petition
stringlengths 176
32.8k
| petition_length
int64 26
4.41k
|
---|---|
Esas Sayısı : 1997/78 Karar Sayısı : 1998/9 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "193 sayılı Gelir Vergisi Kanununa 4108 sayılı Kanunun 24. maddesi ile eklenen mükerrer 111 inci madde hükmünün, Anayasa'nın 2 48 ve 73 üncü madde hükümlerine aykırı olduğu iddiasında bulunan davacı vekili, dilekçesinde; anılan yasa ile konulan maktu verginin geçici olduğunun vurgulandığı, ancak mahsup edilemeyen vergilerin red ve iade edilemeyeceğinin hükme bağlandığı, bu durumun verginin geçici olduğu kuralına aykırı olduğu gibi, kazanılmayan bir gelirle (kazancın) vergilendirilmesi nedeniyle mali gücü aşan bir ölçüde vergi ödeme yükü getirdiğinden Anayasa'nın 73/1 inci madde hükmüne aykırı olduğu, anılan verginin gelire bağlanmayıp maktu olmasının, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımını engellediği, bu yönüyle de anılan maddenin Anayasa'nın 73/2 nci madde hükmüne de aykırı olduğu anılan verginin teşvikle kurulan işletmeleri teşvik yerine, baltalanmış olacağından Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk Devleti olma ilkesine aykırı olduğu, sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı davranıldığı 48 inci madde hükmü uyarınca devletin özel teşebbüslerin güvenlik içinde çalışmasını engelleyeceğinden 48 inci madde hükmüne de aykırı olduğu, 193 sayılı Yasanın mükerrer 111 inci maddesinin bu Anayasa kuralına aykırı olduğu iddialarında bulunmuştur. Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen 193 sayılı Yasanın mükerrer 111 inci maddesinin üçüncü fıkrasının son cümlesinde "bir önceki yıl içinde tahakkuk eden bu vergiler, yıllık beyanname üzerinden bu faaliyete ilişkin olarak hesaplanan, gelir vergisinden mahsup edilir, mahsup edilemeyen vergiler ise red ve iade edilmez." hükmüne yer verilmiştir. 193 sayılı Kanuna 4108 sayılı Kanunun 24 üncü maddesiyle eklenen 111 inci madde hükmüyle öngörülen asgari vergi, esas itibarıyla yıllık beyanname üzerinden faaliyete ilişkin olarak hesaplanan vergiden mahsup edilen peşin bir vergi niteliğindedir. Mahsup edilemeyen vergilerle red ve iade edilememesi, asgari verginin peşin vergi vasfını ortadan kaldırmakta ve bünyelerinde talih oyunu makineleri bulunduran işletmeleri yıllık kazancın üzerinde vergilendirmektedir. Bu durum talih oyunu salonu bulunan işletmeleri mali gücünün üzerinde vergilendirmeye, yol açtığı gibi, vergi yükünün benzer işletmeler arasında adaletli ve dengeli dağılımını da önlemekte ve sonuç olarak maliye politikasının sosyal amacının gerçekleşmesini önlemektedir. Bu itibarla Mahkememizce de anılan hükmün Anayasa'nın 73 üncü maddesinin 1 ve 2 nci fıkraları hükmüne aykırı olabileceği sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle davacının Anayasa'ya aykırılık iddiaları ciddî görüldüğünden, 193 sayılı Yasaya 4108 sayılı Yasanın 24 üncü maddesiyle eklenen mükerrer 111 inci maddesinin 3 üncü fıkrasının son cümlesindeki "mahsup edilemeyen vergiler ise red ve iade edilmez" hükmünün, iptali isteğiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına 11.12.1997 gününde oybirliğiyle karar verildi."" | 389 |
Esas Sayısı : 1996/16 Karar Sayısı : 1997/30 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın Başlangıç'ının Altıncı Paragrafı, 2., 5., 10., 11., 12., 36., 48. ve 167. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür." | 35 |
Esas sayısı:1965/12 Karar sayısı:1965/34 1 "... Davacının gerekçesi : Davacı inceleme konusu hükümlerinin Anayasa'ya aykırılığını iddia yolunda özetle; (15 il ve ilce) kaydının siyasi partilerin seçime girme haklarını kısıtladığını ve serbestçe hareketlerini önlediğini; vatandaşın seçme ve seçilme haklarını ortadan kaldırdığını; bunun gerçek demokrasiyi yok etmek ve belirli zümreler oligarşisini yaratmak demek olduğunu ileri sürmektedir." | 54 |
Esas Sayısı : 2000/24 Karar Sayısı : 2004/82 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemelerin gerekçelerinde özetle ; Yeniden değerleme oranı ile tesbit edilecek para cezalarının yüksek olması nedeniyle ekonomik gücü olmayanların para cezasını ödeyememe durumunda kalacağı ve hapis yaptırımı ile karşılaşacağı,ödeme gücü bulunanların ise bu yaptırımdan kurtulabileceği, ayrıca kanunda yazılı olandan daha fazla para cezası uygulanması sonucu ile karşılaşılabileceği, yine para cezasının hapse, hapis cezasının para cezasına çevrilip mahsup hükümleri de uygulanarak infazı gereken cezanın çektirilmesi için yapılan davete icap eden ile etmeyenlerin aynı konumda olmalarına rağmen farklı hürriyeti bağlayıcı ceza çekmelerine neden olacağı, bunun da kanun önünde eşitlik ilkesi ile bağdaşmadığı, İdarenin bir organı olan Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verilerine dayalı olarak saptanan ve Maliye Bakanlığı'nın tebliği olarak Resmi Gazete'de ilan edilen yeniden değerleme oranı esas alınarak, ceza yasalarında öngörülen para cezalarının tesbit edilmesinin, cezanın, yasama organı tarafından ve kanunla belirleneceği ilkesi ile çeliştiği, böylece yasama yetkisinin yürütme organına devredilmiş sayılacağı, ayrıca bu yöntemle mahkemelerin ve hakimlerin bağımsızlığı ilkesinin ihlal edildiği, suçta ve cezada kanunilik ilkesinin de çiğnendiği, dolayısıyla itiraz konusu kuralların, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 6., 7., 8., 10., 11., 12., 13., 38., 87., 91. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür." | 196 |
Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 1 Hakimliğimizin 2017/607 sorgu kararı ile; Hukukumuzda hayvana yönelik suçlarla ilgili olarak TCK 151/2 düzenlemesinin; Haklı bir neden olmaksızın, sahipli hayvanı öldüren, işe yaramayacak hale getiren veya değerinin azalmasına neden olan kişi hakkında yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır. şeklinde TCK 151/1'e atfen yapıldığı, Sahipsiz hayvanlara yönelik olarak mevzuatımızın yetersiz olduğu, bunun da sebebinini TCK'nın münhasıran sahipli hayvanlar yönünden düzenleme getirmesi, sahipsiz hayvanlara yönelik açık bir kanuni cezai müeyyidenin TCK yahut sair kanunlarda bulunmadığı, İş bu noksanı izale anlamında da TCK 151/2'de yer alan sahipli kelimesinin tasfiyesi ile sahipsiz hayvanlar yönünden de hukuki himayenin ve cezai müeyyidenin sağlanmış olacağı anlaşıldığından sahipli kelimesinin anayasaya aykırılığı hususunda Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunda bulunulmasına, karar verilmiştir. Soruşturmaya konu hadisede bir askerin kediye eziyet etmesi ve sonrasında hakkında adli soruşturma başlatılması ve müteakiben hakimliğimize sorguya sevki ile hakimliğimizce bu yönde bir karar alınmıştır. Şöyle ki kamuoyuna da malolan hadise sonrası suç soruşturması mala zarar verme (TCK 151) ve bu anlamda hayvanlar yönünden mala zarar verme (TCK 151/2) suçu yönünden başlatılmıştır. Bu doğrultuda soruşturmaya konu suç tipi yönünde bir takdir ve tercih yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Erzincan C.Başsavcılığınca seçilen suç tipi meri mevzuatımızda açıkça hayvanlara karşı bir fiili cezai müeyyideye bağlayan TCK 151/2 olması cihetiyle bu nevi bir tercihte bulunulduğu anlaşılmaktadır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi başlıklı 152 maddesi somut norm denetimini, kanunların Anayasaya aykırılığının mahkemelrce ileri sürülmesi usulü olan itiraz yolunu düzenlemiştir. İtiraz yoluna başvuracak olan mahkeme Bir davaya bakmakta olan mahkeme olarak ifade edilmiştir. İtiraza konu vakıa bakımından Hakimliğimiz esas hakkında yargılama yapan, hüküm veren bir mahkeme mahiyetinde olmayıp soruşturma safhasında tedbir mahiyetinde bir karar veren mahkemedir. Ancak görülmekte olan davanın görülmekte olan, devam eden yargılama olarak geniş manada yorumlanması ile yargılama ile ilgili usule veyahut esasa dair herhangi bir mevzuatın anayasaya aykırılığı ileri sürülebilecektir. Esasen usul kanunlarının yargılamada mahkemelerince itiraz yoluna konu edilebilmesi, keza kanunyolu mahkemelerinin itiraz usulüne müracaati dava mefhumunun yargılama olarak yorumlanması ve anlaşılması ile mümkün olmaktadır ki hukukumuzda anayasa yargısında da halihazırda ve öncesinde tatbikat bu yönde olup bu hususta bir tereddüt bulunmamaktadır. Hakimliğimizce itiraz konusu edilen mevzuat maddi hukuka ilişkindir, ancak maddi hukuka dair mevzuatın gerek devam eden soruşturmanın seyrini etkilemesi gerekse de normatif anlamda hayvanlara karşı işlenen fiilleri cezai müeyyideye tâbi kılması açısından görülmekte olan/devam eden yargılamaya ilişkin bir karar olarak esasa ve neticeye müessir olması itibari ile itiraz yolu ile anayasa mahkemesine taşınması ihtiyacı hasıl olmuştur. Elbette esasa girilmesiEsas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 2 halinde verilmesi muhtemel bir iptal kararı TCKnun zaman bakımından uygulanma hükümleri bağlamında somut olay yönünden cezalandırılabilirme şartını ihtiva etmemekle beraber umumi bir uygulama teşkil etmesi bakımından hukuki yarar taşımaktadır. Gerek genel ceza kanunumuz olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, gerek hayvanlara ilişkin birtakım düzenlemeler ihtiva eden 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu gibi sair özel kanunlarda sahipsiz hayvanlara yönelik adli anlamda cezai müeyyide bulunammaktadır. 4915 ve 5199 sayılı Kanunlarda idari yaptırımlar düzenlenmiştir. Ancak konusu ve uygulama alanları bakımından sınırlı olmalarının yanısıra sahipli olmayan hayvanlara yönelik cezai müeyyide ihtiva etmemektedirler. Bu doğrultuda birden fazla mevzuatın bulunması ve genel ceza kanunmuzda açık bir hükmün bulunmamsı hsuusları müştereken nazara alındığında sahipli kelimesinin madde metninden çıkartılması halinde gerek ceza kanunu gerekse de diğer kanunlarda ilgili düzenlemeler yapılabilecektir. İtiraz ile ilgili usuli yönden bir diğer husus ise sorguda sevk maddesinin TCK 151/1 fıkrası olarak girilmiş olsa dahi cezai yönden uygulamanın TCK 152/2 hükmü delaleti ile 151/1 hükmü bakımından uygulanması münasebeti ile uygulanacak kanun hükmü bağlamında açıkça zikredilmese dahi esas itibari ile değerlendirilmesi gereken hükmün hayvan tabirini ihtiva etmesi dolayısıyla TCK 151/2 hükmü olduğu sonucuna varılmıştır. 2 ) ESASA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR: Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığınca Erzincan Sulh Ceza Hakimliğine sevk edilen şüpheli 03.12.2017 tarihinde Erzincan orduevinde çekilen ve sosyal medyaya yansıyan görüntülerinde yavru bir kediye akıl almaz işkenceler yaptığı, kimseye zararı olmayan bir hayvanı acımasızca ve işkenceye tabi tutarak öldürdüğü anlaşılmaktadır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda sadece ‘sahipli hayvanlara karşı yapılan haksız fiiller 151/2. madde kapsamında cezalandırıldığı için kedi, köpek gibi ‘sahipsiz olan, ayrıca mahiyeti gereği kamu malı statüsünde kabul edilebilecek olan sokak hayvanlarına karşı yapılan haksız fiillerin bu kanun korumasından yararlanıp yararlanmayacağı tereddüte yol açmakta olup, ayrıca Kanunda geçen ‘sahipli ibaresinin Anayasamızın 2. maddesine, bu doğrultuda Hukuk Devleti ilkesine, Eşitlik İlkesine, Hayvan Hakları Evrensel beyannamesine aykırı olduğu ve kanundaki madde metninden çıkarılması gerektiği düşünülmektedir. 1 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 151. maddesi şu şekildedir: Mala zarar verme Madde 151 (1) Başkasının taşınır veya taşınmaz malını kısmen veya tamamen yıkan, tahrip eden, yok eden, bozan, kullanılamaz hale getiren veya kirleten kişi, mağdurun şikayeti üzerine, dört aydan üç yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. (2) Haklı bir neden olmaksızın, sahipli hayvanı öldüren, işe yaramayacak hale getiren veya değerinin azalmasına neden olan kişi hakkında yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda sahipsiz hayvan şu şekilde tanımlanmıştır:Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 3 Sahipsiz hayvan; Barınacak yeri olmayan veya sahibinin ya da koruyucusunun ev ve arazisi dışında bulunan ve herhangi bir sahip veya koruyucunun kontrolü ya da doğrudan denetimi altında bulunmayan evcil hayvan 5199 sayılı Yasanın 4 (c) maddesinde; Bütün hayvanlar eşit doğar ve bu Kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir 4 (j) maddesinde; Yerel Yönetimlerin, gönüllük kuruluşlarca işbirliği içinde, sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması için hayvan bakımevleri ve hastaneler kurarak onların bakımlarını ve tedavilerini sağlamaları ve eğitim çalışmaları yapmaları esastır. 5199 sayılı Yasanın 6. maddesinin 4. fıkrasında Sahipsiz ya da güçten düşmüş hayvanların, 3285 sayılı Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanununda öngörülen durumlar dışında öldürülmeleri yasaktır 5199 sayılı Yasanın 16. maddesinin (a) maddesinde İl Hayvanları Koruma Kurulunun görevleri arasında Hayvanların korunması ve kullanılmasında onların yasal temsilcisi olduğu şeklinde düzenlemeler ihtiva etmektedir. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından 15 Ekim 1978 de Paris UNESCO evinde Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi İlan edilmiştir. Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi; 1. maddesinde; Bütün hayvanlar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir 2. maddesinde; Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir düzenlemeleri ile hayvanı insanlar gibi hak sahibi varlıklar olarak kabul etmiştir. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası metinler, her türlü hukuksal kuralın üzerinde yer alır. Hukukta genel olarak anayasa, normlar piramidinin en üstünde gösterilir. Ancak anayasa dahi insanlık ailesinin kabul ettiği temel hak ve özgürlüklere aykırı düzenlemeler içeremez. Bu yaklaşımı ile Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi incelendiğinde, Hayvanların aynı insanlar gibi hak sahibi olabileceği anlaşılmaktadır. Bu düzenleme hayvanın kendine özgü bir hak ehliyetine ve daimi muhafaza ve korumaya sahip olduğunu kabul etmektedir. Bildirgenin 5. maddesinin 1 ve 2. fıkralarında; 1 Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun besleme ve bakımı görme hakkına sahiptir. 2 Hiçbir koşul altında terk edilemez veya adil olmayan bir şekilde öldürülemezlerEsas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 4 düzenlemesi bulunmaktadır. Bu düzenleme insana, topluma ve bu anlamda kamuya desteğe ihtiyaç duyan hayvanı, besleme ve bakımını yapma yükümlülüğünü yüklemektedir. B 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90/son maddesi Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7.5.2004 5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır. Düzenlemesi içermektedir. Tüm bu yasal hükümler değerlendirildiğinde aslında sahipli ya da sahipsiz hayvan ayrımı yapılmadan yasalar önünde tüm hayvanlara eşit muamele yapılması gerektiği ve kanunlar nezdinde aynı hukuki korumaya tabi tutulmaları gerektiği ortadadır. 3 Türk Ceza Kanunumuzun 151/2. maddesinde geçen sahipli kelimesi açıkça T.C. Anayasasının 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasamızın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken, toplumun huzuruna özellikle vurgu yapılarak, hukuk devletinin bu amaçla hareket etmesi öngörülmüştür. Toplumun huzurlu olması, hukuk devletinin varlık amacıdır. Çevre, toplumun ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamdır. Sokak hayvanları da bu çevrenin ve toplumun doğal bir parçasıdır. Anayasımızın 56. maddesinde herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin Devletin ve vatandaşların ödevi olduğu belirtilmiştir. Hukuk Devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık bir devlettir. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ve temel hak güvencelerinde korunan ortak değerdir denilerek, hukuk devleti tanımı yapılmıştır. 5199 sayılı Yasa hükümlerine bakıldığında aslında hiçbir hayvanın sahipsiz olmadığı sahipsiz hayvan tanımından aslında kontrolsüz hayvanların kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda sahipli hayvanın tanımı yapılmamıştır. Kanunun 151. maddesinde korunan menfaat, mülkiyet hakkıdır. Bu maddede ile, hem kamunun mallarına hem de özel kişilerin mallarına verilen zararlar hukuki himayeden yararlandırılmaktadır. Doğal nitelikleri gereği herkesin doğrudan doğruya ortak yararlanmasına açık olan, tarıma elverişli olmayan kayalar, tepeler, dağlar, deniz, göl, nehir ve akarsu gibi genel sular,Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 5 kıyılar, ormanlar, doğal zenginlikler ve kaynaklar ile tarih, kültür ve tabiat varlıkları gibi mallar sahipsiz kamu malları olarak tanımlanmıştır. (Sadık Kırbaş, Devlet Malları, Adım Yayıncılık, Ankara 1988, s.18 29/ TBB Dergisi 2017) Türk Ceza Kanununun 152. maddesinin (a) fıkrasında açıkça kamunun yararlanmasına ayrılmış diğer eşya denerek mala zarar verme suçunda kanun koyucunun sahipli ya da sahipsiz kamu malı ayrımı yapmadığı, sahipli veya sahipsiz kamu malına verilen zararları, mala zarar vermenin nitelikli hali olarak gördüğü ve bu kapsamda hukuki himayeden yararlandırdığı anlaşılmaktadır. Bu kabulden hareketle sözkonusu mefhum u muhalifinden yola çıkılacak olur ise sahipsiz kamu mallarına verilen zararların cezalandırılamayacağı sonucu ortaya çıkar ki bu kanunun amacı gözetildiğinde kabul edilebilir bir durum değildir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda, sahipli hayvanlara verilen zararlar 765 sayılı TCKdan farklı olarak genel mala zarar verme kapsamında değerlendirilmiştir. Yukarıdaki sahipsiz kamu malı tanımına göre sokak hayvanları da sahipsiz kamu malıdır. Sokak hayvanları, belediyeler tarafından kısırlaştırılmakta, kamuya ait mikroçipi üzerlerinde taşımakta, belediyeler tarafından sağlık muayeneleri, bakımları yapılmakta, sokaklara bu hayvanlar için su, mama ve kulübe konulmakta, kamu kaynağından bu hayvanlara ciddi oranda harcama yapılmaktadır. Kanunda geçen sahipli kelimesi, sokak hayvanlarının kamu malı olarak düşünülmesini engelleyerek ya da mahkemeler nezdinde hatalı bir algı yaratarak hayvanlara yapılan haksız fillerin farklı müeyyidelere tabi tutulmasına sebebiyet vermekte, bu da hem kamu vicdanını hem de hukuk güvenliğini zedelemektedir. Belediye tarafından sokağa konulan bir oturma bankına, yada belediye tarafından yere döşenen bir kaldırım taşına, yada karayolları tarafından konulan bir aydınlatma direğine bir haksız fiil sonucu verilen zarar, Türk Ceza Kanunu kapsamında şikayete bağlı olmadan soruşturup kovuşturulabiliyorken kanundaki ‘sahipli kelimesinin varlığı nedeniyle, kamu kaynağından para aktarılarak bakımı ve rehabilitasyonu yapılan sokak hayvanlara verilen zararlar ceza soruşturması ve kovuşturması dışında kalmaktadır. Bu da anayasamızda yer alan hukuk devleti ilkesine, hukuk güvenliği ilkesine, eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Sokak hayvanlarının kamu malı statüsünde değerlendirilmesi noktasında oluşan tereddütlerin ortadan kalkması, kamu malı olan sokak hayvanlarına yönelik haksız fillerin şikayete tabi olmaksızın soruşturup kovuşturulabilmesi için sahipli kelimesinin Türk Ceza Kanununun 151/2. maddesi metninden çıkartılması netie ve kanaati hasıl olmuştur. Ayrıca, kamu malı olan sokak hayvanlarına, yabani hayvanlara karşı yapılan hak ihlallerinin sadece idari para cezası ile cezalandırılması, kamu vicdanında yaralar açmakta ve anayasal bir kavram olarak ta anayasada yer alan ‘Toplumun huzurunu bozmaktadır. Kanundaki sahipli/ sahipsiz hayvan ayrımının yarattığı güçsüze yönelen şiddet bir sarmal halinde yayılmakta, çocuğa ve kadına şiddet olarak çoğalmaktadır. Hukuk devletinin amaçlarından olan toplumun huzurunun sağlanması ve kamu vicdanının rahatlaması için Türk Ceza Kanununın 151/2. maddesinde geçen sahipli kelimesinin yasadan çıkartılması gerekmektedir.Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 6 3 ) NETİCE VE KANAAT: Yukarıdaki açıklamalar ve değerlendirmeler bağlamında hukukumuzdaki maddi mevzuat, konuyla ilgili uluslar arası sözleşmeler ve meri hukukumuzda sahipsiz hayvanlar yönünden kanuni ve hukuki himayenin ve de müeyyidelendirmenin temini maksadı ile TCK 151/2 hükmünde yer alan sahipli kelimesinin Anayasanın 2. maddesine, hukuk devleti ilkesine ve hayvanların da insanlar gibi hukuki korumadan yararlandırılabilmesi ve bir hak sujesi oldukları kanaati ile ilgili fasıllarda açıklandığı şekli ile Anayasanın 10. maddesine, eşitlik ilkesine, hayvan haklarına ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri nazara alındığında Anayasanın 90. maddesine aykırılığı kanaati hasıl olmakla ilgili hüküm yönünden itirazen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. KARAR: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1 ) 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 151/2 maddesi hükmünde yer alan sahipli ibaresinin Anayasaya aykırılığı hususunda görüşülmek ve karar verilmek üzere Anayasa'nın 152/1 hükmü gereğince ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 2 ) Anayasanın 152 maddesi gereğince itiraz müracaatından 5 ay süre ile durma ve yeniden ele alma ile ilgili olarak bir dava dosyası üzerinden itiraz başvurusu yapılmamış olduğundan DURMA VE YENİDEN ELE ALINMA HUSUSLARINDA KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA, Mahiyeti itibari ile müessese doğrudan Anayasada öngörüldüğünden ve kanunyolu öngörülmediğinden kesin olarak karar verildi. | 2,113 |
