismi veya yapısı değiştirilen birimlerde çalışan unvanlı ve unvansız tüm personelin araştırmacı unvanlı kadroya atanması ve böylece tüm kadroların boşaltılması kamu yararı gözetilmeden kadrolaşma amacıyla getirilmiş bir düzenlemedir. Kamu yararı amacı taşımayan yasaların, amaç öğesi yönünden Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı düşeceği açıktır. Ayrıca, araştırmacı kadrosuna atananların maaşları dondurulmaktadır. Hiçbir haklı ve makul neden yok iken görevlilerin kazanılışmış haklarının kaybı sonucunu doğuran bu uygulama anayasaya aykırıdır. Anayasa'da yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasa'nın temel ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin, kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması ilkesine bağlılık ile mümkündür. Hukuk devletinde kazanılmış haklara saygı gösterilmesi bir zorunluluk, hatta yükümlülüktür. Hukuksal tasarrufu doğuran irade sahiplerinin aynı yöntemle bu tasarrufu geri almalarına veya değiştirmelerine olanak bulunmaktadır. Ancak, önceden oluşmuş hukuksal durumların sonradan yapılacak işlemlerle değiştirilmesi, hukuktan beklenen güvenlikle bağdaşmaz. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar Anayasanın 2 nci maddesinde açıklanan 'Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.' hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi toplumsal kararlılığı hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Anayasa Mahkemesi kazanılmış hak kavramını; '...kişinin bulunduğu statüden doğan, tahakkuk etmiş ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel olacak niteliğine dönüşmüş hak' olarak tanımlamıştır. Bir statüye bağlı olarak ileriye dönük, beklenen haklar ise bu nitelikte değildir. Ancak, kazanılmış bir haktan söz edilebilmesi için bu hakkın yeni yasadan önce yürürlükte olan kurallara göre bütün sonuçlarıyla fiilen elde edilmiş olması gerekmektedir. (Anayasa Mahkemesi, E.1999/50, K.2001/67) Hukuk Devleti'nin unsurlarından bir diğeri olan hukuk güvenliği, diğer bir ifadeyle 'güvenin korunması ilkesi' de ilgilinin hukuki durumunun süreceğine olan güveni dolayısıyla hayal kırıklığına uğratılmaması anlamına gelir. Güvenin korunması, her zaman mevcut bir hukuki durumun dokunulmazlığı anlamında olmasa da, her düzenleme değişikliğinde yasa koyucunun göz önünde bulundurması gereken bir husustur.Esas Sayısı : 2008/72 Karar Sayısı : 2011/59 5 Halkın Devlete olan güveninin korunması da ancak hukuk güvenliğinin sağlanmasıyla mümkündür. Bu yönüyle, Hukuk Devleti'nin önemli bir unsuru olarak hukuk güvenliği, yalnızca hukuk düzeninin değil, aynı zamanda belirli sınırlar içinde, bütün Devlet davranışlarının, az çok, önceden öngörülebilir olması anlamını taşır. Hukuki güvenlik sadece bireylerin devlet faaliyetlerine duyduğu güven değil, aynı zamanda yürürlükteki mevzuatın süreceğine duyulan güveni de içerir. Haklı beklenti, idarenin ister bir taahhüt, isterse uzun süren bir uygulamasına güvenerek olsun, bireylerin bir çıkarları ya da lehlerine olan bir sonuca ulaşabileceklerini ya da edinebileceklerini ümit etmelerini ifade eder. Yeni düzenlemenin hukuki istikrarı bozmaması, hakların kullanılmasını zorlaştırmayacak ya da doğmuş olan haklarının hiçe sayılması anlamına gelecek şekilde tasarlanmaması gerekmektedir. Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Öte yandan görevden alınması gerekenler var ise bunlar yasa ile değil, idari işlemle görevden alınmalıdır. İdari işlemle yapılması gerekenleri yasa ile yapmak hukuk devleti ilkesi ile çelişir. Yukarıda açıklanan nedenlerle; 5767 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu ile Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 9 uncu Maddesiyle 2954 sayılı Kanuna Eklenen Geçici Madde 11 in birinci fıkrasının ilk dört cümlesi Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı olup, iptali gerekir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasa'ya aykırı olan; 5767 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu ile Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesiyle Değiştirilen 2954 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin birinci fıkrası ile üçüncü fıkrasının son cümlesinin, 5767 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu ile Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 9 uncu Maddesiyle 2954 sayılı Kanuna Eklenen Geçici Madde 11 in birinci fıkrasının ilk dört cümlesinin uygulanmasından, sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararlar doğacaktır. Bu tür durum ve zararların önlenebilmesi için, söz konusu hükümlerin yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir.Esas Sayısı : 2008/72 Karar Sayısı : 2011/59 6 V. SONUÇ VE İSTEM 11.06.2008 tarih ve 5767 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu İle Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; a) 3 üncü maddesiyle değiştirilen 2954 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin birinci fıkrasındaki, 'Bakanlar Kurulu tarafından Genel Müdür Yardımcıları arasından atanan iki üye' ibaresi ile üçüncü fıkrasının son cümlesi Anayasanın 31 inci ve 133 üncü maddelerine aykırı olduğundan, b) 9 uncu Maddesiyle 2954 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 11 in birinci fıkrasının ilk dört cümlesi Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olduğundan, iptallerine ve sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların doğmasının önlenmesi için iptal davası sonuçlanıncaya kadar bunların yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin talebimizi saygı ile arz ederiz.'"
2,120
Esas Sayısı : 1996/22 Karar Sayısı : 1996/16 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin 14.2.1996 günlü başvuru kararında itiraz gerekçesi şöyledir : "7 Haziran 1994 günlü, 21953 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 1.6.1994 günlü ve 3991 sayılı Yetki Yasası, Bankalar Kanunu, Sigorta Murakabe Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu'nun bazı maddelerinin değiştirilmesi hususunda Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisi vermiştir. Bu Yetki Yasasına dayanılarak çıkarılmış olan 16.6.1994 günlü, 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanununun bazı maddelerinde değişiklik yapılmıştır. 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 14. maddesiyle de Yasanın 20. maddesi değiştirilmiştir. Dava konusu yapılan davacının tüm dallardaki sigorta ruhsatının iptaline ilişkin işlemin de 7397 sayılı Yasanın 539 sayılı KHK ile değişik bulunan 20. maddesine göre tesis olunmuştur. 539 sayılı KHK'nin dayanağını oluşturan 1.6.1994 günlü 3991 sayılı "Bankalar Kanunu, Sigorta Murakabe Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu'nun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yetki Kanunu ise Anayasa Mahkemesi'nin 29.11.1994 günlü, E: 1994/68, K: 1994/80 sayılı kararıyla Anayasa'nın 7., 89. ve 91. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiş ve konuya ilişkin gerekçeli karar da 10.2.1995 günlü ve 22198 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Bu duruma göre 539 sayılı KHK'nin Anayasal dayanaktan yoksun kaldığı açıktır. Bu görüş Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında benimsenmiştir. 22.12.1993 günlü ve 21796 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 510 sayılı KHK'nin iptaline ilişkin bulunan 23.11.1993 günlü, E: 1993/45, K: 1993/47 sayılı karar örnek gösterilebilir. Açıklanan nedenlerle, 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 539 sayılı KHK'nin 14. maddesiyle değişik 20. maddesinin Anayasa'nın Başlangıç Hükümleri ile 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varıldığından, 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinde öngörülen belgelerle birlikte Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına 14.2.1996 gününde oybirliği ile karar verildi.""
269
Esas Sayısı:1974/39 Karar Sayısı:1974/51 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtirazın gerekçesi şöyledir : "l Manevî cebirle ırza geçerek kızlık bozmaktan sanık ......... hakkındaki işbu davanın 11/7/1974 günlü oturumunda Cumhuriyet Savcısının esas hakkındaki mütalâasında sanığın sonuç olarak Türk Ceza Kanununun 414/1, 80, 417, 418/2 ve 1803 sayılı Kanunun 2/B maddesine göre cezalandırılması istenilmiştir. Duruşmanın savunma İçin bırakıldığı 12/8/1974 günlü oturumda ise, daha sonra yayınlanan Anayasa Mahkemesinin 1803 sayılı Af Kanununun 5/A bendinin iptaline ait 2/7/1974 gün ve 19/31 sayılı karan karşısında Cumhuriyet Savcılığınca bu defa özet olarak Türk Ceza Kanununun 414. maddesinin 2. fıkrasına göre fiilleri aynı kanunun 1. maddesi kapsamına intikal etmesi itibariyle 12 senelik indirime tabi olduğu halde, suçun daha hafif şekli olan aynı maddenin l. fıkrasına giren fiillerde 1803 sayılı mezkûr Af Kanununun 2/B maddesine göre (Beş) senelik indirimden yar arlandın iması gerektiğinden adıgeçen 2/B maddenin Anayasanın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı bulunduğu gibi, diğer taraftan adıgeçen Anayasa Mahkemesi kararında açıklandığı üzere Millet Meclisindeki kanunun nihaî oylaması sırasında Anayasa'nın 92/5. maddesine riayet edilmediği anlaşıldığından bu maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine müracaat olunması istenilmiştir: Filhakika, bir kere olayın şekline göre, esas hakkındaki iddiada belirtildiği veçhile, dava konusu ırza geçme suçunun iddia olunan işleniş şekline ve dosya münderecatına göre mahkemece sanık hakkında Türk Ceza Kanununun 414/1 ve 1803 sayılı Kanunun 2/B maddesinin uygulanması bahis konusudur. Diğer yönden, A) 1803 sayılı Af Kanununun 5/A bendinin iptal edilmesine dair Anayasa Mahkemesinin 2/7/1974 gün ve 19/31 sayılı kararında belirtildiği üzere, adıgeçen 1803 sayılı Kanunun Millet Meclisinde son defa yapılan müzakeresi sonunda Anayasanın 92/5. maddesine göre Karma Komisyonca, Cumhuriyet Senatosunca ve daha önce Millet Meclisince kabul edilen metinlerden birinin olduğu gibi kabulü gerek ilginden kanun maddelerinin teker teker değil, bu üç metin parçalanmaksızın üç ayrı metin halinde oylanması gerektiği halde böyle yapılmaksızın, maddelerin ayrı ayrı oylandığı ve böylece 1803 sayılı Kanunun söz konusu 2/B maddenin şekil ve usul yönünden Anayasanın 92. maddesine aykırı düştüğü anlaşılmaktadır. B) Ayrıca Türk Ceza Kanununun 414. maddesinin 1. ve 2. fıkralarındaki suçlardan her ikisi manevî cebirle ırza geçme suçlarıdır. Mezkûr 414. maddesinin 2. fıkrasında mahkeme suçu affın kapsamı dışında tutan 1803 sayılı Kanunun 5/A bendinin Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi karşısında fiilde (yani 414/2. maddeye uygun fiillerde) genel kurala bağlı olarak 1803 sayılı Kanunun 1. maddesine göre 12 senelik ceza indirilmesine tabi bulunmuştur. Halbuki 1803 sayılı Kanunun 2/B bendine göre manevî cebirle ırza geçme suçunun (hatta daha hafif olan) 414/1. maddesine uygun olan şekli 12 senelik değil, çok daha az olarak sadece 5 senelik indirime tâbi bulunmuştur. Bu hal 1803 sayılı Af Kanununun 2/B maddesine Anayasanın 12. maddesinde yazılı eşitlik ilkesi ile çelişki halinde bulunmaktadır.Esas Sayısı:1974/39 Karar Sayısı:1974/51 2 Bu sebeplerle 1803 sayılı Kanunun 2/B maddesinin yukarıda A B bentlerinde belirtildiği üzere gerek usul ve gerekse esas bakımından Anayasaya aykırılığa ilişkin Cumhuriyet Savcılığının iddiası mahkemece ciddi olarak mütalâa edilmiştir. Bu itibarla 44 sayılı Kanunun 27. maddesine göre işbu kararın aslı ile dosyada mevcut son tahkikatın açılmasına dair kararın, sanık, müdahil ve sanıkların duruşmadaki beyanlarına ait duruşma tutanaklarının, bilcümle hekim raporu ile esas hakkındaki iddia ile işin Anayasa Mahkemesine intikal ettirilmesine dair Cumhuriyet Savcılığının isteğine ait mahkeme zabıtlarının ve mağdurenin nüfus kaydının, mahkeme mühürünü taşıyan tasdikli örneklerinin 1803 sayılı Af Kanununun 2/B bendinin iptali hususunun takdir edilmek üzere Anayasa Mahkemesine sunulması için Cumhuriyet Savcılığına tevdiine, Anayasa Mahkemesinin bu hususta vereceği kararın beklenmesine ......... karar verilmiştir.""
545
Esas Sayısı : 2006/37 Karar Sayısı : 2008/141 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ Fatih 2. Aile Mahkemesinin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Öğretide de kabul edildiği gibi AİLE HUKUKU sözleşme özgürlüğü ilkesinin istisnası olup gerçekten de devlet aile ilişkilerinin gerek kurulmasında, gerek sona ermesinde geniş çapta denetleme görev ve yetkisiyle donatmıştır. (TMK nun 141 maddesine göre evliliğin geçerliliğinin ancak resmi memur önünde yapılmasıyla geçerli olması, TMK nun 146 maddesine göre mutlak butlan davasını Cumhuriyet Savcısının resen açabilmesi, TMK nun 146 ve 161 maddelerine göre evlenmenin iptali veya boşanmanın ancak mahkeme kararıyla mümkün olması... gibi). Diğer özel hukuk ilişkilerinden farklı olarak aile hukukunda yasal düzenlemelerle devlete müdahale hak ve yetkilerinin verilmesinin nedeni "kamu yararı" ve "kamu düzeni" faraziyesidir. Ayrıca 4722 sayılı yasanın 1. maddesinin 3. fıkrası 4721 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonra gerçekleşen olaylara yeni yasanın uygulanacağını belirlemiştir. Bağlayıcı üst norm niteliğindeki 1982 Anayasasının 2. maddesi T.C. Devletini tanımlarken "sosyal hukuk devleti" niteliğine vurgu yapmış, 10. maddesi ise "herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefe inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşit olduğu" ilkesini getirmiş; 41.maddesi "Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır, devlet ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması için gerekli tedbirleri alır" düzenlemesiyle toplumsal yaşamdaki konumu gereği Aile Hukuku ile ilgili özel düzenleme ile devlete sorumluluklar yüklemiştir. Ayrıca Anayasanın 90. maddesi ile İç Hukuk haline gelen gerek İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesindeki hükümlerle eşitlik ilkesi evrensel bir ilke olarak vurgulanmıştır. Aile Hukukunun ülkemizdeki tarihsel gelişimine baktığımızda 743 sayılı Türk Kanun Medenisinin Aile Hukuku ile ilgili 31. madde ile başlayan 2. kitabındaki düzenlemeler (kocanın evlilik birliğinin başkanı olması, ortak konutu seçmenin kocaya ait olması, velayetin yürütülmesinde eşlerin anlaşamamaları halinde kocanın oyuna üstünlük tanınması, kadının koca lehine borç edinmesinin hakiminin onayına bağlanmış olması... gibi) zaman içerisinde toplumun farklı kesimlerince eleştirilmiş; çağdaş dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaşanan sosyal yaşamdaki değişimlere bağlı olarak yukarıda bahsi geçen temel düzenlemeler doğrultusunda 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu toplumun geniş desteği ile mecliste onaylanarak 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe girdiğini görürüz. Yeni Medeni Kanunu incelendiğinde köklü değişiklerin yaşanan gelişmeler ve eşitlik ilkesi doğrultusunda Aile Hukuku alanında yapıldığı görülür. Bu temel değişikliklerden bir tanesi de Türk Medeni Kanunu 202 ve devam eden maddeleri ile getirilen "paylaşımlı mal rejimidir". Ancak; bu değişiklik yapılırken Türk Medeni Kanunu 10. maddesi ile devam eden evliliklerde eşlere bir yıl içerisinde başka bir mal rejimini seçmedikleri takdirde 01.01.2002 tarihinden itibaren yasal mal rejimi olan "paylaşımlı mal rejimine" tabi olacakları hükmü getirilmiştir. Yukarıda anlatıldığı gibi 4721 sayılı yasanın 202. maddesiyle getirilen paylaşımlı mal rejimi İlkesi 743 sayılı TKM. 170.madde ile düzenlenen "Mal Ayrılığı Rejiminin" eşitlik ilkesini zedelediği düşüncesiyle getirilmiştir. Yasa koyucunun iradesi bu düzenleme ile bir eşitsizliği ortadan kaldırmaktır. 4722 sayılı yasanın 10. maddesi ile devam eden evliliklerde mal rejimi tasfiyesi âdeta ikiye bölünerek 01.01.2002 tarihinden önce edinilen mallar için malEsas Sayısı : 2006/37 Karar Sayısı : 2008/141 2 ayrılığı rejiminin, bu tarihten sonraki dönem için paylaşımlı mal rejiminin uygulanacağı ilkesi getirilerek tasfiye sürecinde Anayasanın 10. maddesi ile belirlenen eşitlik ilkesine aykırı davranıldığı gibi adeta iki ayrı hukuk kuralının uygulanması yolunu da açmıştır. Tüm bu bilgiler ışığında davacı yanın 4722 sayılı yasanın 10. maddesindeki düzenlemenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptali istemi mahkememizce de ciddi görülerek 1982 Anayasası 152. maddesi ile 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasanın 28. maddesi gereği değerlendirilmesi için Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar vermek gerekmiştir." Aliağa Asliye Hukuk Mahkemesinin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "4721 sayılı Türk Medeni kanunu köklü değişiklikler getirerek 01/01/2002 tarihinde yürürlüğe girmiş, 202 ve devam eden maddeler ile paylaşımlı mal rejimi, yasal mal rejimi olarak kabul edilmiştir. 4722 sayılı yasanın 10. maddesi ile bir yıllık süre içerisinde başka bir mal rejimi seçilmediği takdirde bu tarihten geçerli olmak üzere yasal mal rejimi seçmiş sayılacakları kuralı getirilerek, devam eden evliliklerde, 01/01/2002 tarihinden önce edinilen mallar için mal ayrılığı rejimi, bu tarihten sonra edinilen mallar için paylaşımlı mal rejimi uygulaması gibi iki ayrı durum ortaya çıkacağından ve Türk toplumunun temeli olan ailede çatlaklar oluşturabileceğinden, Anayasamızın Hukuk Devleti İlkesi ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi iç hukukta uygulanması gerekecek AİHS sözleşmesi ve bildirgesine de aykırı olabileceği ciddi kanısına varılmıştır. Bu nedenlerle 4722 sayılı yasanın 10. maddesi ile ilgili anayasaya aykırılık itirazının, Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar vermek gerekmiştir.""
709
Esas Sayısı : 2020/24 Karar Sayısı: 2021/39 1 Belirli kamu görevlerinde çalıştırılacak personel hakkında uygulanan güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının kanuni dayanağı 4045 sayılı Kanundur. 4045 sayılı Kanunda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının; kamu kurum ve kuruluşlarında yetkili olmayan kişilerin bilgi sahibi olmaları halinde devlet güvenliğinin, ulusal varlığın ve bütünlüğün, iç ve dış menfaatlerin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgelerin bulunduğu gizlilik dereceli birimler ile Genel Kurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, jandarma, sahil güvenlik, emniyet ve istihbarat teşkilatlarında çalıştırılacak kamu personeli ile ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacak personel hakkında yapılacağı düzenlenmiştir. Diğer taraftan; 657 sayılı Kanunun 48. maddesine, 676 sayılı OHAL KHKsi ve bu KHKnın uygun bulunmasına dair 7070 sayılı Kanun ile devlet memurluğuna alınacaklarda aranan genel şartlar arasına Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak şartı eklenmiş, böylece daha önce 4045 sayılı Kanunda sayılan belirli görevler yönünden güvenlik soruşturması yapılacağı öngörülmüş iken, söz konusu değişiklik sonrasında artık tüm kamu görevlileri yönünden güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması öngörülmüştür. Ancak, 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendine (8) numaralı bent olarak eklenen bahse konu düzenleme 29/11/2019 tarih ve 30963 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Anayasa Mahkemesinin 24/7/2019 tarihli ve E:2018/73, K:2019/65 sayılı kararı ile Anayasanın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Bunların dışında 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye tabi sözleşmeli personel olarak çalışacak sözleşmeli personelin işe alınmasında güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmasını öngören ve 657/48 maddesinin 1/A 8. bendindeki düzenleme ile aynı nitelikte ve içerikte olan 399 sayılı KHKnın 7. maddesinin (f) bendinde yer alan kuralın iptali istemiyle Dairemizin 31/12/2019 tarihli ve E:2019/4116 sayılı kararı ile itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine ayrıca başvurulmuş bulunulmaktadır. 4045 sayılı Kanunda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması konusunda sadece bir maddeye (1. maddeye) yer verilerek hangi kamu görevlileri bakımından güvenlik soruşturması yaptırılacağı düzenlenmiş, bunun dışındaki tüm düzenlemelerin bir yönetmelikte yapılacağı belirtilmiştir. 4045 sayılı Kanunun, güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğu, bu bilgilerin nerelerden elde edileceği ve ne suretle ve ne kadar süre ile saklanacağı, kişilerin söz konusu bilgilere itiraz etme olanağı olup olmadığı, bilgilerin bir müddet sonra silinmesinin mümkün olup olmadığı veya silinmesine dair izlenecek usulün ne olduğu, gizlilik dereceli kamu personeli ile meslek gruplarının tespiti, güvenlik soruşturmasının ve arşiv araştırmasının usul ve esasları ile bunu yapacak mercilerin kimler olduğu ile ilgili hiçbir düzenleme içermediği görülmektedir. Bunun yanı sıra kanunlarda, kesinleşmiş ceza mahkûmiyetlerine dair ilk olarak akla gelmesi ve uygulanması gereken kanun olan 5352 sayılı Kanuna atıf içeren bir düzenlemenin de bulunmadığı, bireyleri keyfîliğe karşı koruyucu hiçbir hükme yer verilmediği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2020/24 Karar Sayısı: 2021/39 2 Ayrıca, 4045 sayılı Kanunda kişilerin geçmiş ceza mahkumiyetlerine ilişkin kayıtlar bakımından hangi suçların kamu görevine girmeye engel olduğu, kişilerin onsekiz yaşından önce işledikleri suçlara dair kayıtların güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanmasına sebep olup olmayacağı konularında hiçbir belirleme, suçlar arasında herhangi bir ayrım ve derecelendirme yapılmamış olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde 4616 sayılı Kanun uyarınca kesinleşmiş mahkumiyet niteliğinde sayılmayan kamu davasının açılmasının ertelenmesine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin kararların da güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanmasının bir sebebi olup olmayacağı hususunda da hiç bir düzenlemeye yer verilmediği görülmektedir. 4045 sayılı Kanun sadece hangi kamu görevleri bakımından güvenlik soruşturması yaptırılacağını düzenlemiş, bunun dışındaki tüm düzenlemeleri ise bir yönetmeliğe bırakmıştır. Bu saptamalar ışığında, 4045 sayılı Kanunun temel hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasını içeren konuyla ilgili temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olduğundan söz etmek mümkün değildir. Anayasanın 128. maddesinin ikinci fıkrasında Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Ancak, mali ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklıdır hükmüne yer verilerek memurlar ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri ve atanmalarına ilişkin kuralların kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Öte yandan; Anayasanın 20. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin özele hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu, özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı belirtilmiş; üçüncü fıkrasında da Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esaslar ve usuller kanunla düzenlenir denilerek kişisel verilerin korunması özel hayatın gizliliğinin korunması kapsamında güvenceye kavuşturulmuştur. Anayasanın 13. maddesinde de temel hak ve hürriyetlerin yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Özel hayata saygı hakkı kapsamında korunan hukuki menfaatlerden biri de bireyin mahremiyet hakkıdır. Mahremiyet hakkı bireyin kendisi hakkındaki bilgileri kontrol edebilme hukuksal çıkarını da kapsamaktadır. Kendisine ilişkin herhangi bir bilginin rızası olmaksızın açıklanmaması, yayılmaması, bu bilgilere başkaları tarafından ulaşılamaması ve rızası hilafına kullanılamaması, kısaca bu bilgilerin mahrem kalması konusunda bireyin menfaati bulunmaktadır. Bu husus, bireyin kendisi hakkındaki bilgilerin geleceğini belirleme hakkına işaret etmektedir. Anayasanın özel hayata saygı hakkını düzenleyen 20. maddesinin üçüncü fıkrasında, herkesin kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme, bu veriler hakkında bilgilendirilme, verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme, verilerin amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenme hakkınaEsas Sayısı : 2020/24 Karar Sayısı: 2021/39 3 sahip olduğu, kişisel verilerin ancak kanunda öngörülen hâllerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebileceği, kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usullerin kanunla düzenleneceği hükmüne yer verilerek anayasal sınırlar belirlenmiştir. Söz konusu Anayasa hükmünde kişilerin kendileri hakkındaki verilerin amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenme hakkına sahip olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı, insan onurunun korunması ve bireyin kişiliğini serbestçe geliştirebilmesi hakkının özel bir biçimi olarak bireyin hak ve özgürlüklerini kişisel verilerin işlenmesi sırasında korumayı amaçlamaktadır. Anayasanın 20. maddesi uyarınca kişisel veriler ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Dolayısıyla kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sağlanan anayasal güvencenin yaşama geçirilebilmesi için bu hakkı ilgilendiren yasal düzenlemelerin açık, anlaşılabilir ve söz konusu hakkın kullanılabilmesine elverişli olması gerekir. Ancak böyle bir düzenleme ile kişilerin özel hayatlarını ilgilendiren veri, bilgi ve belgelerin resmi makamların keyfi müdahalelerine karşı korunması mümkün hale gelebilir. 24/3/2016 tarihli ve 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanununun 3. maddesine göre kişisel veri, kimliği belirli veya belirlenebilir gerçek kişiye ilişkin her türlü bilgiyi ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik kararlarında da belirtildiği üzere ....adı, soyadı, doğum tarihi ve doğum yeri gibi bireyin sadece kimliğini ortaya koyan bilgiler değil telefon numarası, motorlu taşıt plakası, sosyal güvenlik numarası, pasaport numarası, özgeçmiş, resim, görüntü ve ses kayıtları, parmak izleri, IP adresi, e posta adresi, hobiler, tercihler, etkileşimde bulunulan kişiler, grup üyelikleri, aile bilgileri, sağlık bilgileri gibi kişiyi doğrudan veya dolaylı olarak belirlenebilir kılan tüm veriler.... kişisel veri olarak kabul edilmektedir. (AYM, E.2013/122, K:2014/74, 9/4/2014; E.2014/149, K.2014/151, 2/10/2014; E.2014/74, K.2014/201, 25/12/2014; E.2014/180, K.2015/30, 19/3/2015; E.2015/32, K.2015/102, 12/11/2015). Bu bağlamda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasıyla elde edilen veriler kişisel veri niteliğindedir. İptali istenen kuralla güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması kapsamında kamu mercileri tarafından özel yaşamı ile ilgili sorular sorulması da dahil olmak üzere bir bireyin özel hayatı, iş ve sosyal yaşamıyla ilgili bilgilerinin alınması, kaydedilmesi ve kullanılması özel hayata saygı hakkına sınırlama niteliğindedir. Anayasanın 129. maddesinin birinci fıkrasında memurlar ve kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunma yükümlülükleri düzenlenmiştir. Ayrıca 657 sayılı Kanunda bu sadakat yükümlülüğünün yanı sıra kamu görevlilerine tarafsızlık ve devlete bağlılık yükümlülükleri de getirilmiştir. Kamu görevlilerinin sadakat, tarafsızlık ve devlete bağlılık yükümlülüğü çerçevesinde devleti temsil eden ve millî güvenlik bakımından hassasiyet içeren bazı kamu görevlerine atanacak kişiler bakımından daha sıkı nitelikler aranması ve birtakım sınırlamaların getirilmesi doğaldır. Bu şekilde aranan nitelikler ve kanunlarda öngörülen kısıtlamalar, kamu hizmetinin etkin ve sağlıklı bir biçimde yürütülmesi amacına yöneliktir. Ülkemizin maruz kaldığı terör saldırıları nedeniyle yakın geçmişte yaşanan acı tecrübeler, bu saldırıları gerçekleştiren terör örgütlerinin amaçları, kullanmış olduklarıEsas Sayısı : 2020/24 Karar Sayısı: 2021/39 4 gizli yöntemlerin niteliği ve 15 Temmuz 2016 tarihinde demokratik toplum düzenini ortadan kaldırmaya ve seçilmiş hükümeti devirmeye yönelik hain darbe girişimine kalkışan silahlı terör örgütü üyelerinin büyük çoğunluğunun kamu görevlisi olduğu gerçeği dikkate alındığında, kamu görevine özellikle de milli güvenlik açısından hassasiyet içeren görevlere atanacak kişilerin güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasına tabi tutulması ve bu amaçla da kamu görevine atanacak kişilerde bir takım koşullar aranmasının gerekliliği tartışmasızdır. Dolayısıyla, idarenin millî güvenlik açısından önem arz eden kadrolara atanacak kişilerin tabi olacağı güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması konusunda kanunla temel çerçeveyi ortaya koyan kurallar getirmesi elbette mümkündür. Bu çerçevenin kanunla belirlenmesinden sonra uygulama koşulları ve usule ilişkin ayrıntılar düzenleyici işlemlerle belirlenebilir. Üstelik millî güvenlik ile ilgili alanlarda çalışacak personelin seçimi ve kontrolü bakımından konuyu düzenleyen kanunda aranacak öngörülebilirlik koşulunun diğer alanlardakilere göre daha esnek olacağı da söylenebilir. Ancak yine de bu alanda düzenleme getiren kanunun, kamu makamlarına hangi koşullarda ve hangi sınırlar içinde bu tür gizli tedbirler uygulama ve potansiyel olarak özel hayatın gizliliğine yönelik müdahalelerde bulunma yetkisi verildiğini yeterince açık olarak gösterecek ve olası kötüye kullanmalara karşı yeterli güvence sağlayacak şekilde kaleme alınmış olması gerekir. 4045 sayılı Kanunun 1. maddesinde, gizlilik dereceli birimler ile Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, jandarma, emniyet, sahil güvenlik ve istihbarat teşkilatlarında çalıştırılacak kamu personeli ve ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacak personel hakkında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılacağı öngörülmesine, dolayısıyla bahsedilen kamu görevlerine atanmasında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması koşulu aranmasına karşın, güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğuna, bu bilgilerin ne şekilde kullanılacağına, hangi mercilerin soruşturma ve araştırmayı yapacağına ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Diğer bir ifadeyle güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının yapılmasına ve elde edilecek veriler kullanılmasına ilişkin temel ilkeler belirlenmeksizin kuralla sadece güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması öngörülmüş, güvenlik soruşturmasının usul ve esasları ile bunu yapacak mercilerin kimler olduğu hususlarının belirlenmesi ise tamamen yönetmeliğe bırakılmıştır. Dolayısıyla güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sonucunda 4045 sayılı Kanunun 1. maddesinde belirtilen kamu görevlerine alınmada esas alınacak kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına ve işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesi Anayasanın 13., 20. ve 128. maddeleriyle bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, itiraza konu 4045 sayılı Kanunun 1. maddesi, Anayasanın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. Sonuç ve İstem: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesinde yer alan, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurabileceği ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakacağı kuralı gereğince; 4045 sayılı Kanunun 1.Esas Sayısı : 2020/24 Karar Sayısı: 2021/39 5 maddesinin, Anayasanın 13., 20. ve 128 maddelerine aykırı olduğu kanısına varılması nedeniyle, anılan maddenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dava dosyasının görüşülmesinin Anayasa Mahkemesince bu konuda bir karar verilinceye kadar bekletilmesine, iptali istenilen hükmün Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 31/12/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.Esas Sayısı : 2020/39 Karar Sayısı : 2020/21 İptali İstenen Kanun Hükümlerinin Anayasaya Aykırılığının Değerlendirilmesi: Belirli kamu görevlerinde çalıştırılacak personel hakkında uygulanan güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının kanuni dayanağı 4045 sayılı Kanundur. 4045 sayılı Kanunda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının; kamu kurum ve kuruluşlarında yetkili olmayan kişilerin bilgi sahibi olmaları halinde devlet güvenliğinin, ulusal varlığın ve bütünlüğün, iç ve dış menfaatlerin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgelerin bulunduğu gizlilik dereceli birimler ile Genel Kurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, jandarma, sahil güvenlik, emniyet ve istihbarat teşkilatlarında çalıştırılacak kamu personeli ile ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacak personel hakkında yapılacağı düzenlenmiştir. Diğer taraftan; 657 sayılı Kanunun 48. maddesine, 676 sayılı OHAL KHKsi ve bu KHKnın uygun bulunmasına dair 7070 sayılı Kanun ile devlet memurluğuna alınacaklarda aranan genel şartlar arasına Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak şartı eklenmiş, böylece daha önce 4045 sayılı Kanunda sayılan belirli görevler yönünden güvenlik soruşturması yapılacağı öngörülmüş iken, söz konusu değişiklik sonrasında artık tüm kamu görevlileri yönünden güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması öngörülmüştür. Ancak, 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendine (8) numaralı bent olarak eklenen bahse konu düzenleme 29/11/2019 tarih ve 30963 sayılı Resmî Gazete de yayımlanan Anayasa Mahkemesinin 24/7/2019 tarihli ve E:2018/73, K:2019/65 sayılı kararı ile Anayasanın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Bunların dışında 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye tabi sözleşmeli personel olarak çalışacak sözleşmeli personelin işe alınmasında güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmasını öngören ve 657/48 maddesinin 1/A 8. bendindeki düzenleme ile aynı nitelikte ve içerikte olan 399 sayılı KHKnın 7.maddesinin (f) bendinde yer alan kuralın iptali istemiyle Dairemizin 31/12/2019 tarihli ve E:2019/4116 sayılı kararı ile itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine ayrıca başvurulmuş bulunulmaktadır. 4045 sayılı Kanunda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması konusunda sadece bir maddeye (1. maddeye) yer verilerek hangi kamu görevlileri bakımından güvenlik soruşturması yaptırılacağı düzenlenmiş, bunun dışındaki tüm düzenlemelerin bir yönetmelikte yapılacağı belirtilmiştir. 4045 sayılı Kanunun, güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğu, bu bilgilerin nerelerden elde edileceği ve ne suretle ve ne kadar süre ile saklanacağı, kişilerin söz konusu bilgilere itiraz etme olanağı olup olmadığı, bilgilerin bir müddet sonra silinmesinin mümkün olup olmadığı veya silinmesine dair izlenecek usulün ne olduğu, gizlilik dereceli kamu personeli ile meslek gruplarının tespiti, güvenlik soruşturmasının ve arşiv araştırmasının usul ve esasları ile bunu yapacak mercilerin kimler olduğu ile ilgili hiçbir düzenleme içermediği görülmektedir. Bunun yanı sıra kanunlarda, kesinleşmiş ceza mahkûmiyetlerine dair ilk olarak akla gelmesi ve uygulanması gereken kanun olan 5352 sayılı Kanuna atıf içerenEsas Sayısı : 2020/39 Karar Sayısı : 2020/21 7 bir düzenlemenin de bulunmadığı, bireyleri keyfîliğe karşı koruyucu hiçbir hükme yer verilmediği anlaşılmaktadır. Ayrıca, 4045 sayılı Kanunda kişilerin geçmiş ceza mahkumiyetlerine ilişkin kayıtlar bakımından hangi suçların kamu görevine girmeye engel olduğu, kişilerin on sekiz yaşından önce işledikleri suçlara dair kayıtların güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanmasına sebep olup olmayacağı konularında hiçbir belirleme, suçlar arasında herhangi bir ayrım ve derecelendirme yapılmamış olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde 4616 sayılı Kanun uyarınca kesinleşmiş mahkûmiyet niteliğinde sayılmayan kamu davasının açılmasının ertelenmesine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin kararların da güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanmasının bir sebebi olup olmayacağı hususunda da hiçbir düzenlemeye yer verilmediği görülmektedir. 4045 sayılı Kanun sadece hangi kamu görevleri bakımından güvenlik soruşturması yaptırılacağını düzenlemiş, bunun dışındaki tüm düzenlemeleri ise bir yönetmeliğe bırakmıştır Bu saptamalar ışığında, 4045 sayılı Kanunun temel hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasını içeren konuyla ilgili temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olduğundan söz etmek mümkün değildir. Anayasanın 128. maddesinin ikinci fıkrasında Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Ancak, mali ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklıdır hükmüne yer verilerek memurlar ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri ve atanmalarına ilişkin kuralların kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Öte yandan; Anayasanın 20. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin özele hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu, özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı belirtilmiş; üçüncü fıkrasında da Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esaslar ve usuller kanunla düzenlenir denilerek kişisel verilerin korunması özel hayatın gizliliğinin korunması kapsamında güvenceye kavuşturulmuştur. Anayasanın 13. maddesinde de temel hak ve hürriyetlerin yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Özel hayata saygı hakkı kapsamında korunan hukuki menfaatlerden biri de bireyin mahremiyet hakkıdır. Mahremiyet hakkı bireyin kendisi hakkındaki bilgileri kontrol edebilme hukuksal çıkarını da kapsamaktadır. Kendisine ilişkin herhangi bir bilginin rızası olmaksızın açıklanmaması, yayılmaması, bu bilgilere başkaları tarafından ulaşılamaması ve rızası hilafına kullanılamaması, kısaca bu bilgilerin mahrem kalması konusunda bireyin menfaati bulunmaktadır. Bu husus, bireyin kendisi hakkındaki bilgilerin geleceğini belirleme hakkına işaret etmektedir.Esas Sayısı : 2020/39 Karar Sayısı : 2020/21 8 Anayasanın özel hayata saygı hakkını düzenleyen 20. maddesinin üçüncü fıkrasında, herkesin kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme, bu veriler hakkında bilgilendirilme, verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme, verilerin amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenme hakkına sahip olduğu, kişisel verilerin ancak kanunda öngörülen hâllerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebileceği, kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usullerin kanunla düzenleneceği hükmüne yer verilerek anayasal sınırlar belirlenmiştir. Söz konusu Anayasa hükmünde kişilerin kendileri hakkındaki verilerin amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenme hakkına sahip olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı, insan onurunun korunması ve bireyin kişiliğini serbestçe geliştirebilmesi hakkının özel bir biçimi olarak bireyin hak ve özgürlüklerini kişisel verilerin işlenmesi sırasında korumayı amaçlamaktadır. Anayasanın 20. maddesi uyarınca kişisel veriler ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Dolayısıyla kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sağlanan anayasal güvencenin yaşama geçirilebilmesi için bu hakkı ilgilendiren yasal düzenlemelerin açık, anlaşılabilir ve söz konusu hakkın kullanılabilmesine elverişli olması gerekir. Ancak böyle bir düzenleme ile kişilerin özel hayatlarını ilgilendiren veri, bilgi ve belgelerin resmi makamların keyfi müdahalelerine karşı korunması mümkün hale gelebilir. 24/3/2016 tarihli ve 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanununun 3. maddesine göre kişisel veri, kimliği belirli veya belirlenebilir gerçek kişiye ilişkin her türlü bilgiyi ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik kararlarında da belirtildiği üzere ....adı, soyadı, doğum tarihi ve doğum yeri gibi bireyin sadece kimliğini ortaya koyan bilgiler değil telefon numarası, motorlu taşıt plakası, sosyal güvenlik numarası, pasaport numarası, özgeçmiş, resim, görüntü ve ses kayıtları, parmak izleri, IP adresi, e posta adresi, hobiler, tercihler, etkileşimde bulunulan kişiler, grup üyelikleri, aile bilgileri, sağlık bilgileri gibi kişiyi doğrudan veya dolaylı olarak belirlenebilir kılan tüm veriler.... kişisel veri olarak kabul edilmektedir. (AYM, E.2013/122, K:2014/74, 9/4/2014; E2014/149, K.2014/151, 2/10/2014; E.2014/74, K.2014/201, 25/12/2014; E.2014/180, K.2015/30, 19/3/2015; E.2015/32, K.2015/102, 12/11/2015). Bu bağlamda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasıyla elde edilen veriler kişisel veri niteliğindedir. İptali istenen kuralla güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması kapsamında kamu mercileri tarafından özel yaşamı ile ilgili sorular sorulması da dahil olmak üzere bir bireyin özel hayatı, iş ve sosyal yaşamıyla ilgili bilgilerinin alınması, kaydedilmesi ve kullanılması özel hayata saygı hakkına sınırlama niteliğindedir. Anayasanın 129. maddesinin birinci fıkrasında memurlar ve kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunma yükümlülükleri düzenlenmiştir. Ayrıca 657 sayılı Kanunda bu sadakat yükümlülüğünün yanı sıra kamu görevlilerine tarafsızlık ve devlete bağlılık yükümlülükleri de getirilmiştir. Kamu görevlilerinin sadakat, tarafsızlık ve devlete bağlılık yükümlülüğü çerçevesinde devleti temsil eden ve millî güvenlik bakımından hassasiyet içeren bazı kamu görevlerine atanacak kişiler bakımından daha sıkı nitelikler aranması ve birtakımEsas Sayısı : 2020/39 Karar Sayısı : 2020/21 9 sınırlamaların getirilmesi doğaldır. Bu şekilde aranan nitelikler ve kanunlarda öngörülen kısıtlamalar, kamu hizmetinin etkin ve sağlıklı bir biçimde yürütülmesi amacına yöneliktir. Ülkemizin maruz kaldığı terör saldırıları nedeniyle yakın geçmişte yaşanan acı tecrübeler, bu saldırıları gerçekleştiren terör örgütlerinin amaçları, kullanmış oldukları gizli yöntemlerin niteliği ve 15 Temmuz 2016 tarihinde demokratik toplum düzenini ortadan kaldırmaya ve seçilmiş hükümeti devirmeye yönelik hain darbe girişimine kalkışan silahlı terör örgütü üyelerinin büyük çoğunluğunun kamu görevlisi olduğu gerçeği dikkate alındığında, kamu görevine özellikle de milli güvenlik açısından hassasiyet içeren görevlere atanacak kişilerin güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasına tabi tutulması ve bu amaçla da kamu görevine atanacak kişilerde bir takım koşullar aranmasının gerekliliği tartışmasızdır. Dolayısıyla, idarenin millî güvenlik açısından önem arz eden kadrolara atanacak kişilerin tabi olacağı güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması konusunda kanunla temel çerçeveyi ortaya koyan kurallar getirmesi elbette mümkündür. Bu çerçevenin kanunla belirlenmesinden sonra uygulama koşulları ve usule ilişkin ayrıntılar düzenleyici işlemlerle belirlenebilir. Üstelik millî güvenlik ile ilgili alanlarda çalışacak personelin seçimi ve kontrolü bakımından konuyu düzenleyen kanunda aranacak öngörülebilirlik koşulunun diğer alanlardakilere göre daha esnek olacağı da söylenebilir. Ancak yine de bu alanda düzenleme getiren kanunun, kamu makamlarına hangi koşullarda ve hangi sınırlar içinde bu tür gizli tedbirler uygulama ve potansiyel olarak özel hayatın gizliliğine yönelik müdahalelerde bulunma yetkisi verildiğini yeterince açık olarak gösterecek ve olası kötüye kullanmalara karşı yeterli güvence sağlayacak şekilde kaleme alınmış olması gerekir. 4045 sayılı Kanunun 1. maddesinde, gizlilik dereceli birimler ile Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, jandarma, emniyet, sahil güvenlik ve istihbarat teşkilatlarında çalıştırılacak kamu personeli ve ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacak personel hakkında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılacağı öngörülmesine, dolayısıyla bahsedilen kamu görevlerine atanmasında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması koşulu aranmasına karşın, güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğuna, bu bilgilerin ne şekilde kullanılacağına, hangi mercilerin soruşturma ve araştırmayı yapacağına ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Diğer bir ifadeyle güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının yapılmasına ve elde edilecek veriler kullanılmasına ilişkin temel ilkeler belirlenmeksizin kuralla sadece güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması öngörülmüş, güvenlik soruşturmasının usul ve esasları ile bunu yapacak mercilerin kimler olduğu hususlarının belirlenmesi ise tamamen yönetmeliğe bırakılmıştır. Dolayısıyla güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sonucunda 4045 sayılı Kanunun 1. maddesinde belirtilen kamu görevlerine alınmada esas alınacak kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına ve işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesi Anayasanın 13., 20. ve 128. maddeleriyle bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, itiraza konu 4045 sayılı Kanunun 1. maddesi, Anayasanın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. Öte yandan; benzer bir uyuşmazlıkta Jandarma Uzman Erbaşlık sınavını kazanan ancak güvenlik soruşturması olumsuz sonuçlandığından bahisle ataması yapılmayan birEsas Sayısı : 2020/39 Karar Sayısı : 2020/21 10 kişinin Jandarma Genel Komutanlığına karşı açtığı davada istinaf incelemesi aşamasında 4045 sayılı Karunun 1. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle anılan yasa kuralının iptali istemiyle Dairemizin 31/12/2019 tarihli ve E:2019/4902 sayılı kararıyla, Milli Savunma Bakanlığı temin merkezi tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri ihtiyacı için alınan askeri personel hakkında yapılan güvenlik soruşturmasına dayılı işleme karşı açılan davada ise yine Dairemizin 27/02/2020 tarih ve E:2020/849 sayılı kararı ile 6191 sayılı Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanununun 3. maddesinin 3/f bendinin Anayasaya aykırı olduğundan bahisle iptali istemiyle itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine başvurulmuş bulunmaktadır. Dairemizin 31/12/2019 tarihli ve 2019/4902 sayılı başvurusu Anayasa Mahkemesince ön inceleme sonucu esastan incelemeye alınmış ancak henüz esastan görüşülüp bir karar verilmemiştir. Sonuç ve İstem: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesinde yer alan, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurabileceği ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakacağı kuralı gereğince; 4045 sayılı Kanunun 1. maddesinin, Anayasanın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılması nedeniyle, anılan maddenin iptali istemiyle itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dava dosyasının görüşülmesinin Anayasa Mahkemesince bu konuda bir karar verilinceye kadar bekletilmesine, iptali istenilen hükmün Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 27/02/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.Esas Sayısı : 2020/40 Karar Sayısı : 2020/22 11 İptali İstenen Kanun Hükümlerinin Anayasaya Aykırılığının Değerlendirilmesi: Davacının atanmak istediği sözleşmeli infaz ve koruma memurluğu 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/B kapsamında bir kadro olup, 4/B kapsamında sözleşmeli memur olarak çalıştırılacaklara ilişkin usul ve esasları 28/6/1978 tarih ve 16390 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar da belirlenmiştir. Anılan Esasların 12. maddesinde (Değişik 20/02/2017 2017/9949); sözleşmeli olarak çalıştırılacakların, ilgili kurumun saptayacağı özel koşulların yanı sıra, 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin (4), (5), (6), (7) ve (8) numaralı alt bentlerinde belirtilen koşulları taşımalarının gerekli olduğu düzenlenmiştir. Bahsedilen madde ile gönderme yapılan 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendinin (8) numaralı alt bendinde; Güvenlik soruşturması yapılmış olmak, kuralı Devlet memurluğuna atanacaklarda aranacak genel şartlar arasında sayılmıştır. Ancak; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendine, önce 3/10/2016 tarih ve 676 sayılı KHKnın 74. maddesiyle eklenen ve daha sonra 01/02/2018 tarihli ve 7070 sayılı Kanunun 60. maddeleriyle aynen kabul edilerek (8) numaralı alt bent olarak eklenen bu düzenlemenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesinin 29/11/2019 tarihli ve 30963 sayılı Resmi Gazete ‘de yayımlanarak yürürlüğe giren 24/07/2011 günlü, E:2018/73, K:2019/65 sayılı kararı ile 657 sayılı Yasanın 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendinin anılan (8) numaralı alt bendinin Anayasanın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiş bulunmaktadır. Öte yandan; Sözleşmeli infaz ve koruma memurluğu olarak atanacak kişiler ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacaklarından, infaz ve koruma memurları aynı zamanda 4045 sayılı Kanun kapsamına girmekte ve 4045 sayılı Kanunun 1. maddesi ve bu Kanun uyarınca çıkarılan Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği hükümleri ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalıştırılacak kişiler hakkında uygulanmaktadır. Dolayısıyla, davacı hakkındaki güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması, 4045 sayılı Kanun ve bu Kan
3,963
Esas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 1 22/06/2017 tarihli ve 30104 (2. Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 691sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 31/01/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 7069 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun ile muhtemel kaza risklerine karşı uçuş emniyetini etkileyebilecek nitelikteki yapı, tesis ve benzeri tüm düşey engellere dair bilgilerin ilgili kurum ve kuruluşlarca Harita Genel Komutanlığına bildirilmesi, terör bağlantılı kişilerin askerlik celp ve sevk dönemlerinin Milli Savunma Bakanlığınca ayrıca belirlenmesi, izinli olduğu durumlar hariç ülke sınırları dışında üç gün geçiren asker kişilerin yabancı ülkeye kaçmış sayılması, Yüksek Askeri Şûranın terfi işlemlerinde Subay Sicil Yönetmeliğinin esas alınmasının kaldırılması, kayyımlık görevi TMSF tarafından yürütülen şirketlerde faaliyet döneminin dördüncü ayına kadar denetçi seçilememiş olması hâlinde denetçinin, şirket yönetim kurulunun teklifi üzerine TMSF'nin ilişkili olduğu Bakan tarafından atanması, noterlik, bilirkişilik ve arabuluculuk yapabilme ile ilgili şartlar arasına terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı olmama hususunun eklenmesi, olağanüstü hal kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğünce meslekten çıkarılanların Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu kararlarına karşı yapacakları iptal başvurularını İçişleri Bakanlığı aleyhine yapması öngörülmektedir. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHKsi olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle yokluk iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkarak olağanüstü hal ile ilgisi olmayan ve olağanüstü hal süresini aşacak şekilde kanunlarda değişiklik yaparak sürekli uygulanacak kurallar öngörmüştür. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna olağanüstü hal süresini aşan kalıcı düzenlemeler yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait yasama yetkinin açıkça gaspı anlamına gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür.Esas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 2 Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusun varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHKlardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğulun deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMMce Onaylanması Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasanın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHKlar ile yapılacak düzenlemeler olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genel düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38). Öncelikle Anayasanın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre 119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasanın 15. maddesindekiEsas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 3 ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasasında düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHKlarla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664) Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durdurun düzenlemeler doğrudan OHAL KHKleri ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHKsi ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHKsi ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHKleri ile ancak temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasanın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHKleri ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasanın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır.Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Yüce Mahkemeye göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHKlere Anayasanın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri; olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkça göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez." (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20).Esas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 4 Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır. Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular olamaz. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasanın 6. maddesindeki Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki Kuvvetler ayırımının, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHKleri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında açıkça ifade edildiği üzere Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHKsı adı altında, kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça TBMMye ait yasama yetkisinin gaspı anlamına gelir. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkininEsas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 5 fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları fonksiyon gaspına yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda kanun adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar. (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.) Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla hem olağanüstü halin gerekleriyle uyumlu olmayan hem de kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapan iptali istenen düzenleme fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılmış olup yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gasbı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHKlerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHKnin kapsamının genişliği ye ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHKlere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırımdan gelmiştir: Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık. Yine aynı doğrultuda Yıldırımın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir.Esas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 6 Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal." Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır: İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.". İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHKlerin Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazetede farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHKlar,Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017 683, 684 ve 685 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi:23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi:9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHKlerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHKlerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocaktan sonraki kararnamelere ilişkin Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız dedi... Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırımın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHKnın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kağıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyle iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir.Esas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 7 Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHKlerini çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasanı 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasaya göre Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHKlerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulunun hukuki ve siyasi açıdan KHKlerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlar dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulunun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHKlere eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHKlerin altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHKler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasanın 121. maddesine göre OHAL KHKlarının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMMnin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır. Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHKların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve TeziçEsas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 8 (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHKlar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMMce onaylanmayan OHAL KHKlerinin idari işlem olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHKlarının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHKların OHAL KHKsı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMMce onaylanmamış olan OHAL KHKlarının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk Nedenleri Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHKları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması mümkün olmayan ve kanunları değiştiremeyen bir işlemin maddi olarak kanun niteliğinde olduğu söylenemez. Cem Eroğulun isabetle belirttiği gibi Anayasanın 121. maddesinde yer alan düzenlemenin doğal ve mantıki sonucu OHAL KHKlarının biçimsel olarak yürütme işlemi olduğu gibi, maddi olarak da yürütme işlemi olarak kabul edilmesidir. Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen olağan KHKlar biçimsel olarak yürütme işlemi iken maddi anlamda yasama işlemidir ve genel ve sürekli olarak uygulanmak üzere çıkarılırlar ve kanunlarda değişiklik yapabilirler. Oysa OHAL KHKları doğaları gereği geçici olmak durumundadır ve sürekli etki doğuracak şekilde çıkarılamazlar. Bunun sonucu olarak olağan KHKlar ile OHAL KHKlarının TBMMce onaylanması da tamamen farklı hukuki niteliğe sahiptir ve farklı sonuçlar doğurur. Olağan KHKların TBMM tarafından onaylanması bir kanun yapma işlemidir ve önüne gelen kanun tasarıları gibi bunları kanunların görüşülmesi usulüne uygun olarak görüşür ve kabul eder, böylece ortaya yeni bir kanun çıkar. Oysa geçici tedbirler niteliğindeki OHAL KHKleri maddi açıdan bir yürütme işlemidir ve bunların onama kararının bir meclis kararı ile alınması gerekir (Bkz. Cem Eroğul, age. s.42). Zira Anayasanın 121. maddesinde öngörülen TBMM onayı, bir yasalaştırma işlemi değil, siyasal denetim işlemidir. Diğer bütün siyasal denetim işlemlerinde olduğu gibi bunun da bir kanunla değil, meclis kararı ile alınması gerekir. Ancak bu şekilde Anayasanın 148. maddesindeki OHAL KHKlerinin denetimi yasağı anlamlı hale gelir. Zira Anayasa Mahkemesinin yetkisi yasaları ve yasa gücündeki işlemleri denetlemektir. Anayasa koyucu maddi anlamda yürütme işlemi olan OHAL KHKlerini siyasi denetime tabi tutmuştur. TBMM onayının kanun şeklinde yapılması OHAL KHKlerinin geçici niteliği ile bağdaşmaz ve Anayasanın 121. maddesine aykırı olur. Çünkü kanun ile onaylanması OHAL KHKlerini OHAL süresini aşan sürekli ve genel düzenlemelere dönüştürür ki, bu yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve fonksiyon gaspı teşkil eder. Özellikle geçici tedbir niteliğinde olmayan ve sürekli uygulanmaEsas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 9 olasılığı bulunan ve yukarıda açıklandığı gibi esasen Anayasanın 121. maddesinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanımadığı kalıcı düzenlemelerin, TBMM tarafından kanun şeklinde onaylanması yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve Anayasanın 7. maddesine açık bir aykırılık oluşturur. İptali istenen düzenleme kanun adı altında onaylanmak ve yayımlanmakla hukuk düzeninde sürekli ve kalıcı bir nitelik kazanmıştır. Olağanüstü hal kalksa dahi bu kurallar uygulanmaya devam edecektir. Bu da açıkça fonksiyon gaspı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir. Geçici tedbir niteliğindeki düzenlemelerin kanun şeklinde onaylanması ise onların geçici niteliği ile bağdaşmaz ve aşağıda açıklandığı üzere Anayasal normlar hiyerarşisini ve hukuk düzeninin tutarlı normlardan oluşması ilkesini altüst eder. Bu ise hukuk devleti ilkesinin temel koşullarından biri olan hukuk düzeninin öngörülebilir ve tutarlı olması gereği ile bağdaşmaz. Nitekim 2016 yılına kadar hukuk düzenimizde kanunlaştırma şeklinde onaylanmış herhangi bir OHAL KHKsi bulunmamaktadır. Onaylamanın kanun şeklinde yapılması ile OHAL KHKsinin akibetinin ne olduğu da belli değildir. OHAL KHKsinin hala yürürlükte olduğuna işaret eden bazı uygulamalar görülmektedir. Mesela, 8 Mart yasalarında daha önce yasalaştırılmış olmasına rağmen atıfların yasaya değil KHKye yapılmaya devam edildiği ve değişikliklerin yasalar üzerinde değil, KHKler üzerinde yapıldığı görülmektedir. Bu da hukuk düzeninin alt üst olduğunun en somut kanıtıdır. Diğer taraftan yukarıda açıklandığı gibi Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından geçerli olarak çıkarılmamış olan, dolayısıyla yok hükmünde olan düzenlemelerin TBMM tarafından onaylanmış olması onları kendiliğinden geçerli hale getirmez. Yani geçerli bir onaylama kararından söz edebilmek için öncelikle onaylanabilir nitelikte geçerli bir işlemin bulunması gerekir. Oysa yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi ortada onaylanabilecek nitelikte ve onaylamaya elverişli bir işlem bulunmamaktadır. Bu nedenle geçerli olarak var olmayan bir işlemin onaylanması mümkün değildir. Olmayan işlem onay ile varlık kazanmaz, yok olmaya devam eder. Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesinin Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar vermesi gerekir. C. Eylemli İçtüzük Değişikliği Dolayısıyla TBMMnin Onama Kararı Geçersizdir Olağanüstü kararnamelere ilişkin Anayasa ve İçtüzük özel bir yasalaşma süreci öngörmüştür. Bu yasalaşma sürecinde ilk göze çarpan husus yasalaşma sürecindeki süre şartıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.Esas Sayısı : 2018/35 Karar Sayısı : 2018/62 10 Ancak 691 sayılı KHKnin görüşülmesinde içtüzüğün zorunlu kıldığı usule uyulmamıştır. 691 sayılı KHK, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sevk edilmesinin ardından 30 günlük sür
4,095
Esas Sayısı : 2013/33 Karar Sayısı : 2013/122 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 5846 sayılı Kanuna aykırılık suçundan dolayı . hakkında İzmir 2. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesi'nde 2009/363 Esas sayılı kamu davası açılmıştır. Mahkemenin 02.12.2010 tarih, 2009/363 Esas, 2010/317 Karar sayılı kararıyla .'nın 5728 sayılı Kanunla değişik 5846 sayılı Kanunun 81/4, TCK'nin 62, 52/2 4. maddeleri uyarınca 10 ay hapis cezasından çevrilen 5 ay süre ile kamuya yararlı bir işte çalıştırılması seçenek yaptırımı ve 5 gün karşılığı 100 TL adli para cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. İzmir Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezi Şube Müdürlüğü'nün 02.11.2011 tarih, 2011/1323 DS sayılı yazısıyla .'nın kendisine yapılan tebligata rağmen seçenek yaptırımın infazı için Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezi Şube Müdürlüğü'ne başvurmadığı belirtilerek, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından seçenek yaptırım yerine, hükmedilen önceki hapis cezasının infazına karar verilmesi talep edilmiştir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 50. maddesinin başlığı kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlardır. Maddeye göre kısa süreli hapis cezası, adli para cezasına veya maddedeki diğer tedbirlerden birisine çevrilebilir. Bu madde 26.02.2008 tarih, 5739 sayılı Kanunla değiştirilmiştir. Maddenin ilgili fıkrasının değişiklikten önceki hali şöyledir: MADDE 50. (6) Hüküm kesinleştikten sonra Cumhuriyet savcılığınca yapılan tebligata rağmen otuz gün içinde seçenek yaptırımın gereklerinin yerine getirilmesine başlanmaması veya başlanıp da devam edilmemesi hâlinde, hükmü veren mahkeme kısa süreli hapis cezasının tamamen veya kısmen infazına karar verir ve bu karar derhâl infaz edilir. Bu durumda, beşinci fıkra hükmü uygulanmaz. Maddenin ilgili fıkrası değişiklikten sonra şu hale gelmiştir: MADDE 50 (6) Hüküm kesinleştikten sonra Cumhuriyet savcılığınca yapılan tebligata rağmen otuz gün içinde seçenek tedbirin gereklerinin yerine getirilmesine başlanmaması veya başlanıp da devam edilmemesi halinde, hükmü veren mahkeme kısa süreli hapis cezasının tamamen veya kısmen infazına karar verir ve bu karar derhal infaz edilir. Bu durumda, beşinci fıkra hükmü uygulanmaz. Kanun koyucu bu değişikliği, hapisten çevrilen adli para cezasına mahkum olanlar ile doğrudan verilen adli para cezasına mahkûm olanlar arasında eşitlik sağlamak gayesi ile yapmıştır. Ancak doğrudan verilen adli para cezası ile hapisten çevrilen adli para cezası aynı infaz rejimine tabi olunca, bu kez hapisten çevrilen tedbirlere mahkûm olanlarla hapisten çevrilen adli para cezasına mahkûm olanlar arasında eşitsizlik yaratılmıştır. Çünkü: 5275 sayılı Kanunun 106. maddesi para cezalarının infazını düzenlemiştir. Bu maddeye göre adli para cezası ödenmeyince Cumhuriyet savcısı para cezasını kararda öngörülen gün sayısı kadar hapse çevirmekte, bu kişi para cezasını ödeyinceye kadar ve en çok üç yıl ceza infaz kurumunda tutulmakta, koşullu salıvermeden yararlanamamaktadır. 5275 sayılı Kanunun 109. maddesi hapis cezası yerine hükmedilen seçenek yaptırımların infazını tüzüğe bırakmıştır. Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzüğün 51. maddesi hapisten çevrilen adli para cezasının infazını düzenlemektedir. Bu maddede değişiklik yapılmamıştır.Esas Sayısı : 2013/33 Karar Sayısı : 2013/122 2 Türk Ceza Kanununun 50. maddesinin 6. fıkrasındaki yaptırımın sözcüğü tedbirin olarak değiştirilince, Cumhuriyet Başsavcılıkları Tüzüğün 51. maddesinin adli para cezaları yönünden uygulama kabiliyetinin kalmadığı görüşüyle doğrudan verilen adli para cezaları ile hapisten çevrilen adli para cezalarını aynı rejime tabi tutmakta, hâkimden adli para cezası ödenmeyince hapis cezasının infazı için karar istememekte, adli para cezasını hapse çevirip infaz etmektedirler. Bir çok yerde bu hapis için hapis kararını hâkim vermediği, bu hapis, hapis cezası sayılamayacağı, hala adli para cezası infaz edildiği halde artık uygulanmayacağı düşünülen Tüzükteki düzenleme işletilerek koşullu salıverme hükümleri uygulanmakta, zorlama hapsi çoğu kez eksik infaz edilmektedir. Oysa adli para cezasına göre daha hafif nitelikteki hapis cezasına seçenek tedbirin yerine getirilmemesi halinde hâkimden hapis cezasının infazına karar verilmesi istenmektedir. 5275 sayılı Kanunun 106. maddesine göre doğrudan verilen adli para cezasının ödenmemesi halinde Cumhuriyet başsavcılığının verdiği hapis kararı aslında bir tür zorlama hapsidir. Adli para cezası ödenince hapis sona ermektedir. Koşullu salıverme hükümlerinin uygulanmaması mantıklıdır. Ancak hapisten çevrilen adli para cezası, hapis cezasının seçenek yaptırımıdır. Para cezasının ödenmemesi halinde zorlama hapsine tabi tutulması, aynı madde uyarınca seçenek tedbirlere mahkûm edilen kişiler ile aralarında eşitliksizlik doğurmuştur. Hapis cezası adli para cezasına çevrilen kişiler cezayı zorlama hapsi olarak infaz ederken, diğer tedbirlerle cezalandırılanlar bu tedbirlerin gereklerini yerine getirmedikleri zaman hâkim tarafından hapis cezasının infazına karar verilmekte ve hapis cezası infaz edilmektedir. Türk Ceza Kanununun 50. maddesinin son fıkrası ilgilinin elinde olmayan nedenlerle seçenek tedbirin gerekleri yerine getirilemezse tedbirin değiştirilebileceğini düzenlemekte ise de, mazereti olmadan seçenek tedbirin gereklerini yerine getirmeyenler bendin kapsamı dışında kalmaktadırlar. Aslında aynı suçu işleyen, hapis cezası farklı seçenek yaptırımlara çevrilen, aynı durumda olan hükümlüler arasında farklı uygulama yaratılarak eşitlik ilkesi bozulmaktadır. Seçenek tedbire çevrilen hapis cezası ile seçenek tedbir arasındaki bağlantı devam etmektedir. Seçenek tedbirin gereklerini yerine getirmeyen kişilerin cezası hapis cezasına geri dönmektedir. Ne var ki, seçenek yaptırım olan adli para cezası ile hapis cezasının bağlantısı kopmuştur. Adli para cezasını ödemeyen kişilerin cezası tekrar hapis cezası olarak infaz edilmemekte, zorlama hapsi olarak infaz edilmektedir. Madem ki, hapis cezası yerine verilen adli para cezasını ödemeyenler bu cezayı zorlama hapsi olarak infaz edebilmekte, o halde seçenek tedbirin gereklerini yerine getirmeyenlere de benzer olanaklar tanınmalı, ya tedbir para cezasına çevrilebilmeli ve zorlama hapsi olarak infazı sağlanmalıdır ya da hem adli para cezasını ödemeyenler, hem de diğer seçenek yaptırımların gereklerini yerine getirmeyenlerin cezaları hâkim tarafından hapis cezası olarak infaz ettirilmelidir. Temel ceza olarak hapis cezası ile cezalandırıldıktan sonra TCK'nin 50. maddesi uygulanarak kişiselleştirme ilkesi gereğince hapis cezası para cezasına çevrilen kişiler ile hapis cezası seçenek tedbire çevrilen diğer kişiler eşit durumdadır. Hepsi aynı suçu işlemişler, önce hapis cezası almışlardır. Sonra hapis cezası TCK'nın 50. maddesindeki seçenek yaptırımlardan birisine çevrilmiştir. Para cezasını ödememişler veya seçenek tedbirin gereklerini yerine getirmemişlerdir. Seçenek yaptırımının gereklerini yerine getirmeyen aynı durumdaki kişiler arasında sonuç uygulama bakımından farklılık yaratılmış eşitlik bozulmuştur. Mahkememiz elindeki dosya dolayısı ile hapis cezası yerine hükmedilen seçenek tedbirin gereklerini yerine getirmeyen Hükümlü hakkında TCK'nın 50/6. maddesini uygulamak, seçenek tedbir yerine hükümdeki hapis cezasının infazına karar vermek zorunda kalacaktır. Hapis cezası adli para cezasına çevrilen kişinin cezası zorlama hapsi olarak infaz edildiği ve infaz edilen hala para cezası olduğu için yerine getirme fişinde adli para cezasının yerine getirildiği belirtilecek, ancak seçenek tedbir yerine hapis cezasının infazına karar verilen kişilerin yerine getirmeEsas Sayısı : 2013/33 Karar Sayısı : 2013/122 3 fişinde hapis cezasının yerine getirildiği belirtilecektir. İnfaz edilen hapis cezasının sonuçları adli para cezasına göre her zaman daha ağırdır. Bu durum hem T.C. Anayasasının 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine, hem de T.C. Anayasasının 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırıdır. DELİLLER 1 Dava dosyasının konuya ilişkin kısımlarının onaylı örnekleri, 2 Bilimsel görüşler, 3 Anayasa Mahkemesinin örnek kararları, HUKUKİ SEBEPLER Anayasanın 146 153 maddeleri ile 6216 Sayılı Kanunun 3, 21, 40. maddesi ve ilgili diğer hükümleri. SONUÇ Mahkememizin bakmakta olduğu davada uygulayacağı TCK'nın 50. maddesinin 6. fıkrasının T.C. Anayasanın 2. ve 10. maddesine aykırı olduğundan iptaline karar verilmesi saygı ile arz olunur."
1,089
Esas Sayısı:1977/123 Karar Sayısı:1978/16 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : Trabzon Asliye Ceza Mahkemesinin itirazına ilişkin 24/5/1977 günlü, E. 1977/276 sayılı kararı aynen şöyledir : "İtirazda seçmen olma durumunun yasal ve tarihsel gelişimine değinilip geçmişte 18 yaşı doldurmanın bir ara seçmen olabilmek için yeterli sayıldığı belirtildikten sonra bugünkü durumda seçmen olabilmek için 21 yaşı bitirme koşulunun, 18 yaşı dolduran herkesin bütün temel yurttaşlık haklarından yararlanılmasına ve o hakların kullanılmasına yeter sayıldığı ve özellikle siyasal partilere üye ve o arada ön seçimlerde delege olabildiği halde seçmen olunamamasının Anayasa'nın temel ilkelerine ve yine seçmen olabilmeyi 21 yaşı doldurmaya bağlı tutmanın Anayasa'nın 55. maddesinin seçmen yaşını belirlememiş olmakla birlikte yasa koyucunun nesnel anlayışına bırakmış olmasına ve Anayasa'nın 10. maddesinin Devlete kişinin temel hak ve özgürlüklerini sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşamıyacak biçimde sınırlayan siyasi, iktisadî ve sosyal bütün engelleri kaldırma ödev ve yükümlülüğünü vermiş bulunmasına göre anılan bu maddeye aykırı olduğu öne sürülmüştür. İtirazda öne sürülen ve yukarıya özetle geçirilmiş bulunan Anayasa'ya aykırılık nedenleri mahkemece de ciddi görülmüş, konunun daha önce iki kez Anayasa Mahkemesine götürülmüş olması ve onlardan ikicisinde işin yedi olumlu oya karşı sekiz olumsuz oyla karara bağlanmış bulunması itirazın ciddiliğini kabulde bir diğer neden ve kanıt sayılmıştır. Öyleyse işin itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine götürülmesine karar verilmelidir. SONUÇ: Açıklanan bu nedenlerle; 298 Sayılı Yasanın 143. maddesiyle bu maddenin dayanağı olan 6. maddesinin Anayasa'nın temel ilkeleriyle 10. maddesine aykırı olduğu yolundaki itiraz mahkemece ciddi görülmekle işin Anayasa'nın 151/1 ve Anayasa Mahkemesi Kuruluşu ve Yargılama yöntemleri hakkındaki Yasanın 27. maddesine göre itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine ve Anayasa Mahkemesine götürülmesine ve Anayasa Mahkemesince bu konuda verilecek karara kadar davanın geri bırakılmasına karar verildi." Sanık Avukatının, dilekçesinde de, mahkemece ciddi görülmüş bulunan Anayasa'ya aykırılık nedenleri şöyle açıklanmaktadır : "Seçmen yaşına erişmediği halde kendini seçmen yazdıran savunucusu bulunduğum Necmi Yıldız'a uygulanmak istenen seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında 298 sayılı Yasanın 143. maddesinin temel dayanağı bu Yasanın 6. maddesidir. Çünkü seçme yeterliği bu maddede düzenlenmiştir. Bu bakımdan bu kamu davasında savunuculuğunu yaptığım kişinin eylemine uygulanmak istenen 298 Sayılı Yasanın 143. maddesi ile bu maddenin dayanağını oluşturan 6. maddesinin Anayasa'nın temel ilkelerine ve özellikle 10. maddesine aykırılığından ötürü iptalleri için yüce Anayasa Mahkemesine sunulmalarını istiyoruz. A) 18 YAŞIN KAZANDIRDIKLARI :Esas Sayısı:1977/123 Karar Sayısı:1978/16 2 1) Onsekiz yaş yasalarımızda erginlik (rüşt) yaşıdır. 18 yaşını bütünleyenler her çeşit işlemde bulunmaya yetkili olup tüm yükümlülüklere bağlı olurlar. Temel hakları kullanmada ve ticaret alanında her türlü işlem yapmada yeterli (ehil) sayılan ve başta vergi olmak üzere tüm yükümlülükleri yüklenmelerinde yasakoyucu yanından hiçbir sakınca görülmeyenlerin kendisi de bir temel hak olan seçme hakkından yararlandırılmamaları hiçbir haklı nedene dayandırılamaz. 2) Ülkemizde onsekiz yaşını dolduranlar, özellikle köylerde evlenmiş ve çoluk çocuk yönetir duruma gelip yaşamlarında da bağımsızlık kazanmaktadırlar. O halde ailelerden oluşan ulusun yönetiminde oy kullanma hakları da olmalıdır. 3) Hertürlü olgunluğu kazanmada onsekiz yaş ile yirmibir yaş arasında önemli tıbbî ve sosyolojik bir fark olamaz. 4) Genel oy ilkesi, yurttaşların olabildiğince çoğunluğunun seçimlere katılmasını gerektirir. Bu, siyasal katılmanın daha geniş boyutlara ulaşıp daha bir gerçeklik kazanması demektir. Seçmen yaşını onsekizi bütünlemeye bağlamakla siyasal katılmayı sağlamada en son adım atılmış olur. Nitekim ülkemizde onsekiz ile yirmibir yaş arasında üç milyon dolayında kişi vardır, 1975 nüfus sayımına göre. 5) Siyasetin asker ocağına girmemesi için seçmen yaşını yirminin üstünde tutmak bilim dışıdır. Çünkü er ve erbaşları yönetenler seçimlerde oy kullanmakta ve er ile erbaşlar yurtsal yükümlülüklerini yerine getirdikleri sırada politika dışında kalmamaktadırlar, kalmalarım düşünmekte siyasal bilime aykırı olur. 6) Yasalar ve özellikle ceza yasaları onsekiz yaşını dolduranları da bağlayıcı biçimde etkilemektedir. Örneğin : a) Türk Ceza Yasası onsekiz yaşını dolduranlar siyasal bir suç işlediklerinde kendilerine herhangi bir hafifletici hak sağlamamaktadır. Oysa eskiden (1953 öncesi) yirmibir yaşını bitirenlerin tam ceza yeterliği kabul edilmişti. b) Onsekiz yaşını dolduranlar 648 sayılı Siyasal Partiler Yasasına göre sandık kurulu başkanlığı yapabilmekte ve partilerde üye olabilme yeterliğinde görüldüklerinden önseçimlerde delege olarak oy kullanıp seçilmek isteyen aday adaylarının belirlenip sıralanmasında etkin bir işlev görmektedirler. B) 18 YAŞIN KAZANDIRMADIĞI : 18 yaşını doldurup ergin olan, kamu görevlisi olmaya yaş yönünden yeterli sayılan, yaşını dava yoluyla büyütüp asker olabilen, dilekçe hakkını kazanmada yeterli sayılan, cezasal yönden yeterli görülen, gezi ve yerleşme özgürlüğünü kullanmada yetkili sayılan, camilerde hocalık yapabilen, gazete ve dergi çıkarabilen, kurulmuş bir partinin genel başkanı olabilen, önseçimde oy verebilen, sandık işlerini düzenlemede yetkili görülen yalnız sandığa bir oy pusulasını içeren zarfı atmada yeterli sayılmamaktadır. Oysa seçmen olma durumunun ülkemizde kökenine inersek ilginç bir çizginin önümüze geldiğini görürüz. C) TARİHSEL GELİŞİM:Esas Sayısı:1977/123 Karar Sayısı:1978/16 3 1897 (1293) yılında çıkarılan İntihabı ı Mebusan Yasası ile kadınlara oy hakkı tanınmamış, erkeklere ise yirmibeş yaşını doldurmuş olmaları koşuluyle bu hak verilmişti. Bu yasa 3 Nisan 1923 gün ve 320 sayılı yasayla değiştirilerek seçmen yaşı onsekize indirilmiştir. 5 Aralık 1934 gün ve 2598 sayılı yasayla kadınlara da oy kullanma hakkı sağlanırken yerel seçimlerde oy verme yaşı onsekiz diye bırakılmış ancak milletvekili seçimlerinde seçmen yaşı yirmiikiye çıkarılmıştır. Demek ki, 1923 ile 1961 arasında yerel seçimlerde oy kullanma yaşı onsekiz, 1923 ile 1934 arasında ise milletvekili seçimlerinde dahi oy verme yaşı onsekiz olarak kabul edilmiştir. Kısacası onsekiz yaşını dolduranlar Cumhuriyetimiz döneminde onbir yıl oy kullanmışlardır genel seçimlerde, yerel seçimlerde ise sürekli oy kullanılmıştır. O halde halkın yükselen demokrasi savaşını ve bilinci de gözönüne alınır ve Anayasa'da seçmen yaşı konusunda bir ölçü olmadığı da unutulmazsa 1961 Anayasa döneminde seçmen yaşını yirmibir olarak öngörmenin ne ölçüde gerçekdışılık taşıdığı belirtilir. Nitekim Kurucu Meclis Döneminde Temsilciler Meclisi "Seçim Kanunu Komisyonu" seçmen yaşını onsekiz yaş olarak kabul etmiştir. (Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt l, Sayfa: 5 6, basma yazı S. Sayısı 33) Temsilciler Meclisi de yer kurulun (komisyonun) raporunu olduğu gibi kabul etmiş, dönemin tek yetkili kurulu olan Millî Birlik Komitesinin geri çevirmesi üzerine, yirmibir yaş seçmen yaşı olarak yasalaşmıştır. D) 21 YAŞIN ANAYASA'NIN TEMEL İLKELERİNE AYKIRI LIĞI: Anayasa'nın 55. maddesi, seçme yaşını Yasa Koyucunun nesnel anlayışına bırakmıştır. Yasa Koyucunun bu alanda dilediği yaşı seçmen yaşı diye öngörmesi düşünülemez. Çünkü bir temel (medenî) hak olan seçme hakkı dışındaki tüm temel hakların kazanılmasında 18 yaş temel ölçü alındığına ve temel haklar diyalektik bir bütünlük içinde bulunduklarına göre ve özellikle de Siyasal Partiler Yasasıyle onsekiz yaşını bitirenlerin siyaset yapmaları sakıncalı bulunmadığına göre söz konusu durum Anayasa'nın temel ilkelerine aykırıdır. E) ANAYASA'NIN 10. MADDESİNE AYKIRILIK : Anayasa'nın 10. maddesinin ikinci fıkrası devlete birtakım yükümlülükler yüklemektedir. Toplum yaşamındaki umut verici gelişme halkın uyanışının ve savaşımının yükselişinin ivmesi, kentlerdeki nüfusun artışı ve özellikle genç kuşaklardaki okuma oranının büyük bir artış göstermesi, siyasal partilere onsekiz yaşını bitirenlerin üye olabilmesi ve bu alandaki Anayasa'ya aykırılık savlarının 1963 yılında oybirliğiyle, 1975 yılında ise yediye karşı sekiz oyla reddedilişi ve Anayasa Mahkemesinin kararlarını zamana göre değiştirmesi nedeniyle devlet, kişi huzurunu bozan ve gençlerin coşkunluklarını oy sandığı çevresinde toplayarak yönlendirmek yoluyla kimi engelleri ortadan kaldırmakla yükümlü olduğundan sözkonusu maddeler iptal edilmelidir. SONUÇ : Anayasa'ya aykırılık savımızın ciddî olduğu kanısına varılarak, 298 sayılı Yasanın 6. ve 143. maddelerini Anayasa'nın temel ilkeleriyle 10. maddelerine aykırılıklarından ötürü iptalleri için Anayasa'nın 151. maddesine dayanarak yüksek Anayasa Mahkemesine başvurmanızı sanık savunucusu olarak saygıyle dilerim.""
1,146
Esas Sayısı: 1988/7 Karar Sayısı: 1988/27 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir : "213 sayılı Vergi Usul Kanunu'nun, 3239 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik, 112. maddesinin 3 numaralı bendi hükmü ile devlet, ikmalen, re'sen veya idarece yapılan vergi tarhiyatlarında verginin kendi vergi kanunlarındaki normal vade tarihlerine göre geç tarh, tahakkuk ve tahsilinden dolayı vergi yükümlülerinden bent hükmünde belirtilen durumlara ve belirlenen sürelere göre gecikme faizi hesaplayıp tahsil etmektedir. Oysaki; devletin, vergileme hataları, hukuka aykırılık ... vb. nedenlerle haksız ya da fazla olarak tahsil ettiği vergileri yargı organı kararı gereğince ya da düzeltme yoluyla yükümlüsüne geri verirken tahsil tarihinden iade edildiği tarihe kadar geçen süre için hesaplanacak herhangi bir faiz ya da zam ile birlikte geri ödemesi söz konusu olmamaktadır. Yalnızca tahsil edilmiş olan vergi aynı miktarda faizsiz olarak geri verilmektedir. Vergi usulünden konu ile ilgilendirilmesi mümkün bazı örnekler şu şekilde ortaya konabilir : 1 Hernekadar Vergi Usul Kanunu'nun 378. maddesinin 2. paragrafı hükmü uyarınca, yükümlüler beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açmamakta iseler de; gerek Danıştay Vergi Dava Dairelerince gerekse Vergi Mahkemelerince ihtirazı kayıtla beyan edilen matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı açılan davalar öteden beri esastan incelenip karara bağlanmaktadır. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 27. maddesinin 8. bendi hükmüne göre vergi mahkemelerinde, vergi uyuşmazlıklarından doğan davaların açılması, tarh edilen vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümlerin ve bunların zam ve cezalarının dava edilen bölümünün tahsil işlemlerini durdurur iken, ihtirazı kayıtla verilen beyannameler üzerine yapılan işlemlerle tahsilat işlemlerinden dolayı açılan davalar, tahsil işlemini durdurmamakta, bunlar hakkında yürütmenin durdurulması istenebilmektedir. İhtirazı kayıtla verilen beyannameler üzerinden yapılan işlemlerle tahsilat işlemlerinden dolayı açılan davalarda yürütmenin durdurulmasının istenmemesi veya yürütmenin durdurulması isteminin reddedilmesi halinde vergiler tahsil edilecektir. Sözkonusu davalar idari yargı mercilerince esastan kabul edildiğinde ve bu kararlar kesinleştiğinde evvelce tahsil edilen vergilerin yargı organı kararı gereğince davacılara (yükümlülere) geri ödenmesi gerektiği hallerde iadenin faiz ya da zam ile birlikte yapılması sözkonusu olmamaktadır. 2 Vergi Usul Kanununun vergi hatalarının düzeltilmesine ilişkin hükümlerine göre; vergiye müteallik hesaplarda veya vergilendirmede yapılan hatalar yüzünden haksız yere fazla veya eksik vergi istenmesi ve alınması suretiyle yapılan vergi hatalarının Vergi Usul Kanununun 114. maddesinde yazılı zaman aşımı süresi içinde düzeltilmesinin istenmesi ve düzeltilmesi mümkün olup, yükümlü aleyhine hata yapılmış olması halinde fazla verginin düzeltme fişine dayanılarak terkin edilmesi ve tahsil olunmuş ise yükümlüye red ve iade olunması gerekmektedir. Aleyhine hata yapılan yükümlüye ret ve iade sırasında yine bir faiz ya da zam adı altında devletçe fazladan ek bir ödeme yapılmamaktadır.Esas Sayısı: 1988/7 Karar Sayısı: 1988/27 2 3 213 sayılı Vergi Usul Kanununun, 205 sayılı Kanunun 22. maddesi ile eklenen üçüncü bölümünde (uzlaşma kurumuna ilişkin hükümleri) uzlaşma isteminin ihbarnamenin tebliğinden itibaren 30 gün içinde yapılacağı, uzlaşma ile ilgili olarak yapılacak görüşmelere katılması için mükellef veya cezaya muhatap olana; görüşmenin tarihi ile yapılacağı yer ve saatin uzlaşma komisyonu tarafından yazı ile ve en az on gün evvelinden bildirileceği öngörülmüş olmakla birlikte, uzlaşma isteminin, istemde bulunulan tarihten en geç ne kadar süre sonra görüşüleceği, başka bir anlatımla; uzlaşma görüşmesinin istem tarihinden itibaren en geç ne kadarlık bir sürede yapılacağı hakkında, vergi idaresinin uzlaşma görüşmesinin yapılacağı günü tesbit yetkisinin süre yönünden sınırlanması yolunda bir hüküm bulunmadığından, idarenin ihmali ya da kusuru sebebiyle makul karşılanamayacak uzunca bir süre geçtikten sonra uzlaşma görüşmesinin yapılması ve uzlaşmanın vaki olması halinde yükümlüler kendi iradeleri dışında idarenin ihmal 'ya da kusurundan dolayı geçen süre için gecikme faizi ödeme zorunda bırakılacaklardır^ bu durum adalet anlayışı içindeki demokratik bir sosyal hukuk devleti niteliği ile ve bir hukuk sujesi olarak devlet tüzelkişiliği ile bireyin yasalar önündeki eşitlik ilkesiyle bağdaşmaz. Anayasa'nın 2., 10. ve 11. maddelerinin incelenmesinden varılan sonuçlar ile vergi usulünden, değişik 112. maddesinin 3. bendinin uygulanması ile ilgilendirilmesi mümkün görülerek ortaya konulan bazı örnekler birlikte gözönüne alındığında; devlet tüzelkişiliğince, tahsil edilmiş vergilerin çeşitli durumlarda, değişik nedenlerle yükümlülerine ret ve iadesi sırasında hiçbir şekilde faiz ya da zam ödenmez iken değişik 112. maddenin 3. bendi hükmü ile yükümlülerden gecikme faizi hesaplanıp alınmasının hükme bağlanması devlet tüzelkişiliğine diğer kişiler karşısında ayrıcalık tanınması anlamındadır. Bu durum hem adalet anlayışı içindeki demokratik sosyal bir hukuk devleti niteliğine hem de objektif bir ilke olan eşitlik ilkesine uygun düşmemektedir.""
690
Esas Sayısı : 2018/74 Karar Sayısı: 2019/92 ... 1. 01.02.2018 tarih ve 7075 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 1. maddesinin (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasaya aykırılığı İptali istenen kuralın yer aldığı 7075 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 1. maddesi Anayasanın 120. maddesi kapsamında ilan edilen ve 21/7/2016 tarihli ve 1116 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararıyla onaylanan olağanüstü hal kapsamında, terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti, aidiyeti, iltisakı veya bunlarla irtibatı olduğu gerekçesiyle başka bir idari işlem tesis edilmeksizin doğrudan kanun hükmünde kararname hükümleri ile tesis edilen işlemlere ilişkin başvuruları değerlendirmek ve karara bağlamak üzere kurulan Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonunun oluşumunu düzenlemektedir. Buna göre Komisyon, yedi üyeden oluşacaktır. Üyelerin üçü kamu görevlileri arasından Başbakan tarafından, bir üye Adalet Bakanlığının merkez teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarında çalışan hâkim ve savcılar arasından Adalet Bakanınca, bir üye mülki idare amirleri sınıfına mensup personel arasından İçişleri Bakanınca, birer üye Yargıtayda ve Danıştayda görev yapan tetkik hâkimleri arasından Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından seçilecektir. Komisyon, kendi üyeleri arasından yapacağı seçimle bir başkan ve bir başkanvekili seçecektir. Komisyonun toplantı ve karar yeter sayısı dört olup oylamalarda çekimser oy kullanılamayacağı öngörülmüştür. Üyelerin seçimini düzenleyen kural aşağıda açıklanacak nedenlerle Anayasanın 2., 17. ve 36. maddeleri başta olmak üzere pek çok hükme aykırı olup iptali gerekir. Bilindiği üzere 15 Temmuz 2016 tarihinde ülkemizin karşı karşıya kaldığı darbe girişimi sonrasında üç ay süreyle olağanüstü hal ilan edilmiştir. Başlangıçta olağanüstü halin oldukça kısa süreceği, bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek ve darbe teşebbüsünde bulunanlarla etkin bir mücadele sürdürebilmek için gerekli tedbirlerin alınmasını müteakip olağanüstü halin kaldırılacağı açıklanmıştır. Bu çerçevede daha sonra TBMM tarafından onaylanarak yasalaşan 667 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname çıkarılarak terör örgütleri ile ilişkisi bulunan kamu görevlilerinin soruşturulması ve görevlerine son verilmesine ilişkin düzenlemeler öngörülmüştür. Ancak bu kurallara da uyulmaksızın OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleri ve 667 sayılı KHK ile yetkilendirilmiş kurumların kararları ile on binlerce kamu görevlisi kamu hizmetinden çıkarılmış ve buna bağlı olarak pek çok hakları sürekli olarak kısıtlanmıştır. Ayrıca yüzlerce sendika, federasyon ve konfederasyon, özel sağlık kuruluşu, özel öğretim kurumu, vakıf yükseköğretim kurumu, özel radyo ve televizyon kuruluşu, gazete ve dergi, haber ajansı, yayınevi ve dağıtım kanalı, 1500den fazla dernek ve 150ye yakın vakıf KHK yoluyla kapatılmıştır. KHK ile yapılan işlemler aleyhine idari yargıda açılan davaların mahkemelerce ortada iptali istenecek idari işlem olmadığı gerekçesiyle incelenmeksizin reddi üzerine Avrupa Konseyi yetkilileri ve diğer uluslar arası örgütlerden gelen eleştiriler de dikkate alınarak 23 Ocak 2017 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe Giren 685 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile2 Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu kurulması öngörülmüştür. İptali istenen kural bu KHKnın TBMMce onaylanarak kabul edilen halidir. Doğrudan KHK ile yapılan işlemlerin başta bireysel işlemlerin yasama işlemi ile yapılması olmak üzere pek çok anayasaya aykırı yönü olmakla birlikte, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonun görevi doğrudan KHK ile yapılan işlemeler aleyhine yapılacak başvuruları incelemektir. KHK ile işlem yapılmadan önce pek çok durumda ilgili kişi ya da kurum hakkında herhangi bir soruşturma açılmamış, soruşturma açılan hallerde de bireyler hakkındaki somut suçlamalar ilgililere bildirilmemiş, savunmaları alınmamış, tanıkları sorgulamalarına izin verilmemiştir. Bu şekilde yapılan işlemlerin Aşağıda açıklanacağı gibi bireysel temel haklara ilişkin Anayasal ve uluslar arası güvencelere uygun olmadığı açıktır. Dava konusu yasa ile oluşturulan Komisyonun bu eksikliği gidermeyi amaçladığı ortadadır. Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar kurulunun işlemlerini denetlemek üzere oluşturulan bir komisyonun tarafsız ve bağımsız inceleme yapabilmesi için yürütme organından bağımsız olması gerektiği açıktır. KHKlar ile yapılan işlemlere benzer uygulamalar dünyanın farklı ülkelerinde otoriter yönetimlerden demokrasiye geçiş sonrasında otoriter rejim döneminde yaygın insan hakları ihlallerine karışan kişilerin kamu görevinden çıkarılması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, otoriter yönetimler ya da çatışma sonrası demokrasiye geçiş sürecinde bir geçiş adaleti yöntemi olarak eski rejimin suça karışmış ajanlarını kamudan arındırma politikaları ile Türkiyedeki uygulamalar arasında çok büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bu nedenle, o ülkelerdeki uygulamalar ile Türkiyedeki durum arasında tam bir benzerlik olduğu söylenemez. Arındırma uygulamaları kapsamı, yöntemi, yaptırımların ağırlığı gibi ölçütler açısından ele alındığında KHK ile yapılan işlemlere göre çok daha dar kapsamlı olduğu görülmektedir. Özellikle komünist rejimlerin çöküşü sonrasında demokratikleşme süreci yaşayan orta ve doğu Avrupa ülkelerinde kapsamları oldukça farklı arındırma uygulamalarına gidilmiştir. Pek çok ülkede arındırmanın kapsamı eski gizli poliste çalışma ya da gizli polis ile işbirliği ile sınırlı tutulmuştur. Bu uygulamaya bütün kamu görevlileri değil, sadece doğrudan güvenlik ve haklara müdahale yetkisi olan ordu, polis, yargı, üst kademe yöneticilik görevleri ve bazı ülkelerde politik adaylıklar açısından söz konusu olmuştur. Pek çok ülkede arındırma kanunları belli görevleri yapanların veya o görevlere talip olanların gizli polis ile ilişkileri konusunda bir beyanda bulunmasını zorunlu tutmuştur. Olumlu beyanda bulunmak çoğunlukla görevden alınmaya neden olmamış yalnızca bu kişilerin kamuoyuna açıklanmasını gerektirmiştir. Görevden alma yalnızca ilişkileri konusunda yalan beyanda bulunanlar için öngörülmüştür. Görevden alınanların belli bir süre boyunca (genellikle 5 yıl) tekrar kamu görevine girmesi yasaklanmıştır. Görevden almaların çok sınırlı sayıda kamu görevlisi için söz konusu olduğu hatırlatılmalıdır. Dolayısıyla Türkiyedeki uygulama ile arındırma uygulamaları arasında çok büyük bir farklılık vardır. Ancak bu uygulamalara en yakın uygulamalar arındırma politikaları olduğundan, arındırma uygulamaları ve buna ilişkin olarak gelişen uluslararası standartların hatırlanması Türkiyede yapılan uygulamaların değerlendirilmesi açısından önem taşımaktadır. Bir hukuk devletinde herhangi bir yaptırım uygulanması söz konusu olduğunda temel usulü güvencelere uyulması hayati bir gerekliliktir. Arındırmaya ilişkin uluslararası standartlar arasında en fazla önem verilen hususlardan birisi arındırma uygulamalarının usulü güvencelere3 sıkı sıkıya uyularak yapılması zorunluluğudur. Ayrıca arındırma uygulamalarının tarafsız ve bağımsız komisyonlar tarafından yapılması gerektiği açık bir şekilde vurgulanmıştır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri (BMİHYK) tarafından 2006 yılında hazırlanan hukuk devletine ilişkin rehber ilkelerde geçiş dönemi personel reformunun bir komisyon şeklinde oluşturulmuş özel bir kurum tarafından yönetilmesi gerektiği, sürecin adil, tarafsız ve meşru bir şekilde yönetilmesi için bu komisyonun bağımsız olması gerektiği, bunun için de seçkin ve nitelikleri ve tarafsızlıkları konusunda kimsenin kuşkusu olmayan saygın yurttaşlardan oluşması gerektiği ve ülke vatandaşı olmayan yabancıların bulunmasının komisyonun bağımsızlığını artıracağı belirtilmiştir. Aynı belgede uyulması gereken temel hukuki ilkelere de yer verilmiştir. Burada vurgulanan temel hususlar; arındırma uygulamalarında grup sorumluluğundan kaçınılarak bireysel sorumluluk esasının kabul edilmesi, adil yargılama ilkeleri cezai olmayan idari nitelikteki soruşturmalarda da uygulanacağından yürütülecek soruşturmalarda temel adil yargılama ilkelerine ve savunma haklarına saygı gösterilmesi, soruşturmadan ve haklarındaki iddialardan kişilerin haberdar edilmesi ve dosyalara erişimine olanak tanınması, avukat ile temsile izin verilmesi, soruşturma süreçlerini yürütecek komisyonların tarafsızlığının ve bağımsızlığının sağlanması, verilen kararların gerekçeli olması, delil olarak kullanılan eski gizli polis kayıtlarının güvenilirliğine ilişkin tereddütleri giderecek tedbirlerin alınması, verilen kararlara karşı yargı denetiminin açık olması gibi gerekliliklerdir. Ayrıca şüpheli kişinin kamu görevi yapmaya uygun olmadığını ispat yükü soruşturma makamlarındadır. Bu nedenle suçluluk karinelerinden mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Ancak ağır insan hakları ihlaline karıştıkları bilinen gruplara aidiyetin kesin olarak ortaya konulması halinde ispat yükünün tersine çevrilmesinin mümkün olabileceği belirtilmiştir. Ayrıca yerleşik hukuk devletlerinde kamu görevine uygun olamayanların görevden çıkarılmasına ancak olağan disiplin soruşturması yoluyla karar verilebileceği, geçiş dönemindeki ülkelerde ortaya çıkan özel zorluklar dolayısıyla bu olağan süreçlerin işletilmesinin mümkün olmaması halinde özel yöntemlere başvurulabileceği ayrıca ifade edilmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 1996 yılında Eski Komünist Totaliter Sistemlerin Mirasını Ortadan Kaldırmaya Yönelik Tedbirlere ilişkin 1096 sayılı kararı kabul etmiştir. Bu çerçevede demokratik bir hukuk devletinin totaliter komünist sistemden kurtulmak için hukuk devletinin usulü gereklerine uyması gerektiği, aksi halde kurtulmaya çalıştığı totaliter sistemden farkının kalmayacağına işaret edilmiştir. Demokratik bir hukuk devletinin suçluları cezalandırarak, adaleti sağlayacak yeterli imkânlara sahip olduğu ve öç alma arayışına giremeyeceği belirtilerek, hukuk devletinde yöneticilerin geçmiş rejimde kendilerine tanınmayan adil yargılanma ve savunma temel haklarını yönetimdeyken kendilerine tanımayanlara da tanımaları gerektiği vurgulanmıştır. Bir hukuk devletinin komünist tehlikeyle hukuk devleti ilkelerine uyarak mücadele edebileceği bunun için ceza ve idare hukuku olanaklarının yeterli olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca karar ekinde yer alan dokümanda Arındırma Yasaları ve benzer tedbirlerin hukuk devleti gereklerine uygunluğunu sağlayacak rehber ilkelere de yer verilmiştir. 75684 sayılı Dokümanın 46. paragrafında 13 ilke yer almaktadır. Bu ilkelerden konumuzla doğrudan ilgili olan (a) ve (m) bentleri şöyledir: a) Arındırma özel olarak oluşturulmuş, devlet başkanı tarafından önerilmiş ve parlamento tarafından seçilmiş seçkin vatandaşlardan oluşan bağımsız bir komisyon tarafından yürütülmelidir; m) Savunma hakları, avukat yardımı, hakkındaki suçlamaları ve delilleri öğrenme, lehindeki ve aleyhindeki delillere ulaşma, kendi delillerini sunma, isterse açık bir duruşmaya katılma, hakkındaki kararı bağımsız yargı önüne götürebilme gibi tüm usulü güvenceler sağlanmadan hiç kimse arındırmaya tabi tutulmamalıdır. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından benimsenen bu ilkeler 2006 yılında yeni bir AKPM kararıyla tekrarlanmıştır. 1481 sayılı AKPM kararında totaliter komünist rejimlerin suçlarının kınanmasına ilişkin kararda yapılacak arındırmalarda 1096 sayılı karar ve eki dokümanda belirtilen ilkelere uyulması gerektiği vurgulanmıştır. Venedik Komisyonu çeşitli ülkelerde hazırlanan arındırma yasalarıyla ilgili olarak verdiği görüşlerde yukarıda açıklanan ilkelere vurgu yaparak hazırlanan yasalarda yer alan bu ilkelere aykırı hükümlerin yasalardan çıkarılması yönünde görüş vermiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde kamu görevine girme hakkı düzenlenmemiş olmakla birlikte AİHM kamu görevinden çıkarmalarla ilgili şikâyetleri Sözleşmenin 8. maddesi kapsamında incelemiştir. Bu çerçevede temel usulü güvencelere ve savunma haklarına saygı göstermeden gerçekleştirilen kamu görevinden çıkarma işlemlerinin Sözleşmenin 8. maddesini ihlal ettiği yönünde karar vermiştir (bkz. Niemietz/Almanya, B. No: 13710/88, 16/12/1992, para. 29; Sidabras ve Džiautas/Litvanya, nos. 55480/00 ve 59330/00, 27.07.2004; Pfeifer/ Avusturya, no. 12556/03, 15.11.2007, para. 35; Özpınar/Türkiye, no: 20999/04, 19/10/2010, para. 45; D.M.T. and D.K.I./Bulgaristan, no. 29476/06, 24.07.2012; Oleksandr Volkov/Ukrayna, no. 21722/11, 09.01.2013, para.165 166; Şahin Kuş/Türkiye no. 33160/04, 07.06.2016; Kulykov ve Diğerleri/Ukrayna, nos. 5114/09, 19.01.2017, para.138). AİHM aynı şekilde arındırma uygulamalarında müdahalenin usulü güvencelere uyulmaksızın gerçekleştirilmiş olması ya da müdahalenin hukuka uygunluğunu denetletmek için gerekli yargısal olanakların etkili ve yeterli bir şekilde sağlanmamış olması dolayısıyla hakkın ihlal edildiğine karar vermiştir. Mesela Turek v. Slovakia davasında başvurucunun adının işbirlikçi olarak tespiti aleyhine açtığı davanın çok uzun sürmesi, açtığı davada belgelere ulaşmasına olanak tanınmamış olması ve iddialarını etkili bir şekilde mahkemeler önünde dile getirmesine olanak sağlanmamış olması dolayısıyla özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi Slovakya aleyhine yapılan birkaç başvuruya ilişkin kararında arındırma konusunu inceleme olanağı bulmuştur. Söz konusu başvurular, Slovak İstihbarat Servisinde çalışırken yeni çıkan arındırma kanunu kapsamında 2003 yılında amirleri tarafından istifaya zorlanan kişilerce yapılmıştır. Komite kararında özellikle insan hakları ve demokrasiye ciddi tehdit oluşturduğu gerekçesiyle kamu görevlilerinin devletten arındırılmasının kategorik olarak Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine aykırı olmadığını belirtmiştir. Ancak bu uygulamaların Sözleşmeye uygun olabilmesi için belli koşulların sağlanması gerekir. Buna göre bu uygulamalar ancak, meşru5 amaca ulaşmak için objektif ve makul ölçütlere dayalı olarak adil yargılanma güvencelerine uyularak yapılacak bireysel değerlendirme sonucu yapılabilir. Pek çok doğu Avrupa ülkesinde de arındırma kanunları Anayasa Mahkemelerinin önüne gelmiş ve bu mahkemelerce önemli iptal kararları verilmiştir. Bu kanunlarda arındırmayı yapacak komisyonların nasıl oluşturulacağı da düzenlenmiştir. Başta belirtmek gerekir ki, arındırma kanunlarında düzenlenen komisyonlar ile dava konusu 7075 sayılı Kanun tarafından öngörülen komisyonun işlevleri arasında önemli bir farklılık vardır. Arındırma kanunlarıyla oluşturulan komisyonlar, kişilerin beyanlarını alma, yalan beyanda bulunduğundan şüphelenilenleri soruşturma ve yalan beyanda bulunduğunu tespit ettikleri kişiler hakkında kamu görevinden çıkarma kararı verme yetkisiyle donatılmıştır. Türkiyede ise çıkarma işlemi KHK ile yapılmış, bu işlemlere karşı yapılacak başvuruları incelemek üzere söz konusu komisyon oluşturulmuştur. Ancak komisyonların tarafsızlığının ve bağımsızlığının sağlanması açısından doğu Avrupa ülkelerinde oluşturulan komisyonların yapısının ve seçiminin nasıl olduğuna bakmak açıklayıcı olacaktır. Mesela Makedonyada 2008 yılında çıkarılan ve 2012 yılında bazı değişlikler yapılan Arındırma Kanununa göre komünist rejim ile işbirliği yapanların on yıl boyunca kamu görevi yapması yasaklanmıştır. İşbirlikçi olarak tanımlananların isimleri yayınlanarak halka ilan edilecektir. Bu amaçla Kanun, Gerçekleri Doğrulama (Arındırma) Komisyonu kurulmasını öngörmüştür. Kanunun 5. maddesinde Arındırma Komisyonunun bağımsız ve özerk bir kurum olarak doğrudan devlet bütçesinden finansmanının sağlanacağı, bir başkan, başkan yardımcısı ve dokuz üyeden oluşacak Komisyonun üyelerinin parlamento tarafından 2/3 nitelikli çoğunlukla beş yıl için seçileceği öngörülmüştür. Komisyon üyelerin 2/3ü ile toplanacak ve salt çoğunlukla karar verecektir. Romanyada Kanunun uygulanmasını sağlamak üzere Gizli Polis Arşivi Ulusal Komitesi oluşturulmuştur. Buna göre gizli polisin tüm arşivinin bu komiteye devri gerekmektedir. Beyanları incelemek üzere Komite bünyesinde 11 kişiden oluşan bir Kurul öngörülmüştür. Kurulun 9 üyesi parlamentodaki siyasi partiler tarafından güçlerine göre biri devlet başkanı birisi de başbakan tarafından belirlenecektir. Diğer ülkelerde de komisyon ya da kurulların üyelerinin doğrudan parlamento tarafından seçilmesi öngörülmüştür. Ayrıca üye seçilenlere de bağımsızlık güvenceleri tanınmıştır. Görüldüğü gibi hukuk devleti ilkesinin temel gereklerinden biri kişilere herhangi bir yaptırım uygulanması söz konusu olduğunda, bu yaptırımın tarafsız ve bağımsız organlarca adil usulü süreçlere uyularak gerçekleştirilen bir soruşturmaya dayanması zorunluluğudur. KHKlar ile tesis edilen işlemlerde bu ilkelere uyulmadığı açıktır. KHK ile tesis edilen işlemler aleyhine yapılacak başvuruları incelemek üzere oluşturulan bir komisyonun tarafsız ve bağım olması hukuk devleti ilkesinin bir gereği olduğu gibi, aşağıda açıklanacağı üzere Anayasanın 17., 20., 36. ve 70. maddelerinde güvence altına alınan temel hakları saygının zorunlu bir sonucudur. İptali istenen kurala göre yedi üyeden oluşacak Komisyonun üyelerinden üçü Başbakan, biri Adalet bakanı, biri İçişleri bakanınca kamu görevlileri arasından, iki üye ise Yargıtay ve Danıştayda çalışan tetkik hâkimleri arasından HSYK tarafından seçilecektir. Bu Komisyonun yapısının bağımsızlığı güvence altına almaktan uzak olduğu açıktır. Zira Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunca yapılan işlemin denetimini Başbakan ve bakanların kamu görevlileri arasından atayacağı Komisyonun yapması6 öngörülmüştür. Kamu görevlilerinin kendi amirlerinin işlemlerini denetlemekle görevlendirildiği görülmektedir. Diğer taraftan bu kişiler iki yıllık bir süre ile bu göreve atanmaktadır ve iki yılın sonunda kendi kurumlarına döneceklerdir. Ayrıca Komisyon üyelerinin görevden alınamayacakları hükmüne yer verilmiş olmakla birlikte terör örgütleri ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle soruşturma açılması görevin sona ermesi için yeterli görülmüştür. Soruşturma açma izni de Başbakan tarafından verilecektir. Böyle bir soruşturmanın açılmasının ne derece kolay olduğu düşünüldüğünde herhangi bir güvence olmadığı anlaşılacaktır. Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunca yapılan işlemleri denetleyecek bir Komisyonun Bakanlar Kurulu üyelerince ve kendi memurları arasından seçilmesinin tek anlamı olabilir, bu komisyon bağımsız çalışamaz. Yukarıda görüldüğü gibi diğer ülkelerde bu tür Komisyonların bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamak için seçkin vatandaşlar arasından parlamentoca seçilmesi kabul edilmiştir. Diğer taraftan komisyona seçilecek iki hâkim üyenin yüksek mahkeme üyeleri arasından değil de Yargıtay ve Danıştayda çalışan tetkik hâkimleri arasından seçilmesi de bağımsızlık açısından sorunludur. Yargıtay ve Danıştaya tetkik hâkimi olarak atanmak için herhangi bir tecrübe ve yaş koşulu ya da herhangi bir başarı kriteri aranmamaktadır. Son Anayasa değişikliği ile önemli ölçüde politik bir organ niteliği kazanan ve üyelerinin parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ve aynı partinin parlamentodaki çoğunluğunca seçilen Hâkimler ve Savcılar Kurulunca seçilecek iki tetkik hâkiminin Komisyonun tarafsızlığını ve bağımsızlığını güvence altına alamayacağı da açıktır. Bu nedenle iptali istenen kural tarafsız ve bağımsız bir komisyon oluşturmaktan uzak olduğundan Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Diğer taraftan Komisyonun denetimine açılan işlemler niteliği itibariyle adil yargılanma hakkı kapsamında cezai yaptırım niteliği taşımaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Sözleşmenin 6. maddesine ilişkin içtihadına bakıldığında suç ve ceza kavramlarının özerk yorumlandığı ve iç hukukta ceza hukuku alanında kabul edilmese bile suçlamaların niteliği, uygulanan usul, uygulanan yaptırımların ağırlığı vb unsurları dikkate alarak Sözleşmenin ilgili güvenceleri kapsamında değerlendirdiği görülmektedir. Bu çerçevede kamu görevlilerinin görevine son verilmesi de suçlamanın niteliği ve yaptırımın ağırlığı dikkate alınarak Sözleşmenin 6. maddesi kapsamında değerlendirilmiştir (Matyjek/ Polonya (dec.), no. 38184/03, 30.05.2006, para. 48 59). Komisyonun denetimine verilen işlemler hem suçlamanın niteliği (terör örgütü ile bağlantı) hem de yaptırımın ağırlığı (bir daha dönmemek üzere kamu görevinden çıkarmak) dikkate alındığında cezai nitelik taşıdığına kuşku bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu işleme karşı yapılan başvuruları inceleyecek olan Komisyonun AİHSin 6. maddesinde yer alan ve Anayasa Mahkemesinin 36. maddesi kapsamında değerlendirdiği tarafsız ve bağımsız mahkemece yargılanma hakkına aykırı olduğu görülmektedir. Aynı şekilde kamu görevinden çıkarma ve diğer yaptırımların Sözleşmenin 6. maddesi bağlamında kişilerin medeni haklarına müdahale teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır. Aynı usulü güvenceler medeni haklar bakımından da geçerli olup Komisyonun bağımsızlığına ilişkin olarak yukarıda belirtilen hususlar medeni haklar boyutuyla da 36. maddede güvence altına alınan tarafsız ve bağımsız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkına aykırılık oluşturmaktadır. Sonuç olarak Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan tarafsız ve bağımsız mahkemede yargılanma hakkı, hem medeni haklar hem de cezai yönden ihlal edilmiştir. Öte yandan KHK ile tesis edilen işlemler, ilgili kişilerin başta Anayasanın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığını geliştirme ve itibar hakkı olmak üzere, 20. maddede güvence altına alınan özel ve aile hayatının korunması hakkına müdahale teşkil etmektedir. Bu tür müdahalelerin usulü güvencelere uygun olarak yapılması, bu7 çerçevede tarafsız ve bağımsız bir organ tarafında savunma haklarına riayet edilerek, suçlamalar ve aleyhe deliller ilgiliye bildirilerek savunmasının alınması, aleyhine olan tanıkları sorgulamasına izin verilmesi temel zorunluluktur. Gerçek bir savunma hakkı verilmeden uygulanan işlemlerin AİHS ve AİHM içtihatlarına aykırı olduğu ve ilgili kişilerin anayasal temel haklarını ihlal ettiği açıktır. Sözleşmede kamu görevine girme hakkı düzenlenmemiş olmakla birlikte AİHM kamu görevinden çıkarmalarla ilgili şikâyetleri Sözleşmenin 8. maddesi kapsamında incelemiştir. Bu çerçevede temel usulü güvencelere ve savunma haklarına saygı göstermeden gerçekleştirilen kamu görevinden çıkarma işlemlerinin Sözleşmenin 8. maddesini ihlal ettiği yönünde karar vermiştir (bkz. Niemietz/Almanya, B. No: 13710/88, 16/12/1992, para. 29; Sidabras ve Džiautas/Litvanya, nos. 55480/00 ve 59330/00, 27.07.2004; Pfeifer/ Avusturya, no. 12556/03, 15.11.2007, para. 35; Özpınar/Türkiye, no: 20999/04, 19/10/2010, para. 45; D.M.T. and D.K.I./Bulgaristan, no. 29476/06, 24.07.2012; Oleksandr Volkov/Ukrayna, no. 21722/11, 09.01.2013, para.165 166; Şahin Kuş/Türkiye no. 33160/04, 07.06.2016; Kulykov ve Diğerleri/Ukrayna, nos. 5114/09, 19.01.2017, para.138). Anayasa Mahkemesi de kamu görevinden çıkarmalarda temel usulü güvencelere uyulmamasını anayasal temel hakların ihlali olarak nitelendirmiştir (Şengül Kayan, B. No. 2013/1614, 03.04.2014, para. 66; Serap Tortuk, 2013/9660, 21.01.2015, para. 59 61; Ata Türkeri, B.No. 2013/6057, 16.12.2015, para. 48 52). Dolayısıyla kamu görevinden çıkarma işlemi kişilerin hem 17. maddedeki maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına hem de 20. maddedeki özel ve aile hayatına müdahale teşkil etmektedir. Diğer taraftan Anayasanın 70. maddesinde güvence altına alınan kamu görevine girme hakkının, keyfi olarak kamu görevinden çıkarılamama hakkını da içerdiğinde kuşku bulunmamaktadır. Diğer taraftan kamu görevinden çıkarma nedenleri açıklanmamış olmakla birlikte, dernek üyeliği, sendika üyeliği, yazı veya sosyal medya paylaşımı, banka hesabı gibi nedenlerin kamu görevinden çıkarma nedeni olarak değerlendirildiği kamuoyuna yansıyan bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu nedenlerin her biri Anayasa tarafından güvence altına alınan, örgütlenme özgürlüğü, ifade özgürlüğü, sözleşme özgürlüğü gibi bir temel hakka da müdahale anlamına gelmektedir. Yukarıda açıklandığı gibi bu haklara müdahalenin de usulü güvencelere uyularak yapılması gerekir. Bu çerçevede soruşturma ya da değerlendirme söz konusuysa bunu yerine getiren organın bağımsızlığı ve tarafsızlığı en önemli usulü güvencelerden biridir. Dolayısıyla Kamu görevinden çıkarmanın hukuka uygun olup olmadığını denetlemekle görevlendirilen bir Komisyonun yapısının tarafsızlığı ve bağımsızlığı güvence altına alacak şekilde düzenlenmiş olması aynı zamanda bu haklara saygının da bir gereğidir. Oysa iptali istenen kural ile yukarıda açıklandığı gibi komisyon üyeleri kendi amirleri konumundaki kişilerden oluşan bir kurulun işlemini denetlemek üzere yine bu kişiler tarafından seçilmiş memurlardan oluşmaktadır. Üyeler hem görev süresince hem de görevin sona ermesinden sonra aynı kişilerin emri altında çalışmaya devam edecek olup, bu kişilerin istek ve arzusu dışında karar vermeleri mümkün değildir. Bu nedenle iptali istenen kural ile öngörülen düzenlemenin tarafsız ve bağımsız bir komisyon kurmaktan uzak olduğu açıktır. Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural Anayasanın 2., 17., 20., 36. ve 70. maddeleri başta olmak üzere diğer pek çok hükmüne aykırıdır ve iptali gerekir.8 2. 01.02.2018 tarih ve 7075 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 2. maddesinin (3) numaralı fıkrasında yer alan ilave tedbirler ile ibaresi 7075 sayılı Kanunun iptali istenen kuralı da içeren 2. maddesinde Komisyonun görevleri düzenlemektedir. (3) numaralı fıkrada ise Komisyona başvuru yapılamayacak ya da Komisyon tarafından incelenemeyecek işlemler düzenlenmiştir. Bu çerçevede KHK ile kamu görevinden çıkarılan kişilerin aynı zamanda pasaportlarının iptali, ömür boyu tekrar kamu görevine girmesi ya da kamu hizmetinde çalışmasının yasaklanması, silah ruhsatlarının, pilot ve gemi adamı lisanslarının iptali gibi ilave tedbirlerde bu KHKlarda yer almaktadır. İptali istenilen kural ile bu tedbirler aleyhine Komisyona başvuru yapılması yasaklanmaktadır. Sözü geçen ilave tedbirlerin bireylerin anayasal haklarına önemli sınırlamalar getirdiği, pek çok birey açısından sadece kamu görevi yapmayı değil, aynı zamanda özel sektörde de çalışmayı imkânsız hale getirdiği, pasaportların iptal edilmiş olması ve yeni pasaport verilmemesi dolayısıyla yurt dışında iş bulmalarını da fiilen engellediği açıktır. Kamu görevinden çıkarılanların önemli bir kısmının profesyonel meslek mensubu olduğu ve bir kısmının da ileri yaşlarda olduğu dikkate alındığında kendi mesleklerini yapmaları tamamen engellenen bu kişilerin başka alanlarda yeni iş bulmalarının da imkânsız olduğu açıktır. Bu durumda bu kişilerin geçimlerini sağlamaları neredeyse olanaksız görünmektedir. Bu kişiler gerçek anlamda medeni ölüye dönüşmüş durumdadır. Birey hakları açısından bu derece ağır sonuçları olan tedbirler aleyhine Komisyona başvuru yapılması engellenmektedir. Bu işlemler aleyhine başka bir hukuk yoluna başvuru olanağı da bulunmamaktadır. KHK ile yapılan işlemler aleyhine idari yargıda açılan davaların tamamı ilgili mahkemeler tarafından KHKnın fonksiyonel anlamda bir yasama işlemi olduğu ve yasama işlemlerine karşı idari yargıda dava açılamayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Söz konusu KHKların TBMM tarafından onaylanmasıyla yasama işlemi tezi artık bir realite haline gelmiştir. Bu durumda söz konusu işlemler aleyhine dava açmak da olanaksızdır. KHKlar ile yapılan işlemlerin herhangi bir usulü güvenceye uyulmaksızın, ölçütü ve yöntemi belli olmayan bir şekilde tesis edildiği dikkate alındığında bu işlemlere karşı tüm başvuru yollarının kapatılmasının doğuracağı vahim sonuçlar görülebilir. Anayasanın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarından birisi de ölçülülüktür. Anayasanın 13. maddesinde de temel hak ve özgürlüklere yapılacak müdahalelerin ölçülü olması gerektiği belirtilmektedir. Uygulanan yaptırımın ölçülü olup olmadığı ancak yapılacak idari ve yargısal denetimler yoluyla belirlenebilir. Diğer taraftan hukuk devleti idarenin tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine açık olmasını gerektirir. Nitekim Anayasanın 125. maddesi de idarenin tüm eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğunu düzenlemektedir. Bu kural olağanüstü hallerde dahi ortadan kaldırılamaz. Zira aynı maddede olağanüstü hallerde yalnızca yürütmeyi durdurma kararı verilmesinin sınırlandırılabileceği düzenlenmektedir. Bunun dışında yargı denetimine sınırlama getirilmesi mümkün değildir. Kaldı ki, söz konusu KHKlar TBMM tarafından onaylanarak daimi bir nitelik kazanmıştır. Bu nedenle iptali istenen kural ile KHKlar ile öngörülen ilave tedbirlere karşı Komisyona başvurunun yasaklanması Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesine ve 125. maddeye açıkça aykırıdır.9 Diğer taraftan Anayasanın 36. maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğü adil yargılanma hakkını da kapsamakla birlikte, içeriği adil yargılanma hakkından daha geniş olup idari, siyasi ve yargısal başvuru haklarını da güvence altına almaktadır. Komisyon tarafından yapılacak denetimin yargısal niteliği olmasa bile yargı denetimine başvuru yapabilmek için öncelikle Komisyona başvuru yapabilmek gerekmektedir. Bu nedenle ilave tedbirler aleyhine Komisyona başvurunun yasaklanması doğrudan 36. maddeye aykırı olduğu gibi, söz konusu yasak aynı zamanda yargı denetimi yasağı anlamına da geldiğinden mahkemeye erişim hakkını da ortadan kaldırmaktadır. Bu yönüyle de düzenleme 36. maddeye aykırıdır. Yukarıda açıklandığı gibi temel haklara yapılacak müdahalelerin usulü güvencelere uygun olması zorunludur. Bu usulü güvencelerin en önemlilerinden biri de yapılan işlem aleyhine yargı denetimine başvuru hakkıdır. İptali istenen düzenleme yargı denetimine başvuru hakkını ortadan kaldırdığından, söz konusu düzenlemelerin müdahale ettiği bütün haklar açısından usulü ihlal de söz konusudur. Mesela, pasaport iptali dolayısıyla Anayasanın 23. maddesinde güvence altına alınan seyahat hakkına müdahale edilmiştir ve bu müdahale aleyhine yargı denetimine başvurulmasının yasaklanması aynı zamanda seyahat hakkını da ihlal etmektedir. Bu nedenle iptali istenen kural Anayasanın pek çok hükmüne açıkça aykırıdır. Sonuç olarak, iptali istenen kural başta Anayasanın 2., 36. ve 125. maddesi olmak üzere pek çok hükmüne aykırıdır ve iptali gerekir. 3. 01.02.2018 tarih ve 7075 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (e) bendinde yer alan mensubiyeti, iltisakı veya bunlarla irtibatı, Başbakanlıkça ve soruşturma başlatılması veya soruşturma izni verilmesi ibareleri ile (2) numaralı fıkrasında yer alan Başbakanın ibaresi ve (4) numaralı fıkrası 7075 sayılı Kanunun iptali istenen kuralları da içeren 4. maddesi üyelerin güvenceleri ve hakları başlığını taşımakta ve üyelerin görev süresi dolmadan görevden alınamayacaklarını güvence altına almaktadır. Ancak maddede görevden alma yasağına pek çok istisna getirildiği görülmektedir. Buna göre, devamsızlık, hastalık, mahkûmiyet, üç aydan fazla süren geçici iş göremezlik, belli suçlardan hakkında soruşturma veya kovuşturma açılması ya da terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti, iltisakı veya bunlarla irtibatı olduğu gerekçesiyle hakkında Başbakanlıkça idari soruşturma başlatılması veya soruşturma izni verilmesi üyeliğin sona erdirilmesi sebebi olarak düzenlenmiştir. Bu hallerde Komisyon üyenin görevine son verecektir. Ayrıca üyeliğin sona ermesine neden olan belli suçlardan soruşturma açılmasına izin verme yetkisi de Başbakana tanınmıştır. a) (1) numaralı fıkranın (e) bendinde yer alan Başbakanlıkça ve soruşturma başlatılması veya soruşturma izni verilmesi ibareleri ile (2) numaralı fıkrasında yer alan Başbakanın ibaresinin Anayasaya Aykırılığı Yukarıda birinci başlık altında açıklandığı üzere Komisyonun bağımsızlığı hukuk devleti açısından vazgeçilemez bir zorunluluktur. Ancak Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan KHKlarla yapılan işlemler aleyhine yapılacak başvuruları incelemek üzere kurulan bir komisyonun üyelerinin görevden alınması, iptali istenen
3,986
Esas Sayısı : 1991/61 Karar Sayısı : 1992/34 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin gerekçesi aynen şöyledir: "Davalı vekilinin 13.6.1991 tarihli celsede 506 sayılı Yasa'nın 10. maddesinin Anayasa'ya aykırılık iddiasında bulunulması karşısında dosya mahkemece de incelenerek maddenin son cümlesinde yer alan "26 ncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın" ibaresinin Anayasa'nın eşitlik ilkesine ve suç ile ceza arasındaki kurulması gereken muvazene ilkesine ve cezanın şahsiliği prensibi ile aynı suça aynı cezanın verilmesi prensiplerine aykırılığının ciddi olduğu sonucuna varılmıştır. Bu sebeple : 10. maddenin yukarıda zikredilen ibaresinin yasa metninden çıkarılması ve iptalinin değerlendirilmesi için Yüce Mahkeme'ye başvurulmasına karar verilmiştir. 10. maddede belirtilen işverenin sorumluluğu S.S.K. 9. maddede öngörülen işçinin sigorta kurumuna bildirilmesi yükümlüğü ile ilgili bulunmaktadır. Ancak 9. maddenin uygulanmaması yani işçinin kuruma zamanında bildirilmemesi hallerinde yine aynı kanunun 140. maddesi gerekli müeyyideyi saymıştır. Bunun dışında işyerinde bir kazanın vukua gelmesi halinde ise bunun iş kazası olması durumuna göre aynı kanunun 26. maddesindeki hükümler yer almıştır. Buna göre işveren kastı, suç sayılabilir bir hareketi veya işçilerin sağlığını korumak ve işgüvenliği ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı hareketi ile kazaya sebebiyet vermesi halinde bu oranda sorumlu tutulmuştur. Demek oluyor ki, işçinin kuruma bildirilmediği bir işyerinde bir kaza meydana geldiği zaman olayı iki bölümde mütalaa etmek gerekmektedir. Birincisi bildirge verilmemiş olması, ikincisi kazanın meydana gelmesidir. Her iki unsurda kendi başlarına oldukları taktirde Yasa'da ayrı ayrı müeyyidelendirilmişlerdir. Örneğin; işyerinde bildirge verilmemiş, kazada olmamıştır. Bu durumda Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 140/B maddesi sözkonusudur. İkinci hale göre: işyerinde bildirge verilmiş ancak işçi kazaya uğramıştır. Bu durumda işveren 26. maddeye göre kusuru nispetinde sorumlu bulunacaktır. Bu iki halin birlikte ihtilat etmesi halinde ise yani, bildirge verilmemiş ve işçi kazaya uğramış ise 506 sayılı Kanun'un 10. maddesi sözkonusu olmaktadır. Yasa'da ayrı ayrı müeyyideleri gösteren fiillerin aralarında bir illiyet bağı olmadıkça ikinci kez ayrı bir suç olarak cezalandırılması, bir anlamda çifte standarttır. Ve fertler arasındaki eşitsizliği ortaya getirmektedir. Bu iki eylemin birlikte olması, aralarında bir illiyet bağı bulundurmasını gerektirmez. Yani kuruma bildirilmeyen işçinin kaza geçireceği görüşüne itibar olunamaz. Bunun aksine bildirilen işçinin de işverenin kusuru ile kaza geçirmeyeceği de düşünülemez. Bu iki fiilin birleşmesi sonucunda meydana gelen olay sebebiyle işçinin veya sigortanın uğradığı ayrı bir zararda söz konusu değildir. Böyle olunca sadece kusuru bildirge vermemiş olan işverenin meydana gelen kazada hiçbir kusuru olmaması, onun % 100 kusurlu bir işveren ile aynı seviyede tutulması sonucunu da doğurur ki bu da açık bir eşitsizliktir.Esas Sayısı : 1991/61 Karar Sayısı : 1992/34 2 Sigorta olayına tamamen sigortalının sebebiyet vermiş olmasında da işvereni kasıt ve kusuru aranmayacağından işvereni sorumluluktan kurtarmamaktadır. Suçu sadece bildirge vermemiş olan işverenin gördüğü ceza adalet duygusunu incitecek boyutlara varmıştır. Bu görünüşün işvereni bildirge vermemesi sebebiyle medeni bir cezaya çarptırılması olarak gören müellifler vardır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi olaya tamamen % 100 sigortalının kusuru veya önüne geçilmeyen bir olay neden olsa bile bundan tamamen işverenin sorumlu tutulması arada bir illiyet bağlantısı olmadığından hukuka uygun görülemez. Nitekim Yargıtay'ımız uzun zamandan beri Yasa'nın bu hukuka aykırılığı karşısında bir çözüm arayışı içine girmiş ve ceza ile suç arasındaki büyük dengesizliği ortadan kaldırabilmek amacı ile B.K.nun 44. maddesi çerçevesinde bir yaklaşım göstermiştir. Bu da sigorta olayında işverenin tamamen kusursuz olması halinde bildirge vermemenin cezasını % 50 üzerinde bir indirime tabi tutulmak suretiyle tazminata hükmolunabileceği prensibini vaz etmiştir. Nitekim Yüksek Temyiz Mahkemesi, 10. Hukuk Dairesi'nin yıllarca başkanlığını sürdürmüş olan Mustafa Çenberci'nin S.S.K. şerhi sayfa : 110/VIII bölümünde yargıca sigortalının uğradığı kaza olayı ile işveren arasında bir uygun neden sonuç bağı kurulamıyorsa, işverenin ödeme ile yükümlü tutulamayacağını belirtmektedir. Yani, Yasa'nın 10. maddesindeki "26 ıncı maddede yazılan sorumluluk halleri aranmaksızın" ibaresinin yok sayılabileceğini göstermeye çalışmaktadır. Anayasa'nın 60. maddesinde yerini alan sosyal güvenlik haklarının temininde Devlet'e yüklenen yükümlülüklerin bir takım belli ölçülerde işverenlere dağıtılmış olması anlaşılabilir. Ancak bunun fiil ve ceza arasında belli bir dengeyi de kapsaması gereklidir. Medeni ceza diye hukuk sistemi içinde yer alan hüküm de ve en yumuşak hali ile uygulamada dahi fiil ile ceza arasındaki eşitlik ve sosyal denge bulunmamaktadır. Yukarda arz ve izaha çalışıldığı üzere kasıtlı olarak hareket eden işverenin fiiline maruz kalan sigortalıya yapılan giderlerin geri alınmasında (Madde 26) yer alan hükümler ile sigortalıya hiçbir fiil ve eylemi olmadığı halde sırf kuruma bildirim eksikliğinden giderleri kuruma ödemek zorunda kalan (Madde 10) işveren açısından, gerek miktar, gerek zaman aşımı bakımlarından kaynaklanan açık eşitsizlik görüldüğü izlenimini doğurmaktadır. Yasakoyucunun gerçek niyetinin işverenin bildirge vermemiş olması nedeniyle bizzat kazaya uğrayan işçinin kendi kastı ile meydana getirdiği olaydan işvereni sorumlu tutmak olmadığı kanaati ile Yasa'da yeralan "26 ıncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın" ibaresinin madde metninden çıkartılarak iptalinin istenilmesine karar verilmiştir.""
744
Esas Sayısı : 2015/88 Karar Sayısı : 2016/156 1 Davacı Serbest Telekomünikasyon İşletmecileri Derneği tarafından, Erişim Sağlayıcıları Birliği Tüzüğünün onaylanmasına ilişkin 30/04/2014 günlü, 2014/DK TİB/236 sayılı Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davada; Danıştay Onüçüncü Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne ilişkin 20/01/2015 günlü, E.2014/2037 sayılı karara, davalı idarenin itiraz etmesi üzerine oluşturulan dosya incelendi: 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanuna, 19/02/2014 günlü, 28918 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 6518 sayılı Kanunun 90. maddesiyle eklenen 6/A maddesiyle, kişilik haklarına saldırı ve özel hayatın gizliliğini ihlal durumlarında hâkim veya Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tarafından verilen erişimin engellenmesi kararlarının uygulanmasını sağlamak üzere özel hukuk tüzel kişiliğini haiz Erişim Sağlayıcıları Birliğinin kurulması öngörülmüş, Birliğe elektronik haberleşme sektöründe faaliyet gösterebilmek için Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu tarafından yetkilendirilen ve yetkilendirilecek tüm internet servis sağlayıcıları ile internet erişim hizmeti veren diğer işletmecilerin üye olması zorunlu kılınmış, üye olmayan işletmecilerin faaliyette bulunamayacakları, Birliğin çalışma usul ve esaslarının Bilgi Teknolojileri ve iletişim Kurumu tarafından onaylanacak Tüzükle belirleneceği belirtilmiş, aynı Kanunun 100. maddesiyle eklenen geçici 3. maddesinin birinci fıkrasında, Birliğin kuruluşunu bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren üç ay içinde tamamlayacağı; ikinci fıkrasında, Birliğin, mevcut internet servis sağlayıcıları ile erişim hizmeti veren işletmecilerin en az dörtte birinin katılımıyla imzalanan Birlik Tüzüğünün Kurum tarafından incelenerek uygun bulunmasını müteakip faaliyete başlayacağı ve maddenin devamındaki fıkralarda, Birliğin kuruluşunu tamamlayamaması ya da anılan işletmecilerin üye olmaması durumunda idari para cezası uygulanacağı hükümlerine yer verilmiştir. Anılan hükümlere istinaden, dava konusu edilen 30/04 /2014 günlü, 2014/DK TİB/236 sayılı Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu kararı ile, fiilen erişim hizmeti veren ve imtiyaz sözleşmesi kapsamında faaliyet gösteren 4 işletmeci, görev sözleşmesi kapsamında faaliyet gösteren 1 işletmeci ile 7 internet servis sağlayıcılığı hizmeti veren işletmeci olmak üzere toplam 12 işletmeci tarafından imzalanan Erişim Sağlayıcıları Birliği Tüzüğü onaylandıktan sonra, internet servis sağlayıcısı işletmecilerden biri tarafından hazırlanan ve toplam 116 işletmecinin katılımıyla hazırlanan Tüzük tasarısı davalı idareye sunulmuş; ancak 15/05/2014 günlü, 233466 sayılı işlemle, dava konusu Kurul kararı ile Tüzük onaylandığı için başvuru hakkında işlem tesis edilemeyeceğinin bildirilmesi üzerine davacı tarafından bakılan dava açılmış, Danıştay Onüçüncü Dairesinin 20/01/2015 günlü, E:2014/2037 sayılı kararıyla, Tüzüğün, 5651 sayılı Kanunun Geçici 3. maddesinin ikinci fıkrasındaki hüküm uyarınca, yetkilendirilmiş yani mevcut 282 internet servis sağlayıcısı ile fiilen erişim hizmeti veren 4 işletmecinin toplamının en az dörtte biri tarafından imzalanması gerektiği hâlde; fiilen internet servis sağlayıcılığı hizmeti sunan işletmeciler ile diğer 4 işletmecinin toplamının dörtte biri dikkate alınarak toplam 12 işletmeci tarafından imzalandığı; bu durumda, Kanunda öngörülen yeter sayıda imzalanmayan Tüzüğün onaylanmasına ilişkin dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı, öte yandan, anılan Kanunun Geçici 3. maddesinin ikinci fıkrasındaki mevcut ibaresinden fiilen internet servis sağlayıcılığı hizmeti sunan işletmecilerin anlaşılması gerektiğine ilişkin davalı idare yorumunun, yetkilendirilmiş tüm işletmecilerin üye olma zorunluluğu bulunan Birliğin oluşumundaki çoğulculuğa aykırı olacağı gerekçesiyle, dava konusu işlemin yürütmesinin durdurulmasına karar verilmiş, bu karara davalı idare tarafından itiraz edildikten sonra, 15/04/2015 günlü, 29327 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 6639 sayılı Kanunun 30. maddesi ile, 5651 sayılı Kanunun, uyuşmazlığın çözümüne esasEsas Sayısı : 2015/88 Karar Sayısı : 2016/156 2 alınan Geçici 3. maddesinin ikinci fıkrasındaki Mevcut internet servis sağlayıcıları ibaresi, bu maddenin yürürlük tarihi itibarıyla abonesi bulunan mevcut internet servis sağlayıcıları olarak değiştirilmiş, 40/a maddesinde ise, 30. maddenin 19/02/2014 tarihinden geçerli olmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir. Görüldüğü üzere, dava konusu işleme esas alınan 5651 sayılı Kanunun 19/02/2014 tarihinde yürürlüğe giren Geçici 3. maddesinin ikinci fıkrasında, 15/04/2015 günlü, 29327 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 6639 sayılı Kanunun 30. maddesi ile, Birliğin Tüzüğünün onaylanması için aranan imza yeter sayısı hesabında, abonesi bulunan yani fiilen hizmet veren internet servis sağlayıcılarının sayısının dikkate alınacağı yönünde değişikliğe gidilmesi ve anılan Kanunun 40/a maddesi ile, bu değişikliğin yürürlük tarihinin, Geçici 3. maddenin yürürlüğe girdiği 19/02/2014 tarihi olarak belirlenmesi sonucu, Danıştay Onüçüncü Dairesinin dava konusu işlemin yürütmesinin durdurulmasına ilişkin itiraz konusu kararının gerekçesi geçersiz hale gelmiş, dava konusu işlem, tesis edildiği tarih itibarıyla yasal dayanağa kavuşturulmuştur. Dolayısıyla, 6639 sayılı Kanunun 30. ve 4C/a maddelerinin uyuşmazlıkta uygulanacak kural haline geldiğinde kuşku bulunmamaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, hukuk devleti ilkesi Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmış; 4. maddesinde ise bu ilkenin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, tüm eylem ve işlemleri bağımsız yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ile Anayasanın bulunduğunun bilincinde olan devlettir. Bu çerçevede iptali istenen Yasa maddeleri ile Danıştay Onüçüncü Dairesince verilmiş yürütmenin durdurulması kararı ile hukuka aykırılığı tespit edilmiş olan dava konusu işleme, anılan yargı kararını bertaraf edecek şekilde yasal dayanak oluşturulduğu anlaşıldığından, anılan düzenlemeler Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Öte yandan, hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında, yasaların kamu yararına dayanması, kuralların herkes için konulması, kamu düzeninin kurulması ve korunması amacına yönelik bu kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçütlerinin göz önünde tutulması gerekliliği bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, bir hukuk devletinde, devlet erki kullanılarak yapılan tüm kamu işlemlerinin nihaî amacının ‘kamu yararı olması gerekir. Kamu yararını gerçekleştirmek ereğiyle yasa koyucu, değişik yolların seçimini siyasi tercihlerine göre belirleyebilecektir. Ancak, yasa koyucunun kişisel, siyasi ya da saklı bir amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararı dışındaki özel ve başka bir amaca ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği durumlarda amaç öğesi bakımından yasanın sakatlığı ve dolayısıyla Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırılığı söz konusu olur. Dolayısıyla, iptali istenen düzenlemeler, yukarıda açıklandığı gibi, bir yetki saptırmasını örneklemekte ve yasama erkinin kamu yararına değil, belli bir özel çıkarıEsas Sayısı : 2015/88 Karar Sayısı : 2016/156 3 korumaya, bunun için yargı kararlarının uygulanmasını engellemeye yönelik olarak kullanıldığını ortaya koymaktadır. Bu durum, söz konusu yasama işlemlerini, amaç unsuru bakımından sakatlayarak, Anayasanın 2. maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesine açıkça aykırı olduğu için, iptali istenen düzenlemeler hukuk devleti ilkesine bu açıdan da aykırı bulunmuştur. Ayrıca, Anayasanın Başlangıç kısmının dördüncü fıkrasında kuvvetler ayrımı ilkesine yer verilmiş; 6. maddesinde, egemenliğin Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı ve hiçbir kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı kurala bağlanmış; 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiş, 125. maddesinde, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu kurallaştırılmış, 138. maddesinin son fıkrasında ise, Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. denilerek istisnai bir duruma yer verilmemiştir. Bu çerçevede, Yasama organının, beğenmediği yargı kararlarını, üstelik de geriye yönelik uygulanmak üzere kanun çıkartıp etkisiz hale getirmesi, diğer bir ifade yasama erkinin yargı kararlarını değiştirmek/ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması, Anayasanın Mahkemelerin bağımsızlığı başlıklı 138. maddesinin son fıkrası hükmüne aykırılık teşkil ettiği gibi, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını belirten 9. maddesine ve Başlangıç kısmındaki kuvvetler ayrılığı ilkesine de aykırı bulunmaktadır. Zirâ, bir hukuk devletinde yargı kararı, yine ancak bir yargı kararı ile kaldırabilir. Öte yandan, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne götürme, mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonucunda verilen kararın etkili bir şekilde uygulanmasını da gerektirmektedir. Mahkeme kararlarını uygulanamaz hâle getiren düzenlemeler, mahkemeye erişim hakkını da anlamsız kılacaktır. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliği ve hukukun üstünlüğünün sağlanabilmesi için ise Devletin her türlü işlem ve eyleminin yargı denetimine açık olması gerekir. Nitekim, Anayasanın belirtilen 125. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde bu husus anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Ancak, hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli, olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Bir işlemin hukuka aykırı olduğu, yapılan yargısal denetim neticesinde tespit edilmesine rağmen işlemin iptali yönündeki yargısal kararın uygulanmaması, Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulmasını anlamsız hâle getirir. Zira, hukuk güvenliği ve hukukun üstünlüğü sadece hukuka aykırılıkların tespit edilmesiyle değil, bunların tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir. Bu nedenle, iptali istene düzenlemeler, Anayasanın 125. maddesine de aykırı bulunmuştur. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü başlıklı 11. maddesine de aykırılığı sonucunu da doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03/06/1988 günlü, E:1987/28, K:1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225).Esas Sayısı : 2015/88 Karar Sayısı : 2016/156 4 Bu durumda, yargı kararını bertaraf etmek amacı taşıdığı anlaşılan 6639 sayılı Kanunun 30. ve 40/a maddelerinin, Anayasanın Başlangıç kısmının dördüncü fıkrası ile 2., 6.,7., 9., 11., 125. ve 138. •maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Öte yandan, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 2575 sayılı Danıştay Kanununun 17/3. maddesi uyarınca, Danıştay İdari Dava Dairelerinin ilk derece mahkemesi olarak baktıkları davalarda yürütmenin durdurulması istemleri hakkında verdikleri kararları itiraz yoluyla inceleme ile görevli olup bu aşamada Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun davada uygulanacak bir yasanın Anayasaya aykırı olduğu kanısına vararak itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurmasına engel yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. Nitekim, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun, Danıştay Onüçüncü Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin 27/02/2013 günlü, E:2012/3152 sayılı karara yapılan itirazın görüşülmesi sırasında verdiği 26/09/2013 günlü, YD. İtiraz No:2013/372 sayılı kararıyla uyuşmazlıkta uygulanacak kural niteliğinde olan 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanununun Kişisel verilerin işlenmesi ve korunması başlıklı 51. maddesinde yer alan (1) Kurum, elektronik haberleşme sektörüyle ilgili verilerin işlenmesi ve gizliliğin korunmasına yönelik usul ve esasları belirmeye yetkilidir. hükmünün Anayasanın 2., 7., 13. ve 20. Maddelerine aykırı olduğu kanısına varılması üzerine itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmuş; Anayasa Mahkemesince verilen (26/07/2014 günlü, 29072 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan) 09/04/2014 günlü ve E:2013/122, K:2014/74) sayılı karar ile itirazın esası hakkında hüküm verilmiştir. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir yasanın Anayasaya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 6639 sayılı Kanunun 30. ve 40/a maddelerinin, Anayasanın Başlangıç kısmının dördüncü fıkrası ile 2., 6.,7., 9., 11., 125. ve 138. maddelerin aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu kuralların Anayasaya aykırılığı ve uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 04/05/2015 gününde, oyçokluğu ile karar verildi.