Esas Sayısı : 2021/127 Karar Sayısı : 2022/85 19/06/2021 tarih 31516 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 7327 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 21. maddesi ile; ...2942 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. Geçici Madde 16 Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 4/11/1983 tarihinden bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiilî el konulması veya hukuki el atılması sebebiyle mülkiyet hakkından doğan taleplere dair bedel ve tazminata ilişkin davalarda verilen kararlar taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararların icrasına ilişkin hükümlere göre yerine getirilir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce, kesinleşmemiş mahkeme kararlarına dayanılarak başlatılan icra takipleri kesinleşmiş mahkeme kararı ibraz edilinceye kadar durdurulur.... düzenlemesi getirilmiş ise de; 04.02.2021 tarih 2019/89 Esas 2021/10 Karar sayılı Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesinde; Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 4/11/1983 tarihinden bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili el konulması veya hukuki el atılması sebebiyle mülkiyet hakkından doğan taleplere dair bedel ve tazminata ilişkin davalarda verilen kararlar taşınmaz mal ile ilgili aynı haklara ilişkin kararların icrasına ilişkin hükümlere göre yerine getirilir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce, kesinleşmemiş mahkeme kararlarına dayanılarak başlatılan icra takipleri kesinleşmiş mahkeme kararı ibraz edilinceye kadar durdurulur. ancak Anayasa Mahkemesinin 04.02.2021 tarih ve 2019/89 Esas 2021/10 Karar sayılı kararı ile bu hüküm 95. Anayasanın 36. maddesinin birinci fıkrasında Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilmektedir. Anayasa Mahkemesince, mahkeme kararlarını taraflardan birinin aleyhine sonuç doğuracak şekilde uygulanamaz hâle getiren düzenlemelerin bulunması veya mahkeme kararlarının icrasının herhangi bir şekilde engellenmesi, adil yargılanma hakkı kapsamındaki güvenceleri anlamsız kılabilecek nitelikte görülebilmektedir. Bu çerçevede, mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması, hukuk devleti ilkesinin ve adil yargılanma hakkının gereklerindendir (AYM, E.2018/108, K.2019/5, 13/2/2019, § 27). 96. 2942 sayılı Kanunun geçici 14. maddesinin dava ve itiraz konusu kuralları, kamulaştırmasız el atmalardan dolayı kişiler tarafından açılmış bedele ve tazminata ilişkin davalarda verilen mahkeme kararlarının kesinleşmedikçe icraya konulamamasını ve başlatılan ve hâlen devam etmekte olan icra süreçlerine müdahale ederek bu süreçlerin kesinleşmiş mahkeme kararları ibraz edilinceye kadar durmasını öngörmektedir. Bu itibarla kurallar, kesinleşmemiş mahkeme kararlarına ilişkin icra takibinin başlamasına engel olma ve başlamış olan icra takiplerinin durmasına neden olmak suretiyle Anayasada öngörülen usule aykırı biçimde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin telafi edilebilmesi amacıyla malik lehine hükmedilen bedel veya tazminata kavuşmanın gecikmesine neden olmaktadır. Açıklanan nedenlerle kurallar mülkiyet ve adil yargılanma hakkını sınırlamaktadır.Esas Sayısı : 2021/127 Karar Sayısı : 2022/85 2 97. Anayasanın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği belirtilmiştir. Anayasanın 36. maddesinde ise adil yargılanma hakkı için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Anayasanın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkündür. Ancak bu sınırlamalar Anayasanın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz. 98. İcra takipleri yönünden kesinleşmiş mahkeme kararının varlığını arayan dava konusu kurallar, idarelerin yerine getirmekle görevli oldukları kamu hizmetleri için gerekli olan kaynakların korunmasını ve kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek aksaklıklara engel olunmasını amaçlamaktadır. Bu şekilde toplumsal yaşamın sürekli, düzenli ve sistemli şekilde sürdürülebilmesine katkı sunması beklenen kuralların kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik olarak mülkiyet ve adil yargılanma haklarına sınırlama getirdiği anlaşılmaktadır. 99. Ancak mülkiyet ve adil yargılanma haklarına getirilen sınırlamanın kamu yararı amacına dönük olması yeterli olmayıp ayrıca ölçülü olması da gerekir. Bu ilke ise elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. 100. Dava ve itiraz konusu kuralların yukarda belirtilen idarelerin yerine getirmekle görevli oldukları kamu hizmetleri için gerekli olan kaynakların korunması ve kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek aksaklıklara engel olunması amaçlarına ulaşma bakımından elverişli ve gerekli olmadığı söylenemez. 101. Bununla birlikte dava ve itiraz konusu kuralların Anayasada kamulaştırma için öngörülmüş hükümlere uyulmaksızın fiili bir el atma niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan bedel ve tazminat alacaklarına ilişkin olduğu da gözetildiğinde fiili bir müdahale nedeniyle mülkiyet hakkı ihlâl edilmiş malikin bu zararının telafi edilmesi amacıyla hükmedilmiş bedel veya tazminat alacağına ilişkin mahkeme kararının icra takibine konu olabilmesi için kesinleşmiş olması şartını araması, malik lehine hükmedilen bedel veya tazminata kavuşmanın gecikmesine neden olmak suretiyle malike aşırı bir külfet yüklemekte ve kamu yararı ile kişisel yarar arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi malik aleyhine bozmaktadır. Bu yönüyle kuralların ulaşılmak istenen amaç ile orantılı olmadığı anlaşılmaktadır. 102. Mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına neden olan maddenin ikinci cümlesinde yer alan dava ve itiraz konusu kural, alacağın tahsili sürecinin başlamasından sonra geçmişe etkili yasama tasarruflarıyla kararın uygulanma imkânını önemli oranda zorlaştırması yönüyle de devlete olan güven duygusunu zedelemekte ve hukuki güvenlik ilkesini ihlal etmektedir. gerekçesi göz önüne alınarak anılan yasa hükmünün içerik itibariyle mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurduğu göz önüne alınarak 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca;Esas Sayısı : 2021/127 Karar Sayısı : 2022/85 3 (1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa;(1) a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. düzenlemesi doğrultusunda mahkememizce Anayasaya aykırılık görülmesi nedeniyle 19/06/2021 Tarih 31516 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 7327 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 21. maddesinin iptali hususunda; Gereği Bilgilerinize arz olunur. | 999 |
Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 1 "... I İPTAL DAVASI İLE İTİRAZ BAŞVURUSUNUN GEREKÇELERİ A İptal davası dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'II. GEREKÇE 16.06.2010 Tarihli ve 5997 Sayılı Kanunun 14 üncü Maddesi ile Değiştirilen 5434 Sayılı Kanunun 89 uncu Maddesinin Birinci Fıkrasının İkinci Tümcesinde Yer Alan 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve '' Sözcüklerinin Anayasaya Aykırılığı 5434 sayılı T. C. Emekli Sandığı Kanunun 89 uncu maddesinin 5997 sayılı Yasayla değişik birinci fıkrasının birinci tümcesinde, 'Hizmet sürelerinin tamamı bu Kanun ve/veya 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun geçici 4 üncü maddesi kapsamında geçenlerden emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığı bağlanan veyahut toptan ödeme yapılan asker ve sivil tüm iştirakçilere, her tam fiili hizmet yılı için aylık bağlamaya esas tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak' verileceği belirtilmiştir. Fıkranın ikinci tümcesinde ise 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve kendilerine mülga 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara ise, bu Kanuna tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen hizmet sürelerinin toplamı üzerinden bu madde hükümlerine göre emekli ikramiyesi' ödenir denilmiştir. Söz konusu ikinci tümcenin, 2829 sayılı Yasanın 12 nci maddesinin birinci tümcesinde yer alan, 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılanlara ve '' sözcüklerinin Anayasa Mahkemesi tarafından (05.02.2009 günlü, E.2005/40, K.2009/17 sayılı kararla) iptal edilmesi üzerine getirildiği ifade edilmektedir. Anayasa Mahkemesinin kararı 05.06.2010 günlü Resmi Gazetede yayımlanmış ve 1 yıl sonra yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Kural, 19.06.2010 günlü Resmi Gazetede yayımlanmış, boşluk doğmaması için de 5997 sayılı Yasanın 19 uncu maddesiyle 01.06.2010 günüde yürürlüğe girmesi kabul edilmiştir. 5434 sayılı Yasanın 89 uncu maddesinin değişik birinci fıkrasının ikinci tümcesi, 2829 sayılı Yasanın 12 nci maddesinin birinci tümcesinde yer alan ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılanlara ve '' sözcüklerinin yer aldığı kuralla, aşağıdaki karşılaştırmalı tabloda görüldüğü gibi aynı niteliktedir. Mülga 2829 sayılı Yasa'nın Anayasa Mahkemesince iptal edilen 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılan ve '' ibaresini de içeren 12 nci maddesinin birinci fıkrası şöyledir: 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılan ve kendilerine bu Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara, T.C. Emekli Sandığına tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenekEsas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 2 ödemek suretiyle geçen sürelerinin toplamı üzerinden, 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir.' 5434 sayılı Kanunun 89 uncu maddesinin, 5997 sayılı Yasayla değiştirilen birinci fıkrasının ikinci tümcesi şöyledir: 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve kendilerine mülga 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara ise, bu Kanuna tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen hizmet sürelerinin toplamı üzerinden bu madde hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir.' İki tümce arasındaki farklılıklar, yer aldıkları yasaların tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. a) İptal edilen düzenleme, 2829 sayılı Yasada yer almakta iken bu kez 5434 sayılı Yasaya yerleştirilmiştir. Bu nedenle de iptal edilen düzenleme 'son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılanlar' şeklinde tanımlama yaparken, 5434 sayılı Yasada yer alan yeni düzenleme doğal olarak, 'son defa bu kanun' şeklinde tanımlama yapmıştır. b) Yeni düzenlemede 5434 sayılı Yasayla birlikte, yine doğal olarak, 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışanlar sözcükleri kullanılmıştır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte, bu Yasaya gönderme gerekli hale gelmiştir ve 5510 sayılı Yasanın 5434 sayılı Yasaya ilişkin geçiş hükümlerini içeren geçici 4 üncü maddesine gönderme yapılmıştır. Geçici 4 üncü madde hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılanlar ile 5434 sayılı hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde iken emekliye ayrılanlar aynı statüdedir. Bu teknik farklar dışında, her iki kuralın da anlam ve kapsamı aynıdır. 2829 sayılı Yasa'nın 12 nci maddesinin birinci fıkrasına göre emekli ikramiyesi ödenebilmesi için, son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılma ve kendilerine 2829 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlanma koşullarını taşımak gerekmektedir. Bu koşulları taşıyanlara, T.C. Emekli Sandığına tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen sürelerin toplamı üzerinden 5434 sayılı Yasa hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenecektir. Bu koşullarla birlikte 5434 sayılı Yasa'nın 89 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki '...her tam fiili hizmet yılı için, ... hesaplanacak tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak verilir' hükmü gereğince emekli ikramiyesi alabilmek için, T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerde en az bir yıl çalışmış olmak da gerekmektedir. 5997 sayılı Yasayla değiştirilen yeni kuralda da aynı şekilde son defa 5434 sayılı Yasa veya 5510 sayılı Yasanın geçici 4 üncü maddesine tabi görevlerden emekliye ayrılma söz konusudur. 2829 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesinin birinci fıkrasına göre, birleştirilmiş hizmet süreleri toplamı üzerinden ilgililere, son yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan kurumca, hizmet sürelerinin eşit olması halinde ise eşit hizmet sürelerinden sonuncusunun tabi olduğu kurumca, kendi mevzuatına göre aylık bağlanacaktır.Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 3 Sonuç olarak yeni düzenlemede de, bir yıldan fazla 5434 sayılı Yasa kapsamında görev yaptıktan sonra kamu dışında bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olarak çalışmalarını tamamlayıp 2829 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesi uyarınca yaşlılık aylığı bağlananlara, son defa 5434 sayılı Yasaya veya 5510 sayılı Yasanın geçici 4 üncü maddesine tabi bir görevden emekliye ayrılma koşulunu taşımadıklarından Emekli Sandığına tabi olarak yaptıkları çalışma süreleri için emekli ikramiyesi yine ödenmeyecektir. Anayasanın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 10 uncu maddesindeki 'kanun önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. 2829 sayılı Yasa'da benimsenen sistemle, farklı sosyal güvenlik kuruluşlarındaki hizmet süreleri birleştirilerek emekli olanlara yaşlılık aylığı bağlandığı halde, itiraz konusu ibareyle son defa bağlı olunan sosyal güvenlik kurumuna göre ayırım yapılarak Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılmayanlara, 5434 sayılı Yasaya ve 5510 sayılı Yasanın geçici 4 üncü maddesine tabi çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemesini öngören kuralın, daha önce iptal edilen kuralda olduğu gibi, Anayasanın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine ve adil sonuçlar doğurmadığından 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırılığı devam etmektedir. Ancak, Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı öngörülmüştür. Bu kural gereğince, yasama organı yapacağı düzenlemelerle daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak biçimde yasa çıkarmamak, Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Başta yasama organı olmak üzere yargı ve yürütme, kararların yalnız sonuçları ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Gerekçeleriyle birlikte kararlar, yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Bu nedenle, yasama organı düzenlemelerde bulunurken, iptal edilen yasaya ilişkin kararların sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal edilen yasalarla, sözcükleri ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte yeni yasa çıkarılması, Anayasanın 153 üncü maddesine aykırılık oluşturur. Hukuk devletinde, yasama organını da kapsayacak biçimde devletin bütün organları üzerinde hukukun ve Anayasanın mutlak egemenliği vardır. Yasakoyucu her zaman hukukun ve Anayasanın üstün kuralları ile bağlıdır. Anayasal denetimde bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu nedenle de Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesine yer verilmiştir. Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralın yeniden yasalaştırılmasına Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasındaki bağlayıcılık ilkesi engeldir. Yasama organının iptal edilen kuralın aynını veya benzerini yasalaştırması durumunda AnayasaEsas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 4 Mahkemesi kararlarının etkinliği ortadan kaldırılarak yasaların yargısal denetimi anlamını yitirir. Bir yasa kuralının, Anayasanın 153 üncü maddesine aykırılığından söz edilebilmesi için, iptal edilen önceki kural ile 'aynı' ya da 'benzer nitelikte' olması gerekir. Bunların saptanabilmesi ise öncelikle, aralarında 'özdeşlik', başka bir deyişle, amaç, anlam ve kapsam yönlerinden 'benzerlik' olup olmadığının incelenmesine bağlıdır. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasanın üstünlüğü ilkesi karşısında, iptal edilen bir kurala yeni bir yasa ile geçerlilik sağlanamaz. Anayasa Mahkemesi'nin önceki kararının etkisini ortadan kaldırmaya yönelik bir düzenleme olduğu duraksamaya yer vermeyecek kadar açık olan dava konusu sözcükler, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen daha önceki kuralla aynı içerikte olduğundan Anayasanın 153 üncü maddesine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 16.06.2010 tarihli ve 5997 sayılı Kanunun 14 üncü maddesi ile değiştirilen 5434 Sayılı Kanunun 89 uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve '' sözcükleri Anayasanın 153 üncü maddesine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 16.06.2010 tarihli ve 5997 sayılı Kanunun 14 üncü maddesi ile değiştirilen 5434 Sayılı Kanunun 89 uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve '' sözcükleri Anayasanın 153 üncü maddesine aykırı olduğundan iptaline karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.' B İtiraz başvurusu kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Dava dosyasının incelenmesinden; 5434 sayılı Kanun'a tâbi hizmetleri bulunmakta iken 14/11/2000 tarihinde görevine son verilen, SSK'ya tâbi olarak görev yaptıktan sonra 2829 sayılı Kanun'un 8'inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden 01/06/2008 tarihinden itibaren SSK'ca yaşlılık aylığı bağlanan davacı tarafından, 5434 sayılı Kanun kapsamında Emekli Sandığı'na tâbi olarak geçen hizmet sürelerine tekabül eden emekli ikramiyesinin ödenmesi talebiyle idareye yaptığı başvurunun reddi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. 24/05/1983 gün ve 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tâbi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanun'un 12'nci maddesinin birinci fıkrasında 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılan ve kendilerine bu Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara, T. C. Emekli Sandığına tâbi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen sürelerinin toplamı üzerinden, 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir' hükmü bulunmakta iken, anılan hükmün 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılan ve ...' şeklindeki ibaresi, 05/06/2009 gün ve 27249 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Anayasa Mahkemesi'nin 05/02/2009 gün ve E:2005/40, K:2009/17 sayılı kararı ile iptal edilmiş ve iptal hükmünün kararın Resmî Gazete'deEsas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 5 yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra (05/06/2010 tarihinde) yürürlüğe girmesine karar verilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin bahsi geçen iptal kararının gerekçesinde; '2829 sayılı Yasa'nın 12. maddesinin birinci fıkrasına göre emekli ikramiyesi ödenebilmesi için, son defa T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılma ve kendilerine 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlanma koşullarını taşımak gerekmektedir. Bu koşulları taşıyanlara, T.C. Emekli Şandığına tâbi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen sürelerin toplamı üzerinden 5434 sayılı Yasa hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenecektir. Bu koşullarla birlikte 5434 sayılı Yasa'nın 89. maddesinin birinci fıkrasındaki '...her tam fiili hizmet yılı için, ... hesaplanacak tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak verilir.' hükmü gereğince emekli ikramiyesi alabilmek için, T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerde en az bir yıl çalışmış olmak da gerekmektedir. 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesinin birinci fıkrasına göre, birleştirilmiş hizmet süreleri toplamı üzerinden ilgililere, son yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan kurumca, hizmet sürelerinin eşit olması hâlinde ise eşit hizmet sürelerinden sonuncusunun tâbi olduğu kurumca, kendi mevzuatına göre aylık bağlanacaktır. 1475 sayılı İş Kanunu'nun 14. maddesinin dördüncü fıkrasında 'T.C. Emekli Sandığı Kanunu ve Sosyal Sigortalar Kanununa veya yalnız Sosyal Sigortalar Kanununa tâbi olarak sadece aynı ya da değişik kamu kuruluşlarında geçen hizmet sürelerinin birleştirilmesi suretiyle Sosyal Sigortalar Kanununa göre yaşlılık veya malûllük aylığına ya da toptan ödemeye hak kazanan işçiye, bu kamu kuruluşlarında geçirdiği hizmet sürelerinin toplamı üzerinden son kamu kuruluşu işverenince kıdem tazminatı ödenir.' hükmüne yer verilmiştir. Yukarıdaki düzenlemelere göre, farklı sosyal güvenlik kurumlarındaki hizmet, sürelerinin birleştirilmesiyle 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesi gereğince son yedi yıllık hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olması nedeniyle Sosyal Sigortalar Kurumunca aylık bağlanması hâlinde, aynı veya farklı kamu kuruluşlarında, gerek Emekli Sandığına, gerekse Sosyal Sigortalar Kurumuna tâbi olarak geçmiş olsun, anılan kamu kuruluşlarında geçen toplam hizmet süreleri üzerinden son kamu kuruluşu işveren tarafından ilgiliye kıdem tazminatı ödendiği; son yedi yıllık hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan Emekli Sandığınca aylık bağlanması hâlinde ise son defa Emekli Sandığına tâbi bir görevden emekliye ayrılmayan ilgiliye, emekli ikramiyesi ödenmediği, yalnızca kamuda işçi olarak geçen süreye karşılık kıdem tazminatı ödendiği anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, bir yıldan fazla 5434 sayılı Yasa kapsamında görev yaptıktan sonra kamu dışında bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olarak çalışmalarını tamamlayıp 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesi uyarınca yaşlılık aylığı bağlananlara da, son defa Emekli Sandığına tâbi bir görevden emekliye ayrılma koşulunu taşımadıklarından Emekli Sandığına tâbi olarak yaptıkları çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 6 Anayasa'nın 10. maddesindeki 'kanun önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. 2829 sayılı Yasa'da benimsenen sistemle, farklı sosyal güvenlik kuruluşlarındaki hizmet süreleri birleştirilerek emekli olanlara yaşlılık aylığı bağlandığı hâlde, itiraz konusu ibareyle son defa bağlı olunan sosyal güvenlik kurumuna göre ayırım yapılarak Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılmayanlara, 5434 sayılı Yasaya tâbi çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemesi, Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, adil sonuçlar doğurmadığından 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Bu nedenle itiraz konusu ibare Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' ifadelerine yer verilmiştir. Bu gerekçeye göre; farklı sosyal güvenlik kuruluşlarındaki hizmet süreleri birleştirilerek emekli olanlara yaşlılık aylığı bağlandığı hâlde, son defa bağlı olunan sosyal güvenlik kurumuna göre ayırım yapılarak Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılmayanlara, 5434 sayılı Yasa'ya tâbi çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemesi, Anayasa'nın 10'uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, adil sonuçlar doğurmadığından 2'nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. 