1,714
Esas Sayısı : 2002/61 Karar Sayısı : 2002/43 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Her ne kadar sanık hakkında müşteki Cemalettin KOÇAK'a şantaj yaptığından bahisle TCK'nun 192. maddesi gereğince cezalandırılması için kamu davası açılmış ise de 22.12.2000 günlü Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4616 sayılı Yasa'nın 23 Nisan 1999 Tarihine Kadar İşlenen Suçlardan Dolayı Şartla Salıverilmeyle İlgili Dava Ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun'un ' maddesi gereğince benzeri bir çok maddeyi ve aynı fasıldaki diğer maddeleri kapsayan Yasa ile davanın kesin hükme bağlanmasının ertelenmesi gerektiği halde TCK'nun 192. maddesinin aynı Kanunun 1/5 maddesi gereğince ayrık tutulmasının Anayasamızın 10. maddesinde yerini bulan eşitlik ilkesi ile ve 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı TCK'nun 192. maddesinin de bu nedenle 4616 sayılı Yasa kapsamına alınması gerektiği, sanık vekilinin itirazının bu nedenle ciddî görüldüğü anlaşıldığından Anayasa Mahkemesi'ne bu hususta İTİRAZ BAŞVURUSUNDA BULUNULMASINA""
142
Esas Sayısı:1978/26 Karar Sayısı:1978/33 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkeme kararında iptal isteminin gerekçesi başlığı altında şöyle denilmektedir. ........................................................................................................................ "Yukarıda iptali istenen maddelerle ilgili olarak 775 sayılı Kanunun 5. maddesini de buraya almak gerekmektedir. Bu maddede, lüzumu halinde, belediyeler, gecekondu İslah ve tasfiye sahaları içinde bulunan veya bu kanun hükümleri dairesinde yeniden tesbit edilecek önleme .bölgeleri içine rastlayan özel mülkiyetteki arazi ve arsaları ve bunlar içerisindeki yapı veya sair herhangi bir tesis bulunduğu takdirde bu yapı ve tesisleri, bu kanunda belirtilen amaçlarda kullanmak üzere, İmar ve İskân Bakanlığının izni ile sahipleri ile anlaşarak satın alabilirler veya kamulaştırabilirler.) hükmü konmuş bulunmaktadır. Şu duruma göre, Belediyelerce gecekondu önleme bölgesi olarak ilân edilen bölgeler içinde kalan taşınmazların da yukarıda iptali istenen maddelerde sözü geçen (Belediyelere ait olan veya gecekondu kanunu uyarınca belediyelerin mülkiyetine geçmesi gereken arazi ve arsalar) deyimi için de yukarıdaki 5. maddede belirtilen (ileride satın alınabilecek veya kamulaştırılacak) özel mülkiyete giren taşınmazların da bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu gibi yerler, gecekonducular tarafından 1/3/1976 tarihinden önce ve hiçbir hukuki nedene dayanmadan işgal edilmiş ve içine gecekondu yapılmış ise, artık bunlar belediyenin mülkiyetine geçmiş olsun olmasın yani 5. maddede öngörülen biçimde belediyece satın alınmış veya kamulaştırılmış olmadan dahi gecekonduların yıktırılması imkânı ortadan kalkmış olup tapu malikine taşınmazdan yararlanma hakkı tanınamayacağı ve bu hakkının ortadan kaldırıldığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Mahkemelere belediyelerden gelen cevaplarda bu gibi y erler hakkında bir kamulaştırma veya satın alma işlemi olup olmadığı sorulduğunda (henüz kamulaştırma yapılmadığı ve ancak ileride kamulaştırılması yapılırsa bu taşınmazın üzerinde gecekondusu bulunan şahısa tahsis edilmesi düşünüldüğü) bildirilmektedir. Anayasamızın 151. maddesine göre (bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanunun hükümlerini Anayasaya aykırı görürse... Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.) Yine Anayasanın 152. maddesine göre de mahkemelerin bakmakta oldukları bir dava nedeniyle uygulayacakları kanunun Anayasaya aykırılığı görüşüne varılırsa Anayasa Mahkemesine dava açabilecekleri anlaşılmaktadır. Mahkememizde açılmış bulunan ve ilgili örnekleri eklenmiş olan dava dosyasında : Davacının özel ve tapulu mülküne davalının hiçbir hukuki nedene dayanmadan gecekondu yapması nedeniyle bunun yıkımı ve bu yerden çıkartılması yoluyle el atmanın önlenmesi istenmekte ve dolayısıyle belediyeden gelen cevapta (bu yerin gecekondu önleme bölgesi içinde kaldığı) bildirilmiş olduğundan davacının davalı tarafından yapılmış gecekondunun yıktırılmasına dair isteğin reddine karar verilmesi mukadder bulunmaktadır. Oysa ki böyle bir sonuç yukarıda yazılan Anayasamızın 11, 12, 36 ve 38. maddelerine, yani temel hak ve hürriyetlerin özüne ve kötüye kullanılmadan sınırlandırılması ve eşitlik ve mülkiyet hükümlerine aykırı düşeceği açıkça görülmektedir. Anayasanın 36. maddesinde (herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğu ve bu hakların ancak kamu yararı amaciyleEsas Sayısı:1978/26 Karar Sayısı:1978/33 2 sınırlandırılabileceği) ve 38. maddesinde de (kamu yararının gerektirdiği hallerde karşılıkları peşin ödenmek şartiyle özel mülkiyette bulunan taşınmazların kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırılabileceği ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurulabileceği) belirtilmiş bulunmaktadır. İptali istenen maddelere göre yapılan uygulamada ise, tamamen bu ilkelere ters biçimde ve büyük emekler karşılığı hukuken elde edilen özel tapulu mülkün hiçbir, hukuki nedene dayanmayan haksız işgallerin teşvik edilmesi ve haklının haksıza feda edilmesi sonucu doğmaktadır. T. M. K. nun 618. maddesinde de (bir şeya malik olan kimse o şeyde kanun dairesinde dilediği gibi tasarruf etmek hakkına sahiptir, haksız olarak o şeye vaz'iyet eden herhangi bir kimseye karşı istihkak davası ikame ve her nev'i müdahaleyi men edebilir.) denilerek bu kural yani mülkiyetin korunmasına dair Anayasamızdaki ilkeler benimsenmiş bulunmaktadır. Buna rağmen şimdi iptali istenen Gecekondu Kanununun 21. ve onu değiştiren 1990 sayılı Kanunun Geçici 8. maddelerinin uygulaması ise geçerli bir tapusu olan şahsın mülkiyet hakkını kamulaştırma yapılmaksızın ve bir bedel ödenmeksizin ve haksız şagili haklıya karşı korumak suretiyle sınırlandırmış ve mülk sahibinin mülkünden yararlanamaz hale getirmiş bulunmaktadır. Yine Anayasa Mahkemesinin Anayasanın 38. maddesinin bazı fıkralarının iptali ile ilgili 12/10/1976 gün ve 38/46 sayılı kararının gerekçesinde de belirtildiği gibi (devlet kamu yararı nedenini ileri sürerek bireyin özel mülkiyetinde olan bir taşınmazı zorla elinden alacak fakat kendisine bunun karşılığı olan para verilmeyecek, taşınmazın bir bölümü karşılıksız Devletin veya kamu kuruluşunun mülkiyetine geçecektir... Oysa bu, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve bu hakkı ortadan kaldıran bir işlemdir.) Burada da tapulu özel mülkün Belediyece gecekondu önleme bölgesi içinde mütalâa edilerek (ileride kamulaştırılacağı ve gecekondu sahiplerine tahsis edileceği) görüşünden hareket edilmekte ve şimdi iptali istenen maddeler bu görüşü yasalaştırmış görünmektedir. Oysa Anayasanın 38. maddesinde açıkça belirtildiği gibi mülkiyet hakkı ileride kamulaştırılacağı ihtimalinden söz edilerek ortadan kaldırılamayacağı gibi kamulaştırmaya karar verilse dahi (bedeli ödenmedikçe kamu kuruluşunca o taşınmaza el konamayacağı ve bir tasarrufta bulunulamayacağı) açıkça belirtilmektedir. İstimlâk Kanununda da kamulaştırılan yerin bedeli sahiplerine ödenmek veya bir bankaya depo edilmek kaydiyle taşınmaza el konabileceği ifade olunmaktadır. İptali istenen maddelere göre ise, kamulaştırma yapılmadan ve bedel ödenmeden tapu malikinin mülkiyet hakkı ortadan kaldırılmakta ve haksız şagile (ileride kamulaştırma yapılırsa tahsis edileceğinden bahisle) asıl malikin mülkiyet hakkı ortadan kaldırılmakta, bu suretle Anayasamızdaki ilkelere tamamen ters bir sonuç meydana getirilmiş bulunmaktadır. SONUÇ: Yukarıdaki gerekçelerle Anayasaya aykırı görülen 775 sayılı Kanunun 21. maddesinin ve bunu değiştiren 6/5/1976 tarihli 1990 sayılı Kanunla eklenen geçici 8. maddenin iptali isteğiyle Yüksek Mahkemeye saygıyle sunulur.""
810
Esas Sayısı : 2015/37 Karar Sayısı : 2015/119 1 "... A 01/10/2011 yürürlük tarihli 6100 sayılı Hukuk Mahkemeleri Kanunundan önce yürürlükte bulunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 43. maddesinde düzenlenen İHTİYARİ DAVA ARKADAŞLIĞI müessesesi uyarınca ihtiyari dava arkadaşlığının oluşması için, Birden ziyade kimseler aşağıdaki hallerde birlikte dâva ikame edebilecekleri gibi birlikte aleyhlerine de dâva ikame olunabilir: 1 Müddeiler veya müddeialeyhler arasında müddeabih olan hak veya borcun iştirak halinde bulunması veyahut müşterek bir muamele ile hepsinin lehine bir hak taahhüt edilmiş olması veya kendilerinin bu suretle taahhüt altına girmeleri, 2 Dâvanın, her biri hakkında aynı sebepten neşet etmesi. hükmü öngörülmüş iken, Yasa koyucular tarafından usul ekonomisi ve çelişkili kararların önüne geçmek gerekçe gösterilmek suretiyle 1086 sayılı Kanunun 43. maddesinin kapsamı, 6100 sayılı Kanunun 57. maddesi ile genişletilerek ihtiyari dava arkadaşlığı için, Birden çok kişi, aşağıdaki hâllerde birlikte dava açabilecekleri gibi aleyhlerine de birlikte dava açılabilir: a) Davacılar veya davalılar arasında dava konusu olan hak veya borcun, elbirliği ile mülkiyet dışındaki bir sebeple ortak olması. b) Ortak bir işlemle hepsinin yararına bir hak doğmuş olması veya kendilerinin bu şekilde yükümlülük altına girmeleri. c) Davaların temelini oluşturan vakıaların ve hukuki sebeplerin aynı veya birbirine benzer olması. hükmü öngörülmüştür. Yukarıda belirtildiği üzere, 6100 sayılı Kanunun 57. maddesinin (c) bendi ile yürürlüğe konan, davaların temelini oluşturan vakıaların ve hukuki sebeplerin aynı VEYA BİRBİRİNE BENZER OLMASI hükmü içerisinde yer alan, VEYA BİRBİRİNE BENZER ibaresi ucu açık bir ibaredir. İhtiyari dava arkadaşlığı için, birbirine benzer vakıa ve hukuki sebebin varlığının yeterli olduğunun kabulü halinde, farklı mahallerde, farklı tarihlerde birbirine benzer şekilde oluşan birden çok iş kazası veya trafik kazalarının mağdurlarının birlikte bir dava dilekçesi ile dava açmaları mümkün olabilecek, hatta Sosyal Güvenlik Kanunundan kaynaklanan uyuşmazlıklarla ilgili olarak Türkiyede tüm emekliler ya da çalışanlar bir dava dilekçesiyle dava açabilecektir. Nitekim iş bu davada olduğu gibi Mahkememizin 2013/338 Esas sayılı dava dosyası ile 2013/362 Esas sayılı dava dosyasında, biri 380 adet davacı, diğeri 408 adet davacı hakkında her bir davacının, aynı vakıa ve sebepten kaynaklanmayan, her birinin birbirine benzer bağımsız hizmet akdi ile çalışmasından kaynaklı 10 15 yıllık 7 kalem fark alacaklarının taleplerinin tahsiline ilişkin olarak dava açılmıştır. Yapılan yargılama sonucunda mahkememizce, Dava dilekçesinde, 380 adet davacı adına, her bir davacının 7 kalemden oluşan alacak talebi ile ilgili olarak iş bu alacak davasının açıldığı anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2015/37 Karar Sayısı : 2015/119 2 Uyuşmazlık, makul sınırları aşan sayıda birden çok davacının bir dava dilekçesi ile dava açıp açamayacağı hususunda toplanmaktadır. Mahkememiz iki hakimli olup, her iki hakimle birlikte mahkememiz derdest dosya sayısı iş bu karar tarihi itibariyle 1859dur. Bu sayı içerisinde davacı vekili tarafından açılan 2012/195 Esas sayılı dava dosyasının (114 adet davacıyı içeren) tefriki ile ayrılan 114 adet dava dosyasıda mevcuttur. (2012/195 Esas sayılı dava dosyası mahkememiz Hakimi Sevgi BOYACI tarafından tefrik olunmuştur) Bu durumda mahkememizde her bir hakimin yaklaşık 950 adet derdest dava dosyası mevcuttur. İş bu dava ve mahkememizin 2013/362 Esas sayılı dava, her bir davacı yönünden tefrik edildiğinde, tarafımdaki dosya sayısı iki katına çıkacaktır. Davacı vekilleri tarafından açılan davalarda adı geçen davacılar arasında zorunlu dava arkadaşlığı mevcut olmayıp, ihtiyari dava arkadaşlığı mevcuttur. HMKnın 57. maddesinde ihtiyari dava arkadaşlarının birlikte dava açabilecekleri öngörülmüş ise de, bunun makul sayıda olması gerekmektedir. İyiniyet ve dürüstlük kurallarına aykırı olarak HMKnın 57. maddesinde tanınan HAK, KÖTÜYE KULLANILMAK SURETİYLE, bir dava dilekçesi ile 300 400 kişilik davacıyla ilgili olarak dava açılması hukukun temel ilkeleriyle bağdaştırılamaz. Bu yollarla, Yüce Yargı Mensuplarının iş yükünün ikiye, üçe, hatta daha fazlasına katlanarak çıkartılmaya çalışılmasının da kabulü mümkün değildir. Bu yollarla binlerce dava, 25 30 adet dava dilekçesi üzerinden yürütülmeye çalışılmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir; Ankara 2. İş Mahkemesi 2010/863 Esas sayılı dava dosyasında 187 adet, 2010/864 Esas sayılı dava dosyasında 391 adet, 2012/753 Esas sayılı dava dosyasında 61 adet, 2012/265 Esas sayılı dava dosyasında 65 adet, 2013/363 Esas sayılı dava dosyasında 413 adet, 2013/364 Esas sayılı dava dosyasında 215 adet davacı adına dava açılmış; Ankara 18. İş Mahkemesi 2012/8 Esas sayılı dava dosyasında 20 adet davacı adına dava açılmış; Ankara 15. İş Mahkemesinde 2012/434 Esas sayılı dava dosyasında 43 adet davacı adına dava açılmış, Ankara 11. İş Mahkemesi 2010/871 Esas sayılı dava dosyasında 870 adet, 2013/309 Esas sayılı dava dosyasında 441 adet, 2013/314 Esas sayılı dava dosyasında 216 adet, 2013/342 Esas sayılı dava dosyasında 138 adet davacı adına dava açılmış; Ankara 6. İş Mahkemesinde 2010/917 Esas sayılı dava dosyasında 414 adet, 2010/918 Esas sayılı dava dosyasında 228 adet, 2012/100 Esas sayılı dava dosyasında 542 adet, 2013/466 Esas sayılı dava dosyasında 156 adet davacı adına dava açılmış; yine Ankara 17. İş Mahkemesinde 2010/801 Esas sayılı dava dosyasında 657 adet, 2010/802 Esas sayılı dava dosyasında 354 adet davacı adına dava açılmıştır. Belirtilen mahkemeler örnekleme yoluyla verilmiş olup, bu mahkemelerin dışındaki diğer mahkemelerde de aynı avukatlar tarafından bu yolla binlerce dava açılmıştır. Yukarıda belirtildiği üzere, hukukun temel prensiplerine, iyiniyet ve dürüstlük kurallarına aykırı olarak yüzlerce hatta binlerce davacıya ait olmak üzere tek dava dilekçesi ile dava açılmasının hukuken kabulü mümkün değildir. Öte yandan iş yükü bir hayli ağır olan Yüce Yargı Mensuplarının ve kalem personelinin bu yollarla iş yükünün daha da arttırılmasına cevaz vermek mümkün değildir. Bu nedenlerle, davacı vekiline, aralarında zorunlu dava arkadaşlığı bulunmayan 380 adet davacının bir dava dilekçesi ile dava açması usul ve yasaya aykırı olup, müzekkerenin tebliğ tarihinden itibaren bir haftalık süre içerisinde bir adet davacı belirtilmek suretiyle dava dilekçesinin düzeltilmesi gerektiğinin, aksi halde davanın açılmamış sayılacağına dair ihtaratlı müzekkere tebliğ edilmiş, tebliğ tarihinden itibaren bir haftalık süre içerisinde davacı vekilinin dava dilekçesini düzeltmediği anlaşılmakla, aşağıda belirtilen şekilde karar verildi. şeklinde gerekçe gösterilmek suretiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir.Esas Sayısı : 2015/37 Karar Sayısı : 2015/119 3 Mahkememizce tesis edilen karar, Yargıtay 22. Hukuk Dairesi 2013/15676 Esas, 2013/15329. Karar Sayılı ilamı ile, Somut olayda, dosya içeriğine göre; davacılar vekili aralarında zorunlu dava arkadaşlığı bulunmayan 380 davacı adına toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan bir kısım alacakların hüküm altına alınması için tek dilekçe ile dava açmıştır. Mahkemece, davacılar vekiline tebliğ tarihinden itibaren bir hafta içinde bir davacı ismi belirtilerek dava dilekçesinin düzeltilmesi gerektiği, aksi takdirde davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği açıklamasını içeren tebligat yapılmış; dilekçenin tek davacıya hasredilmemesi üzerine davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. İhtiyari dava arkadaşlığı, davaların daha çabuk ve en az giderle sonuçlanması, çelişkili hükümler verilmesinin önlenmesi bakımından usul ekonomisine uygundur. Ancak çok sayıda ihtiyari dava arkadaşının birlikte dava açması yargılamanın sağlıklı şekilde yürütülmesini, araştırma ve incelemenin yetersizliğine sebebiyet verebileceği durumunda araştırma ve incelemenin sağlıklı yürütülmesi bakımından davaların tefrikine (ayrılmasına) karar verilebilir ise de, müşterek dava dilekçesinin tek davacıya hasredilmemesi gerekçesi ile davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi mümkün değildir. Mahkemece yukarıda belirtilen yasal düzenleme ve ilkeler dikkate alınmadan ilamda yazılı şekilde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir. şeklinde gerekçe gösterilmek suretiyle bozulmuştur. Yine birbirinden bağımsız hizmet sözleşmesine dayalı olarak çalışan 64 davacıyla ilgili olarak, mahkememizin 2014/584 Esas sayılı dava dosyasında ek dava açılmıştır. 64 davacıyla ilgili her bir asıl dava, farklı mahkemelere aittir. Ek davada, asıl davaların sonucu beklenmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere, 6100 sayılı Kanunun 57. maddesinin (c) bendinde yer alan VEYA BİRBİRİNE BENZER ibaresi ucu açık bir ibaredir. İYİ NİYET ve DÜRÜSTLÜK KURALLARINA AYKIRI olarak kullanılmaya müsait haldedir. 6100 sayılı Kanunun 57. maddesine ilişkin KANUN GEREKÇESİNDE çelişkili kararların önüne geçilmesi ve usul ekonomisi dikkate alınarak belirtilen ibarenin yürürlüğe konulduğu belirtilmekte ise de, bu husus yerinde değildir. Mahkemelerce verilen çelişkili kararların bu şekilde önüne geçilmesi düşünülemez. Çelişkili kararların önüne geçmek Yargıtay İçtihat Birleştirme Kararları oluşturmak, yeterli kanuni düzenlemeler getirmek ve yargı mensuplarının bilgisini artırmakla mümkündür. Usul ekonomisi açısından ise, Ankara Adliyesi Hukuk Mahkemelerinde benzer vakıa ve sebeplerle ilgili olarak 50 ve daha altındaki sayıda davacıyla ilgili olarak açılan seri davalar, tevzii bürosunca aynı mahkemeye düşürülmektedir. Bu şekilde usul ekonomisi sağlanmaya çalışılmaktadır. Benzer vakıa ve sebeplerle ilgili olarak 50 adeti aşan davacı ile ilgili olarak açılan davalar ise, dosyaların birden çok mahkemeye dağılmasını önleyerek, az çaba sarfetmek maksadıyla Avukatlarca, tek dava dilekçesi ile dava açma yoluna gidilmesi ve buna 57. madde ile izin verilmiş olması ağır iş yükü altında öz veriyle çalışan YARGI MENSUPLARININ ve KALEM PERSONELİNİN HAKLARININ İHLALİ niteliğindedir.Esas Sayısı : 2015/37 Karar Sayısı : 2015/119 4 Öte yandan birden çok davacı ile ilgili olarak açılan dava dosyasında delillerinin toplanması, tanıklarının dinlenmesi, bilirkişi raporlarının denetlenmesi vs. hususları dikkate alındığında, kararın isabetli olarak verilmesi ve davanın kısa sürede sonuçlanması da mümkün değildir. Bu şekilde davacıların haklarının zaman aşımına uğraması da mümkündür. Hal böyle olunca 57. madde ile davacı asillerin hakları da ihlal edilmiş olacaktır. Öte yandan, Yüce Yargıtayın dahi yanlış karar verebildiği, akabinde yanlış kararından döndüğü bir gerçektir. Bu nedenle benzer vakıa ve sebep nedeniyle, birden çok kişi hakkında bir dava dilekçesi ile dava açılıp yanlış karar verilmesi halinde ya tüm davacıların hakkı dava reddedilmek suretiyle yok olacak ya da birden çok davacı yersiz olarak alacağa hak kazanacaktır. Benzer vakıa ve sebeplerle ilgili ne kadar çok dava olur ise vaka ve sebepler farklı mahkeme hakimlerinin bilgileri ve yaklaşımı ile daha çok irdelenecek sonuçta verilecek karar daha isabetli olacaktır. B Hukuk Muhakemeleri Kanununun 233. maddesinin 5 nolu bendinde yer alan hakim de dahil olmak üzere hükmü, Anayasanın 138., 139. ve 140. maddeleri ile Uluslararası Hukuk normlarına aykırılık teşkil etmektedir. SONUÇ: Yukarıda belirtilen nedenlerle, A Davacı asiller, yargı mensupları ile kalem personellerinin Anayasanın 12., 13. ve 14. maddelerinde öngörülen temel hak ve özgürlüklerinin ihlali nedeniyle ayrıca yargı mensupları ile kalem personelenin, Anayasanın 50. maddesinde öngörülen çalışma şartları ve dinlenme haklarının ihlali nedeniyle ve Anayasanın 49. maddesinde öngörülen DEVLET ÇALIŞMA HAYATINI GELİŞTİRMEKLE MÜKELLEF hükmünün ihlali nedeniyle, Anayasaya aykırı olarak düzenlenen 6100 sayılı Kanunun 57. maddesinin (c) bendindeki VEYA BİRBİRİNE BENZER ibaresinin İPTALİ ile kanun maddesinden çıkartılması, B Anayasanın 138., 139. ve 140. maddelerine aykırı olarak düzenlenen, HMKnın 233. maddesinin 5 nolu bendindeki hakim de dahil olmak üzere ibaresinin iptali ile kanun maddesinden çıkartılması için gereği saygılarımla arz olunur."
1,602
Esas Sayısı:1977/112 Karar Sayısı:1977/128 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtirazın dayandığı gerekçe özet olarak şöyledir: 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 326/1. maddesinde "Temyiz Mahkemesinden verilen bozma kararına Mahkemelerin ısrar hakları vardır. Israr üzerine Temyiz Ceza Umumi Heyetinden verilen kararlara uymak mecburidir." denmektedir. Bu hüküm hâkimi vicdanî ve yasal kanaat getirmediği bir kararı uygulamaya zorlamakta ve mecbur kılmaktadır. Bu durumda; hâkim için, vicdanî kanaat getirmediği, yasal olarak aykırılığına inandığı bir karara karşı uymaktan başka bir çözüm kalmamaktadır. Aynı zamanda hâkim bu gerekçe ile kendisini reddedememektedir. Anayasa'nın 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında: "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa'ya, Kanuna, Hukuka ve vicdani kanaâtlarına göre hüküm verirler. Hiç bir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz." denmektedir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 326/1. maddesi Anayasa'nın 132. maddesine aykırıdır, zira anılan madde mahkemeyi, hâkimi vicdani kanaat getirmediği ve yasal olduğuna yine yasal gerekçelerle inanmadığı bir kararı vermeye zorlamaktadır. Bu durumda, hâkime, en azından o davada kendisini reddetme, çekilme hakkı verilmelidir. Bu nedenle Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun değişik 326. maddesinin birinci fıkrası hükmü Anayasa'ya aykırıdır."
183
Esas Sayısı : 1995/4 Karar Sayısı : 1995/28 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin kararı aynen şöyledir: "Ekonomik Denge Vergisi, 7.5.1994 gün ve 21927 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 3986 sayılı Yasa ile ihdas edilen ve yayımlandığı gün yürürlüğe giren bir vergidir. 3986 sayılı Yasa'nın 1. maddesinde Ekonomik Denge Vergisinin mükellefi kimler olacağı belirlenmiş ve "e" bendinde "Bu Kanunun yayımlandığı tarihte ücret geliri elde eden ve 1993 yılında elde ettikleri ücretlerinin vergi matrahı toplamı 600.000.000. TL.yı aşan ücretliler (yönetim ve denetim kurulları başkan ve üyeleri ile tasfiye memurlarına bu sıfatları dolayısıyla ödenen veya sağlanan para ayın ve menfaatler dahil)" olduğu belirlenmiş ve 2. maddesinde de, verginin matrahı ve oranı belirlenmiş ve "1. maddenin (e) bendinde sayılan ücretlilerin 1993 takvim yılında elde ettikleri ücretlerinin gelir vergisi matrahı toplamı üzerinden % 10 (Bu vergiden, "d" bendine göre hesaplanan vergi mahsup edilir)" denilmiştir. Davacının, 3986 sayılı Kanunun geçmişe şamil ilave mali mükellefiyet getirmesi, getirilen bu mükellefiyetin eşitlik ilkesine aykırı olduğu yolundaki iddiaları Mahkememizce ciddi görülmüştür. Şöyle ki; Anayasanın "Ücrette adalet sağlanması" başlıklı 55. maddesinde "Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır. Asgari ücretin tesbitinde ülkenin ekonomik ve sosyal durumu gözönünde bulundurulur" denilmiş ve "Vergi Ödevi" başlıklı 73. maddenin ilk paragrafında da, herkesin kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü olduğu belirtilmiştir. Olayda, bir yıllık ücret geliri 600.000.000. TL olan ve bu miktarı aşan kişiler ekonomik denge vergisi mükellefi olmakta oysa, bu miktardan bir lira dahi aşağıda ücret alan bir kimse anılan vergi mükellefi olmamaktadır. Böylece, 600.000.000. TL. ücret geliri elde eden mükellef % 10 nisbet üzerinden 60.000.000. TL. ekonomik denge vergisi ödemekle yılda 600.000.000. TL. ücret gelirinden bir lira eksik ücret elde edenlerden daha az net ücrete sahip olmaktadır. Diğer taraftan, ücret ödemesinin yapıldığı 1993 yılı içinde kişiler böyle bir vergi ödeme yükümlülükleri bulunmadığından gerekli harcamalarını yaptıktan sonra, 7.5.1994 günü yürürlüğe giren bu yasa ile sonradan vergi mükellefi olmaktalar, bu durumda ücret gelirinin ele geçen kısmı yani net ücret, harcamaların yapılmasından sonra belirlenmektedir. Bu durum, herkesin mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlülük görevini ve vergi yükünün adaletli dağılımını zedelediği gibi, aynı zamanda yukarıda anılan Anayasanın 55. maddesinde belirtilen, ücret emeğin karşılığı ve devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri alır hükmüne ters düşmektedir.Esas Sayısı : 1995/4 Karar Sayısı : 1995/28 2 Açıklanan nedenlerle, 3986 sayılı Yasanın 1/e, 2/e, 4/f maddelerinin Anayasaya aykırılık iddiası ciddi görüldüğünden Anayasaya aykırılık bulunup bulunmadığı konusunda karar verilmek üzere Anayasanın 152. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Kanununun 28. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi Başkanlığına başvuruda bulunulmasına karar verilmiştir.""
439
Esas Sayısı : 2008/64 Karar Sayısı : 2008/129 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Mahkememizin 2007/83 esas sayılı dosyası ile davacı vekili, müvekkili Cemalettin ÇAKMAZ'ın ilk 04.06.1965 tarihinde 506 sayılı Yasa'ya göre SSK sigortalısı olduğunu, müvekkilinin doğum tarihinin nüfusa gerçeğe aykırı bir şekilde tescil edilmiş olduğunu, akranlarının askere çağrılmasına rağmen kendinin çağrılmaması nedeniyle öğrendiğini, Çekerek Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 11.09.1968 tarih, 1968/104 esas ve 1968/167 karar sayılı ilamı ile müvekkilinin 01.01.1956 olan doğum tarihinin, 01.01.1949 olarak düzeltilmiş olduğunu, bu nedenle müvekkilinin askerliğini 28.07.1969 28.03.1971 tarihleri arasında yapmış olduğunu, müvekkilinin yaşlılık aylığı bağlanması hususundaki talebinin davalı kurum tarafından davacının ilk sigortalı olarak işe başladığı tarihte 01.01.1956 doğumlu olduğu ve sonradan yapılan yaş tashihlerinin aylık bağlanma işlemlerinde nazara alınmadığı gerekçesi ile reddedildiğini, müvekkilinin gerçekte 01.01.1949 doğumlu olduğunu, aksi halde sigortalılığının başladığı tarihte 9 yaşında ve askerliğe alındığı tarihte 13 yaşında olmasının söz konusu olduğunu, 9 yaşında birinin sigortalı olarak çalışmasının ve 13 yaşında birinin askerliğe alınmasının mümkün olmadığını, tıbben insanların gerçek yaşlarının tespit edilmesinin mümkün olduğunu ve yapılan yaş tashihinde erken emeklilik gibi bir kasıt ve düşüncenin bulunmadığını belirterek, kurum işleminin iptaline ve müvekkiline yaşlılık aylığı bağlanmasında düzeltilmiş doğum tarihinin esas alınması gerektiğinin tespitine karar verilmesi talep ve dava edilmiştir. Davacı vekili 04.04.2008 tarihinde 506 sayılı Yasa'nın 120. maddesinin Anayasa'nın eşitlik, sosyal devlet ve hukuk devleti ilkelerine aykırı olduğunu iddia etmiştir. 506 sayılı Yasa'nın 120. ve buna paralel olarak düzenlenmiş bulunan 1479 sayılı Yasa'nın 66. maddesine göre sigortalılara sosyal sigortalardan kaynaklanan haklar verilirken sigortalının ilk çalışmaya başladığı tarihteki doğum tarihi esas alınmaktadır. Buna göre sigortalılık başladıktan sonra sigortalının doğum tarihinde değişiklik yapan mahkeme kararları sosyal güvenlikle ilgili haklar verilirken uygulanmamaktadır. Kesinleşmiş bir mahkeme kararının bazı olay ve işlemlere (okula alma, askere alma, memuriyet alma ve siyasi hakları kullanma gibi) uygulanması ve bazı olay ve işlemlerde uygulanmaması Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan demokratik hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Bir hukuk devletinde yargı kararlarının bazı olay ve işlemlerde geçerli sayılacağına, bazı olay ve işlemlerde geçerli sayılmayacağına ilişkin hükmün bulunması düşünülemez. Bu durum mahkemeleri zan altında bıraktığı gibi yargıya olan güveni de sarsacaktır. Mahkeme kararlarını peşin olarak geçersiz sayma yetkisinin yasamaya verilmesi kuvvetlere ayrılığı ilkesine aykırıdır. Bir kişinin doğum tarihini zamanında yanlış yazılmış olması nedeniyle akranlarından sonra sosyal haklara kavuşabilmesi aynı zaman Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan adalet ve sosyal devlet ilkelerine ve Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, devletin sosyal güvenliği sağlayacak tedbirleri alması gerektiği şeklindeki Anayasa'nın 60. maddesine aykırıdır. Bu maddelerin amacı suistimalleri önlemek ve sigortalıların mahkemelerden gerçeğe aykırı yaş tashihi kararları alarak hak ettikleri tarihlerden önce sosyal güvenlik haklarından faydalanmalarını önlemek ise yapılacak iş mahkeme kararlarını bazı olaylardaEsas Sayısı : 2008/64 Karar Sayısı : 2008/129 2 uygulanmamasını sağlamak değil, yaş tashihi kararlarının daha sağlıklı verilmesini sağlayacak tedbirleri almaktır. Yukarıda açıklanan nedenlerle mahkememiz tarafından 506 sayılı Yasa'nın 120. ve 1479 sayılı Yasa'nın 66. maddelerinin Anayasamızın 2., 10 ve 60. maddelerine aykırı olduğu ve davacı vekilinin Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanaatine varılarak aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur. HÜKÜM : 1 Anayasamızın 2., 10. ve 60. maddelerine aykırı olması nedeniyle 506 sayılı Yasa'nın 120/1 ve 2. maddelerinin ve aynı mahiyetteki 506 sayılı Yasa'nın 66/1. maddesinin iptali için Anayasa'ya Mahkemesine başvurulmasına''"
521
Esas Sayısı : 1997/7 Karar Sayısı : 1997/20 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür."
26
Esas Sayısı : 2017/29 Karar Sayısı : 2017/16 1 II. DEĞERLENDİRME VE GEREKÇE; 5275 sayılı Yasanın 37/1 hükmüne göre hükümlü ya da tutuklunun düzenli bir yaşamın sürdürülmesi, güvenliğin ve disiplinin sağlanması bakımından kanun, tüzük, yönetmelikler ile idarenin uyulmasını emrettiği veya gerekli kıldığı davranış ve tutumları, kusurlu olarak ihlâl ettiğinde eylem ile orantılı olarak disiplin cezalarının uygulanacağını öngörüldüğü, 5275 sayılı Yasanın 97/1 hükmüne göre izinden dönmeyen ya da 48 saatten sonra gelen hükümlülerin haklarında TCK 292. maddesi kapsamında uygulama yapılacağının hüküm altına alındığı, somut dosyaya konu hükümlünün özel izinden dönmediğinin iddia edildiği, özel izinden dönmeme eyleminin 5275 sayılı Kanunun 44/3 hükmünde düzenlendiği ve 11 günden 21 güne kadar hücre cezası ile karşılandığı, hükümlü hakkında disiplin cezası tatbik edildiğinde ise 5275 sayılı yasa gereğince ilgilinin (44/3) disiplin cezasının (hücre cezasının) kaldırılması için 1 yıllık ve iyi halliğinin kazanılması için, cezanın infaz tarihinden itibaren 1 yıllık sürenin geçmesi gerektiği, bunun yanında açığa ayrılmak için Açığa Ayrılma Yönetmeliği çerçevesinde de (13/2) disiplin cezasının kaldırılması tarihinden itibaren 1 yıllık sürenin geçmesi gerektiği, özel izinden dönmeme eylemi nedeniyle 5237 sayılı TCKnın 292. maddesinin uygulama alanı bulmasının nedeninin 5275 sayılı Yasanın 97/1 fıkrasındaki atıf hükmü olduğu, mevzuat hükümlerinden anlaşılacağı üzere özel izinden dönmeme eyleminin esas olarak özel suç ceza içeren 5275 sayılı Yasada düzenlenen bir düzenleme olmakla Yasanın 37/1 hükmü düşünüldüğünde ceza infaz kurumlarında disiplinin sağlanması bakımından hükme bağlandığının düşünülmesi gerektiği, 5237 sayılı TCKnın 292. maddesinin Adi iyeye karşı işlenen suçlar kategorisinde olduğu, temel olarak 5275 sayılı Yasadaki bir eylemin aynı zamanda 5237 TCKda düzenlenmesinin mümkün olduğu, bu hususa zımnen 5275 sayılı Yasanın ‘...Suç oluşturan eylemlerden dolayı açılan kamu davası, disiplin soruşturması yapılmasını ve cezanın uygulanmasını engellemez... şeklindeki hükmünde değinildiği, Anayasal anlamda temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasında temel kriterlerinden olan ölçülülük ilkesinin temel olarak, gerçekleştirilmek istenilen amaç ile amacı temin için başvurulan yol arasında ölçüyle ilintili olduğu, bu anlamda gerçekleştirilecek müdahaleden daha az etkili bir yolla amaç elde ediliyorsa daha az olanının tercih edilmesi gerektiği, öte yandan bir düzenlemeyi ceza hukuku normu haline getiren şeyin devlet iradesinin tecessüm ettiği kanun olmakla birlikte o düzenlemenin temelinde yatan sosyal bir ihtiyaç olduğu, 5275 sayılı Yasanın yollaması ile firara ilişkin 5237 sayılı TCK hükümlerine konu olan özel izinden dönmeme şeklindeki eylemin 5275 sayılı Yasa hükümleri mucibince etkili bir şekilde özel ceza içeren norma yani disiplin cezasına konu olduğu, disiplin cezasının kaldırılması ve kaldırma süresinden itibaren başlayan açığa ayrılma için geçmesi gereken ayrı aynı iki süre düşünüldüğünde bu durumun daha anlaşılır olduğu, farklı bir anlatımla özel izinden dönmeme şeklindeki davranışın 5275 sayılı Yasanın 37/1 bağlamında mevzuata aykırı bir eylem olarak disiplin cezasına(firar) karşılık gelmesinin, Özel izinden dönmeme şeklindeki davranışı yasaklamadaki amacı gerçekleştirmeye yeterli ve elverişli olduğu, bu davranışı yasaklayan norm ile korunmak istenen amaç arasında eyleme ilişkin disiplin cezası işleminin etkili bir (kişi hürriyetine yönelik) müdahale olduğu ayrıca TCK hükümlerinin tatbikinin gerekli olan müdahalenin ötesinde bir düzenleme olduğu, dolayısıyla 5275 sayılı Yasadaki özel izinden dönmeme eylemine karşılık gelen firar eylemine ilişkin disiplin cezasının yanında 5237 sayılı TCK 292. maddesinin uygulanmasının ölçülü olmadığı, ayrıca demokratik bir toplum düzeni için zorunlu bir ihtiyaca hizmet etmediğinin değerlendirilmesi karşısında 5275 sayılı Yasanın 97/1 hükmünün Anayasanın ölçülülük ve demokratik toplum düzeninin gerekleri, kriterlerineEsas Sayısı : 2017/29 Karar Sayısı : 2017/16 2 aykırı olduğu kanısıyla aşağıdaki şekilde somut norm denetimi için karar verilmesi verilmesi gerekmiştir. HÜKÜM: Yukarıda açıklanan gerekçeler doğrultusunda; 5275 sayılı Yasanın 97/1. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu değerlendirildiğinden iş bu dosyanın gerekçeli kararın yazılmasına müteakip Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun hükümlerine uygun usul ve esaslar gözetilerek Anayasaya aykırılık iddiasının değerlendirilmesi için ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, İşaret edilen sürecin iş bu dosya bakımından bekletici mesele sayılmasına, Sanık hakkındaki yakalama kararının verilen kararın mahiyetine göre şu aşamada KALDIRILMASINA, Buna ilişkin yazı yazılmasına, Yargılama giderlerinin bekletici mesele yapılan Anayasa Yargısı sürecinin bitiminden sonra değerlendirilmesine, Dair, sanık yokluğunda, verilen kararın mahiyetine göre KESİN olmak üzere karar verildi.
629
Esas Sayısı : 2017/7 Karar Sayısı : 2017/5 1 ANAYASAYA AYKIRILIĞIN DEĞERLENDİRİLMESİ Yukarıda belirtilen madde hükmü bir hukuk devletinde olması gereken Hukuki Güvenlik İlkesi aykırıdır. Hukuk devletinde devlet, hukuk güvenliğini sağlama yükümlüdür. Hukuki güvenlik ilkesi kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. Yasaların Geriye Yürümezliği İlkesi uyarınca yasalar kural olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olamaması hukukun genel ilkelerinden Kazanılmış Hakların Korunması ilkesinin gereğidir. Bununla birlikte hukuki güvenlik ilkesi belirliliği de gerektirir. Belirlilik İlkesi yükümlülüğün hem kişiler hem de idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli kılar. İtiraz konusu yasa ile devam eden davalar için yasayla geriye dönük olarak açık bir müdahale yapılmıştır. Somut vakıada davalı Kurum, tüketiciden alınmaması gereken kayıp kaçak bedellerini davacıdan tahsil etmiştir ki, kayıp kaçak bedellerinin nihai tüketiciye yansıtılamayacağı istikrarlı Yargıtay uygulamaları ile sabittir. (YHGK, 21/05/2014 gün ve E.2013/7 2454,K.2014/679 sayılı kararı ve Yargıtay 3. HDnin yerleşik içtihatları).Eldeki davada, davacı, dava açıldığı tarihte hukuka aykırı olarak tahsil edilen kayıp kaçak bedelinin iadesini talep etmiş, bu davanın gerektirdiği mahkeme masraflarına katlanmıştır. Davacı istikrarlı Yargıtay uygulamalarına göre kazanmayı beklediği meşru beklenti ilkesi gereği işbu davayı, iptali talep edilen Kanun hükmü nedeniyle kaybedecektir. Başka bir ifadeyle meşru beklenti seviyesinde kazanılması umulan davanın, belirtilen Kanun hükmüyle kesin olarak reddedilecek olması Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Diğer taraftan itiraz konusu kural Anayasanın 36. maddesinde garanti altına alman adil yargılanma hakkına aykırıdır. Zira adil yargılanma hakkı gereği kişiler açtıkları davaların kamusal veya değil herhangi bir müdahale olmaksızın bağımsız ve tarafsız biçimde görülmesini isteme hakkına sahiptir. Oysa itiraz konusu kural ile devam eden davalara müdahale edilmekte ve davalı lehine belli bir avantaj sağlanmaktadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre devam eden davalara belli bir sonucu garanti etmek adına yasa ile yapılan kamu müdahaleleri Sözleşmenin 6. Maddesinde güvenceye kavuşturulan adil yargılanma hakkını ihlal eder. AİHM, ihlal bulduğu kararlarda, özellikle yargılama sırasında yürürlüğe giren kanunla yapılan müdahalenin zamanlaması ve şeklini dikkate almış, karar verme aşamasına yakın bir zamanda yargılamanın sonucuna ekti edecek şekilde yapılmış olan müdahaleler yönünden ihlal tespit etmiştir (Bkz.: Stran Greek Refıneries ve Stratis Andreadis/Yunanistan. 49 50); Zielinski ve Pradal ve Gonzalez ve Diğerleri/Fransa [BD], B. No: 24846/94 34165/96 34166/96 ve diğer 7 başvuru numarası. 28/10/1999, 59; Papageorgiou/Yunansitan, B. No: 24628/94, 22/10/1997; Anagnostopoulos ve Diğerleri/Yunanistanan, B. No: 39374/98, 7/11/2000. 20 21). AİHM müdahalenin öngörülebilir olmasını, belli bir davayı hedef almamasını az miktarda olmasını, zorlayıcı bir kamu yaran taşıması™ ve davanın esasının mahkemelerce incelenmesini şart koşmuştur (Bkz.: (National & Provincıal Building Society, Leeds Permanent Building Society ve Yorkshire Building Society/Birleşik Krallık, & 1 12; Forrer Esas Sayısı : 2017/7 Karar Sayısı : 2017/5 2 Niedenthal/Almanya, B. No: 21319/93 21449/93 21675/93, 23/10/1997 & 64; OGIS Institut Stanislas, OGEC Saint Pie X ve Blanche de Castille ve Diğerleri/Fransa, B. No: 42219/98 54563/00, 27/5/2004, & 71 72). İtiraz başvurusuna konu kural bu açıdan değerlendirildiğinde; öncelikle ilgili kural öngörülebilir değildir, zira davacılar açısından dava açıldığı tarihte bu yönde bir tahminde bulunmak olanaksızdır. Yine ilgili kural belli bir davayı hedef almamakla birlikte sonuçlan itibarıyla mali hakları ciddi tutarlarda etkilemektedir. Ayrıca ilgili kuralın yasama organınca hangi zorlayıcı kamu yaran gereğince kabul edildiği belli değildir. Oysa devam eden davalara belli bir sonucu garanti edecek biçimde müdahale eden ilgili kuralın hangi zorlayıcı kamu yararına matuf kabul edildiğinin açıklanması gerekir. Son olarak ilgili kural gereği mahkemelerin davanın esasını inceleyebilmesi olanaksızdır, çünkü mahkemeler ilgili kuralın amir hükmü gereği davayı davacının aleyhine sonuçlandırmak durumundadır. Yukarıdaki açıklamalar ışığında; İtiraz konusu Kanun hükmü Anayasanın 2. maddesinde yerini bulan HUKUK DEVLETİ ilkesini ve 36. maddesinde yer alan ADİL YARGILANMA HAKKINI ihlal etmektedir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bakılan davada uygulanacak kuralın; Anayasanın 2. ve 36. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 15/11/2016 tarihinde karar verildi.
720
Esas Sayısı : 2017/88 Karar Sayısı : 2017/65 1 Sanık . oğlu, 1991 doğumlu, hakkında 21/06/2014 tarihinde sevk ettiği araç ile durdurularak alkolmetre üfletildiğinde 1,03 promil alkollü olduğu gerekçesi ile 2918 sayılı Yasanın 48/5 maddesi uyarınca 727,00 TL idari para cezası tutanağı ve sürücü belgesinin geri alınma tutanağı düzenlenerek 2918 sayılı Yasanın 48/6. maddesi yollaması ile TCK 179/2 3, 53/1 maddeleri uyarınca cezalandırılması için mahkememizde kamu davası açılmıştır. Ancak, 2918 Sayılı Yasanın 48/6 maddesi 2709 sayılı Anayasamızın Yasama Yetkisinin Devredilmezliğini düzenleyen 7/1, Kanun Önünde Eşitliği düzenleyen 10/1, Hakların Özüne Dokunulmayacağını düzenleyen 13/1 maddelerine aykırı olduğu düşünülmektedir. Şöyle ki, zaten TCK 179/2 3 maddesi bu suçun unsurlarını belirleyerek aykırı hareket edenlerin cezalandırılmasını öngörmektedir. 2918 Sayılı Yasanın 48/6. maddesi ise kanında 1,00 promil üzerinde alkol tespit edilenlerin TCK 179/3. maddesi uyarınca cezalandırılmasını öngörmektedir. 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasasının 48/6. maddesi aleyhine Anayasa Mahkemesine Anayasaya aykırılık iddiası ile açılan itiraz davasında, Anayasa Mahkemesi 2014/121 esas, 2015/24 karar sayılı, 05/03/2015 tarihli karar ile anayasaya aykırılık görülmediğinden İTİRAZIN REDDİNE karar verilmiş ise de, bu itiraz gerekçesi farklı olduğundan mahkememizce farklı gerekçe ite itiraz yoluna gidilmiştir. 1 2918 sayılı Yasanın 48/6. maddesindeki düzenleme ile atılı suç şekli suç haline getirilmiştir. Halbuki TCK 179/3. maddesinde açıklanan aynı suç harekete bağlı, kasıtla işlenen bir suçtur. Diğer bir deyişle TCK 179/3 maddesindeki Tehlikeli Vasıta Kullanma suçu trafikte aracın tehlikeli bir şekilde kullanılması ve sanığın bu hareketini kasten gerçekleştirmesi gerekir. 2918 sayılı Yasanın 48/6. maddesindeki düzenleme ile getirilen suç ise, şekli suç halinde düzenlenip 1,00 promilin üzerinde alkol tespit edilen herkesin cezalandırılmasını öngörmektedir. Bu, hukukun suç teorisine ve tıbbın ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir. Sanığın herhangi bir trafik kazasına karışmadığı gibi herhangi bir trafik kuralı ihlal ettiği de tespit edilmemiştir. Tehlikeli vasıta kullandığı yönünde hiçbir delil tespit edilmeyerek 2918 Sayılı Yasanın 48/6 maddesine dayanılarak TCK 179/3 maddesi uyarınca cezalandırılması için kamu davası açılmıştır. Anayasamıza aykırıdır. Şöyle ki, 2918 Sayılı Yasanın 48/6 maddesindeki düzenleme bir bardak alkol içen kişinin sarhoş olduğu halde bir şişe alkol içen kişinin hiç etkilenmediği gerçeğini gözardı etmektedir. Alkol alan kişinin başlangıçta vasıtayı tehlikeli kullandığının kabul edilmesi demek olan bu düzenleme suç teorisi ile suç tespiti kriterlerine uygun düşmemektedir. 0,99 promil alkollü olan kişi hakkında dava açılamayacak, 1,01 promil alkollü olan kişi hakkında dava açılarak cezalandırılması gerekecektir. Olayımızda ise sanığın 1,03 promil alkollü olduğu tespit edilmekle kamu davası açılmıştır. 1,00 PROMİL ÜZERİNDE ALKOL TESPİT EDİLEN KİŞİLERİN ARAÇLARINI TEHLİKELİ KULLANACAĞINI VARSAYARAK MUTLAK KURAL KOYMAK HUKUKA VE BİLİME AYKIRI OLACAKTIR. 48/6. madde Anayasamızın Hakların Özüne Dokunulamayacağını düzenleyen 10/1 maddesine aykırı düzenlenmiştir. 2 Alkollü olan bir kişinin vasıtayı tehlikeli sevkettiğinin bilimsel açıdan tespit edilmesi gerekmektedir. Bunun yolu da tıbbi donelerin kullanılmasıdır. Kandaki alkol miktarının tespitiEsas Sayısı : 2017/88 Karar Sayısı : 2017/65 2 yeterli olmayıp psikolog denetiminde gerekli tıbbi testlerin yapılarak vasıtayı tehlikeli kullanıp kullanmadığının kesin olarak belirlenmesi gerekir. Suç unsurlarını tespit eden yasa maddesi bu hususları açıkça düzenlemesi gerekir. Halbuki 48/Son maddesinde alkol ...tespiti için kullanılacak teknik cihazların sahip olacağı asgari koşullan ile diğer usul ve esasların yönetmelikte gösterileceğini öngörmektedir. İDARİ KARAR İLE SUÇ OLUŞTURULMUŞTUR. Bu hüküm de suçun oluşumunu yönetmelik düzenlemeye yetkili idareye bırakmış olmaktadır. TCK 2/2. maddesinde idarenin düzenleyici işlemleri ile suç ve ceza konamaz hükmü yer almaktadır. Bu yönü ile de, Anayasamızın Yasama Yetkisinin Devredilmeyeceğini düzenleyen 7/1. maddesine aykırı düzenlenmiştir. 3 Bu düzenleme karşısında 1,00 promil alkol altında alkol alıp vasıtayı tehlikeli kullanacak şekilde sarhoş olduğu halde TCK 179. maddesinden kamu davası açılmayıp, 1,01 promil alkol alıp herhangi bir kazaya karışmamış, trafik kuralı ihlali yapmayan, aracı tehlikeli kullandığına dair hiçbir delil olmayan kişi hakkında kamu davası açılarak cezalandırılması da Anayasamızın Eşitlik ilkesini düzenleyen 10/1. maddesine ay kın olacaktır. 4 Gün geçtikçe yazılı ve görsel basında çıkan haberlerde, hayatında hiç alkol kullanmayan sevkettiği otobüs ile İzmirden Çoruma giderken Afyon Emirdağa geldiğinde alkol tespiti yapıldığında 0,30 promil alkol tespit edilen sürücüye 727,00 TL idari para cezası verilip hakkında TCK 179/3 maddesinden kamu davası açıldıktan sonra, hayatında hiç alkol kullanmadığını kabul ettirerek Emirdağ Sulh Ceza Mahkemesinin 27/04/2015 tarihli karan ile idari para cezasının iptal edildiği gibi hiç alkol almadığı halde, 3 adet portakal yiyen kişinin kanında 0,30 promil alkol çıkacağının rivayet edildiği, polis ekiplerine dağıtılan alkol tespit cihazlarının her ölçümde sıfırlanması gerektiği, aksi taktirde bir önceki ölçümün sonucunu verdiği, hatta ölçüm yapılan kişinin alkol miktarını bir Önceki yapılan ölçüm sonucuna ilave ederek gösterdiği, bazı cihazların arızalı olmakla, olduğundan yüksek sonuçlar gösterdiği herkesçe konuşulan, bilinen husus olmakla alkol alan kişinin aracı tehlikeli şekilde kullanıp kullanmadığının ya da kullanıp kullanmayacağının bilimsel olarak tıbbi yöntemler ile tespit edilmesi yasa tarafından düzenlenmesinin önemini açıkça ortaya koyduğu halde, bunun idari makamlarınca düzenlenmesi gereken yönetmelik yolu ile düzenlenmesi dahi 2918 sayılı Yasanın 48/6. ve Son fıkralarının iptalini zorunlu kılmakla; onaylı dosya sureti eklice gönderilmiştir. Sonuç olarak: 2918 sayılı Yasanın 48/6 ve Son fıkraları 2709 sayılı Anayasamızın, Yasama Yetkisinin Devredilmezliğini düzenleyen 7/1, Kanun Önünde Eşitliği düzenleyen 10/1, Hakların Özüne Dokunulmayacağım düzenleyen 13/1 maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali için AY 152/1 maddesi uyarınca gereği bilgilerinize sunulur.
810
Esas Sayısı : 2016/19 Karar Sayısı : 2016/17 1 ... İtiraz konusu kural Anayasaya aykırıdır. Şöyle ki: İdare hukukumuza göre, idari işlemler hukuka uygunluk karinesinden yararlanmakta olup, idari işlemlerin hukuka aykırı oldukları yargı yerlerince tespit edilmelerine kadar, idari işlemler bu karineden yararlanmakta ve herhangi ikinci bir irade olmaksızın hukuk aleminde etki doğurmaya devam etmektedirler. Buna rağmen, bu karine, idari işlemlerin hukuka aykırı oldukları iddiasıyla yargıya başvurulmasını engellememekte olup, Anayasanın 125. maddesi hükmüne göre, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. Bu şekilde, dava edilen idari işlemlerin hukuka uygun olup olmadıkları yönünden yapılacak bir muhakeme sonucunda ilk derece yargı mercilerince verilecek olan kararlar da herhangi ikinci bir iradeye gerek duymaksızın hukuk aleminde etki doğururlar. Ancak, kural olarak, ilk derece mahkemelerince verilen nihai kararlara karşı temyiz ya da itiraz yoluyla bir üst yargı merciine başvurulması mümkündür. Zira bu, demokratik hukuk sistemlerinin bir gereği olduğu gibi, Anayasanın 155/1. maddesinde Danıştay, idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. denmek suretiyle de, genel geçer bu kural Anayasal bir hal de almıştır. Buna göre, kural olarak ilk derece idari yargı mercileri tarafından verilen kararların temyiz ya da itiraz yolu açık olmalıdır. Bu şekilde, ilk derece mahkemelerinin vermiş olduğu kararların hukuka uygun olup olmadıklarının denetiminin yapılmasının sağlanmasının yanı sıra, Ülke çapında bir içtihat birliği de sağlanmaya çalışılmakta, en azından, birbirine aykırı çok fazla sayıda içtihat olmaması sağlanarak, vatandaşların hangi durumda hangi hukuki sonuca muhatap olacaklarını en azından yaklaşık olarak bilmeleri sağlanmaya çalışılmaktadır. Fakat bu durum, ilk derece mahkemelerinden verilen her türlü kararın mutlaka temyiz ya da itiraz yolu açık olması gerektiğini, aksi bir durumun her halde Anayasaya aykırı olduğunu göstermez. Nitekim, hukukumuzdaki kural yukarıda belirtildiği gibi olsa da, istisnai bazı durumlarda bazı mahkemelerce bazı konular hakkında verilecek olan kararların kesin olacağına dair Kanuni düzenlemeler de mevcuttur. Bu düzenlemeler ise, ekseriyetle parasal olarak belirlenmekte, bazen de yabancılar hukuku gibi, vatandaşları doğrudan etkilemeyen konularda olmaktadır. Parasal miktar dikkate alınarak yapılan düzenlemelerde ise, ortalama bir vatandaşın bir şekilde ödemek zorunda kalması halinde maddi olarak çok fazla etkilenmeyeceği miktarları aşmayan davalarda, ilk derece mahkemelerince verilen kararların kesin olduğu yönünde düzenlemeler yapılabilmektedir. Bu şekilde, yoğun iş yükü altında olan üst yargı mercilerinin iş yükü hafifletilmeye çalışılarak, daha büyük miktarlı, bireyi ve dolayısıyla da toplumu etkileme kabiliyeti daha büyük olan davaların temyizi veya itirazının daha hızlı ve daha verimli bir şekilde karara bağlanmasının sağlanması suretiyle, toplumun hukuku ile bireyin hukuk arasındaki optimum denge bu şekilde de tesis edilmeye çalışılmaktadır. İtiraz konusu kanun hükmü de bu kapsamda ortaya çıkan, miktar itibariyle yapılan bir değerlendirme çerçevesinde, 2559 sayılı Kanunun 1. fıkrası uyarınca verilen cezalara karşı açılan davalarda ilk derece mahkemeleri tarafından verilen kararlara karşı yukarıda aktarılanEsas Sayısı : 2016/19 Karar Sayısı : 2016/17 2 genel geçer ve aynı zamanda da Anayasal olan kural doğrultusunda yapılabilecek olan itiraz veya temyiz başvurusu olanağını ortadan kaldıran bir kanun hükmü olduğunda tereddüt yoktur. Ancak, itiraz konusu Kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı, 2559 sayılı Kanunun belirtilen 6. maddesinin Bu maddede belirtilen aynı fiillerin bir yıl içinde tekrarı halinde, en son uygulanan para cezası bir kat artırılarak uygulanır. şeklindeki son hükmü ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkmaktadır. Çünkü, maddenin bu son bendine göre, bir kişinin işlediği bir fiili, iş bu dava konusu olaydaki gibi yıl içerisinde tekrar tekrar işlemesi halinde, her bir işlediği ceza için verilecek ceza bir öncekinden bir kat fazla olacaktır. Nitekim, 6. maddenin aktarılan son fıkrasının iptali istemiyle itiraz yoluyla yapılan başvuru sonucu Anayasa Mahkemesince verilen 13.05.2010 tarih ve Esas:2009/29, Karar:2010/66 sayılı karar da bu yöndedir. Bu şekilde ise, birkaç fiil sonra ceza miktarı oldukça artacak, buna rağmen, bu cezaya karşı açılan davada verilen karar da kesin olacak, bu şekilde de, itiraz konusu Kanun hükmü sebebiyle, gerek genel geçer olan gerekse de Anayasanın aktarılan 155. maddesi hükmüne dayanan itiraz ya da temyiz edilebilme kuralının amacı ve ruhu zedelenmiş olacaktır. Zaten, iş bu dava konusu olayda da böyle olmuş, yıl içerisinde işlediği fiilleri 5. kez tekrar ettiğinden bahisle, davacıya birinci fiil için kesilen cezadan sonra kesilen cezalar, her seferinde bir öncekinin bir katı olarak arttırılmak suretiyle kesilmiş, bu şekilde, birinci fiil için kesilen küçük miktarlı ceza, katlana katlana çoğalmış ve dava edilmesi halinde hakkında verilecek olan mahkeme kararma karşı itiraz yolu yukarıda belirtilen saiklerle kapatılan küçük miktarlı bir ceza, ilgilisince bir şekilde ödenmek zorunda kalınması halinde kendisi için mühim sonuçlar doğurabilecek bir hal almış; ancak, buna rağmen, itiraz konusu kural sebebiyle, kendisi hakkında yapılacak muhakeme sonucunda verilecek olan karar da itiraz ya da temyiz yolu kapalı kalmıştır. Bu durum; Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu ifade edildiğine göre; Hukuk devleti de, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda eşitliği gözeten, adaletli bir hukuk düzeni kurup sürdürmekle kendisini yükümlü sayan, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlet olduğuna göre, iş bu dava konusu olayda doğurduğu sonuçlar itibariyle 2559 sayılı Kanunun 6. maddesinin 2. fıkrasındaki İtiraz üzerine verilen karar kesindir. şeklindeki kuralın Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu sonucunu da ortaya çıkarmaktadır. Zira, yukarıda da belirtildiği üzere, davacının birinci fiilinde aldığı ceza miktarı itibariyle, o cezaya dava açılması halinde verilecek kararın kesin olması açısından miktar itibariyle ortalama bir vatandaş için bu durum makul olmakla birlikte; 5. fiili sebebiyle ve önceki fiiller için verilen cezaların üzerine bindirilerek verilen iş bu dava konusu cezanın miktarına bakılınca, bu davada verilecek olan kararın da temyiz ya da itiraz yolunun kapalı olmasının Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine ve bu ilke içerisinde zikredilebilecek olan hukuki güvenlik ilkesine uygun olmayacağı açıktır.Esas Sayısı : 2016/19 Karar Sayısı : 2016/17 3 Diğer yandan, Anayasanın 155. maddesinin aktarılan hükmüne göre, idari yargı sistemimiz tek dereceli değil, 2. dereceli bir sistemdir. Dolayısıyla, Anayasanın 155. maddesine aykırı olan itiraz konusu Kanun hükmünün, Anayasada iki dereceli öngörülen bir sistemin ikinci derecesine ulaşma imkanını ortadan kaldırarak, Anayasanın Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir şeklindeki 36/1. maddesi hükmüne de dolaylı olarak aykırılık teşkil edeceği açıktır. VI KARAR Açıklanan nedenlerle, Anayasanın 2., 36. ve 155. maddesine aykırı olması sebebiyle 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 5259 sayılı Kanunla yeniden düzenlenen 6. maddesinin 2. fıkrasında bulunan İtiraz üzerine verilen karar kesindir. şeklindeki cümlenin iptali istemiyle Anayasanın 152/1. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dava dosyasının ve dosyada bulunan tüm belgelerin onaylı suretlerinin iş bu karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesine gönderilmesine; iş bu karar aslı ile dosya suretinin yüksek mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay beklenilmesine, beş ay içinde netice gelmezse mevcut mevzuata göre dosyanın karara bağlanmasına; iş bu kararın onaylı bir örneğinin bilgi amacıyla taraflara da tebliğine, 28.01.2016 tarihinde karar verildi.
1,128
Esas Sayısı : 2004/114 Karar Sayısı : 2007/85 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümünde; Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi tarafından, 5.5.2004 günlü, 25453 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Sağlık ve Yardımcı Sağlık Personeli Tarafından Yerine getirilmesi Gereken Hizmetlerin Satın Alma Yoluyla Gördürülmesine ilişkin Esas ve Usullerin, Denizli Devlet Hastanesinde 7 doktor ve 5 diğer sağlık personeli hizmetinin satın alma yoluyla gördürülmesine ilişkin 4 Ağustos 2004 tarihinde yapılacak ihalenin ve Denizli Devlet Hastanesinde 2004 yılı (4 aylık) Psikiyatri Uzmanı, Onkoloji Uzmanı, Çocuk Psikiyatri Uzmanı, Alerji Hastalıkları Uzmanı Hizmetleri Satın Alma İşi Teknik Şartnamesinin iptali istemiyle Sağlık Bakanlığına karşı açılan davada, davacı Konseyin sözü edilen düzenlemenin dayanağı olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 36'ncı maddesinin III SAĞLIK HİZMETLERİ VE YARDIMCI SAĞLIK HİZMETLERİ SINIFI başlıklı bendine 24.7.2003 günlü, 25172 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4924 sayılı Yasanın 11 inci maddesiyle eklenen hükmün, Anayasanın 2, 10 ve 128 inci maddelerine aykırılığı iddiasıyla dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi istemi incelendi: 24.7.2003 günlü, 25172 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4924 sayılı Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 11 inci maddesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 36 ncı maddesinin III SAĞLIK HİZMETLERİ VE YARDIMCI SAĞLIK HİZMETLERİ SINIFI başlıklı bendine eklenen paragrafta: Bu sınıfa dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetler, lüzumu halinde bedeli döner sermaye gelirlerinden ödenmek kaydıyla, Bakanlıkça tespit edilecek esas ve usullere göre hizmet satın alınması yoluyla gördürülebilir. hükmü yer almıştır. 5.5.2004 günlü, 25453 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Sağlık ve Yardımcı Sağlık Personeli Tarafından Yerine Getirilmesi Gereken Hizmetlerin Satın Alma Yoluyla Gördürülmesine İlişkin Esas ve Usullerin 1 inci ve 3 üncü maddelerinde ise, bu esas ve usullerin, 657 sayılı Yasanın 36'ncı maddesinin III.SAĞLIK HİZMETLERİ VE YARDIMCI SAĞLIK HİZMETLERİ SINIFI başlıklı bendine 4924 sayılı Yasanın 11. maddesi ile eklenen hüküm uyarınca Sağlık Bakanlığına tanınan yetkiye dayanılarak, gereği durumunda, 4734 sayılı Kamu ihale Kanunu kapsamında alımı yapılacak olan sağlık hizmetlerinin, bedeli döner sermaye gelirlerinden ödenmek kaydıyla satın alma yoluyla gördürülmesine ilişkin esas ve usulleri düzenlemek amacıyla yürürlüğe konulduğu belirtilmiştir. Buna göre, 657 sayılı Yasanın yukarıda metnine yer verilen 4924 sayılı Yasanın 11 inci maddesi ile değişik 36 ncı maddesi hükmünün, Anayasanın 152/1 ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28/1 inci maddelerinde belirtilen, davada uygulanacak yasa hükmü niteliğinde olduğu açıktır.Esas Sayısı : 2004/114 Karar Sayısı : 2007/85 2 Davacı; bu düzenleme sonucunda sağlık hizmetinin, kamu sağlık personeline değil, bir kısım tacirlerin işçisi durumuna getirilecek sağlık çalışanlarına gördürüleceğini, bu şekilde çalıştırılacak hekimler ile diğer sağlık personelinin, çalışanlara tanınan güvence ve haklardan yoksun olacağını, iki farklı istihdam pazarı ve iki farklı hukuk düzeninin ortaya çıkacağını, düzenlemenin, kazanç amaçlı emek ve insan ticareti yapılması olanağı getirdiğini, bu durumun hukuk devletinin yurttaşlarına hukuk güvenliği sağlaması gerekliliğine aykırı olduğunu, bu nedenle anılan yasal düzenlemenin Anayasanın 2, 10 ve 128 inci maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 56 ncı maddesinde, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu; Devletin, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi arttırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenleyeceği hükmü yer almıştır. Anayasanın bu hükmünden, sağlık hizmetlerinin toplumun genel ve ortak ihtiyaçları kapsamında ele alındığı ve bu hizmetlerin bir kamu hizmeti olarak nitelendirildiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Nitekim, 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanunun 1 inci maddesinde yasanın amacı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bir hak olarak tanınan sağlık hizmetlerinden yararlanmanın toplumsal adalete uygun bir biçimde yürütülmesini sağlamak amacıyla tababet ve tababetle ilgili hizmetlerin bu yasa çerçevesinde hazırlanacak bir program çerçevesinde toplumsallaştırılması olarak belirtilmiştir. 181 sayılı Sağlık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 1 inci maddesinde de, bu Kanun Hükmünde Kararnamenin amacının, herkesin yaşamının beden ve ruh sağlığı içinde devamını sağlamak, ülkenin sağlık koşullarını düzeltmek, bireylerin ve toplumun sağlığına zarar veren nedenlere karşı savaşım vermek ve halka sağlık hizmetlerini ulaştırmak, sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermelerini sağlamak için Sağlık Bakanlığının kurulmasına, örgüt ve görevlerine ilişkin esasları düzenlemek olduğu vurgulanmış, 2 nci maddesinde de Sağlık Bakanlığının görevleri sayılmış ve böylece sağlık hizmetlerinin Devlet tarafından ya da Devletin denetimi ve gözetiminde yürütülmesi esası benimsenerek, bu hizmetlerin kamu hizmeti niteliği bir kez daha vurgulanmıştır. Sağlık Bakanlığının doğrudan, genel idare esaslarına göre yürütmekte olduğu sağlık hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin, memurlar ve diğer kamu görevlilerince yerine getirilmesi de, Anayasanın 128 inci maddesinin gereğidir. Anayasanın 128 inci maddesinin 1 inci fıkrası; Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. hükmünü içermektedir. Nitekim 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda istihdam şekilleri, Anayasanın 128 inci maddesinin anılan hükmüne paralel biçimde düzenlenmiş; 4 üncü maddesinin 1 inci fıkrasında Kamu hizmetleri, memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler eliyle gördürülür. hükmüne yer verilmiş; 5 inci maddesinde de, dört istihdam şekli dışında personel çalıştırılması yasaklanmıştır. 657 sayılı Yasanın 36 ncı maddesine 4924 sayılı Yasanın 11 inci maddesiyle eklenen hüküm ise, Anayasanın Kamu hizmeti görevleriyle ilgili hükümler başlıklı 128 inciEsas Sayısı : 2004/114 Karar Sayısı : 2007/85 3 maddesinde öngörülmeyen bir istihdam şeklini düzenlemekte; idarenin doğrudan genel idare esaslarına göre yürüttüğü sağlık hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin, hizmet satın alınması yoluyla gördürülmesi şeklinde dolaylı bir özelleştirme yöntemini benimsemektedir. Bu haliyle 4924 sayılı Yasanın 11 inci maddesi ile 657 sayılı Yasanın 36 ncı maddesinde yapılan değişikliğin, Anayasanın 128 inci ve 2 nci maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan Mahkemenin, taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık savının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki sav ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Yasanın 28 inci maddesinin 2 nci fıkrası gereğince, 657 sayılı Yasanın 36 ncı maddesinin III. SAĞLIK VE YARDIMCI SAĞLIK HİZMETLERİ SINIFI başlıklı bendine 4924 sayılı Yasanın 11 inci maddesiyle eklenen hükmün iptali için yürürlüğün durdurulması istemli olarak Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın esasının geri bırakılmasına, 22.11.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. denilmektedir."
1,019
Esas Sayısı : 2001/353 Karar Sayısı : 2002/87 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : "İzmir Defterdarlığınca, TC Emekli Sandığı Genel Müdürlüğünün 48263076 sicil numarasından aylık alan Aysel Güler'in 1996/1 dönem vergi iadesine esas harcama belgesi ile ilgili olarak inceleme yapılmak üzere Bergama Vergi Dairesinin 9130040045 sicil nolu mükelefi olarak piliç seyyar satışı faaliyetinde bulunmakta iken, 15.5.1996 tarihinde faaliyetine son veren sanık Ünay Yılmaz'dan 1996 yılına ait kanuni olarak düzenlenmesi gereken defter ve belgelerin istendiği, buna ilişkin tebligatın 5.4.2000 tarihinde sanığa yapıldığı halde 15 günlük yasal süre içersinde sanığın defter ve belgelerini herhangibir mazeret göstermeden Vergi Denetmenliğine ibraz etmemesi nedeniyle 213 Sayılı Vergi Usul Kanunun 359/a 2 maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle 10.7.2000 gün ve 2000/303 sayılı iddianamesi ile kamu davası açılmıştır. Mahkememizce 13.6.2001 tarihli oturumda müdahil vekilinin görüşü sorulmuş ve Anayasaya aykırılığı mahkemenin takdirine bırakmıştır. 13.6.2001 tarihinde C. Savcısından sorulduğunda; 213 sayılı Yasanın a/2 Son maddesinde yazılı verilen hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesinde "hüküm tarihinde yürürlükte bulunan asgari ücretin l aylık brüt tutarının yarısı esas alınır" hükmünün Anayasa eşitlik ilkesine aykırı bulunduğu ceza yargılamasının genel prensip olan sanığın suç tarihinde geçerli bulunan kanun maddesi gereğince ve suç tarihinde geçerli bulunan ceza ile cezalandırması ve suç ve cezaların kanuni ilkesine aykırılık teşkil ettiği aynı tarihte aynı suçu işleyen iki sanıktan birinin mahkemenin daha önce sonuçlanmış olması nedeniyle diğerinden daha az cezalandırıldığı sonuç olarak hükmün Anayasanın eşitlik ilkesine ve bu nedenle 2, 10 ve 38/1 mad. aykırı bulunduğundan dosyanın aykırılık yönünden Anayasa Mahkemesine gönderilmesini talep etmiştir. Suç konusu olayda sanığa verilecek hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesinde 213 sayılı Vergi Usul Kanunun 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun 4. maddesine farklı bir düzenleme getirmiştir. 213 sayılı Kanunun 359/a fıkrasının 2 nolu bendinin 3. fıkrası "hükmolunan hapis cezasının para cezasına çevrilmesinde hapis cezasının her bir günü için sanayi sektöründe çalışan onaltı yaşından büyük işçiler için hüküm tarihinde yürürlükte bulunan asgari ücretin bir aylık brüt tutarının yarısı esas alınır ve hükmolunan bu para cezası ertelenemez" şeklinde infaz hükmü öngörülmüştür. Söz konusu bu fıkrada üç durum hakkında Anayasada yer alan temel hak ve hürriyetlere yönelik aykırılık bulunmaktadır. Bu durumlar sırasıyla birinci olarak "hüküm tarihinde yürürlükte bulunan" ibaresi ile; ikinci olarak "asgari ücretin bir aylık brüt tutarının yarısı esas alınır" ibaresi ve üçüncü olarak "hükmolunan bu para cezası ertelenemez" şeklindeki ibarelerdir. Buna karşılık diğer suçlarda uygulama alanı bulan 647 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci bendinde düzenlenen bu hüküm gereğince hürriyeti bağlayıcı cezalar suç tarihinde alt ve üst sınırları gösterilen miktarlar arasında para cezası tedbirine çevrilmekte ve 6madde iki yıla kadar hürriyeti bağlayıcı cezaların ertelenebilmesine yönelik takdir yetkisi tanımıştır.Esas Sayısı : 2001/353 Karar Sayısı : 2002/87 2 Her iki kanun hükümleri birbiriyle karşılaştırıldığında 647 sayılı Kanunun 213 sayılı Kanuna göre daha fazla sanık lehine hükümler öngörmektedir. İptal davasında konu edilen mahkemece tespit edilen her üç durum müşterek özelliği, infaz hukuku yönünden eşitlik ilkesinin ihlal edildiği, noktasında birleşmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Öncelikle Anayasanın 10. maddesinde eşitliğin cezaların infaz sisteminde ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşitliği ifade etmekte olup aksi uygulamada infaz sisteminde eşitsizliğe yol açmaktadır. Çünkü 647 sayılı Kanuna göre suç tarihindeki miktarlara göre para çevrilme uygulanabilmekte iken, 213 Sayılı Kanuna göre hüküm tarihi esas alınmakta ve ileriki bir tarihteki tarifenin daha yüksek meblağ ihtiva edeceği çok açık bir durum olup bu yönden eşitsizliği ifade etmektedir, ikinci olarak 213 sayılı Kanuna göre, asgari ücretin bir aylık brüt tutarının yarısının esas alınması halinde 647 sayılı Kanun öngördüğü miktarlardan daha yüksek rakamlarla paraya çevrilmesine neden olması, yönünden eşitliği aykırı düşmektedir. Üçüncü olarak 213 sayılı Kanuna göre, hükmolunan bu para cezası ertelememesi halinde, 647 sayılı Kanunun tatbikinde ise cezanın tecili takdire bağlı uygulanabilme ihtimalini öngörmekte, iptal edilmeme halinde eşitlik ilkesi aykırı uygulama yapılmasını gerekmektedir. Mahkemelerce, bu şekilde uygulama yapılması halinde; Ceza İnfaz sisteminde aynı konudaki bu farklılıklar ve çelişkiler, Anayasal ilkelerle bağdaşmayacak ve bu sonuç Hukuk Devleti ilkesini zedeleyecektir. Hukuk Devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması, kuralların herkes için konulması, kamu düzeninin kurulması ve korunması amacına yönelik bu kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerinin de gözönünde tutulması gerekliliği bulunmaktadır. Sonuç: Belirtilen nedenlerle 213 sayılı Vergi Usul Kanunun 359. maddesinin (a) fıkrasının 2. bendi 3. fıkrasında yeralan hüküm tarihinde yürürlükte bulunan asgari ücretin l aylık brüt tutarının yarısı esas alınır şeklindeki Kanun hükmünün 2709 sayılı Kanunla uygun bulunan 1982 Anayasası'nın 2, 10, 38/1 mad. aykırılığı ciddi olduğu kanaatine varıldığından anılan yasa maddesinin iptali istemi ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına Anayasanın 152/1 mad. gereğince Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına 13.6.2001 tarihinde karar verildi.""
738
Esas Sayısı : 2016/169 Karar Sayısı : 2016/157 1 Mahkememizde görülmekte olan dava dosyasında sanık hakkında, elektrik borcundan dolayı işyerine mühürleme işlemi yapmak için gelen AYEDAŞ çalışanları ve e karşı siktirin gidin buradan diye hakaret ettiği ve elinde bulunan bir bıçakla katılan mağdurların üzerlerine yürüyüp kendilerini öldürmekle tehdit ettiği iddiasıyla silahla tehdit suçlarından iddianame hazırlanıp sanık hakkında dava açılmıştır. Mahkememizce AYEDAŞ kurumunun hukuki statüsü ve çalışanlarının kamu görevlisi sayılıp sayılmayacağı hususunda ilgili kuruma yazılan yazıya verilen 07/06/2016 günlü cevaba göre; İst.Anadolu Yakası Elektrik Dağıtım A.Ş.nin, Özelleştirme Yüksek Kurulunun 27/05/2013 günlü kararı gereği yapılan ihale ile Enerjisa A.Ş. ye devredildiği ve bu devirle kamu kurumu vasfını kaybettiği belirtilmiştir. Özelleştirme sonrası kurum çalışanlarının hukuki durumunun incelenmesi ve kamu görevlisi kapsamında kalıp kalmadıklarının değerlendirilmesinde ise; Türk Hukukunda, kamu görevlisi kavramı ile ilgili tanım olarak ifade edilecek iki düzenleme bulunmaktadır. Bunlardan biri, 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununda diğeri ise 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer almaktadır. 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 3 üncü maddesine göre kamu görevlisi, Kamu kurum ve kuruluşlarının işçi statüsü dışındaki bir kadro veya sözleşmeli personel pozisyonunda çalışan, adaylık veya deneme süresini tamamlamış kamu görevlilerini ifade etmektedir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi, bir kişinin kamu görevlisi sayılabilmesi için bir kamu kurum ve kuruluşunda çalışması, işçi statüsü dışında kadrolu veya sözleşmeli personel statüsünde bulunması ve adaylık ve deneme süresini tamamlamış olması gerekmektedir. Bu tanımda, kişinin yaptığı iş veya görev değil, çalıştığı yer veya çalışma statüsü esas alınmış bulunmaktadır. 5237 sayılı TCK. 6 ncı maddesine göre kamu görevlisi kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişidir. Bu tanımda ise 4688 sayılı Kanundaki tanımın aksine, kişinin kamu görevlisi sayılması için, çalıştığı yer ve çalışma statüsü değil, yaptığı iş esas alınmaktadır. 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanunun 7 nci maddesine göre Özelleştirme İdaresi Başkanlığı ile özelleştirme programına alınan kuruluşlarda çalışan personel ve sözleşmeli olarak çalıştırılan personel, görevleriyle bağlantılı olarak işledikleri suçlardan dolayı kamu görevlisi sayılırlar ve bu personelin özelleştirilmenin paralarına ve para hükmündeki evrak ve senetlerine ve mevcutlarına karşı işledikleri suçlar ile bilânço, tutanak, rapor ve benzeri her türlü belge ve defterleri üzerinde işledikleri suçlar ile ifa ettikleri görevlerinden doğan suçlardan dolayı haklarında Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Üçüncü Kısım Dördüncü Bölüm ile Dördüncü Kısım Birinci Bölüm altında yer alan suçlara ilişkin hükümler uygulanır. Ancak Kanun Koyucunun, işledikleri suçlar açısından kamu görevlisi sayılır şeklinde yaptığı işbu düzenleme, söz konusu personelin aleyhlerine işlenen suçlarda kamu görevlisi sayılmalarına engel olmaktadır. Zira, söz konusu personel, 4046 sayılı Kanunun açık hükmü uyarınca sadece işledikleri suçlar açısından kamu görevlisi sayılmaktadır. Bu açıklamalar ve mevzuat hükümlerine göre Ayedaş çalışanlarının yaptıkları iş, kurumun özelleştirilmesinden önce kamu görevi kapsamında iken özelleştirme sonrasında kamu görevi vasfını yitirerek özel hukuk hükümlerine tabi bir hizmete dönüştüğü anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2016/169 Karar Sayısı : 2016/157 2 Kamu görevlisine yönelik olarak görevi yaptırmama amaçlı tehdit suçunu düzenleyen 5237 sayılı Kanunun 265. maddesinin 1. bendine göre; Kamu görevlisine karşı görevini yapmasını engellemek amacıyla, cebir veya tehdit kullanan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Aynı maddenin 4. bendine göre ise Suçun, silâhla ya da var olan veya var sayılan suç örgütlerinin oluşturdukları korkutucu güçten yararlanılarak işlenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza yarı oranında artırılır." Bu durumda 5237 sayılı Kanunun 265. maddesine göre kamu görevlisine karşı görevi yaptırmamak için tehditle direnme suçunun işlenmesi halinde suç faili hakkında maddenin 1. fıkrasına göre alt sınırdan ceza verilirse 6 ay hapis cezasına hükmolunacak, bu suçun silahtan sayılan bıçakla işlenmesi halinde ise 4. fıkra uyarınca ceza yarı oranda arttırılarak fail 9 ay hapis cezasıyla cezalandırılacaktır. Suçun birden fazla mağdura karşı tek bir fiille işlenmesi durumunda ise TCK nun 43. maddesinin uygulanmasıyla % alt sınırdan artış oranı ile failin 11 ay 7 gün hapis cezası alacağı, bu cezanın miktarı itibarıyla ve diğer koşulların da varlığı halinde seçenek yaptırımlara çevirme, erteleme veya hükmün açıklanmasının geri bırakılması mümkün iken; Kamu görevlisi sıfatı taşımayan kişilere karşı yapacakları görevi engelleme kastı ile silahlı tehdit fiilinin işlenmesi durumunda ise, ceza kanunumuzun 106. madde 2. fıkrası gereğince uygulanması gereken cezanın alt sınırı 2 yıl olup, suçun zincirleme olarak işlenmesi halinde ise TCK.nun 43. maddesi de uygulanarak fail hakkında 2 yıl 6 ay hapis cezasına hükmolunacak olup, TCK.nun 62. maddesindeki takdiri indirimin uygulanması durumunda dahi sonuç olarak 2 yıl 1 ay hapis cezası ortaya çıkmakta ve sanık hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması, seçenek yaptırımlara çevirme ve erteleme gibi hükümlerin uygulanması imkanı da ortadan kalkmaktadır. Bu durumda katılanların kamu görevlisi olması durumunda silahlı tehditle bir direnim içine giren sanığın alacağı ceza ile bu kişilerin kamu görevlisi olmaması halinde silahlı tehditle direnim suçundan alacağı ceza miktarları ve sonuçları arasında büyük bir orantısızlık söz konusudur. Anayasamızın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma, ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. yazılıdır. Mahkememiz Türk Ceza Kanunun 106. maddesinin 2. fıkrasının a bendinin Anayasanın 2. maddesinde sayılan ve yasanın özü olan adalet, ölçülülük ve hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu düşüncesindedir. Zira hukuk devletinde hukuka aykırı eylemde bulunan kişilerin bu eylemlerine orantılı ve ölçülü olabilecek şekilde ceza hükümlerine tabi tutulması esas olup, bu durum da kişilerin kendilerini hukuki açıdan emniyette hissetmesi için olması gereken bir zorunluluktur. Anayasa Mahkemesinin 15.06.2012 tarih, 2012/24 Esas, 2012/95 Karar sayılı kararında da bu durum Eylem ile yaptırım arasında adil bir dengenin bulunması, hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. denmiştir. Ayrıca başka bir davada mahkeme Ölçülülük ilkesiyle devlet, cezalandırmanın kamu yararıyla bireyin temel hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. demektedir. Bir başka mahkeme kararında ... itiraz konusu kural, suç ile ceza arasında bulunması gereken adil dengeyi korumadığı gibi adalet duygularını zedeleyen bir durumunda ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla .... itiraz konusuEsas Sayısı : 2016/169 Karar Sayısı : 2016/157 3 kuralın bir hukuk devletinde olması gereken adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaştırılması mümkün değildir. şeklinde tarif edilmiştir. Yukarıda açıklandığı üzere sanığa yüklenen fiilin cezalandırılması hususunda gösterilen varsayımlar dahilinde, uygulanması söz konusu olan cezai hükümler arasında bir ölçülülüğün bulunmadığı kanaatine varılmıştır. İki ayrı suça ilişkin yasal düzenlemelerdeki ceza yaptırımları (kamu görevlisine yönelik silahlı tehdit ile direnme ve özel hukuk kapsamında görev yapana yönelik silahlı tehdit suçları) arasında büyük bir orantısızlık söz konusudur. Bu durum Anayasamızın 2. ve 13. maddelerinde düzenlenen adalet, ölçülülük kavramları ve dolayısıyla hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacağından ilgili yasa hükmünün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvuru yapma zorunluluğu doğmuştur. Yukarıda anlatılan gerekçelerle 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 106/2 a madde ve bendinde yer alan ceza miktarına ilişkin hükmün Anayasaya aykırı olması nedeniyle İPTALİNE karar verilmesi için dosya içerisinde bulunan iddianame ve duruşma tutanağı ile gerekli belgelerin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verildi.
1,093
Esas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 1 ... 17/08/2016 tarihli ve 29804 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 670 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 08/02/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 7091 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabul Edilmesine Dair Kanun ile milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan kamu çalışanlarının kamu görevlerinden, asker kişilerin Türk Silahlı Kuvvetlerinden, Sahil Güvenlik personelinin Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından, Emniyet Genel Müdürlüğü personelinin Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından çıkarılması, ihraç edilen kamu personelinin gemi adamlığı belgelerinin iptal edilmesi, inceleme ve soruşturmalarda, soruşturmaya konu kişiler ile bunların eş ve çocuklarına dair telekomünikasyon yoluyla iletişimin tespiti dâhil olmak üzere kişisel verilerin, müşteri sırrına ilişkin bilgi ve veriler hariç olmak kaydıyla, soruşturmaları yürüten yetkili kurul, komisyon ve mercilere verilmesi, kamu personeli ve bunların eş ve çocuklarına ait olup Asya Katılım Bankası A.Ş.'de bulunan veya bu Bankayla ilgili olarak TMSF, BDDK ve MASAK'ta bulunan her türlü bilginin, müşteri sırrına ilişkin sınırlamalar uygulanmaksızın, personelin çalıştığı kamu kurum ve kuruluşuna verilmesi, kamu görevinden çıkarılanların, uhdelerinde taşımış oldukları büyükelçi, vali gibi unvanlar ile yüksek mahkeme başkan ve üyeliği, müsteşar, kaymakam, hâkim, savcı ve benzeri meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamamaları ve ilgili haklardan yararlanamamaları, kapatılan kurum ve kuruluşların devrine ve bunların hak, alacak, yükümlülük ve taşınmazlarına ilişkin işlemlerde, tespit işlemi yapmak, kapsamı belirlemek, borçları ödemek, alacaklara ilişkin işlemleri yürütmek, sulh işlemlerini yapmak gibi hususlarda ilgisine göre Maliye Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün yetkilendirilmesi, kapatılan kurum ve kuruluşların bağlı oldukları şirketlerin faaliyetleri sonlandırılarak ticaret sicili kayıtlarının terkin edilmesi, kapatılan özel öğretim kurum ve kuruluşlarının taşınmazları üzerindeki eğitim tesislerinin kamu kurum ve kuruluşlarına bedelsiz, özel sektöre bedeli karşılığında tahsis edilebilmesi amaçlanmıştır. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHKsi olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle yokluk iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle ÇıkarılmıştırEsas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 2 Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkılarak olağanüstü halin süresini ve kapsamını aşacak şekilde tedbirler alınarak anayasal yetkilerini tamamen aşarak bireylerin temel hak özgürlüklerine ömür boyu müdahale edecek şekilde kalıcı işlemler yapmıştır. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna, olağanüstü hal süresini aşan, kalıcı nitelikte ve temel hak ve özgürlüklere müdahale yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, yargı organlarına ve idareye tanınan yetkilerin açıkça gaspı anlamına gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusun varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHKlardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğulun deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMMce Onaylanması Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasanın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla buEsas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 3 KHKlar ile yapılacak düzenlemelerle olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genel düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38). Öncelikle Anayasanın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre 119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasanın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasasında düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHKlarla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664) Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durduran düzenlemeler doğrudan OHAL KHKları ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHKsı ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHKsı ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHKları ile temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasanın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHKları ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasanın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Anayasa Mahkemesine göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHKlere Anayasanın 121. maddesinin ikinciEsas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 4 ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri; olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkça göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez." (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması, bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır. Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular olamaz. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasanın 6. maddesindeki Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki Kuvvetler ayırımının, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHKleri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39)Esas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 5 Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHKsi adı altında, bireylerin hukuki statüsünü kalıcı olarak değiştiren birel işlem niteliğinde düzenleme yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça yargısal yetkinin ve bireysel işlem yapma yetkisinin gaspı anlamına gelir. KHK çıkarma yetkisi her ne kadar yürütme organına tanınmış ise de özünde bir yasama yetkisidir ve yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesinin (Anayasa m. 7) anayasadan kaynaklanan bir istisnasını oluşturmaktadır. Ne var ki bu, KHK çıkarma yetkisinin genel, düzenleyici, kural işlemler için kullanılması gereğini ortadan kaldırmamaktadır. Yürütme organı KHK çıkarırken geçici olarak yasama yetkisi kullanmaktadır ve bir KHKnin nitelik olarak kanunlara benzemesi kaçınılmazdır. Yasama organının bireysel işlemler niteliğinde kanun çıkaramayacağı doktrinde kabul edilmektedir (Ergun Özbudun, s. 202). Bir kuralın somut olguya uygulanması niteliğindeki bireysel işlemlerin, kural işlem şeklinde yapılması yetki gaspı anlamına gelir. Daha sonra TBMM tarafından onaylanarak yasalaşan (6749 sayılı Kanun) 667 sayılı KHKnin 4. maddesinde bu işlemlerin hangi kurumlar tarafından yapılacağı belirtilmiştir. Yasa ile kurumlara tanınan yetki, yasanın uygulanması şeklindeki bireysel işlemlerin geçici yasama yetkisi kullanan Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunca OHAL KHKsı şeklinde kullanılmıştır. Yukarıda açıklandığı gibi bu yola sırf söz konusu işlemleri yargı denetimi dışına çıkarmak amacıyla başvurulmuştur. Bu kötü niyetli ve yetkisiz işlem Anayasanın 121 maddesine açıkça aykırı olduğu gibi, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir hükmünü içeren Anayasanın 8. maddesine de aykırıdır. Bir bireyin terör örgütüne üye olup olmadığına karar verme yetkisi yargısal bir yetki olduğu gibi bir yapının ya da oluşumun terör örgütü olduğuna karar vermek de yargısal bir yetkidir. Yokluğunun tespiti talep edilen dava konusu düzenleme Fonksiyon Gaspı suretiyle yargı organının yerine geçerek ek listedeki tüzel ve özel kişilerin terör örgütü üyesi vd. olduğuna hükmetmektedir. Aynı şekilde Anayasa Md. 118de düzenlenen Milli Güvenlik Kurulunun icrai yetkilere sahip olmadığını, sadece tavsiye niteliğinde kararlar alma yetkisiyle donatıldığını hatırlatmak gerekir. Ne var ki, 8 Mart 2018 tarihinde yayınlanan Kanunlara ekli ihraç listeleri terör örgütü üyeliği, vd suçlarından hüküm kurma yetkisini MGKya vermektedir. Yani MGK tarafından terör örgütü olduğuna karar verilen yapı ve oluşumlarla ilişkili kişilerin kamu görevinden çıkarılmasını ve diğer yaptırımlara tabi tutulmasını, aynı durumdaki kurumların ise kapatılmasını öngörmektedir. Kısaca MGK yargı organının yerine geçerek işlem yapmış ve hangi oluşumların terör örgütü olduğuna karar vermiştir. (Oysa, MGKnun OHAL ilanı için yaptığı tavsiye kararı, OHALin anayasal çerçevesine vurgu yapıyor ve kamuoyu ile CB tarafından paylaşılıyordu:MGK üyeleri olarak yaptığımız kapsamlı değerlendirme sonunda terör örgütünün bertaraf edilebilmesi için anayasamızın 120. Maddesi uyarında OHAL ilan edilmesini hükümete tavsiye etme kararı aldık. Bakanlar Kurulumuz da Türkiyede 3 ay OHAL ilan edilmesi kararını aldı. Bu uygulama kesinlikle demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı değildir. Tam tersine bu değerleri koruma, yükseltme, geliştirme adınadır. Olağanüstü Hal ilanının amacı ülkemizde demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir (CB, 20 Temmuz 2016). Diğer taraftan dava konusu düzenleme ağır ve bariz yetki tecavüzü içermektedir. Anayasanın 130. maddesine göre Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar. Buna rağmen dava konusu düzenleme ile çok sayıda öğretim elemanı görevden uzaklaştırılmıştır. Anayasanın üniversitelerin yetkili organlarına tanıdığı yetki Cumhurbaşkanının başkanlığında toplananEsas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 6 bakanlar kurulu tarafında kullanılmıştır ve bu ağır ve bariz yetki tecavüzü fonksiyon gaspı sonucunu doğurmaktadır. Aynı zamanda Anayasanın açık hükümleri yok sayılarak bireysel temel hak ve özgürlüklere müdahale edilerek fiili yol oluşturulmuştur. Anayasanın 15., 121. ve 130. maddelerinin açık bir şekilde yasakladığı müdahalelerin yapılması hukukun ve anayasanın askıya alınması, dolayısıyla hukuk devletinin tamamen reddi anlamına gelmektedir. Bu Anayasanın kuvvetler ayrılığını düzenleyen Başlangıcına, hukuk devletini güvence altına alan 2. maddesine devlet yetkilerinin anayasadan kaynaklamasını öngören 6. maddesine, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini düzenleyen 7., 8., ve 9. maddelerine, anayasanın üstünlüğünü düzenleyen 11. maddesinin de hiçe sayılması anlamına gelmektedir. Aşağıda açıklanacağı gibi bu aslında anayasanın fiilen askıya alınması ve anayasasızlaştırma sonucunu doğurmaktadır. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları fonksiyon gaspına yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda kanun adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar. (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.) Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının, geçici yasama yetkisi kullanan yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla fonksiyon gaspı suretiyle yapılan işlemler yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 8., 9., 11., 15., 121. ve 130. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir OHAL KHKlerinin hazırlanması ve çıkarılması sürecindeki şekil eksikliklerinin özellikle de işlem yapma iradesinin oluşup oluşmadığını Anayasa Mahkemesinin değerlendirmesi gerekir. Bilindiği üzere, OHAL KHKleri için gerekli olan şekil ve usul koşulları Anayasanın 121. Maddesinde belirtilmektedir. Buna göre: 1. Kararnameler, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılmalıdır. 2. Kararnameler, Resmî Gazetede yayımlanır. 3. Kararnameler aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur.Esas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 7 4. Kararnamelerin TBMM tarafından onaylanmasına ilişkin süre ve usul, İçtüzükte belirlenir. 5. İçtüzüğün 128inci maddesine göre ise, TBMM olağanüstü hâl KHKlerini otuz gün içinde görüşüp sonuçlandırır. KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHKlerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHKnın kapsamının genişliği ve ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHKlere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırımdan gelmiştir: Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık. Yine aynı doğrultuda Yıldırımın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal." Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır: İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.". İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHKlerin Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHKEsas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 8 Resmi Gazetede farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017 683, 684 ve 685 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHKlerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHKlerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocaktan sonraki kararnamelere ilişkin Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız dedi... Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırımın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHKnın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kâğıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyle iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHKlarını çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasanın 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasaya göre Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHKlerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulunun hukuki ve siyasi açıdan KHKlerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlar dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulunun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelenEsas Sayısı : 2018/57 Karar Sayısı : 2018/58 9 KHKlara eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHKların altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHKler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasanın 121. maddesine göre OHAL KHKlarının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMMnin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İç Tüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır. Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHKların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHKlar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMMce onaylanmayan OHAL KHKlarının idari işlem olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHKlarının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHKların OHAL KHKsı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMMce onaylanmamış olan OHAL KHKlarının sonradan onayla
4,081
Esas sayısı:1974/9 Karar sayısı:1974/22 1 "... I. DAVACININ GEREKÇESİ ÖZETİ : a) 1789 sayılı Kanun bir bütçe kanunudur. Çünkü, 1., 2., 3., 6., l2. maddelerinde genel ve katma bütçeli dairelere belli miktarda harcama ve 5. maddesinde Devlet gelirlerinin tarh, tahakkuk ve tahsili yetkileri verilmektedir. Yasa, 1050 sayılı Muhasebei Umumiye Kanununun 115. maddesindeki bütçe tanımlamasına uygun niteliktedir. Hazırlanmasında, sunulmasında, görüşülüp kabul edilmesinde ve yayımlanmasında Anayasa'nın bütçe kanunları için koyduğu yönteme uyulmuştur. b) 1789 sayılı Kanunun 10. maddesinin birinci fıkrası 1211 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Kanununun 50. maddesini, 1l. maddesi ise yine aynı kanunun 40. maddesini açıkça değiştirir niteliktedir. c) Kanunların değiştirilmesi ve kaldırılmasının, hangi yöntemlerle oluşmuşlarsa, yine o yöntemlerle yapılması Anayasanın 64.. 92., 93. maddelerinin gereği olduğu gibi bütçe kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaması kuralı da yine Anayasa'nın 126. maddesinin son fıkrasında yer almıştır. 21/2/1969 günlü, 13133 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 7/1/1969 günlü, 1968/24 1969/4 sayılı ve 31/12/1971 günlü Resmî Gazete'de yayımlanan 6/7/1971 günlü, 1971/19 62 sayılı kararların incelenmesinden de anlaşılacağı üzere Anayasa Mahkemesi bu ilkelere uymayan yasa kurallarını iptal etmektedir. ç) Yukarıda açıklanan nedenlerle 1789 sayılı Kanunun 10. ve 11. maddeleri Anayasa'nın 64., 92., 93., 94., 126. maddelerine aykırıdır; iptal edilmeleri gerekir."
197
E. Sayısı:1971/59 K. Sayısı:1972/19 1 "... I DAVACININ GEREKÇESİ ÖZETİ : 30/4/1969 günlü, 1170 sayılı Kanunun İzmir iktisadî ve Ticarî İlimler Akademesi profesör, doçent ve asistanlarını bu Akademinin Ege Üniversitesine katılmasiyle oluşan iktisadi ve Ticarî Bilimler Fakültesinde Üniversiteler Kanunundaki profesör, doçent ve asistanların yetki ve hakları ile görevlerini sürdürmelerini öngören hükmü Anayasa Mahkemesinin 19/1/1971 günlü, 1969/48 1971/5 sayılı kararıyle, Anayasa'nın 120 nci ve 12 nci maddelerine aykırı görülerek, iptal edilmiştir. Aynı aykırılık bu kez 1489 sayılı Kanunla da oluşturulmuştur. 1170 sayılı Kanun uyarınca Akademi profesör ve doçentleri kanun yoliyle Üniversite öğretim üyesi yapılırken şimdi bu iş 4936 sayılı Kanun koşullarına bağlı olmaksızın Ege Ünüversitesi Senatosunca düzenlenecek esaslara dayandırılacaktır. Bir yandan da yapılan intibaklar saklı tutulmaktadır. Anayasa'nın eşitlik ilkeleri Akademi profesör ve doçentlerinin ancak 4936 sayılı Kanunda ve ilgili tüzük ve yönetmeliklerde aranan koşullar varsa üniversite öğretim üyesi olabilmelerini gerektirir. Ege Üniversitesi Senatosunun koyacağı istisnaî hüküm ve usullere kimi kimseleri Üniversite üyesi yapma olanağı eşitlik ilkeleri ile bağdaşamaz. Öte yandan olağanüstü bir yolla öğretim üyesi atanması üniversitenin idarî özerkliğinin de ihlâli sonucunu doğuracağından 1489 sayılı Kanunun dâva konusu l inci maddesi aynı zamanda Anayasa'nın 120 nci maddesine de aykırıdır."
188
Esas Sayısı : 2007/91 Karar Sayısı : 2009/25 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran mahkeme, başvuru kararında şu gerekçelere yer vermiştir: "Cezanın caydırıcılığı ve suçlunun topluma uyum sağlayabilmesi, ceza politikasının temel ilkelerinden birini oluşturmaktadır. Bu politikaya etken olacak kriterler ise toplumun suça verdiği önem ve suçun ağırlığı ile yakından ilgilidir. Suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığı ile orantılı olarak ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunmalıdır. Ceza ve güvenlik tedbirlerinin işlenen suçun ağırlığı ile orantılı olmadığı durumlarda kişi hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği, kamu düzeninin bozulduğu, toplum barışının ortadan kalktığı ve herkesin kendi hakkını kendisinin aldığı ortamlar doğurur ve devletin anayasal görevi de bu tür olumsuzluklara sebebiyet verecek faktörleri ortadan kaldırmaktır. Devletin bu yöndeki görevleri Anayasa'nın 2. maddesinde sayılan hukuk devleti olmasının gereğidir. Bütün bu ilkeler ceza kanununun temel amacı olup dayanağını Anayasadan almaktadır. Yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme Anayasa'nın 17. maddesinde teminat altına alınmıştır. Yine Avrupa insan hakları sözleşmesinin 2. maddesinde herkesin hayat hakkı yasanın koruması altındadır. Bu bağlamda devlet caydırıcı etkiye sahip etkili ceza hükümlerine yer vermek zorundadır. 5237 sayılı kanunda adam öldürme suçları ile ilgili 81. maddede öngörülen müebbet hapis cezasından, yine aynı kanunun 29. maddesinde düzenlenen tahrik sebebiyle yapılan indirimler fahiş olduğu, 29. maddede düzenlenen indirim oranlarının, gerek kanunun bütünlüğü içinde verilen cezanın caydırıcılığı, gerekse yasa koyucunun amacı ile uyuşmadığı dolayısıyla Anayasanın 2 ve 17. maddelerine doğrudan aykırı olduğu kanaatindeyiz.(...) Tahrikin çok hafif kaldığı durumlarda dahi ceza müebbet hapis cezasından 18 yıla düşmektedir. Oysa tahrik olmayan durumlarda ceza müebbet hapis cezasında kalmaktadır. İnfaz yasası açısından müebbet hapis cezasında şartlı tahliye için geçmesi gereken süre 24 yıl iken hafif tahrik durumunda 18 yıl ceza verildiği takdirde şartlı tahliye 12 yılda tamamlanmaktadır ki hafif bir tahrikin cezalarda bu kadar fahiş derecede indirim meydana getirmesi hakkaniyete uygun değildir. (...). 5237 sayılı Kanunu'nun tahrik hükümlerini düzenleyen 29. maddesinin Anayasa'nın başlangıç hükümlerinden ikinci maddesine (hukuk devleti) "herkes kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir" hükmünü içeren 12/1. maddesine, "herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir" hükmünü içeren 17/1. maddesine, "herkes kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir" hükmünü içeren 19/1. maddesine aykırı olduğu fikriyle açıklanan sebeplerden dolayı, iptali istenen maddenin bir yasa hükmü olarak Anayasa'nın ruhuna da aykırı olduğu kanaatine varılmıştır.""
369
Esas Sayısı : 2002/170 Karar Sayısı : 2004/54 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Sivas'taki Askeri Mahkeme önünde açılan bir kamu davasıyla sanık hakkında ceza talep edilmiş, savunma mahkemeyi reddetmiş, mahkeme tarafından mahkumiyet hükmü verilmiş, hüküm temyiz edilmiş ve Askeri Yargıtay aşamalarından sonra Daireler Kurulunda mahkeme kurulunun tarafsızlığına ilişkin istemin reddedilmesi usul kanununa aykırı görülerek hüküm bozulmuş, Sivas'taki Askeri Mahkeme Yüksek Askeri Yargıtay'ın bu kararına uymuş, ancak 353 sayılı Yasanın 29 ncu maddesi uyarınca davanın nakli prosedürünü başlatarak bu noktada bir karar verilmesi için dava dosyasını Askeri Yargıtay'a göndermek yerine (teknik olarak yetkisizlik kararı olduğunda bir tereddüt olmayan) bir görevsizlik kararı ile (ve 353 sayılı Yasada herhangi bir dayanağı bulunmaksızın) dava dosyasını Malatya'daki Askeri Mahkemeye göndermiş, bu mahkeme de kendisini yetkisiz kabul ederek yetkili mahkemenin tespiti amacıyla dava dosyasını Askeri Yargıtay'a tevdii etmiş, ancak Askeri Yargıtay tarafından taraflardan birinin itirazı olmaksızın askeri mahkemece kendiliğinden yetkisizlik kararı verilemeyeceği gerekçesi ile Malatya'daki Askeri Mahkemenin yetkisizlik kararı kaldırılmıştır. Konu ile ilgili görülen Anayasa maddeleri şunlardır. Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Madde 11: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Madde 37: Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağan üstü merciler kurulamaz. Aşağıdaki değerlendirmelerde atıfta bulunacağı için konuyla ilgili CMUK maddelerinin incelenmesi de gerekmektedir. CMUK 322: Hükme esas olarak tespit edilen vakıalara tatbikinde kanuna muhalefet edilmesinden dolayı o hüküm bozulmuş ise ... işi yeniden tetkik ve hükmolunmak üzere hükmü bozulan mahkemeye gönderir... CMUK 17: Sanığın talebi üzerine yetkisizlik kararı, iddianamenin okunmasından evvel verilir. İddianamenin okunmasından sonra yetkisizlik iddiasında bulunulamayacağı gibi mahkeme dahi bu husus da resen karar veremez. Anayasanın 37 nci maddesi "kanuni hakim" ve "tabii hakim" konularını düzenlemektedir.Esas Sayısı : 2002/170 Karar Sayısı : 2004/54 2 "Tabii Hakim" kavramı, yargılanacak nizanın meydana geldiği anda yürürlükte bulunan, kanunun öngördüğü yargı mercii demektir. Yani bir niza ancak kanunun tabi kıldığı yargılama mercii önüne götürülebilir, hangi mahkemenin görev ve yetkisine giriyorsa o mahkemenin çözüme bağlaması gerekir. Artık ceza yargılaması hukukun vazgeçilmez bir prensibi durumunda olan tabii hakim ilkesinin uygulanması için Anayasamız ve yasalar sistemimiz pek çok kurum ve kavramı kabul etmiş ve düzenlemiştir. Uyuşmazlık mahkemesinin mevcudiyeti, ceza usul yasalarında düzenlenen görev, yetki, hakimin yasaklılığı, hakimin reddi, davanın nakli ilk akla gelen kurum ve kavramlardır. Bu ilkenin ve bu ilke uyarınca kurulan kurum, konulan kavramların temel amacı da adil bir ceza yargılamasının gerçekleştirilmesidir. Anayasa yapıcının, yasama organının, yürütmenin, idarenin ve doğal olarak yargının bu yöndeki tüm gayreti, sanığın tabii hakimi önünde yargılanmasını sağlamaktır. Ancak, 353 sayılı Yasanın 32 nci maddesi, bu yöndeki gayretin önünde engel mahiyettedir. Tarafların talebi veya itirazı olmaksızın pek çok işlemi, yapabilen (örneğin delil toplayabilen, tutuklama kararı verebilen, tanık dinleyebilen, keşif yapabilen, davada uygulanacak yasa maddesinin Anayasa'ya aykırılığı talebini Anayasa Mahkemesine sunabilen, ...) askeri mahkeme, bir davada yetkili olup olmadığını inceleyebilmek için tarafların itiraz veya talebine muhtaç durumda kalmaktadır. Yüksek Askeri Yargıtay'ın bu madde ile ilgili içtihadı yıllar içinde aynı yöndedir. Ancak adliye mahkemelerinin uygulamakta olduğu CMUK un konuyla ilgili düzenlemesi, farklı yöndedir. Konuyu düzenleyen CMUK 17 bütün olarak değerlendirildiğinde, mahkemenin, tarafların itiraz veya talebine bağlı olmaksızın, iddianamenin okunmasından önce yetkisizlik kararı verebileceği sonucuna ulaşılmaktadır. (Ceza Muhakemesi Hukuku KUNTER Nurullah İstanbul 1989 sayfa 401, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ÇAĞLAYAN M. Muhtar Ankara 1980 Cilt 1 Sf 203) CMUK 17 nci maddesinin ikinci cümlesi, iddianame okunduktan sonra mahkemenin kendiliğinden yetkisizlik kararı verebilmesini yasaklarken, kullandığı dahi eki ile, bu yasağın iddianamenin okunmasından önce var olmadığını, mahkemenin bu halde, kendiliğinden yetkisizlik kararı verebileceğini belirtmektedir. İlk bakışta bu iki ceza usul yasasının birbiri ile çelişik olduğu ve ortada Anayasaya aykırılık bulunmadığı gibi bir görüş ileri sürülebilir ise de, Anayasanın 145 nci maddesinde askeri ceza yargısının düzenlendiği, ve bu maddeye göre, adli yargı ile askeri ceza yargısı arasında bu konudaki temel farklılığının "askerlik hizmetlerinin gerekleri" olduğu ve yetki hususunda askeri mahkemece kendiliğinden bir karar verilebilmesi için tarafların talep veya itirazına ihtiyaç duyulmasının hiç bir askeri hizmet gereği ile açıklanamaz olması gerçeği karşısında, böyle bir görüşe iştirak etmek mümkün değildir. Dolayısıyla 353 sayılı Yasanın 32 nci maddesi Anayasanın 37 nci maddesine aykırıdır, sanığın tabii hakimine ulaşması için askeri mahkemeyi tarafların rıza ve talebine muhtaç bırakmaktadır ve eğer bu talep veya itiraz gerçekleşmez ise askeri mahkemenin yetki konusunda bir karar vermesine engel olucu mahiyettedir.Esas Sayısı : 2002/170 Karar Sayısı : 2004/54 3 353 sayılı Yasanın 32 nci maddesi bu hali ile Anayasanın 2 nci maddesinde düzenlenen ve devletimizin bir hukuk devleti olduğunu belirten kurala da aykırıdır. Anayasa Mahkemesinin istikrarlı içtihadına göre "Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren bu hakları koruyucu, adaletli bir düzen kurup sürdürmekle kendisini yükümlü sayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir. Böyle bir düzenin kurulması yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem ve eylemlerin hukuk kuralları içinde kalması temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye bağlanması ile olanaklıdır." 353 sayılı Yasanın ortaya koyduğu düzenleme, tabii hakime ulaşmak yönündeki bir gayreti engellemekle, hukuk devleti fikrinin gerçekleşmesine de engel olmaktadır ve bu hali ile de Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen ve devletimizin hukuk devleti olduğunu belirten kuralı ihlal etmektedir. Yine 353 sayılı Yasanın 32 nci maddesi ortaya koyduğu bu düzenleme ile kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı yönündeki Anayasanın 11 nci maddesine de aykırıdır. İptali talep edilen diğer yasa maddesi ise 353 sayılı Yasanın 220 nci maddesinin 1 nci paragrafının son cümlesidir. Bu hükümle askeri mahkemelerin Askeri Yargıtay da herhangi bir daire tarafından yetki ve göreve dair verilen karara karşı direnme hakkının bulunmadığı düzenlenmektedir. Yukarıdaki maddede açıklandığı üzere tabii hakim ilkesi artık ceza yargılaması hukukumuzun vazgeçilmez bir prensibidir. Tabii hakime ulaşmak yönündeki her türlü gayret ve çaba desteklenmeli, yol açık olmalıdır. Askeri mahkeme yetki noktasında verdiği bir kararı bozan Askeri Yargıtay Dairesinin kararına karşı direnebilmeli ve böylece bir manada son sözün sahibi olan Askeri Yargıtay Daireler Kurulu önünde kararını ve fikrini tartışabilmelidir. Örneğin bu davada, Askeri Yargıtay Dairesi tarafından verilen karar metninde geçen ve Sivas'da bulunan Askeri Mahkemenin görevsizlik (yetkisizlik) kararını, usule uygun olmamakla birlikte özü itibarıyla hukuka uygun bulan fikir, tartışmaya açıktır. Eğer 353 sayılı Yasanın 29 ncu maddesi uyarınca davanın nakli prosedürü başlatılmış olsaydı, Askeri Yargıtay öncelikle davanın nakli gerekip gerekmediği konusunu çözümledikten sonra, eğer olumlu sonuca ulaşırsa, davayı hangi mahkemeye göndereceğine de karar verecekti. Böyle bir halde görevlendirilecek mahkeme, yine 2 nci Ordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi olabileceği gibi, başka bir mahkeme de olabilecektir. Davanın mağdurunun Sivas'daki görevinden ayrılıp, emekli de olduğu gözetilerek, davanın nakline yer olmadığına dahi karar verilebilecektir. Bütün bu fikirlerin Askeri Yargıtay Daireler Kuruluna sunulabilmesi imkanı dahi bulunmamaktadır. CMUK düzenlemesinde böyle bir engel yoktur. Askeri Ceza Yargılamasında böyle bir engelin mevcudiyetini hukuka uyarlı gösterecek askeri hizmet gereği bulunmadığı değerlendirilmektedir.Esas Sayısı : 2002/170 Karar Sayısı : 2004/54 4 Dolayısıyla ve sonuç olarak, 353 sayılı Yasanın 220 nci maddesinin 1 nci paragrafının son cümlesinin de yine yukarıda diğer madde için ileri sürülen gerekçeler ile Anayasanın 2, 11 ve 37 nci maddelerine aykırı olduğu değerlendirilmektedir SONUÇ VE TALEP Yukarıdan beri açıklanan görüş ve gerekçeler ile 353 sayılı Yasanın 220 nci maddesinin 1 nci paragrafının son cümlesi ve aynı Yasanın 32 nci maddesinin Anayasanın 2, 11 ve 37 nci maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesini, Saygıyla arz ederiz.""
1,224
Esas Sayısı : 1996/53 Karar Sayısı : 1996/31 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin iptal istemiyle ilgili gerekçesi aynen şöyledir: "Sanığın suç tarihinde mağdureyi rızası ile kaçırıp alıkoyduğu yine rızası ile ırzına geçerek kızlığını bozmaktan dolayı soruşturma yapıldığı bu soruşturmanın devamı sırasında mağdure ile sanığın 20.6.1996 tarihinde evlendikleri bu evlenmelerinden sonra sanıkhakkında Nevşehir Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 24.6.1996 tarih ve 1996/491 sayılı iddianamesi ile dava açılmıştır. Sanık hakkında düzenlenen iddianamede mağdure ile evlenmiş olması sebebiyle TCK'nun 434/1. md. gereğince davanın teciline karar verilmesi talep edilmiştir. Mahkeme yargılama aşamasında sanık hakkında bir karar verme cihetine gitmesi halinde sanık hakkında TCK'nun 434/2 md. uygulanması gerekecektir. Dolayısı ile TCK'nun 434/2 md. mahkemenin bu dava sonunda uygulanması gereken kanun maddesi olup buna dayanarak Anayasa Mahkemesi nezdinde iptal istemine konu teşkil etmiştir. TCK'nun 434/1. md. gereğince cezanın teciline karar verilmesi halinde sadece erkek tarafından zaman aşımı süresi içinde haksız bir sebeple meydana getirilmiş bir boşanma hükmü mevcut ise takibatın yenileneceği hükmünü taşımaktadır. Buna karşılık boşanma hükümlerini gösteren Türk Medeni Kanununun yeniden yapılan değişiklikleri sonucunda 134. maddede boşanma sebebi olarak kabul edilen evlilik birliğinin sarsılması veya müşterek hayatın yeniden kurulamaması sebebiyle boşanma davasının eşlerden her biri tarafından açılabileceği ayrıca evlilik en az bir yıl sürmüş ise eşlerin birlikte başvurması ya da bir eşin diğerinin davasını kabul etmesi halinde evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılmış boşanma kararı verilebileceği hükümlerini taşımaktadır. Bir tarafta Türk Ceza Kanununun 434/2 md. gereğince zaman aşımı süresi içinde boşanmamaya gayret göstermesi gereken erkek tarafına Medeni Kanunun 134. md. gereğince en az bir yıl evlilikten sonra temelinden sarsıldığı kabul edilen evlilik birliğinin yürütme gibi aile ve kamu düzenini bozan bir sınırlama getirilmiştir. Bu sınırlamaya Medeni Kanunun 134. md gereğince çocuklara da uygulanma ve hakim tarafından değişiklik yapma hakkı tanınmıştır. Yine 134. md son fıkrası gereğince reddine karar verilen boşanma talebinin kesinleşmesinden itibaren her ne sebeple olursa olsun müşterek hayat yeniden kurulamamışsa 3 yıl geçmesi halinde eşlerden birinin talebi üzerine boşanmaya karar verileceği belirtilmiştir. Yukarıda açıklanan gerekçeye göre bu hakkı davası tecil edilen sanığın kullanması TCK'nun 434/2 md gereğince önlenmiştir. Türkiye Cumhuriyet Anayasası'nın 2. md "Türkiye Cumhuriyeti ... Demokratik, Lâik ve Sosyal bir hukuk devleti" denilmektedir.Esas Sayısı : 1996/53 Karar Sayısı : 1996/31 2 Yine Anayasanın 10. maddesinde herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır. Yukarda belirtilen Anayasanın maddeleri karşısında iptali istenen TCK'nun 434/2 maddesi cezası evlenme sebebiyle tecil edilen erkek sanık için kendisine Medeni Kanunca tanınan hakları kullanmasına engel teşkil etmektedir. Medeni Kanun hükümleri gereğince Anayasada konulan hakları kullanması kendisine tevdi edilen kişi Türk Ceza Kanunu hükümleri gereğince bu hakkından yararlanamamakta ve 2 yasa maddesi birbirine çelişki teşkil etmektedir. Bu sebeple Anayasanın 2. ve 10. md aykırı olan TCK'nun 434/2 md Anayasaya aykırılık hususunun incelenmesi yönünden itirazen iptal talebimizin kabulü ile bu maddenin uygulamadan kaldırılmasına karar verilmesi saygı ile arz ve talep olunur.""
495
Esas Sayısı : 2009/90 Karar Sayısı : 2011/47 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: ' (') 4.10.2008 günlü ve 27014 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Teşkilatı ve Personelinin Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 14. maddesi ile anılan Yönetmeliğe eklenen Geçici 3. maddenin, aynı Yönetmeliğin 15. maddesinin iptaline ve yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmesi istemiyle Başbakanlık ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanlığı'na karşı açılan davada; davacının, dava konusu Yönetmeliğin dayanağını oluşturan 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun 9. maddesinin birinci fıkrasının; Anayasa'nın 7. ve 123/1. ve 128/2. maddelerine aykırılığı iddiasıyla dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine karar verilmesi istemi incelendi: 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun 'Kurum Personelinin statüsü, atanma usulü ve özlük hakları' başlıklı 9. maddesinin birinci fıkrasında; 'Kurumun hizmet birimleri; Kurum görev ve yetkilerinin gerektirdiği sayıda daire başkanlıkları şeklinde teşkilatlanmış ana hizmet birimleri, danışma birimleri ve yardımcı hizmet birimlerinden oluşur. Kurumun hizmet birimleri ile bunların görev ve sorumlulukları, kadro unvanları ve sayıları Kurul'un önerisi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.' hükmü yer almıştır. 19.1.2002 günlü, 24645 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Teşkilatı ve Personelinin Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliğin 'Kapsam' başlıklı 2. maddesinde; 'Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'nun teşkilatı, hizmet birimleri ve bu birimlerin görev ve sorumlulukları, kadro unvan ve sayıları, personelin ücret ve mali hakları ile sosyal güvenlik hakları ve durumları bu Yönetmelikte düzenlenmiştir.' hükmüne, 'Dayanak' başlıklı 3. maddesinde; 'Bu Yönetmelik 20.2.2001 günlü, 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun 9. maddesine dayanılarak hazırlanmıştır.' hükmüne, 'Kadro, Unvan ve Sayıları' başlıklı 22. maddesinde; 'Kurum asli ve sürekli hizmetlerinin yürütülebilmesi için gerekli kadrolara ait unvanlar ile sayılarına ekli I sayılı cetvelde yer verilmiştir. Kadro, unvan ve sayılarının kurum hizmet birimleri itibariyle dağılımını yapmaya Kurul yetkilidir. Kurumun uzmanlık gerektiren hizmetlerinde, Kurul kararıyla ve sayıları 50'yi geçmemek üzere sözleşmeli yerli ve yabancı uzman istihdam edilir.' hükmüne yer verilmiş, ekli (I) sayılı cetvelde kadro unvan ve sayıları belirlenmiştir. 4.10.2008 günlü, 27014 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan yukarıda belirtilen Yönetmelikte değişiklik yapılmasına dair Yönetmeliğin 14. maddesi ile anılan Yönetmeliğe eklenen Geçici 3. maddede; 'Bu Yönetmeliğin yayımlandığı tarihte Büro Görevlisi kadrosunda bulunanlar başka hiç bir işleme gerek kalmaksızın Yönetim Görevlisi kadrosuna atanmış sayılırlar. Kadrosu kaldırılmış olanlar ise, durumlarına uygun münhal kadrolara atanırlar.' hükmü düzenlenmiş, 15. maddesinde; 'Aynı Yönetmeliğin eki (I) sayılı cetvel ekte yer aldığı şekilde değiştirilmiştir.' hükmü ile ekli (I) sayılı cetvelde kadro unvan ve sayıları belirlenmiştir. 4628 sayılı Yasayla oluşturulan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'nun çalışma usul ve esasları aynı Yasayla belirlenmiştir. Yasayla kurulmuş kamu tüzel kişisi olan Kurumun hizmet birimlerinin ve bu birimlerin kadro unvan ve sayılarının da yasayla belirlenmesi gerekirken yönetmelik ile düzenleneceği yolunda hüküm getiren 4628 sayılı Yasa'nın 9.Esas Sayısı : 2009/90 Karar Sayısı : 2011/47 2 maddesinin birinci fıkrasının Anayasa'nın 7., 123. maddesinin birinci fıkrası ve 128. maddesi ikinci fıkrasına aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin 20.11.2003 günlü, E:2002/32, K:2003/100 sayılı kararı ile 4733 sayılı Yasa ile oluşturulan Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu'nun hizmet birimleri ile bunların görev ve sorumlulukları, kadro unvanları, sayıları ve kurum personelinin emeklilik statülerinin belirlenmesi açısından durumu, kurumların önerisi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle ile düzenleneceğine ilişkin 9. maddesinin A bendinin 2 numaralı alt bendi Anayasa'nın 7 nci maddesine, 123. maddesinin birinci fıkrasına ve 128. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı görülerek iptal edilmiştir. Bir davaya bakmakta olan Mahkemenin, taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık savının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki sav ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince, 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun 9. maddesinin birinci fıkrasının iptali ve yürütmesinin durdurulması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 9.10.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'"
628
Esas Sayısı : 2016/178 Karar Sayısı : 2016/171 1 31/1/2012 tarihli ve 6273 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı şekilde değiştirilen ve daha sonra 15/7/2016 tarihli ve 6273 sayılı Kanunun 63 üncü maddesiyle değiştirilen 5941 sayılı Kanunun (Değişik 15/07/2016 6728/63 md) 5 inci maddesi ile: Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanuni ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikayeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, binbeşyüz güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Ancak, hükmedilecek adli para cezası; çek bedelinin karşılıksız kalan miktarı, çekin üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanuni ibraz tarihinden itibaren işleyecek 3095 sayılı Kanuna göre ticari işlerde temerrüt faizi oranı üzerinden hesaplanacak faiz ile takip ve yargılama gideri toplamından az olamaz. Mahkeme ayrıca çek düzenleme ve çek açma yasağına, bu yasağın onanması halinde devamına hükmeder. Yargılama sırasında da resen mahkeme tarafından koruma tedbiri olarak çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına karar verilir. Çek düzenleme ve çek açma yasağı çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi, bu tüzel kişi adına çek keşide edenler ve karşılıksız çekin bir sermaye şirketi adına düzenlenmesi durumunda ayrıca yönetim organı ile ticaret siciline tescil edilen şirket yetkilileri hakkında uygulanır. Koruma tedbiri olarak verilen çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararlarına karşı yapılan itirazlar bakımından 09/06/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 353. maddesinin 1. fıkrası hükmü uygulanır. Bu suçtan dolayı açılan davalar icra mahkemesinde görülür ve İcra ve İflas Kanununun 347. 349, 350. 351,352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanır. Bu davalar çekin tahsili için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da hesap sahibinin yahut şikayetçinin yerleşim yeri mahkemesinde görülür denilmektedir. Yukarıda zikredilen kanun maddesine göre çekle ilgili olarak karşılıksız işlemin yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında 1500 güne kadar adli para cezasına hükmolunacağı ve buna ilişkin yargılamanın da icra mahkemesinde görüleceği hükme bağlanmıştır. İcra mahkemesinin temel olarak hukuk mahkemesi olarak yapılandırılarak sınırlı ve şekli yargılama yetkisi olduğu, icra ceza suçlarının ise ancak hapis tazyiki mahiyetinde olup belge üzerinden yargılama yapıldığı kaldı ki söz konusu icra ceza suçlarının tekerrür ve sabıkaya esas olmayacağı, dolayısıyla karşılıksız çeke ilişkin verilen adli para cezasının yargılama usulünün icra mahkemesinde görülmesinin kişilerin anayasada vücut bulan savunma hakkını açıkça zedeler mahiyette olduğu, karşılıksız çeke ilişkin verilen adli para cezasının hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte va da müstakil olarak Türk Ceza Kanununda düzenlendiği, yine Türk Ceza Kanununa göre doğrudan verilen adli para cezalarının ertelenemeyip ve her gün karşılığı 100,00TL üzerinden hapis cezasına çevrildiği, bu hususun genel hükümlere tabi genel mahkemeler tarafından yargılamasının yapılmasının kişilerin teminatı için anayasal bir güvence olduğu, kaldı ki İcra ve İflas Kanunun 347 349 350 351 352 ve 353. maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümlerin de bu suçlara uygulanacağı göz önüne alındığında, İcra ve İflas Kanununun 353 inci maddeye ilişkin itiraz başlıklı hükümde kanun yolu olarak istinaf ve temyiz usulünün uygulanmayıp aynı seviyedeki diğer icra mahkemesine itirazın öngörülmüş olması verilen hükme karşı erteleyeceği ve aktarıcı kanun yollarının da açılmamış olması açıkça savunma hakkını da ortadan kaldırır mahiyettedir. Anayasanın 36 ve 37. maddelerinde tanımlanan hak arama hürriyeti ve kanuni hakim güvencesi prensipleri bakımından: şekli yargılama hukuku içerisinde sınırlı inceleme yaparak belgeye dayalı karar veren icra mahkemesince, maddi gerçekliği kuşkudan ari bir şekilde tespitEsas Sayısı : 2016/178 Karar Sayısı : 2016/171 2 edecek ceza mahkemesinin bu faaliyeti sonucu vicdani kanaatinin hasıl olması halinde verilebilecek normatif değerlendirmeye vasıl olunabilmesi, yargılama prosedürünün doğasındaki sınırlılık ve farklılık dolayısıyla mümkün olamayacağı için cezai tehdit altındaki sanık indinde etkili hak arama özgürlüğünü kısıtlayıcı mahiyet taşıdığı sonuç ve kanısına binaen Anayasanın 36. ve 37. maddelerine aykırı yasal düzenleme olan ilgili kanun maddesindeki çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına yönelik suçlardan dolayı açılan davaların icra mahkemesinde görülmesi ve İcra ve İflas Kanununun 347, 349, 350, 351, 352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanarak icra mahkemelerinde görülmesine ilişkin hususunun iptali talebi hasıl olmuştur. NETİCE İ TALEP: Yukarıda arz ve izah edilen sebepler dairesince ve diğer amiller re sen dikkate alınarak mahkemenizce, ilgili kanun maddesinde geçen ve Anayasaya aykırı olan çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına yönelik suçlardan dolayı açılan davaların icra mahkemesinde görülmesi ve İcra ve İflas Kanununun 347, 349. 350. 351, 352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanarak icra mahkemelerinde görülmesine ilişkin hususunun iptal edilmesini saygıyla talep ve dava ederiz.
724
Esas Sayısı : 2000/38 Karar Sayısı : 2003/66 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "...Sanıkların eylemlerinin 551 sayılı markalar yasasına aykırılık teşkil ettiği iddia edilerek haklarında mahkememize kamu davası açılmıştır. Dolayısı ile sanıkların eylemleri 551 sayılı markalar yasası ve bu yasanın cezai hükümlerini kaldıran, cezalarla ilgili yeni yaptırımlar koyan 556 sayılı K.H.K. ve bunda değişiklik yapan 4128 sayılı yasa hükümleri uygulanacaktır. 12.3.1965 tarihinde yürürlüğe giren 551 sayılı markalar yasasının ceza hükümleri dışındaki maddeleri 24.6.1995 gün 556 sayılı markaların korunması hakkı da K.H.K.'nın 82. maddesi yürürlükten kaldırılmış, ceza hükümleri ile ilgili maddeleri 3.11.1995 tarihinde yürürlüğe giren 4128 sayılı yasanın 5. maddeleri ile 556 sayılı K.H.K.'ye eklenen 61/A maddesi ile yeni ceza hükümleri konulmuştur. 7.11.1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 9. maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin vereceği yetkiye göre Bakanlar Kurulu'na bazı hallerde yasa gücünde kararname çıkarma olanağı tanınmıştır. Yasa çıkarılmasının zaman bakımından güçlüğü dikkate alınarak Devletin acil ve önemli işlerinin görülmesi için Yasa Koyucu öyle bir yol benimsemiştir. Ancak zaman zaman bir çok konuda düzenlemelerin Yasa Gücü de Yasa yolu ile düzenlendiği görülmektedir. Anayasamızın 7. maddesine göre Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir. Devredilemez. Yine anayasamızın 38. maddesinin 3. fıkrasında "Ceza ve Ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konur." hükmünü taşımaktadır. Bu düzenleme suçların ve cezaların yasallığı ilkesinin sonucudur. Öte yandan Türkiye Büyük Millet Meclisinin Görev ve Yetkilerini düzenleyen Anayasa7nın 87. maddesinin de; Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmakta meclisin görevleri arasında sayılmıştır. Her ne kadar 556 sayılı K.H.K.'ye cezai hükümler yasa ile eklenmişse de; bu durum normlar hiyerarşisine uygun olmadığı gibi 551 sayılı yasanın Bakanlar Kurulu kararı ile çıkarılan K.H.K. ile yürürlükten kaldırılması Anayasa'nın 7., 38. ve 87. maddelerine aykırıdır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu 4250 sayılı ispirto ve ispirtolu içkileri Tekeli hakkında yasanın cezai hükümlerini düzenleyen 31. maddesinin 560 sayılı K.H.K. ile kaldırılmasının Anayasanın 7., 38. ve 87. maddelerine aykırı olduğu gerekçesi ile 31. maddesinin halen yürürlükte bulunduğuna karar vermiştir. (Yargıtay Ceza Kurulu 2.6.1998 gün 1998/7 135 200 sayılı kararı Yargıtay Kararları Dergisi Cilt: 24, Sayı: 11 Sahife: 1668) Bu neden ve açıklamalar karşısında belirtilen K.H.K. ve buna eklenen yasa maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerekmiştir..."."
357
Esas Sayısı : 2019/11 Karar Sayısı : 2019/86 ... Anayasanın 21. maddesinde konut dokunulmazlığı güvence altına alınmış olup, menfi tespit davasında davacının ileri sürdüğü iddialarının ciddi olması ve yaklaşık delillerle hakime kanaat vermesine rağmen İİK 72/3 maddesindeki sert ve ölçüsüz düzenleme nedeniyle hakim tedbir kararı veremeyecek ve anayasayla güvence altına alınan konut dokunulmazlığı, icra takibi durdurulamadığı için cebri icra yolu ile ihlal edilmiş olacak, davacı davasını kazanmış olsa bile telafisi imkansız zarara ve itibar kaybına yol açabilecektir. Yine aynı şekilde Anayasanın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı, 36. maddesindeki adil yargılanma hakkı, 40. maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin korunması, 41. maddesindeki Ailenin Korunması, icra takibi davacı iddiasının ciddiliği ve yaklaşık ispat kurallarına rağmen tedbir yolu ile durdurulamadığı için cebri icra nedeniyle devlet eli ile ihlal edilebilecek, belki boş bir senedin anlaşmaya aykırı şekilde yüklü miktarda doldurularak haksız yere takibe konulması ile aile ve çocuklar anayasa ile korunan hakları zedelenecektir. Ayrıca Anayasanın 125/5 maddesi kapsamında İcra daireleri eliyle yapılan cebri icra işlemlerinin tedbir yolu ile durdurulamaması da anayasanın bu hükmüne aykırılık teşkil edecektir. İİk 72/2 ve 72/3 maddesinde icra takibi açılmadan önce açılacak menfi tespit davaları ile icra takibi açıldıktan sonra açılacak menfi tespit davaları arasında bu şekilde ayırım yapılmış olmasının davacının anayasa ile güvence altına alınan söz konusu haklarını orantısız olarak müdahale imkanı sağlayacaktır. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; İİK 73/3 maddesi gereği icra takibi açıldıktan sonra açılan menfi tespit davasında hakim tarafından tedbir yoluyla takibin durdurulmasına karar verilemeyeceği, bu düzenlemenin Anayasanın 21, 35, 36, 40, 41 ve 125/5 maddelerine aykırı olduğu değerlendirildiğinden Anayasanın 152. maddesi ve 2949 sayılı Yasanın 28. maddesi uyarınca İİK 72. maddesinin 2. fıkrasının ilk cümlesindeki icra takibinden önce açılan ve 3. fıkrasının tamamının anayasaya aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesi arz olunur.
289
Esas Sayısı : 1994/80 Karar Sayısı : 1995/27 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme kararının iptal istemine gerekçe oluşturan bölümde aynen şöyledir: "Vergi hukukumuza egemen olan temel ilkeler özellikle 1982 Anayasasının 73. maddesinde yer almış ve anılan maddenin ikinci fıkrasında da vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımının maliye politikasının sosyal amacı olduğu belirtilmiştir. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı ilkesi, 1982 Anayasası'nın 2. maddesinde anlatımını bulan sosyal hukuk devleti ilkesinin de doğal bir sonucudur. Sosyal hukuk devleti öncelikle hukukun egemen olduğu ve vatandaşların hukuki güvenliğe sahip bulunduğu, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yeni sosyal adaleti ve böylece toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlettir. Anayasa Mahkemesine göre "çağdaş uygarlık görüşüne ve Ana yasanın temel yapı ve felsefesine göre, gerçek hukuk devleti ancak toplumsal devlet anlayışı içinde ise anlam kazanır." Anayasa'nın 73/11. maddesinde yeralan ilke ile, devletin vergilendirme alanında sosyal ödevlerini gözönünde tutması gereğine işaret edilmekte ve vergi adaletinin gerçekleştirilmesi yolu ile sosyal adaleti sosyal yararı sağlamak, ekonomik ve sosyal dengeyi oluşturmak, Anayasa'nın devlete yönelttiği ödevler arasında yeralmaktadır. Yukarıda uyuşmazlık konusu olaya ilişkin maddeleri açıklanan ve 3986 sayılı yasa ile getirilen ekonomik denge vergisine baktığımızda, kazanç ve iratlarını, yıllık, münferit ve özel beyanname ile beyan eden gelir veya kurumlar vergisi mükelleflerinin ki olayımızda kurumlar vergisi yükümlüsü sözkonusudur 1994 takvim yılında vermeleri gereken yıllık, özel veya münferit beyannamelerdeki matrahlar üzerinden % 10 oranında alınacağı belirtilmiş ve yükümlünün kurumlar vergisine ilişkin olarak beyan ettiği matrah üzerinden ekonomik denge vergisi tahakkuk ettirilmiştir. İşbu yasal düzenleme sonucu gelir veya kurumlar vergisi beyannamelerinde kazanç beyan edenler ekonomik denge vergisini ödeyecekler arasındadır. Sözkonusu vergi, gelir veya kurumlar vergisine ilişkin olarak beyan edilen matrahlar üzerinden % 10 oranında alınacağından gelirlerini düşük beyan edenler ya da gizleyenler daha kazançlı durumda olacaklar zira düşük veya gizlendikten sonra beyan edilmiş gelirleri üzerinden ekonomik denge vergisi ödeyecekler, zarar beyan edenler ise 3986 sayılı Yasanın (4 g) bendi saklı olmak koşuluyla bu vergiyi ilk elde hiç ödemeyeceklerdir. Bu durum Anayasa'nın 73/11. maddesinde yeralan maliye politikasının sosyal amacına yani vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımına aykırılık teşkil ettiği gibi, "herkes.... vergi ödemekle yükümlüdür." biçiminde anılan Anayasa maddesinin ilk fıkrasında (73/1) düzenlenen ve kısaca verginin genelliği ilkesi olarak nitelendirebileceğimiz kurala da aykırıdır. Bu ilkeler uyarınca, vergi yükünün belirli bireylere veya toplumsal kesimlere yüklenmeyerek yurtta yaşayanların tümüne dağıtılması, vergi yükünün belirli toplumsal kesimler üzerinde özellikle yoğunlaştırılmaması (mali güçle orantılı olarak vergi yükünün dağıtılması ilkesinin gerçekleştirilmesi amacı dışında) gerekmektedir. Oysa Ekonomik Denge Vergisi belli vergi yükümlüleri üzerinde yoğunlaştırılmış ve vergileme tekniğine de aykırı olarak, vergilendirme işleminin sebep unsurunu teşkil eden veEsas Sayısı : 1994/80 Karar Sayısı : 1995/27 2 vergi alacağı ilişkisinin ilk basamağı olan vergiyi doğuran olay, yalnızca gelir veya kurumlar vergisine ilişkin olarak beyan edilen matrahlara bağlanmıştır. Yeni bir vergi adı altında düzenlenmişse de, ekonomik denge vergisi beyan edilen matrahlar üzerinden tahakkuk ettirilen ek bir vergi niteliğindedir. Dava konusu uyuşmazlığın özelliği gereği, kurumlar vergisinde vergiyi doğuran olay yani kurum kazancının elde edilmesi, aynı zamanda Ekonomik Denge Vergisinde de vergiyi doğuran olaydır. Öte yandan, mali gereksinim ya da içinde bulunulan ekonomik koşullar ve piyasa durumu devletin kolay kavranabilir kaynaklara yönelmesi için yeterli bir gerekçe sayılmamalıdır. Ekonomik Denge Vergisi'nde ise, ödeme gücü olan tüm kesim değil, mali idarenin hemen ulaşabileceği beyannameli yükümlüler dikkate alınmıştır. Bu durum bir yönüyle vergi yükümlülerinin hukuka olan güvenini zedeleyecek diğer taraftan hukuki güvenliğin bulunmaması hukuk devleti ilkesine de aykırılık teşkil edecektir. Yukarıda açıklanan gerekçelerle, bir davaya bakmakta olan Mahkemenin taraflardan birinin ileri sürdüğü Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa tarafların bu konuda iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile birlikte Anayasa Mahkemesi'ne başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Yasanın 28/2. maddesi uyarınca, 3986 sayılı Yasa'nın dava konusu olaya ilişkin (1 a) maddesi (kurumlar vergisi mükellefleri), (2 a) maddesi (kurumlar vergisine ilişkin olarak), 4. maddesi ve (4 a) bendi ile (4 g) bendinin; 1982 Anayasası'nın 2. maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesine, 73/1. maddede anlatımını bulan verginin genelliği ilkesine, 73/11. maddede düzenlenen vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı ilkesine aykırı görüldüğünden, 3986 sayılı Yasa'nın yukarıda açıklaması yeralan maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilmiştir.""
670
Esas Sayısı : 2000/57 Karar Sayısı : 2000/30 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesindeki iptal ve yürürlüğün durdurulması gerekçesinde özetle : Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında, TBMM tarafından Anayasa'nın 91. maddesi uyarınca Bakanlar Kurulu'na verilecek KHK çıkarma yetkisinin önemli, zorunlu ve ivedi durumlar için söz konusu olabileceği, 628 sayılı KHK'nin ise bu şartlardan hiçbirisini taşımadığı; anılan KHK'nin konusunun ancak bir kanunla düzenlenmesinin mümkün olduğu; bunun dayanağını oluşturan 29.6.2000 günlü, 4588 sayılı Yetki Kanunu'nun Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildiği, bu durumda anayasal dayanaktan yoksun kalan söz konusu KHK'nin Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 6., 7., 8., 11., 91. ve 153. maddelerine açıkça aykırı olduğu, bu durumdaki bir KHK'nin içeriği yönünden Anayasa'ya aykırı olmasa bile dava açıldığında iptalinin gerektiği; 628 sayılı KHK hakkında yürürlüğü durdurma kararı verilmeyip daha sonra iptal kararı verilmesi durumunda iptal kararının etkisiz kalacağı ve giderilmesi güç zararlara neden olacağı, yürürlüğü durdurma kararı verilmesi halinde ise hukuksal boşluk doğmayacağı belirtilmiştir."
153
Esas No.:1968/5 Karar No.:1968/6 1 "... Hâkimin gerekçesi özeti: Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun yürürlüğe girdiği tarihte sorgu hâkimliği görevi çoğunlukla, hukuk fakültesi mezunu olmayan ve müstantik adını taşıyan kimseler tarafından yapılıyordu. Kanun koyucunun, bu kişilerin yeterli hukuk bilgisine sahip olmadıklarını gözönünde tutarak itiraza konu olan hükme yer vermiş olduğu düşünülebilir. Halbuki bugün adliye teşkilâtında sorgu hâkimliği görevini yapan hemen hemen hiç bîr müstantik kalmadığı gibi, sorgu hâkimlerinin yokluğunda bunlara ait görevlerin mahkeme başkâtiplerine gördürülmesine imkân veren 7188 sayılı Kanundaki hüküm de Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş bulunmaktadır. Öte yandan, meslekte daha az başarılı sayılan hâkimlerin, sorgu hâkimliğine atanmalarını öngören bir kanunun varlığından da söz edilemez. Anayasa'nın 132. maddesinde "hiç bir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz" denilmiştir. Sorgu hâkimlerini de kapsamına alan Anayasa'nın bu hükmünü, hâkimlere, diğer hâkimlerce de emir ve talimat verilemiyeceği şeklinde anlamak gerekir. Sorgu hâkiminin kararını asliye ceza hâkiminin ona maması halinde sorgu hâkimine dâva açma yönünden bir emir ve talimat vermiş olacağından, söz konusu 124. maddenin ikinci fıkrasının Anayasa'nın 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına aykırılığı aşikârdır. Sorgu hâkiminin kararlarını inceleyen asliye ceza hâkimi, dosyayı tümü ile birlikte inceleyip delillere göre sorgu hâkiminin kararını onamak ve onamamak suretiyle dâvayı sona erdireceğinden Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 124. maddesinin ikinci fıkrasını bu dâvada uygulayan bir mahkeme durumundadır ve bu bakımdan itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkilidir. Anayasa'nın 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları İle Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 124. maddesi aynen aşağıya alınmıştır. Madde 132 "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa'ya, kanuna, hukuka ve vicdanî kanaatlarına göre hüküm verirler. Hiç bir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz." "Madde 124 Tevkif ve kefaletle salıverme hakkındaki kararlar selâhiyetli hâkim tarafından verilir. Cumhuriyet Müddeiumumisinin tevkif talebine karşı maznunun mevkuf olmayarak tahkikatının icrasına ve tevkif ve tevkifin istirdadına ve kefaletle salıverme ve muhakemenin men'ine dair sorgu hâkimi tarafından verilecek kararlar mensup olduğu asliye mahkemesi reisi veya hâkiminin tasdikiyle tekemmül eder. Cumhuriyet Müddeiumumisi selâhiyetli olan merciden maznunun tevkifini isteyebilir. Bu merci, red veya kabul hakkında bir karar vermeğe mecburdur.Esas No.:1968/5 Karar No.:1968/6 2 Son tahkikatın açılmasına karar verildikten veya Cumhuriyet Müddeiumumisi tarafından iddianame ile iş mahkemeye intikal ettikten sonra mahkeme reisi dahi acele hallerde aynı selâhiyeti haizdir.""