2829 sayılı Kanun'un 12'nci maddesinin ilgili ibaresinin Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmesi nedeniyle doğan hukukî boşluğun doldurulması amacıyla çıkarılan ve 01/06/2010 tarihinden itibaren yürürlüğe konulan 5997 sayılı Kanun'un 14'üncü maddesi ile 5434 sayılı Kanun'un 89'uncu maddesinin birinci fıkrası değiştirilerek 'Hizmet sürelerinin tamamı bu Kanun ve/veya 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun geçici 4 üncü maddesi kapsamında geçenlerden emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığı bağlanan veyahut toptan ödeme yapılan asker ve sivil tüm iştirakçilere, her tam fiili hizmet yılı için aylık bağlamaya esas tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak verilir. Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve kendilerine mülga 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tâbi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara ise, bu Kanuna tâbi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen hizmet sürelerinin toplamı üzerinden bu madde hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir. Mülga 2829 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi ile üçüncü fıkrasının son cümlesinin bu maddeye aykırı hükümleri uygulanmaz' hükmü getirilmiştir. Görüldüğü üzere; 2829 sayılı Kanun'un 12'nci maddesinin ilgili ibaresinin iptali nedeniyle 5434 sayılı Kanun'un 89'uncu maddesinin birinci fıkrasında yapılan yeni düzenlemede de, birleştirilen hizmet sürelerinden Emekli Sandığı'na tâbi hizmet süreleri için emekli ikramiyesinin ödenebilmesi için 'son defa 5434 sayılı Kanun veya (5434 sayılı Kanun'a ilişkin geçiş hükümlerini içeren) 5510 sayılı Kanun'un geçici 4'üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılma' koşulu aranmıştır. Dolayısıyla; eşitlik ve hukuk devleti ilkelerini zedelediği için Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 2829 sayılı Kanun'un 12'nci maddesi ile 5434 sayılı Kanun'un 89'uncu maddesinin birinci fıkrasında yapılan yeni düzenlemenin doğurduğu hukukî sonuçlar aynıdır.Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 7 Bu durum; Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının gerekçesinde belirtilen eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri açısından Anayasa'ya aykırılığı devam ettirdiği gibi, iptal hükmünün hukuksal sonuçlarını ortadan kaldıran yeni bir yasal düzenleme yapılmasının, aynı zamanda Anayasa'nın 138'inci maddesinin son fıkrasında yer verilen 'Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.' hükmüne de aykırı düşmektedir. Bu durumda; (19/06/2010 gün ve 27616 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 5997 sayılı Kanun'un 14'üncü maddesi ile değişik) 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu'nun hâlen yürürlükte bulunan 89'uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinin '... Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve ...' şeklindeki ibaresinin, Anayasa'nın 2'nci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesi ile 10'uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine ve 138'inci maddesinin son fıkrası hükmüne aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan Kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması gerekmiştir. Açıklanan nedenlerle; Anayasa'nın 152'nci maddesi uyarınca bakılmakta olan davada uygulanacak olan (19/06/2010 gün ve 27616 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 5997 sayılı Kanun'un 14'üncü maddesi ile değişik) 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu'nun hâlen yürürlükte bulunan 89'uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinin '... Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve ...' şeklindeki ibaresinin Anayasa'nın 2, 10 ve 138'inci maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle, anılan ibarenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, Anayasa Mahkemesi'nin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, beş ay içinde bir karar verilmezse davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, kararın birer örneğinin taraflara tebliğine, işbu kararla birlikte dava dosyası ve içeriği evrakın çıkarılacak birer onaylı örneğinin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, 21/09/2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'" | 3,015 |
Esas Sayısı : 2004/11 Karar Sayısı : 2004/93 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: ... Anayasanın 4709 sayılı Kanun ile değişik 36. maddesi Herkes meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz" hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne göre sanık konumunda bulunan kişilerin mahkeme önünde savunma yapma ve adil yargılanma hakkı bulunmaktadır. Savunma hakkı, Anayasa'nın Kişinin Hakları ve Ödevleri'ni belirleyen bölümünde yer alan temel haklardandır. Savunma hakkı yargılama işlevinin de ayrılmaz bir parçasıdır. Sanık, ceza yargılamasında suçlu olduğu sanılan, yoğun kuşku altında bulunan kimsedir. Bu kuşkunun giderilmesi ve sanığın suçlu da olsa yasada gösterilen cezadan daha fazla cezalandırılmaması gerekir. Savunma hakkı adil yargılamanın vazgeçilemez bir koşuludur. Anayasanın 4709 sayılı Kanunla değişik 13. maddesi Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. hükmünü içermektedir. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununa 4949 sayılı Kanunun 100. maddesiyle eklenen 352/a maddesi Bu konuda yazılı olup cezasının üst sınırı altı aya kadar hafif hapis veya bunlardan biri veya ikisi olan suçların failleri hakkında duruşma yapılmaksızın ceza kararnamesiyle karar verilebilir. Şikayet dilekçesini veya dava beyanını alan Tetkik Mercii, işin ceza kararnamesiyle sonuçlandırılabileceği kanısına varırsa 349 uncu madde hükmünü uygulamaz. Bu takdirde Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 386 ncı maddesinin ikinci fıkrası, 387, 388, 389 uncu maddeleri ve 390 ıncı maddenin birinci ve ikinci fıkraları ile 391 inci maddesi hükümleri uygulanır. Tetkik mercii şikayet konusu ile ilgili dosyayı sanığın nüfus kayıt örneğini ve sabıka kaydını getirtir. Hakim, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunun 388 inci maddesinin birinci fıkrasında belirtilen hususlara ek olarak borcun ödenmesi halinde 354 üncü maddeye göre bütün sonuçlarıyla birlikte cezanın düşeceği hususunu ceza kararnamesine yazar. Hafif hapis cezası içeren ceza kararnamesine itiraz halinde bu kanun hükümlerine göre yargılama yapılır. Ceza kararnamesiyle sadece para cezasına hükmolunduğu hallerde itiraz, tetkik merciinin yargı çevresinde bulunduğu Ağır Ceza Mahkemesi başkanı tarafından incelenir. İtiraz dilekçesinin verilmesi, aleyhine itiraz olunan ceza kararnamesinin yerine getirtilmesini durdurur. Hakim evrak üzerinde yapacağı inceleme sonunda itirazı yerinde görürse itiraz konusu hakkında karar verir. İtiraz üzerine verilen karar kesindir hükmünü, CMUK'nun 386/2. fıkrası Bu ceza kararnamesi ile ancak hafif veya ağır para cezasına veya nihayet üç aya kadar hafif hapis veya bir meslek ve sanatın icrasının tatiline veya müsadereye yahut bunlardan birEsas Sayısı : 2004/11 Karar Sayısı : 2004/93 2 kaçına veya hepsine, CMUK'nun 388. maddesi ise Ceza kararnamesi, tertip edilmiş olan cezadan başka işlenmiş olan suçu, tatbik edilen kanun maddelerini, sübut delillerini ve kararnamenin tebliği tarihinden itibaren sekiz gün içinde Sulh Mahkemesine bir dilekçe takdimi veya bu hususta bir tutanak yapılmak üzere mahkeme katibine yapılacak bir beyan ile itiraz olunabileceği ve aksi halde ceza kararnamesinin icra edileceğini ihtiva eder. Bu tutanak hakime tasdik ettirilir. Mahkum, müddet bitmeden evvel itirazından vazgeçebilir kuralını içermektedir. Kanun maddelerinden de anlaşılacağı üzere hakim, ceza kararnamesiyle sanığı cezalandırırken duruşma açmamakta, sanığı iddiadan haberdar etmemekte ve bir nevi yargılama yapmadan cezalandırmaktadır. CMUK'nun 387. maddesi gereğince hakim duruşma açabilir ise de bu hakimin takdirine bırakılmış ve duruşma açmadan da karar verilebileceği kabul edilmiştir. Aslında ceza kararnamesiyle bir sanığın cezalandırılması Anayasanın 13. maddesinde belirtilen bir sınırlandırma değil, bir hakkın ortadan kaldırılmasıdır. Yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı; A) Mal beyanında bulunmama suçundan açılmış olan bu davada uygulanacak olan 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununa 4949 sayılı Kanunun 100. maddesiyle eklenen 352/a ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 386/2 fıkrasının ve 388. maddesinin Anayasanın 13. ve 36. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından iptallerine karar verilmesi için Anayasanın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına ... karar verildi" | 610 |
Esas sayısı:1969/45 Karar sayısı:1970/21 1 "... I. DAVACININ GEREKÇESİ ÖZETİ: 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu malullüğü adi malullük, vazife ve harp malullüğü (53., 55. ve 64. maddeler) olarak üçe ayırmıştır. 64. maddeye 1145 sayılı Kanunla eklenen (e) fıkrasına göre hazarda ve fevkalâde hallerde talim, tatbikat ve manevra sırasında ve İç Hizmet Kanununun ve Yönetmeliğinin gerektirdiği askerî görevlerle özel kanunların tahmil ettiği diğer görevlerin ifası sırasında ve bu görev ve hizmetlerin çeşitli sebep ve tesirleriyle) vazife malulü olanlar da harp malulü sayılmakta; böylece gerçekte harp malulü olmayanların harp malullüğü tazminatı ve 30/5/1929 günlü, 1485 sayılı Kanuna göre de inhisar bey'iye ikramiyesi almaları sağlanmaktadır. 5434 sayılı Kanun getirdiği (Madde 55) sivil, asker tüm vazife malullerini kapsayan vazife malullüğü müessesesinden asker vazife malullerini 1145 sayılı kanun ayırmış ve bunların harp malullerine tanınan maddî, manevî hak ve olanaklara kavuşturmuştur. Bu durum Anayasa'nın hukuk devleti, sosyal adalet ve eşitlik ilkelerine aykırıdır. Savaş, miletlerarası ve millî hukukta apayrı hükümlere bağlı tutulan bir haldir. Harp malulü, öteki malullerden hukukça farklı durumdadır. Harpte malul olmayan kimseye harp malulü denilmesinin bir hukuk devletinde yeri olmamak gerekir. Hukuk devletinde harp malulü niteliğinin kazanılması Yasa koyucunun takdirine bırakılamaz; ancak belli bir olayın yarattığı durumda doğabilir. Türkiye'nin taraf olduğu milletlerarası anlaşmalar da "vazife malulü" niteliğinin "harp malulü" niteliği ile değiştirilmesine elvermez. Harp şehidi ve malulü kavramının zedelenmesi ve ortadan kaldırılması Türk Milletini geleneklerine aykırı ve savaş gücünü etkiliyecek niteliktedir. Öte yandan 5434 sayılı Kanunun vazife malullüğünü sivil ve asker ayırımı yapmaksızın bir kümede toplamış olmasına karşılık 1145 sayılı Kanun askerî vazife malullerini harp malullüğü kavramı ve kapsamı içine aldığı halde aynı durumdaki vazife malulü sivilleri eski yerlerinde bırakarak vazife malullerini ciddî bir nedene dayanmaksızın farklı muameleye tabi tutmuştur. Bu hal eşitsizlik ve adaletsizlik yaratmaktadır. Askerî vazife malullerine, öteki vazife malullerinden farklı olarak, harp malulü ve şehit unvan ve haklarının tanınması eşitlik ilkesi ve Anayasa'nın 12. maddesinin ikinci fıkrası hükmü ile bağdaşamaz. 1145 sayılı Kanun çıkarılırken Millî Güvenlik Kuruluna danışılmadığı için Anayasa'nın 111. maddesine de aykırılık vardır. Türk Anayasa'sı düzeni, başlangıç bölümünün dördüncü fıkrasında açıklandığı üzere, millî mücadele ruhuna ve Atatürk devrimlerine bağlılık ilkesine dayanır. Millî devletin tarihinde ve Atatürk devrimleri boyunca harp malullüğü kavramı ve statüsü bellidir. Millî Mücadele ruhunun gerekli kılacağı yeni bir durum yok iken harp malulü imal olunamaz. Kanun bu yönden Anayasa'nın başlangıç bölümüne de aykırıdır. Savaş hali için Anayasa, 66., 74., 124, maddeleriyle ayrı bir düzeni öngörmüşken bu istisnaî halin sebep olacağı harp malûllüğü kavramının genişletilmesi Anayasa'nın ruhuna da aykırı düşer. Harp malullüğü kavramında ayrıca gazilik de vardır. Bu unvanın ve haklarının savaşa girmeden kazanılması düşünülemez." | 419 |
Esas Sayısı : 2006/156 Karar Sayısı: 2008/125 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Davacı Ayşe Bengiç tarafından davalı Öz Örnek İnş Eğit. Sağ. Güv. Hizm. San Tic Ltd Şti. aleyhine açılmış olan evlilik nedeniyle işten ayrılmadan doğan kıdem tazminatı alacağına yönelik davanın 02/10/2006 tarihli ara kararı gereğince, İş Hukukumuzda kıdem tazminatı 1475 sayılı Yasanın 14. Maddesinde düzenlenmiştir. 4857 sayılı İş Yasasının yürürlüğe girmesine rağmen, bu yasada kıdem tazminatı yeniden düzenlenmeyerek 1475 sayılı Yasanın 14. maddesinin uygulaması korunmuş ve bu suretle kıdem tazminatına ilişkin 14. madde, 1475 sayılı Yasanın yürürlüğünü sürdüren tek maddesi olarak kalmıştır. 25.08.1971 tarihinde kabul edilip 01.09.1971 tarih 13943 sayılı Resmi Gazete ile yayınlanmakla yürürlüğe giren 1475 sayılı Yasanın ilgili 14. maddesinin ilgili 1. fıkrasında "Bu kanuna tabi işçilerin hizmet akitlerinin: 1 İşveren tarafından bu kanunun 17/II numaralı bendinde gösterilen sebepler (işverenin iş akdinin feshi için dayanabileceği haklı sebepler) dışında, 2 İşçi tarafından bu kanunun 16. maddesi uyarınca (işçi tarafından haklı sebebe dayanılarak), 3 Muvazzaf askerlik hizmeti dolayısı ile, 4 Bağlı bulundukları kanunla kurulu kurum veya sandıklardan yaşlılık, emeklilik veya malûllük aylığı yahut toptan ödeme almak amacıyla; 5 506 sayılı Yasanın 60. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendinin (a) ve (b) alt bentlerinde öngörülen yaşlar dışında kalan diğer şartları veya aynı kanunun Geçici 81. maddesine göre yaşlılık aylığı bağlanması için öngörülen sigortalılık süresini ve prim ödeme gün sayısını tamamlayarak kendi istekleri ile işten ayrılmaları nedeni ile, feshedilmesi veya kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirilmesi veya işçinin ölümü sebebi ile son bulması hallerinde işçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet akdinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücret tutarındaki kıdem tazminatı ödenir. Bir yıldan artan süreler için de aynı oran üzerinden ödeme yapılır" denilmektedir, 1475 sayılı Yasanın ilgili 14. maddesi ile iş akdi her ne suretle sona ererse ersin, tüm işçilere kıdem tazminatı ödenmesi öngörülmemekte olup, özetle, işveren tarafından haklı bir sebebe dayanmadan iş akdi feshedilen işçiye veya haklı bir sebebe dayanarak iş akdini kendisi fesheden işçiye, yasal olarak hak kazandığı emeklilik hakkını kullanması sebebi ile (506 SY'nın 62/1. maddesi yaşlılık aylığının bağlanabilmesi için sigortalı olarak çalıştığı işten ayrıldıktan sonra yazılı istekte bulunma şartını aramaktadır) iş akdini sonlandırmak zorunda kalan işçiye ve nihayet kendi ihtiyarında olmadan, iradesi dışında, (sağlık sorunu, işverene karşı işlemediği bir suç nedeni ile hüküm giymesi veya tutuklanması sebebi ile çalışamayacak olması veya kocasının izin vermemesi sebebi ile kanunun kabul tarihinde yürürlükte bulunan Türk Medeni Yasasının 159. maddesi gereğince çalışamayacak olması) oluşan mücbir bir sebebin varlığı halinde iş akdini feshetmek zorunda kalan işçiye kıdem tazminatı ödenmesi hüküm altına alınmıştır. 01.09.1971 yürürlük tarihli 1475 sayılı Yasanın ilgili 14. maddesi bir kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirilmesi halinde, kadın işçinin kıdem tazminatına hak kazanacağı hükme bağlanmış ise de; 1475 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği tarih itibari ile yürürlükte bulunan 17.02.1926 kabul, 04.10.1926 yürürlük tarihli 743 SayılıEsas Sayısı : 2006/156 Karar Sayısı: 2008/125 2 Türk Kanunu Medenisinin 'Evlenmenin Genel Hükümleri' başlığı altında düzenlenen, Karının Meslek veya Sanatı başlıklı 159. Maddesinde, "Karı koca mallarını idare için hangi usulü kabul etmiş olursa olsun, karı, kocanın sarahaten veya zımnen müsaadesi ile bir iş veya sanat ile iştigal edebilir. Kocanın izinden imtinaı halinde karı, kendisinin bir iş veya bir sanatla iştigal etmesi birliğin veya bütün ailenin menfaati icabı olduğunu ispat ederse, bu izin hakim tarafından verilebilir. Koca, karısını bir iş veya sanat ile iştigalden menettiği taktirde keyfiyet noter marifeti ile ilan edilmedikçe hüsnüniyet sahibi üçüncü şahıslara karşı hüküm ifade etmez." hükmü yer aldığından, karının (evli kadının) çalışması, yasal olarak kocasının iznine bağlı bulunduğundan, kocasının izin vermemesi halinde, kendi iradesi dışında bir sebeple yani mücbir bir sebeple çalışamayacak olan kadına 1475 SY'nın 14. maddesindeki genel amaca uygun olarak kıdem tazminatı ödenmesinin hükme bağlandığı; ancak 743 sayılı Türk Medeni Kanununun 159. maddesinin Anayasa Mahkemesinin 29.11.1990 tarih 1990/30 E 1990/31 K sayılı ilamı ile iptal edildiği gibi, 08.12.2001 tarih 162 sayılı Resmi Gazete ile yayımlanan 22.11.2001 kabul 01.01.2002 yürürlük tarihli 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 'Evlenmenin Genel Hükümleri' başlığı altında düzenlenen, Eşlerin Meslek ve İşi başlıklı 191. maddesinde: "Eşlerden her biri, meslek veya iş seçiminde diğerlerinin iznini almak zorunda değildir. Ancak, meslek ve iş seçiminde ve bunların yürütülmesinde evlilik birliğinin huzur ve yararı göz önünde tutulur." Hükmüne yer verilmekle kadının çalışması, kocanın iznine bağlı olmaktan çıkartılmıştır. Bununla birlikte 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin 'Evlenmenin Genel Hükümleri' başlığı altında düzenlenen, kocanın hak ve görevlerini düzenleyen 152. maddesinde 'kocanın (evlilik) birliğin reisidir. Evin intihabı (seçimi) karı ve çocukların münasip veçhile iaşesi ona aittir."; karının hak ve görevlerini düzenleyen 152. maddesinde ".... Kadın müşterek saadeti temin hususunda gücü yettiği kadar kocasının muavin (yardımcısı) ve müşaviridir (danışmanıdır). Eve kadın bakar." hükümleri yer almakla eşler arasında erkeğe evi geçimini sağlama görevi yüklenmiş iken; kadına da evin bakımı ve ev hizmetleri görevi yüklenmekle, kadının asli görevinin ev işleri olarak kabul edilmesi ve eşinden bu hususta yardım beklemesi dahi yasal bir hak olarak verilmemiş, kadının evlenmesi sebebi ile yasa ile yalnızca kendisine yüklenen evin bakım işlerini yapabilmesi için iş hayatından çekilmesinin kabul edilebilir bir zorunlu neden görülebileceği gibi, ikametgahın seçim hakkının kocaya verilmesi sebebi ile, kocasının seçtiği yerde oturmak zorunda kalan kadının, ihtiyarında olmadan oturmak zorunda kaldığı yeni ikametgahı sebebi ile işine devam edemeyecek olmasının da zorunlu bir neden olarak ortaya çıkabileceği düşünülebilecek iken; 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 'Evlenmenin Genel Hükümleri' başlığı altında düzenlenen hükümler ile ikametgahın belirlenmesi hak ve yetkisinin, ailenin geçiminin sağlanması veya evin bakım ve işlerinin eşlerden herhangi birine yüklenmediği gibi; evlilik birliğini ilgilendiren ikamet yerinin seçimi gibi konularda ortak karar alma esasının getirildiği ve ortak karar alınmasının mümkün olmadığı hallerde ise aile konutu hakkında 194. madde ile diğer hususlarda ise 195. madde ile hakim müdahalesine başvurulması, bu durumda da esas olarak eşlerin ortak rızası ile uzman kişilerin yardımı ile belirleme yapılması esasının getirildiği; buna göre evlilik birliği içerisinde kadının ve erkeğin hak ve yükümlülüklerinin eşit hale getirilmekle, kadının eşinin kararları ile bağımlı olmaktan çıkarıldığı; her iki eşin de evlilik birliğinin yürütülmesinde ortak hak ve sorumluluklara sahip hale getirildiği, bu sebeple de kadının asli görevinin evin bakım ve hizmetleri olduğu, kocasının seçtiği ikametgahı kabul etmek zorunda olduğu bu sebeple de evlenme sebebi ile iş akdinin feshi için zorunlu ve kaçınılmaz bir sebebin doğduğunun ileri sürülemeyeceği açıktır. Buna göre 1475 sayılı Yasanın 14. maddesinin yürürlüğe girdiği tarih itibari ile kadının evlenmesi halinde iş akdinin feshi sebebini doğurabilecek bir zorunlu sebebin doğabilmesiEsas Sayısı : 2006/156 Karar Sayısı: 2008/125 3 mümkün iken, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesinden sonra böyle bir mücbir sebebin kadın açısından doğabileceğinden bahsedilemez. Öte yandan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile aile ikametgahının seçilmesi hakkı eşlerden birine (erkeğe) bırakılması yönündeki eşitliğe aykırı hüküm ortadan kaldırılarak bu yönde taraflara eşit hak tanınıp, anlaşamamaları halinde hakime başvuruda bulunma hakkı tanınarak Anayasanın eşitlik ilkesine uygun bir hüküm getirmekle birlikte; 1475 sayılı Yasanın 14. maddesinin "kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirilmesi" halinde, kadın işçinin kıdem tazminatına hak kazanacağı hükmü varlığını sürdürmekle, pratikte, ayrı yerlerde çalışmaları sebebi ile eşlerden birinin iş akdini feshetmek zorunda kalması halinde, (evlenen erkeğe, iş akdini, evlilik veya aile birliğinin korunması amacı ile feshetmesi halinde kıdem tazminatı hakkı tanınmadığından) evlenen kadına, iş akdini feshetme ve işinden ve ikamet ettiği yerden ayrılmayı kabul etme zorunluluğu doğuracağı ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile getirilen eşitlik ilkelerinin zedeleneceği de açıktır. Öyle ki taraflar anlaşamayarak uyuşmazlığın çözümünde hakime başvurma yolunu seçseler dahi; hakim vereceği kararda, evlilik birliği ve tarafların çıkarlarının gözettiğinde eşlerden kıdem tazminatı almaksızın iş akdini feshederek ikametgahını değiştirecek olan erkek eşin değil, kıdem tazminatını alarak iş akdini feshederek diğer eşin ikametgahına gidebilecek olan kadının, erkeğin (işyerine bağlı) ikamet yeri seçimine uymasını daha uygun bulabileceğinden, bu madde tarafların, mahkeme huzurundaki, medeni kanundan doğan hukuksal haklarının kullanmalarında eşitliklerini bozacak şekilde etki edecektir. Her ne kadar, toplumsal yapımızdan ve kız ve erkek çocuklarının yetiştirilmesindeki eski ve yanlış geleneklere bağlı aile içi ve dışı eğitim sistemindeki çarpıklıklardan ve