382
Esas Sayısı : 1998/36 Karar Sayısı : 1998/49 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : "... 3096 sayılı Yasa'nın 3. maddesine ve 3096 sayılı Yasanın 10 uncu maddesine dayanılarak çıkarılan 16.8.1985 tarihli ve 85/9800 sayılı kararname eki yönetmeliğe istinaden 9.10.1991 günlü, 91/2325 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile davacı şirket sözkonusu yönetmeliğin 2 nci maddesinde belirtilen 4 üncü görev bölgesinde (Aydın, Denizli, Muğla) 30 yıl süreyle elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti yapmakla görevlendirilmiş, ancak yine 3096 sayılı Yasanın 3 üncü maddesine dayanarak görevlendirmeye ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı 13.11.1996 günlü, 96/8811sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile iptal edilmiştir. Uyuşmazlığın çözümünde 3096 sayılı Yasanın 3 üncü maddesi uygulanacak "kanun hükmü" niteliğinde bulunduğundan sözkonusu hüküm Anayasa yönünden incelenmesine geçildi. 3096 sayılı "Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti İle Görevlendirilmesi Hakkında Kanun"un "Görevin Verilmesi" başlıklı 3 üncü maddesi "Elektrikle ilgili hizmet vermek üzere kurulmuş olan sermaye şirketlerine: Devlet Planlama Teşkilatının görüşünü havi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının teklifi üzerine, Bakanlar Kurulu, önceden yönetmelikle belli edilmiş görev bölgelerinde elektrik üretim, iletim ve dağıtım tesisleri kurulması ve işletilmesi ile ticaretinin yaptırılmasına karar verebilir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenen çerçeve içerisinde ilgili görevli şirketle sözleşme akdeder" hükmünü içermektedir. Yasanın devam eden maddelerinde üretim, iletim ve dağıtım tesislerinin işletme haklarının görevli şirketlere verilmesine Bakanlar Kurulu tarafından karar verilebileceği, görevlendirme süresi, görevin sona ermesi, tarife esasları, kamulaştırma gibi hususlar düzenlenmiş ve 10 uncu maddesinde de uygulamanın ayrıntıları gerek 3 üncü maddede adı geçen yönetmelik ve gerekse yasa gereğince çıkarılacak uygulama yönetmeliğine bırakılmıştır. Kamu hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesi usullerinden olan imtiyaz usulü, düzenli ve sürekli kamu hizmetlerinin kurulması ve işletilmesinin maliyeti kendisi tarafından karşılanmak ve hizmetten faydalananlardan, belirlenmesinde idarenin etkinliği sağlanan tarife çerçevesinde, ücret tahsil etmek ve bu hizmetle yükümlü tutulmak üzere kar ve zararı kendisine ait olarak özel kişilere gördürülmesi olarak tanımlanabilir. Özel kişilerin elektrik üretim, iletim, dağıtım ve ticareti ile görevlendirilmeleri, elektrik üretim tesisleri kurma ve işletme izni verilmesi ve görev bölgelerindeki tesislerin işletme haklarının görevli şirkete devredilmesinin imtiyaz teşkil ettiği ve bu hizmetlerin gördürülmesinin özel kişilere ancak imtiyaz sözleşmesiyle devredilebileceği Anayasa Mahkemesi ve Danıştay içtihatlarıyla belirlenmiştir. 3096 sayılı Yasa; finansman sorunları veya sosyal, ekonomik ve politik tercihlerin gereklerinden dolayı, tam rekabet piyasası koşulları içerisinde değerlendirilemeyen ve imtiyaz teşkil eden elektrik üretim, iletim, dağıtım ve ticareti işinin özel sektöre gördürülmesine ilişkin bir düzenlemedir.Esas Sayısı : 1998/36 Karar Sayısı : 1998/49 2 Kamu varlıkları satış, kiralama, işletme hakkının devredilmesi, üzerlerinde mülkiyetin gayri aynî hak kurulması ve işin gereğine uygun diğer sözleşmelerle özelleştirilebilir elektrik hizmetlerin 3096 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinde öngörülen şekilde özel hukuk tüzel kişilerine gördürülmesi hizmetlerin özelleştirilmesi, 3 üncü maddeye göre görevlendirilecek şirkete aynı Yasanın 5 inci maddesine göre işletme haklarının devredilmesi ise tesislerin özelleştirilmesi niteliğindedir. Nitekim 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"un 18 inci maddesinde de işletme hakkının devredilmesi bir özelleştirme yöntemi olarak öngörülmüştür. Elektrik hizmetlerinin, görevlendirme kararı, görev sözleşmesi (imtiyaz sözleşmesi), işletme hakkının devredilmesi silsilesiyle özel hukuk tüzel kişilerine gördürülmesi (özelleştirilmesi) prosedüründe Anayasal ilkelere bağlı kalınması zorunludur. Devletleştirmenin tersi bir işlem olan özelleştirmede, devletleştirme için Anayasa'da öngörülen şekilde, yasama organının düzenleme yapması gerekmektedir. Yasama organının bu yetkisini tamamen yürütme organına terketmesine Anayasanın 7 nci maddesi gereğince olanak yoktur. Yasama organı ancak yasada temel kuralları koyarak, yetkinin ölçü ve sınırlarını belirleyerek yürütme organına yetki verebilir. 3096 sayılı Yasanın 1 inci maddesinde "Amaç" başlığı altında getirilen hüküm nedeniyle, Bakanlar Kurulunun 3 ncü maddeye göre bir yabancı şirketi görevlendirme yetkisi bulunmaktadır. Ancak elektrik üretimi, iletimi ve dağıtımı gibi stratejik önemi olan alanlara yabancıların girmesi güvenlik, bağımsızlık ve ekonomik yönlerden sakıncalı olabilir. Zira bu tür hizmetler ülke güvenliği ile yakından ilgilidir. Esasen görevlendirmeyle kamu mülkiyeti yönünden sınırlamalar da getirilmektedir. Oysa yasada yabancı şirketlere bu görevin verilmesi ile ilgili olarak karşılıklılık ilkesi gözetilerek yapılacak uygulama ve sınırlamalara ilişkin bir düzenleme de bulunmamaktadır. Öte yandan, Bakanlar Kurulunca görevlendirilecek şirket belirlenirken Anayasa'nın 167 nci maddesi gereğince tekelleşmenin önlenmesi açısından alınacak tedbirlerle ilgili olarak yasada bir hüküm getirilmemiştir. Görevlendirme sonucu kamu tekelinin yerini özel tekelin alacağı açıktır. Bu durumda devletin karışma olanağı ortadan kalkacağından gerekli önlemler alınmadığında fiyat, kalite v.s. yönünden olumsuzluklar doğabilecektir. Bu itibarla gerçek ve tüzel kişilerin uyacağı koşullar ile devletçe yapılacak gözetim ve denetimin ilke ve yöntemlerinin, uygulanacak yaptırımların yasada belirlenmesi zorunludur. Anılan Yasanın 2 nci maddesi 'kapsam" başlığı altında, bu Yasanın Türkiye Elektrik Kurumu dışında elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti görevinin verilmesi ile sözleşme yapılması, süre, tarife ve görevin sona ermesinin şekil ve esaslarını kapsadığını belirtmekte ise de: elektrik üretim, iletim, dağıtım ve ticaretinin özel kişilere gördürülmesi konusunda sadece yetkilendirmede bulunulmuş, Yasayla belirlenmesi gereken konular yönetmeliğe, Bakanlığın takdirine ve sonuçta uygulamaya bırakılmıştır. Yasada imtiyazın hangi şirkete hangi yöntemle verileceğinin, kamu varlığının değerinin ve karşılığında verilecek imtiyazın oran, usul ve esaslarının tesbitine ilişkin hiçbir hüküm yer almamıştır. Yasanın 3 üncü maddesiyle Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na görevlendirilmesini istediği şirketi Bakanlar Kuruluna teklif etmeEsas Sayısı : 1998/36 Karar Sayısı : 1998/49 3 yetkisi tanınmış, ancak Bakanlığın bu şirketi hangi usul ve ölçütlere göre belirleyeceği konusunda yasada düzenleme yapılmamıştır. Usul ve esasların Yasa'da öngörülmemiş olması yürütme organına geniş bir takdir alanı ve hareket serbestisi tanımakta, özellikle açıklık ve rekabetin sağlanmasında uygulamada sorunlar doğmaktadır. Anılan 3 üncü maddede Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın görevlendirilmiş şirketle Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenen çerçeve içerisinde sözleşme aktedeceği hükmüne yer verilmiş olmasına karşın bu çerçevenin hangi unsurları içerdiği belli edilmemiştir. Sözleşmelere ilişkin usul ve şekil şartları yasada gösterilmemiştir. Oysa bütün bu hususlar aynı zamanda taraflar için bir güvencedir. Bu haliyle Bakanlar Kurulu'nun görevlendirme işleminin hiçbir güvencesi, sonucu ve yaptırımı olmamakta, sorun tamamen sözleşme aşamasına ve Bakanlığın takdirine bırakılmaktadır. Temel esaslara yasada yer vermeyerek elektrik hizmetlerinin imtiyaz usulüyle özel kişilere gördürülmesinin tamamen idarenin takdirine bırakılması Anayasa kuralları açısından kabul edilemez niteliktedir. 3096 sayılı Yasanın 3 üncü maddesine göre görevlendirilecek olan ve daha sonra görevlendirilmiş bu şirkete aynı Yasanın 5 inci maddesine göre görevlendirildiği bölgedeki kurulu ve kurulacak kamu tesislerinin işletme haklarının devredilebilecek olmasına karşın, Yasada ne bedel tesbiti ne de işletme hakkının devrinde uygulanacak ilkelere de yer verilmemiştir. 3096 sayılı Yasa ve anılan Yasanın 3 üncü maddesi ile ilgili olarak yukarıda yapılan değerlendirmeler Anayasa Mahkemesince benzer konularda verilen kararlarda da vurgulanmıştır. (10.9.1994 günlü ve 22047 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 7.7.1994 günlü, E:1994/49, K: 1994/45 2 sayılı karar) (20.3.1996 günlü ve 22586 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 28.6.1995 günlü, E: 1994/71, K: 1995/23 sayılı karar) (24.1.1995 günlü ve 22181 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 9.12.1994 günlü, E: 1994/43, K: 1994/42 2 sayılı karar) (28.1.1995 günlü ve 22185 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 22.12.1994 günlü, E: 1994/70, K: 1994/65 2 sayılı karar) (8.8.1997 günlü ve 23074 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 9.4.1997 günlü, E: 1997/35, K: 1997/45 sayılı karar) Yürürlüğün durdurulması gerekliliğiEsas Sayısı : 1998/36 Karar Sayısı : 1998/49 4 Anayasa Mahkemesinin ilk kez 509 sayılı Kanun Hükmünde Kararname Hakkında açılan iptal davasında "yürürlüğün durdurulması" kararı aldığı ve bugüne kadar birçok davada bu kararı verdiği bilinmektedir. Anayasa Mahkemesi, yürürlüğü durdurma kararı ile hukuka aykırılık ve telafisi mümkün olmayan zararları önlemenin yanında ve bunlardan daha önemli olarak Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının uygulanamaz hale gelmemesini sağlamaya çalışmaktadır ve bu "hukuk devleti" açısından vazgeçilmez bir önem taşımaktadır. Uyuşmazlık konusu olayda iptali istenen Yasa'ya dayanılarak davacının elektrik hizmetlerinin üretimi, iletimi, dağıtım ve ticareti konusunda görevlendirilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı iptal edilmiş, daha sonra aynı Yasa'ya dayanılarak birçok başka şirket hakkında aynı konuda görevlendirilme işlemleri tesis edilmiş olup, sonraki bu görevlendirme işlemlerine karşı ilk derecede Danıştay nezdinde açılmış iptal davaları bulunmaktadır. Ayrıca görevlendirme kararından sonra aktedilecek görevlendirme sözleşmelerinin imtiyaz sözleşmesi niteliğinde olması nedeniyle Danıştay incelemesine gönderilmiş bulunmaktadır. Söz konusu olgular ve Anayasa'nın 152 nci maddesinin 3 üncü fıkrası hükmü nedeniyle 3096 sayılı Yasa'nın iptali istenen maddesinin öncelik ve ivedilikle yürürlüğünün durdurulması önem taşımaktadır. Belirtilen hukuksal duruma göre: Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkındaki 3096 sayılı Kanun'un uyuşmazlıkta uygulanacak 3 üncü maddesi Anayasa'nın 5., 7., 35., 167. ve 172. maddelerine aykırı görülmüştür. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Kanun'un 28. maddesinin 2 nci fıkrası gereğince 3096 sayılı Yasa'nın 3 üncü ve bu maddenin iptali üzerine uygulama olanağı kalmayacak diğer maddelerinin öncelikle yürürlüklerinin durdurulması ve daha sonra iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilmiştir.""
1,369
Esas sayısı:1980/66 Karar sayısı:1981/2 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtirazcı Mahkemenin başvuru kararı aynen şöyledir: "Sanıkların T.C.K.nun 2248 sayılı Yasa ile değişik 536. maddesi hâkimin takdir hakkından bahseden ve hâkimlerin kanuna, hukuka, vicdanî kanaatlarına göre verecekleri hükümleri sınırlayan 132. maddesine aykırı olduğu kanaatına varıldığından bu maddenin iptali için dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verildi.""
54
Esas Sayısı : 2015/73 Karar Sayısı : 2016/161 1 1982 Anayasasının Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu kurala bağlanmıştır. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde, ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi, idari yaptırımlar açısından da hangi eylemlerin kabahat sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, yaptırımın ağırlaştırıcı ve hafifleştirici nedenlerinin belirlenmesi gibi konularda kanun koyucu takdir yetkisine sahiptir. Ancak, kanun koyucunun, kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Spesifik bir alandaki kamu düzenini korumak veya belli bir sektörü regüle etmek amacıyla o konularda özel olarak yetkilendirilmiş idari makamlar tarafından verilen idari cezalar, doktrinde regülatif cezalar olarak tanımlanmıştır. Bağımsız idari otoritelerin verdiği cezalar bu kategoriye girmektedir. Öte yandan, suç oluşturmayan, daha basit mevzuat ihlâlleri olarak kabul edilen kabahatler için de cezalar öngörülmektedir. Kamu düzeninin korunması amacıyla genel kolluk yetkileri kapsamında verilen bu çeşit kabahat cezalarıda daha çok para cezası olarak uygulamaya konu olmaktadır. Kabahat olarak verilen idari para cezaları genel itibarıyla maktudur. Bu tip cezaların düşük meblağlı olmaları sebebiyle maktu olarak uygulanmasında bir sorun görülmeyebilir. Buna karşılık, regülatif cezalar açısından durum farklıdır. Çünkü, bu cezalar genellikle meblağ, etki ve sonuçlarıyla muhatapları üzerinde çok ağır sonuçlar doğuran ve genellikle gerçek kişilere değil, tüzel kişilere uygulanan cezalardır. Bu nedenle ya cezaya muhatap işletmenin cirosu, geliri ve kârı gibi objektif bir referans baz alınarak nispi şekilde belirlenmeli, ya da maktu olarak belirlenecek ise mutlaka alt ve üst limit belirlenerek fiilin ağırlığı ve hafifletici ağırlaştırıcı nedenler dikkate alınmalıdır. Bu iki seçenekten ikisinin de benimsenmediği, yani hem cezanın nispî değil, maktu olarak belirlendiği ve hem de buna ilave olarak alt ve üst limit de öngörülmediği hâllerde ceza ölçülü ve adil olmayacaktır. (Bkz. Prof. Dr. Ali ULUSOY, İdari Yaptırımlar, s. 125 vd.) Ölçülülük ilkesi, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasında, hukuksal güvencelere bağlı kalınarak, elde edilmek istenen amaca uygun sınırlandırma araçları ile o amaca ulaşılmasını ifade etmektedir. Bu ilke, elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını; gereklilik, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise getirilen kural ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Öte yandan, idarelerin kanunlarla verilen görevleri yerine getirirken ne tür kararlar almaları gerektiğinin, her türlü olay ve olgu göz önünde bulundurularak önceden hukuk kurallarıyla belirlenmesi mümkün olmadığı gibi, kamu hizmetlerinin ve toplumsal ihtiyaçların değişkenliği dikkate alındığında uygun bir yöntem de değildir. Bu nedenle, idarelerinEsas Sayısı : 2015/73 Karar Sayısı : 2016/161 2 karşılaştıkları farklı durumlar karşısında en uygun çözümü üretebilmeleri için takdir yetkisiyle donatılmaları zorunludur. Takdir yetkisinin amacı, idareye farklı çözümler arasından uygun ve yerinde olanı seçme serbestisi tanımaktır. Ayrıca, her eylem biçimi için kanunla tek ceza tayin edilmesi ve idareye takdir yetkisi tanınmaması, bazı durumlarda adalete aykırı sonuçlar da doğurabilir. Yine, 5326 sayılı Kabahatler Kanununun genel hükümleri içinde yer alan 17. maddesinde, idari para cezası uygulanırken hangi ölçütlerin esas alınacağı gösterilmiştir. Söz konusu maddenin ikinci fıkrasına göre, idari para cezasının, kanunda alt ve üst sınırı gösterilmek suretiyle belirlendiği durumlarda, idari para cezasının miktarı tespit edilirken işlenen kabahatin haksızlık içeriği ile failin kusuru ve ekonomik durumunun birlikte göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan düzenleme, her ne kadar Anayasaya uygunluk denetimine doğrudan esas alınamasa da, yukarıda belirtilen ölçülülük ilkesinin bir tezahürü olması itibarıyla önem arz etmektedir. Regülasyon kurumlarının tamamına yakınında, uygulanan idari para cezalarının nispi olduğu veya maktu olmakla birlikte alt ve üst sınır belirlendiği görülmektedir. Gerçekten, Rekabet Kurumunca, mevzuat ihlallerinde, 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun 16. maddesi uyarınca, yıllık gayrisafi gelir miktarının binde birinden binde beşine kadar idari para cezası verileceğinin; Radyo ve Televizyon Üst Kurulunca, yayın ihlallerinde, 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanunun 32. maddesi uyarınca, ihlâlin tespit edildiği aydan bir önceki aydaki brüt ticari iletişim gelirinin yüzde ikisinden beşine kadar idari para cezası verileceğinin; Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulunca, 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanununun 60. maddesinin birinci fıkrası uyarınca, işletmecilere bir önceki takvim yılındaki net satışlarının yüzde üçüne kadar; ikinci fıkrası uyarınca, bin liradan bir milyon liraya kadar idari para cezası verileceğinin; Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulunca, 4733 sayılı Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 8. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, duruma göre 50.000 TL 250.000 TL, 10.000 TL 50.000 TL, 50.000 TL 500.000 TL arasında idari para cezası verileceğinin belirtildiği görülmektedir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Somut olayda, LPG taşımak için lisans alması gereken tanker sahibinin söz konusu lisansı almaksızın taşıma faaliyetinde bulunduğundan bahisle 679.629. TL idarî para cezası ile cezalandırıldığı görülmektedir. Ortaya konulan bu tespit üzerine, düzenleyici kurum olan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun, vereceği idari para cezasının miktarını belirleme imkânı bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, fiil sübuta ermiş ise verilecek idari para cezası miktarı tektir. Bu bağlamda, lisanssız olarak taşıma faaliyetinde bulunanlar açısından bir ayrım (işletmenin büyüklüğü, failin kusur durumu vd.) öngörülmediği gibi, lisansa tabi olan ve lisans almaksızın yürütülen diğer tüm faaliyetler için de uygulanan ceza miktarı aynıdır. Söz gelimi, gerçek kişi olan ve kendisine ait tek araçla bu şekilde taşıma yapan kişiye verilen ceza ile nakliye filosu sahibi kişiye verilen ceza miktarı aynıdır. Çok daha çarpıcı olan husus ise, 5307 sayılı Kanunun 3. maddesine göre, LPGnin dağıtımı, depolanması, otogaz bayilik faaliyetlerinin yapılması, LPG tüpünün imalatı, dolumu, muayenesi, tamiri ve bakımı ile bu amaçla tesis kurulması ve işletilmesi için lisans alınması zorunlu tutulduğundan, yukarıda belirtilen faaliyetlerden herhangi birisini lisanssız şekilde yapanlara verilecek ceza miktarının aynı olmasıdır. Örneğin, lisanssız olarak LPG taşıyan tanker sahibine verilen ceza miktarı ile, lisanssız olarak LPG dağıtım faaliyeti gerçekleştiren, LPGyi depolayan, bu amaçla tesis kuran kişiye verilecek ceza miktarı aynıdır. Tüm ülke çapında faaliyet gösteren bir LPG dağıtım şirketi ile küçük çaplı bir LPG otogaz bayisinin aynı cezaya muhatap olmalarının hakkaniyete uygun düşmeyeceği açıktır.Esas Sayısı : 2015/73 Karar Sayısı : 2016/161 3 Bu itibarla, lisanssız faaliyette bulunanların, ekonomik büyüklüğü ve sınıfına göre adil bir denge gözetilmeden, itiraz konusu kuralla ölçülü ve makul olmayan idari para cezası ile karşı karşıya bırakılmaları, hukuk devletinin gereği olan adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle; bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görürse ilgili kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabileceğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 5307 sayılı Sıvılaştırılmış Petrol Gazları (LPG) Piyasası Kanunu ve Elektrik Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun İdarî para cezaları başlıklı 16. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinde yer alan Aşağıdaki hâllerde sorumlulara beşyüzbin Türk Lirası idarî para cezası verilir: kuralının, (1) numaralı alt bendi yönünden Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle bu kuralın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; bu kuralın Anayasaya aykırılığı ve uygulanması durumunda telafisi güç veya imkânsız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine; iptali istenen kuralın Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 21.05.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
1,196
Esas Sayısı : 2006/58 Karar Sayısı : 2006/50 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının ilgili bölümleri şöyledir: ...İdari eylem ve işlemlerin yargısal denetimi bu eylem ve işlemlerin yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden hukuka uygun olup olmadığı ile sınırlıdır. Bu denetimin idare hukuku kural ve ilkeleri ile idari yargılama usulü kural ve ilkelerinin uygulanması suretiyle yapılması gerekir. 5326 sayılı Yasa'da yapılan düzenleme ile bu denetimin Sulh Ceza Mahkemeleri tarafından yapılması öngörülmüş ve mahkemece işlemin hukuka uygun olduğunun saptanması halinde itiraz başvurusunun reddine, işlemin hukuka aykırı olduğunun saptanması halinde idari yaptırım kararının kaldırılmasına karar verileceği belirtilmiş, Sulh Ceza Mahkemesince itirazın incelenmesi sonucu verilen kararlara karşı yapılan itirazın inceleme mercii ise Ağır Ceza Mahkemesi olarak gösterilmiştir. Bu düzenlemeler ile idarenin kamu gücünü kullanarak yaptığı idari işlemin yargısal denetim yetki ve görevi İdare Mahkemeleri ve Danıştay'ın görev alanından çıkarılıp adli mahkemelerin görev alanına sokulmuş etkin yargısal denetim ilkesi gözardı edilerek hukuk devleti ilkesi zedelenmiştir. Bu durum Anayasa'nın 2. ve 155. maddelerine açık aykırılık oluşturmaktadır... ... İptali istenen yasal düzenlemeye uygun bir düzenleme daha önce 506 sayılı Yasa'nın 140/4. maddesinde yapılmış ve idare tarafından verilen idari para cezalarına karşı yapılan itirazın inceleme mercii sulh ceza mahkemesi olarak öngörülmüş ve konunun Anayasa'ya aykırılığının Anayasa Mahkemesi'ne iletilmesi üzerine Anayasa Mahkemesi'nin 08.10.2002 tarih ve 2001/225 esas, 2002/88 karar sayılı kararı ile idari yaptırım niteliğinde olan uyuşmazlıkların çözümünde idari birimler tarafından verilen idari para cezalarını da kapsayacak şekilde genişletilerek Anayasa'ya aykırılık daha yaygın hale getirilmiştir. ... 5326 sayılı Kabahatler Kanunu'nun 27/1 maddesinde yer alan idari para cezası ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idari yaptırım kararına karşı kararın tebliği veya tefhimi tarihinden itibaren en geç 15 gün içinde Sulh Ceza Mahkemesine başvurabilir tümcesinin Anayasa'nın 2., 125., 153. ve 155. maddelerine aykırılığı nedeni ile iptaline karar verilmesi 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152/1. maddesi uyarınca saygı ile istenir ve beklenir."
303
Esas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 1 1 ) 2.12.2014 tarihli ve 6572 sayılı HÂKİMLER VE SAVCILAR KANUNU İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUNun 8. maddesinin tamamı olan: MADDE 8 2575 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Başkanlar ibaresi Başkanlık şeklinde değiştirilmiştir. Hükmünün Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi: Bu düzenleme ile, 2575 sayılı Danıştay Kanununun Danıştay Tetkik Hakimi ve Savcılarının atanmaları ve dairelere verilmeleri kenar başlıklı 11. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Danıştay tetkik hakimlerinin görev yerleri, Başkanlar Kurulu tarafından belirlenir. Kuralı, Danıştay tetkik hakimlerinin görev yerleri, Başkanlık Kurulu tarafından belirlenir. şekline dönüşmüştür. Böylece, 6572 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 11. maddesinin ikinci fıkrasının birinci tümcesi ile, Danıştay tetkik hâkimlerinin çalışacakları daireleri, kurulları ve görecekleri işleri belli etmek ve gerektiğinde yerlerini değiştirmek görevleri Başkanlar Kurulunun görevleri arasından alınarak, Başkanlık Kuruluna verilmiştir. Danıştay'da evvelce olmayan Başkanlık Kurulu, genel yetki yasası çerçevesinde, ilk kez 8.8.2011 tarihli ve 650 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 7. maddesi ile oluşturulmuştur. O tarihte, tetkik hâkimleriyle üyelerin dairelere dağıtımı görevi, Başkanlar Kurulundan alınarak, yeni kurulan Başkanlık Kuruluna verilmiştir. Daha sonra, bunun doğru olmadığı ve sakıncaları anlaşılarak, 6494 sayılı Kanun ile söz konusu yetkiler, Başkanlık Kurulundan alınarak yeniden Başkanlar Kuruluna verilmiştir. Bu Kanunla, bu görevler, bir kez daha Başkanlar Kurulundan alınıp, yetkiler daha da genişletilerek, ikinci kez Başkanlık Kuruluna verilmektedir. 2575 sayılı Danıştay Kanununun 19. maddesine göre, Başkanlar Kurulu, Danıştay Başkanının başkanlığında, Başsavcı, başkanvekilleri ve tüm daire başkanlarından oluşur. Bu hâliyle Başkanlar Kurulu, her biri birer yüksek mahkeme olan Danıştay dairelerinin başkanları ve kurulların başkanlarından oluşan geniş katılımlı, çoğulcu, demokratik bir organdır. Başkanlar Kurulu, bu yönüyle, Danıştay bünyesi içerisinde yüksek bir karar mercii konumundadır. 2575 sayılı Kanunun 19/A maddesine göre, Başkanlık Kurulu ise; Danıştay Başkanının başkanlığında, üçü daire başkanı, üçü Danıştay üyesi olmak üzere altı asıl üyeden oluşur. Başkanlar Kurulunda olmasına rağmen, Danıştay Başsavcısı ile kurullara başkanlık eden iki başkanvekili, Başkanlık Kurulunda yer almamaktadır. Bu hâliyle Başkanlık Kurulu, dar katılımlı ve demokratik yapısı zayıf bir karar organı mâhiyetindedir. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu; 36. maddesinde, herkesin, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip bulunduğu; 37. maddesinde, hiç kimsenin kanunen tabî olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamayacağı; bir kimseyi kanunen tabî olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamayacağı; 138. maddesinde, hâkimlerin, görevlerinde bağımsız oldukları ve Anayasaya, kanuna ve hukukaEsas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 2 uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verecekleri; 155. maddesinde ise, Danıştayın, idarî mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idarî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merci olduğu, kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakacağı ve Danıştayın, kuruluşu, işleyişi, Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile üyelerinin nitelikleri ve seçim usûlleri, idarî yargının özelliği, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenleneceği, hükmü yer almaktadır. Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukukun ve adaletin en somut yansıması olan yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ilkesinin bir gereği ve doğal bir sonucudur. Hâkimlerin bağımsızlığı kavramı, sadece yasama ve yürütme gibi diğer Devlet erkleri ile, taraflar ve medya gibi baskı gruplarına karşı sağlanacak bir dış bağımsızlık değildir. Hâkimlerin bağımsızlığı, aynı zamanda, yargının kendi içindeki güçlere karşı da korunması gereken bir değerdir. Öğretide, uygulamada ve uluslararası metinlerde de bu husus özellikle vurgulanmıştır (Venedik Komisyonu, CDL AD[2010]004, CDL INF[2000]5, CDL[2007]003). Uluslararası metinlerde yargı içindeki dâhilî bağımsızlık meselesi, hâricî bağımsızlık meselesine göre çok daha az ele alınmış olmakla birlikte, asla, daha az öneme sahip bir konu değildir. Bazı anayasalarda, hâkimlerin yalnızca hukuka tâbî olduğu hükmü yer almaktadır. Bu ilke, hâkimleri, her şeyden önce hâricî etkiye karşı korumaktadır. Ancak, söz konusu ilke, aynı zamanda, yargı içinde de uygulanabilir. Hâkimlerin yargısal kararlar verme süreçleri bakımından mahkeme başkanlarının veya üst derece mahkemelerinin astı olarak öngörüldüğü hiyerarşik bir teşkilat yapısı, söz konusu hâkimlerin yalnızca hukuka tâbî olduğu ilkesinin açık bir ihlâlini teşkil eder. Yargı bağımsızlığı ilkesine dayalı bir sistemde, yüksek mahkemeler, münferit davalarda verdikleri kararlar ile bütün ülke sathında içtihat birliğini temin etmektedirler. Comman Law hukuk sisteminin aksine, Kara Avrupası Hukukunda, önceki içtihada uygun karar verme mecbûriyeti bulunmasa da, kararlarının temyiz incelenmesinde bozulmasını önlemek isteyen ilk derece mahkemeleri, yüksek mahkeme kararlarında ortaya konulan ilkelere uyma eğilimi göstereceklerdir. Ayrıca, özel olarak hazırlanacak bazı usûl kuralları, farklı yargı birimleri arasında tutarlılığı sağlayabilir. Az yukarıda da değinildiği veçhile, Yargı bağımsızlığı, yargının, yalnızca diğer Devlet güçlerine karşı bağımsız olması anlamına gelmeyip, konunun bir de dâhilî boyutu mevcuttur. Her bir hâkim, yargı teşkilatındaki yeri ne olursa olsun, aynı yargılama yetkisini kullanmaktadır. Bu sebeple, yargılama esnasında kendisi, aynı zamanda, diğer hâkimlere ve mahkeme başkanları ile (temyiz mahkemesi veya diğer yüksek mahkemeler gibi) başka mahkemelere karşı da bağımsız olmalıdır. Dâhilî bağımsızlık mefhûmu, yalnızca, alt ve üst derece mahkemeleri hâkimleri arasında değil, aynı zamanda, bir mahkemenin başkanı veya Başkanlık Kurulu ile, orada görev yapan hâkimler arasında veya aynı mahkemede görev yapan hâkimlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde de söz konusu olabilmektedir. Yüksek mahkemelerin dâhilî bağımsızlıkları ile ilgili olabilecek iki temel unsur bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yargı mensuplarının görev yapacakları dairelerinEsas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 3 belirlenmesi, ikincisi ise uyuşmazlıkların çözümleneceği dairelerin belirlenmesidir. Bu iki konu, yüksek yargının ve hâkimlerinin bağımsız bir şekilde karar vermeleri için büyük önemi hâizdir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin açık ifadesi doğrultusunda, âdil bir yargılanma için, adalete erişimde aracı olacak mahkeme, yalnızca kanunla kurulmuş olmamalı, aynı zamanda, gerek genel, gerekse özel anlamda hem bağımsız hem de tarafsız olmalıdır. Âdil bir yargılanmanın sağlanması için gerekli olan bu unsurların varlığını incelerken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, adaletin yerine getirilmesi yetmez, yerine geldiğinin görünür olması da gereklidir ölçütünü kullanmıştır. Bu ölçüt, görünüşte bağımsızlık olarak nitelendirilmekte ve AİHM tarafından âdil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabûl edilmektedir. Tüm bu ifade edilenler ışığında, bir davaya bakacak hâkimler, davanın özelliğine göre ad hoc (duruma mahsus) ve/veya ad personam (kişiye mahsus) olarak seçilmemeli, aksine, objektif ve şeffaf kıstaslara göre belirlenmelidir. Nitekim, evrensel bir hukukî değer olan doğal hâkim ilkesi de bunu gerektirmektedir. Venedik Komisyonunca hazırlanan görüşlerde, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını güçlendirmek amacı ile, davaların dairelere dağıtılmasının, mümkün olduğu ölçüde, önceden kanunla veya kanuna dayalı olarak çıkarılan düzenlemelerle belirlenmiş olan objektif ve şeffaf kıstaslara dayandırılması gereğini, kuvvetle tavsiye etmektedir. İstisna teşkil eden hâllerde ise, açıklama getirilmesi gerekmektedir. İş bu dava dilekçemizde dava konusu yaptığımız ve dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (1), (2), (3), (4), (5), (6) ve (7) numaralı bölümlerinde Anayasa'ya aykırılıkları nedeniyle iptal gerekçeleri bahislerinde açıklamaya çalıştığımız veçhile, 6572 sayılı Kanunun 8. maddesinin tamamını oluşturan 2575 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Başkanlar ibaresi Başkanlık şeklinde değiştirilmiştir. hükmü; 10. maddesinde geçen 2575 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin ikinci ve dördüncü fıkralarında yer alan Başkanlar ibareleri Başkanlık şeklinde değiştirilmiş, ibâresi; 12. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 17. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci tümcelerini oluşturan İdari Dava Daireleri Kurulu, idari dava dairelerinin başkanları ile her idari dava dairesinden iki yıl için Başkanlık Kurulu tarafından görevlendirilen iki asıl ve iki yedek üyeden; Vergi Dava Daireleri Kurulu ise vergi dava dairelerinin başkanları ile her vergi dava dairesinden iki yıl için Başkanlık Kurulu tarafından görevlendirilen üç asıl ve üç yedek üyeden oluşur. İki yıllık süre sonunda Başkanlık Kurulunca, her iki kuruldaki üyelerin yarısı iki yıl süreyle yeniden görevlendirilirken, diğer yarısı kurullarda daha önce görevlendirilmeyen üyeler arasından yenilenir. tümceleri ile, beşinci (son) tümcesini oluşturan Kurulların asıl veya yedek üyeliklerinde boşalma olması hâlinde Başkanlık Kurulu tarafından yedi gün içinde, kalan süreyi tamamlamak üzere yeni üye görevlendirilir. tümcesi; 13. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 26. maddesinin ikinci fıkrasını oluşturan Başkanlık Kurulu, iş yükü bakımından zorunluluk doğması hâlinde vergi dava daireleri, idari dava daireleri veya idari dairelerden birinin veya birkaçının görev alanını değiştirerek bu daireleri; vergi dava dairesi, idari dava dairesi veya idari daire olarak görevlendirebilir. tümcesi ile 13. maddenin birinci paragrafında geçen üçüncü fıkrasında yer alan Başkanlar ibaresi Başkanlık şeklinde değiştirilmiştir. ibâresi; 14. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 27. maddesinin ikinci fıkrasının ikinci cümlesinde geçen dava daireleri arasındaki iş bölümü ... Başkanlık Kurulu tarafından belirlenir. ibâresi; 18. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 52/A maddesinin birinci fıkrasında yer alan (a), (b), (c) ve (d) bentleri ile ikinci fıkrası hükmü ve 20. maddesi ile 2575 sayılı Danıştay Kanununa eklenen GeçiciEsas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 4 Madde 26nın üçüncü fıkrasında geçen Başkanlık Kurulu, iş durumunu dikkate alarak daireler arasındaki iş bölümünü yeniden belirler ibâresi ile, dördüncü fıkrasını oluşturan Başkanlık Kurulu, iş bölümüne ilişkin kararın Resmî Gazetede yayımlanmasından itibaren on gün içinde, kurulların ve dairelerin iş durumunu ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak Danıştay daire başkanları, kurullarda ve dairelerde görev yapan Danıştay üyeleri ve tetkik hâkimlerinin hangi kurul ve dairelerde görev yapacağını yeniden belirler. tümcesinde öngörülen bütün bu düzenlemeler ile, Danıştay Başkanının başkanlığında, altı üye olmak üzere, toplam, yedi kişiden oluşan ve Başkanlar Kurulunda olmasına rağmen, Danıştay Başsavcısı, kurullara başkanlık eden iki başkanvekili ile daire başkanlarını bünyesinde bulundurmayan, dar katılımlı ve demokratik yapısı zayıf bir karar organı olduğuna az yukarıda müteaddit kez değinilen Başkanlık Kuruluna, daire başkanlarının, üyelerin ve tetkik hâkimlerinin görev yerlerinin belirlenmesi yanında, aynı zamanda, dairelerin bakacakları uyuşmazlıkları dahî münhasıran belirleme yetkisi verilmektedir. Başkanlık Kurulunun, doğal olarak, oy çokluğu ile karar vereceği olgusu da dikkate alındığında, Başkanlık Kurulunda yer alan Başkan ve / veya asıl ve / veya yedek üye olmak üzere dört kişi, bir bütün olarak, anılan Yüksek Mahkeme'yi tamamen kendi iradeleri doğrultusunda yönlendirebilecek ve bu meyânda, Danıştay daire başkanlarının, kurullarda ve dairelerde görev yapan Danıştay üyeleri ile tetkik hâkimlerinin hangi kurul ve dairelerde görev yapacakları hususları dahî, Başkanlar Kurulu tarafından belirlenecektir. Bu durum, yüksek bir yargı organı olan Danıştay bünyesinde katı bir hiyerarşik yapının oluşmasına sebebiyet vermekte ve dolayısı ile, dava konusu yapılan değişikliklerle, Anayasanın 138. maddesi ile 155. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükümleri anlamında, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esasları ihlâl edilmektedir. Yargı bağımsızlığının bulunmadığı bir ahvâlde ise, kuşkusuz, Anayasanın 2. maddesinde sayılan hukuk devletinin varlığından söz edebilmek mümkün değildir. Eş anlatımla, 6572 sayılı Kanunun 8., 10., 12., 13., 14., 18. ve 20. maddelerinin (dava konusu yapılan hükümlerinde) Danıştay bünyesi içerisinde oluşturulan Başkanlık Kurulunun görev ve yetkileri ile ilgili düzenlemeler bir bütün (kül) hâlinde değerlendirildiğinde, Danıştay tetkik hâkimleri ile Başkanlık Kurulunda görev almayan Danıştay daire başkanları ve Danıştay üyelerinin yargısal kararlar verme süreçleri bakımından Başkanlık Kurulunu oluşturan daire (mahkeme) başkanlarının astı olarak öngörüldüğü hiyerarşik bir teşkilât yapısı oluşturulmakta ve böylece, Anayasanın 138. maddesinde hükme bağlanan ve Hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşullarından birini oluşturan Mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi zedelenmektedir. Zirâ, Danıştay bünyesinde olağanüstü yetkilerle donatılmış Başkanlık Kurulu ile Danıştayda oluşturulan ve bir anlamda, katı bir hiyerarşik yapının doğmasına sebebiyet veren dava konusu düzenleme, Yüksek Mahkemenin bağımsızlığına halel getirdiğinden, kaçınılmaz bir biçimde, Anayasanın 2. maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır. Öte yandan, Anayasanın 155. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, Danıştayın, kuruluşu, işleyişi, Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile üyelerinin nitelikleri ve seçim usulleri, idarî yargının özelliği, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir. denilmektedir. Danıştay tetkik hâkimleri de Danıştayın kuruluşu ve işleyişinde aslî birer unsur niteliğinde olduklarına göre, görev yerlerinin belirlenmesini öngören yasal düzenlemelerde mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarının gözetilmesi gerekir. Oysa, 6572 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 11. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu düzenleme ile, Danıştay tetkik hâkimlerinin görev yerlerini belirleme yetkisinin Başkanlık Kuruluna verilmesi, Anayasanın 155. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmü ile bağdaşmamaktadır.Esas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 5 Diğer taraftan, söz konusu düzenleme ile, AİHM tarafından karara bağlanan Coeme ve diğerleri/Belçika kararında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin ihlâli oluşturan karardaki olaya benzeyen bir yapı öngörülmektedir. Bu kararda AİHM, bakanların, ceza yargılamalarına ilişkin ceza muhâkemesi yasaları olmamasına rağmen, Belçika Yüksek Mahkemesi, genel ceza usûl yasasını olaya uygulamış ve bakanı ve suç ortaklarını mahkûm etmiştir. AİHM, bu davada, kanunla kurulmuş mahkeme ilkesinin (doğal hâkim ilkesinin), aynı zamanda, usûl yasalarına ilişkin düzenlemeleri de kapsadığını belirtmiş ve bu ilke gereği, usûl hukuku hükümleri de önceden yasa ile öngörülmeli ve mahkemelerin görev alanları ile yetkilerine ilişkin konularda yargı organlarına takdir yetkisi tanınmamalı şeklinde bir içtihâda varmıştır. Oysa, dava konusu yasal düzenlemede, Danıştay Başkanlık Kuruluna, spesifik bir davayı, istediği bir tetkik hâkimine inceletmeye imkan sağlayan aşırı yetkiler verilmektedir. Diğer bir ifade ile, hangi dosyaya hangi daire ve tetkik hâkiminin bakacağının önceden bilinmesi gerekirken, yapılan değişiklik ile, Danıştaya, hangi dairedeki tetkik hâkiminin, hangi dosyaya bakacağını istediği zaman değiştirme gibi çok geniş yetkiler verildiği için, Anayasamızın 36. maddesinde teminat altına alınan âdil yargılanma hakkı açıkça çiğnenmekte ve yine Anayasamızın 37. maddesinde hükme bağlanan kanunla kurulmuş mahkeme / kanunî hâkim güvencesi (tabiî hâkim) ilkesi ihlâl edilmektedir. Başka bir ifade ile, Danıştay bünyesinde olağanüstü yetkilerle donatılmış bulunan Başkanlık Kurulu ile Danıştayda hiyerarşik bir teşkilat yapısının doğmasına sebebiyet veren dava konusu düzenleme, yüksek bir mahkeme olan Danıştay'ın bağımsızlığına ve tarafsızlığına halel getirmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesi hükmü de gözönüne alındığında, âdil bir yargılanma için adalete erişim aracı olarak mahkemelerin, kanunla kurulmuş olmaları yanında, aynı zamanda, hem bağımsız ve hem de tarafsız olmaları gerektiğine göre, bu bapta Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri açıklanmaya çalışılan dava konusu düzenleme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesine ve Anayasanın âdil yargılanma hakkını güvence altına alan 36. maddesi ile Kanunî hâkim güvencesini hükme bağlayan 37. maddesi hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir. Bütün bu bilgiler dikkate alındığında, Başkanlar Kurulu ve Genel Kurula ait bazı yetkilerin Başkanlık Kuruluna devredilmesini öngören ve bu sûretle, tüm etkin yetkileri (Başkanlık Kurulunun, doğal olarak, oy çokluğu ile karar vereceği vâkıâsı da nazara alındığında) az yukarıda açıklandığı veçhile Danıştay Başkanının başkanlığında, altı üye olmak üzere, toplam, yedi kişiden oluşan Başkanlık Kurulunda görev alan Başkan ve / veya asıl ve / veya yedek üye olmak üzere dört kişinin iradesine bırakan ve bu meyânda, Danıştay tetkik hâkimlerinin görev yerlerinin, Başkanlık Kurulu tarafından belirlenmesine cevaz veren 6572 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 11. maddesinin ikinci fıkrasının birinci tümcesinde öngörülen düzenleme, Anayasanın 2., 36., 37., 138. ve 155. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA GEREKÇESİ: Danıştay tetkik hâkimlerinin görev yerlerinin, Başkanlık Kurulu tarafından belirleneceğine ilişkin getirilen düzenleme ile Danıştay Başkanının başkanlığında, altı üye olmak üzere, toplam, yedi kişiden oluşan Başkanlık Kurulunun, doğal olarak, oy çokluğu ile karar vereceği vâkıâsı da dikkate alındığında, Başkanlık Kurulunda yer alan Başkan ve / veya asıl ve / veya yedek üye olmak üzere dört kişinin, bir bütün olarak, Yüksek bir yargı organı olan Danıştayı kendi iradeleri doğrultusunda yönlendirebilemelerine cevaz verilmekte ve böylece, Danıştay bünyesinde katı bir hiyerarşik yapının oluşmasına yol açılmaktadır. Bu itibarla, davaEsas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 6 konusu bu düzenlemenin, iptal kararının Resmî Gazetede yayımlanacağı güne kadar uygulanması durumunda, Başkanlık Kuruluna, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına, hukuk devleti ilkesine, âdil yargılanma hakkı ile Kanunî hâkim güvencesine (tabiî hâkim ilkesine) aykırı şekilde verilen yetkiler sonucunda, telâfisi güç veya imkânsız zararların doğması kaçınılmaz olacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen düzenlemenin, iptal kararının Resmî Gazetede yayımlanacağı güne kadar yürürlüğünün de durdurulması gerekir. 2 ) 2.12.2014 tarihli ve 6572 sayılı HÂKİMLER VE SAVCILAR KANUNU İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUNun 10. maddesinde geçen: 2575 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin ikinci ve dördüncü fıkralarında yer alan Başkanlar ibareleri Başkanlık şeklinde değiştirilmiş, İbâresinin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi: Bu düzenleme ile, 2575 sayılı Kanunun Başkan ve üyelerin dairelere ayrılmaları kenar başlıklı 14. maddesinin ikinci fıkrası Üyeler, Başkanlar Kurulunun kararı ile dairelere ayrılırlar ve hizmetin icaplarına göre, daireleri aynı usulle değiştirilebilir. şeklinde iken, Üyeler, Başkanlık Kurulunun kararı ile dairelere ayrılırlar ve hizmetin icaplarına göre, daireleri aynı usulle değiştirilebilir. şekline; dördüncü fıkrası ise Dairelerde vukubulacak noksanlıklar, diğer dairelerden üye alınmak suretiyle tamamlanır. Bu üyeler Başkanlar Kurulunun kararı ile önceden tespit edilir. şeklinde iken, Dairelerde vukubulacak noksanlıklar, diğer dairelerden üye alınmak suretiyle tamamlanır. Bu üyeler Başkanlık Kurulunun kararı ile önceden tespit edilir. şekline dönüşmektedir. Buna göre, 6572 sayılı Kanunun 10. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 14. maddesinin ikinci ve dördüncü fıkralarında öngörülen dava konusu düzenleme ile, Danıştay üyelerinin dairelere ayrılmaları ve dairelerinin değiştirilmeleri, dairelerde vukûbulacak noksanlıkların, diğer dairelerden üye alınmak suretiyle tamamlanması ve bu üyelerin önceden tesbit edilmesi, Başkanlar Kurulunun görevleri arasından çıkarılarak Başkanlık Kuruluna verilmiştir. Şüphesiz, yukarıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (1) numaralı başlığı altında 6572 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 11. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen düzenlemenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle ileri sürdüğümüz bütün iptal gerekçeleri, iş bu bapta Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri açıklanmaya çalışılan 6572 sayılı Kanunun 10. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 14. maddesinin ikinci ve dördüncü fıkralarında öngörülen dava konusu düzenleme hakkında da geçerlidir. Yukarıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (1) numaralı başlığı altında 6572 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 11. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen düzenlemenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi bölümünde de açıklamaya çalıştığımız veçhile, Danıştay'da evvelce olmayan Başkanlık Kurulu, genel yetki yasası çerçevesinde, ilk kez 8.8.2011 tarihli ve 650 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 7. maddesi ile oluşturulmuştur. O tarihte, tetkik hâkimleriyle üyelerin dairelere dağıtımı görevi, Başkanlar Kurulundan alınarak, yeni kurulan Başkanlık Kuruluna verilmiştir. Daha sonra, bunun doğru olmadığı ve sakıncaları anlaşılarak, 6494 sayılı Kanun ile söz konusu yetkiler, Başkanlık Kurulundan alınarak yeniden Başkanlar Kuruluna verilmiştir. Bu Kanunla, bu görevler, bir kezEsas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 7 daha Başkanlar Kurulundan alınıp, yetkiler daha da genişletilerek, ikinci kez Başkanlık Kuruluna verilmektedir. 2575 sayılı Danıştay Kanununun 19. maddesine göre, Başkanlar Kurulu, Danıştay Başkanının başkanlığında, Başsavcı, başkanvekilleri ve tüm daire başkanlarından oluşur. Bu hâliyle Başkanlar Kurulu, her biri birer yüksek mahkeme olan Danıştay dairelerinin başkanları ve kurulların başkanlarından oluşan geniş katılımlı, çoğulcu, demokratik bir organdır. Başkanlar Kurulu, bu yönüyle, Danıştay bünyesi içerisinde yüksek bir karar mercii konumundadır. 2575 sayılı Kanunun 19/A maddesine göre, Başkanlık Kurulu ise; Danıştay Başkanının başkanlığında, üçü daire başkanı, üçü Danıştay üyesi olmak üzere altı asıl üyeden oluşur. Başkanlar Kurulunda olmasına rağmen, Danıştay Başsavcısı ile kurullara başkanlık eden iki başkanvekili, Başkanlık Kurulunda yer almamaktadır. Bu hâliyle Başkanlık Kurulu, dar katılımlı ve demokratik yapısı zayıf bir karar organı mâhiyetindedir. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu; 36. maddesinde, herkesin, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip bulunduğu; 37. maddesinde, hiç kimsenin kanunen tabî olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamayacağı; bir kimseyi kanunen tabî olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamayacağı; 138. maddesinde, hâkimlerin, görevlerinde bağımsız oldukları ve Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verecekleri; 155. maddesinde ise, Danıştayın, idarî mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idarî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merci olduğu, kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakacağı ve Danıştayın, kuruluşu, işleyişi, Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile üyelerinin nitelikleri ve seçim usûlleri, idarî yargının özelliği, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenleneceği, hükmü yer almaktadır. Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukukun ve adaletin en somut yansıması olan yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ilkesinin bir gereği ve doğal bir sonucudur. Hâkimlerin bağımsızlığı kavramı, sadece yasama ve yürütme gibi diğer Devlet erkleri ile, taraflar ve medya gibi baskı gruplarına karşı sağlanacak bir dış bağımsızlık değildir. Hâkimlerin bağımsızlığı, aynı zamanda, yargının kendi içindeki güçlere karşı da korunması gereken bir değerdir. Öğretide, uygulamada ve uluslararası metinlerde de bu husus özellikle vurgulanmıştır (Venedik Komisyonu, CDL AD[2010]004, CDL INF[2000]5, CDL[2007]003). Yine, yukarıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (1) numaralı başlığı altında 6572 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 11. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen düzenlemenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi bölümünde de açıklamaya çalıştığımız gibi, Uluslararası metinlerde yargı içindeki dâhilî bağımsızlık meselesi, hâricî bağımsızlık meselesine göre çok daha az ele alınmış olmakla birlikte, asla, daha az öneme sahip bir konu değildir. Bazı anayasalarda, hâkimlerin yalnızca hukuka tâbîEsas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 8 olduğu hükmü yer almaktadır. Bu ilke, hâkimleri, her şeyden önce hâricî etkiye karşı korumaktadır. Ancak, söz konusu ilke, aynı zamanda, yargı içinde de uygulanabilir. Hâkimlerin yargısal kararlar verme süreçleri bakımından mahkeme başkanlarının veya üst derece mahkemelerinin astı olarak öngörüldüğü hiyerarşik bir teşkilat yapısı, söz konusu hâkimlerin yalnızca hukuka tâbî olduğu ilkesinin açık bir ihlâlini teşkil eder. Yargı bağımsızlığı ilkesine dayalı bir sistemde, yüksek mahkemeler, münferit davalarda verdikleri kararlar ile bütün ülke sathında içtihat birliğini temin etmektedirler. Comman Law hukuk sisteminin aksine, Kara Avrupası Hukukunda, önceki içtihada uygun karar verme mecbûriyeti bulunmasa da, kararlarının temyiz incelenmesinde bozulmasını önlemek isteyen ilk derece mahkemeleri, yüksek mahkeme kararlarında ortaya konulan ilkelere uyma eğilimi göstereceklerdir. Ayrıca, özel olarak hazırlanacak bazı usûl kuralları, farklı yargı birimleri arasında tutarlılığı sağlayabilir. Az yukarıda da değinildiği veçhile, Yargı bağımsızlığı, yargının, yalnızca diğer Devlet güçlerine karşı bağımsız olması anlamına gelmeyip, konunun bir de dâhilî boyutu mevcuttur. Her bir hâkim, yargı teşkilatındaki yeri ne olursa olsun, aynı yargılama yetkisini kullanmaktadır. Bu sebeple, yargılama esnasında kendisi, aynı zamanda, diğer hâkimlere ve mahkeme başkanları ile (temyiz mahkemesi veya diğer yüksek mahkemeler gibi) başka mahkemelere karşı da bağımsız olmalıdır. Dâhilî bağımsızlık mefhûmu, yalnızca, alt ve üst derece mahkemeleri hâkimleri arasında değil, aynı zamanda, bir mahkemenin başkanı veya Başkanlık Kurulu ile, orada görev yapan hâkimler arasında veya aynı mahkemede görev yapan hâkimlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde de söz konusu olabilmektedir. Yukarıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (1) numaralı başlığı altında 6572 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2575 sayılı Kanunun 11. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen düzenlemenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi bölümünde de açıklamaya çalıştığımız üzere, Yüksek mahkemelerin dâhilî bağımsızlıkları ile ilgili olabilecek iki temel unsur bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, yargı mensuplarının görev yapacakları dairelerin belirlenmesi, ikincisi ise uyuşmazlıkların çözümleneceği dairelerin belirlenmesidir. Bu iki konu, yüksek yargının ve hâkimlerinin bağımsız bir şekilde karar vermeleri için büyük önemi hâizdir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin açık ifadesi doğrultusunda, âdil bir yargılanma için, adalete erişimde aracı olacak mahkeme, yalnızca kanunla kurulmuş olmamalı, aynı zamanda, gerek genel, gerekse özel anlamda hem bağımsız hem de tarafsız olmalıdır. Âdil bir yargılanmanın sağlanması için gerekli olan bu unsurların varlığını incelerken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, adaletin yerine getirilmesi yetmez, yerine geldiğinin görünür olması da gereklidir ölçütünü kullanmıştır. Bu ölçüt, görünüşte bağımsızlık olarak nitelendirilmekte ve AİHM tarafından âdil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabûl edilmektedir. Tüm bu ifade edilenler ışığında, bir davaya bakacak hâkimler, davanın özelliğine göre ad hoc (duruma mahsus) ve/veya ad personam (kişiye mahsus) olarak seçilmemeli, aksine, objektif ve şeffaf kıstaslara göre belirlenmelidir. Nitekim, evrensel bir hukukî değer olan doğal hâkim ilkesi de bunu gerektirmektedir. Venedik Komisyonunca hazırlanan görüşlerde, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını güçlendirmek amacı ile, davaların dairelere dağıtılmasının, mümkün olduğu ölçüde, önceden kanunla veya kanuna dayalı olarak çıkarılan düzenlemelerle belirlenmiş olan objektif ve şeffafEsas Sayısı : 2015/18 Karar Sayısı : 2016/12 9 kıstaslara dayandırılması gereğini, kuvvetle tavsiye etmektedir. İstisna teşkil eden hâllerde ise, açıklama getirilmesi gerekmektedir. İş bu dava dilekçemizde dava konusu yaptığımız ve dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (1), (2), (3), (4), (5), (6) ve (7) numaralı bölümlerinde Anayasa'ya aykırılıkları nedeniyle iptal gerekçeleri bahislerinde açıklamaya çalıştığımız veçhile, 6572 sayılı Kanunun 8. maddesinin tamamını oluşturan 2575 sayılı Kanunun 11 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Başkanlar ibaresi Başkanlık şeklinde değiştirilmiştir. hükmü; 10. maddesinde geçen 2575 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin ikinci ve dördüncü fıkralarında yer alan Başkanlar ibareleri Başkanlık şeklinde değiştirilmiş, ibâresi; 12. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 17. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci tümcelerini oluşturan İdari Dava Daireleri Kurulu, idari dava dairelerinin başkanları ile her idari dava dairesinden iki yıl için Başkanlık Kurulu tarafından görevlendirilen iki asıl ve iki yedek üyeden; Vergi Dava Daireleri Kurulu ise vergi dava dairelerinin başkanları ile her vergi dava dairesinden iki yıl için Başkanlık Kurulu tarafından görevlendirilen üç asıl ve üç yedek üyeden oluşur. İki yıllık süre sonunda Başkanlık Kurulunca, her iki kuruldaki üyelerin yarısı iki yıl süreyle yeniden görevlendirilirken, diğer yarısı kurullarda daha önce görevlendirilmeyen üyeler arasından yenilenir. tümceleri ile, beşinci (son) tümcesini oluşturan Kurulların asıl veya yedek üyeliklerinde boşalma olması hâlinde Başkanlık Kurulu tarafından yedi gün içinde, kalan süreyi tamamlamak üzere yeni üye görevlendirilir. tümcesi; 13. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 26. maddesinin ikinci fıkrasını oluşturan Başkanlık Kurulu, iş yükü bakımından zorunluluk doğması hâlinde vergi dava daireleri, idari dava daireleri veya idari dairelerden birinin veya birkaçının görev alanını değiştirerek bu daireleri; vergi dava dairesi, idari dava dairesi veya idari daire olarak görevlendirebilir. tümcesi ile 13. maddenin birinci paragrafında geçen üçüncü fıkrasında yer alan Başkanlar ibaresi Başkanlık şeklinde değiştirilmiştir. ibâresi; 14. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 27. maddesinin ikinci fıkrasının ikinci cümlesinde geçen dava daireleri arasındaki iş bölümü ... Başkanlık Kurulu tarafından belirlenir. ibâresi; 18. maddesi ile değişik 2575 sayılı Danıştay Kanununun 52/A maddesinin birinci fıkrasında yer alan (a), (b), (c) ve (d) bentleri ile ikinci fıkrası hükmü ve 20. maddesi ile 2575 sayılı Danıştay Kanununa eklenen G
4,139
Esas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 1 ... 7146 sayılı Kanunun 9. maddesiyle 8/6/1994 tarihli ve 3996 sayılı Kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasına eklenen Kanal İstanbul ve benzeri suyolu projeleri ibaresinin Anayasaya aykırılığı 7146 sayılı Kanunun 9. maddesiyle 3996 sayılı Kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasına Kanal İstanbul ve benzeri suyolu projeleri ibaresi eklenmiştir. 3996 sayılı Kanun, bazı yatırım ve hizmetlerin yap işlet devret modeli çerçevesinde yaptırılmasını düzenlemektedir. Yap İşlet Devret Modeli, İngilizce "Build – Operate Transfer" (BOT) kavramından dilimize geçmiş olup ileri teknoloji veya yüksek maddi kaynak ihtiyacı duyulan projelerin gerçekleştirilmesinde kullanılmak üzere geliştirilen özel bir finansman modelidir. Buna göre, yatırım bedeli (elde edilecek kar dâhil) sermaye şirketine veya yabancı şirkete, şirketin işletme süresi içerisinde ürettiği mal veya hizmetin idare veya hizmetten yararlananlarca satın alınması suretiyle ödenmektedir. Devlet, idari bir sözleşme kapsamında, ileride elde edeceği gelir karşılığında uzun bir süre için bir kamu hizmetinin kurulmasını ve yürütülmesini yerli veya yabancı bir şirkete ihale etmektedir. Böylece özel şirket kendi temin ettiği finansman yoluyla yatırımı yapmakta ve belli bir süre boyunca ürettiği mal ve hizmetleri devlete veya tüketicilere satmak suretiyle yaptığı yatırımın karşılığını geri almaktadır. Öngörülen süre sonunda ise tesislerin mülkiyeti devlete geçmektedir. Anayasanın 47. maddesine 1999 yılında 4446 sayılı Anayasa değişikliği kanunu ile eklenen dördüncü fıkraya göre Devlet, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzel kişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek ve tüzel kişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceği kanunla belirlenir.. Buna göre, hangi yatırım ve hizmetlerin yap işlet devret modeline göre özel hukuk sözleşmeleriyle yaptırılacağı kanunla düzenlenebilecektir. Ancak bu, Anayasayı ihlal edici nitelikteki her türlü projenin yap işlet devret modeli ile yapılabileceği anlamına gelmemektedir. Kanal İstanbul projesi olarak adlandırılan Karadeniz –Marmara Kanalı Projesinin öngörülen planı itibariyle Anayasanın pek çok maddesini ihlal edici nitelikte, çevresel zararlara neden olacağı ve büyük riskler taşıdığı bilimsel raporlarla ortaya konulmuştur. Karadeniz Marmara Kanalı için 2017 yılında bir ÇED Başvuru Dosyası hazırlanmıştır. Bu dosyada öngörülen alternatif üç ayrı geçiş yolu arasında önerilen güzergâh; Durusu Gölü‟nün doğusundan başlatılıp, Sazlıdere Barajı üzerinden Küçük Çekmece Gölüne ulaşmaktadır. Bu plana göre kanalın boyu 45 km, eni yüzeyde 250 m, tabanda 125 m ve derinliği 25 m olarak belirlenmiştir. Kanalın 35 kmlik bölümü arazide, 10 kmlik bölümü ise Küçük Çekmece Gölündedir. Kanalın genişliği, Sazlıdere baraj gölünde artacak ve Küçük Çekmece Gölünde 1000 metreye ulaşacaktır. Yapılacak kanalın çevresel etkileri başlıca iki başlık altında incelenebilir. Bu etkilerin ilki, kanal projesinin Marmara Denizi ekolojisi üzerindeki etkileridir. Kanalın pek çok bakımdan Marmara denizi ekolojisini etkilemesi olasıdır. Marmara Denizine dökülecek kazı materyali, küçük çekmece gölünün çamurunun kazı ve akıntı yoluyla süpürülmesi sonucu Marmara denizine taşınacağı ifade edilmektedir. Diğer taraftan Karadenizin az tuzlu suyununEsas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 2 Marmara denizinin oksijen düzeyini düşürerek canlı yaşamını olumsuz etkileyeceği, hatta denizden yayılacak zararlı gazların insan yaşamını tehdit edeceği ileri sürülmüştür. Kanalın doğuracağı diğer çevresel etkiler ise, deprem veya kaza sonucu oluşacak zararlı çevresel etkilerden oluşmaktadır. Öncelikle kanal alanından çıkarılan kazı materyalinin önemli bir kısmı Marmara denizinde bir konteyner limanı, dalga kıran ve adalar oluşturulmak üzere Marmara denizine döküleceği açıklanmıştır. Karadeniz‟den Küçük Çekmece Gölü‟ne kadar kara alanında kanal üstündeki arazi de göz önüne alınarak, Kanal kazısından çıkarılacak materyal 2,1 milyar m3 olarak hesaplanıştır. Bu materyalde % 40 kadar hacım artışı olacağı da hesaba katılarak taşınması ve yığılması gereken kazı materyalinin hacminin 2,94 (≈ 3) milyar m3e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu materyalin özgül ağırlığı kaya veya tortul materyal cinsine göre 1,2 1,5 ton/m³ olarak kabul edildiğinde, toplam ağırlık 3,6 4,5 milyar ton hesaplanmıştır. Bu materyal ile kuzeyde Karadenizde bir Konteyner limanı ile dalgakıran yapılması, güneyde Marmara Denizinde de bir Konteyner limanı yapılması ve adalar oluşturulması planlanmıştır. Ancak sözü edilen materyalin kamyonlar ile taşınmasının, altyapı eksikliği, maliyet yüksekliği, trafiğe getireceği yük gibi nedenlerle mümkün olmadığı, materyalin bir raylı sistem ile taşınması gerektiği ileri sürülmüştür. Bu materyalin kazılması ve taşınmasının gerekli yollar ve altyapının yapılması ve kanal betonunun atılması için asgari 12 13 yıllık bire süreye ihtiyaç olduğu ileri sürülmüştür. Ayrıca kazı alanının jeolojik niteliği dikkate alındığında çıkarılacak yumuşak eosen ve miosen kireç taşının yapılması öngörülen dalgakıran ve adalar için kullanılmaya elverişli olmadığı belirtilmiştir. Küçük Çekmece Gölü tabanında da 115 milyon m³ çamurun kazılacağı bildirilmiştir. Bu çamur Marmara denizinin dibine taşınacaktır. Küçük Çekmece Gölü yaklaşık 10 km uzunluğunda, en geniş yerde eni 6 km, derinliği (En derin yeri) 21 m olan bir lagün‟dür. Göl tabanında çevreden taşınan ve derelerin getirdiği kum, kil, killi kum, kumlu kil, kumlu tozlu kil türünde materyal çamurları bulunmaktadır. Sazlıdere Barajı göle gelen temiz ve tatlı suyu kesmiştir. Göl, çevresinden gelen ve diğer derelerin getirdiği evsel atıklar ve sanayi atıkları ile aşırı derecede kirlenmiştir. Gölün dip çamurlarında da önemli miktarda ağır metal birikimi olduğu belirlenmiştir. Küçük Çekmece Gölünde açılacak kanal tabanda yerine göre 5 10 mlik bir kazıyı gerektirmektedir. Bu kazı sonucu dipte biriken kirli çamur Marmara denizine taşınacaktır. Diğer taraftan kanalın eğimli olması dolayısıyla Karadenizden Marmara denizine güçlü bir su akışı olacaktır. Su 400 800 m³/snlik bir akış hızı ile göl tabanını kazıyacaktır. Kanaldan göle girecek su 51,8 69,1 milyon m³/gün (18,9 25,2 milyar m³/yıl) arasında olup, gölün su hacmini (145 milyon m³) 2,1 2,8 günde yenileyebilecektir. Bu durumda göl suyu yılda en az 130 174 defa Karadeniz suyu ile yenilenecektir. Göldeki yüksek akıntı taban ve yanlardaki dip çamurlarını Marmara Denizi‟ne taşıyacaktır. Göl tabanından yanlara doğru gelişecek oyulmanın yıllarca devam edeceği ve kıyıda önemli denge bozulmaları yaratacağı göz önüne alınması gereken çok ciddi bir sorundur. Küçük Çekmece Gölüne verilen sanayi atıklarının dip çamurunda biriktiği belirlenmiştir. Gölden kazınıp, Marmara Denizi‟ne dökülecek çamur ile konteyner limanı dalgakıranı ve ada yapılması planlanmıştır. Denizin dibine çökelen çamurda bulanan kil ve bu kil minerallerine bağlanmış olan ağır metaller denizi kirleteceklerdir. Zaten yaşanabilir bir ortam özelliğini önemli ölçüde kaybetmiş olan Marmara Denizi, Küçük Çekmece GölününEsas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 3 çamuru ile daha da kötü duruma sürüklenecektir. Küçük Çekmece Gölünden geçecek olan hızlı akıntının taşıyacağı çamurun lodos rüzgârı ve fırtınası etkisi ile zamanla konteyner limanını doldurması da olağandır. Lodos fırtınalarının kanal akıntısı önüne çıkaracağı kum ile konteyner limanının kumlanmasının da söz konusu olabileceği belirtilmiştir. Marmara Denizinin ciddi bir kirlenme sorunu ile karşı karşıya olduğu ve açılması düşünülen kanalın bu kirlenmeyi aşırı derecede hızlandıracağı ileri sürülmüştür. Marmara Denizi bir tatlı su gölü halindeyken Çanakkale Boğazının açılması ve tuzlu Akdeniz suyunun girmesi ile tuzlu bir denize dönüşmüştür. Tatlı su canlılarının ölüp, dibe çökmesi derin çukurlarda anaerobik (Havasız) ayrışmaya ve bu ayrışma ürünleri ile suyun doygunlaşmasına sebep olmuştur. Denizin dibindeki kırıklardan çıkan metan (CH4) vd gazlar da derindeki suları doyurmaktadır. Karadeniz‟den gelen daha az tuzlu sular 25m kalınlıkta bir su akıntısını sağlamaktadırlar. Ancak Tuna Nehrinin 3 milyar m³ kadar su getirdiği ve Avrupanın lâğımı gibi kirliliğini taşıdığı, kuzeyden Karadenize akan nehirlerin de çok kirli oldukları göz önüne alındığında Marmara Denizini kirleten temel etkenin Karadenizden gelen kirli su akıntısı olduğu anlaşılmaktadır. Karadenizin Ege Denizi ve Akdenize göre 30 cm daha yüksek olduğu, poyraz rüzgârı altında kuzeyden güneye ittirilen Karadenizde suyun yükseldiği ve seviye farkının 0,5 m, hatta 1 metreye kadar ulaştığı bildirilmiştir. Karadenizden Marmara Denizine akan daha az tuzlu (Hafif) su 25 mlik bir üst tabaka oluşturmaktadır. Ege Denizinden Çanakkale Boğazı ve devamındaki kanyon buyunca Marmara Denizine giren daha tuzlu (Ağır) su ise yer yer çukurlardaki suya dalarak Karadenize ulaşmaktadır. Ancak alttaki tuzlu suyun bir bölümü boğazlardaki eşikler ve ters akıntılar/girdaplar ile üste çıkmakta ve Karadeniz suyuna karışarak geri dönmektedir. Bu olay çok önemlidir. Çünkü derinde oksijen bakımından fakir ve anaerobik ayrışma sonucunda metan (CH4), hidrojen sülfür (H2S) ve amonyak (NH3 dolayısı ile NH4OH) ile zenginleşmiş suyun yüzeye ulaşması, balıklar için olduğu kadar kıyılarda yaşayan halk için de ölümcül ölçüde tehlikeli olduğu belirtilmiştir. Karadeniz Marmara Denizi kanalından geçecek su debisinin 400 800 m³/sn olacağı tahmin edilmektedir. Bu su akışının günlük miktarı 51,8 69,1 milyon m³, yıllık miktarı ise 18,9 25,2 milyar m³ olarak hesaplanmaktadır. Bu kadar suyun getireceği organik maddelerin ve kirliliğin Marmara Denizi derin suyuna çökelmesi, buradaki yetersiz oksijen miktarının çok daha azalmasına ve metan (CH4) ile hidrojen sülfür (H2S) miktarının aşırı ölçüde artmasına sebep olacağı belirtilmiştir. Kanal akıntısı Küçük Çekmece Gölü tabanındaki ağır metal yüklü, oksijence çok fakir (Anaerobik ortamda) olan çamur tabakasını da kazıyıp, Marmara Denizi‟ne taşıyacağı göz önüne alınmalıdır. Bu çamurun ve Göle ulaşan derelerin her yıl getireceği killi ve kirli materyalin de denize taşınacağı, derin suya çökeleceği hesaba katılmalıdır. Marmara denizinin kuzeyinde önemli bir fay hattı olduğu ve yüksek deprem riskinin bulunduğu bilinmektedir. Olası bir depremin kanal betonunu kırması ve tuzlu suyun hızla yer altı sularına karışması riski bulunmaktadır. Kanalın geçeceği alanın jeolojisinin yumuşak eosen kireç taşından oluştuğu ve bu kayaların suyu aşırı derecede geçirgen olduğu belirtilmiştir. Olası bir deprem ya da kaza sonucu kanalda oluşacak kırıklardan çok yüksek debi ile akan tuzlu suyun yer altına yayılacağı ve İstanbulun içme suyu rezervlerine karışacağı ve içme suyunu kirleteceği belirtilmektedir. Diğer taraftan kanalın yapısı ve yüksek debili su akıntısı dikkate alındığında büyük tankerlerin ve yük gemilerinin manevra yapmasının çok kolay olmadığı ve kaza riski bulunduğuEsas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 4 belirtilmiştir. Kanaldan geçirilmesi öngörülen akaryakıt tankerlerinin 275 280 m boyunda 140000 16000 ton olacağı belirtilmiştir. Üst kenarı 250 m, alt kenarı 125 m olan ters yamuk kesitte ve çok hızlı akan kanalda manevra yapmanın zorluğu, kazalara açık olduğu hesaba katılmalıdır. Herhangi bir kaza anında tankerlerin yan yatarak kanalı tıkaması ve yüksek debiyle Karadenizden Marmaraya akan tuzlu suyun kanaldan taşarak yer altı sularına karışma riskinin çok yüksek olduğu belirtilmiştir. Ayrıca herhangi bir patlama ya da yangın durumunda kanalın zarar görerek işlevsiz hale gelmesi, tuzlu suyun toprağa ve yer altı sularına karışma riskinin de çok yüksek olduğu ileri sürülmüştür. Çıkacak bir yangın, doğalgaz veya amonyak tankerinin patlaması sonucu kanal kullanılmaz hale geleceği gibi, kanal çevresinde oluşturulması öngörülen yerleşim alanlarını yakıp, yok edeceği ve bölgeyi yaşanamaz bir çöle dönüştüreceği belirtilmiştir. Kanal inşaatının ve çıkarılacak hafriyatın taşınmasının ciddi bir hava kirliliğine ve sera gazı yayılımına neden olacağı da gözden uzak tutulmamalıdır. ÇED başvuru dosyasından elde edilen verilere göre kanal inşaat alanının 448, 71 hektarı çayırlık, 641,74 hektarı mera, 7915,96 hektarı tarım alanı, 445,3 hektarı orman, 771,8 hektarı fundalık alanlardan oluşmaktadır. Bu arazilerin tamamı yok edilerek kazılacak ve yerine beton dökülmek suretiyle kanal inşa edilecektir. Kanal İstanbul Projesi'nin sulak alanlar üzerinde de çok büyük ekolojik tahribata neden olacağı belirtilmiştir. Terkos ve Küçükçekmece gibi "uluslararası öneme sahip sulak alanlar" listesinde yer alan iki tatlı su kaynağı projenin etki alanı içerisindedir. Kentin ikinci büyük su kaynağı olan ve tek başına İstanbulun su ihtiyacının %20sini karşılayan Terkos gölü̈ aynı zamanda İstanbul'un en zengin florasına sahiptir. Yukarıda belirtilen nedenler dolayısıyla Terkos gölünün tuzlanma riski çok büyüktür. Kanal, Avcılar, Bağcılar, Gaziosmanpaşa, Güngören, Küçükçekmece, Başakşehir ve Esenyurt ilçelerinin su ihtiyacını karşılayan Sazlıdere barajını tamamen tuzlu su ile dolduracaktır. (Kanal projesinin çevresel etkilerine ilişkin olarak Prof. Dr. M. Doğan Kantarcı tarafından hazırlanan bilimsel rapor ekte sunulmuştur.) Çevre ve doğa üzerinde değinilen bu olumsuz etkileri nedeniyle, Kanal İstanbul projesi, Anayasanın birçok maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı bakımından: Anayasanın 56. maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu kuralına yer verilmiştir. Ayrıca çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin görevi olduğu belirtilmiştir. İnsan onurunu ve birey özgürlüğünü korumayı esas alan klasik insan hakları teorisinin insan merkezci yaklaşımı ile çevre merkezci çevre hakkı, yaşam hakkı ortak paydasında buluşmaktadır. Yaşam veya yaşam hakkı ortak paydası, égocentrisme den écocentrismee geçişte, insanı ilk ve birincil konumdan çıkarsa da, insana, varlığının ancak yaşamı oluşturan bileşenler bütünü içerisinde anlam kazanabileceği bilincini verir. Yaşamın ortak payda olarak alınması, çevre hakkının insan haklarının sert çekirdeği ile bitişik olma özelliğine dikkat çekilmesi bakımından da önem taşımaktadır. Başka bir hak kategorisi yoktur ki, çevre hakkı kadar yaşam hakkı güvencesi için vazgeçilmez olsun. ÇevreEsas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 5 hakkının öznesi yine insandır ve insan yaşamının devamı, çevrenin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürmesine bağlıdır. Bu nedenle devletin çevreyi koruma ödevi, yaşamı koruma ödevinin uzantısı olarak da görülebilir. Ayrıca çevrenin korunması, onurlu bir yaşamın da zorunlu unsurudur. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Öneryıldız/Türkiye başvurusunda çevreyi koruma ödevi ile yaşam hakkını koruma ödevinin özdeşliğini ortaya koymuştur. Öneryıldız kararında, güvenli bir çevrede yaşama hakkı ve devletin olumlu yükümlülüğü öne çıkmaktadır. Madde 56da Devlet için öngörülen üçlü yükümlülük ihlali, ekolojik dengeyi bozacağından, Anayasa madde 13te öngörülen öze dokunma yasağı, çevre hakkı bakımından ihlal edilecektir. Ayrıca çevrenin korunması, onurlu bir yaşamın da zorunlu unsurudur. AİHM pek çok kararında çevresel koşulların birey yaşamını katlanılmaz hale getirdiğinde sözleşmenin 8. maddesinde güvence altına alınan özel ve aile hayatının korunması hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Kanal İstanbul projesinin yukarıda değinilen riskleri ve olası sonuçları göz önüne alındığında, böyle bir projenin hayata geçirilmesinin insan yaşamı ve yaşamın bileşenleri olan çevre için geri dönülmesi olanaksız zararlı etkileri olacağı açıktır ve böyle bir projeye geçit verilmesi, devletin Anayasanın 56. maddesinden kaynaklanan yükümlülüklerinin ihlali sonucunu doğuracaktır. Özellikle böyle bir projenin yap işlet devret modeliyle yapılması halinde, yüklenici firmaların ekonomik çıkarları ön plana alınacaktır ve maliyetleri azaltmak amacıyla firmalar çevre koruması için gerekli önlemleri gerektiği gibi almayacak, ya da ucuz maliyetli, göstermelik tedbirler alacaklardır. Yukarıda belirtildiği gibi böyle bir projenin hayata geçirilmesi on yıldan fazla bir zaman alabilecektir ve hiçbir getirisi olmadan, on yıldan daha uzun süre boyunca milyar dolarlık masraflar yapmak zorunda olan şirketler, çevrenin korunması için gerekli masrafları yapmaya yanaşmayacaklardır. Bu ise açıkça Anayasanın 56. maddesine aykırı sonuçlar doğuracaktır. Tarımsal üretim bakımından: Diğer taraftan projenin etki alanının %78,83ü farklı niteliklere sahip tarım arazilerinden oluşmaktadır. 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda ‘mutlak tarım arazisi olarak tanımlanan 5 milyon 264 bin 297 m2lik tarım alanı, projenin etki alanında yer almaktadır. İstanbul'un meralarının da %60'ı proje alanı içerisinde kalmaktadır. Anayasanın 45. maddesine göre devlet tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanımını ve tahribini önlemek için gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü altındadır. Çevre için oldukça büyük riskler taşıyan ve İstanbulun tarım alanlarını ve meralarını tahrip eden, böylece İstanbul'un kırsalındaki en önemli geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılığı sekteye uğrayacak olan projenin uygulamaya geçirilmesini öngören kural, Anayasanın 45. maddesine de aykırıdır. Üstelik, Kanal mekânı, herhangi bir tarım arazisinin bulunduğu yer değil, İstanbul gibi nüfusu 20 milyona yaklaşan devasa bir dünya kentinin bitişiğinde yer aldığından, tahribatın etkileri çok daha vahim olacaktır. Ormanların korunması ve geliştirilmesi bakımından: Kanal İstanbul güzergâhının yaklaşık 20 kmsi orman arazisinden geçmektedir. ÇED başvuru dosyasından, yalnızca kanalın fiziki inşası için 450 hektar orman, 770 hektarı fundalık alanın yok edileceği anlaşılmaktadır. Orman Kanununun 1. maddesine göre fundalıklar da orman tanımı içindedir. Dolayısıyla 1200Esas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 6 hektardan fazla devlet ormanının yok edilmesi söz konusu olacaktır. Diğer taraftan Kanal inşaatı sırasında 20 kmlik güzergâh boyunca tahrip edilecek ormanlar göz önünde tutulmalıdır. Diğer taraftan, deprem ve kazalar gibi nedenlerle kanalın taşarak, ya da kırılarak veya çatlayarak tuzlu suyun ormanlara yayılmasıyla ormanlar yok olacağı gibi, herhangi bir kaza nedeniyle ortaya çıkacak patlama ya da yangın dolayısıyla ormanların yanması riski de çok yüksektir. Kanal etrafına yapılması öngörülen yerleşim ve ticari alanlar dolayısıyla ormanların tahrip edilmesi de kaçınılmazdır. Anayasanın 169. maddesine göre devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Orman sınırlarında daraltma yapılamaz. Görüldüğü gibi Anayasa, ormanların tahribini, orman alanlarının daraltılmasını ve ormanlara zarar verilmesini kesin olarak yasaklamakta ve ormanların korunması için gerekli tedbirleri alma ödevini devlete yüklemektedir. Oysa iptali istenen kural ile orman alanları daraltılmakta, ormana zarar veren faaliyetlere izin verilmekte ve devlet ormanlarının mülkiyeti, yerli ve yabancı özel şirketlere geçirilmektedir. Bu nedenle kural açıkça Anayasanın 169. maddesine aykırıdır. Tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması bakımından: Diğer taraftan, yaşamın günümüzden 400 bin yıl önce başladığını gösteren ve 2001 yılında 1. Derece Arkeolojik Doğal Sit Alanı statüsüne alınan Yarımburgaz Mağarası Proje alanındadır. Mağaranın kuzeyinde tescilli bir Roma köprüsü̈ de bulunmaktadır. Bölge 1. derece arkeolojik sit alanı olan Filiboz Örenyeri ile Helenistik ve Roma dönemlerine tarihlenen iki adet antik liman ve göl içinde kalmış bir antik deniz feneri, sarnıç, bir kale kalıntısı, yol vb. pek çok anıtsal mimari kalıntılara da ev sahipliği tapmaktadır. Anayasanın 63. maddesine göre Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar. Tarihi ve kültürel mirasın korunmasına aykırı uygulamalar, Anayasanın 63. maddesine aykırılık oluşturur. Yukarıda belirtilen ve proje alanında kalan tarihi yapı ve anıt kalıntılarının yok edilmesine yol açacak olan iptali istenen kural, açıkça Anayasanın 63. maddesine aykırıdır. Planlama ve üstün kamu yararı bakımından: Anayasanın 166. maddesinde "ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, (...) yatırımlarda toplum yararları ve gerekleri gözetilir; kaynakların verimli şekilde kullanılması hedef alınır" kuralına yer verilmiştir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Kanal İstanbul projesinin yukarıda belirtilen ekolojik tahribatın yanında, sadece yapım aşamasında değil, tamamlandıktan sonra da büyük bir ekolojik tahribata neden olacağı açıktır. Kanal İstanbul hattında bir günde tüketilecek elektrik, harcanacak su ve ortaya çıkacak atık miktarı düşünüldüğünde üstün kamu yararına uygun olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle kural Anayasanın 166. maddesine de aykırıdır. Uluslararası yükümlülükler bakımından: Anayasanın 90 maddesine göre usulüne göre onaylanarak yürürlüğe konulan uluslararası sözleşmeler, kanun niteliğindedir ve devletin bu sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülüklerine uygun davranması hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Türkiye 21 Nisan 1992 tarihli "Karadeniz'in Kirliliğe Karşı Korunmasına İlişkin Bükreş Sözleşmesine taraftır. Bükreş Sözleşmesi Karadenizdeki canlı deniz kaynaklarının ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve Karadeniz'in tehlikeli maddelerden, kara kaynaklı ve gemi kaynaklı kirlilikten, gemilerden denize boşaltmaların yol açtığı kirlenmeden,Esas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 7 atmosferden kaynaklanan veya atmosfer yoluyla taşınan kirlenmeden korunması yükümlülüklerini öngörmektedir. Kanalın inşası ile oluşabilecek çevresel riskler sadece Türkiye'de değil, Karadeniz'e kıyısı bulunan komşu devletlerde de ekolojik sonuçlar doğurma riski barındırmaktadır. Dolayısıyla yap işlet devret modeli çerçevesinde hızla hayata geçirilerek işletmeye açılması istenen projenin, Türkiyenin uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan özen yükümlülüğüne uymadan ekolojik riskler doğurması, Anayasanın 90. maddesine aykırılık oluşturacaktır. Öte yandan Kanal İstanbul bağlamında Türkiye'nin komşu ülkelere karşı yükümlülükleri sadece Bükreş Sözleşmesi ile sınırlı değildir. Uluslararası çevre hukukunun başlangıç metni olan Stockholm İlkelerinin 21. maddesinde yer alan ve artık uluslararası teamül kuralı haline gelen "başka ülkenin çevresine zarar vermeme ilkesi" ne de aykırılık oluşturacaktır. Bu nedenle kural Anayasanın 90. maddesine de aykırıdır. Devletin olumlu yükümlülükleri bakımından: Ekolojik dengeyi bozarak yaşam hakkı açısından ciddi bir tehdit kaynağı oluşturacak olan Kanal İstanbul, Devletin, insan haklarına saygı, yaşam hakkını koruma ve anayasal hak ve özgürlükleri geliştirme şeklindeki üç düzlemdeki yükümlülüğüne açıkça aykırılık teşkil etmektedir: Madde 56da sıralanan üçlü yükümlülük ihlal edileceğinden, herkesin, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme Hakkını (md.17), insan haklarına saygılı Devlet ilkesini (md.2) ve Devletin, hak ve özgürlükleri ilerletme yükümlülüklerine (md.5) aykırılık teşkil etmektedir. Açıklanan nedenlerle 7146 Sayılı Kanunun 9. maddesiyle 8.6.1994 tarihli ve 3996 sayılı Kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasına eklenen Kanal İstanbul ve benzeri suyolu projeleri ibaresi Anayasanın 2., 5., 17., 45., 56., 63., 90., 166. ve 169. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 7146 sayılı Askerlik Kanunu İle Diğer Bazı Kanunlarda ve 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun iptali istenen kuralları yukarıda açıklandığı gibi Anayasanın pek çok maddesine aykırıdır ve uygulanması halinde telafisi imkânsız sonuçlar doğuracağı açıktır. Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devletinin temel gereğidir. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. İptali istenen kuralların uygulanmasından kaynaklanan ağır temel hak ihlallerinin bir an önce sona erdirilmesi ve daha ağır ve telafisi imkansız sonuçlar doğurmasını engellemek amacıyla Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 26/07/2018 tarihli ve 7146 sayılı Askerlik Kanunu İle Diğer Bazı Kanunlarda ve 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 9. maddesiyle 8.6.1994 tarihli ve 3996 sayılı Kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasına eklenen KanalEsas Sayısı : 2018/138 Karar Sayısı : 2019/94 8 İstanbul ve benzeri suyolu projeleri ibaresinin Anayasanın 2., 5., 17., 45., 56., 63., 90., 166. ve 169. maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