buna bağlı olarak Türk ailesinin henüz mevcudiyetini koruyan geleneksel yapısından ötürü; evlilik içerisinde, erkek eşin kadın eşine karşı baskın olması ve uygulamada, yasalar ile getirilmeye çalışılan eşitliğin sağlanamamış olması sebebi ile erkeğin kadın üzerindeki baskısının devam ettiği bir gerçek ise de; yasa koyucunun ve uygulanan yasaların temel alması gereken esasların, mevcut yanlış uygulamalar olmayıp, olması gereken, doğru, hakkaniyete ve hukukun temel ilkelerine uygun düzenlemeler olması; yani toplumdaki yanlış uygulamaların yasalara yön vermesinin değil, yasalar ile getirilen hukuka uygun kuralların topluma yön vermesi gerektiği; aksi halde toplumdaki yanlışlık ve eksikliklerin giderilmesinin mümkün olmadığı da bir gerçektir. Yine 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile evli kadın ve evli erkeğin çalışması eşit koşullara kavuşturulduğu halde; kadın işçinin evlendikten sonraki 1 yıl içerisinde iş akdini feshetmesi halinde kıdem tazminatına hak kazandığı halde, erkek işçinin evlendikten sonraki 1 yıl içerisinde iş akdini feshetmesi halinde kıdem tazminatına hak kazanamamasının, erkek işçi ile kadın işçi arasında eşitsizlik yaratmakta olup, bu durum hem 4857 sayılı Yasanın Eşit Davranma ilkesini düzenleyen 5. maddesi ile çelişki yarattığı gibi; hem de Anayasamızın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine, aykırıdır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesi ile oluşan bu yeni durum karşısında, olaya işveren açısından bakıldığında ise, kadın işçinin evlendikten sonraki 1 yıl içerisinde iş akdini feshetmesi, artık kadının, yasalar kapsamında çalışması eşinin iznine bağlı olmadığından, tamamen kendi özgür iradesi ile yapmış olduğu bir seçim olup, işverenin çalışmak yerine ev kadını olmayı tercih eden işçisine, işverenden kaynaklanan bir hata olmadığı ve kadın işçinin hiçbir haklı veya yasal mücbir sebebe dayanmadan iş akdini feshetmesine rağmen, işvereni kıdem tazminatı ödeme yükümlülüğü altına sokulması anlamına gelecektir ki bu durum maddenin düzenleniş amacına aykırı olacağı gibi işveren aleyhine de eşitsizlikEsas Sayısı : 2006/156 Karar Sayısı: 2008/125 4 yaratacağı gibi bu halde haklı ve mücbir bir gerekçeye dayanmadan iş akdini fesheden diğer işçiler ile evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdiren kadın işçi arasında eşitsizliğe sebep olacaktır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle 08.12.2001 tarih 162 Sayılı Resmi Gazete ile yayımlanan 22.11.2001 kabul 01.01.2002 yürürlük tarihli 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesi ile evlenen kadın işçinin çalışması, kocasının iznine tabi olmaktan çıkartılmakla, 25.08.1971 tarihinde kabul edilip 01.09.1971 tarih 13943 sayılı Resmi Gazete ile yayınlanmakla yürürlüğe giren 1475 sayıl Yasanın ilgili 14. maddesinin ilgili 1. fıkrasının 'kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirilmesi' halinde kıdem tazminatı ödeneceğine ilişkin hüküm; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile evli kadın ve evli erkeğin çalışması eşit koşullara kavuşturulduğu halde; kadın işçinin evlendikten sonraki 1 yıl içerisinde iş akdini feshetmesi halinde kıdem tazminatına hak kazandığı halde, erkek işçinin evlendikten sonraki 1 yıl içerisinde iş akdini feshetmesi halinde kıdem tazminatına hak kazanamamasının, erkek işçi ile kadın işçi arasında eşitsizlik yarattığı gibi, evlendikten sonraki 1 yıllık dönemde eşlerden birinin aile birliğinin sağlanması amacı ile iş akdini feshetmek zorunluluğu doğacağı durumlarda, kadının kıdem tazminatına hak kazanacak olması sebebi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanun ile getirilen eşitlik uygulamasını zedeleyecek şekilde iş akdini feshetmeyi kabullenmek zorunda bırakacağı ve işverenin çalışmak yerine ev kadını olmayı tercih eden işçisine, işverenden kaynaklanan bir hata olmadığı ve kadın işçinin hiçbir haklı veya yasal mücbir sebebe dayanmadan iş akdini feshetmesine rağmen, işvereni kıdem tazminatı ödeme yükümlülüğü altına sokulması sonucunu doğuracak olup, bu halde haklı ve mücbir bir gerekçeye dayanmadan iş akdini fesheden diğer işçiler ile evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdiren kadın işçi arasında eşitsizliğe sebep olacağından, 1475 sayılı Yasanın ilgili 14. maddesinin ilgili 1. fıkrasının 'kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirilmesi' halinde, kıdem tazminatı ödeneceğine ilişkin hüküm Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine aykırı olması sebebi ile iptaline karar verilmesi taktirlerinize sunulur."" | 1,898 |
Esas Sayısı : 2019/4 Karar Sayısı : 2021/78 1 18. 10.1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu düzenlenmiştir. Hukuk devletinin bir gereği olan hukuki güvenlik ilkesi, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (Anayasa Mahkemesi 26.12.2013 gün ve E.2013/67, K2013/164) Hukuk devleti ilkesi ve ceza hukukunun temel ilkeleri arasında yer alan ne bis in idem ilkesinin yer aldığı Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesine ek 7 no.lu Protokol 08.04.2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 28.3.2016 tarihli ve 2016/8717 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmış ve 01.08.2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ülkemiz yönünden de 01.08.2016 tarihi itibarıyla Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesine ek 7 no.lu Protokolün içerdiği hak ve güvenceler Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesine ek hak ve güvenceler olarak işlem görmeye başlamıştır. Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesine ek 7 Numaralı Protokolün 4. maddesinde düzenlenmiş olan ne bis in idem ilkesinin uygulanmasına yönelik olarak Avrupa İnsan Haklan Mahkemesince verilmiş olan kararlar incelendiğinde, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesinin, mükerrerlik kavramıyla ilgili içtihadının yargılamalar arasında esas ve zaman bakımından yakın bir bağlantı olması ölçütünün yorumuna göre şekillendiği anlaşılmaktadır. Nitekim, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi A ve B/Norveç kararında içerik ve süre yönünden yakın bağlantılı olma ölçütünün unsurlarını belirlemiştir. A ve B/Norveç kararında AIHM farklı yaptırımların bütünlüklü amaçlara yönelik olmasını, birden çok yargılama (cezai/idari) sürecinin Öngörülebilir olmasını ve yargılama süreçlerinin karşılıklı etkileşime açıklığı ile delillerin toplanması ve değerlendirilmesi açısından mümkün olduğunca tekrara yer vermemesini, ilk bitirilen yargılamanın sonucunun, ikinci yargılamada dikkate alınmasını içerik ve süre yönünden yakın bağlantılı olma ölçütünün unsurları olarak vurgulamıştır. 213 sayılı Kanunun itiraza konu edilen 340. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 213 sayılı Kanunda yazılı vergi ziyaı cezası ve usulsüzlük cezaları ile 359. maddede ve diğer kanunlarda yazılı cezalar; içtima ve tekerrür hükümleri bakımından birleştirilemedikleri, 359.maddenin son fıkrası gereğince, kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında 359. maddede yazılı cezaların uygulanmasının 344. maddede yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmemesi ile aynı Kanunun 366.maddesinin dördüncü fıkrası gereğince 359. maddede yazılı suçlardan dolayı cezaya hükmedilmesinin, vergi ziyaı cezası veya usulsüzlük cezalarının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmeyeceğinin düzenlenmiş olması nedeniyle vergi hukuku mevzuatımızda aynı eylem hem suç hem de kabahat olarak nitelendirildiği için vergi mükelleflerine vergi ceza yaptırımı yanında hürriyeti bağlayıcı ceza da uygulanabilmektedir. Gene, 213 sayılı Kanunun 344. maddesinde vergi kaçakçılığı suçlarından birinin işlenmesi yoluyla vergi ziyama sebep olunması halinde ziyaa uğratılan verginin üç katı kadarEsas Sayısı : 2019/4 Karar Sayısı : 2021/78 2 ceza kesilmesi öngörülmekte bu halde vergi ziyaı cezasına ilişkin yargılamaya idari yargıda (vergi mahkemesinde) vergi kaçakçılığı suçuna ilişkin yargılamaya ise adli yargıda (ceza mahkemesinde) birbirinden farklı iki yargılama süreci olarak devam edilmektedir. 213 sayılı Kanunun 367. maddenin son fıkrasında ceza mahkemesi kararlarının vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararların da ceza hakimini bağlamayacağı düzenlenmiş olduğundan, yargı uygulamasında vergi mahkemesi ile ceza mahkemesi arasında da bir etkileşim söz konusu olmamaktadır. Nitekim yerleşik Danıştay içtihatı uyarınca ceza mahkemesi karan hükme esas alınamadığından ceza yargılamasından berat etmiş bir sanığa mükellef sıfatıyla kayba uğratılan verginin üç katı (tekerrür uygulandığı hallerde dört buçuk katı) oranında kesilen vergi ziyaı cezası mevzuata uygun bulunabilmektedir. Somut norm denetimine konu kanun düzenlemeleri gereğince aynı eylem hem suç hem de kabahat olarak nitelendirildiği için vergi ceza yaptırımı yanında hürriyeti bağlayıcı cezanın da kesiliyor olması, gene aynı fiilden kaynaklanan yargılamalar sonucunda verilecek kararların birbiri ile çelişen sonuçlar içermesi halinde dahi birbirini bağlamayacak olması karşısında, ilgili düzenlemelerin hukuki güvenlik ilkesine dolayısıyla; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2.maddesinde düzenlenmiş olan hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturduğu sonucuna varılmıştır. SONUÇ VE TALEP Üstte yer verilen gerekçeler veri alındığında itiraz konusu 4/1/1961 günlü, 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 340.maddesinin birinci fıkrasında yer alan Bu kanunda yazılı vergi ziyaı cezası ve usulsüzlük cezaları ile 359 uncu maddede ve diğer kanunlarda yazılı cezalar; içtima ve tekerrür hükümleri bakımından birleştirilemez. düzenlemesi, 359.maddesinin son fıkrasında yer alan, Kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında bu maddede yazılı cezaların uygulanması 344 üncü maddede yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez. düzenlemesi ile aynı Kanunun 367.maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan 359 uncu maddede yazılı suçlardan dolayı cezaya hükmedilmesi, vergi ziyaı cezası veya usulsüzlük cezalarının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez. gene beşinci fıkrasında yer alan Ceza mahkemesi kararları, bu Kanunun dördüncü kitabının ikinci kısmında yazılı vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararlar da ceza hâkimini bağlamaz düzenlemelerinin Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 340. maddesinin birinci fıkrasında yer alan Bu kanunda yazılı vergi ziyaı cezası ve usulsüzlük cezaları ile 359 uncu maddede ve diğer kanunlarda yazılı cezalar; içtima ve tekerrür hükümleri bakımından birleştirilemez. düzenlemesi, 359. maddesinin son fıkrasında yer alan, Kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında bu maddede yazılı cezaların uygulanması 344 üncü maddede yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez düzenlemesi ile aynı Kanunun 367. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan 359 uncu maddede yazılı suçlardan dolayı cezaya hükmedilmesi, vergi ziyaı cezası veya usulsüzlük cezalarının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez. gene beşinci fıkrasında yer alan Ceza mahkemesi kararları, bu Kanunun dördüncü kitabının ikinci kısmında yazılı vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararlar da ceza hâkiminiEsas Sayısı : 2019/4 Karar Sayısı : 2021/78 3 bağlamaz düzenlemelerinin Anayasanın 2. maddesine ay kın olduğu gerekçesiyle iptalinin istenilmesine, dava dosyasının tüm belgelerinin onaylı sureti ile karar aslının Anayasa Mahkemesine sunulmasına, iş bu karar ile dosya suretinin Anayasa Mahkemesine ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine 14/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 4 ... 1 ) 14 Mart 1985 tarihinde imzalanan 11 Nolu Ek Protokol ile değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye ek 7 nolu Protokolün onaylanmasını uygun bulunması hakkındaki 6684 sayılı kanun, 25 Mart 2016 tarih 29664 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmıştır. 7 numaralı ek protokolün Onaylanmasını kararlaştıran 2016/8717 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile resmi Türkçe çevirisi 08/04/2016 ve 29678 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Onay belgeleri 02/05/2016 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine tevdi edilmiş ve bu işlemler sonucunda Protokol Türkiye Cumhuriyeti bakımından 01/08/2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir ve bu tarihten itibaren bağlayıcılık kazanmıştır. Anayasamızın 2. maddesi hükmünde belirtilen Hukuk Devletinin özellikleri Anayasa Mahkemesinin bir dizi kararında vurgulanmış olup; Hukuk Devleti, insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan, devlettir. Ülkemizin taraf olduğu ve usulüne uygun bir şekilde onaylanarak iç hukukumuz yönünden bağlayıcı hale gelen Ek 7 Nolu protokolün aynı suçtan iki kez yargılanmama ve cezalandırılmama hakkını düzenleyen 4. maddesinin 3. fıkra hükmünde Sözleşmenin 15. maddesine dayanmak suretiyle herhangi bir istisna getirilemez denilmek suretiyle; 4. madde ile koruma altına alınan, aynı suçtan iki kez cezalandırılmama ve yargılanmama hakkının İSTİSNASIZ BİR İNSAN HAKKI olduğunu kabul etmiştir. İşbu nedenlede; Anayasamızda açıkça belirtildiği şekli ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan bir Hukuk Devleti olmasının gereğinin yerine getirilmesi ve iç hukukumuzda yer alan, iki kez cezalandırılmama ve yargılanmama hakkını ihlal edici düzenlemelerin iptali gerekmektedir. Anayasamızın 90. maddesinin son fıkra hükmünde Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır denmektedir. 90. maddenin son fıkra hükmü çerçevesinde değerlendirildiğinde, ülkemizin taraf olduğu EK 7 nolu protokolün onaylanması usulüne uygun bir şekilde yürürlüğe girdiğinden, protokolün 4. maddesi, yürürlüğe girmiş bir Anayasa hükmü niteliği kazanmıştır. Buna bağlı olarak, protokol hükmüne aykırı kanun hükmü konması, bu şekilde protokol hükmünün özel kanun hükmü ile bertaraf edilmesinin önü kapanmıştır. Protokole taraf olmazdan önce iç hukukumuzda yürürlükte olan kanun hükümlerinin varlığını devam ettirmesi ise; anayasa hükmü niteliği kazanmış uluslararası sözleşme hükümlerinin bu yolla bertaraf edilmesi sonucunu doğuracaktır. Anayasamızın 11. maddesinde Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ile kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz denmektedir.Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 5 Usulüne uygun şekilde yürürlüğe konulmuş olan EK 7 nolu protokolün 4. maddesi hükmü, Anayasa maddesi hükmü niteliği kazandığından iç hukukumuzda yer alan ve maddenin güvence altına aldığı hakları ihlal eden kanun hükümlerinin iptalleri gerekmektedir. 2 ) A.İ.H.S. Ek 7 nolu protokolünün 4. maddesi hükmü şöyledir. Hiç kimse bir devletin ceza yargılaması usulüne ve yasaya uygun olarak kesin bir hükümle mahkum edildiği ya da beraat ettiği bir suçtan dolayı aynı devletin yargısal yetkisi altındaki yargılama usulleri çerçevesinde yeniden yargılanamaz veya mahkum edilemez. İtiraza konu 213 sayılı Yasanın 359/b ve 340. madde hükümlerinin Ek 7 nolu protokol ile güvence altına alınmış iki kez cezalandırılmama ve yargılanmama hakkını ihlal edip etmediğine yönelik olarak, vergi kaçakçılığı suçu işlendiğinde vergi idaresince uygulanan ek yükümlülüklerin (idari para cezalarının), verginin geç tahakkuk ettirilmesinden doğan zararının tazminine mi yönelik yoksa vergi yükümlülerini fiili işlemekten caydıracak nitelikte cezalandırılmaya mı yönelik olduğunun araştırılması gerekir. 213 sayılı Vergi Usul Kanunumuzda yer alan 341. maddesinde; Vergi ziya ı, mükellefin veya sorumlunun vergilendirme ile ilgili ödevlerini zamanında yerine getirmemesi veya eksik yerine getirmesi yüzünden, verginin zamanında tahakkuk ettirilmemesi veya eksik tahakkuk ettirilmesi olarak tanımlanmıştır. 344. maddesinin ikinci fıkrasında ise Vergi ziya ına 359 uncu maddede yazılı fiillerle sebebiyet verilmesi halinde bu cezanın üç kat uygulanacağı hüküm altına alınmıştır. İlgili madde hükümleri Vergi Usul Kanunun Ceza Hükümleri Başlıklı Dördüncü Kitabının İkinci Kısmında yer almaktadır. Özel ödeme zamanları başlıklı 112. maddenin 3. fıkrasında dava konusu yapılmaksızın kesinleşen vergilere, kendi vergi kanunlarında belirtilen ve tarhiyatın ilgili bulunduğu döneme ilişkin normal vade tarihinden itibaren, son yapılan tarhiyatın tahakkuk tarihine kadar; dava konusu yapılan vergilerin ödeme yapılmamış kısmına, kendi vergi kanunlarında belirtilen ve tarhiyatın ilgili bulunduğu döneme ilişkin normal vade tarihinden itibaren, yargı organı kararının tebliğ tarihine kadar geçen süreler için 6183 sayılı Kanuna göre tespit edilen gecikme zammı oranında gecikme faizi uygulanır. Gecikme faizi de aynı süre içinde ödenir. Gecikme faizinin hesaplanmasında ay kesirleri nazara alınmaz hükmü bulunmaktadır. Fıkra hükmünde açıkça görüleceği üzere vergi idaresinin verginin geç tahakkuk ettirilmesinden yada geç ödenmesinden kaynaklanan zararlarını gidermek, tazmin etmek üzere bir kanun maddesi vergi mevzuatımızda mevcuttur. Vergi Usul Kanunda vergi idaresinin verginin geç tahakkuk ettirilmesinden doğan zararını gidermek (Tazmin etmek) üzere 112. madde hükümlerinin varlığı, uygulanacak vergi ziya ı cezasının Vergi Usul Kanun Ceza Hükümleri Kitabında tanımlı olduğu, uygulanan cezanın 3 kat olduğu dikkate alındığında, 359. madde kapsamındaki vergi kaçakçılığı suçlarına uygulanan vergi ziya ı cezalarının idarenin uğradığı zararın tazminine yönelik olmayıp, mükellefleri caydırıcı olmak adına CEZALANDIRMA amacına yönelik olduğu ortaya çıkmaktadır. Şahsın cezalandırılmasına/yargılanmasına neden olan suçların aynı olup olmadığı da değerlendirilmelidir. Mahkemenin yargılamasını yaptığı davada şikâyetçi, Kamu adına Bursa Vergi Dairesi Başkanlığına izafeten Bursa Küçük ve Orta Ölçekli Mükellefler Grup Başkanlığıdır, sanık ise şikayetçi Bursa Vergi Dairesi Başkanlığının; 2011 2012 2013 yıllarında ticari defterlerinde işli olan mal alımlarına ilişkin faturaların sahte belge olduğunun kabul edilmesi nedeniyle Vergi ziya ı cezası uyguladığı firmanın sahibidir.Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 6 Ceza davasının ve idari yaptırımın (vergi ziya ı cezasının) tarafları aynıdır, zaman ve yer bakımından ayrılmaz bağlantı vardır ve olay bütünlük taşımaktadır. Buda göstermektedir ki sanığa aynı suçtan hem idari yaptırım (vergi ziya ı cezası) uygulanmış, hemde hürriyeti bağlayıcı ceza ile yargılanmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek 7 Nolu Protokolünün 4. maddesi aynı zamanda iki defa yargılanmama hakkını da güvence altına almaktadır. Bu hakkın ihlal edilip edilmediğinin tespiti sırasında, iç hukukumuzdaki düzenlemeler incelenerek paralel bir yargılama olup olmadığının ortaya konması gerekir. Ülkemizde yürürlükte olan mevzuatlara göre; vergi kanunlarındaki idari yaptırımlar ile hürriyeti bağlayıcı ceza yaptırımlarının farklı yetkililer tarafından uygulandığı tartışmasızdır. İdari Yargılama Usulü Kanununda yer alan düzenlemelere bağlı olarak vergi cezalarına yönelik başvurularda yargılamanın yapıldığı mahkemeler, İdari Yargı Kolunda örgütlendirilmiş Vergi Mahkemeleridir. Ceza yargılaması ise Adli Yargı kolunda örgütlendirilmiş Ceza Mahkemelerinde yapılmaktadır. Vergi Usul Kanun 367. maddesinde yer alan düzenlemede Ceza mahkemesi kararları, bu Kanunun dördüncü kitabının ikinci kısmında yazılı vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararlar da ceza hâkimini bağlamaz denmektedir. İdari Yargı Kolunda yer alan mahkemeler ile Adli Yargı Kolundaki kolunda ki mahkemelerin birbiri ile ilişkisinin olmadığı ve yargılamaların birbiri ile alakası olmayan yargı makamları tarafından yapıldığı hususu tartışmasızdır. Her iki mahkeme yargılama sırasında kendilerine özgü yöntemleri kullanmakta ve 213 sayılı V.U.K.nun 367. maddesinde yer alan düzenleme dikkate alındığında, kararlarında birbirlerinden etkilenmediği, kesinleşmelerinin birbirinden bağımsız olduğu açıktır. İç hukukumuzda; cezai ve idari yaptırımlarının farklı yetkililer tarafından uygulandığı, yargılamalarının birbiri ile alakalı olmayan yargı makamları tarafından yapıldığı, yargı makamlarının izledikleri yolların kendilerine özgü oldukları, birbirlerinin kararlarından etkilenmediği, kesinleşmelerinin birbirinden bağımsız olduğu dikkate alındığında, Vergi ziya ı cezalarına yönelik olarak Vergi Mahkemelerinde yapılan yargılamalar ile Asliye Ceza Mahkemelerinde yapılan yargılamalar paraleldir ve bu durum Ek 7 nolu Protokolün 4. maddesi ile güvence altına alınmış iki kez yargılanmama hakkını ihlal etmektedir. İptali talep olunan 213 sayılı Yasanın 340. maddesinin 2. fıkrası Bu Kanunla vergi cezasıyla cezalandırılan fiiller, aynı zamanda 359 uncu maddeye göre suç teşkil ettiği takdirde vergi cezası kesilmesi söz konusu madde hükmüne göre takibat yapılmasına engel olmaz şeklindedir. 213 sayılı Vergi Usul Kanununda yer alan idari yaptırımlar (özel usulsüzlük vergi ziya ı cezası) ile amaçlanan, vergi mükelleflerinin vergi kanunlarına uyması durumunda katlanacağı maddî külfet ile kanunlara uymadığı takdirde uğrayacağı yaptırımı karşılaştırarak, kanunlara uymayı tercih etmesini sağlamak ve bu yolla kamu düzenini tesis etmektir. Sanığın yargılamasının yapıldığı 359. maddenin (b) fıkrasında yer alan hürriyeti bağlayıcı ceza ile de amaçlanan, caydırıcılık ve suçluluğun azaltılması yolu ile kamu düzenin tesis edilmesidir. 213 sayılı Yasada yer alan idari yaptırımlar ile hürriyeti bağlayıcı cezaların amacı ve koruduğu hukuki değer aynıdır. Fiilin unsurları arasında fark yoktur.Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 7 Vergi suçu işleyenler, Vergi Usul Kanunun 344. maddesine bağlı olarak vergi ziya ı cezası ile cezalandırılırken ayrıca 359. maddesinin (b) fıkrasına dayalı olarak hapis cezası ile cezalandırılmaktadır. Bu durumda ortaya, vergi aslının ve faizinin mükellefçe ödenmesi yükümlüğünün dışında, işlenen kaçakçılık suçuna karşı failin hapis cezası ile cezalandırılması, buna ek olarak aynı eylemden dolayı vergi ziya ı cezası ile parasal olarak cezalandırılması sonucu doğmaktadır. Neticede kişi, aynı hukuka aykırı fiilinden; aynı amaç, hukuki yarar ve unsurdan dolayı iki defa cezalandırılmaktadır. Vergi Usul Kanunun 340. maddesinin ikinci fıkrasında mevcut olan düzenleme mevcut hali ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Ek 7 Numaralı Protokolünün 4. maddesi ile güvence altına alınmış İki Defa Cezalandırılmama ve Yargılanmama İnsan Hakkını ihlal etmektedir. Sonuç olarak; kamu idaresinin vergi mükelleflerinin vergiyi geç tahakkuk ettirmesinden doğan zararını gidermek, tazmin etmek üzere yasal düzenleme vergi usul kanununda mevcut olduğundan, 359. madde kapsamında vergi suçu işlendiğinde uygulanan vergi ziya ı cezasının 3 kat uygulanması ve hükmün vergi mükelleflerini caydırmaya yönelik olarak V.U.K.nun CEZA hükümleri kitabında yer alıyor olması dikkate alındığında, ilgili suça karşılık vergi mükelleflerine parasal ceza yanında , hürriyeti bağlayıcı ceza uygulanması, yargılamaların paralel olması, A.İ.H.S. Ek 7 Nolu Protokol ile güvence altına alınmış iki kez cezalandırılmama ve iki kez yargılanmama hakkının ihlal etmektedir. Mevcut halleri ile 213 sayılı Yasanın 359/b maddesi ile 340. maddenin 2. fıkrası Anayasanın 2., 11. ve 90. maddenin son fıkrası hükümlerine aykırı olup iptali gerekir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda arz olunan nedenlerle; 213 sayılı Yasanın 359/b maddesi ile aynı yasanın 340. maddesinin 2. fıkrasının Anayasanın 2., 11. maddeleri ile 90. maddesinin son fıkra hükmüne aykırı olduğundan iptallerine karar verilmesi talep olunur. | 2,511 |
Esas Sayısı: 1991/27 Karar Sayısı: 1991/50 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: İptal istemini içeren 9 Temmuz 1991 günlü başvurudaki gerekçeler aynen şunlardır: "Anayasanın 7. maddesi, yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğunu ve bu yetkinin devredilemeyeceği kuralını getirmiş; 8. maddede, "Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir." denilmiş; 9. maddede ise, yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı kuralına yer verilmiştir. Anayasa, böylece egemenliğin kullanılmasında yetkili organları belirlemiş ve kuvvetler ayrımını Anayasanın temel ilkesi yapmıştır. Bu ilke. Türkiye Cumhuriyetinin, Anayasanın 2. maddesinde sayılan, Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayalı demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti niteliklerinin de dayanağıdır. Kuvvetler ayırımı, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, bel1! devlet yetkilerinin kuşanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliğidir. Üstünlük, sadece Anayasa ve yasalardadır. Böylece, demokratik hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi ve özgürlüklerin korunması güvence altına alınabilir. İdari bir işlem ve tasarruf nasıl yasaya uygun olması gerekiyorsa; o yasada Anayasa uygunluk taşımalıdır. Bu anayasal denetim mekanizması yeterince işler ve çalışırsa, aranılan güvence sağlanmış olur. Yasaların çıkartmasında, üstün olan Anayasaya uygunluğa gerekli özen gösterilmez ve buna uyulmaz; keza, Anayasaya aykırılığı Anayasa Mahkemesi kararlan ile saptanmış ve tescil edilmiş yasalar aynen ve benzeri kuralları bünyesine alarak Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın yeniden çıkarılırsa, kişi hak ve özgürlüklerinin güvence altında ve devletin niteliğinin "hukuk devleti" olduğunu söylemek olanak dışıdır. İşte, yukarıki paragrafta sergilenen tehlike Anayasa dışı tutum, hukuk, tanımaz davranış ve uygulamasına çarpıcı bir örnek 3755 sayılı "Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Görev ve Yetkileri ile Bunların Personelinin Mali ve Sos/al Haklarında Düzenlemeler Yapılmasına Dair Yetki Kanunu" ile önümüzde durmaktadır. Demokrasinin temel özellik ve niteliklerini zaman zaman ortadan kaldırıcı boyutlara ulaşan "çoğunluk kararları" ve "çoğunluğun, azınlığı ezmesi, yok etmesi" olgusu düşünülerek Anayasa'nın üstünlüğü ilkesini yaptırımlı hale getiren, yasaların Anayasa Mahkemesince denetimi yoluna başvurmak zorunluğu ve gereği bir kez daha doğmuştur. II KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME VE YETKİ YASALARI KONUSUNDA ANAYASAL İNCELEME: Kanun hükmünde kararname çıkarılması, Yasama Meclislerinde yasa yapmanın belli usullere uyulması gereği ve bunun zaman alması sonucu ağır işleyen yol ve yöntemden kurtulmak için "ivediliği gerektiren durumlarda" yürütmeyi etkili kılmak amacıyla başvurulacak bir yöntem olarak hukukumuza girmiştir. Olağan dönemlerde çıkarılan KHK'lerin mutlaka Anayasanın 91. maddesinde içeriği ve öğeleri belirlenmiş olan bir yetki yasasına dayanması zorunludur.Esas Sayısı: 1991/27 Karar Sayısı: 1991/50 2 Bakanlar Kuruluna yasa ile verilen KHK çıkarabilirle yetkisi yasama organını, ait olan yasama yetkisinin devri niteliğinde değildir. TBMM tarafından önemli, zorunlu ve ivedi durumlarda, kendine özgü ve ayrık bir yetkinin Bakanlar Kuruluna verilmesidir; yetkinin devri değildir. Bu nedenle, KHK çıkarabilme yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi verecek biçimde güncelleştirilip sık sık bu yola başvurulmaması gerekir. KHK uygulamasının yaygınlaştırılması, yetki yasalarına sık sık başvurulması ve sürelerinin uzatılması, hemen hemen her konuda KHK'lerle düzenlemelere gidilmesi, ivedilik koşuluna uyulmaması yasama yetkisinin devri anlamına gelir ve yasamayı yürütmenin egemenliğine bağlayan ve hukukun üstünlüğü ilkesi ile bağdaşmayan bir yöntem ortaya çıkar. Böylece, üç kamu erki arasındaki denge bozulmuş, yürütme organı, yasama organına, karşı üstün bir duruma gelmiş olur. Bu olgu, Anayasanın kuvvetler ayrılığı ve kuvvetler arasındaki Medeni işbölümü ilkelerini kural altına alan maddelerine de aykırı düşer. Bu nedenle, TBMM tarafından Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisinin ancak önemli, zorunlu ve ivedi durumlarda verilmesi, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da izlenimini verecek biçimde güncelleştirilip sık sık bu yola başvurulmaması, Anayasa koyucunun amacına kuşkusuz daha uygundur. III 3755 SAYILI YASANIN ANAYASAL AÇIDAN İNCELENMESİ : A. 3755 SAYILI YASANIN GÖRÜŞÜLMESİ İLE İLGİLİ TBMM KARARI, YENİ BİR İÇTÜZÜK DÜZENLEMESİ NİTELİĞİNDE OLDUĞUNDAN, ANAYASANIN 88. MADDESİNE AYKIRIDIR. TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunun 5.6.1991 gün ve Esas No: 1/785, Karar No: 175'e l nci Ek sayılı "Kamu Kurum ve Kuruluşları ile Bunların Personeli ve Ekonomik İstikrar Tedbirleri Hakkında Yetki Kanunu Tasarısı ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu" S. Sayılı 551'e 1. Ek olarak 6.6.1991 günlü ve 134 sayılı Gelen Kağıtlar içinde Genel Kurula sevk edilmiştir. Anavatan Partisi TBMM Grubunun önergesi üzerine, adı geçen tasarının dağıtımı tarihinden itibaren kırksekiz saat geçmeden, aynı gün gündeme alınmasına ve aynı gün görüşülmesine, aynı gün oya sunulmasına karar alınmıştır. Bu karar, İçtüzüğe ve Anayasanın 88. maddesine aykırı olarak yeni bir İçtüzük düzenlemesi niteliğinde oluşmuş bulunmaktadır. Millet Meclisi içtüzüğünün 53. maddesine göre Genel Kurula sevk edilen bir komisyon raporu veya herhangi bir metin, aksine karar alınmadıkça dağıtımı tarihinden itibaren kırksekiz saat geçmeden görüşülemez. Bu süre geçmeden gündeme alınması ancak, Hükümet veya esas komisyon tarafından genel kurulda gerekçeli olarak istenmesi ve Genel Kurulun bu istem üzerine vereceği kararla mümkündür. Olayda, Hükümet veya esas komisyon tarafından Genel Kuruldan kırksekiz saat geçmeden tasarının gündeme alınması ve hemen görüşülmesi yolunda bir istem bulunmamaktadır. ANAP Grubunun önerisi ile kırksekiz saat geçmeden gündeme alınıp görüşülmesi kararlaştırılmış; dağıtıldığı gün Başkanlıkça gündeme alınmış ve aynı gün oya sunulmuştur.Esas Sayısı: 1991/27 Karar Sayısı: 1991/50 3 Böylece, iptal konusu yasanın görüşülmesinde, İçtüzüğün 53. maddesi bir yana itilerek Başkanlıkça "yeni bir içtüzük düzenlemesi niteliğinde" işlemler yapılmıştır. Genel Kurulca da Başkanlığın tutumu doğrultusunda karar alınmıştır. Bu suretle alınmış olan karar da içtüzüğe ve Anayasanın 88. maddesine aykırı olarak yeni bir içtüzük düzenlemesi niteliğinde oluşmuş bulunmaktadır. Nitekim, Yüce Mahkemenizin 22.2.1977 gün ve E. 1977/6, K. 1977/14 sayılı kararında içtüzüğün 53. maddesine aykırı şekilde alınmış Genel Kurul kararı yeni bir içtüzük düzenlemesi niteliğinde görülerek iptal edilmiştir. Anayasanın 91. maddesinin sekizinci fıkrası ile Millet Meclisi içtüzüğünün 19. ve 50. maddeleri uyarınca Anap Grubunun önergesi üzerine bu şekilde karar alınmasına yasal engel olmadığı ileri sürülmüş ise de öncelik vermek ile dağıtımından itibaren kırksekiz saat geçmeden görüşebilmek için karar alınması ayrı ayrı şeylerdir. Nitekim, Anayasanın 91. maddesi kuralına uyularak tasarı gündemin 1. sırasına alınmıştır. Tekrar belirtmekte yarar vardır: Gündemin 1. sırasına almak ayrı şey, kırksekiz saat geçmeden görüşülmesini sağlamak için İçtüzüğün 53. maddesi hükmüne göre Hükümet veya esas komisyon tarafından Genel Kuruldan gerekçeli olarak istemde bulunmak ve bunun üzerine karara bağlanması ayrı şeydir. Yasal durumun ve uygulanması gereken usulün yukarıda açıklanan şekilde olması zorunluluğu tutanaklarda da görüleceği gibi gerekçeli olarak görüşmelerin başında ileri sürülmüş ve gerekli uyarı yapılmış ise de Anayasaya aykırı bu uygulama engellenememiştir. Açıklanan durum karşısında Hükümet veya esas komisyon tarafından gerekçeli bir istem olmaksızın ANAP Grubunun önergesi özerine tasarının görüşülmesi ile ilgili karar yeni bir İçtüzük düzenlemesi niteliğinde olduğundan Anayasanın 88. maddesine aykırıdır ve bu nedenle de kararın ve yasanın iptali gerekir. B 3755 SAYILI YASA ESAS YÖNÜNDEN DE ANAYASANIN BAŞLANGIÇ BÖLÜMÜ, 2., 7., 8., 11., 87., 91., 113., 123. ve 153. MADDELERİNE AYKIRIDIR. İptal istemi yasanın tümüne yöneliktir. Ancak, yasa maddeleri arasındaki yakın organik bağ ve ilişki iptal gerekçelerini de aynı kılmaktadır. Gerekçeler sergilenirken gereksiz tekrarlardan kaçınma gözönünde tutulmuş ve ek gerekçeler belirtilmekle yetinilmiştir. 1. Birinci Madde: 3755 sayılı "Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Görev ve Yetkileri ile Bunların Personelinin Mali ve Sosyal Haklarda Düzenleme Yapılmasına Dair Yetki Kanunu"nun "AMAÇ" başlıklı 1. maddesinde iki ana konuda Bakanlar Kuruluna yetki verilmektedir. Birincisi, kamu kurum ve kuruluşlarında görevli personelin çalışmalarında etkinliği artırmak, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli ve verimli bu şekilde yürütülmesini sağlamak üzere bunların mali ve sosyal haklarında iyileştirmeler yapmaktır. İkincisi, yürütme organı bünyesindeki kamu kurum ve kuruluşlarının (Genelkurmay Başkanlığı hariç) kuruluş, görev ve yetkilerine ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmaktır.Esas Sayısı: 1991/27 Karar Sayısı: 1991/50 4 a) Birinci amacı, yani memurlar ve diğer kamu görevlilerin çalışmalarındaki etkinliği artırma ve kamu hizmetlerinin düzenli, verimli ve ekonomik biçimde yürütülmesini ve bunun için de kamu görevlilerinin mali ve sosyal haklarında iyileştirme yapmak, personel mevzuatı ve personel rejimi ile ilgili yeni yasal düzenlemeler getirmekle mümkündür. Böyle bir düzenleme ise niteliği itibarı ile uzun süreli ve ivedi kararnameler yerine, planlı ve kapsamlı, uzun süreli çalışmalarla belirlenecek ve sık sık değişmeyecek kurallar getirmek gerekir. Kamu hizmetlerinin aksamasının temci nedenlerinden biri de modern ve çağdaş bir personel rejiminin olmamasıdır. Ülkemizde, kamu personel rejimi bir bütünlük arz etmemekte, farklı iktidarların ve çeşitli dönemlerin gereksinim ve yaklaşımları ile oluşmuş karmaşık bir yapı göstermektedir. 3755 sayılı yetki yasası ile de esaslı ve adaletli bir çözüm ve iyileştirme yerine kısa sürede olumsuz sonuçlar verecek göstermelik bir düzenleme yapılacağı anlaşılmaktadır. Oysa, olaya sistematik bir yaklaşımla, çok kapsamlı teknik çalışmalarla bakmak ve bunun için de aceleye getirmemek gerekir. Kadro belirleme ve unvan standardizasyonunu sağlama, statülerin birbirleri ile ilişkilerini yetki ve sorumluluklarını ve bunlara göre gerekli bilgi ve tecrübeyi saptama ve de bunların karşılığı olan mali (parasal) ve sosyal (parasal olmayan) hakların belirlenmesi gerekir. Özet deyişle, kapsamlı bir personel reformu zorunludur ve yapılmalıdır. İşte özetlenen bu amaca ulaşmak KHK ile mümkün değildir. Hem Anayasanın kuralları açısından, hem de teknik açıdan bu iş KHK ile gerçekleştirilemez. Yukarıda (II) numaralı bentte sergilenen görüş ve düşüncelere göre, belli amaçlara ulaşmak için kamu görevlilerinin mali ve sosyal haklarında iyileştirme işlemi, Anayasa'nın 91. maddesinin öngördüğü öğeleri içermediği gibi, bu maddenin konulmasındaki amaçları da tümüyle aşan bir nitelik taşıdığından, buna olanak veren yetki yasası, kuvvetler ayrılığı, demokratik hukuk devleti, yasa yapma yetkisinin yasama organına ait olduğu, Anayasanın üstünlüğü, Anayasa Mahkemesinin bağlayıcılığı ilkeleri ile çatıştığından Anayasanın Başlangıç Bölümü, 2., 7., 8., 11., 87., 91. ve 153. maddelerine aykırıdır ve iptali gerekir. b) İkinci amaç olarak, Bakanlar Kuruluna yürütme organı bünyesindeki kamu kurum ve kuruluşlarına (Genelkurmay Başkanlığı hariç) kuruluş, görev ve yetkilerini ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere KHK çıkarma yetkisi verilmektedir. Bu bağlamda, kamu hizmetlerinin Bakanlıklar arasında bölüşümü, yeni bakanlık ve bağlı Veya ilgili kuruluşlar kurulması, bir kısmı ayrık olmak üzere mevcut kamu kurum ve kuruluşlarının birleştirilmesi veya kaldırılması, görev, yetki ve teşkilatlarının düzenlenmesi ve de bu konuda yeni hükümler getirilmesi ya da var olanların değiştirilmesi ile Bakanlar Kurulu yetkilendirilmektedir. İdarenin kuruluş ve görevleri ile ilgili bu yetki yukarıda sergilendiği için burada tekrarlanmakta yarar görülmeyen gerekçelerle Anayasa kurallarınca öngörülen içeriğe ve öğelere sahip olmadığından Anayasaya aykırıdır. Öte yandan, kamu kurum ve kuruluşlarının teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesi ile ilgili birçok yetki yasası çıkarılmış; bunlar ve özellikle 3479 sayılı Yasa Anayasa Mahkemesinin 21.4.1990 günlü Resmi Gazete'de yayımlanan 1.2.1990 gün ve Esas 1988/64, Karar 1990/2 sayılı karan ile iptal edilmiştir.Esas Sayısı: 1991/27 Karar Sayısı: 1991/50 5 Bu olgular iki önemli gerçeği ortaya koymaktadır. I) Bu amaca, bugüne kadar ki, yetki kanunları uygulamasında esas alınan yaklaşımlar çerçevesinde ulaşılamamış ve sorunlar çözümlenememiştir. Görünen odur ki; bugüne kadar sekiz yılı aşkın bir süre içinde istenilen sonuç sağlanmamıştır. II) Böyle bir konunun KHK'lerle çözüme ulaştırma girişimi, Anayasa kurallarına aykırı bulunmuş ve Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olmasına karşın bunun tekrar ortaya konulması özgürlükçü demokratik rejimin sağlıklı gelişmesi ve hukuk devleti ilkesinin yerleştirilmesi açısından anlamlı görünmemektedir. Kamu kurum ve kuruluşlarının teşkilat, görev ve yetki açısından yeni bir düzenlemeye gereksinme olduğu ve bunun da acil olarak çözümlenmesi gerekliliği; böylece de kalkınmanın engellerinden biri de ortadan kaldırılabilir düşüncesi öne sürülebilir. Ancak, bu sorun; çok kapsamlı, ciddi ve teknik bir master plan hazırlanmasını gerektirmektedir. Bu çalışmanın en azından 5 10 yıllık bir dönemde somut uygulama planları ile yürürlüğe konulması mümkün olabilir. Hatta, bu konuda modern anlamda ciddi bir düzenleme yapılabilmesi için bazı Anayasa hükümleri de dahil olmak üzere çok sayıda kanun ve KHK hükümlerinin değiştirilmesi gerekecektir. Yetki yasasında bu konuya bir belirginlik getirilmemiş olduğu gibi; çıkarılacak KHK ile de karmaşık olan mevzuat yumağını daha da karmaşık hale getirme olasılığı az değil. Bu özet açıklamalar, Anayasanın 91. maddesinin öngördüğü İVEDİLİK koşulunun oluşmadığı, içerik açışından da kanun hükmünde kararname düzenlenecek bir hususun söz konusu olmadığını, yetki yasası ile çıkarılacak bir KHK'nin yasama organının yetkisine, yürütme organının el atması niteliğine bürüneceğini göstermektedir. Yukarıda sergilenen gerekçelere ve buradaki açıklamalara göre 3755 sayılı Yasanın l inci maddesinin bu bölümü de Anayasanın Başlangıç Bölümüne, 2., 7., 8., 11., 87., 91., 113., 123. ve 153. maddelerine aykırıdır ve iptali gerekir. 2. İkinci Madde: "KAPSAM" başlıklı 2 nci maddenin Anayasaya aykırılığı hususunda, l inci madde için ileri sürülen nedenler, gerekçeler aynen geçerlidir. Bunun için benzer nedenleri ve gerekçeleri yinelemeden 1. maddedeki iptal gerekçesine gönderme yapmakla yetinilmiştir. Öte yandan, Anayasanın 91. maddesine göre yetki yasasının belirlenen öğeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması gerekir. Anayasanın 87. maddesindeki "belli konularda" ifadesi çok açık olarak bunu göstermektedir. Konunun sınırlarının ve kapsamının belirgin olması KHK'lerin, yetki yasası kapsamı içerisinde kalıp, kalmadıklarının hem yargısal hem de siyasal denetimin yapılması bakmamdan çok büyük önemi vardır. Yetki yasasının kapsamı dışında yürürlüğe konulan veya başka bir anlatımla yasanın öngörmediği bir konuda bir düzenleme yapan bir KHK'nin Anayasaya aykırılığı kuşkusuzdur. 3755 sayılı Yasa'nın 2. maddesi konu ve kapsam yönünden somut ve belirgin değildir. Madde metni ve kullanılan ifadeler her yöne çekilebilecek, geniş içerikli, yuvarlak ve genel anlatımlardan oluşmaktadır.Esas Sayısı: 1991/27 Karar Sayısı: 1991/50 6 Kamu kurum ve kuruluşlarından çalışanların mali ve sosyal haklarını, kamu kurum ve kuruluşlarının teşkilatlarını düzenleyen yasa ve KHK'deki kararnamelerin çokluğu da KHK ile yapılacak değişiklik ve düzenlemelerin içeriğini ve kapsamını belirlemedeki bir başka engeldir. Bu açıklamalarımız benzeri bir olay nedeniyle Yüce Mahkemenizin 6.2.1990 gün ve Esas 1988/62, Karar 1990/3 sayılı kararında belirtilmiş ve böylece bu esaslar uyulması zorunlu Anayasa Mahkemesi hükmü haline gelmiştir. Buna karşın, iptali istenen ikinci maddenin getirilmiş olması Anayasaya aykırı bir tutumun göstergesidir. 3755 sayılı Yasarını l inci maddesi için açıklanan ve yukarıda sergilenen gerekçelere göre 2. madde dahi Anayasanın Başlangıç Bölümü, 2., 7., 8., 11., 87., 91., 113., 123. ve 153. maddelerine aykırıdır ve iptali gerekir. 3. Üçüncü ve Dördüncü Madde: 3755 sayılı Yasanın 3 üncü maddesi, "ilkeler" başlığını taşımaktadır. 4. maddesi ise, verilen yetkinin geçerlilik süresini göstermektedir. Her iki madde de aynı yasanın 1. ve 2. maddesinin sonucuna yönelik düzenlemeler getirmekte ve aralarında organik bir bağ bulunmaktadır. Bu nedenle, 1. ve 2. madde için ileri sürülen tüm gerekçeler bu 3. ve 4. madde için de geçerlidir ve bu nedenle de tekrarına gerek görülmemiştir. Ayrıca, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 29. maddesine göre 3755 sayılı Yasanın 1. ve onun arkasından 2. maddesi iptal edildiği takdirde aynı Yasanın 3., 4. ve onu izleyen 5. ve 6. maddelerinin uygulanmaması sonucunu doğuracağından bu maddelerin iptali de gerekmektedir."" | 2,235 |
Esas Sayısı:1971/55 Karar Sayısı:1972/60 1 "... I. DAVACININ GEREKÇESİ ÖZETİ: 1490 sayılı Kanunun 7. maddesiyle Türk Ceza Kanununun "Devlet idaresi aleyhinde işlenen cürümler" başlıklı üçüncü babının "Resmî sıfatı haiz olanlar aleyhine cürümler" başlıklı Dokuzuncu faslında yer alan 266. madde değiştirilmiş ve bu maddeye iki fıkra eklenmiştir. Fıkralar şöyledir : Hakaret ve taarruz, memurun sıfat ve hizmetinden dolayı, umuma neşir veya teşhir olunmuş yazı veya resim veya sair neşir vasıtalarıyla işlenmiş olursa, fiilin mahiyetine göre, yukarı fıkra ve bentlerde yazılı ceza 1/3 nisbetinde artırılarak hükmolunur. Sıfat veya hizmetinden dolayı vaki hakaret ve taarruz memurun gıyabında alenen işlenmiş olursa, fiilin mahiyetine göre, yukarı fıkra ve bendlerdeki cezaların yarısı hükmolunur. Bu fıkradaki suçun tekevvünü için 153. maddedeki aleniyet şarttır." Öte yandan Türk Ceza Kanununun 481. maddesi, hakaret ve sövme cürümlerinin failleri için ispat hakkını ilke olarak benimsememiş; ancak "isnat edilen fiilin hakikat olduğunu ispat talebi tecavüz olunan şahsın bir memur veya kamu hizmeti gören bir kimse olup da 266., 267 ve 268. maddelerde beyan olunan haller müstesna olmak üzere, isnat olunan fiil icra ettiği memuriyete veya gördüğü kamu hizmetlerine taallûk eylediği takdirde kabul olunur." esasını getirmiştir. 481. maddedeki bu kural 266. maddede 1490 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önce anlam taşımakta idi. Çünkü eski 266. madde huzurda kavlen veya fiilen taarruz ve hakarette bulunmayı düzenlemişti; yayın yolu ile veya gıyapta yapılanı kapsamamaktaydı. 266., 267. ve 268. maddeler 481. ve 270 maddelerle birlikte ele alındığında bir memura veya kamu görevlisine huzurda kavlen veya fiilen taarruz dolayısıyla isbat hakkı olmadığı halde suç yayın yolu ile veya gıyapta imlendiğinde isbat hakkının bulunduğu görülürdü. Yeni iki fıkra ile basın ve yayın yolu ile veya gıyapta olan eylemler de 266. madde kapsamına girdiğinden 481. maddedeki kuralın bir anlamı kalmamıştır. Bu durum Anayasa'nın 34. maddesine açıkça aykırıdır. Gene bu değişiklik memurun şeref ve haysiyetini öteki yurttaşlarınkinden üstün tutarak memur ve yurttaş arasında ayırım gözettiği için Anayasa'nın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine de aykırıdır." | 312 |