3,293
Esas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 1 ... 23/01/2017 tarihli ve 29957 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 683 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 06/02/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 7085 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabul Edilmesine Dair Kanun ile olağanüstü hal kapsamında ihtiyaç duyulan bazı tedbirlere yönelik düzenlemeler yapılarak; terör örgütleri veya milli güvenliğe karşı yapı, oluşum ve gruplarla üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan kamu görevlilerinin ihraç edilmesi, terör örgütleriyle bağlantısı nedeniyle ihraç edilen ancak yapılan inceleme sonucunda bu örgütlerle bağlantılı olmadığı tespit edilen kişilerin kamu görevine iade edilmesi, terör örgütleriyle bağlantılı özel televizyon kanallarının kapatılması, terör örgütleriyle bağlantısı nedeniyle açığa alınan veya haklarında adli soruşturma ya da kovuşturma yapılan doçent adaylarının, doçentlik başvurularına ilişkin işlemlerinin durdurulması, terör örgütleriyle bağlantılı halka açık ortaklıklar ve sermaye piyasası kurumları ve/veya bunların iş ve işlemleri hakkındaki dava ve takiplerde idare aleyhine yargılama giderine ve vekalet ücretine hükmedilememesi, kamu idareleri ve bağlı kuruluş ve ortaklıklarının, döviz alacaklarını borçlunun talebi üzerine 2/1/2017 tarihinde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından açıklanan döviz alış kurundan, 31/12/2017 tarihine kadar Türk Lirası olarak tahsil edilmesi ve kayyum atanan şirketlerin, kayyum atanmasından önceki sahipleri, ortakları, yönetim kurulu üyeleri, müdürleri ve diğer sorumlu yetkilileri aleyhine kayyumlar tarafından açılmış veya açılacak şahsi sorumluluk davalarıyla ilgili bazı hususların düzenlenmesi amaçlanmıştır. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHKsi olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle yokluk iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkılarak olağanüstü halin süresini ve kapsamını aşacak şekilde tedbirler alınarak anayasal yetkilerini tamamen aşarak bireylerin temel hak özgürlüklerine ömür boyu müdahale edecek şekilde kalıcı işlemler yapmıştır. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna, olağanüstü hal süresini aşan, kalıcı nitelikte ve temel hak ve özgürlüklere müdahale yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, yargı organlarına ve idareye tanınan yetkilerin açıkça gaspı anlamınaEsas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 2 gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusun varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHKlardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğulun deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMMce Onaylanması Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasanın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHKlar ile yapılacak düzenlemelerle olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genel düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38).Esas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 3 Öncelikle Anayasanın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre 119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasanın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasasında düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHKlarla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664) Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durduran düzenlemeler doğrudan OHAL KHKları ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHKsı ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHKsı ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHKları ile temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasanın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHKları ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasanın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Anayasa Mahkemesine göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHKlere Anayasanın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri; olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkçaEsas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 4 göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması, bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır. Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular olamaz. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasanın 6. maddesindeki Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki Kuvvetler ayırımının, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHKleri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHKsi adı altında, bireylerin hukuki statüsünü kalıcı olarak değiştiren birel işlem niteliğinde düzenleme yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça yargısal yetkinin ve bireysel işlem yapma yetkisinin gaspı anlamına gelir. KHK çıkarma yetkisi her ne kadar yürütme organına tanınmış ise de özünde bir yasama yetkisidir ve yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesinin (Anayasa m. 7)Esas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 5 anayasadan kaynaklanan bir istisnasını oluşturmaktadır. Ne var ki bu, KHK çıkarma yetkisinin genel, düzenleyici, kural işlemler için kullanılması gereğini ortadan kaldırmamaktadır. Yürütme organı KHK çıkarırken geçici olarak yasama yetkisi kullanmaktadır ve bir KHKnin nitelik olarak kanunlara benzemesi kaçınılmazdır. Yasama organının bireysel işlemler niteliğinde kanun çıkaramayacağı doktrinde kabul edilmektedir (Ergun Özbudun, s. 202). Bir kuralın somut olguya uygulanması niteliğindeki bireysel işlemlerin, kural işlem şeklinde yapılması yetki gaspı anlamına gelir. Daha sonra TBMM tarafından onaylanarak yasalaşan (6749 sayılı Kanun) 667 sayılı KHKnin 4. maddesinde bu işlemlerin hangi kurumlar tarafından yapılacağı belirtilmiştir. Yasa ile kurumlara tanınan yetki, yasanın uygulanması şeklindeki bireysel işlemlerin geçici yasama yetkisi kullanan Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunca OHAL KHKsı şeklinde kullanılmıştır. Yukarıda açıklandığı gibi bu yola sırf söz konusu işlemleri yargı denetimi dışına çıkarmak amacıyla başvurulmuştur. Bu kötü niyetli ve yetkisiz işlem Anayasanın 121 maddesine açıkça aykırı olduğu gibi, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir hükmünü içeren Anayasanın 8. maddesine de aykırıdır. Bir bireyin terör örgütüne üye olup olmadığına karar verme yetkisi yargısal bir yetki olduğu gibi bir yapının ya da oluşumun terör örgütü olduğuna karar vermek de yargısal bir yetkidir. Yokluğunun tespiti talep edilen dava konusu düzenleme Fonksiyon Gaspı suretiyle yargı organının yerine geçerek ek listedeki tüzel ve özel kişilerin terör örgütü üyesi vd. olduğuna hükmetmektedir. Aynı şekilde Anayasa Md. 118de düzenlenen Milli Güvenlik Kurulunun icrai yetkilere sahip olmadığını, sadece tavsiye niteliğinde kararlar alma yetkisiyle donatıldığını hatırlatmak gerekir. Ne var ki, 8 Mart 2018 tarihinde yayınlanan Kanunlara ekli ihraç listeleri terör örgütü üyeliği, vd suçlarından hüküm kurma yetkisini MGKya vermektedir. Yani MGK tarafından terör örgütü olduğuna karar verilen yapı ve oluşumlarla ilişkili kişilerin kamu görevinden çıkarılmasını ve diğer yaptırımlara tabi tutulmasını, aynı durumdaki kurumların ise kapatılmasını öngörmektedir. Kısaca MGK yargı organının yerine geçerek işlem yapmış ve hangi oluşumların terör örgütü olduğuna karar vermiştir. (Oysa, MGKnun OHAL ilanı için yaptığı tavsiye kararı, OHALin anayasal çerçevesine vurgu yapıyor ve kamuoyu ile CB tarafından paylaşılıyordu:MGK üyeleri olarak yaptığımız kapsamlı değerlendirme sonunda terör örgütünün bertaraf edilebilmesi için anayasamızın 120. Maddesi uyarında OHAL ilan edilmesini hükümete tavsiye etme kararı aldık. Bakanlar Kurulumuz da Türkiyede 3 ay OHAL ilan edilmesi kararını aldı. Bu uygulama kesinlikle demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı değildir. Tam tersine bu değerleri koruma, yükseltme, geliştirme adınadır. Olağanüstü Hal ilanının amacı ülkemizde demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir (CB, 20 Temmuz 2016). Diğer taraftan dava konusu düzenleme ağır ve bariz yetki tecavüzü içermektedir. Anayasanın 130. maddesine göre Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar. Buna rağmen dava konusu düzenleme ile çok sayıda öğretim elemanı görevden uzaklaştırılmıştır. Anayasanın üniversitelerin yetkili organlarına tanıdığı yetki Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafında kullanılmıştır ve bu ağır ve bariz yetki tecavüzü fonksiyon gaspı sonucunu doğurmaktadır. Aynı zamanda Anayasanın açık hükümleri yok sayılarak bireysel temel hak ve özgürlüklere müdahale edilerek fiili yol oluşturulmuştur. Anayasanın 15., 121. ve 130. maddelerinin açık bir şekilde yasakladığı müdahalelerin yapılması hukukun ve anayasanınEsas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 6 askıya alınması, dolayısıyla hukuk devletinin tamamen reddi anlamına gelmektedir. Bu Anayasanın kuvvetler ayrılığını düzenleyen Başlangıcına, hukuk devletini güvence altına alan 2. maddesine devlet yetkilerinin anayasadan kaynaklamasını öngören 6. maddesine, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini düzenleyen 7., 8., ve 9. maddelerine, anayasanın üstünlüğünü düzenleyen 11. maddesinin de hiçe sayılması anlamına gelmektedir. Aşağıda açıklanacağı gibi bu aslında anayasanın fiilen askıya alınması ve anayasasızlaştırma sonucunu doğurmaktadır. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları fonksiyon gaspına yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda kanun adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar. (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.) Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının, geçici yasama yetkisi kullanan yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla fonksiyon gaspı suretiyle yapılan işlemler yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 8., 9., 11., 15., 121. ve 130. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir OHAL KHKlerinin hazırlanması ve çıkarılması sürecindeki şekil eksikliklerinin özellikle de işlem yapma iradesinin oluşup oluşmadığını Anayasa Mahkemesinin değerlendirmesi gerekir. Bilindiği üzere, OHAL KHKleri için gerekli olan şekil ve usul koşulları Anayasanın 121. Maddesinde belirtilmektedir. Buna göre: 1. Kararnameler, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılmalıdır. 2. Kararnameler, Resmî Gazetede yayımlanır. 3. Kararnameler aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. 4. Kararnamelerin TBMM tarafından onaylanmasına ilişkin süre ve usul, İçtüzükte belirlenir. 5. İçtüzüğün 128inci maddesine göre ise, TBMM olağanüstü hâl KHKlerini otuz gün içinde görüşüp sonuçlandırır.Esas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 7 KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHKlerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHKnın kapsamının genişliği ve ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHKlere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırımdan gelmiştir: Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık. Yine aynı doğrultuda Yıldırımın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal. Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır: İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.. İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHKlerin Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazetede farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017Esas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 8 683, 684 ve 685 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHKlerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHKlerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocaktan sonraki kararnamelere ilişkin Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız dedi... Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırımın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHKnın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kâğıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyle iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHKlarını çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasanın 121. Maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasaya göre Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHKlerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulunun hukuki ve siyasi açıdan KHKlerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlar dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulunun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHKlara eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHKların altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHKler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir.Esas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 9 Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasanın 121. maddesine göre OHAL KHKlarının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMMnin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İç Tüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır. Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHKların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHKlar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMMce onaylanmayan OHAL KHKlarının idari işlem olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHKlarının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHKların OHAL KHKsı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMMce onaylanmamış olan OHAL KHKlarının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk NedenleriEsas Sayısı : 2018/51 Karar Sayısı : 2018/70 10 Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHKları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması müm
4,084
Esas Sayısı : 2017/8 Karar Sayısı : 2017/10 1 Davacı vekili Av. mahkememize verdiği 30.06.2016 havale tarihli dilekçesinde özetle, TBMM tarafından kabul edilen Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 17.06.2016 tarihinde resmi gazetede yayımlandığını, adı geçen kanun değişikliklerinde davayı ilgilendiren 26. maddesinde Geçici 20/l:l) Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17. madde hükümleri uygulanır. hükmünün getirildiğini, ancak bu yapılan değişikliğin açıkça anayasaya aykırılık teşkil ettiğini, mevzuatta yürürlüğe giren bir yasanın geriye yürüyüp yürümeyeceği hususunda bir hüküm bulunmadığını ancak kanunlara karşı güveni sağlamak ve hatta kanun koyucunun keyfî hareketlerine engel olmak için tersini öngören bir hükmü kendi bünyesinde taşımayan bir kanunun kural olarak geriye yürümeyeceği esasının kabul edildiğini, kanunların yürürlüğe girdiği tarihten sonraki zamanda meydana gelen olaylara ve ilişki lire uygulanabileceğini, o tarihten önceki zamana rastlayan olaylar ve ilişkilere uygulanamayacağını, getirilen, düzenlemeye bakıldığında ise kamu yararının değil bir takım özel şirket i İre in, yararına düzenlemeye gidildiği, bununla da yetinilmeyerek kanunun geriye yürütüldüğünü, hukukun genel ve evrensel ilkeleri ve Türk Anayasası karşısında yapılan bu düzenlemenin hukuk dışı olduğunu, tüm bu izah edilen nedenler ile hükmün açıkça anayasaya aykırı olduğunu, somut norm denetimi açısından başlangıç 2, 5, 10, 35, 36 ve mahkememizce resen takdir edilecek diğer maddelere uygunluğunun denetimi açısından maddenin iptali için anayasa mahkemesine başvurulmasını talep ettiği görülmüştür. İptali istenen 6719 sayılı Kanunun geçici 20. ve 21. maddeleri incelenmiş ve aşağıda gerekçelendirileceği üzere Anayasamızın 2, 5, 10, 35 ve 36. maddelerine aykırı olabileceği düşünüldüğünden davacı vekilinin talebi ciddi görülmüştür. Şöyle ki: İptali istenen geçici 20. madde yasanın yürürlük tarihi öncesini kapsar şekilde daha önce tahakkuk ettirilen ve daha önce açılan ilamsız icra takibi* dava ve başvurulan da kapsar şekilde düzenlenmiştir. Hukuk devletinin bir gereği hukuk güvenliği ilkesine riayettir. Kanun koyucunun sınırsız ve keyfi şekilde kanun değişikliği yapma hakkı ve yetkisi olamaz. Hukuk kuralları değiştirilerek bir yandan toplumun yeni ihtiyaçları karşılanmalı, diğer yandan değişiklik tarihine kadar mevcut olan hukuki durumun ve oluşmuş hukuki istikrarın zedelenmemesi gerekir. Hukuk kurallarının geçmişte tamamlanmış veya kazanılmış haklara geriye dönük uygulanması hukuki güvenlik ilkesini böylelikle hukuk devleti ilkesini ihlal etmiş olacaktır. Geçmiş tarihli tahakkuklara uygulanacak mevzuatın tahakkuktan sonraki tarihte yürürlüğe girmesi hukuk devleti yerine kanun devleti anlayışıyla açıklanabilir. Bu nedenle anılan düzenleme Anayasamızın 2. maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Yine anılan kanunun 21. maddesi ile 17. madde 10. fıkrasında mahkemenin yetkisi bedelin, düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlanmış olup, düzenleme bu şekliyle hak arama hürriyeti ve yine hukuk devletinin ihlalini teşkil etmektedir. Zira tüketici, tüketici yasası ile elde ettiği haklarını mahkemenin sınırlı yetkisi nedeniyle ileri süremeyecektir. Hakların ileri sürülememesi Anayasamızın 36. maddesine, ve yine Anayasamızın 2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca Anayasamızın 9. maddesinde verilen yargı yetkisinin de kanunla sınırlandırılması anlamına gelmemektedir. Her ne kadar elektrik dağıtımı kamu hizmeti olsa da, bedeli mukabilinde özel hukuk kurallarınca elektrik satın alan tüketiciden dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim bedeli adı altında ücret alınamaz. Bunlar hizmet sunanın katlanması gereken maliyetlerdir ve tüketiciye yüklenemez. Kayıp kaçak bedeli adı altında alman ücretler ise hiçbirEsas Sayısı : 2017/8 Karar Sayısı : 2017/10 2 şekilde denetime elverişli olmayan, kayıp ve kaçak elektrik kullanıp bedel ödemeyen tüketiyici teşvik eden, külfetine bir diğer tüketicinin katlanmasını gerektiren niteliktedir. Bu tutum tüketiciler arasında eşitsizlik yaratır, bu nedenle gerek özel üretim ve dağıtım şirketi ile gerekse elektriği kaçak şekilde kullanan tüketici ile kayıp kaçak bedeline katlanan kişi arasında AY. 10. maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesi ihlal edilmiştir. Ayrıca engellenemeyen kayıp kaçak bedelinin külfetini, satıcı, dağıtıcı firma ve kaçak elektrik kullanan kişiler arasında denge kurulmaksızın tümden bu durumda hiçbir kusuru bulunmayan ve kayıp kaçak tahsilinden menfaati de bulunmayan, elektrik almak zorunlu bir ihtiyaç olduğundan, sözleşme yapabileceği tekel konumundaki firmaya nazaran zayıf konumda olan tüketiciye yüklemek sosyal devlet ile adalet ilkeleri ile bağdaşmayacaktır. Bu yönüyle ilgili düzenleme Anayasanın 5. maddesine aykırıdır. Son olarak anlatılan nedenlerle anayasaya aykırı olan bu düzenleme gereği haksız olarak alınacağı düşünülen bedeller AY 35. uyarınca mülkiyet hakkının ihlali anlamına gelecektir. Dosyamız kül halinde ele alınarak incelemesinden, dosyamız davacı vekilinin talebi yerinde gönderilmekle gerekli incelemeyi yapmak üzere Anayasa Mahkemesine verilmiştir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Davacı vekili Av. talebinin KABULÜ ile, 6719 sayılı Kanunun geçici 20. ve 21. maddesinin Anayasaya aykırılığı hususunda değerlendirme yapmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda karar verildi.
725
Esas Sayısı:1968/14 Karar Sayısı:1968/35 1 "... II İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi özeti : Anayasa'nın 7. maddesinde : (Yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı); 32. maddesinde : (hiç kimsenin tabiî hâkimden başka bir merci önüne çıkarılamıyacağı; bir kimseyi tabiî hâkimden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamıyacağı); 132. maddesinde ise : (Hâkimlerin görevlerinde bağımsız oldukları; hiç bir organ, makam, merci ve kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremiyeceği) yazılıdır. Bu hükümler Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanunla karşılaştırılınca kanunun Anayasa'ya aykırı olduğu açıkça ortaya çıkar. Çünkü bu kanunla sorgu hâkiminin yetkileri, idarî mercie verilmiştir. Yetki bir yargı yetkisidir; oysa idarî merci, bir yargı organı değildir. Öte yandan Anayasa, kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiştir. İdari mercilerin yargı yetkisi ile donatılması bu ilkeyi zedelemektedir. Memurlar için ayrı bir muhakeme usulünün kabul edilmiş bulunması Anayasa'nın yukarıda açıklanan ilkeleri ile bağdaşamaz . Bu nedenlerle Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanunun tümü Anayasa'ya aykırıdır."
156
Esas Sayısı:2002/162 Karar Sayısı:2007/89 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: " ... 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 112/2. maddesinde; "...Mahkeme denetim makamının başvurusu üzerine tüzükte gösterilen sebeplerle duruşma yaparak yöneticileri görevden alabilir ve vakıf senedinde başka bir hüküm yoksa yenisini seçebilir" hükmü getirilmişse de; Anayasa'nın 2. maddesine göre; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir." Anayasa'nın 11. maddesine göre; "Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz." Anayasa'nın 13. maddesine göre; "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." Anayasa'nın 33. maddesinin son fıkrasına göre; "Bu madde hükümleri vakıflarla ilgili olarakta uygulanır." Anayasa'nın 38. maddesine göre; "Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkûmiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır." İdare, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran bir müeyyide uygulayamaz. Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından bu hükme kanunla istisnalar getirilebilir." Şeklinde düzenlenen maddelere göre vakıf yöneticilerinin hangi sebeplerle görevden alınacağı hususu kanunun yollaması ile düzenleyici bir idari işlem niteliğinde olan tüzükte gösterilmesi ve tüzük hükümlerine göre yaptırım uygulanması Anayasa'nın yukarıda anılan 2, 11, 13, 33 ve 38. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. SONUÇ: Yukarıda açıklanan gerekçelerle davalılar vekili tarafından yapılan Anayasa'ya aykırılık iddiası mahkememizce de ciddi bulunduğundan, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 112/2. maddesindeki "...tüzükte gösterilen sebeplerle ..." hükmünün, Anayasa'nın 2, 11, 13, 33 ve 38. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptaline karar verilmesi itirazen arz olunur.""Esas Sayısı:2002/162 Karar Sayısı:2007/89 2
313
Esas Sayısı : 1999/49 Karar Sayısı : 1999/50 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Türk Ceza Kanunu'nun 522. maddesinin 1. fıkrasında; onuncu bapta beyan olunan cürümlerin işlenmesinde cürmün mevzuu olan şeyin veya ika edilen zararın kıymetinin "pek fahiş" olması halinde cezanın yarı oranında artırılması, "hafif" veya "pek hafif" olması halinde ise belli oranlarda azaltılması hükmü yer almıştır. Aynı maddenin 3. fıkrasında ise "failin aynı nev'iden olan cürümlerden dolayı mükerrir bulunması" veya "onuncu ikinci faslında yazılan cürümlerden birinin işlenmesi" halinde, verilecek cezada indirim yapılamayacağı, emredici hüküm olarak belirtilmiştir. Türk Ceza Kanunu'nun 10. babı "Mal Aleyhinde Cürümler"i ve bunların müeyyidelerini düzenlemektedir. 10. babın 1. faslında 491 494. maddelerde hırsızlık; 2. faslında 495 502. maddelerde yağma, yol kesme ve adam kaldırmak; 3. faslında 503 507. maddelerde dolandırıcılık ve iflas; 4. faslında 508 511. maddelerde emniyeti suiistimal; 5. faslında 512. maddede eşyayı cürmiyeyi satın almak ve saklamak; 6. faslında 513 515. maddelerde hakkı olmayan yerlere tecavüz ve 7. faslında 516 521. maddelerde nası ızrar suçları ve müeyyideleri düzenlenmiştir. 522. maddenin de içinde bulunduğu 8. fasılda ise, geçen fasıllar arasındaki müşterek hükümler gösterilmiştir. Buna göre; 522. maddenin artırım ve indirim oranları hırsızlık dolandırıcılık ve iflas, emniyeti suiistimal, cürüm eşyasını satın almak ve saklamak, hakkı olmayan yerlere tecavüz ve nas ı ızrar suçlarına uygulanacak; ikinci fasıldaki yağma, yol kesme ve adam kaldırmak suçlarına ise sadece artırım oranı uygulanacaktır. Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarına göre bu artırım, cürüm mevzuunun "pek fahiş" olması durumunda tatbik edilecektir. Şayet cürmün mevzuu hafif veya pek hafif ise sanığa verilecek cezada herhangi bir indirim yapılmayacaktır. İşte bu noktada çelişkili ve hukuk mantığına aykırı durumlar ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; 1) Türk Ceza Kanunu'nun 81. maddesi cürümde tekerrürü düzenlemiştir. Maddenin 1. fıkrasına göre bir kimsenin "...başka bir suç işlemesi" yani tekerrür halinde yeni suça verilecek cezanın altıda bire kadar artırılacağı öngörülmüş ve bununla yetinilmiyerek ikinci fıkrada, yeni suçun evvelki mahkumiyete sebep olan suç cinsinden olması halinde artırımın daha fazla oranda yapılması istenmiştir. Türk Ceza Kanunu'nun 86. maddesinde ise "aynı cinsten cürümler" belirtilmiştir. İki suçun aynı cinsten olup olmadıkları, bu maddedeki tarife uygun bulunup bulunmadıklarına göre değerlendirilir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu 15.11.1954 tarih ve 331/311 sayılı kararında Türk Ceza Kanunu'nun 522. maddesinde geçen "nev'i" kelimesinin "cins" manasında anlaşılması gerektiğini kabul etmiştir. Buna göre, bir kişinin aynı hukuki durumla ilgili olarak mükerrer cezalandırılması söz konusu olacaktır. Sanığın cezasında (şartları varsa) Türk Ceza Kanunu'nun 81/2. maddesi uyarınca bir artırım yapılacak ve ayrıca 522. maddenin lehe olan hükümleri de uygulanmamak suretiyle adeta yeniden cezalandırılmış veya cezası yeniden artırılmış gibi olacaktır. Türk Ceza Kanunu'nun 81/1. maddesinin uygulanması, yani sanığın aynı nev'idenEsas Sayısı : 1999/49 Karar Sayısı : 1999/50 2 olmayan bir cürümden dolayı mükerrir bulunması halinde ise; sanık 522. maddenin lehe olan hükümlerinden faydalanabilecektir. Bir örnek verecek olursak; hırsızlık suçundan mükerrir olan bir kişi, daha sonra en basit ve konusu pek hafif olan bir hırsızlık veya "aynı nev'iden" bir suç işlerse 522. maddenin lehe olan hükümlerinden faydalanamayacaktır. Hırsızlık suçundan çok daha ağır olan adam öldürme suçundan mükerrir olan bir kişi, daha sonra 10. babın 2. faslında yazılı olanlardan başka diğer fasıllarındaki bir suçu işlediğinde, 522. maddenin lehe olan hükümlerinden faydalanacaktır. Bizce bu çelişkiyi izah etmek mümkün değildir. Suçların ağırlığı ve vahameti kanundaki müeyyideleri ile doğru orantılıdır. Ceza Kanunumuzdaki sistematik de kısmen bu yöndedir. Her ne kadar aynı nev'iden olmasa da; önceki suçu daha ağır ve vahim olan bir kişinin yararlanabileceği haktan (indirimden), önceki suçu daha az vahim sayılan bir kişiyi yararlandırmamak Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırıdır. Türk Ceza Kanunu'nun hiçbir maddesinde yukarıda yazılan anlamda bir uygulama bulunmamaktadır. Örneğin bir kişi ne kadar suç işlerse işlesin eğer şartları varsa yine bir kanuni indirim maddesi olan "haksız tahrik" hükümlerinden faydalanabilecektir. 522. maddenin mantığı ile hareket edilirse; müessir fiil suçunu işleyen bir kimsenin daha sonra yeniden müessir fiil suçunu işlemesi halinde (örneğin) haksız tahrik hükümlerinden faydalandırılmaması gerekecektir. Zira 522. madde ve 51. madde yasal indirim maddeleridir. Örneklerde bahsedilen durumlar için Türk Ceza Kanunu'nun 81. veya 85. maddeleri zaten uygulanabilecektir. Bunlardan 81. maddede kesin bir artırım oranı öngörülmemiştir. Bu oran, olayın özelliklerine göre hakim tarafından takdir edilecektir. Diğer yandan Türk Ceza Kanunu'nun 29/son maddesine göre hakim iki sınır arasındaki temel cezayı belirlerken "...failin geçmişi, şahsi ve sosyal durumu gibi hususları..." göz önünde bulunduracaktır. Temel cezanın belirlenmesinde elbette sanığın mükerrir olması da dikkate alınacaktır. Yine 647 Sayılı Yasa'nın 4. ve 6. maddeleri de uygulanırken bu husus gözden uzak tutulmayacaktır. Tüm bunların yanında; failin aynı nev'iden bir cürümden dolayı mükerrir bulunduğu için, lehe olan hükümlerden faydalandırılmaması Anayasa'nın eşitlik ve sosyal adalet ilkelerine de aykırıdır. Çünkü "mükerrir olmasının cezası" zaten tekerrürden dolayı (artırım yapılarak) verilmektedir. Türk Ceza Kanunu'nun 522. maddesi bir bab'a teşmil edilmiş genel bir artırım ve indirim maddesidir. En basit ve kaba bir mantıkla düşünülecek olursa; suçun konusu "pek fahiş" ve artırım sebebi oluyorsa, "hafif" veya "pek hafif" ise indirim sebebi sayılmalıdır. Türk Ceza Kanunu'nun 522. ve 523. maddeleri aynı babta ardarda düzenlenen ve içerik itibariyle benzer eşdeğer maddelerdir. "Aynı nev'iden olan cürümlerden dolayı mükerrir" olanların; 523. maddedeki indirimden faydalandırılmamaları acaba neden düşünülmemiştir. Bir an için 522. maddenin son fıkrasını, 523. maddenin son fıkrası olarak düşünelim. Ve hatta, ceza belirleyen ve indirim oranı içeren herhangi bir maddenin son fıkrası olarak düşünelim (ikinci faslında ibaresi, birinci üçüncü gibi değiştirilebilir). Bu hallerde de yukarıda yazılan hususların aynen geçerli olmadığını kim iddia edebilir.' İptali istenen bu fıkra adeta Türk Ceza Kanunu'nun 522. maddesinde bir "yama" gibi durmaktadır. Kanaatimizce lâfzı ve ruhuyla da Anayasa'ya aykırıdır.Esas Sayısı : 1999/49 Karar Sayısı : 1999/50 3 2) 522. maddenin son fıkrasının son cümlesi "...bu babın ikinci faslında yazılı cürümlerden birini işlemiş olursa..." demektedir. Neden ikinci faslında'.. Ve neden "artırıma mahal var" da, "tenkise mahal yok"' ... Artırıma mahal varsa, tenkise de mahal olmalıdır. Zira eşitlik ve suç ve cezaların kanuniliği ilkesi bunu gerektirir. Bahis konusu ikinci fasılda müeyyide tayin eden altı adet madde vardır. Bunlardan 500. maddede üç yıldan beş yıla kadar hapis, 499/son maddede ise müebbet ağır hapis cezası öngörülmektedir. Şimdi; bu iki maddenin sanıklarını aynı uygulamaya tabi tutmak hakkaniyete uygun mudur' İptali istenen hüküm, Türk Ceza Kanunu'nun "Mal Aleyhinde Cürümler" başlıklı onuncu babında yer almaktadır. Özellikle ikinci faslındaki maddeler çok ağır müeyyideler içermektedir. Hatta bazı cezalar, dokuzuncu babtaki "Şahıslara Karşı Cürümler"in cezalarından daha ağırdır. Suç ve cezalar arasındaki denge prensibine açıkça aykırı müeyyideler içeren Türk Ceza Kanunu'nun 495, 496, 497, 498 ve 499. maddeleri; iptali istenen hükümle adeta "kaskatı" hale getirilmiştir. Çözülmesi imkansız bir buzul gibidir. Bu durum uygulayıcıları, teorisyenleri ve tüm hukuk camiasını rahatsız etmektedir. Suçun adı yağma (gasp) da olsa, faili bir insandır. Nasıl ki adam öldüren, zorla ırza geçen sanıklar da birer insan iseler... Bir hocamızın dediği gibi "suçluyu kazıyın, altından insan çıkar". "Mal"ın; "can" dan, "insan hak ve özgürlükleri"nden daha üstün tutulduğu, koyu bir mülkiyet taassubunun hüküm sürdüğü dönemlerde kabul edilen ve Anayasamıza aykırı olduğu vicdani kanısına vardığımız bu hüküm, sızlanmaların artmasına ve çok çarpıcı örnekler verilmesine yol açmakla, komedi programlarında espri konusu yapılmaktadır. Örneğin; bir kişinin zorla gözlüğünü almanın cezası, gözünü çıkarmanın cezasından daha fazla denilmekte ve hatta hukukçu olmayan sıradan vatandaşlar da bunun neden böyle olduğunu hayret ve merakla bizlerden sormaktadırlar. Yine bir kişinin kolundaki saati zorla almak, şahsın kolunu kesmekten daha ağır bir cezayı gerektirmektedir. Hele hele zor kullananlar "kıyafet değiştirmişse"... Yine içlerinden birisi görünür şekilde silahlı bulunan ikiden fazla kişilerin bir şahsın önüne çıkarak veya yolunu keserek, içinde çok az bir para bulunan cüzdanını veya saat alyans gibi pek hafif değerdeki eşyalarını almaları halinde verilecek ceza adeta "korkunç"tur. Değer "pek fahiş" ise ceza miktarı da "pek korkunç" olmaktadır. Bu kişilerin Türk Ceza Kanunu'nun 463. maddesindeki şartlar ve unsurlar dahilinde adam öldürmeleri halinde verilecek ceza yukarıdakinin yarısından da az olmaktadır. Üstelik tahrik vs. gibi indirim maddelerinin uygulanma ihtimali de cabası... Demokratik bir toplumda, kanunların uygulanma yeri olan mahkemelerin kamuoyuna güven duygusu vermesi gerekir. Bu maddelerin uygulanmasından doğan sonuçlar ise, kamuoyunun adalete olan güvenini de zaafa uğratmaktadır. Sürekli rastlanmakla birlikte, gerekçeli kararı yazdığımız gün bir büyük gazetemizde çıkan haberi iddiamıza delil olmak üzere karara ekliyoruz. Görüldüğü gibi, suçlu da olsa kişi "isyan etmekten" kendini alamıyor ve "adam öldürene bile bu kadar ceza verilmiyor" diye haykırıyor. Bu örnekte ayakkabıların değerinin pek hafif olduğu tartışmasızdır. Türk Ceza Kanunu'nun lehe olan hükümleri (eşitlik ilkesi gereği) uygulansa idi böyle bir itiraz ve haber olmayacaktı. Bu sonuç ayrıca, yargı kararlarının eleştirilmesini gündeme getirmektedir. Bu olumsuz durum Türk Ceza Kanunu Ön Tasarısı'nda ortadan kaldırılmış ve 201. maddede "basit yağma"nın cezası altı yıldan on yıla kadar hapis, 202. maddede "nitelikli yağma"nın cezası on yıldan onbeş yıla kadar hapis olarak belirlenmiştir. 202. maddenin son fıkrasında, nitelikli yağmanın iştirak halinde işlenmesi halinde verilecek cezada beşte birEsas Sayısı : 1999/49 Karar Sayısı : 1999/50 4 oranında artırım öngörülmüştür. Bunun dışında bir artırım veya ağırlaştırıcı unsur bulunmadığı gibi, tam tersine 225. maddede, suç konusunun değerinin pek hafif olması halinde üçte ikiden altıda beşe kadar indirim yapılması istenmiştir. Bizce hakkaniyete uygun olanı da budur. Kanunumuzda cezaların genellikle alt ve üst sınırı bulunmaktadır. Olayın özelliğine ve suç konusuna göre zaten bu iki sınır arasında bir ceza tayin edilecektir. Hâkim, kanunu uygulamakla mükelleftir. Anayasa'mızın 138. maddesine göre "...Hâkimler Anayasa'ya, kanuna, ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler..." Hâkimi bağlayıcı kurallar Anayasa'mızda bu şekilde hiyerarşik olarak sıralanmıştır. Vicdani kanaate göre verilecek hükmün hukuka ve kanuna uygun olması nasıl gerekli ise; uygulanacak kanunun da Anayasa'ya uygun olması gerekmektedir. Kanun, toplumun ve özellikle uygulayıcının vicdanında "sızlama" yaratıyorsa, Anayasa'ya uygunluğu da en azından "tartışılır" demektir. 3) A Anayasa'mızın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk Devletinde, hukukun üstünlüğü ve evrensel hukuk kurallarının geçerliliği tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Hukuk Devleti, insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan, adaletli bir hukuk düzeni kurup sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün etkinliklerinde, işlem ve eylemlerinde hukuk kurallarına bağlı olan devlet demektir. İtiraz konusu fıkra ile uygulama yapıldığında, hukuka uygun ve adaletli bir sonuç elde etme imkanı bulunmamaktadır. Bu nedenle, itiraz konusu fıkranın Anayasa'mızın Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu ilkesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. B Anayasa'mızın 10. maddesinde; herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşmiş kararlarına göre, yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmez. Eşitlik ilkesi; birbirinin aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını veya uygulanan aynı kurallar sonucu farklı sonuçlar yaratılmasını yasaklar. Kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında, yasalara konulan kurallarla değişik uygulama yapılması Anayasa'nın amaçladığı hukuksal eşitlik ilkesine açık aykırılık oluşturmaktadır. Zaten Anayasa eylemli değil, hukuksal eşitliği tanımlamaktadır. Eşitlik ilkesi ile, aynı durumda bulunan kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanması veya aynı kurallar uygulanarak farklı sonuçlar elde edilmesi yasaklanmıştır. Oysa iptali talep edilen fıkrada; Türk Ceza Kanunu'nun onuncu babında yazılan ve tümü mala karşı cürümleri düzenleyen bazı fiillere yasal indirim yapılmaması emredilmiştir. Hırsızlıkta, emniyeti suistimalde, dolandırıcılıkta malın değeri pek hafif ve bu durum indirim sebebi oluyorsa; eşitlik ilkesi gereğince tüm mala karşı suçlarda da indirim sebebi olmalıdır. C Anayasa'mızın 11. maddesinde; yasaların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Yukarıda açıklanan ve aşağıda yazılan sebeplerden dolayı, iptali istenen fıkranın bir yasa hükmü olarak, Anayasa'nın ruhuna da aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Türk Ceza Kanunu'nun 38. maddesinde "...kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez..." hükmü yer almıştır. Suçu işlediği sırada mükerrir olan bir kişinin cezası, Türk Ceza Kanunu'nun 81. ve devam eden maddeleriEsas Sayısı : 1999/49 Karar Sayısı : 1999/50 5 uyarınca artırılacaktır. Bu kişi mükerrir olmasının karşılığını bu şekilde gördüğü halde, 522. maddedeki indirimden mahrum edilerek yeniden cezalandırılmaktadır. Suç ve ceza tekniğine aykırı olan bu uygulamanın adil ve makul olmadığı kanaatindeyiz. 4) İptali talep edilen hükmün dava konusu olayda uygulanacağı sırada Anayasa'ya aykırı olduğunun mahkememizce düşünülmesi üzerine bu konuda Cumhuriyet Savcısının görüşüne başvurulmuştur. Cumhuriyet Savcısı mütalâasında; heyetimizin görüşüne iştirak etmediğini, Anayasa'ya aykırı bir durum olmadığını ve Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına gerek bulunmadığını bildirmiştir. Sonuç: 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 522. maddesinin "son fıkrası"nın; a) Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk Devleti olduğunu düzenleyen Anayasa'nın 2. maddesine, b) Kanun önünde eşitliğe dair 10. maddesine, c) Kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağını belirtir 11/2 maddesine, d) Suç ve cezalara ilişkin esasları belirleyen 38. maddesine, e) Anayasamızın ruhunda bulunduğu kabul edilmesi gerekli olan hukukun genel prensipleri ve adalet duygusu ile Anayasa'nın başlangıç hükümlerine aykırı olduğu düşünüldüğünden iptali için Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca keyfiyetin Anayasa Mahkemesi'ne sunulmasına oybirliğiyle karar verildi.""
2,011
Esas Sayısı : 2013/35 Karar Sayısı : 2013/75 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Mahkememize davacı alacaklı ... vekili Av. ... tarafından icra memurluğu işlemini şikâyet davasında icra müdürlüğünün 12.12.2012 tarihli borçlunun spor toto teşkilat başkanlığı nezdinde bulunan isim hakkının haczine ilişkin talebinin icra müdürlüğünce reddedilmesi üzerine red kararının kaldırılmasının icra müdürlüğünün karar dayanak teşkil eden kanun maddesinin Anayasanın 10, 11, 48, 58 ve 59. maddelerine aykırı olduğunu Anayasa Mahkemesine itirazen iptal davası açılmasını talep etmiştir. Davalı tarafa yapılan usulüne uygun davetiye tebliğine rağmen duruşmaya gelmediği gibi cevap dahi vermemiştir. İcra takip dosyasının incelenmesinden davacı alacaklı tarafça davalı ... kulübü aleyhine bonoya dayanılarak kambiyo takibi yapıldığı takibin kesinleşmesi üzerine borçlunun malvarlığının bulunmaması nedeniyle 12.12.2012 tarihinde alacaklı vekili borçlunun Spor Toto Teşkilat Başkanlığında bulunan haklarına haciz konulmasını talep ettiğinde icra müdürlüğünün '...6215 sayılı kanunla yapılan değişikliğin 10. mad. gereğince kamu kurum ve kuruluşlarına ait alacaklar hariç olmak üzere spor kulüplerinin Spor Toto Teşkilat Başkanlığındaki isim ve haklarından doğan alacaklar devir ve temlik edilemez ve haczedilemez denildiğinden talebin reddine karar verildi' şeklinde bir kararla talebi reddettiği bu red kararının şikayete konu edildiği anlaşılmıştır. KONU İLE İLGİLİ DÜZENLEMELER. Dava memurun alacaklının talebini reddetmesi nedeniyle İİK l6. maddesine göre şikayet yoluyla mahkememiz önüne getirilmiştir. İİK 16. maddesi aynen: ŞİKAYET VE ŞARTLAR başlığı altında '(Değişik: 3890 3.7.1940/m.1) Kanunun hallini mahkemeye bıraktığı hususlar müstesna olmak üzere icra ve iflâs dairelerinin yaptığı muameleler hakkında kanuna muhalif olmasından veya hâdiseye uygun bulunmamasından dolayı icra mahkemesine şikâyet olunabilir. Şikâyet bu muamelelerin öğrenildiği tarihten yedi gün içinde yapılır. Bir hakkın yerine getirilmemesinden veya sebepsiz sürüncemede bırakılmasından dolayı her zaman şikâyet olunabilir.' şeklinde düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri İşleyişi Hakkındaki 2949 sayılı Kanunun 28. maddesi 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme: 1. O dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse, bu yoldaki gerekçeli kararı; veya, 2. Taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varsa tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı;Esas Sayısı : 2013/35 Karar Sayısı : 2013/75 2 Dosya muhtevasını mahkemece bu konu ile ilgili görülen belgelerin tasdikli örnekleri ile birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderir. Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliği, gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti ilgili mahkemeye bir yazı ile bildirir. Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde noksanlıkları olup olmadığı incelenir. Anayasa Mahkemesince yapılan bu incelemede, eksikleri olduğu anlaşılan işlerin geri çevrilmesine, mahkemenin yetkisiz olduğu tespit edilen başvurmaların da reddine karar verilir. Anayasa Mahkemesi işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkında karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Mahkemenin Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmemesi halinde bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği ret kararının yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe, aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.' şeklinde düzenlenmiştir. Davacı taraf alacağını alabilmek amacıyla haciz talep edince reddedilmesi nedeniyle yasal düzenlemenin iptalini isteyerek itiraz davasının açılmasını talep etmiştir. İPTALİ İSTENEN YASA MADDESİ İptali istenen yasa maddesi icra müdürlüğünün red kararında dayandığı 3289 sayılı Gençlik Ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanunun ek 9. maddesinin 6215 sayılı Kanunun 10. maddesiyle eklenen 20. fıkrası olup aynen '(Ek fıkra: 6215 29.3.2011/m.10) Kamu kurum ve kuruluşlarına ait alacaklar hariç olmak üzere, spor kulüplerinin Spor Toto Teşkilat Başkanlığı nezdindeki isim haklarından doğan alacakları haczedilemez ve bu alacaklar devir ve temlik edilemez.' şeklinde düzenlenmiştir. Diğer kısımlarında yapılan düzenlemeler değil ise de maddenin son cümlesi mahkemece 2709 sayılı Kanunla kabul edilen Anayasamızın 2, 5, 10, 13, 90, 125, 138. maddelerine aykırı bulunmuş talep üzerine Anayasa Mahkemesine 2949 sayılı Kanunun 28/2. maddesi gereği itiraz davası açılması gerektiği kanaati oluşmuştur. Şikayetçi davacı taraf maddenin uygulanmasını açıkça talep etmiş, alacaklı şikayet edilen taraf duruşmaya gelmemiş taraflardan birince Anayasaya aykırılık ileri sürülmesine rağmen diğer taraf duruşmaya gelmediği için Anayasaya aykırılık konusunda davalı taraftan 2949 sayılı Kanun 28/1. madde gereği taraflara Anayasaya aykırılık konusunda görüş sorulmamıştır. DAYANILAN ANAYASA MADDELERİ II. CUMHURİYETİN NİTELİKLERİEsas Sayısı : 2013/35 Karar Sayısı : 2013/75 3 MADDE 2 Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ MADDE 5 Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, işlerin toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.' Türkiye Cumhuriyeti hukuk devleti olup adalet ilkelerini hazırlama görevi vardır. MADDE 10 Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 5170 7.5.2004/m.l) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 5982 7.5.2010/m.l) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. (Ek fıkra: 5982 7.5.2010/m.l) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (Ek ibare: 5735 9.2.2008/m.l) (...) (*) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' Devlet kendi kuruluşu dahi olsa kimseye ayrıcalık tanıyamaz. Herkese genel kuralları uygulamak ve uygulanmasını sağlamak zorundadır. MADDE 13 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz' MADDE 125 'İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. (Ek hükümler: 4446 13.8.1999) Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların milli veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir. Cumhurbaşkanın tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararları yargı denetimi dışındadır.(Ek cümle: 5982 7.5.2010/m.11) 'Ancak, Yüksek Askerî Şûranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır.' İdarî işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.Esas Sayısı : 2013/35 Karar Sayısı : 2013/75 4 Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. (Değişik 1. cümle: 5982 7.5.2010/m.11) 'Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz.' Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idarî eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez. İdarî işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir. Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca millî güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir. İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür. 7. ANAYASAYA AYKIRILIĞIN DİĞER MAHKEMELERDE İLERİ SÜRÜLMESİ MADDE 152 Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddî görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmî Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz. ANAYASAYA AYKIRILIK SORUNU Davacı taraf iptalini talep ettiği yasa maddesinin Anayasanın 10, 11, 48, 49 ve 59. maddelerine aykırı olduğunu öne sürmüştür. Davada uygulanacak ve iptali istenen madde ile Anayasa maddelerinin ilişkisi; İptali istenen yasa maddesi anayasamızın ikinci maddesindeki insan haklarına saygılı demokratik bir hukuk devleti ilkesiyle bağdaşamaz. Kamu kurum ve kuruluşlarının bazı durumlarda değil her durumda kesinti yapabilmesi şahısların ise hiçbir halde haciz isteyememesinin ikinci maddeye uymadığı düşünülmektedir.Esas Sayısı : 2013/35 Karar Sayısı : 2013/75 5 Anayasanın 5. maddesindeki sosyal bir hukuk Devletidir ilkesiyle şahısların hiçbir halde haciz yapamaması hak arama özgürlüğünün kullanılmaması sonucunu doğuracağından uyuşmadığı aykırı olduğu düşünülmektedir. Anayasanın 10. maddesindeki 'Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (Ek ibare: 5735 9.2.2008/m.l) (...) (*) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' Devlet kendi kuruluşu dahi olsa kimseye ayrıcalık tanıyamaz.' İlkelerinde belirtilen kanun önünde eşitlik ve kimseye ayrıcalık tanınamaz ilkesiyle çelişmektedir. Devlet kendi kuruluşu olsa dahi kimseye ayrıcalık tanıyamayacakken yasa maddesinde kamuya hiçbir kısıtlama olmadan alacağını alma imkanı verirken vatandaşa hiçbir halde bu hakkı tanımaması 10. maddeye aykırılık oluşturur. Anayasanın 13. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması tabirine de girmediği yasanın hangi nedenle böyle bir kısıtlama getirdiği isim hakkının veya payının haczinin hangi kamu düzenini ihlal eder olduğu da gerek yasanın lafzından gerekse de gerekçesinden anlaşılamamıştır. Anayasanın 125. maddesi yasanın haczi yasaklayan kuralının idarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tabi olması kuralını da engellediği, yargısal denetim dışında bıraktığı sabittir. Mahkememiz davacı tarafın öne sürdüğü Anayasa maddelerinin tamamına Anayasaya aykırılık yönünden katılmamış yukarıda açıklandığı gibi 2, 5, 10, 13 ve 125. maddelere aykırılık görmüştür. Diğer maddelerle Anayasaya aykırılık konusunda ilgi kurulamamıştır. HÜKÜM: Gerekçesi Yukarıda Açıklandığı Şekilde; 1 3289 sayılı Gençlik Ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanunun ek 9. maddesinin 6215 sayılı Kanunun 10. maddesiyle eklenen 20. fıkrasındaki 'KAMU KURUM VE KURULUŞLARINA AİT ALACAKLAR HARİÇ OLMAK ÜZERE, SPOR KULÜPLERİNİN SPOR TOTO TEŞKİLAT BAŞKANLIĞI NEZDİNDEKİ İSİM HAKLARINDAN DOĞAN ALACAKLARI HACZEDİLEMEZ VE BU ALACAKLAR DEVİR VE TEMLİK EDİLEMEZ' şeklindeki yasa maddesinin Anayasamızın 2, 5, 10, 13 ve 125. maddelerine aykırılık iddiası ciddi bulunduğundan 2949 Sayılı Kanunun 28/2. maddesi gereğince iptal davası açılmasına, 2 Dosyanın bir suretinin çıkarılarak Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliğine kararla birlikte gönderilmesine, 3 Anayasanın 152. maddesi gereği Anayasa Mahkemesi bir karar verinceye kadar az beş ay müddetle mahkeme kararının beklenilmesine, Davacı vekilinin yüzüne karşı davalı tarafın yokluğunda karar verildi.'"
1,665
Esas Sayısı:1978/47 Karar Sayısı:1978/57 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Danıştay 12. Dairesinin Anayasa Mahkemesine başvurmasına ilişkin gerekçesi aynen şöyledir : "Anayasanın 120. maddesinin 1488 sayılı Yasa ile değişik metninde yeralan Üniversitelerin özerkliği kuşkusuz hem bilimsel hemde yönetimsel özerkliktir. Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği üzere Anayasanın 120. maddesince Üniversite demek yalnız üniversite adını taşıyan kurumlar demek değildir. Temel çizgileri bakımından üniversite öğretim ve eğitimini sağlayan, üniversite diplomasına eşit değerde diploma veren yüksek öğretim kurumlarının da adı üniversite olmasa bile Anayasa'nın 120. maddesine göre üniversite niteliğinde sayılması gerekir. Bir yüksek öğretim kurumunun Anayasanın değişik 120. maddesi kapsamına giren üniversite niteliğinde bir örgüt sayılması için kurumun benimsediği öğretim yöntemi ve özellikle onu bitirenlere sağlanan haklar ve olanaklar bakımından üniversitelere eşit durumda olması gerekmektedir. Anayasa'nın Üniversite özerkliği ile üniversitelere yönetim ve bilim özerkliğini tanıması ve Üniversitelerin kuruluşunu Devlet tekeline almasındaki gaye, toplumun etkili karar ve yürütme yerlerinde görev alacak kişilerin herhangi bir siyasal çevrenin veya yarar etkisi altında kalmaksızın yalnız çağdaş bilim gereklerine uygun biçimde yetiştirilmesidir. Bir başka deyimle toplumun kilit yerlerinde görev alarak, Ulusun geleceği üzerinde etkili işler veya işlemler yapabilecek kişilerin tarafsızlığı sağlanamamış kurumlarda yetiştirilmesinin önlenmesidir. Çünkü çağdaş batı uygarlığının ve Atatürk ilkelerinin gereği Devlet Yönetiminde her iş ve işlemde yalnız aklın ve müsbet bilimin kılavuz olmasıdır. Bu durumda toplumun kilit yerlerinde görev alacak kişileri yetiştirmek üzere kurulmuş olup yetiştirdiği kişilere bu şekil önemli yerlerde görev alma yetkisi sağlayacak diplomalar veren yüksek öğretim kuruluşları üniversite adını taşımasalar bile üniversite görevi yapan ve Anayasa'nın değişik 120. maddesinin kuruluş gayesine bu madde kapsamına girmesi gereken üniversite niteliğinde yüksek öğrenim kurumları olduğu kuşkusuzdur. 1172 sayılı Yasa ile kurulan Devlet Güzel Sanatlar Akademilerinin görevlerinin başında Üniversitelere öğretim üyesi yetiştirmek gelmektedir. Nitekim davacı İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinin kuruluşunda görev alan öğretim üyelerinin birçoğu yetiştirilmiştir. Aynı şekilde Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Güzel Sanatlar fakültelerine öğretim üyesi temin etmektedir. 1883 yılında kurulmasından bu yana İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi adı geçen Üniversitelerden başka Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademileri, Gazi Eğitim Enstitüsü, Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu ve diğer yüksek öğrenim kurumlarına öğretim, üyesi yetiştire gelmiştir. Aynı şekilde İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi güzel sanatlar alanında, Kanunda da belirtildiği gibi Üniversite düzeyinde araştırma, öğretim ve eğitim yapmaktadır. Diğer taraftan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi 1172 sayılı kanuna bağlı l ve 2 sayılı cetvellerde görüldüğü şekilde, l Yüksek Mimarlık Bölümü, 2 Yüksek Resim Bölümü, 3 Yüksek Heykel Bölümü, 4 Yüksek (Dekoratif Sanatlara Bölümü'nden oluşmaktadır, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Üniversite işlevinde fonksiyonunu sürdürmektedir. 20/7/1970 günlü Resmî Gazete'de yayımlanan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü Doktora Yönetmeliği uyarınca Akademide, lisansüstü eğitim olarak doktora yapılmakta ve yine 19/7/1970 günlü Resmî Gazete'de yayımlanan yönetmelik uyarınca Resim, Heykel ve Dekoratif Sanatlar Bölümlerinde doktoraya eşdeğerde yeterlik çalışmaları yapılmaktadır.Esas Sayısı:1978/47 Karar Sayısı:1978/57 2 Bu durumda, adları Akademi olsa dahi 1172 sayılı Yasa ile kurulan yüksek öğretim kurumları Anayasanın 120. maddesi hükmü karşısında Üniversite niteliğinde bulunan birer yüksek öğrenim kurumlarıdırlar ve gerek kuruluşları gerekse işleyişleri Anayasanın 120. maddesi hükümlerine aykırı olamaz. 1172 sayılı Yasa uyarınca kurulan kurumların üniversite niteliğinde olduklarını kabul zorunlu bulunduğundan bu öğrenim kurumlarının sadece yönetim bakımından olsa bile Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bulunması hiçbir zaman üniversite özerkliği ile bağdaştırılamaz. Sonuç olarak 1172 sayılı Devlet Güzel Sanatlar Akademileri Kanununun 1. maddesindeki, üniversite özerkliğini sınırlayan ve kısıtlandıran "bilimsel" sözcüğü ile "Milli Eğitim Bakanlığına bağlı" tümcesinin ve yine 2. maddesinin birinci bendindeki "Milli Eğitim Bakanının onayı ile yapılır" tümcelerinin Anayasanın 120. maddesine aykırı olduğu iddiası ciddi görüldüğünden Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir.""
578
Esas Sayısı:1977/11 Karar Sayısı:1977/133 1 "... II İTİRAZDA BULUNAN MAHKEMENİN GEREKÇESİ : Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Daireler Kurulunun 12 Kasım 1976 günlü, 1974/154 esas sayılı Anayasa Mahkemesine başvurma kararının gerekçesi şöyledir : "1706 sayılı "Jandarma Kanununun" l inci maddesinde T.C. Jandarmasının "Umumi Emniyet ve Asayişi korumaya, Kanun ve Nizamlar Hükümlerinin icrasını temine ve bunlara müstenit hükümler emirlerini ifaya memur müsellah ve askerî bir inzibat kuvvetidir." biçiminde tanımı yapıldıktan sonra yine aynı kanunun 2 nci maddesinde de fonksiyonel bakımdan Jandarmanın görev ve hizmet itibariyle İçişleri Bakanlığına askeri eğitim ve öğretim konularında Genelkurmay Başkanlığına, silâh ve mühimmatı ile seferberlik ve seferde silâhlı kuvvetler emrine gireceklerin aylık, yedirme giydirilme, donatım ve tüm giderleri yönünden Silâhlı Kuvvetlerdekinin tıpkısı olmak üzere M.S. Bakanlığına bağlı olacağı ve yine 9 uncu maddesinde de "Jandarma Kuruluşlarının mülki teşkilâta dahil olduğu, kadrolarının tesbit ve tevziinin Dahiliye Vekâletince yapılacağı" açıkça gösterilmiştir. 211 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun l inci maddesinde, Jandarmanın Türk Silâhlı Kuvvetlerini oluşturan Kuvvetlerden biri olan Kara Kuvvetlerinin içinde gösterilmesi, 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun subay sınıfını belirleyen 21 nci maddesinin Kara Kuvvetlerine ilişkin (a) fıkrasının (1) sayılı bendinde muharip sınıftan sayılması, 1706 sayılı Jandarma Kanununa göre onun "müsellah ve askerî bir inzibat kuvveti" oluşu askeri talim ve terbiye hususlarında Genelkurmay Başkanlığına, silâh ve mühimmatı ile seferberlik ve seferde Silâhlı Kuvvetler emrine gireceklerin aylık, yedirilme, giydirilme ve donatım giderleri yönünden Millî Savunma Bakanlığına bağlı bulunuşu, disiplin ve özlük işlerinde ve bazı istisnalar dışında askerî nizama tabi tutuluşu, Jandarma Genel Komutanının, Kolordu veya Ordu Komutanlarının sıfat ve yetkilerini taşıması, bu kuruluşun askerî niteliğini gösteren birer kanıt sayılabilirse de; bütün bunlar, her halükarda ve mutlaka jandarmanın askerî bir kuruluş şeklinde nitelendirilmesini gerektirmez. Zira Jandarmanın askerlik yönünden daha ağır basan ve ondan daha önemli bir yönü, başka bir deyimle güvenlik ve asayişi korumak, kanun ve nizam hükümlerinin yerine getirilmesini sağlamak ve bunlara dayanan hükümet buyruklarına uymak ödevleri de vardır. Bu ödevlerin neler olduğu 1706 sayılı Kanunla birer birer sayılmış Jandarmanın gerçek yeri sıfat ve görevleri belirtilmiştir. Bu kanunun ilgili maddelerine göre, T.C. Jandarması Genel güvenlik ve asayişi korumak, Kanun ve Nizamlar hükümlerini ve ayrıca bunlara dayanan hükümet emirlerini yerine getirmekle yükümlü bir inzibat kuvvetidir. "Jandarmanın görev ve hizmet yönünden mercii İçişleri Bakanlığına bağlıdır." "Kadroların tertip ve tevzii içişleri Bakanlığınca yapılır. Jandarma Subayları, ödevlerinin yerine getirilmesine ilişkin görevlerinden dolayı o yerin en büyük mülkiye memurunun emri altındadır." "Jandarma Subaylarının terfileri Jandarma birliklerindeki hizmetlerinden alacakları üst rütbeye onanmış meslekî sicillerle birlikte mülki amirler tarafından verilmiş siciller üzerinde içişleri Bakanlığınca düzenlenecek terfi defteri gereğince yapılır." Jandarma Subaylarının Harp Okulundan çıktıktan ve temel kursunu gördükten sonraki idarî, adlî ve askeri bakımdan yetiştirilmeleri İçişleri Bakanlığınca açılacak kurslar ile veya icabında ordunun açılmış kurslarından istifade ettirilmek suretiyle temin olunur" vesaire...3201 sayılı Emniyet Teşkilâtı Kanununun l inci maddesinde: Bütün yurtta iç güvenlik ve asayişin sağlanmasından İçişleri Bakanlığının sorumlu olduğu Bakanın bu görevi Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı aracılığı ile yürüteceği belirtilmekte ve ayrıca 6815 sayılı Kanunla sınır, kıyı ve kara sularının korunması ve güvenliğiEsas Sayısı:1977/11 Karar Sayısı:1977/133 2 ile Gümrük Bölgelerinde kaçakçılığın men, takip ve tahkiki görevleri de Jandarmaya verilmiş bulunmaktadır. Görüldüğü üzere ne jandarma teşkilâtının özel kanun ve nizamlarında ne de Türk Silâhlı Kuvvetlerinin diğer kanunlarında Jandarma Genel Komutanlığının Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlı ya da onun bünyesinde bulunduğuna işaret eden bir hüküm yoktur. İşte Jandarmanın gördüğü bu kamu hizmetlerinin özelliklerinden ve değişik oluşlarındandır ki, bu kuruluş için Silâhlı Kuvvetler Personelinin tabi oldukları yasalardan başka özel yasalara ihtiyaç duyulmuş, terfi vesair özlük hakları konusunda özel düzenlemelere gidilmiştir. Bu itibarla 211 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun l inci maddesi, 926 sayılı Kanunun 49. maddesi hükmüne göre jandarma Genel Komutanlığı Türk Silâhlı Kuvvetlerinin ayrılmaz bir parçası olmakla birlikte, görev, bağlılık, teşkilât, konuş ve özlük, işlemleri yönünden diğer kuvvetlere nazaran ayrı özellikler taşıdığından sözü edilen maddenin (Kara, Jandarma dahil) ifadesini çok geniş anlamda yorumlamak, Jandarma Genel Komutanlığını Kâra Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde mütalâa etmek mümkün değildir. 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 34 üncü maddesi "Subaylığa nasıp ve rütbe terfileri, ilgili Kuvvet Komutanlarının (Jandarma Subayları için Jandarma Genel Komutanlığının) teklifi ve Genelkurmay Başkanının lüzum göstermesi üzerine Millî Savunma Bakanının (Jandarma Subayları için İçişleri Bakanı) ile Başbakanın imzalayacağı ve Cumhurbaşkanının onaylayacağı kararname ile yapılır." hükmünü koymuştur. Buna göre Jandarma Subaylarının nasıp ve terfilerinde işlem yetkisi 1706 sayılı Jandarma Kanunu hükümlerine sadık kalınarak Jandarma Genel Komutanlığı ile İçişleri Bakanlığına bırakılmıştır. 926 sayılı Kanunun 38 nci maddesi yükselme sırasına girmiş bulunan subayların sicil notu ortalamalarının tesbitinden sonra kendi sınıflan içerisinde yeterlik sıralamasına tabi tutulacaklarını, Kurmay subayların ise sınıflarına bakılmaksızın kendi aralarında sıralanacaklarını hükme bağlarken sınıf esasından hareketle jandarmayı diğer sınıf subaylarından ayrı tutmuş ve fakat kurmay subaylarda (pilot ve hava yer kurmayları hariç) böyle bir ayırıma lüzum görülmemiştir. Bu husus Jandarma albayları ile jandarma kurmay albayları arasında kurmaylar aleyhine bir eşitsizlik yarattığı gibi Kara Kuvvetlerinin kurmay albayları ile jandarma kurmay albayları arasında da Jandarma aleyhine ayrıca, bir eşitsizliğe neden olmaktadır. Filhakika Komutanlık sevk ve idare niteliğini hedef alan kurmay sınıfında, amaç, kapsam ve temel ilke yönünden artık sınıf ayırımının düşünülemiyeceğini ileri sürebilirse de, aynı akademik bilgi ve statüye sahip olsalar dahi, nasıplarından sonraki kurs, eğitim, öğrenim, görev alam ve yönetimleri değişik biçimlerde düzenlenen Jandarmanın kurmay albaylarını savaşa hazırlayan eğitim ve öğrenimini tamamen bu alana yöneltmiş ve yoğunlaştırmış bulunan Silâhlı Kuvvetlerin öteki kurmay albayları ile askerî, meslekî, zihnî kifayet ve üst rütbeye liyakat açısından mukayesesinin de eşitlik ilkesine aykırı düşeceği şüphesizdir. Bu eşitsizlik Jandarma generalleri için de varittir. 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 41 inci maddesi kara, deniz, hava kuvvetlerinde, Jandarma Genel Komutanlığına ait subay kadrolarının her yılın 30 Ağustos tarihine kadar rütbe, sınıf (varsa branş) da belirtilerek Genelkurmay Başkanlığınca hizmet ihtiyacına göre tesbit edileceğini, ilgili Kuvvet ve Jandarma Genel Komutanlığına bildireceğini öngörmektedir. Halbuki 3201 sayılı Kanun, memleketin umumi emniyet ve asayişi işlerini Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı vasıtasıyla yürütülmesi ödevini İçişleri Bakanlığına vermiştir. Her Bakanlık yerine getirilmesi kendilerine mevdu, kamu hizmetlerim aksatmadan yürütebilmek için muhtaç olduğu personelin adet, nitelik, maaş ve hizmetlerim belirleyen diğer bir ifade ile kadrolarının tertip ve tanzimi hak ve yetkisine sahipEsas Sayısı:1977/11 Karar Sayısı:1977/133 3 kılınması gerekir. Anayasa'mız Bakanları kendi çalışma alanlarından dolayı birinci öncelikle sorumlu tutulmuştur. Bu sorumluluğun doğal ve hukukî sonucu olarak kendi hizmet kadrolarının ayarlanmasında, o Bakanlığın yetkili kılınması esastır, İçişleri Bakanlığının Jandarma subay kadrolarının hiç bir hizmet ve sorumluluk bağlantısı bulunmayan Genel Kurmay Başkanlığınca saptanması davacının hukukunu etkileyen ve Anayasa'nın 105'inci maddesi ile çelişen bir yetkidir. 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 49 uncu maddesinin (a) bendinde "Silâhlı Kuvvetlerde (Jandarma Genel Komutanlığı dahil) general ve amiral kadroları, Silâhlı Kuvvetlerin hizmet ihtiyacına göre Genelkurmay Başkanlığınca tespit olunur. Ancak kadro ile tespit edilecek general ve amiral toplamı sınıf mevcudu esas alınmaksızın muvazzaf subay mevcudunun % l ni geçemez. % l oranına göre tespit edilecek general ve amiral miktarı, tespit tarihinden itibaren her kuvvetin muvazzaf subay mevcudunda % 6 dan fazla bir artma ve eksiltme olmadıkça değiştirilemez. % 6 dan fazla bir artma ve eksiltme olduğu takdirde bu miktar % 6 kabul edilerek gerekli değişiklik yapılır. Kuvvet Komutanlıklarınca ve Jandarma Genel Komutanlığınca ancak teşkilât değişikliği ve hizmet zaruretleri dolayısı ile bu kadrolarda değişiklik teklif olunabilir. Denilmekte ve aynı maddenin (b) bendinde (a) bendine göre saptanan general ve amiral mevcutlarının muhtelif rütbelere dağılış oranları üç kuvvet (Jandarma dahil) için aşağıda cetvelde gösterilmiştir. Kadrolar bu oranları aşamayacak şekilde saptanır." hükmü yer almış bulunmaktadır. Rütbeler K.K.K.(J. dahil) % Dz. K.K. % Hv. K.K. % Orgeneral 5,2 7 4 Oramiral Korgeneral 13,3 13 16 Koramiral Tümgeneral 28,2 27 24 Tümamiral Tuğgeneral 53,3 53 56 Tuğamiral Görülüyor ki, maddenin açık metninde Jandarma Genel Komutanlığı subay mevcudunun % 6 dan fazla artması veya hizmet zaruretleri ve teşkilât değişiklikleri dolayısı ileEsas Sayısı:1977/11 Karar Sayısı:1977/133 4 general kadrolarının çoğaltılması konusunda diğer Kuvvetler gibi mütalâa edildiği halde (b) bendinde general ve amiral kadrolarının muhtelif rütbelere dağılışında Kara Kuvvetlerine dahil edilmek suretiyle onun içinde eritilmiş olmaktadır. Uygulamada, bu maddeden alınan yetkiye dayanılarak jandarmanın kontenjanı Kara Kuvvetlerine doğru kaydırılmakta ve binnetice diğer kuvvetlerle arasındaki eşitlik dengesi bozulmaktadır. 1706 sayılı Jandarma Kanununun 6, 7, 11, 21, 22, 23, 24 üncü maddelerine göre ihtiyaç vukuunda Silâhlı Kuvvetlerden jandarmaya subay ve general verilmesi mümkün olduğu halde, jandarma subay ve generallerinin Silâhlı Kuvvetlerde istihdamına cevaz verilmemiştir. Şu halde general ya da albaylar arasında yapılacak değerlendirmede, jandarma general ve albayları yeterlik sıralamasında diğerlerine nazaran önsırayı alsalar bile Silâhlı Kuvvetlerin ihtiyacını ihmal ile jandarma generallerine daha üst rütbelere ve albaylarını da generalliğe terfi ettirilmeye imkân yoktur. Jandarmanın sözü edilen madde ile Kara Kuvvetlerinin içinde gösterilmesi Kara Kuvvetleri lehine ve fakat jandarma aleyhine eşitsizlik yaratmaktadır. 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 54 üncü maddesine göre, albayların generalliğe, mevcut generallerin üst rütbeye terfileri için sadece sicil notu ortalaması yeterli değildir. Ayrıca, subay sicil yönetmeliğinin 43 ve 44 ncü maddeleri uyarınca Yüksek Askerî Şûraya dahil bulunan Genelkurmay Başkanının l 150, ilgili Kuvvet Komutanının l 125 diğer şûra üyelerinin l 100 arasında değişen ve takdire bağlı bulunan değerlendirmede notları ortalamasının sicil notu ortalamasına ilâvesi gerekir. Yüksek Askerî Şûranın değerlendirilmesinde askeri ihtiyaçların öncelik alacağı, değerlendirmeye bu açıdan bakılacağı ve hatta bakılmakta olduğu kuşkusuzdur. Normal bir ümitle idarenin daimi kadrolarına giren bir kamu personelinin kendi statüsü içinde en yüksek mertebeye çıkma isteği en doğal hakkıdır. Anayasa'nın 12 nci maddesinde herkesin Kanun önünde eşit olacağı, hiç bir kimseye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmayacağı hükme bağlanırken, 58 nci maddesinin 2 nci fıkrasında da hizmete alınmada ödevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım yapılamıyacağı açıklanmıştır. Bu hükmün karşıt kavramından ödevin gerektirdiği niteliklere sahip olanların o niteliklere sahip olmayanlara tercih edilecekleri, mukayeselerinin ise ancak kendi aralarında yapılacağı anlamı çıkar. Aksi yönde tesis edilecek işlemler ve bu işlemlere dayanak olan yasalar Anayasa'nın sözü edilen 12 ve 58 inci maddelerine aykırı düşer. Yüksek Askerî Şûranın kuruluş ve görevleri hakkındaki 1612 sayılı Kanun, Jandarma Genel Komutanını Şûranın asıl üyeleri arasında göstermemiştir. Ancak Jandarma Genel Komutanlığı ile ilgili konularda Jandarma Genel Komutanının da Şûranın bir üyesi olacağı belirtilmiştir. Jandarma Genel Komutanı Yüksek Askerî Şûra Üyelerinden birinin yerine kaim olmadığına göre jandarma generallerinin değerlendirme notu ortalaması diğer generallerin değerlendirme notu ortalamasından düşük olacaktır. Örneğin: Genelkurmay Başkanı Kuvvet Komutanı dahil Yüksek Askeri Şûra Üyelerinin 10 kişi olduğunu varsayalım. Hepsinin de en yüksek notu verdiklerini kabul edelim. Bu takdirde jandarmanın dışında kalan generallerin değerlendirme notu ortalaması 150 + 125 + 100 + 100 + 100 + 100 + 100 4 100 + 100 + 100= 1075/10 = 107,5. jandarma generallerinin değerlendirme notu ortalaması da 150 + 125 + 100 +100 + 100 +100 + 100 + 100 + 100 + 100 + 100 = 1175/11 = 106.81 olacaktır ki, bu da ayrı bir eşitsizlik yaratmakta ve dolayısı ile 926 sayılı Kanunun 54 üncü maddesinin Anayasa'nın 12 nci maddesine aykırılığını kanıtlamaktadır. SONUÇ: Uyuşmazlığın çözümünde 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun birbirini tamamlayan ve davanın kaderini tayin edecek bulunan 34, 38, 41, 49, 54Esas Sayısı:1977/11 Karar Sayısı:1977/133 5 üncü maddelerinden 41 inci maddesinin 2 nci fıkrası Anayasa'nın 105 inci maddesinin 2 nci fıkrasına, 49 uncu maddesinin (a) bendi (b) bendi ile Ek Geçici 14 üncü maddenin (a) bendi Anayasa'nın 12 ve 105 inci maddesinin 2 nci fıkrasına; 54 üncü maddesi Anayasa'nın 12 ve 58 inci maddesinin 2 nci fıkrasına aykırı görüldüğünden bu hususta bir karar verilmek üzere, Anayasa'nın 151/1 ve 44 sayılı Kanunun 27 nci maddeleri gereğince re'sen konunun Anayasa Mahkemesine götürülmesine, Anayasa Mahkemesinden bu konuda bir karar gelinceye kadar davanın geri bırakılmasına Dz. Hâk. Alb. Turgut Akan ile Hâk. Alb. Mustafa Çopur'un muhalif oylarına karşı 12 Kasım 1976 günü oyçokluğu ile karar verildi.""
1,884
Esas Sayısı:1969/56 Karar Sayısı:1970/4 1 "... II. ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİASINA VE İDDİANIN CİDDİ OLDUĞU KANISINA İLİŞKİN GEREKÇELER : 1 Davacının gerekçesi özeti : 506 sayılı Yasa'nın 83. maddesi, Sosyal Sigortalar Kurumunun sigorta pirimi alacaklarının iş alanlara işi yaptıranlara verilmiş teminatın paraya çevrilmesi yoluyla tahsili olanağını sağlamaktadır. Oysa teminat mektupları müteahhidin ihaleyi yapan idareye karşı olan sorumunun güvencesidir. Bunlar metinlerinden de anlaşılacağı üzere başka bir resmî veya özel kişinin çıkarlarını ve alacaklarım karşılamaz. Teminat mektupları, mektubu veren banka ile lehine mektup verilen arasındaki anlaşmanın sonucudur. Bankanın sorumu ve akdî vecibesi enirine teminat mektubu verilen yani ihaleyi yapan makama karşıdır ve bunun dışında bir yükümü yoktur. Sözü geçen 83. madde ise dâvâlıya tarafların serbestçe açıkladıkları iradelerini ve teminat mektubunun özelliklerini gözetmeksizin müdahalede bulunma ve kendi sigorta primi alacaklarının teminat mektubundan tahsil etme hakkını tanımakta; böylece tarafların hür iradelerini yok ederek Anayasa'nın 40. maddesiyle korunan ve vazgeçilmez niteliği bulunan sözleşme hürriyetini ortadan kaldırmaktadır. Hüküm bu durumu ile Anayasa'nın 40. ve 11. maddelerine aykırıdır. 2 Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varan mahkemenin gerekçesi özeti : Anayasa'nın 40. maddesine göre herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir. Kanun, bu hürriyetleri, ancak kamu yaran amacıyla sınırlayabilir. 506 sayılı Kanunun 83. maddesine göre ise iş alanlar tarafından bu işlere karşılık gösterilen her türlü teminat prim ile gecikme zammı borçlan kalmadığına dair Sosyal Sigortalar Kurumundan alman bir belge gösterilmedikçe geri verilmez. Ödenmemiş sigorta primleri ile gecikme zamları tutarı bu teminattan kesilerek veya teminat paraya çevrilerek kuruma yatırılır. Oysa teminat mektupları banka ile lehine ve emrine teminat verilenler arasındaki hukukî bir anlaşmanın ve bunların serbestçe açıkladıkları iradelerinin sonucudur. Dâvâlı Kuruma teminat mektuplarını serbest bırakmama yetkisini yanıyan 83. madde böylece sözleşme hürriyetinin özüne dokunmakta ve Anayasa'nın 11 ve 40. maddelerine ay kın bulunmaktadır."
285
Esas Sayısı : 2018/70 Karar Sayısı : 2019/54 1 Adalar Belediye Başkanlığı tarafından, İstanbul İli, Adalar İlçesi, Burgazada Mahallesi, 97 ada, 1 parsel sayılı taşınmaza (Sivriada) ilişkin olarak yapılan ve 644 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 13/A maddesi uyarınca Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 11.07.2014 tarihli, 7019 sayılı oluru ile onaylanan 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı plan notu değişikliğinin iptali ile 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap İşlet Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanuna 03.04.2013 tarihli, 6456 sayılı Kanunun 27. maddesi ile eklenen Ek 2. maddenin 3. fıkrasının Anayasanın 63. maddesine aykırı olduğundan bahisle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine gönderilmesi istemiyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığına karşı açılan davada, dava konusu işlemin iptali yolunda İstanbul 3. İdare Mahkemesince verilen 06/05/2016 tarihli, E:2015/1057, K:2016/992 sayılı kararın temyizen incelenerek bozulması istemiyle verilen dilekçeler üzerine gönderilen dosya incelenerek işin gereği görüşüldü. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Anayasaya Aykırılığın Diğer Mahkemelerde İleri Sürülmesi başlıklı 152 nci maddesinin birinci fıkrasında: Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. hükmü yer almaktadır. 03.04.2011 tarihli ve 27894 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40. maddesinde, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvuruları, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir.Esas Sayısı : 2018/70 Karar Sayısı : 2019/54 2 Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. hükmü yer almaktadır. Uygulanacak Kanun kuralı, bakılmakta olan davayı yürütmeye, uyuşmazlığı çözmeye, davayı sona erdirmeye veya kararın dayanağını oluşturmaya yarayacak kuraldır. 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap İşlet Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanuna 03.04.2013 tarihli, 6456 sayılı Kanunun 27. maddesi ile eklenen Ek 2. maddenin 3. fıkrasında, Yassıada ve Sivriadada yapılacak olan planlama, imar ve inşaat uygulamaları ile diğer düzenlemeler 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu hükümlerine ve diğer mevzuatta yer alan kısıtlama ve prosedürlere tabi değildir. düzenlemesine yer verilmiştir. Uyuşmazlık konusu olayda, İstanbul İli, Adalar İlçesi, Burgazada Mahallesi, 97 ada, 1 parsel sayılı taşınmazı (Sivriada) kapsayan alanda yürürlükte bulunan 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planına ait plan notlarında, 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap İşlet Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasındaki hüküm çerçevesinde yapılan değerlendirmeler sonucu Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 11.07.2014 tarihli, 7019 sayılı oluru ile değişiklik yapıldığı, dolayısıyla davaya konu plan notu değişikliğine ilişkin işlemin dayanağının anılan hüküm olduğu anlaşıldığından, 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasının davada uygulanacak kural olduğu tartışmasızdır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının: Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. hükmü, Devletin temel amaç ve görevleri başlıklı 5. maddesinde; Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmü, Kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinde; Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. hükmü, Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü başlıklı 11. maddesinde; Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.Esas Sayısı : 2018/70 Karar Sayısı : 2019/54 3 hükmü, Kıyılardan yararlanma başlıklı 43. maddesinde; Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartları kanunla düzenlenir. hükmü, Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması başlıklı 56. maddesinde; Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. hükmü, Tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması başlıklı 63. maddesinde; Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır. hükmü ile, Yargı yolu başlıklı 125. maddesinde; İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. hükmü yer almaktadır. Anayasanın 5., 43., 56. ve 63. maddeleriyle Devlete verilen görevlerin tarih, kültür ve tabiat varlıkları ile kıyılara ilişkin olarak getirilen düzenlemelerle ve imar mevzuatıyla getirilen düzenlemelerle yaşama geçirileceğinde kuşku bulunmaması gerekir. Anayasanın verdiği görev ve yetki kapsamında, deniz, tabii ve suni göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve devamı niteliğinde bulunan sahil şeritlerinin doğal ve kültürel özelliklerini gözeterek koruma ve toplum yararlanmasına açık, kamu yararına kullanma esaslarını tespit etmek amacıyla 04.04.1990 tarihli, 3621 sayılı Kıyı Kanunu, korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile ilgili tanımları belirlemek, yapılacak işlem ve faaliyetleri düzenlemek, bu konuda gerekli ilke ve uygulama kararlarını alacak teşkilatın kuruluş ve görevlerini tespit etmek amacıyla da 21.07.1983 tarihli, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu düzenlenerek yürürlüğe konulmuştur. Aynı şekilde kişilerin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının korunması ve çevrenin geliştirilmesi amacıyla başta 3194 sayılı İmar Kanunu olmak üzere imara ilişkin tüm mevzuatta oldukça ayrıntılı düzenlemelere, bir takım kısıtlayıcı hükümlere ve prosedürlere yer verilmiştir. 3621 sayılı Kıyı Kanununda yer alan kıyıların, herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olduğuna ve uygulama imar planı kararı ile yapılabilecek bir takım yapılar hariç buralarda yapı yapılmasının kesinlikle yasak olduğuna ilişkin düzenleme (m. 6) ile 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda yer alan, koruma bölge kurullarınca sit alanı olarak ilan edilen alanlarda koruma amaçlı imar planlarının yapılmasına ve bu planların da koruma bölge kurullarından alınacak uygun görüş doğrultusunda onaylanmasına ilişkin düzenlemeler (m. 17) kıyılarda ve korunması gereken alanlarda yapılacak planlama faaliyetlerini kısıtlayan ve prosedüre bağlayan düzenlemelerden bazılarıdır. Dosyanın incelenmesinden; Prens Adalarının en uzağı olan, 183.875,00 m2 yüz ölçümüne sahip tek parselden oluşan, mülkiyeti hazine adına kayıtlı Sivriadanın 2012 yılına kadar askeri alan olarak kullanıldığı, prens adalarının tamamının 10.11.1979 tarihli, 11572 sayılı Kültür Bakanlığı Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Başkanlığı kararı ile doğal ve tarihi sit olarak ilan edildiği, 09.12.2009 tarihli, 2201 sayılı İstanbul V Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Kararı ile Sivriadanın II. derece doğal veEsas Sayısı : 2018/70 Karar Sayısı : 2019/54 4 III. derece arkeolojik sit alanı olarak belirlendiği, yine aynı bölge kurulunun 27.01.2011 tarihli, 3027 sayılı kararıyla Sivriadada bulunan manastır, kilise ve sarnıç kalıntılarının korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilerek koruma grubunun I olarak belirlendiği, Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğünün 03.10.2012 tarihli, 25955 sayılı yazısıyla Sivriadanın Milli Savunma Bakanlığına olan tahsisinin kaldırılarak, kültür ve turizm amaçlı kullanılmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsisinin yapıldığının bildirildiği, İstanbul V Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 08.03.2013 tarihli, 1060 sayılı kararıyla Sivriadanın mevcut yapısı itibariyle tarihi sit özelliği taşımadığına karar verildiği, tüm bu süreçlerin Kültür ve Turizm Bakanlığınca Sivriadada kentsel tasarım projesine dayalı kültür ve turizme ilişkin kamu projesi gerçekleştirilmesi amacını taşıdığı, sürecin amaçlandığı şekilde gerçekleştirilebilmesi adına 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap İşlet Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanuna 03.04.2013 tarihli, 6456 sayılı Kanunun 27. maddesi ile, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yassıada ve Sivriadada bu Kanun kapsamında, 4 üncü maddenin üçüncü fıkrasındaki düzenlemeye tabi olmaksızın, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına veya üst kuruluşlarına doğrudan sözleşme yapma suretiyle kültürel ve turizm amaçlı yatırım ve hizmetler yaptırabilir. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya üst kuruluşları, bu madde kapsamındaki yatırım ve hizmetleri kendileri yapabileceği gibi başka şirketler vasıtasıyla da yapabilirler. Bu şirketlerin daha önce yap işlet devret projesi üstlenmiş olması bu madde kapsamında yeni bir proje yüklenilmesine engel değildir. Yassıada ve Sivriadada yapılacak olan planlama, imar ve inşaat uygulamaları ile diğer düzenlemeler 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu hükümlerine ve diğer mevzuatta yer alan kısıtlama ve prosedürlere tabi değildir. hükümlerini havi Ek 2. maddenin eklendiği, bu kapsamda Sivriadanın askeri alan olan kullanımının turizm ve kültürel tesis alanına dönüştürülmesine ilişkin olarak hazırlanan ilk 1/1000 ölçekli koruma amaçlı uygulama imar planı ile 1/5000 ölçekli koruma amaçlı nazım imar planının Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 17.06.2013 tarihli, 6088 sayılı oluru ile onaylandığı, askı süresi içerisinde bu planlara yapılan itirazların 08.10.2013 tarihli, 10002 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı oluru ile reddedilerek plan notlarında bazı değişiklikler yapılmak suretiyle koruma amaçlı nazım ve uygulama imar planlarının yeniden onaylandığı, son olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğünün 09.05.2014 tarihli, 91023 sayılı ve 12.06.2014 tarihli, 114398 sayılı yazıları ile 08.10.2013 tarihli, 10002 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı oluru ile onaylanan planların 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrası hükümleri doğrultusunda tekrar incelenmesi ve bazı plan notlarında değişiklik yapılmasının istenilmesi üzerine de davaya konu Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 11.07.2014 tarihli, 7019 sayılı oluru ile 1/1000 ölçekli koruma amaçlı uygulama imar planının plan notlarındaki, imar uygulamalarında Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulunun onayının alınması şartını arayan düzenlemelerin kaldırılması şeklinde karar alındığı anlaşılmaktadır. 3621 sayılı Kıyı Kanunu ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu başta olmak üzere tüm imar mevzuatının planlama faaliyetleri ile ilgili olarak getirdiği kısıtlayıcı hükümlerin ve prosedürlerin nihai amacının kamu yararı olduğu dikkate alınarak 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenleme dayanak alınmak suretiyle hazırlanan planlar incelendiğinde: 1 Anılan hüküm kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığınca Sivriadada kentsel tasarım projesine dayalı kültür ve turizme ilişkin kamu projesi gerçekleştirilmesi amacıyla imar planlarının yapıldığı ifade edilse de bu proje ve planların kişilerin Sivriada kıyılarından serbestçe yararlanma hakkını ortadan kaldırmasının kaçınılmaz olduğu,Esas Sayısı : 2018/70 Karar Sayısı : 2019/54 5 2 Kıyılarda ne tür yapılar yapılabileceği 3621 sayılı Kanunda sınırlı bir şekilde belirtilmişken anılan hükmün kamu yararına aykırı olacak şekilde bu sınırların aşılmasına neden olabileceği, 3 Bu hükmün tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması amacıyla Anayasal düzenlemeler çerçevesinde çıkarılan 2863 sayılı Kanunun getirdiği kısıtlayıcı düzenlemeleri ve prosedürleri de bertaraf ettiği, 4 Sivriadada yapılacak imar uygulamalarının imar mevzuatına uygun olma koşulunu ortadan kaldırdığı ve uygulamaların mevzuata uygunluğunun idari kurullarca denetimini olanaksız kılmak suretiyle imar hukukunda denetimsiz bir alan oluşmasına sebep olduğu, bu durumun da Devletin bu konudaki gözetim ve denetim görevini yerine getirmesine engel oluşturduğu, nitekim yapılan son imar planıyla 2863 sayılı Kanunun korunacak alanlar için öngördüğü imar uygulamalarının koruma bölge kurullarınca onaylanması şartını kaldırmasının bunu açık bir şekilde gösterdiği, Anlaşılmıştır. Anayasanın 5., 43., 56. ve 63. maddelerinde ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği Kanun Koyucunun takdirinde ise de söz konusu ödevler yerine getirilirken idarenin Sivriadada yapacağı planlama, imar ve inşaat uygulamaları ile diğer düzenlemelerin 3621 sayılı Kıyı Kanunu hükümlerine ve tüm imar mevzuatını kapsayacak şekilde diğer mevzuatta yer alan kısıtlama ve prosedürlere tabi tutulmamasını sağlayan 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenlemenin Anayasanın 5., 43., 56. ve 63. maddelerine aykırılık oluşturduğu açıktır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine açık, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı ve sürdürmeyi amaç edinmiş, Anayasa ve hukukun üstün kurallarına bağlılığa özen gösteren devlettir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması, kuralların herkes için konulması, kamu düzeninin kurulması ve korunması amacına yönelik bu kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçütlerinin de göz önünde tutulması gerekir (Anayasa Mahkemesinin 22/07/2008 tarihli, E2008/39, K:2008/134 sayılı kararı). Bu yapısıyla, 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenlemeyle, Sivriadada idareye 3621 sayılı Kıyı Kanunu hükümlerine ve tüm imar mevzuatındaki kısıtlama ve prosedürlere tabi olmaksızın planlama yetkisi verilmesi hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Ayrıca anılan hüküm kişilerin kıyılardan serbestçe yararlanma hakkını ortadan kaldırabilecek mahiyette olduğundan Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olduğu ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla anılan düzenleme, Anayasanın 2. maddesine de aykırıdır. İdareye, 3621 sayılı Kıyı Kanunu hükümlerine ve tüm imar mevzuatındaki kısıtlama ve prosedürlere tabi olmamak suretiyle sınırlara uymama yetkisi veren bir düzenlemenin varlığı, idarenin hukuksal sınırlar içinde kalıp kalmadığının denetlenmesini güçleştireceğinden (Anayasa Mahkemesinin 22/07/2008 tarihli, E:2008/39, K:2008/134 sayılı kararı) 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenleme Anayasanın 125. maddesine de aykırıdır. 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenleme ile durumu özdeş olan alanlar arasında farklılık oluşturulmak suretiyle eşitlik ilkesine aykırı hüküm getirildiği, Yassıada ve Sivriadanın, mülkiyeti hazineye ait diğer taşınmazlardan, kıyı alanlarından ve korunması gereken varlıklardan, Kıyı Kanunu ve imar mevzuatının uygulanması açısındanEsas Sayısı : 2018/70 Karar Sayısı : 2019/54 6 (planlama faaliyetlerinde), farklı ve ayrıcalıklı bir hukuki rejime tabi tutulduğu anlaşıldığından anılan düzenlemenin Kanun önünde eşitliği düzenleyen Anayasanın 10. maddesine de aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Nitekim Anayasa Mahkemesi de vermiş olduğu bir çok kararda aynı durumda olanlar için farklı düzenlemeler yapılmasının eşitlik ilkesine aykırılık oluşturacağını ifade etmiştir (Anayasa Mahkemesinin 17/03/2004 tarihli, E:2001/282, K:2004/34 sayılı kararı). Öte yandan, bir Kanun hükmünün Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti Kanunların Anayasaya aykırı olamayacağını düzenleyen Anayasanın 11. maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracağından (Anayasa Mahkemesinin 03/06/1988 tarihli, E:1987/28, K:1988/16 sayılı kararı) Anayasanın 2., 5., 10., 43., 56., 63. ve 125. maddelerine aykırı olduğu tespit edilen 3996 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenlemenin Anayasanın 11. maddesine de aykırı olduğu açıktır. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak bir Kanun hükmünün Anayasaya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen Anayasanın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi gereğince, 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap İşlet Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanuna 03.04.2013 tarihli, 6456 sayılı Kanunun 27. maddesi ile eklenen Ek 2. maddenin 3. fıkrasının, Sivriadada yapılacak olan planlama, imar ve inşaat uygulamaları ile diğer düzenlemeler 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu hükümlerine ve diğer mevzuatta yer alan kısıtlama ve prosedürlere tabi değildir. düzenlemesine ilişkin (davada uygulanacak kural olan) kısmının iptali istemiyle, Anayasanın 2., 5., 10., 11., 43., 56., 63. ve 125. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle, davacı Adalar Belediyesinin dava dilekçesindeki itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine gönderilmesi talebi de dikkate alınarak, resen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesince verilecek olan kararın gecikmesi halinde hem yargısal hem de kamusal anlamda giderilmesi güç veya olanaksız zararlar doğabileceği göz önünde bulundurularak esas hakkında karar verilinceye kadar itiraz konusu kuralın yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesinin istenilmesine, dosyada bulunan konuyla ilgili belgelerin ve başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, uyuşmazlığın esasının Anayasa Mahkemesince bu konuda verilecek karardan sonra incelenmesine, 20/02/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
2,532
Esas Sayısı : 2011/114 Karar Sayısı : 2012/28 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı tarafından, 3717 sayılı Adli Personel ve Devlet Davalarını Takip Edenlere Yol Gideri ve Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun uyarınca oluşturulan keşif ve yol giderleri havuzundan Adli Yargı'da görevli olan personele göre tarafına eksik ödeme yapıldığından bahisle bu Kanun gereğince havuzda biriken paraların tek bir çatı altında toplanarak Adli ve İdari Yargıda görev yapan personele eşit bir şekilde ve Hazineye pay ayrılmaksızın dağıtılması ve eksik ödemenin yasal faiziyle birlikte ödenmesi istemiyle yaptığı 23.9.2010 tarihli başvurusunun reddine ilişkin 08.11.2010 tarih ve 5535 sayılı işlemin iptali ve yoksun kaldığı parasal haklarının yasal faiziyle birlikte ödenmesi istemiyle ADALET BAKANLIĞI'na karşı açılan davada işin gereği görüşüldü. Dosyanın incelenmesinden, davacıya 02.9.2010 tarihinde 94,64. TL keşif ve yol gideri ödendiği, ödemenin ise 6009 sayılı Gelir Vergisi Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Adli Personel İle Devlet Davalarını Takip Edenlere Yol Gideri ve Tazminat Verilmesi İle 492 sayılı Harçlar Kanununun Bir Maddesinin Yürürlükten Kaldırılması Hakkında Kanun'a eklenen geçici 2. maddesine göre yapıldığı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı, uyuşmazlıkta davacıya yapılan ödemenin dayanağı olarak gösterilen ve uygulanacak olan kanun hükmü olan; 6009 sayılı Gelir Vergisi Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Adli Personel İle Devlet Davalarını Takip Edenlere Yol Gideri ve Tazminat Verilmesi İle 492 sayılı Harçlar Kanununun Bir Maddesinin Yürürlükten Kaldırılması Hakkında Kanun'a eklenen 3717 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesi olan '21.11.2008 tarihinden bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar bu Kanun'un 2. maddesi uyarınca banka hesaplarına yatırılan paralar, bu süreler içinde çalışan personele çalışma süresi dikkate alınarak 21.11.2008 tarihinden önceyürürlükte bulunan Kanun hükümlerine göre dağıtılır. Bu şekilde yapılacak ödemelerin Kanun'da öngörülen üst sınırı aşması durumunda, artan miktar Hazineye gelir kaydedilir.' hükmüdür. Bu hükme göre, adalet personeline yapılan keşif ve yol gideri ödemelerinin, 21.11.2008 tarihinden bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih olan 01.8.2010 tarihine kadar banka hesaplarına yatırılan paraların, bu süreler içinde çalışan personele çalışma süresi dikkate alınarak 21.11.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan Kanun hükümlerine göre dağıtılması öngörülmüş olup söz konusu düzenlemede belirtilen 21.11.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan Kanun hükmüne bakmak gerekmektedir. 21.11.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan Kanun ise, 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin altıncı fıkrasıdır. Söz konusu fıkrada 'Birinci fıkrada sayılanlardan adli yargı hakim ve savcıları ile adlî yargıda görevli yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mübaşir, icra müdürü, icra müdür yardımcısı ile diğer personele tahakkuku müteakip yol tazminatının 1/2'si ödenir. Yol tazminatının kesilen 1/2'si o yerdeki bir kamu bankasında açılan bir hesaba yatırılır. Bu hesaba yatırılan paraların %10'u her ayın ilk haftası içinde Ankara'da bir kamu bankasında açtırılan Adalet Bakanlığı merkez hesabına gönderilir. Mahalli hesapta toplanan paraların arta kalanı, o yargı çevresinde görevli adli yargıEsas Sayısı : 2011/114 Karar Sayısı : 2012/28 2 hakim ve savcılarıile adli yargıda görevli yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mübaşir, icra müdürü, icra müdür yardımcısı ile diğer personeline (ceza infaz kurumu personeli hariç) ayda bir, eşit miktarda ödenir; ancak, bu ödemenin yıllık tutarı en yüksek Devlet memuru aylığının (ek gösterge dahil) yıllık tutarının yarısını geçemez.' hükmüne yer verilmişti. Ancak, Konya 1. İdare Mahkemesi'nde görevli katipler ve mübaşirler tarafından, fiilen mahkeme keşiflerine iştirak ederek yol harcırahının yarısını aldıkları yarısının da idari yargı havuzuna kesildiği, adli yargıya özgü bir havuz bulunması sebebiyle bu havuz ile ilişkilendirilmedikleri için adli personel olmalarına rağmen aralarında eşitsizlik oluştuğu bunun ortadan kaldırılması, tüm yargı mensuplarına tek havuzdan ödeme yapılmasının sağlanması ve 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 1. fıkrasından kendilerinin de yararlanmaları istemiyle yaptıkları başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle Konya 1. İdare Mahkemesi'nde açılan davada; Mahkemece, 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen altıncı fıkrasının, Anayasa'nın 2., 10. ve 55. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulduğu, Anayasa Mahkemesi de 17.05.2007 tarih ve E:2004/46, K:2007/60 sayılı kararıyla; 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin, 6.6.1991 tarih 3755 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Görev ve Yetkileri ile Bunların Personelinin Mali ve Soysal Haklarında Düzenlemeler Yapılmasına Dair Yetki Kanunu'na dayanılarak çıkartıldığı KHK'nin dayanağı olan 3755 sayılı Yetki Kanunu'nun Anayasa Mahkemesi'nin 12.12.1991 tarih ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı kararı ile iptal edildiği, bundan dolayı, 449 sayılı KHK'nin anayasal dayanaktan yoksun kaldığı, bu nedenle Anayasa'ya aykırı görülerek iptal edilen 3755 sayılı Yetki Kanunu'na dayanılarak çıkarılmış bulunan 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen 6. fıkrasının birinci tümcesi dışında kalan bölümünün, Anayasa'nın 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle söz konusu düzenlemeyi iptal etmiş, iptal kararının da doğuracağı hukuksal boşluk, kamu yararını bozucu nitelikte olduğundan gerekli düzenlemelerin yapılması amacıyla iptal kararının Resmî Gazete'de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir. Daha sonra, iptal kararı, 21.11.2007 tarih ve 26707 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanmış ve 21.11.2008 tarihinde yürürlüğe girmiştir. En son olarak yukarıda anılan 6009 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Kanun'a geçici 2. madde eklenmiş ve düzenleme de 01.08.2010 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu hale göre, 6009 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile değişik 3717 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesi; Anayasa'nın 2. Maddesi Yönünden: Anayasanın 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir' hükmüne yer verilmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen Hukuk Devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlarından kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da uymasıEsas Sayısı : 2011/114 Karar Sayısı : 2012/28 3 gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir şeklinde tanımlanmıştır. Ayrıca, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak, bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. 'Öngörülebilirlik şartı' olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar. Öte yandan, bu maddede biriken paraların nasıl ödeneceği, ödeme usul ve esaslarının nasıl olacağı belirlenmiş ve bu ödemenin 21.11.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen altıncı fıkrasına göre yapılması hükme bağlanmış olup bu fıkrada; birinci fıkrada sayılanlardan adli yargı hakim ve savcıları ile adli yargıda görevli yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mübaşir, icra müdürü, icra müdür yardımcısı ile diğer personele tahakkuku müteakip yol tazminatının 1/2'sinin ödeneceği, yol tazminatının kesilen 1/2'sinin o yerdeki bir kamu bankasında açılan bir hesaba yatırılacağı, bu hesaba yatırılan paraların %10'unun her ayın ilk haftası içinde Ankara'da bir kamu bankasında açtırılan Adalet Bakanlığı merkez hesabına gönderileceği, Mahalli hesapta toplanan paraların arta kalanının, o yargı çevresinde görevli adli yargı hakim ve savcıları ile adli yargıda görevli yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mübaşir, icra müdürü, icra müdür yardımcısı ile diğer personeline (ceza infaz kurumu personeli hariç) ayda bir, eşit miktarda ödeneceği; ancak, bu ödemenin yıllık tutarının en yüksek Devlet memuru aylığının (ek gösterge dahil) yıllık tutarının yarısını geçemeyeceği hükmüne yer verilmiştir. Ancak, 6009 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Kanun'a eklenen geçici 2. maddede belirtilen 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen altıncı fıkra, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiğinden iptal hükmünden önceki kanuni düzenlemeyi ihya edecek şekilde bu maddeyle kanuni düzenleme yapılması, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen Hukuk Devleti ilkesine aykırıdır. Diğer taraftan, 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin altıncı fıkrasının, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildiği bilindiği halde iptal edilmiş bir düzenleme dayanak alınmak ve bu düzenlemedeki ödemeye ilişkin ilke ve esaslar açıkça belirtilmemek suretiyle banka hesaplarında biriken paraların dağıtılması öngörülmüş olup bu haliyle Hukuk Devleti'nin en temel ilkelerinden biri olan 'belirlilik ilkesi'ne de aykırı düzenleme yapılmıştır. Ayrıca, bu ödemelerin esas dayanağı olan 3717 sayılı Kanun'a bakıldığında 'farklı yargı kollarında bulunanlara farklı ödeme sistemi öngörüldüğü, böylelikle her yargı kolunun katkısıEsas Sayısı : 2011/114 Karar Sayısı : 2012/28 4 oranında havuzdan farklı nemalandığı bunun hakkaniyete uygun olduğu' ileri sürülebilecek ise de, ortaya çıkan neticenin bu doğrultuda olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Kanun'da havuzdan yararlanmanın ölçütünün 'havuza katkı oranı' olmayıp sadece 'Adalet Personeli' ölçütü olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü her iki havuzda da, meblağın yarısının %10'u kesilip Adalet Bakanlığı personeline dağıtılmak üzere hesaplarına yatırılmaktadır. Burada Adalet Bakanlığı merkez teşkilat personelinin de keşiflere katkısı olmadığı dikkate alınırsa esas ölçütün 'Adalet personeli olma' ölçütü olduğudur. Hatta, Adliye içinde de bazı mahkemeler çok az keşfe gittikleri halde havuzdan tam yararlanmaktadır. Bundan dolayı, idari yargı personelinin bu Kanun kapsam dışı bırakılması da Anayasa'nın 2. maddesinde ifadesini bulan toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışına da aykırıdır. Anayasa'nın 10. Maddesi Yönünden; Anayasa'nın 10. maddesinde; 'Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar' hükmüne yer verilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği üzere, Anayasa'nın 10. maddesine göre yasaların uygulanmasında ayrım gözetilmeyecek ve eşitliğe yol açılmayacaktır. Maddede düzenlenen 'Eşitlik' ilkesiyle, birbirinin aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması engellenmektedir. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Yine, Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında eşitlik ilkesi, aynı durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yasalarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda, hizmetlerde eşitliğin sağlanmasını gerektiren eşit davranma ve ayrım yapmama ilkesi olarak yorumlanmıştır. Davacıya yapılan ödemenin dağıtım esaslarını belirleyen ve uyuşmazlıkta uygulanacak olan 6009 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Kanun'a eklenen geçici 2. maddesinde ve bu maddede belirtilen 21.11.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen altıncı fıkrası yalnızca adli yargıda görevli yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mübaşir, icra müdürü, icra müdür yardımcısı ile diğer personele (ceza infaz kurumları personeli hariç) yol tazminatından o yerde açtırılan hesapta toplanan paralardan ayda bir eşit miktarda ödeme yapılmasını öngörmekte, adli yargıda görevli personelle aynı konumda bulunan idari yargı personeline fıkrada yer verilmemekte, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 4001 sayılı Kanunla değişik 59. maddesinin 2. fıkrası ile, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinde görev yapan personelin yol giderleri ve tazminatları hakkında 3717 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanacağının belirtilmiş olması da, uygulamanın, idari yargıda görevli personele ödenen yol tazminatlarının ayrı bir hesapta toplanarak dağıtılması şeklinde olması nedeniyle itiraz konusu kuralda yer alan eksik düzenlemenin idari yargıda görev yapan personel yönünden doğurduğu eşitsizliği gidermemektedir.Esas Sayısı : 2011/114 Karar Sayısı : 2012/28 5 Adliye mahkemelerinde açılan dava sayılarının çokluğu ve niteliği nedeniyle, özellikle davalara dayanak ve delil teşkil etmek üzere ilgililerce talep edilen tespitler dolayısıyla yapılan keşifler sonucunda, adli yargıda görev yapanlara dağıtılmak üzere yol gideri ve tazminat hesaplarında fazla para birikmekte, buna karşılık idari yargıda genellikle idare mahkemelerinde ve çok az keşif yapılmakta, bunun doğal sonucu olarak da adli yargıdan ayrı tutulan idari yargının yol gideri ve tazminatı hesabında adli yargı hesabına nazaran aynı düzeyde birikme gerçekleşmemektedir. Adli ve İdari Yargının farklı teşkilatlanmış olması nedeniyle bu durumun hakkaniyete uygun olduğu düşünülebilirse de; aynı durum ve aynı konumda olduğunda şüphe bulunmayan iki personel arasında birinciler lehine bir sonuç yaratan bu düzenlemenin, Anayasa'nın özdeş nitelikte bulunan durumların yasal düzenlemelerle aynı işleme bağlı tutulmasını gerektiren 10. maddesine aykırı düştüğü kanaatine varılmaktadır. Kaldı ki, Kanun'daki bu eksik düzenleme, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 59/2.maddesinde 10.06.1994 tarihli ve 4001 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle giderilmeye çalışılmış, değişiklik sonrasında 3717 sayılı Kanun uyarınca alınan yol tazminatlarının idari yargıda görevli hakim ve savcılar ile diğer personel ve Adalet Bakanlığı merkez teşkilatındaki personele ödenmek üzere ilgili hesaplara yatırılması, defter tutulmasına ilişkin usuli işlemler ve ödeme esasları Adalet Bakanlığının 11.10.1994 tarihli ve 69199 sayılı Genelgesi ile düzenlenmiş, anılan genelgenin dava konusu edilmesi üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun 10.03.1995 günlü ve 1995/86 sayılı kararıyla yürütmenin durdurulması üzerine 18.05.1995 günlü ve34371 sayılı Genelge ile yürürlükten kaldırılmış, bu tarihten, yargı kararı uyarınca yeniden yürürlüğe konulduğu 03.02.2003 tarihine kadar olan dönemde idari yargıda görevli personelin 3717 sayılı Kanun hükümlerinden yararlandırılması, başka bir deyişle anılan Kanun'un idari yargı açısından uygulanması mümkün olmamıştır. Diğer taraftan, davacıya yapılan ödemenin dağıtım esaslarını belirleyen ve uyuşmazlıkta uygulanacak olan 6009 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Kanun'a eklenen geçici 2. maddesinde ve bu maddede belirtilen 21.11.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen altıncı fıkrasında mahalli hesapta toplanan paraların adli yargı personeline ödenmesini keşfe bizzat katılmış olmak gibi bir koşula da bağlamamıştır. Fıkra hükmüne göre, ödemeden yararlanabilmek için adli yargıda görevli olmak yeterlidir. Dolayısıyla, Kanun ile amaçlananın adli yargı personeline kısmen de olsa parasal yönde katkı yapmak olduğu açıktır. Aynı durum, idari yargı personeli açısından da geçerli olduğundan, Kanun ile getirilen olanağın aynı konudaki personele eşit bir biçimde sunulması Anayasa'nın 10. maddesi gereğidir. Yol gideri ve tazminatlarının bir kısmının Adalet Bakanlığı merkez teşkilatı personeline dağıtılması da varılan bu sonucu doğrulamaktadır. Ayrıca, 3717 sayılı Kanun'da son değişikliklerle bu eşitsizlik giderilmiş ve Kanun ile getirilen olanağın aynı konudaki personele eşit bir biçimde sunulması hedeflenmiş olup yürürlükte olan 2/A maddesine göre Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Yüksek Seçim Kurulu ile Adalet Bakanlığı merkez ve taşra teşkilatı (ceza ve infaz kurumları hariç) ile Türkiye Adalet Akademisi kadrolarında, sözleşmeli personel dahil, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'na tâbi olarak çalışan personele, ayda elli saati aşmayacak şekilde fiilen yapılan fazla çalışma karşılığında, Bütçe Kanunu ile belirlenen fazla çalışma ücretinin üç katına kadar fazla çalışma ücreti ödenmesi öngörülmüştür. Yine, bu durum da varılan sonucu doğrular nitelikte olup dava konusu işlemin dayanağı olan ve uyuşmazlıktaEsas Sayısı : 2011/114 Karar Sayısı : 2012/28 6 uygulanacak olan kanun hükmünün Anayasa'nın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine aykırı olduğunu göstermektedir. Anayasa'nın 55. Maddesi Yönünden; Anayasanın 55. maddesinde; 'Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır. Asgari ücretin tespitinde ülkenin ekonomik ve sosyal durumu göz önünde bulundurulur' hükmü yer almaktadır. Kamu görevlilerinin 657 sayılı Kanunve özel mevzuatlarla düzenlenen mali hakları aylık, ücret, ödenek, hizmetle ilgili çeşitli ödemeler, zam ve tazminatlar, ek gösterge gibi çeşitli unsurlardan oluşmaktadır. 6009 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Kanun'a eklenen geçici 2. maddesinde ve bu madde de belirtilen 21.11.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin 449 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen altıncı fıkrasında öngörülen, yargı personelinin mali hakları kapsamında nitelendirilebilecek ödemelerin derece, kademe, eğitim, unvan, yetki ve sorumluluk bakımlarından eşit durumda bulunan personelin sadece farklı yargı düzenleri içerisinde bulunmalarından dolayı adli ve idari yargı personeline eşit bir şekilde dağıtılmaması, Anayasa'nın ücrette adalet sağlanmasını öngören 55. maddesi hükmüne de aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle, bakılan davada uygulanacak kural niteliğinde olan ve adli ve idari yargı ayrımının doğal bir sonucu olarak da görülmeyen, 6009 sayılı Kanun'un 31. maddesi ile 3717 sayılı Kanun'a eklenen 3717 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin, Anayasada ifadesini bulan toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı ile Hukuk Devleti ilkesine ilişkin 2. maddesi yanında eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesi ile, ücrette adaletin sağlanmasına ilişkin 55. maddesine aykırı olduğu ve bu nedenle iptalinin uygun olacağı kanaatine varıldığından söz konusu kanun hükmünün iptali için itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dava dosyasında bulunan dava ve savunma dilekçeleri ile eklerinin onaylı örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar, beş ay süreyle dava dosyasının bekletilmesine 29.07.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'"
2,673
Esas Sayısı : 2017/48 Karar Sayısı : 2017/129 1 İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2015/2478 sayılı iddianamesiyle SSÇ hakkında hırsızlık ve ızrar suçundan kamu davası açıldığı; Mahkememizin 2015/781 Esas, 2016/295 Karar sayılı ilamıyla SSÇ.un mahkumiyetine karar verildiği; SSÇ müdafıinin istinaf yoluna başvurması üzerine İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 9. CD.nin 2016/11 7 E K sayılı ilamıyla değişik sebeplerle bozularak mahkememize iade edildiği; Bozma sebeplerinin hepsinin savunmanın kısıtlanması gerekçesine dayandırılmak suretiyle mahkememize iade edilmesinin hukuka uygun olmadığı; nitekim bozma gerekçeleri okunduğunda, bunların savunmanın kısıtlanmasıyla bir ilgisi olmadığının açıkça görüldüğü; İstanbul Bölge Adliye Mahkemelerinde esas olan yargılama usulünün, bozmadan sonra bizzat yargılama yapılarak esasa hükmedilmesi olduğu; ancak gelen bütün bozmalarda özellikle savunmanın kısıtlanması gerekçesine dayanılmak suretiyle, yargılama yapılmamasının yolunun yapıldığı; CMK. 284. maddesinde, bölge adliye mahkemelerinin bozma kararlarına karşı direnilmesinin engellendiği; böylece ilk derece mahkemelerinin, en üst mahkeme olan Yargıtaya karşı direnme haklan varken, bir alt mahkeme olan istinaf mahkemelerine direnme hakkının kısıtlanmış olduğu; bu durumun da, hemen hale, hukuk mantığına ve hem de anayasaya aykırı olduğu; Anayasanın 9. maddesinde, Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. hükmünün bulunduğu; 138/1 2. maddelerinde, Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. hükmünün yer aldığı; 141/3. maddesinde de, Bütün mahkemelerin her türlü kararlan gerekçeli olarak yazılır. hükmü bulunduğu; Mahkemelerin, üst mahkemece verilen kararlara karşı direnme hakkının kısıtlanması, asıl yargılama görev ve yetkisinin kısıtlanmasından öteye, yok edilmesi mahiyetinde olduğu; mahkemelerin, yargıtay kararlarına karşı direnme hakkı varken, istinaf mahkemesi kararlarına direnmesini ortadan kaldıran CMK. 284. maddesinin, Anayasanın 9, 138/1 2, 141/3. maddelerine aykırı olduğu; bu haliyle bu maddenin, ilk derece mahkemelerinin verdiği emir ve talimattan yerine getirmekten başka işlevi olmayan bir idari büro haline getirdiğinin açık olduğu; Böylece CMK. 284. maddenin iptali için yüksek Anayasa Mahkemesine müracaat edilmesi gerektiği anlaşılmıştır. Bu sebeple dosyanın incelenerek, Anayasaya aykırı olan CMK. 284. maddenin iptaline karar verilmesinin, Yüksek Mahkemesinin takdirlerine sunulmasına; Bu sebeple duruşmanın 31.01.2017 günü saat 09.00'a bırakılmasına karar verildi.Esas Sayısı : 2017/99 Karar Sayısı : 2017/79 2 Mahkememizin 2017/46 Esas sayılı dosyasında, İnfaz Kurumuna veya Tutukevine Yasak Eşya Sokma suçundan sanık hakkında yapılan yargılama sonucunda Mahkememizin 18/11/2016 gün ve 2016/619 Esas, 2016/581 Karar sayılı kararıyla sanığın üzerine atılı suçtan TCKnun 297/1 son, 62. maddeleri uyarınca 10 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, karara karşı sanığın istinaf yargı yoluna başvurması üzerine Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesinin 05/01/2017 gün ve 2017/10 Esas, 2017/20 Karar sayılı kararı ile, Yerel Mahkemece verilen hükümlere karşı istinaf yoluna başvurulmakla, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya görüşüldü: İstinaf başvurusunun reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi. Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede; Hükümden sonra 02/12/2016 tarihinde 29906 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6763 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 20. maddesi ile TCKnın 297/2. maddesinin yürürlüğe girmesi karşısında; 5237 sayılı TCKnın 7/2. maddesi uyarınca; Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur hükmü de gözetilerek; Sanığın ceza infaz kurumu kantininden satın aldığı plastik saplı traş bıçağının jiletini çıkartıp bu jilet ile vücudunun muhtelif yerlerini keserek kendisine zarar verme şeklinde gerçekleşen olayda; sanığın eyleminin TCKnun 297/1 maddesi kapsamında Silah bulundurma mı yoksa TCKnun 297/2 b maddesi kapsamında Her türlü saldırı ve savunma aracını bulundurma ve kullanma eylemini oluşturduğunun tartışılarak sonuca göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilerek yeniden hüküm kurulmasında yasal zorunluluk bulunması, Yukarıda açıklanan hususlar yerine getirilmeden karar verilmesi CMKnun 289/1 g maddesince kesin hukuka aykırılık hali oluşturduğundan CMKnın 280/1 b maddesi uyarınca HÜKMÜN BOZULMASINA, Dosyanın yeniden incelenmek ve hükmolunmak üzere hükmü bozulan ilk derece mahkemesine GÖNDERİLMESİNE... kesin olmak üzere karar verilmiş, Bölge Adliye Mahkemesi kararlarına karşı direnme yasağına ilişkin 5271 sayılı CMKnun 284. maddesi hükmü karşısında, 25/01/2017 günlü tensip ara kararı ile zorunlu olarak bozma ilamı uyarınca işlem yapılmasına ve 5271 sayılı CMKnun 284. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına karar verilmiştir. 5271 sayılı CMKnun ‘Direnme yasağı kenar başlıklı 284. maddesinin 1. fıkrasındaki ‘Bölge adliye mahkemesi karar ve hükümlerine karşı direnilemez; bunlara karşı herhangi bir kanun yoluna gidilemez şeklindeki düzenlemenin aykırı olduğu düşünülen 2709 sayılı 1982 Anayasasının ‘Cumhuriyetin Nitelikleri kenar başlıklı 2nci, ‘Yargı Yetkisi kenar başlıklı ve ‘Mahkemelerin Bağımsızlığı kenar başlıklı 36. maddeleri şöyledir: ‘Madde 2 Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.Esas Sayısı : 2017/99 Karar Sayısı : 2017/79 3 Bilindiği üzere; Anayasanın 2. maddesindeki Cumhuriyetin niteliklerinden biri, belki de en önemli niteliği olan ve en yaygın biçimde, ‘Faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlayan, yönetimde keyfiliğin egemen olmamasını sağlayan ve kendisini hukukla sınırlayan devlet olarak tanımlanan ‘Hukuk Devleti ilkesi, Yüce Anayasa Mahkemesinin 25 Mayıs 1976 tarih ve 1976/28 K. Sayılı kararında: Hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa ‘ya uygun, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir şeklinde tanımlanmıştır. Anayasa Mahkemesi 1982 Anayasası döneminde verdiği pek çok kararında hukuk devletini şu şekilde tanımlamıştır: Her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlarından kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinden uzaklaştığında geçersiz kalacağım bilen devlettir Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması, Hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı, Temel hakların güvence altına alınması, Devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı hukuk devletinin temel ilkeleri olarak kabul edilmektedir. Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması, hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı, temel hakların güvence altına alınması ancak ve ancak Devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı ile mümkündür. Direnme (Israr) kararı, mahkemenin daha önce vermiş olduğu kararın hukuka uygun olduğunu ve yeniden yargılama yapmaya gerek bulunmadığını açıklayan karardır. Bu kararla alt mahkeme üst mahkemenin verdiği bozma kararına uymayacağını, bozma kararında hukuka aykırı olarak gösterilen noktaların bu nitelikte olmadığını belirtir. Türk Ceza Yargılama Hukukunda, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun yürürlüğe girdiği 01.06.2005 tarihine kadar ilk derece mahkemelerinden verilen hükümlere (son kararlara) karşı olağan kanun yolu olarak temyiz kanun yolu açıkken, bu tarihten sonra ilk derece mahkemelerinden verilen hükümlere karşı istinaf kanun yolu kabul edilmiştir. 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5235 sayılı Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunla kurulan Bölge Adliye (İstinaf) Mahkemelerinin 20.07.2016 tarihinde faaliyete geçirilmesiyle ilk derece mahkemelerin son kararlarına karşı istinaf kanun yolu fiilen hayata geçmiştir.Esas Sayısı : 2017/99 Karar Sayısı : 2017/79 4 İstinaf, olağan ve ikinci derece bir kanun yoludur. Her kanun yolunda olduğu gibi istinafta, önceden yapılan bir muhakeme vardır. Ancak istinaftan bahsedebilmek için önceki muhakemenin tamamlanması, yani son soruşturma safhasının da yapılması ve son karar verilerek uyuşmazlığın çözülmüş olması gerekir. İstinaf, bu son kararın, itirazda olduğu gibi, hukukî veya maddi olabilen sebeplerle kaldırılarak, yeniden bir son karar verilmesi için açılan bir kanun yolu davasının ve bu dâva üzerine yapılan muhakemenin adıdır. Görüldüğü gibi istinaf, son karardaki aykırılığı ıslâh yolu ile gideren kanun yoludur. Ancak; Kanunumuzla Yüksek Yargıtay Ceza Mahkemelerinin kararlarına karşı direnme (ısrar) hakkı tanınmışken, olağan kanun yollarının ruhuyla bağdaşmayacak şekilde CMKnun 28/l b ve 289. maddeleriyle oldukça geniş alanda bir istinaf mahkemelerine ‘bozma yetkisi tanınmış, 284. maddesiyle de istinaf mahkemelerinin bu bozma kararlarına karşı ‘direnme yasağı1 getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 154. maddesiyle kurulan ve yüksek mahkemeler arasında sayılan; üyelerinin seçimi, özlük haklan, teminatı Anayasa ile güvence altına alman, bu madde uyarınca çıkarılan 2797 sayılı Yargıtay Kanunu ile düzenlenen ve yargıç teminatı ile bağımsızlığı hususunda istinaf mahkemeleri ile kıyaslanması dahi olanaklı olmayan Yargıtay Ceza Dairelerine tanınmayan bu yetkinin istinaf mahkemelerine tanınmış olması, istinaf mahkemesi kararlarının tartışmalı hale getirebileceği gibi, ilk derece mahkemesince yeniden yapılan yargılama sonucunda Önceki kararın aynısının verilmesi halinde kısır bir döngüye girilerek, yargılamanın gereksiz şekilde uzamasına, zaman ve masraf kaybına neden olacağı ve bu şekilde Anayasanın 36. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesiyle tanınan ve Hukuk devleti kavramının en önemli ilkelerinden biri olan ‘Adil Yargılanma Hakkının ihlal edilmiş olacağı aşikardır. İlk derece mahkemelerine ısrar hakkının tanınması, ‘yargılama sürecini uzatır gibi gözükse de, asıl amacın, sağlıklı ve adil bir yargılama faaliyetini gerçekleştirmek olduğu düşünüldüğünde, ilk derece mahkemeleri ile istinaf mahkemeleri arasında doğacak bu türden bir uyuşmazlığın bir başka mahkemeye veya Yargıtaya taşınması ve etkin bir hukuki denetim yoluyla daha isabetli bir sonuca ulaşılmasını, dolayısıyla hak arayan kişilerin hak ettikleri ve arzuladıktan sonucu bir an önce elde etmelerini sağlayacağı ve bu şekilde Anayasa ve Avrupa İnsan haklan Sözleşmesinin 6. maddesiyle tanınan ‘Adil Yargılanma Hakkının da sağlanmış olacağı muhakkaktır. Bu kısa açıklamalar ışığında, her ne kadar Anayasa Mahkemesi 13.02.1968 tarihli (R.G.14.09.1968) kararında, ısrar yetkisinin bulunmadığı durumları anayasaya aykırı bulmamış ise de; 2709 Sayılı 1982 Anayasasının 2. maddesindeki ‘Hukuk Devleti ilkesine aykırı olduğu düşünülen ‘Direnme yasağı1 kenar başlıklı 284. maddesinin 1. fıkrasındaki ‘Bölge adliye mahkemesi karar ve hükümlerine karşı direnilemez; bunlara karşı herhangi bir kanun yoluna gidilemez şeklindeki Kanun hükmünün iptali için Anayasanın 152/1. maddesinin Mahkememize verdiği yetkiye dayanılarak Yüce Anayasa Mahkemesine başvurma zorunluluğu doğmuştur. SONUÇ : 2709 sayılı 1982 Anayasasının 152/2. maddesi uyarınca Mahkememizin başvurusu Yüce Mahkemenizce incelenerek, 5271 Sayılı CMKnun ‘Direnme yasağı kenar başlıklı 284. maddesinin 1. fıkrasındaki Bölge Adliye Mahkemesi karar ve hükümlerine karşıEsas Sayısı : 2017/99 Karar Sayısı : 2017/79 5 direnilemez; bunlara karşı herhangi bir kanun yoluna gidilemez şeklindeki düzenlemenin İPTALİNE karar yelmesi ve ) sonucun Mahkememize bildirilmesi saygıyla arz olunur.Esas Sayısı : 2017/102 Karar Sayısı : 2017/88 6 ANAYASAYA AYKIRILIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. ve 5. maddelerinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun ve insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimlerine açık olan devlet ifade eder. Hukuk devletinin temel unsuru, bütün devlet güçlerinin ve organlarının, hem yasama, hem yürütme hem de yargının hukuka uygun hareket etmesidir. Bu ilkenin yargı boyutu, Anayasa m. 138 deki; hakimler anayasaya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler şeklindeki düzenlemeyle de vurgulanmıştır. Yargısal makamların bu anlamda sorumluluğu usul hukuku düzenlemeleriyle belirlenmiştir. Yargı kararlan hakkında, kanun yolları düzenlemeleriyle yargı kararlarının denetlenebilmesi hukuk devletinin bir zorunluluğudur. Anayasanın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı ve hiçbir mahkemenin görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamayacağına ilişkin ilke de hukuk devletinin olmazsa olmazlarındandır. Yine Anayasanın 37. maddesindeki hiç kimsenin kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaması ve hiç kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaması da bu minvalde düzenlemelerdir. Tüm bu anayasal düzenlemeler ışığında ilk derece mahkemesince verilen kararın istinaf yoluna gitmesi neticesinde verilen bozma kararına karşı direnememeşi halinde ilk derece mahkemesince daha evvel yapılan yargılama neticesinde ulaşılan kanaatin aksinin ve netice itibariyle mahkemede oluşan vicdani kanaatin tersi bir uygulama zorunluluğu doğmaktadır. Bu da Anayasa m. 138 de düzenlenen hakimlerin anayasaya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vereceklerine ilişkin düzenlemesine aykırılık oluşturacaktır. Diğer taraftan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 284. maddesi düzenlemesinin hak arama özgürlüğünü ve adil yargılanma hakkını sınırlandırıcı ve dolayısıyla yargısal denetimi kısıtlayıcı ve daraltıcı nitelikte olduğu da söylenebilir. Öte yandan Anayasanın 14l/son maddesinde lafzını bulan davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğuna ilişkin düzenleme doğrultusunda bölge adliye mahkemelerince verilen bozma kararlarına direnilememesi sonucunda yeniden yargılama yapılması daha evvel kanaati oluşmuş olan ilk derece mahkemesinde aynı kanaati doğrultusunda verilecek kararın yeniden bölge adliye mahkemesi önüne gitmesi ile yargısal süreç uzayacak gereksiz yargılama gideri yapılmasına neden olacaktır. Tüm bu nedenlerle olayda uygulanması gereken 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 284. maddesi gereği ilk derece mahkemesince bölge adliye mahkemesi kararlarına karşı direnilemeyeceği düzenlemesi yukarıda anılan şekilde Anayasaya aykırılık teşkil etmektedir. 4 SONUÇ VE İSTEM:Esas Sayısı : 2017/102 Karar Sayısı : 2017/88 7 1 Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse resen kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan karar ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 284. maddesi kuralının; Anayasanın 2., 5., 9., 36., 37., 138. ve 141. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 Dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 3 Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, Yapılan inceleme sonucunda karar verildi.Esas Sayısı : 2017/112 Karar Sayısı : 2017/96 8 Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete geçtiği 20/07/2016 tarihinden önce; suç ayrımı olmaksızın (miktar itibarı ile kesinleşme sının altındaki cezalar hariç) ilk derece mahkemelerince verilen kararlara karşı Yargıtay temyiz yolunun açık olduğu, ilk derece mahkemelerince verilen temyizi kabil kararlara yönelik Yargıtay Dairelerince ilk derece mahkemesi kararlarının; bozulduğu, onandığı ya da düzeltilmek suretiyle onandığı, onama ve düzeltilerek onama kararlarına karşı ayrıca olağanüstü kanun yolu başvurusunun yapılabildiği, bozulan kararlar bakımından ise; ilk derece mahkemelerince Yargıtay bozma kararının hukuk ve usule uygun düştüğü kabulüne varılması halinde bozma ilamına uyulmasına, hukuk ve usule uygun düşmediği kabulüne varılması halinde önceki kararda ısrar (direnme) edilmesine karar verilebildiği, ısrar (direnme) kararlan bakımından Yargıtay Ceza Genel Kurulunca inceleme yapıldığı, ilk derece mahkemesi ısrar kararının onandığı ya da bozulduğu, onanan kararlar bakımından kesinleştirmelerin yapıldığı, bozulan kararlar bakımından bozma gerekçesi doğrultusunda işlem yapıldığı izahtan varestedir. Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete geçtiği 20/07/2016 tarihinden önce Yargıtay Dairelerince bir şekilde bozmaya konu edilmiş olan ilk derece mahkemesi kararlan bakımından; yine ilk derece mahkemelerince ısrar (direnme) karan verilebilmesinin mümkün olduğu, Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete geçmesi ile birlikte ilk derece mahkemelerince verilip ilk defa kanun yolu başvurusuna konu edilen kararlara yönelik Bölge Adliye Mahkemelerince verilen bozma kararlarına karşı ise; CMKnın 284/1. maddesindeki Bölge Adliye Mahkemesi karar ve hükümlerine karşı direnilemez; bunlara karşı herhangi bir kanun yoluna gidilemez hükmü sebebi ile ilk derece mahkemelerince ısrar (direnme) karan verilememesi yargı güvenilirliğini zedelemiştir. Zira; 20/07/2016 tarihinden önce bir şekilde Yargıtay Dairesince temyiz incelemesinde bozulmasına karar verilen hakaret suçuna ilişkin ilk derece mahkemesinin ısrar (direnme) hakkı bulunduğu halde, 20/07/2016 tarihinden sonra karara çıkmış bulunan; taammüden kasten adam öldürme suçu bakımından Bölge Adliye Mahkemesi ilgili Dairesinin verdiği bozma kararına karşı ilk derece mahkemesinin ısrar (direnme) hakkının ortadan kaldırılması Hukuk Devleti ilkesine, eşitlik ilkesine, Mahkemelerin Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermeleri gerektiğine dair Anayasal ilkeye açıkça aykırıdır. Şu an itibarı ile; ilk derece mahkemelerinde bir taraftan daha) önce Yargıtay bozmasına konu edilmiş olan hakaret suçu bakımından Yargıtay Ceza Genel Kuruluna ısrar (direnme) karan verilebilmekte, diğer taraftan 20/07/2016 tarihinden/sonra karara çıktığı için taammüden kasten adam öldürme suçu bakımından hukuk ve usule açıkça aykırı olduğu düşünülen Bölge Adliye Mahkemesi ilgili Dairesine ısrar (direnme) yapılamamaktadır. İşbu başvuruya konu Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi kararının; davaya konu dolandırıcılık suçuna ilişkin Yargıtayın müstakar içtihatlarına aykırı olduğunu düşünen, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan kişilerin lekelenmeme hakkına aykırı olduğunu düşünen Mahkememiz; CMKnın 284/1. maddesinde yazılı olan direnme yasağı hükmü uyarınca nasıl yargılama yapabilecektir? Anayasamızın 138. maddesinde belirtildiği şekilde Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatine göre nasıl karar verebilecektir? Dikte yoluyla, vicdani kanaatlere uymadığı halde verilecek karar bağımsız mahkemelerce verilmiş bir karar olarak nitelendirilebilecek midir? Mevcut durum itibarı ile; CMKnın 284/1. maddesi hükmü iptal edilmediği sürece sorulan bu hususlara olumlu cevap verilebilmesi mümkün değildir. NETİCE İ TALEP: Yukarıda arz ve izah olunan gerekçeler doğrultusunda Anayasamızın 2. maddesindeki Hukuk Devleti ilkesine, Anayasamızın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine, Anayasamızın 138. maddesindeki Mahkemelerin Bağımsızlığı ilkesine açıkça aykırıEsas Sayısı : 2017/112 Karar Sayısı : 2017/96 9 olduğu sonucuna varılan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun (CMKnın) 284/1. maddesi hükmünün İPTALİNE KARAR VERİLMESİ saygı ile arz ve talep olunur.Esas Sayısı : 2017/116 Karar Sayısı : 2017/99 10 İPTALİ GEREKEN 5271 SAYILI CMKNUN 284/1, 286/2 a, 286/2 b, 173/6 MADDE HÜKÜMLERİNİN SOMUT UYUŞMAZLIKDA UYGULANABİLİRLİĞİ SORUNU: Somut olayda mağdur katılan veteriner hekimliği diploması olduğu, İstanbul Veteriner Odasına üyelik kaydının gerektirdiği mali ödemeleri de yaptığı halde 18/12/2012 tarihinden itibaren İstanbul Veteriner Odasına işyeri açmak; için yaptığı başvuruların çeşitli bahanelerle reddedildiği, red kararları sonrasında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına şikayetinin 24/06/2013 tarihinde 2013/36938 Karar ile takipsizlik karan verildiği, olay sonrası tekrar mağdur katılanın bir çok kez İstanbul Veteriner Hekimler odasına başvuruda bulunduğu, başvuruya olumlu ya da olumsuz cevap verilmediği, bunun üzerine noter ihtarıyla mağdur katılanın yeniden aynı işyeri açma başvurusunda bulunduğuna müteakiben mağdur katılanın İstanbul 9. İdari Mahkemesinin 2013/1541 Esas sayılı Veteriner Hekimleri Odasının zımni red kararının İPTALİNE karar verildiği dolayısıyla İstanbul Veteriner Hekimleri Odasının idari mahkemesi kararına dahi uymadığı, idari yargı kararlarının yerine getirilmeyerek mahkeme kararına karşı direnç gösterilmesinin Türk Ceza Hukukunda bağımsız olarak ayrı suç teşkil etmesine ilaveten uzun süreyle mağdur katılanın meslekten men cezasından sonraki dönemlerde de yasal koşulları oluşmasına rağmen odaya kayıt yapılmaması eyleminin Bölge Adliye Mahkemesince hukuken özel olarak tanımlanan bağımsız müstakil suçu İstanbul Veteriner Hekimleri odasının ilk fiilinden ayrılamayacağı şeklinde nitelendirme yapmıştır. Bu mantığa göre tüm suçların temadi suç kapsamında değerlendirilebileceği CMK 173/6 maddesinin her olayda işletilebileceği, Türk Ceza Yasası 257. maddesinde görevi kötüye kullanma suçunun kanuni cezasının üst sının iki yıl hapis cezasıdır. Dolayısıyla Anayasaya aykırı olduğu değerlendirilen 5271 sayılı CMK 284/1, 286/2 a, 286/2 b ve CMKnun 173/6 maddelerinin somut olaya ilişkin bulunduğu, somut olayda uygulanabilir olduğu mahkememizce kabul edilmiştir. İPTALİ İSTENEN 5271 SAYILI CMKNUN 284/1, 286/2 a, 286/2 b, 173/6 MADDE HÜKÜMLERİNİN ANAYASAMIZA AYKIRILIK DEĞERLENDİRMESİ: CMKnun 280. maddesinde Bölge Adliye Mahkemelerinde kovuşturma yapılabileceği, CMKnun 281/2 maddesinde tanık bilirkişi dinleme, keşif yapma dolayısıyla bidayet mahkemesi olarak İlk Derece Mahkemesi yerine delil araştırması yapma, yeni bir hüküm tesis edebileceği, fakat Yerel Mahkeme kararındaki cezadan daha ağır ceza verilemeyeceği CMK 283/1 maddesinde açıklandığı, oysa mağdur katılanın sanığa daha fazla ceza verilmesini temyize tabi suçlarda isteyebilip bu neticeyi sağlayabildiği halde bölge adliye mahkemesine başvuran mağdur katılanın sanığa hak ettiğinden daha az ceza verildiği gerekçesiyle talep hakkının etkisizleştirildiği hukuka ve Anayasaya aykırı olarak getirilen sanık aleyhine karar verme yasağı ile mağdur yönünden hak arama özgürlüğü bertaraf edilmiştir. İptali gereken yasa hükümlerinin keyfiliğe yol açması yönünden incelenmesi; İlk Yerel Mahkemece verilmiş beraat karan üzerine Bölge Mahkemesindeki yeni yapılan yargılamada temel ceza tayini önünde yasal engel bulunmadığı, Bu cümleden hareketle;Esas Sayısı : 2017/116 Karar Sayısı : 2017/99 11 Sanığın yerel mahkemede önceden beraat düşme veya ceza tayinine yer olmadığına ya da beş yıldan az hapis cezası alması durumunda, önce beraat etmiş sanığa bölge adliye mahkemesinde beş yıl veya daha az süreli hapis cezası verilmesi durumunda ortada yeni verilmiş bir mahkumiyet kararının bulunduğu tartışmasızdır. Bu karara yasa yolu olanağı getirilmelidir. CMK 284/1 maddesinde ise Bölge Adliye Mahkemesi karar ve hükümlerine karşı direnilemez. Bunlara karşı her hangi bir kanun yoluna gidilemez. CMK 173/6 maddesinde Cumhuriyet Savcısının yeni delil varlığı nedeniyle kamu davası açabilmesi önceden verilen dilekçe hakkında karar vermiş olan Sulh Ceza Hakimliğinin bu hususta karar vermesine bağlıdır hükmü yer almaktadır. Anayasanın 138/2 maddesinde hiçbir makam merci yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemeye emir talimat veremez. Burada mağdur katılanın temyiz etmesinde dahi sanık lehine aleyhe karar yasağı getirilerek yargı yetkisi sınırlandırılmıştır. Yakın tarihimizde kumpasçılıkla sahte delillerle her türlü özel hayata müdahale yol yöntemleriyle sahte oluşturulan verileri kullanarak, vatan hizmetindeyken çocuklarının karnelerini dahi göremeyen fedakar insanların hayatım karartan sonlandıran hatta terör örgütü üyesi hakim ve C.Savcılarının sayılarının binleri geçmesi, HSYK seçimlerinde kumpasçı grubun aldığı oy sayılarına göre aynı düşünceyi paylaşan yargı mensuplarının halen görevde bulunabildiği HSYKnun ihraç karan gerekçelerinde de açıklanmış bulunduğu, yargıya güvenin düşük seviyede olması bir yana hiç suçu olmasa da kendisinin hapse atılabileceğini düşünenlerin çokluğu, iddia savunma yargı saç ayağındaki Cumhuriyet Savcısı ve hakimlerin çok yakınlarının avukatlık mesleğinde çoğalması güveni daha da zorlaştırmaktadır. Bu nedenle temyiz hakkının tüm sanıklara tanınması gerekir. Bölge adliye mahkemeleri kararlarıyla ülke çapında yasaların uygulanmasındaki içtihad birliğini sağlama olanaksız hale gelmiştir. Yargıtay C.Savcısı beş üyeli Yargıtay Ceza Dairesinin oy birliği dahi verdiği bir karara karşı Ceza Genel Kuruluna dosyayı götürme sanığın hukuki durumunu bir daha inceletme hakkı varken bölge adliye mahkemesinde böyle bir üst kurul yoktur. Bölge adliye mahkemesi hakimleri de üç kişilik heyetindekilerin hatalı karar da verebilirler. Bölge Adliye Mahkemesi bir içtihad mahkemesi değildir. Bölge adliye mahkemesi kararlarına karşı direnme karan verilememesi sağlıklı karar ortamını bozmakta, adalet duygusunu ağır şekilde rencide etmektedir. Ortaya çıkan sonucun Anayasaya aykırı olduğu Mahkememizce değerlendirilmektedir. Anayasanın 154/1 maddesinde Yargıtayın adli yargıda son inceleme mercii olduğu, Anayasada İlk Derece Mahkemelerinin kimi kararlarının son inceleme merciinin Bölge Adliye Mahkemeleri olduğu ve bu mahkemelerde delil toplayarak yeniden karar oluşturup ve bu kararların beş yıldan az hapis cezasını içermesi halinde kesin karar olarak bir üst yargı yerine başvuru hakkının olamayacağı konusunda açık bir hüküm yoktur. Delil toplayarak mahkumiyet kararı veren mahkemenin kararlarına karşı aynı yargı makamının üzerinde yasa yoluna başvuru hakkının tanınmaması adil yargılama ilkelerine de aykırı olacağı açıktır. Bu itibarla bölge adliye mahkemelerinin ilave ek delil toplayarak farklı gerekçelerle verdiği yeni mahkumiyet kararma karşı temyiz yolunun açık olması gereklidir.Esas Sayısı : 2017/116 Karar Sayısı : 2017/99 12 Ağır Ceza Mahkemeleriyle Bölge Adliye Mahkemelerinin dairelerinde üç hakimin bulunduğu heyetçe üçte iki çoğunlukla karar verilebileceği, temyiz incelemesi yapan Yargıtay Ceza Dairelerinde beş hakimden oluşan heyetçe hukuka uygunluk denetiminin yapıldığı, Bölge Adliye Mahkemeleri Dairelerinin duruşma açarak yeni delil toplayarak verdiği ceza mahkumiyeti kararının (CMK 286/2 a maddesi gereğince) hukuka uygun olup olmadığı denetiminin yapılmaması dolayısıyla Bölge Adliye Mahkemesi kararlarının bu yöntemle verilmesi durumunda temyiz yolunun kapalı tutulması aynı cezaevinde yatan aynı suçu işlemiş kişilere farklı hukuki denetim olanağı tanınması ceza miktarına göre temyiz hakkının tanınmaması Anayasamızın adil yargılanma hakkının düzenlendiği Anayasanın 36. maddesi hukuk devleti unsurlarını sağlamayı gerektiren 2. maddesi hukuk önünde eşitliği gerektiren 10. maddesi kişinin maddi ve manevi haklarını korumayı gerektiren 5. maddesine uygun değildir. Sanığın aynı fiille ağır ceza mahkemesinin görev alanındaki suçla birlikte asliye ceza mahkemesi görev alınana giren suçlan da işlemesi halinde ceza yargılamasının ağır ceza mahkemesinde yapılacağı alınan ceza miktarına göre temyiz hakkının her halükarda mevcut bulunacağı, buna rağmen ağır cezalık bir aykırı neticeyi ortaya çıkaracağı gibi yasal başvuru yolunun farklı koşullarda düzenlenmesi açıkça hukuka aykırıdır. Bölge Adliye Mahkemelerinin duruşma açarak yeni delil toplamak suretiyle verdiği kararların ilk mahkeme kararından bağımsız müstakil mahkeme karan şeklinde tezahür ettiği nitelik olarakta ilk derece mahkeme kararından farkı olmayan bir yargılama usulüyle verilen karara olağan hukuki başvuru hakkının olmaması gerek sanık gerekse mağdur kişinin hak arama özgürlüğüne Anayasanın 36. maddesine açıkça ay kındır. Hal böyleyken Bölge Adliye Mahkemelerinin duruşma açarak taktir yetkisini kullanarak delilleri değerlendirerek verdiği kararlarına karşı Anayasada her hangi bir son inceleme merci açıkça belirtilmediğine göre burada Anayasa koyucunun Bölge Adliye Mahkemelerinin kararlarını denetlenmemesi şeklinde yorumlanamaz. Aksi yorumun kişi hak ve özgürlüklerini zedeleyeceği, Anayasaya aykırı olacağı açıktır. Yargıtay hukuksal değerlemeyi evrensel hukukun ortaya koyduğu Hukuk Devleti gereklerini de dikkate alarak denetim görevini yapan son temyiz mercii olduğu, hukuk devleti ilkesi tüm kamusal işlem ve eylemlerin yargısal işlem ve kararlar da dahil denetim mekanizmasını gerektirmektedir. Bölge adliyesi kararlarını hukukun üstünlüğü ilkesi gereği temyiz incelemesinden uzak tutulması doğru değildir. Hukuk Devletinde kararların tek değerleme kıstası çağdaş hukuk standartlarıdır. Hürriyeti bağlayıcı cezayı ön gören bazı mahkumiyet kararlan bakımından temyiz yolunun açık, bazıları hakkında kapalı tutulması kişi güvenliğine ve evrensel hukuk karşısında mahkumiyet kararları bakımından sanık haklarının eş değerliliğinin sağlanması gerekir. Bölge Adliye Mahkemelerinin kimi kararlarına karşı Yerel Mahkemenin direnme karan verememesi adalet ilkelerine aykırıdır. Mahkumiyet kararları bakımından sanık haklarının eş değerliliği ilkesi; suçuna göre yada aldığı ceza miktarına göre sanığa savunma hakkı tanımama; savunmayı üst yargı yerlerine de götürebilmeyi, bu konuda suçlar arasında basamaklı bir savunma hakkı ayrımı yapılmamasını gerektirir. Duruşmada TCK 62. maddesi iyi hal uygulamasıyla beş yıl hapis cezasına çarptırılan sanığın temyiz hakkının olmaması, buna rağmen aynı suçtan yargılanıp beş yıl bir gün hapis cezası alan sanığın temyiz hakkının olması duruşmada iyi halli ve dolayısıyla TCK 62. maddeden faydalanan sanığa ek bir cezalandırma yoluna sebebiyetEsas Sayısı : 2017/116 Karar Sayısı : 2017/99 13 vermesi hukuk adına acı verici vicdani bunalımlara yol açacaktır. Temyiz aşaması da yargılamanın ayrılmaz bir parçasıdır. Yukarıda açıklandığı gibi aynı suçtan beş yıl hapis alan bir sanık ile beş yıl bir gün hapis cezası alan iki sanığın yasal hakları farklı düzenlenmiş, iptali istenen yasa hükümlerine göre sanıklardan biri temyize (Yargıtay'a) başvuru hakkı alabiliyor, diğeri alamıyor. Temyize giden dosyada karar onanmadan hüküm kesinleşmediğine göre aynı suçu işleyen sanıklardan iki sanıktan biri beş üyeli daha teminatlı Yargıtay Ceza Dairesinden yargılanma hakkının olduğu halde aynı suçu işleyen diğer sanığa bu hakkın tanınmasıyla adalet yerine gelmez. Sanıkların aynı suçu işlediği halde kimine aldığı cezanın beş yıldan az veya çok olmasına göre temyiz yoluna başvuramaması Anayasa 10. maddesinde düzenlenen eşitlik hakkını açık ihlali olduğu düşünülmüştür. Türk Ceza Yasasında düzenlenen çoğu suçların yasal hapis cezası da beş yılın altındadır. iptali istenen yasal düzenlemeyle Anayasal hak arama özgürlüğü ve hukuk önünde eşitlik ilkeleri alt üst edilmiştir. Bölge Adliye Mahkemeleri yargıçları sınav veya hakimler arasındaki birinci sınıfa ayrılma tarihi, riskli yer ve görevlerde bulunma, çeşitli kumpaslara maruz kalma, sadece hakimlere açık terfi cetvellerinin karşılaştırmalı olarak yayınlanmaması gibi
4,139
Esas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 1 ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde Bir davaya bakmakta olan Mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, Adana İli, Sarıçam İlçesi, Kargakekeç Köyü, 175 ada 3 parselde kayıtlı taşınmaza orman vasfı taşıdığından bahisle davalı idare tarafından kamulaştırmasız el atıldığından bahisle, fazlaya ilişkin dava ve talep hakkı saklı kalmak kaydıyla 200.000,00 TL. tazminat ve ayrıca kamulaştırmasız elatma işlemi tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle ödenmesi ile ilgili dava konusu uyuşmazlığa 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasına eklenen geçici 11. maddesinde belirtilen cümlesi uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama olanağı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasa'nın Hak arama hürriyeti başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasında, Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunda ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilerek, herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme olanağı sağlanmıştır. Böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir korunma mekanizmasına kavuşturulmuştur. Bir uyuşmazlığı Mahkeme Önüne götürme, Mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Hak arama özgürlüğünün bir gereği olan Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonunda verilen kararın etkili bir şekilde aynen ve gecikmeksizin uygulanmasını da gerektirmektedir. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarım geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması hukuk devletinin asgari gereklerindendir. Bu nedenle, davaya taraf olan kişinin Anayasal güvencelerinin etkin olarak korunması ve hukuka uygunluğunun sağlanması için, idarenin kendisi hakkında karar verebileceği konuyu yargı mercileri önüne uyuşmazlık şeklinde getirebilmesiyle olanaklıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ BaşlıklıEsas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 2 ANAYASANIN 2. MADDESİ; Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru Milli Dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın 2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yaran düşüncesi olmaksızın başka bir deyimle yalnızca özel çıkar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamıyacağıdır. Buna göre çıkarılması için kamu yaran bulunmayan bir yasa kuralı Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olur ve dava açıldığında iptali gerekir. (Any.Mah. 22.6.1972, Es.1972/14, K. 1972/34; R.G.11.1.1973). Hukuk devletinin temel unsuru bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu da dahil olmak üzere devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde Kanun Koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır. (Any.Mah. 11.10.1963, Es.1963/124. Ka.1963/243, AMKD.sy.l,sh.429; aynı yönde: Any.Mah.3.7.1986, Es.1963/3, Ka. 1986/15, R.G.10.12.1986 Sayı:19307). Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunları devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan, başka bir deyimle devlet organlarının tüm işlemlerinin bağımsız yargı denetiminden geçirilmesini ve böylece hukuka ve Anayasa'ya uygun olmalarını sağlayan devlet dermektir. (Any.Mah. 13.1.1977, Es. 1976/45, Ka. 1977/1; AMKD.sy.15.sy.44; R;G.28.3.1978 Sayı: 16242) Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da açıklandığı üzere, hukuk devleti demek, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi, hukuk devleti ilkesinin öteki öğelerinin de güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasa'ya uymayan bir yönetimi, bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah. 27.1.1977, Es. 1976/43,Ka. 1977/14, AMKD.sy. l5,sh.ll7; R.G.21.4.1977 Sayı: 15916). Yasaların üstünde yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu Anayasa ve temel hukuk ilkeleri vardır. Anayasa'da öngörülen devletin amacı ve varlığıyla bağdaşmayan, hukukun ana ilkelerine dayanmayan yasalar kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır... Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. (Any.Mah. 20.10.1988, Es. 1988/19, Ka. 1988/33; R.G. 11.12.1988, Sayı 20016) tespit ve yorumları bulunmaktadır. Anayasa 2. madde içeriğindeki Hukuk Devlet kavramı açısından bilimsel görüş;Esas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 3 Yürütme işlemlerinin yargısal denetimi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, tek başına hukukun üstünlüğünü ve vatandaşların hukuki güvenliğini sağlamaya yeterli değildir. Çünkü bu denetim, nihayet yürütme işlemlerinin kanunlara uygunluğunu sağlayabilecektir. Oysa kanunların kendisi Anayasaya aykırı olduğu takdirde, vatandaşların Anayasal haklarının çiğnenmesi yine önlenemeyecektir. Şu halde hukuk devletinin tam anlamıyla gerçekleşebilmiş sayılabilmesi için, sadece yürütme organının işlemlerinin kanunlara uygunluğunun değil, yasama işlemlerinin de Anayasa uygunluğunun yargı organlarınca denetlenebilmesi gerekir... Hukuk devleti denilince, ilk olarak yürütmenin hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir. Hukuk devleti bakımından önemli olan nokta, yürütmenin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı organlarınca denetlenip denetlenememesidir. Bu denetim sağlandıktan sonra, denetimi yapan Mahkemenin genel Mahkeme veya İdare Mahkemesi oluşu, hukuk devleti açısından önem taşımaz. Nitekim hukuk devleti, adli idareyi benimseyen Anglo Sakson ülkelerinde olduğu kadar, idari yargıyı benimseyen Kara Avrupası ülkelerinde de mevcuttur. (Özbudun, sh.96 ve) şeklindedir. 2 DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ Başlıklı 5. MADDESİ; Anayasanın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmünü içermektedir. Anayasanın 5. maddesinin gerekçesinde: ...Devletin... milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet, ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracaktır. Ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal devletin görevidir... olarak belirtilmektedir. Anayasa 5. madde içeriğindeki kavramlar açısından bilimsel görüş; 1982 Anayasası, 5. madde ile, devletin amaç ve görevlerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Bu maddede devletin görevleri üç grupta toplanmıştır. 1 Türk milletinin bağımsızlığını ye bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, 2 Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, 3 Kişi hak ve hürriyetleri için sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmak. (Dal,sh. 141) şeklindedir. 3 YARGI YETKİSİ Başlıklı 9. MADDESİ; Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız Mahkemelerce kullanılır. Gerekçe: Yargı yetkisi, fert, hak ve hürriyetleri sorununun ortaya çıktığı günden beri kabul edildiği üzere bağımsız organlar tarafından bağımsız Mahkemelerce yerine getirilecektir.Esas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 4 Anayasa'nın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uygun işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi unsuru, hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah 2.5.1976, Es. 1976/1, Ka. 1976/8; E.G. 16.8.1976) 4 MÜLKİYET HAKKI Başlıklı 35. MADDESİNDE; Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Gerekçe: Madde, birbirine yakın ve birbiriyle ilgili iki temel hakkı, mülkiyet ve miras haklarını birlikte düzenlemiştir. Bu birlikte düzenleme 18 inci yüzyıldan beri geleneğin sonucudur. Anayasa hem mülkiyet hakkını hem miras hakkını Anayasal bir müessese olarak teminat altına almaktadır. Maddede mülkiyet ve miras haklarının, diğer temel haklan gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlamıştır. Madde bundan sonra mülkiyet ve miras haklarının kamu yararı amacı ile sınırlandırabileceğine işaret etmiş; daha sonra mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Mülkiyet hakkı Devletten önce de var olan bir gerçek olması itibariyle (Maunz Durig Herzog Scholz, Gmudgesetz, Kommentar, Art. 14, N.5) ekonomik ve sosyal haklar arasında değil de, kişinin temel hakları arasında düzenlenmesi düşünebilirse de, Komisyon şimdiki düzenlemenin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması, yine Anayasanın komünizmi, faşizmi ve din temeline dayanan Devlet kurmayı yasaklayan hükümleriyle birlikte karşılaştırılınca, mülkiyetin bu şekilde himayesinin bir ölçüde ekonomik sistem tercihi bakımından da bir gösterge teşkil etmektedir. Kısaca, özel mülkiyetin özellikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, inkar edilmesi de önlenmiştir. Kamu yararına bulunduğu hallerde büyümenin gerçekleşmesi suretiyle toplumunun refahını arttıracağı genellikle kabul edilmektedir. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No.7) Mülkiyeti Anayasa teminatı altına alan bu madde doğrudan devlete hitabetmektedir. Mülkiyetin şahıslara karşı korunması Medeni Kanun ve 5917 sayılı Gayri Menkule Tecavüzün Meni Hakkında Kanun gibi mevzuatla sağlanmaktadır. Mülkiyetin münferit himayesini fert Mahkemelerden ve idareden talep etmektedir. Mülkiyetin müessese olarak güvence altına alınması ise kanun koyucu, başka açıdan Devlet, Anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan Anayasa yargısı, tarafından sağlanacaktır. (MangoIdt Klein I, S. 422)Esas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 5 Mülkiyetin Anayasa teminatı altına alınması kimlerin yararlanacağı ise bir problem doğurmaz. Malik sıfatım taşıyan gerçek ve tüzelkişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Gerçek kişilerin fiil ehliyetlerinin farklı olması sebebiyle bu temel hakkın sahipliği bakımından bir ayırım yapılamaz. Başka deyişle mülkiyete sahip olmak bakımından hiçbir ehliyet ayrımı gözetilemez. Kişinin, şahsiyetini geliştirebilmesinde mülkiyetin, Anayasaca güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü vardır. Çünkü klasikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçası ekonomik şahsiyet olarak adlandırılmaktadır. Anayasanın Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir diyen 16 ncı maddesinin 1 inci fıkrası ile mülkiyet güvencesi getiren 43 üncü madde arasında bu açıdan irtibat vardır. Başka deyişle, mülkiyet hakkım Anayasa teminatı altında tutan 43 üncü madde, 16 ncı maddenin 1 inci fıkrasına nazaran özel hüküm niteliğindedir. Mülkiyetin korunması, hürriyeti de güvence altına alır. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No. 15/16) Mülkiyetin, güvencesi ile ilgili 43 üncü madde, konut dokunulmazlığını güvence altına alan 21 inci madde birlikte uygulanır. 48 inci maddede düzenlenen devletleştirmenin mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması ile çelişir bir yanı yoktur. Bu noktaya yukarıda temas edilmemiştir. Mülkiyetin anayasal güvencesi ile 13 üncü maddedeki temel hakları kötüye kullananların o haklan kaybedecekleri hükmü arasında bir uyumsuzluk bulunmamaktadır. Türk Ceza Kanunundaki müsadere hükümleri ile Anayasanın 30 uncu maddesindeki müsadere hükümleri 13 üncü madde anlamında o hakkın kaybedilmesi değildir. Kanun koyucu 13 üncü maddedeki şartlarda mülkiyet hakkının kaybedilmesinin şartları ve karar verecek mercileri özel bir kanunla düzenleyebilir. Mülkiyet Anayasal güvence altına alınması tek tek menkul ve taşınmaz mallan, para ile değerlendirebilen hakları ve mal varlığını toplu olarak ve tabii olarak üretim araçlarını içeren bir teminattır. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yaran amacıyla sınırlanmasına engel değildir. Ağır vergilendirme, peşin olmayan ödemelerle kamulaştırma ve devletleştirmelerin, mülkiyet güvencesine aykırı düşer. Miras hakkı, mülkiyet hakkının bir devamıdır, özel bir şekildir. Bu nedenle mülkiyet ve miras aynı maddede ardarda düzenlenerek Anayasal güvence altına alınmıştır. Miras hakkının ağır vergilendirme yolu ile muhtevasız hale getirilmesi, mira hakkının ortadan kaldırılması önlenmek istenmiştir. M.G.K. ANY. KOM. DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ: Danışma Meclisince kabul edilen 43 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan Bu haklar, diğer temel haklar gibi AnayasanınEsas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 6 güvencesi altındadır. cümlesi maddeden çıkarılmış ve madde redaksiyona tabi tutulmuştur. Anılan hükmün maddeden çıkarılmasının nedeni, Anayasada sayılan tüm temel hak ve hürriyetler gibi mülkiyet ve miras hakkının da herhangi bir açıklamaya gerek olmaksızın Anayasanın güvencesi altında olmasıdır. Kaldı ki, diğer temel hak ve hürriyetler için ilgili maddelerinde bu kurala yer verilmemiştir. Mülkiyet ve miras haklarının önemi ve Türk toplumunun köklü gelenekleri göz önünde tutularak bu haklar ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir hükmü aynen korunmuştur. Metindeki bu ancak ibaresi sınırlayıcı nitelikte görülmemiş, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddede belirtilen genel sınırlama sebeplerinin tümü anılan 13üncü maddenin son fıkrasında yer alan açık hükümlere göre, bu haklar bakımından da geçerli olduğundan, maddede yer alan bu hüküm, sınırlama sebepleri arasında öncelikle uygulanabilecek bir sebebi belirtir nitelikte kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin değişik kararlarında çağımızda mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Toplum yaran ise, yerine göre mülkiyet hakkının tümüyle kişinin elinden alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Anayasa'da kamulaştırma ve devletleştirme kurumlan düzenlenmiştir. (Any.Mah.19.2.1985, Es.1984/15, ka.1985/5, R.G. 11.6.1985 Sayı:18781) Anayasa, 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkına, ekonomik haklar arasında değil, kişi haklan arasında yer vermiştir. Bu değişiklik, Anayasanın Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmesi sırasında oluşmuştur. Mülkiyet hakkı, devletten önce var olan, devlete karşı da korunması gereken, kişi haklan ağır basan haklardan sayılmıştır. (Gözübüyük, sy.156) 1961 Anayasası mülkiyet hakkım sosyal ve ekonomik haklar arasında düzenlemişti. Bu bir yerde mülkiyete değişik yorumlarla, mahiyetinden değişik yaklaşmalara neden olabiliyordu. 1982 Anayasası mülkiyet hakkını kişinin haklan bakımından değeri olan bir hak değil, ferdi niteliği ve tabii haklar arasında oluşu yeniden vurgulanmıştır... Anayasa mülkiyet hakkını özel mülkiyet olarak düşünmüştür. Bu mülkiyet anlayışı, teşebbüs serbestisini üretim vasıtaları üzerindeki özel mülkiyeti de ihtiva etmektedir. Bu nedenle faşişt, komünist veya dini esaslara dayanan bir sistem tercihi Anayasanın diğer hükümleri ile olduğu kadar mülkiyet hakkındaki hükümleri ile de mümkün değildir. 5 HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. MADDESİNDE; Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünden davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSUNUN VE UYGULAMASI BULUNAN YASA MADDESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi yönünden Yasanın uygulanması açısından 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 6745 sayılı Yasanın 34. maddesiyle 20/08/2016 günü kabul edilen maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir. yasalEsas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 7 hükmünün bu kısmının süre belirtmek gerekirse uyuşmazlığımızı da etkileyecek şekilde 2021 yılma kadar dava açılmasının Önlenmesine yol açtığı, bu nedenle dava konusuna uygulanacak Yasanın değerlendirilmesi devletin yükümlülükleriyle bağdaşmamaktadır. Anayasa 5. madde yönünden; yasal düzenlemelerin hukuk devletinde adaletli ve adaletin yerine getirilmesi açısından başvuru yollarını sınırlayıcı düzenlemelerde Yasa koyucu tarafından kaçınılması gerekliliğini öngörmektedir. Anayasa 9. madde yönünden; yargı yetkisinin kullanılamaması genel hukuk ilkelerine göre uygun olmayan sınırlamalar dışındaki bir uygulamanın kabul edilmediği sonucu bulunmaktadır. Anayasa 35. madde yönünden; Açık bir biçimde mülkiyet hakkının özüne dokunulması ve bu hususta denge gözetilmeden kişi haklarına aykırılığın oluşturulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Anayasa 36. maddesi yönünden; idari itiraz veya dava yolu tanımadan önlenmesine yol açıcı yasal düzenleme getirilmesi nedeniyle Anayasa'nın bu hükmüne aykırılık mevcuttur. Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün Mülkiyetin korunması başlıklı 1. maddesinde, Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. düzenlemesi yer almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), mülkiyet hakkı ihlali iddialarıyla açılmış olan, Hakan Arı Türkiye, Hüseyin Kaplan Türkiye davalarında Mahkeme, imar planında kamusal kullanıma ayrılan ve kullanımı kısıtlanan taşınmazların yukarıda sözü edilen hukuki düzenlemeler sonucunda, kamu yararının gerekleri ile temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini irdelemiştir. Kararlarda, ilgililerin imara açık taşınmazlarında inşaat ruhsatı elde etme haklarının meşru haklan olduğu, oysa bu nitelikteki taşınmazların imar yasağına tabi tutulması sonucunda mülkiyet hakkının akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiği ve mülkiyet hakkından yararlanmanın engellendiği sonucuna ulaşmıştır. SONUÇ : Dava konusu kamulaştırmama nedeniyle tazminat isteminin; uzun yıllar sonuç alamamasına neden olan yasal düzenlemeyle mülkiyet hakkının kullanımının kısıtlanmasıyla beraber tamamiyle kurumların insiyatifıne bağlı olarak bir gelişme gösterdiği Anayasa'ya aykırılık yönündeki itiraz konusu kısımla beraber 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nda 20/08/2016 gün 6745 sayılı Yasayla satınalma usulü başlıklı 8. maddesi ek madde 1 (... yapılacak ödemelerin toplam tutarının idari olarak ayrılan ödeneğinin toplamını aşması halinde, ödemeler, en fazla 10 yıl da ve geçici 6. maddenin 8. fıkrasına göre yapılır, kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti başlıklı geçici 6. maddesindeki hükümler özellikle son fıkra Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez beraber değerlendirildiğinde taşınmazın kısıtlılığı hatta kullanılamaz hale getirdiği açıktır.Esas Sayısı : 2017/57 Karar Sayısı : 2017/42 8 Kamu hizmetinin yürütülmesi toplum yararı ile kişilerin maddi ve manevi menfaatleri arasındaki dengenin gözetilmesinde kamu hizmetinin verimliliğinin ön planda tutulması mutlak olmakla beraber bu dengenin tamamiyle bir taraf yönünde gözetilmemesi sonucunu doğurmaması gerekliliği kamu vicdanı ve adalet açısından zorunluluktur. Bu bağlamda kurumların kamu hizmeti nedeniyle imar planlarında bir kısım taşınmazları kısıtlaması gerekliliği kişilerin toplum yararına bu menfaatlerinden vazgeçmesinde toplum düzeninin oluşmasındaki mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmesinin mülkiyet sahipleri açısından da en azından tazmini gerekeceği tabi olmakla bu dengeyi gözeten ve hak arama özgürlüğünü yıllara yayılı olarak ortadan kaldırmayan mevzuat hükümleri getirilmesi kurumların sonuç itibariyle de taşınmazın mülkiyetini uhdelerine de aldığı düşünüldüğünde Anayasa'ya aykırılık teşkil ettiği görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulması gerektiği sonucuna varılmıştır. HÜKÜM : Açıklanan nedenlerle, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasanın geçici madde 11 'in Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır. ibaresinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 5 9 35 ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali istemi ilgili Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleri ile onaylı suretlerinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte, Anayasa Mahkemesine sunulmasına bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine karardan bir suretinin taraflara tebliğine 16/11/2016 günü karar verildi.
3,048
Esas Sayısı : 2013/110 Karar Sayısı : 2014/8 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Davacı vekili tarafından, zabıt kâtipliği uygulama sınavında bir adaya yardımcı olduğu gerekçesiyle Devlet Memurları Kanunu'nun 125/E g maddesi uyarınca Devlet memuriyetinden çıkarma cezası ile tecziye edilmesine dair Yüksek Disiplin Kurulu kararının iptali ile işlem nedeniyle yoksun kaldığı parasal ve özlük haklarının yasal faizi ile birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle Adalet Bakanlığına karşı açılan davada, davada uygulanması gerekli kural olan Devlet Memurları Kanunu'nun 125/E g maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatine varıldığından işin gereği görüşüldü: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 11'inci maddesinin ikinci fıkrasında, kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilmiş; 152'nci maddesinde de, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia, temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz. hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın 152'nci maddesi hükmüne göre, bir davaya bakmakta olan mahkemenin itiraz yoluyla bir kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için, iptali istenen kuralın davada uygulanacak nitelikte bir kural olması gerekir. Davacının Devlet memuriyetinden çıkarma cezası almasına sebep olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 125/E g maddesinin, bakılan davada uygulanacak bir kural niteliğinde olduğu açıktır. Dava dosyasının incelenmesinden; Ankara İdarî Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığınca 17/05/2008 tarihinde uygulamalı yapılan zabıt kâtipliği alım sınavında bir adaya ait uygulama sınav metnini önceden hazırlayarak yazıcıya gönderdiği ve bu suretle bir adaya yardımcı olduğu, disiplin soruşturması ve teknik raporla saptanan davacının, Devlet Memurları Kanunu'nun 125/E g maddesi uyarınca Devlet memuriyetinden çıkarma disiplin cezası ile tecziye edilmesi üzerine 05/12/2012 tarihinde bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Anayasa'nın 2'nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin; toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiş; 13'üncü maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı hükme bağlanmış; 38'inci maddesinde, kimsenin, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suçEsas Sayısı : 2013/110 Karar Sayısı : 2014/8 2 saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamayacağı; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemeyeceği, suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkûmiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkranın uygulanacağı, ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerinin ancak kanunla konulacağı ifade edilmiş; 49'uncu maddesinde, çalışmanın herkesin hakkı ve ödevi olduğu vurgulanmış; 70'inci maddesinde, her Türk'ün, kamu hizmetlerine girme hakkına sahip olduğu, hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayrım gözetilemeyeceği hüküm altına alınmış; 128'inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. hükmüne yer verilmiştir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadında hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. şeklinde tanımlanmaktadır. Söz konusu tanıma göre; idarenin etkin bir şekilde yargısal denetimi hukuk devleti ilkesinin bir unsuru olup; hukuk devleti ilkesini benimseyen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 125'inci maddesinde de, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açık tutulmuştur. Yukarıda aktarılan Anayasa hükümlerinin, hukuk devleti ilkesi ile birlikte değerlendirilmesinden; temel hak ve hürriyetlerinden birisi olan kamu hizmetine girme hakkının ancak kanunla sınırlandırılabileceği, keza bu hakkı sınırlandıran özelliklere sahip disiplin cezaları ile memur ve diğer kamu görevlilerinin yükümlülükleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Diğer yandan; hukuk devletinin, öğreti ve uygulamada iki unsurundan daha bahsedilmekte; bu unsurlardan birinin idarî faaliyetlerin belirliliği (düzenli idare, idarî istikrar) ilkesi, diğerinin ise hukukî güvenlik ilkesi olduğu kabul edilmektedir. Düzenli idare ilkesiyle, idarenin faaliyetlerinin belli ölçüde tayin edilebilir ve önceden öngörülebilir olması, idarenin sürekli uygulamaları ile hukukî istikrarı tesis etmesi gereği anlatılmaktadır. Bir hukuk devletinde bireylerin kendilerine uygulanacak hukuk kurallarının neler olduğunu önceden bilmesi ve kendi davranışlarını ona göre ayarlayabilme imkânına sahip olması şeklinde özetlenebilecek hukukî güvenlik ilkesi de, hukuk devletinin gereklerinden biri olarak kabul edilmekte ve kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin hukuka uygunluğunun tespiti kapsamında Anayasa Mahkemesi içtihatlarında uygulanmaktadır. İdarî istikrar ve hukukî güvenlik ilkesinin bir sonucu olarak; temel hak ve hürriyetlerden birisi olan kamu hizmetine girme hakkının sınırlandırılması niteliğinde olan Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren bir eylemin kanunla konulduğunun kabul edilebilmesi için, bu cezayı gerektiren eylemin somut ve belirli unsurlarının (idarenin keyfî davranışına elvermeyecek ölçüde) kanunla saptanması gerekmektedir. Elbette ki, hangi eylemlerin söz konusu disiplin cezasını gerektirdiği hususunda önceden öngörülmesi mümkün bulunmayan tüm davranışların kanunla tam olarak belirlenmesine olanak bulunmamaktadır. Bu durum öncelikle, kanunların soyut ve genel nitelikte olması özelliğine ters düşer. Ancak; kanun koyucunun her halükârda, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına yol açan eylemi, en azından nesnel ve âdil bir uygulamaya zemin hazırlayacak şekilde ve öngörülebilir bir formda düzenlemesi elzemdir. Aksi durum, idarî ve kazaî merciler arasında farklı uygulamalara sebebiyet verecek, bu yüzden de hukuk devleti ilkesi zedelenecektir.Esas Sayısı : 2013/110 Karar Sayısı : 2014/8 3 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 125/E g maddesinde, Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak, Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren fiil ve hâller arasında sayılmış, ancak hangi hareketlerin memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici olduğu hususunda herhangi bir somut ve belirli unsur ya da benzer davranışlar listesine yer vermemiştir. Bu yüzden, memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecedeki hareketlerin saptanması idareye ve idarî yargı organlarına bırakılmıştır. Ancak; söz konusu maddenin bu düzenleniş biçimiyle, Devlet memurluğunun sonlandırılması ve bir daha memurluğa alınmama gibi ciddî sonuçları olan bir konuda, uygulamada idarî ve kazaî merciler arasında farklı uygulamalara ve yorumlara sebebiyet verecek bir içeriğe sahip olduğu açıktır. Nitekim; dava konusu olayda da, davacının, Zabıt Kâtipliği Uygulama Sınavında teknik yöntemlerden yararlanarak bir adaya yardımcı olması şeklindeki eylem, soruşturmacı tarafından (ve Mardin İdare Mahkemesinin çoğunluk kararına muhalefet şerhinde) Devlet Memurları Kanunu'nun 125/D 1 maddesi kapsamında kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren, kişilerin yarar veya zararını hedef tutan davranışlarda bulunmak; Disiplin Kurulu ile Yüksek Disiplin Kurullarınca (ve Mardin İdare Mahkemesinin çoğunluk kararı ile Danıştay Onikinci Dairesinin onama kararında) aynı Kanun'un 125/E g maddesi kapsamında Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren, memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak olarak yorumlanıp değerlendirilmiştir. Oysa pekâlâ; Devlet memurluğuna alınma koşullarını düzenleyen aynı Kanun'un 48/A 5 maddesinde yer verilen Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflâs, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak. hükmü ile özellikle söz konusu maddenin mülga şeklinde yer alan Taksirli suçlar ve aşağıda sayılan suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç olmak üzere, ağır hapis veyahut 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflâs gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlâk kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak. hükmünde olduğu gibi, memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecedeki hareketlerin neler olabileceği hususunda fikir veren benzer davranışlar listesine yer verilebilirdi ki, şüphesiz bu şekilde yapılacak bir yasal düzenlemenin; yukarıda belirtilen ve hukuk devleti (belirlilik ve hukukî güvenlik) ilkesini zedeleyen uygulamaları ortadan kaldıracağı veya en azından etkin bir yargısal denetime zemin hazırlayarak bu gibi durumları en aza indirebileceği düşünülmektedir. Devlet Memurları Kanunu'nun 125/E g maddesi, mevcut düzenleniş biçimiyle asıl olarak yukarıda aktarılan hukuk devleti ilkesine, özel olarak da cezaların kanunîliği ilkesine, kamu hizmetine girme hakkının ancak kanunla sınırlandırılabileceği kuralına ve memurların yükümlülük ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi yolundaki Anayasa hükmüne aykırıdır.Esas Sayısı : 2013/110 Karar Sayısı : 2014/8 4 Nitekim; 05/11/2008 gün ve 27045 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Anayasa Mahkemesinin 17/04/2008 gün ve E: 2005/5, K: 2008/93 sayılı kararı ile, 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 42'nci maddesinin birinci fıkrasının ... 500 000 TL. dan 25 000 000 liraya kadar para cezası verilir bölümünün, yukarıda aktarılan benzer gerekçelerle Anayasa'nın 2'nci maddesine aykırı olduğundan bahisle iptaline hükmedilmiştir. Keza daha benzer bir konuda; 13/08/2013 gün ve 28734 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Anayasa Mahkemesinin 28/02/2013 gün ve E: 2012/116, K: 2013/32 sayılı kararı ile, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 5'inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde yer verilen Avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmak hükmünün, yine yukarıda aktarılan benzer gerekçelerle Anayasa'nın 2'nci maddesine aykırı olduğundan bahisle iptaline hükmedilmiştir. Bu durumda; 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 125'inci maddesinin (E) bendinin (g) alt bendinde (md. 125/E g) yer verilen Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak hükmünün Anayasa'nın 2, 13, 38, 49, 70 ve 128'inci maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan Kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması gerekmiştir. Açıklanan nedenlerle; 1 Anayasa'nın 152'nci maddesi uyarınca bakılmakta olan davada uygulanacak olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 125'inci maddesinin (E) bendinin (g) alt bendinde (md. 125/E g) yer verilen Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak hükmünün Anayasa'nın 2, 13, 38, 49, 70 ve 128' inci maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle, anılan Kanun hükmünün iptali ve yürürlüğünün durdurulması talebiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 Anayasa Mahkemesinin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, beş ay içinde bir karar verilmezse davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, 3 İşbu kararın birer örneğinin taraflara tebliğine, 4 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40'ncı maddesi uyarınca işbu kararın aslı ile birlikte işbu karara ilişkin görüşme tutanağının, dava dilekçesinin ve dosya içindeki diğer tüm evrakların onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 31/7/2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi."
1,713
Esas Sayısı:1974/35 Karar Sayısı:1975/126 1 "... II ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİASI İLE İLGİLİ GEREKÇELERİ l Cumhuriyet Savcısının gerekçesi: Anayasa'ya aykırılık iddiasında Cumhuriyet Savcısının öne sürdüğü gerekçe şöyledir.: "Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş ve Yargılama Usulleri ile ilgili 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddelerini Anayasa'nın 4., 32., ve 136. maddelerine aykırı görmekteyiz. Anayasa, hiç bir organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisini kullanamıyacağını, bir kimseyi kanunen tabi olduğu bir mahkemeden başka merci önüne çıkarma sonucu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamıyacağını, mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla düzenleneceğini ilke olarak belirtmiştir. Güvenlik Mahkemesinin kuruluşu olağanüstü nitelikte bir yargı merciidir. Genel yargıdan ayrı olarak kurulmuş ve mahkemeyi teşkil eden hâkim ve savcıların bir kısmı askeri hâkim ve savcılardan, bir kısmı da sivil hâkim ve savcılardan teşkil edilmiştir. Hâkim ve savcıların atanmaları şekli de yürütme organının iştirakini sağladığı gibi, askerî hâkim ve savcıların atanma şekli de askerî mercilerce ve kendi özel kanunlarına göre yapılmaktadır. Bu hal kişi güvenliği ve mahkemelerin bağımsızlığı ilkesine aykırı bulunmaktadır. 1773 sayılı Yasanın Cumhuriyet Senatosunda görüşülmesi sırasında tasarının tümünün görüşülmesinden sonra maddelerin görüşülmesine geçilmiş, vaki bir öneri üzerine değişiklik önergesi verilmeyen maddelerin görüşmesiz olarak oylamaya tabi tutulması kabul olunmuştur. 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddeleriyle birlikte diğer bir çok maddeler görüşmesiz olarak kabul olunmuştur. İçtüzüğün amir hükmüne göre kanun tasarı ve tekliflerinin önce tümü üzerinde görüşme yapılması, maddelere geçilmesi oylandıktan sonra maddelere geçilmekte ve her maddenin ayrı ayrı görüşülerek oylamaya tabi tutulması gerekmektedir. Bu uygulamanın bağlayıcı bir nitelikte bulunduğunu, aksi halde kanun tasarı ve tekliflerinin ilgili maddelerinin kabul edilmemiş telâkki olunmasını zorunlu kılar. 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddeleri görüşmesiz kabul edildiği için mesnet ve dayanaktan yoksundur. Bu nedenle kanunun biçim yönünden de Anayasa'ya uygun olarak kabul edilmediği neticesine varılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 21/5/1974 gün ve 1974/8 Esas, 1974/19 Karar sayılı kararı da bu görüşümüzü teyit etmektedir. Netice olarak 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddeleri izah olunan nedenlerle biçim ve esas yönünden Anayasa'ya aykırı bulunduğundan iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar ittihaz buyurulmasını arz ve talep ederim." 2 Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin gerekçesi: 1773 sayılı Kanunun 1. ve 6. maddelerinin Anayasa'ya aykırılığı iddiasının ciddi olduğu kanısına varılması gerektiği konusunda Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin gerekçesi aynen şöyledir.Esas Sayısı:1974/35 Karar Sayısı:1975/126 2 "Cumhuriyet Savcısı Anayasa'ya aykırılık iddiasının, Anayasa'nın 4., 32. ve 136. maddelerine dayandırmıştır. 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddelerinin biçim ve esas yönünden Anayasa'ya aykırılık iddiası, mahkemece ciddi olarak kabul olunmuştur. Şöyleki 1 Biçim yönünden Anayasa'ya aykırılık iddiası, 1773 sayılı Yasa'nın Cumhuriyet Senatosunda görüşülmesi sırasında, Cumhuriyet Senatosu A. P. Grup Başkanının (maddeler üzerindeki görüşmelerde yalnız derişiklik önergesi verilen maddelerin müzakere olunması, diğer maddelerin okunarak oya sunulması hususunun karara bağlanmasını) önermiş. Başkan da önergeyi oya sunmuş, Önerge kabul olunmuştur. 1773 sayılı Yasanın 1. maddesi ile 6. maddesi üzerinde değişiklik önergesi bulunmadığından, maddeler, üzerinde görüşme açılmadan oya sunulmuş ve maddeler kabul olunmuştur. Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğü kamın tasarı ve tekliflerinin görüşülme sinde iki zorunlu evre öngörmüştür. Bu evrelerden birisi kanun tasarı ve tekliflerinin tümünün görüşülüp oylanması, ikincisi maddelerin görüşülmesine geçildikten sonra her maddenin ayn ayrı görüşülüp oylamaya sunulmasıdır. Bu evrelere uymamak kanunu dayanıksız ve temelsiz bırakır. Nitekim 1773 sayılı Yasanın geçici 1. maddesi, madde üzerinde görüşme açılmamış olması nedeni ile Anayasa Mahkemesi'nin 21/5/1974 gün ve 1974/8 19 sayılı karan ile iptal edilmiştir. 2 Esas yönünden Anayasa'ya aykırılık iddiasına gelince: Anayasa, hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamıyacağı, hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamıyacağı, bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü mercilerin kurulamıyacağı, mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenleneceği ilkesini benimsemiş bulunmaktadır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri, olağanüstü nitelikte mahkemelerdir. Çünkü, belli suçları yargılamak üzere kurulmuş, kuruluşu genel yargıdan ayrı olarak askerî ve sivil hâkim ve savcılardan oluşturulmuştur. Sivil hâkim ve savcıların atanmasında siyasal iktidar söz sahibi bulunmakta, askerî hâkim ve savcıların atanmaları da özel kanunlardaki usule göre, yani askerî makamlarca yapılacağı belirtilmektedir. Bu tarz kuruluş, yargı birliği ile kişi güvenliğine aykırı düştüğünden 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddelerinin Anayasa'ya aykırılığının kabulünü gerektirmiştir. 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddeleri iptal edildiğinde Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinde görülmekte olan, Türk Ceza Kanununun 163/2. maddesine muhalefetle ilgili dava, böylece genci yargı merciine iade edilmiş, sanıklar da tabiî hâkim (Anayasa'nın 1488 sayılı Yasa ile değişen 32. maddesinde belirtilen Kanunen tabi olduğu mahkeme deyimi ile tabiî hâkim deyiminin aynı mana taşıdığı maddenin gerekçesinde belirtilmiştir.) huzurunda yargılanmaları sağlanmış olacaktır. Sonuç: Açıklanan nedenlerle 1773 sayılı Yasanın 1. ve 6. maddelerinin biçim ve esas yönünden Anayasa'ya. aykırı bulunduğu iddiasının mahkemece ciddi kabul olunduğuna, gerekli kararın verilmesi için dosyanın tasdikli suretinin, itiraz dilekçesi suretinin, Cumhuriyet Senatosuna ait Tutanak Dergisinin 1. ve 6. maddeleri ile ilgili zabıt suretlerinin AnayasaEsas Sayısı:1974/35 Karar Sayısı:1975/126 3 Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesince verilecek bir karara kadar davanın geri bırakılmasına oybirliğiyle karar verildi.""
795
Esas Sayısı : 1992/12 Karar Sayısı : 1992/7 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Tufanbeyli ilçe Seçim Kurulu Başkanlığı'nın bu konudaki 5/2/1992 günlü, Karar 1992/2 sayılı kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: "1982 tarihli Anayasa'nın l inci maddesi Türk Devleti'nin bir Cumhuriyet olduğunu, 2 nci maddesi insan haklarına saygılı, demokratik, sosyal hukuk devleti olduğunu, 6 ncı maddesi egemenliğin kayıtsız ve şartsız Türk Milletine ait olduğunu, 67 nci maddesi ise seçimlerin serbest olduğunu ve vatandaşların seçimlere katılma haklan olduğunu açıklamaktadır. Bu emredici Anayasal hükümler birlikte dikkate alındığında aşağıda açıklanan hususlar ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet Demokrasi ve egemenlik kavramları incelendiğinde, bir devletin bu temellere dayalı olarak kurulduğu ülkelerde temel varlığın, ana öge'nin insan olduğu anlaşılır, insan unsuru devletin temel amacıdır. Halkın kendi kendini yönetmesi ve egemenliğin tamamı ile ulusun kendisinde olduğu tartışılmaz. Bu durum karşısında ise devletin her kademesinde görev yapan kişiler, mevki ve kariyerleri ne olursa olsun o görevlerinde kendi ulusunu, kendi insanını temsil eder. O'nun adına görev yapar. Ulus, demokrasi ile yönetilen devletlerde kendisini temsil etmesi için kendi adına karar vermesi için, kendi içinden ve ülkenin her köşesinden temsilciler seçer ve o temsilcilere kendi adına karar verme yetkisini verir. Bu kişiler Milletvekilleridir. Millet kendisi adına karar vermesi için vekil tutmuş ve bunlara da Milletvekili denilmiştir. Ulus, bu vekillerini serbest olarak eşit, adil bir şekilde yapılan seçimler sonucunda belirler. Bu kişilerin yani vekillerini seçme yetkisi tamamı ile Ulus'un kendisidir. Bu insanın bir hakkıdır, insan olması sebebi ile doğuştan kazandığı ve devredilmez bir hakkıdır. Bu hak öyle bir hakdır ki, kullanılması ya da kullanılmaması yönünde hiçbir şekilde kısıntıya gidilemez bu durum eşyanın tabiatından kaynaklanmaktadır. Hak; bir yükümlülük değildir. Haklar sadece Anayasa'nın 13 ncü maddesinde anlamını bulan durumlar olduğunda sınırlanabilir. Bu istisna dışında kişinin temel hak ve özgürlüklerini kullanması hiçbir şekilde kısıtlanamaz. Hak bu kadar kutsal bir olgu olduğuna göre, bu hak kimin ise o kişi bu hakkını Anayasal sınırlar içinde dilediği gibi kullanabilecektir. Hakkını kullanan kişiye de hiç bir kimse müdahale edemeyecektir. Ancak hakkı kullanan kişi diğer kişilerin haklarının olduğu bölgeye tecavüz etmeyecektir. Kişinin hakkını kullanması kavramı aynı zamanda bu hakkını istediği zaman kullanmayı kapsadığı gibi bu hakkını kullanmamayı da kapsar. O zaman kişi kendi iradesi ile bu hakkını kullanmayabilir de. Çünkü bu durum kişinin tamamı ile kendi egemenliğinde olan bir durumdur. Bu açıklamaları seçimlerde oy kullanmayanlara 50.000 TL para cezası verilmesini içeren 2839 sayılı Yasanın 63 ncü maddesi ile birlikte incelersek;Esas Sayısı : 1992/12 Karar Sayısı : 1992/7 2 Ulus kendini yönetmek için kendisine vekil seçecektir. Ancak insanı kişi olarak ele aldığımızda, kişi bu hakkını kullanmak istemeyebilecektir. Çünkü seçime katılma hakkı kişinin doğuştan kazandığı bir haktır. Şartlan varsa, isterse bu hakkını kullanacaktır, ama belki de kullanmayacaktır. Eşyanın tabiatı bunu gerektirir. insan kendisinin olan seçime katılma hakkının kullanmak istemediği takdirde hiçbir şekilde yaptırımla karşılaşmaması gerekir. Hiçbir şekilde kişiyi zorla oy vermeye göndermemek gerekir. Yaptırımlarla; bir insan zaten, tamamı ile kendisinin olan hakkını kullanması istenemez. Maden ki demokratik Cumhuriyetlerde temel nesne insandır ve insan kendi idaresini seçeceği temsilciler aracılığı ile ve seçim yolu ile yapacaktır, o zaman insanı bu işi yapıp yapmamada tamamen serbest bırakmak, özgür bırakmak gerekecektir. Kişi hiçbir yaptırım endişesi olmadan bu seçme hakkını kullanmama, hakkını da kullanabilmelidir. Çünkü demokrasi ve Cumhuriyet kavranılan bunu beraberinde getirir. Gereği Düşünüldü : Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununun 63 ncü maddesinde sözü geçen seçimlere yasal ve meşru mazereti olmaksızın katılmayanlara 50.000. TL para cezası verilmesine ilişkin hükmün 1982 Anayasasının 1., 2., 6., 67. maddelerine aykırı olduğundan, 1982 Anayasasının 152. maddesi gereğince söz konusu 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunun 63. maddesinin iptali açısından karar verilmek üzere dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine karar verildi.""
590
Esas Sayısı : 1995/23 Karar Sayısı : 1995/25 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şöyledir : "Beşikdüzü Kaymakamı EK. tarafından, yurt içindeki kamu konutlarının kira bedelleri, yakıt giderleri ile işletme, bakım ve onarım ilkelerinin belirlenmesine ilişkin 188 sıra nolu Milli Emlak Genel Tebliği ile bu tebliğe ek olarak çıkarılan 189 sıra nolu Milli Emlak Genel Tebliğinin iptali istemiyle Maliye Bakanlığına karşı açılan davaya ait dosya incelenerek işin gereği görüşüldü: 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 516 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 20. maddesi ile yürürlükten kaldırılan "kira bedeli" başlıklı 5. maddesinin birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarında; "Kamu Konutlarının aylık kira bedelinin tespitine esas olacak kira birim bedelleri, Maliye ve Gümrük Bakanlığının koordinatörlüğünde Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Sanayi ve Ticaret, Enerji ve Tabi Kaynaklar, Bayındırlık ve İskan Bakanlıkları temsilcilerinden teşekkül eden komisyon tarafından her takvim yılının başlangıcından en az üç ay önce belirlenir. Başbakanın onayı ile yılbaşından itibaren uygulanmak üzere Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulur. Kira birim bedelleri; yararlananlara sosyal yardımda bulunma amacı da gözönünde bulundurularak, bir metrekarelik alan için tespit olunur. Kaloriferli konutlarda, tespit olunan birim bedeline, farklı iklim karakteri gösteren bölgeler ve bu bölgelerde ısınmada kullanılan yakıt cins ve bedelleri dikkate alınarak hesaplanan, bir metrekareye düşen ortalama aylık yakıt gideri ilave edilir. İlave edilen bu miktar bütün kaloriferli konutlar için aynıdır. Yurt dışındaki konutların kira birim bedelleri ise, beşinci derece birinci kademedeki bir Devlet memurunun yurt içi ve yurt dışı net aylık tutarları arasındaki orana göre bulunan katsayının yurt içi için tespit olunan bu bedeller ile çarpılması suretiyle her ülke için ayrı ayrı belirlenir. Konutların aylık kira bedeli; kira birim bedelinin konutun brüt inşaat alanı ile çarpımı suretiyle kurum ve kuruluşlarınca tespit olunur. Brüt inşaat alanının yüzyirmi metrekareden fazlası dikkate alınmaz" hükmü yer almıştır. Aynı Kanunun "işletme, bakım ve onarım" başlıklı 6. maddesinde de; "Kamu Konutlarının işletme, bakım ve onarım giderleri aşağıda belirtilen esaslar dahilinde karşılanır. a) Kurum veya kuruluşlar tarafından karşılanacak giderler: 1) Özel tahsisli konutların demirbaş eşya ve mefruşat giderleri, ısınma giderleri, aydınlatma, su, gaz ve benzeri giderleri ile diğer konutlardan 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmayan kaloriferli konutların ısınma giderleri. 2) Yönetmelikte belirlenecek bakım ve onarım giderleri, 3) Görev tahsisli konutlardan yönetmelikte ayrıca belirlenecek makam ve rütbe sahiplerine tahsis edilen konutların; demirbaş eşya ve mefruşat giderleri ve bu konutların aydınlatma, su, gaz ve benzeri giderlerinin yüzyirmi metrekareye tekabül edenden fazlası.Esas Sayısı : 1995/23 Karar Sayısı : 1995/25 2 Eşyalı olarak tahsis edilecek konutlarda bulundurulacak demirbaş eşya ve mefruşatın neler olması gerektiği ve bunların kullanım sürelerine ilişkin hususlar; personelin temsil ve görev özelliği ile konutların ihtiyaç ve şartları gözönünde bulundurularak, yönetmelikle düzenlenir. Bu giderler için kurum veya kuruluşların bütçelerine yeterli ödenek konulur. b) Tahsis edilenler tarafından karşılanacak giderler : 1) Kalorifersiz konutlar ile 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olan kaloriferli konutların ısınma giderleri. 2) Küçük bakım ve onarım giderleri ile kötü kullanımdan dolayı meydana gelen zarar ve ziyanlar. 3) Ortak kullanıma dahil aydınlatma, su, gaz, otomat ve benzeri giderler. 4) Müşterek hizmet ve ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan diğer giderler. Konut blok ve gruplarının müşterek hizmet ve giderleriyle ilgili yönetimi, konut tahsis edilenlerce aralarından seçilecek yöneticiler tarafından yönetmelikte belirlenecek esaslara göre yürütülür. c) Kurum ve kuruluşlarca ısınma giderlerinin karşılanması: 1) Konutların yakıt ihtiyacı; farklı iklim karakteri gösteren bölgelere ve kullanılan yakıt cinsine göre yönetmelikte belirlenecek bir metrekareye düşen senelik yakıt miktarının, konutların brüt inşaat alanı ile çarpımı suretiyle tespit olunur. 2) Tespit olunan ihtiyaç miktarı kadar yakıt, kurum ve kuruluşları tarafından temin ve tedarik edilerek, aylık veya mevsimlik kontenjanlar halinde verilir. Gereğinden fazla yakılmasından dolayı ihtiyaç duyulan yakıt, konutlarda oturanlarca karşılanır. 3) Yakıt ihtiyacının tesbiti, ödenek tahsisine yetkili makamlara isteğin yapılma şekil ve şartları, ödenek tahsisi, yakıtın temin, tedarik ve dağıtımı ile bu işlemleri yapmakla görevlendirilen birim ve elemanların görev ve sorumlulukları yönetmelikte düzenlenir." hükmü yer almıştır. 29.12.1993 günlü 21803 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak 1.1.1994 gününde yürürlüğe giren 24.12.1993 gün ve 3941 sayılı 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun Uygulanmayacak Hükümler Başlıklı 60. maddesinin (k) fıkrasının 7. bendinde, 9.11.1983 gün ve 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 6. maddesinin, 1994 Mali Yılında uygulanmayacağı belirtilmiş, yine 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun "Kamu Konutları" başlıklı 57. maddesinde de, "Yurt içindeki kamu konutlarından alınacak aylık kira (500.000. ) liradan az olmamak üzere konutların özellikleri, memurun ücret seviyesi gibi hususlar da dikkate alınarak Maliye Bakanlığınca tespit edilir. Meskun yerlerden uzak, ulaşım ve iskan imkanları kısıtlı olan yerler ile benzeri yerlerde bulunan kamu konutlarında aylık kira, (250.000) liradan az olmamak üzere tespit edilebilir.Esas Sayısı : 1995/23 Karar Sayısı : 1995/25 3 Yakıt giderleri kurum ve kuruluşlar tarafından karşılanan kamu konutlarında oturanlardan beher metrekare için ayrıca (5.000) lira yakıt gideri alınır. Kamu konutlarını yakıt giderlerinin kurum ve kuruluşlarca ve onarım giderlerinin karşılanması ile ilgili esas ve usulleri belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir." hükmü yer almıştır. 16.9.1993 gün ve 21700 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren, Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki 178 sayılı KHK de Değişiklik Yapılmasına ilişkin 516 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 20. maddesi ile, 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 5. maddesinin, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü fıkraları yürürlükten kaldırılmış ve aynı KHK nin 178 sayılı KHK nin 13/e maddesini değiştiren 6. maddesinde de, "Devlete ait konutları yönetmek ve kamu kurum ve kuruluşlarına ait konutların yönetimi konusundaki politikaları belirlemek, her yıl yurtiçi ve yurtdışındaki kamu konutlarının kira ve yakıt bedelleri ile bakım ve onarım esaslarını tespit etmek, Maliye Bakanlığı Milli Emlak Müdürlüğünün görevleri arasında sayılmıştır. Bu davaya konu edilen 188 sıra nolu Milli Emlak Genel Tebliği ile bu tebliğe ek olarak çıkarılan (esas itibariyle 188 nolu tebliğin yerine yürürlüğe konulan) 189 sıra nolu Milli Emlak Genel Tebliği; yukarıda anılan 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesi ile 516 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 6. maddesiyle değişik 178 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 13/e maddesi hükümlerinin verdiği yetkiye dayanılarak Maliye Bakanlığınca çıkarılmıştır. 516 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, dayanağı 3911 sayılı Yetki Kanununun Anayasa Mahkemesince iptal edildiğinden bahisle Anayasa Mahkemesinin 24.11.1993 gün ve 49 sayılı kararı ile iptal edilmiş ve iptal kararı 24.12.1993 gün ve 21798 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yayım tarihinden itibaren 6 ay sonra yürürlüğe girmiştir. 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun 60. maddesinin (k) fıkrasının 7. bendi hükmü ile 1994 yılı için uygulanmaması öngörülen 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 6. maddesinde, kamu konutlarının işletme, bakım ve onarım giderlerinin nasıl karşılanacağı açıklanmış olup, buna göre, özel tahsisli konutların demirbaş eşya ve mefruşat giderleri, ısınma giderleri, aydınlatma, su, gaz ve benzeri giderleri ile diğer konutlardan 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmayan kaloriferli konutların ısınma giderlerinin kamu kurum ve kuruluşları tarafından karşılanacağı belirtildikten sonra konut tahsis edilenler tarafından karşılanacak giderler ayrıca saptanmıştır. Ancak 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak Maliye Bakanlığınca çıkarılan 189 sıra nolu Milli Emlak Genel Tebliğinde, kamu konutlarının yakıt bedellerinin konutlarda oturanlarca karşılanması esası getirilmiş ve kaymakam olan davacının da dahil olduğu, Kamu Konutları Yönetmeliğine ekli I sayılı cetvelin (B C) bölümünde belirtilen makam ve rütbe sahiplerinin oturmakta oldukları konutların beher metrekaresi için aylık 5.000. lira yakıt bedeli ödeyecekleri belirtilmiştir. Böylece 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun anılan hükümleri ile 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 6. maddesi uygulanmaz duruma düşürülmüş ve verilen yetkiye dayanılarak Maliye Bakanlığınca, 2946 sayılı Kanunun öngördüğü şekilden farklı düzenleme yapılmıştır.Esas Sayısı : 1995/23 Karar Sayısı : 1995/25 4 Anayasanın 87. maddesinde kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak, bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarını görüşmek TBMM'nin görev ve yetkileri arasında sayılmış, kanunların teklif edilmesi, görüşülmesi, Cumhurbaşkanlığınca yayımlanması da 88. ve 89. maddelerinde düzenlenmiştir. Bütçe Yasası konusunda ise Anayasanın 161, 162 ve 163. maddelerinde özel bir yöntem öngörülmüştür. Niteliği yönünden Bütçe Yasaları dışındaki yasalarla düzenlenmesi gereken bir konunun Bütçe Yasaları ile düzenlenmesi Anayasanın 87. ve 88. maddelerini uygulanmaz duruma düşürür. Öte yandan, Anayasanın 161. maddesinin son fıkrasında, "Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz" hükmü yer almaktadır. Anayasa Mahkemesinin konuyla ilgili pekçok kararında belirtildiği gibi "Bütçe ile ilgili hükümler" deyişini, mali nitelikte kurallar anlamında değil, genel yasa konusu olabilecek bir kuralı içermemek koşulu ile ancak bütçenin uygulanmasını kolaylaştırıcı ve açıklayıcı nitelikte hükümler olarak anlamak gerekir. Bütçe Yasalarının bir yıl süre ile de olsa diğer yasaları değiştirmesi ya da Bütçe ile ilgisi olmayan konuları içermesi Anayasaya aykırılık oluşturur. Nitekim bu gerekçelerle, 26.12.1992 günlü, 3859 sayılı 1993 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesinin kimi hükümleri Anayasa Mahkemesinin 20.9.1990 günlü, E:1994/3, K:1994/69 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesinin, bütçe ile ilgili olmayan hüküm taşıması ve aynı Kanunun 60. maddesinin (k) fıkrasının 7. bendinin de, 2946 sayılı Kanunun 6. maddesini uygulanmaz duruma düşürmesi nedeniyle Anayasanın 87., 88. ve 161. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle 2949 sayılı Yasanın 28. maddesinin 1. fıkrası uyarınca 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesi ile aynı yasanın 60. maddesinin (k) fıkrasının 7. bendinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan konu ile ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına 4.4.1995 gününde oybirliği ile karar verildi.""
1,464
Esas Sayısı : 2013/97 Karar Sayısı : 2014/60 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Yukarıda belirtilen dava ile ilgili olarak, mahkememizce yapılan araştırma ve inceleme sonucunda, Mahkememizin yetkili olduğu, başvurunun süresi içinde yapıldığı, başvuru konusu idari yaptırım kararının Sulh Ceza Mahkemesinde incelenebilecek kararlardan olduğu ve başvuranın buna hakkı olduğu anlaşılmakla başvurunun usulden kabulüne karar verilmiş ancak idari yaptırımın uygulanmasına dayanak teşkil eden hükmün Anayasaya aykırı olması sebebiyle bu konuda Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. Zira; ceza hukukunda, fiil, kişinin haricî, nesnel bir davranışıdır, yani kişinin, başkalarınca algılanabilen bir davranışıdır. Bu anlamda olmak üzere, kişiden çıkarak haricileşmiş bir fiil olmadıkça, suç da olmaz. Buradan, suçun maddî unsuru olan fiilsiz suç olmaz mutlak kuralı ortaya çıkmaktadır. Kural, ceza hukuku düzeninin niteliğini belirlemede mihenk taşıdır. Anayasa, 38. maddesinde, ... kanunun suç saymadığı bir fiilden söz ederken, açıkça fiilsiz suç olmaz kuralına vurgu yapmış olmaktadır. Aynı şekilde, TCK'nın, 2. maddesinde, kanunun suç saymadığı bir fiilden söz edilmektedir. Bugün, fiilsiz suç olmaz kuralı, uygar bir ceza hukukunun, kendisinden vazgeçmesi imkansız olan bir temel taşıdır. Bir hareket yoksa, ortada, ne bir fiil, ne de bir suç vardır. Hareket olumlu veya olumsuz bir biçimde ortaya çıkabilir. Olumlu bir biçimde ortaya çıkan hareket yapmak, olumsuz bir biçimde ortaya çıkan hareket yapmamaktan ibaret bulunmaktadır. Yapmak biçiminde ortaya çıktığında harekete icra hareketi, yapmamak biçiminde ortaya çıktığında harekete ihmal hareketi denmektedir. İhmal hareketi de insanın nesnel, yani harici bir davranışıdır. Ortada icra veya ihmal hareketi olmadıkça, bir suçun da bulunmadığının kabulü zorunludur. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihatlarında da belirtildiği üzere, Anayasanın Suç ve cezalara ilişkin esaslar kenar başlıklı 38. maddesinin yedinci fıkrasında, Ceza sorumluluğu şahsidir. hükmü yer almaktadır. Ceza sorumluluğunun şahsiliği ceza hukukunun temel kurallarındandır. Cezaların şahsiliğinden amaç, bir kimsenin işlemediği bir fiilden dolayı cezalandırılmamasıdır. Başka bir anlatımla bir kimsenin başkasının fiilinden sorumlu tutulmamasıdır. Anayasa'nın 38. maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından idari para cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tâbidir. (Anayasa Mahkemesi'nin 15/03/2012 tarih ve 2011/105 E. 2012/38 K. Sayılı kararı) Yine Yüksek Mahkemenin bir başka kararında bu husus şu şekilde vurgulanmıştır: Ceza sorumluluğunun şahsiliği ceza hukukunun temel kurallarındandır. Cezaların şahsiliğinden amaç, bir kimsenin işlemediği bir fiilden dolayı cezalandırılmamasıdır. Diğer bir anlatımla bir kimsenin başkasının fiilinden sorumlu tutulmamasıdır. Bu ilkeye göre asli ve feri failden başka kişilerin bir suç sebebiyle cezalandırılmaları olanaklı değildir. Anayasa'nın 38. maddesinin yedinci fıkrası ile ilgili gerekçede de, ...fıkra, ceza sorumluluğunun şahsi olduğu; yani failden gayri kişilerin bir suç sebebiyle cezalandırılmayacağı hükmünü getirmektedir. Bu ilke dahi ceza hukukuna yerleşmiş ve ‘kusura dayanan ceza sorumluluğu' ilkesine dahil, terki mümkün olmayan bir temel kuralıdır. denilmektedir. Anayasa'nın 38. maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından idari para cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tâbidir. (Anayasa Mahkemesi'nin 29/11/2012 tarih ve 2012/106 E. 2012/190 K. Sayılı kararı)Esas Sayısı : 2013/97 Karar Sayısı : 2014/60 2 Ayrıca Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu vurgulanmaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olduğu, insan haklarına saygılı olan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devleti ifade etmektedir. Bu bilgiler ışığında dava konusu somut olay incelendiğinde; başvuruda bulunan .... A.Ş. adına trafikte kayıt ve tescilli olan ... plakalı aracı ... isimli şahsın kullandığı, emniyet görevlileri tarafından yapılan kontrol sırasında söz konusu araç Şoförü ...'ya araçlarda bulundurulması zorunlu gereçleri bulundurmadığından dolayı idari para cezası yaptırımı düzenlendiği, ancak sürücünün araç sahibi olmaması nedeniyle araç sahibi olan ....'ne de iptali istenen 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu 31. maddesinin 3. fıkrasının 2. cümlesinde yazılı Sürücü aynı zamanda araç sahibi değilse ayrıca, tescil plakasına da aynı miktar için ceza tutanağı düzenlenir. hükmü uyarınca ceza uygulandığı anlaşılmıştır. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu 31. maddesi bir bütün olarak incelendiğinde, maddedeki düzenlemenin amacının, trafiğe çıkan araçların özelliklerine ve cinslerine göre, yönetmelikte nitelik ve nicelikleri belirtilen gereçlerin araçlarda bulundurulmasını sağlamak, bu gereçler bulundurulmadan trafiğe çıkılması halinde ise bu eylemi idari para cezası ile cezalandırmak olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla maddedeki bu mükellefiyeti yerine getirmekle yükümlü olan kişi aracın tescil sahibi değil, aracı trafiğe çıkaran sürücüdür. Kanunda ve Yönetmelikte (Karayolları Trafik Yön. m. 64 ve 1 sayılı cetvel) belirtilen ve araçlarda bulundurulması zorunlu olan gereçler incelendiğinde, söz konusu gereçlerin büyük bir kısmının sabit ve araçlara monteli olmadığı, taşınabilir ve götürülebilir nitelikte olduğu, tescil plakası sahibi tarafından söz konusu gereçlerin tamamı araçta bulunur halde araç bir başkasına teslim edilse bile bu gereçlerin sürücü tarafından araçtan indirilebileceği mümkün olduğundan, bu husustaki mükellefiyetin aracın tescil sahibine yüklenmesi hukuka, vicdana ve hayatın olağan akışına uygun olmayacaktır. Kanunun güttüğü amaç ve koruduğu menfaat düşünüldüğünde, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu 31. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendindeki yükümlülüğün, aracı trafiğe çıkaran sürücüye hitap etmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Ancak iptali istenen 31. maddenin 3. fıkrasının 2. cümlesi bu yükümlülüğü sürücünün yanında aracın tescil sahibine de yüklemekte ve bir fiilden dolayı iki farklı kişiye cezai yaptırım uygulanmasını gerektirmektedir. Bu durumda tescil sahibi kişi, sahibi olduğu aracının sürücüsü tarafından özelliklerine göre yönetmelikte belirtilen gereçleri bulundurmadığı konusunda herhangi bir kusuru (kastı veya özen ve dikkat yükümlüğüne aykırı davranışı) olmasa dahi iptali istenen söz konusu hüküm uyarınca cezaya muhatap olmaktadır. Böylece; alınan her türlü önlem ve tedbire rağmen bir kişinin aracının kiraya verilmesi, emanet olarak bırakılması, bir hırsız tarafından çalınması ve söz konusu gereçler bulundurulmadan trafiğe çıkarılması durumunda dahi araç sahibine bu hüküm uyarınca para cezası verilmek zorunda kalınacaktır. Zira, kanun metninden de açıkça anlaşılacağı üzere, araç sahibine ceza verilmesi için herhangi bir kusurunun olması şartı aranmamaktadır. Kişinin sadece araç sahibi olması ceza alması için yeterlidir. (Oysa ki aynı Kanunun 37. maddesinde benzer bir düzenlemede, araç kullandıran kişilerin cezalandırılacağı belirtilerek açıkça kusur sorumluluğuna vurgu yapılmıştır.) Her ne kadar hukuki sorumluluk açısından aynı kanunda işletenin (araç sahibi) kusursuz sorumluluğu kabul edilmiş ise de, aynı ilkenin cezai sorumluluk yönünden kabulü mümkün değildir. Sonuç olarak görülmektedir ki, iptali istenen söz konusu kanun hükmü uyarınca, bir kimsenin icrai (bulundurulması gereken gereçler bulunmadan araç kullanması için birini teşvikEsas Sayısı : 2013/97 Karar Sayısı : 2014/60 3 etme vs...) veya ihmali (bulundurulması gereken gereçleri bulundurmadan araç kullanılmasına göz yumma vs...) herhangi bir hareketi olmasa veya tespit edilemese dahi sadece araç sahibi olmasından dolayıbaşkasının bir fiili nedeniyle ceza alması söz konusu olmaktadır. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 36. maddesinin 3. fıkrasının 4. cümlesinde, ehliyetsiz araç kullanılması halinde sürücü ile birlikte aracın tescil plakasına da cezai yaptırım uygulanacağına dair aynı nitelikteki Kanun hükmü somut, norm denetimi kapsamında itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'nin önüne gelmiş Anayasa Mahkemesi'nin 29/11/2012 tarih, 2012/106 Esas, 2012/190 Karar sayılı kararıyla anılan hüküm Anayasanın 2. ve 38. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. ve 38/7. maddesine aykırılık teşkil eden 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu 31. maddesinin 3. fıkrasının 2. cümlesinde yazılı Sürücü aynı zamanda araç sahibi değilse ayrıca, tescil plakasına da aynı miktar için ceza tutanağı düzenlenir.cümlesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerektiğine Mahkememizce kanaat getirilmiştir NETİCE VE TALEP : Yukarıda açıklanan gerekçe ve nedenlerle; 1 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. ve 38/7. maddesine aykırılık teşkil eden 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu 31. maddesinin 3. fıkrasının 2. cümlesinde yazılı Sürücü aynı zamanda araç sahibi değilse, ayrıca tescil plakasına da aynı miktar için ceza tutanağı düzenlenir.hükmünün iptali için Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi'ne BAŞVURULMASINA, 2 Anayasaya aykırılığın değerlendirilmesi için dosya içeriği ve belgelerin onaylı birer suretinin ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 3 Davanın, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar ve en fazla 5 ay GERİ BIRAKILMASINA, 4 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152/3. maddesinin amir hükmü gereği dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gelişinden başlamak üzere beş ay içinde karar verilmesinin beklenmesine, bu süre içinde karar verilmezse davanın yürürlükteki Kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, 5 İş bu karardan birer suretin bilgi için başvuruda bulunana ve karşı idareye ayrı ayrı tebliğine, Mahkememizce karar verilmekle, Anayasaya aykırılığın değerlendirilmesi Yüksek Mahkemenizden arz olunur."
1,288