Esas Sayısı : 2010/10 Karar Sayısı : 2011/110 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '1 Anayasanın 2. maddesinde yeralan hukuk devleti ilkesinin gereği olarak özellikle kanunda ceza yaptırımına bağlanan eylemlerin kapsamının açık ve net olarak düzenlenmesi ve tereddüt oluşturmaması gerekmektedir, iptali istenen madde ile getirilen sözleşmeli avukat bulundurma zorunluluğu kapsamı açık ve net değildir. 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 35. maddesinde yalnız avukatların yapacağı işler olarak hukuki danışmanlık hizmeti, dava ve iş takip hizmeti belirlenmiş olup anılan yasa maddesinin zorunlu sözleşmenin hangi hizmeti veya hizmetleri kapsayacağı açık ve net olarak belirlenmemiştir.Yasal düzenlemede, düzenleniş şekli ve düzenleme öncesi cümle dikkate alındığında anonim şirketin açtığı ve hakkında açılan davada avukat sözleşmesi zorunluluğu öngörüldüğü izlenimi vermekte ise de, uygulamada danışmanlık hizmeti sözleşmesi yapılması istenmekte ve bu şekilde uygulama yapılmaktadır. İptali istenen yasa maddesinde sözleşme konusu hizmetin niteliği belirtilmemiş olması farklı yorum ve uygulamaya yolaçmakta hukuki kargaşa ve karmaşaya sebebiyet vermektedir. Özel hukuka ilişkin ve sözleşme özgürlüğü kapsamında bulunan tarafların özgür iradeleri ile yapmaları veya yapmamaları gereken bir hukuki ilişkinin kanunla zorunlu tutularak yaptırıma bağlanması ve bu düzenlemenin de kapalı ifadeler ile uygulamada karmaşa oluşturacak şekilde yapılması öncelikle Anayasanın 2. maddesi düzenlenen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. 2 İptali istenen kanun hükmü ile, sermayesi belli bir miktarı geçen anonim şirketler için sözleşmeli avukatlık zorunluluğu getirilmesi, diğer şirketler için benzer düzenleme getirilmemiş olması Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır. 3 Anayasanın 48. maddesinde sözleşme özgürlüğü düzenlenmiş olup sözleşme özgürlüğü, özel hukuktaki irade özerkliği ilkesinin Anayasaya yansıması olup özel hukuk alanında kişilerin yasal sınırlar içerisinde istedikleri hukuki sonuca bu yoldaki iradelerini yeterince açığa vurarak istedikleri sonuca ulaşabilmelerini ifade etmektedir. Bu anlamda bir grup anonim şirket için belli meslek grubu mensupları ile sözleşme zorunluluğu getirilmesi ve uyulmaması halinde idari para cezası yaptırımı öngörülmesi sözleşme özgürlüğüne müdahale niteliğindedir. Sermayesi belli bir miktarı aşan anonim şirketler zorunluluk olması bile avukat ile sözleşme yapmakta kendilerini davalarda avukat vasıtası ile temsil ettirmektedir. Bu kanun hükmüne dayanılarak Avukatlık Kanunu Yönetmeliğinde yapılan değişiklik ile, sözleşmenin ne şekilde yapılacağı, hangi şartları ihtiva edeceği, anlaşmazlık durumunda ne şekilde çözümleneceğine dair sözleşmeye konacak hükümler belirlenerek yazılı sözleşme ile serbest meslek makbuzunun baroya verilmesi gibi hususlara yer verilmiştir. HUMK, CMUK gibi temel usul yasalarında dahi temsil için avukatın herhangi bir makama sözleşmenin verilmesi öngörülmemiş ve vekaletnamenin verilmesi yeterli görülmüş iken bu yasa hükmü ile Avukat ile müvekkili arasında ticari sır niteliğinde bulunan sözleşmenin sır olmaktan çıkarılarak hiç gerekmediği halde sözleşmenin bir yerlere verilmesinin öngörülmesi hem sözleşme özgürlüğüne hem de Anayasanın 20. maddesinde düzenlenen özel hayatın gizliliği ilkesine aykırıdır. 4 İptali istenen yasa maddesinde düzenlenen eylemin yaptırımının 4857 sayılı oluşturulmuş Asgari Ücret Tespit Komisyonu belirlediği asgari ücrete endekslenmiş olması Anayasanın 38/3. maddesinde konulan ceza ve ceza yaptırımı yerine geçen güvenlik tedbirlerinin yasayla düzenlenmesi ilkesine aykırıdır.Esas Sayısı : 2010/10 Karar Sayısı : 2011/110 2 SONUÇ VE TALEP:Yukarıda Anayasa'ya aykırılık nedenlerini ayrıntılı olarak belirttiğimiz 1136 sayılı Kanunun 35/3. maddesinin mahkememizde görülen davanın Anonim Şirketler ile ilgili olması nedeniyle anonim şirketler ile sınırlı olarak İPTALİNE karar verilmesini saygı ile arz ederim. 22.01.2010'" | 493 |
Esas Sayısı : 2002/54 Karar Sayısı : 2008/43 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Anayasamızın 12., 13., 14. ve 15. maddelerinde Temel Hak ve Özgürlükler düzenlenmiş, yine Anayasamızın 90. maddesine göre Milletlerarası Sözleşmelerin Anayasamız içindeki yeri belirlenmiştir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler, Avrupa Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, 87, 98 ve 151 sayılı İLO Sözleşmeleri ile Temel Hak ve Özgürlükler Uluslararası boyutta belirlenmiş ve Uluslararası Metinlerle Sendikal haklar güvence altına alınmıştır. Bu uluslararası sözleşmelerin TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesi karşısında kamu çalışanlarının sendikal faaliyette bulunma hakları, Anayasamızın 12., 13., 14., 15. ve 90. maddesi içinde konumu belirlenerek Temel Hak ve Özgürlükler çatısı altına alınmıştır. Sanıklar Emek Platformunun almış olduğu kararlar doğrultusunda bir günlük işi bırakma eylemini gerçekleştirdiklerini kabul etmişler, eylemin bu özelliği nedeni ile, sanıklar hakkında TCK'nın 236. maddesinin bir ve ikinci fıkralarının uygulanma ihtimali vardır. TCK'nın 236. maddesinin Anayasa'nın temel hak ve özgürlüklerinin düzenlendiği 12., 13., 14. ve 15. maddeleri ile Anayasamızın 90. maddesi içinde milletlerarası sözleşmenin Anayasamızda belirlenen konumu ve iç hukukumuz açısından çerçevesi birlikte değerlendirildiğinde TCK'nın 236. maddesinin özellikle 2. fıkrasının Anayasa'nın 90. maddesinin işlevini yok ettiği, dolayısı ile Anayasa'nın 12., 13., 14. ve 15. maddelerinde sınırları ve kapsamı belirlenen temel hak ve özgürlükleri kullanılamaz ve yine özellikle Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrasının uygulanamaz hale getirdiği kanaatine varılmıştır."" | 218 |
Esas Sayısı : 1996/1 Karar Sayısı : 1996/18 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : "Mahkememizde görülmekte olan dava "Kira tesbit" davasıdır. Kira tesbit davası genelde "Tesbit davası" olup ülkemizde bu dava türü yasaca genel olarak düzenlenmemiştir. Bu tür davalar konusunda muhtelif yasalarımızda özel hükümler vardır. Yargı sistemimizde bugün içtihatlarla tesbit davalarına yer verilmektedir. Davamıza konu olan "Kira tesbit davası" niteliği itibariyle bir tesbit davasıdır. Mevcut yasalarımızda bu dava türü özel olarak düzenlenmemiştir. Anayasa Mahkemesinin 6570 sayılı yasanın 2. ve 3. maddelerinin iptaline ilişkin kararı 26.9.1963 tarihinde yürürlüğe girince bu konuda yasal bir boşluk ortaya çıkmıştır. Ancak bu yasal boşluk Yargıtay'ca içtihat yolu ile doldurulmuştur. Yargıtay'ın 18.11.1964 tarih ve 2/4 sayılı içtihadı birleştirme kararında; Anayasa Mahkemesinin 6570 sayılı yasanın 2. ve 3. maddelerini iptal kararının yürürlüğe girmesinden sonra kira döneminin sona ermesinden itibaren akdin kira parası dışındaki hükümlerinin yenilenmiş sayılacağı, kira parasının ise "Bilirkişilerce tesbit edilecek olağan rayiç ve bu tesbit edilmezse ekonomi esasları ve hak nesafet uyarınca belirlenecek kira parasının Hâkim tarafından tesbit olunacağı" hükmü getirilmiştir. Nitekim Yargıtay 3H.Dsi 5 Nisan 1994 tarihinde yürürlüğe konulan ekonomik istikrar önlemleri karşısında "Objektif iyi niyet kuralları, tarafların sözleşmeden bekledikleri yarar dengesinin korunması amacıyla toptan eşya fiyat endeksindeki artışın bir yıllık kira döneminde % 65'i geçtiği hallerde bunun kira parasına yansıyan bölümünün % 65 oranı ile sınırlandırılmasının HAKKANİYETE UYGUN ve ADİL BİR İLKE olduğu görüşü ile kira parasının tesbitinde bu yöntemin uygulanması yolunda kararlar ihdas etmiştir. 6570 sayılı yasa 3917 sayılı yasa ile eklenen geçici 5. maddenin 1. fıkrası SS.K. ile Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumunun sahibi veya ortağı bulunduğu gayrimenkuller için 1.1.1993 tarihinden önce BK. ile 6570 sayılı kanuna göre yapılmış kira sözleşmelerinin bitimi tarihinden 3 ay sonra sona ereceği, 2. fıkrası ile kurumlarca bu süre içerisinde rayiç veya emsale uygun yeni kira bedelinin tesbit olunup kiracıya tebliğ edileceği ve buna göre kira sözleşmesi yapmaya davet edileceği, belirlenen kira bedeline karşı süresi içerisinde Sulh Hukuk Mahkeme sine itiraz hakkı bulunduğu hükümleri getirilmiştir. Bu yeni yasal düzenleme karşısında kiracılar tesbit ve tenkis davaları açmışlar ve mahkemelerce yukarıda açıklanan Yargıtay içtihadı birleştirme kararı doğrultusunda kira bedelini tesbit etmişlerdir.Esas Sayısı : 1996/1 Karar Sayısı : 1996/18 2 İptali istenen geçici 5. maddesinin 6. fıkrası ise "Bu şekilde tesbit edilen yeni kira bedelleri yılda bir defa Dİ.E. Tüketici fiyat endeksindeki artış oranından az olmamak üzere rayiç veya emsal değere yükseltilir" hükmünü getirmektedir. 6570 sayılı yasa ve BK.nun ilgili maddelerine göre kira akdi yapmış olan kiralayan durumunda olan özel kişiler ile SS.K. ve Bağ Kur dışındaki Tüzel kişiler kira parasının saptanmasında Bağımsız Mahkemelerin hak ve nesafet kurallarına göre belirleyeceği kira parası ile yetinmek durumunda kalırken S.S.K. ve Bağ Kur, D.İ.E'ce belirlenen yıllık tüketici fiyat endeksindeki artış oranından az olmamak üzere kira parası saptama olanağına kavuşmuş bulunacaklardır. Bu durum TC. Anayasasının 10. maddesinde yazılı "Herkes'in ... kanun önünde eşitliği" ilkesine aykırılık yaratmaktadır. Aynı şekilde kiracılar açısından da Bağ Kur ve S.S.K. nun mülkünün kiracıları ile özel ve diğer tüzel kişilerin sahip oldukları taşınmaz kiracıları arasında sahip oldukları "Kanun önünde eşitlik" ilkesi zedelenmektedir. Geçici 5. maddenin 2. fıkrasında tesbit olunan bedele kiracıların SHMde itiraz hakları getirilmiş iken 6. fıkrada bu yolun açık olmaması TC. Anayasasının 125. maddesindeki "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır" ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Geçici 5. maddenin 6. fıkrası kira parasının saptanmasında Dİ.E. tüketici fiyat endeksini sınırlayıcı bir ölçü olarak yasaya getirmesi TC. Anayasasının 138. maddesinde yazılı "Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya, kanuna ve HUKUKA uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler" ilkesine aykırıdır. 6570 sayılı Yasanın 3917 sayılı yasa ile ek geçici 5. maddesinin 6. fıkrası bu haliyle kişiler arasında kanun önünde eşitsizlik yaratması ve sosyal adalet ilkelerini zedelemesi sebebiyle TC. Anayasasının 2. maddesinde yazılı "Türkiye Cumhuriyetinin ... Sosyal bir hukuk devleti" olduğu ilkesine aykırılık oluşturmaktadır."" | 621 |
Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Kemal ANADOL ve Kemal KILIÇDAROĞLU ile birlikte 120 Milletvekili tarafından verilen 28.07.2005 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: "... GEREKÇE 1) 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı "Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun" 1 inci Maddesinin Değiştirdiği 10.07.2004 Tarihli ve 5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu'nun 6 ncı Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 10.07.2004 tarihli ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1 inci maddesinde; büyükşehir belediyesi sınırları içine katılan belediyelerin, büyükşehir ilçe ve ilk kademe belediyelere dönüşmesi, diğer belediye ve köylerin tüzel kişiliğinin kalkması ile ilgili düzenlemeler vardır. Söz konusu düzenlemeler, seçimlerden sonra belediye meclisine yeni katılımları mümkün hale getirerek, seçimlerde oluşmuş temsilcilerin sayısını ve oranı değiştirmek suretiyle Anayasa'nın 127 nci madde hükümlerine aykırılıklar içermektedir. Ayrıca, getirilen düzenleme, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının gerekli gördüğü referandumu öngörmediği için hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. 1988 yılında Türkiye tarafından imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı 1991 yılında, bazı çekinceler ile 3723 sayılı yasa ile onaylanmıştır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Türkiye tarafından da benimsenen "Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması" başlığını taşıyan 5 inci maddesi aynen şöyledir: "Yerel yönetimlerin sınırlarında mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz. Yerel yönetimlerin görevli kılındıkları yöre halkının yerel ortak gereksinimlerini etkinlikle yerine getirebilmeleri, özerk bir yapılanma içinde tüzel kişiliğe sahip olmalarını gerektirir. Anayasa Mahkemesi, yerel yönetimler açısından özerkliği, "...Anayasa ve yasaların belirlediği kamu hizmetlerinin önemli bir bölümünün yurttaşların yararına olarak, yerel yönetimlerin sorumluluğu altında yerine getirilmesi yetkisidir (E. 1988/18) biçiminde tanımlamıştır. Yerel yönetimlerin özerkliği, daha çok, organlarının yöre halkı tarafından seçilmesi ve bu organlarının karar verme yetkilerinin bulunması biçiminde gözükür. Yerel yönetimlerin organları seçimle oluşmalı, halkın tercihlerini yansıtmalıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesinin birinci fıkrası, yerel yönetimlerin karar organlarının seçmenler tarafından seçilerek oluşturulmasını öngörmektedir.Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 2 Anayasa Mahkemesi, büyükşehir belediye başkanları ile ilçe belediye başkanlarının aynı seçim çevresinde seçilmesini öngören bir yasal düzenlemeyi yerinden yönetim ilkesine aykırı bularak iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu kararında şöyle denilmektedir:"... Bu durum, yerel yönetim anlayışı ve yerinden yönetim ilkesiyle bağdaşmaz. Yerel yönetim anlayışında her şey, o yer, o yöre ile sınırlıdır. Yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri "yerinden yönetim" ilkesine uygun olarak yasayla düzenlenir. Yerinden yönetimin en belirgin özelliği, yöneticilerin o yerdeki seçmenlerin oylarıyla seçilmesidir. Yerel yönetimlerin özerk kamu tüzelkişisi olarak örgütlenmeleri de bu yönetimlerin karar alma ve aldıkları kararları uygulama hakkına sahip bulunmalarına dayanmaktadır. Karar alma özgürlüğünün gerçekleşmesi de, karar organlarının serbestçe oluşumuna bağlıdır. Bu da, seçimle gerçekleşir." Seçmenin ilçe belediye meclis üyesi veya ilk kademe belediye meclis üyesi olarak oy verip seçtiği kişileri, kanunla büyükşehir belediye meclisi üyesi haline dönüştürmek Anayasanın 127 nci maddesine aykırıdır Büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevresi ile büyükşehir belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevreleri farklıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesi, yerel yönetimlerin karar organlarının seçimle belirlenmesini şart koşmasına rağmen, getirilen düzenleme ile, seçmenlerin oy vermediği yeni bir belediye meclisi oluşturulmaktadır. Getirilen düzenlemelerle, büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi, başkanı ve belediye encümeni için oy kullanan vatandaşlar, kendilerinin seçmediği belediye meclisi üyeleri, büyükşehir belediye başkanı ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetilmeye başlayacaklardır. Aynı durum, büyükşehir belediyesi sınırları içinde yaşayan vatandaşlar için de geçerlidir. Onlar da kendilerinin seçmediği belediye meclis üyeleri ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetileceklerdir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 3 üncü maddesinin ikinci bendinde yerel halkın yerel yönetim organlarında görev alacakları belirleme hakkının "doğrudan" yapılacak bir seçimle kullanılacağı hükme bağlanmaktadır. Burada kullanılan doğrudan sözcüğü, yerel halkın bizzat ve tek dereceli bir seçimle iradesini ortaya koymasını ifade etmektedir. Bu bakımdan belli bir yerel yönetim organlarında görev almış kişilerin kanun koyucunun iradesi ile bir başka yerel yönetim organlarına da seçilmiş sayılması bir yerel irade aktarması ve dolaylı bir görevlendirmeden ibarettir. O yörede yaşayanlar, kendi belediye meclis üyelerini, büyükşehir belediye meclisinde görev yapmak üzere seçmemişlerdir. Büyükşehir belediye meclisi seçimine katılmış olsalardı belki farklı kişileri belediye meclis üyesi olarak seçeceklerdi ve belki ilçe ve ilk kademe belediyeleri sınırları içinde yaşayanlar da Büyükşehir belediye başkanı seçimine katılsa idi, farklı bir belediye başkanı görev yapacaktı. Bu nedenle getirilen düzenlemeler, yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun şekilde kanunla düzenlenir ilkeleriyle uyumlu değildir. Böyle bir düzenleme, Anayasanın 67 nci maddesinde yer alan temsilde adalet ilkesi ile de, temsil ve verilen oy arasındaki bağlantıyı kopartması nedeni ile de bağdaşmaz. Oluşması seçime bağlanmış yerel yönetim organlarının seçmenin oyuyla oluşmasına imkan vermeyen böyle bir düzenlemenin, "demokratik devlet" ilkesine ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olacağı açıktır. Çünkü demokraside esas olan, seçmenin oyunu belli bir yerdeki göreve gelecek kimse için kullanması ve o görev için seçtiği kimseler tarafındanEsas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 3 yönetilmesidir. Halbuki getirilen düzenleme, seçmenin karşısına tamamen farklı yöneticiler getirmektedir. Bu nedenle hukuk güvenliğini sarsıcı nitelikte olan söz konusu düzenleme, hukuk devleti ilkesine dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. . 10.07.2004 tarihli ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren, 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1 inci Maddesinde, büyükşehir belediye sınırları içinde kalan köylerin tüzel kişiliğinin sona ererek mahalleye dönüşeceği; bu şekilde oluşan mahallelerin hangi belediyeye katılacağının Bakanlar Kurulunca belirleneceği hükme bağlanmıştır. Köylerin tüzel kişiliklerinin kaldırılması Anayasa'daki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Köy tüzel kişiliğinin oluşması işlemi hak yaratıcı bir işlemdir. Çünkü bu işlemle hak ve fiil ehliyetine sahip bir tüzel kişi kurulmakta ve bu tüzel kişi bir takım hak ve borçlar altına girmektedir. Bu tüzel kişinin daha sonra ortadan kaldırılması hukuki güvenlik ilkesini ihlal eder. Bu tüzel kişinin mal varlığı, yaptığı işlemler, alacak ve borçları vardır. Köy tüzel kişiliğinin ortadan kaldırılması durumunda, başta bu tüzel kişi malvarlığı, bu tüzel kişinin yaptığı işlemler, alacaklıları ve borçluları bundan etkilenir. Dolayısıyla hukuki güvenlik ilkesi gereğince, bir belediye veya köy tüzel kişiliği de bir kere kurulduktan sonra kendi istekleri ve alacaklılarının kabulü olmadan bir daha kaldırılmamalıdır. Hukuk devletinin temel öğelerinden biri de güvenilirliliktir. Hukuk devleti, tüm eylem ve işlemlerinde yönetilenlere en güçlü en kapsamlı şekilde hukuksal güvence sağlayan devlettir. Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur. Tüm bu nedenlerle, Anayasa'nın 2, 67 ve 127 nci maddelerine aykırı olan söz konusu düzenleme, Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ve dolayısı ile Anayasa'nın 11 inci maddesiyle de bağdaşmaz ve iptal edilmesi gerekir. 2) 02.07.2005 tarih ve 5390 sayılı "Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un" "Geçici Maddesi"nin birinci ve ikinci fıkraları ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin Anayasa'ya Aykırılığı 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici Maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında; büyükşehir belediyesi kapsamına alınan ilçelerin mülkî sınırları içinde kalan, ancak aynı fıkrada belirtilen sınırlar dışında olan belediye ve köylerin büyükşehir belediye sınırları içine alınabilmesine ve merkezleri büyükşehir belediyesi sınırları dışında kalan ilçelerin, büyükşehir belediye sınırları içine giren belediye ve köylerinin büyükşehir belediye sınırları dışına çıkarılabilmesine ilişkin düzenlemeler yer almaktadır. Söz konusu düzenlemeler, seçimlerden sonra belediye meclisine yeni katılımları mümkün hale getirerek, seçimlerde oluşmuş temsilcilerin sayısını ve oranı değiştirmek suretiyle Anayasa'nın 127 nci madde hükümlerine aykırılıklar içermektedir.Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 4 Ayrıca, getirilen düzenleme, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının gerekli gördüğü referandumu öngörmediği için hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. 1988 yılında Türkiye tarafından imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı 1991 yılında, bazı çekinceler ile 3723 sayılı yasa ile onaylanmıştır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Türkiye tarafından da benimsenen "Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması" başlığını taşıyan 5 inci maddesi aynen şöyledir: "Yerel yönetimlerin sınırlarında mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz. Yerel yönetimlerin görevli kılındıkları yöre halkının yerel ortak gereksinimlerini etkinlikle yerine getirebilmeleri, özerk bir yapılanma içinde tüzel kişiliğe sahip olmalarını gerektirir. Anayasa Mahkemesi, yerel yönetimler açısından özerkliği, "...Anayasa ve yasaların belirlediği kamu hizmetlerinin önemli bir bölümünün yurttaşların yararına olarak, yerel yönetimlerin sorumluluğu altında yerine getirilmesi yetkisidir (E. 1988/18) biçiminde tanımlamıştır. Yerel yönetimlerin özerkliği, daha çok, organlarının yöre halkı tarafından seçilmesi ve bu organlarının karar verme yetkilerinin bulunması biçiminde gözükür. Yerel yönetimlerin organları seçimle oluşmalı, halkın tercihlerini yansıtmalıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesinin birinci fıkrası, yerel yönetimlerin karar organlarının seçmenler tarafından seçilerek oluşturulmasını öngörmektedir. Seçmenin ilçe belediye meclis üyesi veya ilk kademe belediye meclis üyesi olarak oy verip seçtiği kişileri, kanunla büyükşehir belediye meclisi üyesi haline dönüştürmek Anayasanın 127 nci maddesine aykırıdır Büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevresi ile büyükşehir belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevreleri farklıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesi, yerel yönetimlerin karar organlarının seçimle belirlenmesini şart koşmasına rağmen, getirilen düzenleme ile, seçmenlerin oy vermediği yeni bir belediye meclisi oluşturulmaktadır. Getirilen düzenlemelerle, büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi, başkanı ve belediye encümeni için oy kullanan vatandaşlar, kendilerinin seçmediği belediye meclisi üyeleri, büyükşehir belediye başkanı ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetilmeye başlayacaklardır. Aynı durum, büyükşehir belediyesi sınırları içinde yaşayan vatandaşlar için de geçerlidir. Onlar da kendilerinin seçmediği belediye meclis üyeleri ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetileceklerdir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 3 üncü maddesinin ikinci bendinde yerel halkın yerel yönetim organlarında görev alacakları belirleme hakkının "doğrudan" yapılacak bir seçimle kullanılacağı hükme bağlanmaktadır. Burada kullanılan doğrudan sözcüğü, yerel halkın bizzat ve tek dereceli bir seçimle iradesini ortaya koymasını ifade etmektedir. Bu bakımdan belli bir yerel yönetim organlarında görev almış kişilerin kanun koyucunun iradesi ile bir başka yerel yönetim organlarına da seçilmiş sayılması bir yerel irade aktarması ve dolaylı bir görevlendirmeden ibarettir.Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 5 O yörede yaşayanlar, kendi belediye meclis üyelerini, büyükşehir belediye meclisinde görev yapmak üzere seçmemişlerdir. Büyükşehir belediye meclisi seçimine katılmış olsalardı belki farklı kişileri belediye meclis üyesi olarak seçeceklerdi ve belki ilçe ve ilk kademe belediyeleri sınırları içinde yaşayanlar da Büyükşehir belediye başkanı seçimine katılsa idi, farklı bir belediye başkanı görev yapacaktı. Bu nedenle getirilen düzenlemeler, yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun şekilde kanunla düzenlenir ilkeleriyle uyumlu değildir. Böyle bir düzenleme, Anayasanın 67 nci maddesinde yer alan temsilde adalet ilkesi ile de, temsil ve verilen oy arasındaki bağlantıyı kopartması nedeni ile de bağdaşmaz. Oluşması seçime bağlanmış yerel yönetim organlarının seçmenin oyuyla oluşmasına imkan vermeyen böyle bir düzenlemenin, "demokratik devlet" ilkesine ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olacağı açıktır. Çünkü demokraside esas olan, seçmenin oyunu belli bir yerdeki göreve gelecek kimse için kullanması ve o görev için seçtiği kimseler tarafından yönetilmesidir. Halbuki getirilen düzenleme, seçmenin karşısına tamamen farklı yöneticiler getirmektedir. Bu nedenle hukuk güvenliğini sarsıcı nitelikte olan söz konusu düzenleme, hukuk devleti ilkesine dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici Maddesinin üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinde büyükşehir sınırları içinde kalan orman köylerinin tüzel kişiliğinin, devam edeceği bildirilmekte, ancak; ormanla ilgili diğer hükümler saklı kalmak üzere bu köyleri, imar bakamından büyükşehir belediyesinin mücavir alanı sayılacağı ifade edilmektedir. Bu hüküm, orman köylerinde imar konusundaki idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılacağı anlamına gelmektedir. Orman köylerinde imarla ilgili konularda büyükşehir belediyesinin yetkili kılınması Anayasa'nın 169 ve 170 inci maddelerine aykırıdır. Anayasa'nın 169 uncu maddesinde "Bütün ormanları gözetimi Devlete aittir", "Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir" "Devlet, ormanların korunması ...için gerekli... tedbirleri alır" " ....orman sınırlarında daraltma yapılamaz" hükümleri vardır. Buradaki "Devlet" ibaresinin Devlet tüzel kişiliğini temsil eden merkezi yönetim olduğu çok açıktır. Anayasa, ormanların bir bütün olarak gözetim, yönetim ve işletilmesi görevini merkezi yönetime bırakmışken, orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılması Anayasa'ya aykırıdır. Ayrıca, orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemler için büyükşehir belediyesine yetki verilmesi, orman sınırlarında daraltma yapılamaz, şeklindeki kurala da aykırıdır. Gerçi ormanla ilgili hükümler saklı tutulmuştur ama, bu hükümlere ve Anayasa'nın 169 uncu maddesine aykırı olmayacak bir imar düzenlemesinin büyükşehir belediyesince yapılabilmesi, fiilen ne ölçüde mümkün olabilecektir' Ayrıca orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemler için büyükşehir belediyesine yetki verilmesi, orman sınırlarında daraltma yapılamaz şeklindeki kurala da aykırıdır. Orman sınırları ile oynamadan nasıl imarla ilgili düzenleme yapılacaktır' Orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılması Anayasa'nın 170 inci maddesine de aykırıdır. Çünkü, Anayasa'nın 170 inci maddesinde "Ormanlar içinde veya bitişiğindeki köyler halkının kalkındırılması, ormanların veEsas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 6 bütünlüğünün korunması bakımlarından Devlet, tedbir almakla görevlendirilmiştir. Buradaki devlet, ibaresinin de, Devlet tüzel kişiliğini temsil eden merkezi yönetim olduğu çok açıktır. Diğer yandan, 5390 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle kural olarak büyükşehir belediyesi sınırları içine katılan köylerin tüzel kişiliği sona erdirilirken, "Geçici Madde"nin üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümleleri ile orman köylerinin tüzel kişiliğinin sürdürülmesi, köyler arasında konumları bakamından Anayasa'nın 10 uncu maddesine aykırı bir eşitsizlik yaratmaktadır. Ayrıca, hem orman köylerinin tüzelkişiliklerin sürdürmeleri hem imar konusunda, vesayet makamları olmayan büyükşehir belediyesine yani bir başka tüzel kişiliğe bağımlı kılınmaları da yerinden yönetim ve yerel yönetim esaslarına dolayısı ile Anayasa'nın 123 ve 127 nci maddelerine aykırıdır. Çünkü bir yerinden yönetim birimi kendi yönetimi ile ilgili kararları kendisi verebilmeli, bununla ilgili işlemleri de yine kendisi yapabilmelidir. Vesayet makamı bile olmayan bir başka yönetim biriminin, söz konusu yerinden yönetim birimine ve onun yerine alacağı kararları uygulatması düşünülemez. Çünkü bu, özerkliğe müdahale niteliği taşır. Halbuki anayasa, yerel yönetimlerin özerk yapıda olduğunu ifade etmektedir. Anayasanın 123 ve 127 nci maddelerine açıkça aykırı olan bu düzenlemenin hukuk devleti ilkesiyle bağdaştığı söylenemez. Çünkü hukuk devletinin, işlem ve eylemlerinin hukuka uygun olması, hukukun üstünlüğü ilkesini içtenlikle benimsemesi, yasa koyucunun çalışmalarında kendisini her zaman anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla bağlı tutması, yasa koyucu da dahil devletin tüm organları üstünde hukukun mutlak bir egemenliğe sahip olması, adil bir hukuk düzeni kurarak geliştirmeyi zorunlu sayması gerekir. Hukuk devleti olmak, yönetilenlere hukuk güvencesi sağlayan bir düzen kurmaktır. Böyle bir düzenin kurulması, yasama ve yargı yetkileriyle yürütme alanına giren tüm işlemlerin hukuk kuralları içinde kalması ile gerçekleşebilir. Bu bağlamda hukuk devleti, her dilediğini yapamayan, kendini hukukla bağlı sayan ve tüm yetkilerinin sınırının hukuksal kurallarla belirlendiği Devlettir. Ayrıca, Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle uyum halinde olması da düşünülemez. Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 2, 11, 67, 127, 169 ve 170 inci maddelerine aykırı olan 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici Maddesinin birinci ve ikinci fıkrası ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlesinin iptali gerekir. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Yerel yönetim anlayışında her şey, o yer, o yöre ile sınırlıdır. Yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri "yerinden yönetim" ilkesine uygun olarak yasayla düzenlenir. Yerinden yönetimin en belirgin özelliği, yöneticilerin o yerdeki seçmenlerin oylarıyla seçilmesidir. Yerel yönetimlerin özerk kamu tüzelkişisi olarak örgütlenmeleri de bu yönetimlerin karar alma ve aldıkları kararları uygulama hakkına sahip bulunmalarınaEsas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 7 dayanmaktadır. Karar alma özgürlüğünün gerçekleşmesi de, karar organlarının serbestçe oluşumuna bağlıdır. Bu da, seçimle gerçekleşir Getirilen düzenleme ile, büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi, başkanı ve belediye encümeni için oy kullanan vatandaşlar, kendilerinin seçmediği belediye meclisi üyeleri, büyükşehir belediye başkanı ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetilmeye başlayacaklardır. Aynı durum, büyükşehir belediyesi sınırları içinde yaşayan vatandaşlar için de geçerlidir. Onlar da kendilerinin seçmediği belediye başkanı belediye meclis üyeleri ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetileceklerdir. Getirilen düzenleme ile, büyükşehir belediyesi sınırları içindeki köylerin tüzel kişilikleri kaldırılmaktadır. Tüzel kişinin daha sonra ortadan kaldırılması hukuki güvenlik ilkesini ihlal eder. Orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılması da Anayasaya aykırıdır. Bu hükümlerin uygulanması, sonradan giderilmesi güç veya olanaksız hukuki durum ve zararlara yol açacaktır. Bu tür sonradan giderilmesi güç veya olanaksız hukuki durum ve zararların önlenmesi için iptal davası sonuçlanıncaya kadar, 02.07.2005 tarih ve 5390 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1 inci Maddesinin değiştirdiği 10.07.2004 tarih ve 5216 sayılı kanunun 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrası ile 02.07.2005 tarih ve 5390 sayılı Kanunun "Geçici Madde"sinin birinci ve ikinci fıkraları ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi gerekir. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un: 1) 1 inci maddesinin değiştirdiği 10.07.2004 tarih ve 5216 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin Anayasa'nın 2, 11, 67 ve 127 nci maddelerine aykırı olan üçüncü fıkrasının, 2) "Geçici Madde"sinin Anayasa'nın 2, 10, 11, 67, 123, 127, 169 ve 170 inci maddelerine aykırı olan birinci ve ikinci fıkraları ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin iptallerine ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz."" | 2,708 |
Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 1 1) 03.06.2021 tarihli ve 7326 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 9. maddesinin 3. fıkrasının (e) numaralı bendinin (2) numaralı alt bendinin birinci cümlesinde yer alan %40 oranı dikkate alınmaksızın ibaresinin Anayasaya aykırılığı 7326 sayılı Kanunun bazı alacakların yeniden yapılandırılmasına ilişkin ortak hükümlerini düzenleyen 9. maddesinin 3. fıkrasının (e) numaralı bendinin (2) numaralı alt bendine göre 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanunun Kesinti Yapılması başlıklı 7. maddesinin ikinci fıkrasında sayılan ve alacakları için kesinti yapılan idarelere, belediyeler ve bunlara bağlı kamu tüzel kişiliğini haiz kuruluşlar tarafından 7326 sayılı Kanun kapsamında ödenmesi gereken tutarlar, belediyelerin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan paylarından, 5779 sayılı Kanunun 7. maddesinin dördüncü fıkrasındaki %40 oranı dikkate alınmaksızın aylık dönemler halinde kesinti suretiyle tahsil edilecektir; fakat, bu kapsamda yapılacak kesinti tutarı, her hal ve takdirde bu idareler adına genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan payların aylık tutarının % 50sini aşamayacaktır. Ancak 7326 sayılı Kanun kapsamındaki anılan borçların tahsilat usulünde, belediyelerin (genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan) paylarından (aylık dönemler halinde) kesinti yapılırken esas alınan % 40lık üst haddi bertaraf eden ve iptali istenen ibare, Anayasaya aykırıdır. Öncelikle belirtmek ki 5779 sayılı Kanunun 7. maddesinin ikinci fıkrasına göre il özel idareleri ve belediyeler ile bu idarelere bağlı kuruluşların ve bunlara ait tüzel kişilerin, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre takip edilen Devlete olan borçları, 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun kapsamında tanımlanan Hazine alacağı niteliğindeki borçları, İller Bankasına olan borçları ile sosyal güvenlik kuruluşlarına olan borçları ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun geçici 3., 5393 sayılı Belediye Kanununun geçici 5. maddeleri kapsamında uzlaşma sağlanmış borçları ile bu maddeler kapsamındaki kuruluşlara olan ve 31.12.2006 tarihi itibarıyla tahakkuk etmiş ve uzlaşma sağlanmamış olan borçlarına karşılık, bu idareler adına her ay genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden ayrılacak tutardan, alacaklı idarelerin talebi üzerine, ilgisine göre Maliye Bakanlığı veya İller Bankası tarafından kesinti yapılarak alacaklı idarelere ödenir. Öte yandan anılan maddenin dördüncü fıkrasına göre bu maddenin ikinci fıkrası kapsamındaki borçlardan 01.03.2010 tarihinden önce doğmuş olanlar ile bu tarihten önce Hazinece verilen garantilerden veya ikrazen kullandırılan kredilerden kaynaklanan 4749 sayılı Kanun kapsamındaki Hazine alacakları için yapılacak kesintilerin genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden, il özel idareleri ve belediyeler adına aylık olarak ayrılacak tutara oranı, % 40ı aşamaz. O halde sayılı idarelere, belediyeler ve bunlara bağlı kamu tüzel kişiliğini haiz kuruluşlar tarafından 7326 sayılı Kanun kapsamında ödenmesi gereken tutarların, belediyelerin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan paylarından aylık dönemler halinde kesinti suretiyle tahsil edilmesi usulünde; %40lık oranın dikkate alınmaması, üst had olmaktan çıkarılması; Anayasaya aykırıdır. Açıklamalara geçilmeden önce belediyelerin hukuki statüsünü belirtmekte ve belediyelerin merkezi teşkilat içinde yer alan ve 5779 sayılı Kanunun 7. maddesinin ikinci fıkrasında sayılan ve alacakları için kesinti yapılan idareler ile ilişkisini ortaya koymakta fayda bulunmaktadır. Bilindiği üzere Anayasanın 123. maddesi uyarınca idarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Belediyeler, AnayasanınEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 2 127. maddesi uyarınca mahalli idareler (yerel yönetimler) kapsamında kalan tüzel kişilerdir. Merkezi idare, belediye üzerinde idari vesayet yetkisine sahiptir. Ancak bu yetki, kayıtsız değildir. İdari vesayet yetkisinin kullanılabilmesi için; mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacı güdülmelidir. Aynı zamanda idari vesayet yetkisi, kanunda gösterilen usul ve esaslar çerçevesinde kullanılabilir. Ayrıca belediyelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır. Anayasa Mahkemesine göre de Anayasanın 127. maddesinin birinci fıkrasında mahalli idarelerin il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları yine kanunda gösterilen seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileri oldukları ifade edilmiştir. Anayasada merkezi yönetim yerel yönetim ayrımının yapılması, yerel yönetimlerin organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması, kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü bütçelerinin bulunması, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması gibi yetki ve ayrıcalıkların tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin göstergeleridir (Anayasa Mahkemesinin 16.07.2020 tarihli ve 2018/104 E.; 2020/39 K. sayılı Kararı, §174). İptali talep edilen ibare, belediyelere aktarılan paylardan %40 oranı dikkate alınmaksızın kesinti yapılmasını öngördüğü için, mahalli idare olan belediyenin mali özerkliği ile ilgilidir. Diğer bir deyişle 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun, belediyelere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden ayrılacak payları düzenlemektedir. Bu paylar, belediyelerin bütçesinin bir kısmını oluşturmaktadır. Bütçede yer alan söz konusu meblağın nasıl değerlendirileceğine karar verme yetkisi, yerel yönetimlerin mali özerkliği ilkesi gereğince; belediyelerin uhdesindedir, merkezi idarenin söz konusu payların nasıl değerlendirileceğine ilişkin karar verme yetkisi yoktur. Nitekim Anayasa Mahkemesine göre Anayasanın 123. maddesinde düzenlenen idarenin bütünlüğü, idari görevleri yerine getiren kurumlar arasında birliğin sağlanması ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içinde çalışmasını öngörmektedir. İdarede bütünlüğü sağlamak için başlıca iki hukuksal araç hiyerarşi ve idari vesayet kullanılmaktadır. Hiyerarşi, hem merkezi yönetim içinde yer alan örgütler ve bunlara bağlı birimler arasındaki, hem de yerinden yönetim kuruluşlarının kendi içerisindeki bütünleşmeyi sağlamaktadır. İdari vesayet ise, merkezi yönetim ile yerinden yönetim kuruluşları arasındaki bütünleşmeyi sağlayan araçtır (Anayasa Mahkemesinin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.; 2018/78 K. sayılı Kararı, § 7). İdari vesayet yetkisi, hiyerarşik denetimde olduğu gibi genel bir yetki olmayıp kanunla çerçevesi çizilen sınırlar içerisinde kullanılması gereken istisnai bir yetkidir. İstisnailik ve kanunilik, idari vesayetin en belirgin iki temel özelliğidir. Bu bağlamda vesayet yetkisi, mutlak bir kullanım zorunluluğunu da içermez. Anayasada belirtilen amaç ve çerçeve içinde kalmak koşuluyla bu yetkinin kapsam ve sınırını belirleme yetkisi kanun koyucuya aittir (Anayasa Mahkemesinin 14.11.2019 tarihli ve 2018/90 E.; 2019/85 K. sayılı Kararı, § 20). Diğer yandan idari özerklik ile idari vesayet arasında ters orantılı bir ilişki bulunmaktadır. İdari vesayet yetkisinin kapsamının genişlemesi idari özerkliği daraltmaktayken, idari vesayet yetkisinin kapsamının daralması ise idari özerkliği genişletmektedir. Bu sebeple idari vesayet yetkisi idari özerkliğin sınırını oluşturmaktadır (Anayasa Mahkemesinin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.; 2018/78 K. sayılı Kararı, § 7).Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 3 İptali talep edilen ibare; merkezi idarenin mahalli idare olan belediye üzerindeki idari vesayet yetkisini ölçüsüz şekilde aşmak ve belediyenin idari ve mali özerklik alanını daraltmak suretiyle; yerinden yönetim ilkesine aykırıdır. Başka deyişle iptali talep edilen ibareyle idari vesayet yetkisinin kayıtsız ve geniş kullanımı (kesinti yapılırken %40lık oranın esas alınmaması); idarenin bütünlüğü ilkesi içinde teşkilatlanan ikili idari yapı arasındaki dengeyi merkezi yönetim lehine bozmakta, idari vesayeti istisnai değil kural yetki haline getirmektedir. Zira belediyelerin 5779 sayılı Kanun gereğince aktarılan payları, merkezi idare tarafından kaynağında kesilmektedir. Başka bir deyişle iptali talep edilen ibare nedeniyle belediyelerin görevleri ile orantılı olan gelirlerine, merkezi idare tarafından ölçüsüz (Her ne kadar iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümlenin devamında %50 oranında bir kayıt öngörülmüşse de; iki oran arasındaki fark, yüksek meblağlara tekabül etmektedir.) şekilde el koyulmaktadır. Halbuki belediyelere mahalli idare vasfını kazandıran unsurlardan biri mali özerkliktir. Nitekim belediyelerin borç ödeyebilme kapasiteleri gözetilerek ve görev ve yetkilerini ifa edebilmesini teminen oluşturulan kaynağın korunması için getirilen %40lık kesinti sınırının gözetilmemesine ilişkin ihtilaflı düzenlemenin, uygulamada taraflı şekilde uygulanma ve yalnızca merkezi yönetimin muhalif olarak sınıflayabileceği belediyelere karşı kullanılma ihtimalinin bulunduğu da açıktır. Ayrıca imzalayıp onaylamış olduğumuz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 3. maddesi gereğince özerk yerel yönetim kavramı, yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve olanağı anlamını taşır. 9. maddesi uyarınca ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacaktır. Ancak iptali talep edilen ibare; söz konusu 3. ve 9. maddelerle güvence altına alınan belediyelerin idari ve mali özerkliklerini ölçüsüz şekilde sınırlandırdığından Şart hükümlerine de aykırıdır. Öte yandan, belediyelerin borç ödeyebilme kapasiteleri gözetilerek ve görev ve yetkilerini ifa edebilmesini teminen oluşturulan kaynağın korunması için getirilen %40lık kesinti sınırının dikkate alınmaması, Anayasanın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk devleti ilkesinin ölçülülük unsurunu ihlal eder. Doğuşunda makul olma kavram ve anlayışının belirleyici olduğu hukuk devletinde ölçülülük, hem devlet organlarının sahip olduğu yetkiler, hem her alanda konulan hukuk kuralları bakımından geçerli olmalıdır. Diğer bir deyişle kanun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise gereklilik, elverişlilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ögeden oluşmaktadır. Gereklilik, müdahalenin ve başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını; elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını; orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kurala uyulmaması nedeniyle kanun koyucu tarafından öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da ölçülülük ilkesi gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur. Kanun koyucu da merkezi idare tarafından belediye paylarından kesinti yapılması durumunda, belediye gelirlerine müdahaleyi ölçülü kılmak adına bir üst had belirlemiştir. Anılan ibarenin düzenlendiği cümlede yer alan borçlar bakımından bu haddin gözetilmemesi, belediye gelirlerine orantısız şekilde müdahale sonucunu doğuracaktır. Nitekim 7326 sayılı Kanunun ratio legisi, sayılı alacakların yeniden yapılandırılması ve bunların taksitler halinde ödenebilmesi olanağının sağlanması ise; anılan borçlar, bu kota dahilinde de uzun vadede ödenebilecektir. Bu bakımdan söz konusu müdahale, gerekli de değildir. Öte yandan, iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümlenin devamında, bu kapsamda yapılacak kesinti tutarının her hal ve takdirde bu idareler adına genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan payların aylık tutarının % 50sini aşamayacağı hüküm altınaEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 4 alınmaktadır. %50lik oran, belediye gelirlerine yapılan müdahalenin anılan borçlar bakımından üst haddi olarak hüküm altına alınsa da; uygulamada iki yüzde arasındaki fark, yüksek meblağlara tekabül etmektedir. Bu durum, yerinden yönetim ilkesine aykırı şekilde mahalli idarelerden merkezi yönetime kaynak transferine neden olacaktır. Halbuki Anayasanın 127. maddesi gereğince belediyelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır. İptali talep edilen ibare nedeniyle yapılacak ölçüsüz kesinti, belediyeler tarafından yürütülen hizmetlerin kaynak yetersizliği sebebiyle aksamasına, vatandaşlarımızın mağduriyetine neden olacaktır. Belediye gelirlerine yapılan bu müdahale, idarenin bütünlüğü ilkesi ile ilişkili değildir. Bu düzenleme, hukuk devletinin varlık nedeni ile de çelişmektedir. Gerçekten, yöneticileri ve yönetilenleri, hukukça yönetilebilirlik bakımından eşitleme hedefine dayanan hukuk devleti, merkezi ve yerel yönetim arasında, bir tür makamlar hiyerarşisi anlayışını yansıtan ölçüsüz bir kesinti düzeneğini meşru ve haklı kılamaz. Tüm bu nedenlerle 7326 sayılı Kanunun 9. maddesinin 3. fıkrasının (e) numaralı bendinin (2) numaralı alt bendinin birinci cümlesinde yer alan %40 oranı dikkate alınmaksızın ibaresi, Anayasanın 2., 123. ve 127. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir. 2) 03.06.2021 tarihli ve 7326 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 16. maddesiyle 1416 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 4ün son fıkrasının Anayasaya aykırılığı 7326 sayılı Kanunun 16. maddesiyle 1416 sayılı Ecnebi Memleketlere Gönderilecek Talebe Hakkında Kanuna Geçici Madde 4 eklenmiştir. Anılan geçici madde; genel olarak; 1416 sayılı Kanunun (7326 sayılı Kanunun 14. maddesiyle cümle eklenen) 19. maddesinin faiz borcunun hesaplanmasına ilişkin hükmünün halen öğrenimlerine devam eden öğrenciler hakkında da uygulanacağı; sayılı kimselerin kendilerine döviz olarak yapılmış olan her türlü masrafa ilişkin borç tutarlarının yeniden hesaplanma usulleri; sayılı kimseler için feri alacak hesaplanmayacak durumlar; mahsup; yargılama giderlerinin tahsili; taksitlendirme; istisnalar ve bunlara bağlı düzenlemeler hakkındadır. Diğer bir deyişle söz konusu Geçici Madde 4, 1416 sayılı Kanun kapsamındaki sayılı kimselerin borçlarının yapılandırılmasını hüküm altına almaktadır. Ancak iptali talep edilen fıkra gereğince; terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile öğrencilikle veya mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrolarıyla ilişiği kesilenler hakkında borç yapılandırılmasına yönelik Geçici Madde 4 hükümleri uygulanmayacaktır. Anılan fıkra hükmü, Anayasaya aykırıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki borç yapılandırılmasına yönelik hükmün uygulanmayacağı (Devlet bursu alan) öğrencilikle ilişiği kesilenler ve mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrolarıyla ilişiği kesilenler olmak üzere iki kişi kategorisi bulunmaktadır. 1416 sayılı Kanun gereğince çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen (kadrosu olan) ikinci kategori, (kadrosuyla ilişiği kesilmeden önce) kamu görevlisi statüsündedir. Bu kişi kategorilerinin ilişiği, terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesiyle kesilmiştir, statüleri sona erdirilmiştir. Muğlak kavramlarla ifade edilen ve idarenin (Milli Güvenlik Kurulunun)Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 5 Anayasal açıdan sahip olmadığı bir yetki varmış gibi ve üstelik keyfî takdir yetkisine bırakılan söz konusu gerekçe, Anayasaya aykırıdır. Anayasa hükmü açık: Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Cumhurbaşkanınca değerlendirilir. (AY., Md. 118/3). MGK, danışma organı olma niteliği nedeniyle icrai nitelik taşıyan karar almayıp, Cumhurbaşkanına ne tür kararlar alınması gerektiğini bildirmekle yetinen bir mercidir. Nitekim hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasaya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasanın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesinin 02.06.2009 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını; hukuki belirlilik ilkesi de, kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlemler içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017 30036) (Anayasa Mahkemesinin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye işlem yaparken ve eylem tesisi ederken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir. Öte yandan; Anayasanın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri, kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır. Ancak kanun koyucu, iptali istenen fıkra hükmünü bütünüyle muğlak kavramlarla ifade etmiş, keyfi uygulamaların önünü açmıştır. Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliğin, mensubiyetin veya iltisakın yahut bunlarla irtibatın nasıl ve kim tarafından tespit edileceği, bu kişi kategorilerinin tespit sırasında usule yönelik güvencelerden yararlandırılıp yararlandırılmayacağı, verilen karara karşı yargı yollarına başvurulup başvurulamayacağı, idarenin bu tespiti yaparken kanuna dayanması ve aykırı olmaması için esas alacağı kanuni çerçeve belirsizdir. Bir başka deyişle; söz konusu karar yetkisi, ne esas ne de usul yönlerinden objektif olarak tanımlanmıştır ve son tahlilde, tamamen uygulayıcının keyfî kararına tabi şekilde öngörülmüştür. (nb: bu denli ağır yaptırım, yargı kararı olmaksızın uygulanamaz) Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi (iptali talep edilen fıkra hükmünde yer alan ibarelere benzer ibareler içeren iptal davası konusu üzerine verdiği bir kararında), her ne kadar Kuralda terör örgütleriyle irtibatlı veya iltisaklı bulunan kişilerin noterliğe kabul edilemeyecekleri belirtilmekte olup kuralda geçen iltisaklı kavramı kavuşan, bitişen, birleşen; irtibatlı kavramı ise bağlantılı anlamına gelmektedir. Anılan kavramlar genel kavram niteliğinde olmakla birlikte bunların belirsiz ve öngörülemez nitelikte olduğu söylenemez. Bu kavramların hukuki niteliği ve objektif anlamı yargı içtihatlarıyla belirlenebilecek durumdadır. şeklinde gerekçe kaleme alsa da; bunun devamında Diğer yandan anılan kavramların, içindeEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 6 bulunulan döneme göre farklı yorumlanabilmesi de mümkündür. Bu bağlamda olağanüstü hâlin ilanına neden olan tehdit ve tehlikeler gözetilerek olağanüstü hâl döneminde terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunulup bulunulmadığının tespiti bakımından terör örgütleriyle üyeler arasındaki bağın varlığı konusunda yapılacak değerlendirme ile olağan dönemde yapılacak değerlendirmenin farklı olabileceğinin kabul edilmesi gerekir. şeklinde bir temellendirme yapmak suretiyle (Anayasa Mahkemesinin 14.11.2019 tarihli ve 2018/89 E.; 2019/84 sayılı Kararı, § 30, 31); olağan dönemde söz konusu kişi kategorileri bakımından keyfi uygulamalar olabileceğine delalet etmiştir. O halde olağanüstü hale özgü koşulların ve kanuni lafzın; (iptali talep edilen fıkra hükmünde olduğu gibi), hukuk devleti ve kanunilik ilkelerine aykırı şekilde, olağan döneme sirayet etmesi (söz gelimi üyelik, mensubiyet, iltisak, irtibata yönelik ilişkilerin yargı makamları yerine idarece tespiti) Anayasanın 2. ve 123. maddelerine aykırıdır. Anayasa madde 36 ve 38 bakımından; ilişik kesme yaptırımı, bir yargı kararına bağlanmamıştır. Diğer bir deyişle Anayasanın 36. maddesinin temin ettiği; kanunla kurulmuş bağımsız tarafsız bir mahkemede, makul bir sürede, adil ve aleni biçimde yargılanma hakkı, mahkemeye erişim hakkı, silahların eşitliği yargılamada çelişme yargılamada vicahilik ilkelerinin gerekleri karşılanması bir yana, yargı süreci herhangi bir biçimde işletilmeden; sayılı kişilerin ilişikleri kesilmiştir. Adil yargılanma hakkının tüm unsurlarının tecessüm edeceği bir mahkumiyet hükmü aranmadan, idarenin keyfî, takdir yetkisine bırakılarak; sayılı kişi kategorilerinin terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile ilişiklerinin kesilmesi; Anayasanın 38. maddesinde düzenlenen masumiyet karinesini de ihlal etmiştir. Gerçekten de; Anayasanın 38. maddesinde güvence altına alınan masumiyet (suçsuzluk) karinesi, kişinin suç işlediğine dair kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence altına alır. Bunun sonucu olarak kişinin masumiyeti asıl olduğundan suçluluğu ispat külfeti iddia makamına ait olup kimseye suçsuzluğunu ispat mükellefiyeti yüklenemez. Ayrıca hiç kimse suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz. Bu çerçevede masumiyet karinesi, kural olarak hakkında bir suç isnadı bulunan ve henüz mahkûmiyet kararı verilmemiş kişileri kapsayan bir ilkedir (Kürşat Eyol, B. No: 2012/665, 13/6/2013, §§ 26, 27). Adil yargılanma hakkının bir unsuru olan masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin iki yönü bulunmaktadır. Güvencenin ilk yönü; kişi hakkındaki ceza yargılaması sonuçlanıncaya kadar geçen, bir başka ifadeyle kişinin ceza gerektiren bir suçla itham edildiği (suç isnadı altında olduğu) sürece ilişkin olup suçlu olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar kişinin suçluluğu ve eylemleri hakkında erken açıklamalarda bulunulmasını yasaklar. Güvencenin bu yönünün kapsamı, sadece ceza yargılamasını yürüten mahkemeyle sınırlı değildir. Güvence aynı zamanda diğer tüm idari ve adli makamların da işlem ve kararlarında, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçlu olduğu yönünde ima ya da açıklamalarda bulunmamasını gerekli kılar. Dolayısıyla sadece suç isnadına konu ceza yargılaması kapsamında değil ceza yargılaması ile eş zamanlı olarak yürütülen diğer hukuki süreç ve yargılamalarda da (idari, hukuk, disiplin gibi) masumiyet karinesinin ihlali söz konusu olabilir (Galip Şahin, B. No: 2015/6075, 11/6/2018, § 39; Turgut Duman, B. No: 2014/15365, 29/5/2019, § 103). Güvencenin ikinci yönü ise ceza yargılaması sonucunda mahkûmiyet dışında bir hüküm kurulduğunda devreye girer ve daha sonraki yargılamalarda ceza gerektiren suçla ilgili olarak kişinin masumiyetinden şüphe duyulmamasını, kamu makamlarının toplum nezdinde kişinin suçlu olduğu izlenimini uyandıracak işlem ve uygulamalardan kaçınmasını gerektirir (Galip Şahin, § 40; Turgut Duman, § 104). Bu itibarla, ihtilaflı kural; suçluluğu yargı kararıyla hükmen sabit olmayan kişilere ceza hukuku fiilleri ağırlığında fiillerin isnadı ve bu temelde ilişik kesme işlemininEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 7 uygulanılması suretiyle, suçlu muamelesi yapmak anlamına gelmektedir ve Anayasanın 38. maddesini ihlal etmektedir. Anayasanın 70. ve 128. maddeleri bakımından; bu iki madde birlikte değerlendirildiğinde; bir yargı kararı olmaksızın, idarenin keyfî takdir yetkisine bırakılarak; terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrosuyla ilişiği kesilenler bakımından; ilişik kesme gibi özlük işlemlerinin (maddi anlamda kanunilik ilkesinin kıstaslarını karşılayan) kanunla düzenlenmesi ilkesi ve Devlet bursuyla yurtdışı eğitimlerini başarıyla tamamlayıp kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilmelerini ve bu istihdamın devamlılığının sağlanmasını teminen liyakat ilkesi ihlal edilmiştir. Kişilerin kesinleşmiş yargı kararı olmadan ve hukuk devleti ve kanunilik ilkeleriyle çelişen keyfî bir yetki muvacehesinde kamu görevi dışında bırakılmaları, Anayasanın 70. maddesinin Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez şeklindeki 2. fıkrasının açık ihlalidir. Anayasa Madde 42 yönünden; bir yargı kararı olmaksızın idarenin aşırı ve ölçüsüz takdir yetkisine bırakılarak; terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile öğrencilikle ilişiği kesilenler bakımından; Anayasanın 42. maddesi de ihlal edilmiştir. Söz konusu maddenin ilk fıkrasına göre, Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Nitekim Devlet, aynı maddenin 7. fıkrası uyarınca, maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapma yükümlülüğüne istinaden yurt dışına giden bu kişi kategorilerine 1416 sayılı Kanun kapsamında burs vermiş ve fakat bir yargı kararı olmaksızın öğrencilerin ilişiği kesilmiş ve dolayısıyla bursları sona erdirilmiştir. Mülkiyet hakkı ve Anayasa Madde 35 bakımından; söz konusu kişi kategorilerinin 1416 sayılı Kanuna konu burslarından doğan borçlarının yapılandırılmasına yönelik Geçici Madde 4ün uygulama alanından çıkarılması; bu kişilerin mameleklerinde diğer borçlulara nazaran orantısız bir azalma yaratacağından; anılan fıkra hükmü, mülkiyet hakkına halel getirmiştir. Diğer bir deyişle burada, mülkiyetin kullanılmasının kontrolü veya düzenlenmesine yönelik orantısız bir müdahale söz konusudur. Anayasa Mahkemesine göre, Anayasanın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken Anayasanın temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen 13. maddesinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasaya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62) (Anayasa Mahkemesinin 01.07.2020 tarihli ve 2016/4293 Bireysel Başvuru Nolu Güven Bostan Başvurusu, § 40). Ancak kanun koyucu, mülkiyet hakkına müdahale edeceği kişi kategorilerini, hukuk devleti ilkesine aykırı şekilde belirsiz kavramlar aracılığıyla ve bir yargı kararı olmaksızın belirlemek suretiyle; Anayasanın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırlarının gereklerini karşılamayarak; mülkiyet hakkını ihlal etmiştir.Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 8 Nitekim Anayasa Mahkemesinin belirttiği üzere; Anayasanın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise, uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71) (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62) (Anayasa Mahkemesinin 01.07.2020 tarihli ve 2016/4293 Bireysel Başvuru Nolu Güven Bostan Başvurusu, § 48). Ancak söz konusu kişi kategorilerine; (bir yargılama yapılmadığından) kendilerini savunma ve itirazlarını dile getirme imkanı tanınmamış ve ilişik kesme sürecinin sonucuna, iptali talep edilen fıkra hükmüyle borçlarının yapılandırılmasını öngören hükmün uygulanmayacağı bağlanarak, (hakkı koruyucu usuli güvenceler bertaraf edilmek suretiyle hakkın özüne dokunularak) mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir. Öte yandan, öğrenciler ile mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrosu bulunan kimseler bakımından; borçların yapılandırılması temelinde, terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu şeklindeki gerekçeyle bir ayrım yapılmıştır. Diğer bir deyişle ilişiği kesilmeyenler ve bu gerekçeyle ilişiği kesilenler, borçların yapılandırılması bakımından farklı hükümlere tabi olacaktır. Açıklandığı üzere; söz konusu gerekçe, Anayasaya aykırı olduğundan, anılan kimseler arasında ayrım yapmayı haklı kılmamaktadır. Diğer bir deyişle eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişiler arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir haklı nedenin var olup olmadığına göre yapılır. Ancak iptali talep edilen fıkranın idareye verdiği keyfi uygulamalara sebep olabilecek ve Anayasanın yukarıda anılan amir hükümlerini ihlal eden sınırsız takdir yetkisi, bu ayrıma yönelik haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli değildir. İhtilaflı düzenleme, bu açıdan da, haklı bir neden olmadan (kesinleşmiş yargı kararı yokluğunda) benzer durumdaki kişiler arasında doğurduğu muamele farklılığı sebebiyle, Anayasanın 10. maddesine aykırıdır. Anayasa Madde 118 bakımından; yukarıda belirtildiği üzere, iptali talep edilen fıkrada, Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara ibaresi, yer almaktadır. Bu ibare, Anayasanın 118. maddesine aykırıdır. Nitekim Milli Güvenlik Kurulu, Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Cumhurbaşkanına bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Cumhurbaşkanınca değerlendirilir. Başka bir deyişle söz konusu Anayasal Kurul, icrai değil istişari statüyü haizdir. O halde, istişari nitelikteki görüşe istinaden; icrai nitelikteki ilişik kesme kararının alınması, Anayasanın 118. maddesini ihlal eder. Böyle bir yaptırım, Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. şeklindeki yasaklayıcı hükme aykırı olduğundan Anayasa madde 6yı da ihlal sonucunu doğurur. Bütün bunlara ek olarak; Anayasanın 90. maddesine göre, temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen fıkra, adil yargılanma hakkı ve mülkiyet haklarına ilişkinEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 9 Anayasa hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiyenin taraf olduğu anlaşmayı da (AİHSni | 4,055 |
Esas Sayısı: 1988/11 Karar Sayısı: 1988/11 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : İptal isteminin dava dilekçesinde açıklanan gerekçeleri özetle şöyledir : Yasama organı üyeleri ile dışardan atanan bakanların TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilmelerine ilişkin 7.5.1986 günlü, 3284 sayılı Yasayla TC. Emekli Sandığı Kanunu'na eklenen EK MADDE 1 ve EK MADDE 4'ün, Anayasa Mahkemesi'nin 2.12.1986 günlü, E: 1986/22, K: 1986/28 sayılı kararıyla iptal edilmesi üzerine uygulama alanı kalmayan Ek 2., Ek 3., Ek 5. maddeler ile aynı Yasanın Geçici 11. ve Geçici 12. maddeleri de iptal edilmiştir. Aynı konuda TBMM'nce kabul edilen 18.6.1987 günlü, 3390 sayılı Yasanın bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderilmesi üzerine bu Yasanın aynen kabulüyle bu kez dava konusu 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasa Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. İptal edilen 7.5.1986 günlü, 3284 sayılı Yasanın 18. maddesiyle 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanunu'na eklenen Ek Madde 3 ile iptali istenen 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasanın 1. maddesiyle 5434 sayılı Yasaya Eklenen Ek Madde 63, birbirinin yinelenmesi niteliğinde maddelerdir. Bu maddeler, çeşitli sosyal güvenlik kurumlarından emekli olduktan sonra yasama organı üyeliği yapanlarla, dışarıdan bakanlığa atananlara, istekleri halinde emekliliklerinin iptal edilerek, TC. Emekli Sandığıyla ilgilendirilmeleri; çeşitli sosyal güvenlik kurumlarına prim ve kesenek ödemek suretiyle geçirdikleri sürelerle, borçlandıkları hizmet sûrelerinin toplamının emekli aylığı bağlanması için aranan süreden eksik olması halinde, eksik olan sürelerin ayrıca borçlandırılması yönünde özel imkân tanımaktadır. Böyle bir hüküm, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararında açıklandığı gibi "...öteki iştirakçilerin hiçbirisine tanınmayan" bir ayrıcalık getirmektedir. İptal edilen 3284 sayılı Yasanın Ek 1. maddesi ve 3430 sayılı Yasanın dava konusu 1. maddesiyle TC. Emekli Sandığı Kanunu'na eklenen Ek Madde 60; yasama organı üyeliği yapanlarla, dışarıdan bakanlığa atananların TC. Emekli Sandığına yazılı başvuru tarihini izleyen aybaşından başlayarak yaşlarına bakılmaksızın TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilmelerini; bunların öğrenim durumları ve hizmet süreleri ne olursa olsun, emekli keseneklerine ve kurum karşılıklarına birinci derecenin son kademesinin ve iştirakçilere uygulanmakta olan en yüksek ek göstergenin esas tutulmasını öngörmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin 2.12.1986 günlü, Esas: 1986/22, Karar: 1986/28 sayılı kararında belirtildiği gibi "Emekli keseneğine esas tutulan müktesep hak aylık derecelerini belirleyen iki unsurdan biri iştirakçinin öğrenim durumu, ikincisi de hizmet süresidir. İştirakçinin öğrenim durumu itibariyle girebileceği derece, personel kanunlarında belirtilen hizmet sürelerinin geçmesiyle üst derecelere yükseltilmektedir...". 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 36. maddesinde, ilgililerin öğrenim durumlarına göre ulaşabilecekleri en yüksek dereceler gösterilmektedir. Buna göre, birinci dereceye yükselebilmek için yüksek öğrenim görmüş olmak gerekmektedir. Aynı Yasanın 43. maddesinde ise ek göstergeler düzenlenmiştir. Öte yandan, 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanunu'nun 41. maddesinde de emekli, âdi malûllük ve vazife malûllüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 43. maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınması hükme bağlanmıştır.Esas Sayısı: 1988/11 Karar Sayısı: 1988/11 2 Anayasa Mahkemesi'nin aynı kararında, "Yasama organı üyelerinin yapmakta oldukları görevin önemi, bunların ödenek ve yolluklarının (Anayasal çerçeve içerisinde) farklı bir düzenlemeye tabi tutulmasını haklı göstermekte ise de; iştirakçi oldukları b'r sosyal güvenlik kuruluşundan, diğer iştirakçilerle eşit şartlarda faydalandırılmaları gerekirken, öteki iştirakçilerin hiç birisi için söz konusu olmayan bazı imtiyazlarla donatılmaları, savunulması mümkün olmayan bir eşitsizlik ve adaletsizliğe yol açmaktadır. Nitekim, valilik, büyükelçilik, elçilik gibi önemli bazı Devlet hizmetlerini de içine alan istisnaî memurluklara atananlara kademe ilerlemesi ve derece yükselmesine ilişkin hükümlerle bağlı olmaksızın doğrudan doğruya atanmış oldukları kadro aylığının ödenmesine cevaz veren Devlet Memurları Kanunu (Madde 59), bunlar emekliliğe esas tutulacak aylık derecesi bakımından, öteki memurlardan ayırmamış, emekli keseneklerinin öğrenim durumları ve hizmet sürelerine göre hak kazanmış bulundukları aylık derecesi üzerinden kesilmesini öngörmüştür". Anayasa'nın 2. maddesinde "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir" denilmekte, 10. maddesinde de, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa ayrıcalık tanınamayacağı belirtilmiş bulunmaktadır. Dava konusu Ek 60. Madde, yasama organı üyeliği yapanlarla dışardan bakanlığa atananlara, iştirakçi oldukları TC. Emekli Sandığınca öteki iştirakçilerin hiç birisine tanınmayan ve adalet duygusuyla bağdaşmayan bazı haklar ve ayrıcalıklar getirdiğinden Anayasa'nın sözü geçen 2. ve 10. maddelerine aykırı düşmektedir. Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 7.5.1986 günlü, 3284 sayılı Yasa uyarınca Emekli Sandığı Yasası'na eklenen Ek 4. madde ile iptali istenen 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasanın Ek 64. maddesi aynı niteliktedir. Dava konusu Ek 64. maddeye göre, yasama organı üyeleri ile dışarıdan atanan bakanlardan görev süresi sona erenler, Bağ Kur veya Sosyal Sigortalar Kurumuyla ilgilendirilmeleri gereken bir işte çalışmakta olsalar bile başvurduklarında, TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilecekler, emekliliğe hak kazandıkları zaman, son yedi yıllık hizmet sürelerinden tamamına yakın kısmı Bağ Kur veya Sosyal Sigortalar Kurumu'yla ilgili olarak geçmiş bulunsa bile, kendilerine TC. Emekli Sandığı'nca aylık bağlanacaktır. Sözü geçen kimselerin, diğer sosyal güvenlik kurumları ile ilgili bir işte çalışmakta olsalar dahi, istekleri üzerine, TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilmelerinde, emekli keseneği ve kurum karşılığına, öğrenim durumları ve hizmet süreleri dikkate alınmaksızın birinci derecenin son kademesi ve iştirakçilere uygulanan en yüksek ek göstergenin esas tutulması ve nihayet emekliliği hak ettikleri zaman hizmetlerinin son yedi yıllık kısmı nerede geçmiş olursa olsun, kendilerine TC. Emekli Sandığı'nca aylık bağlanması haklı bir sebebe dayanmayan eşitsizlik ve adaletsizlik getirmektedir. Bu bakımdan, adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı hükümler ihtiva eden Ek 64. maddenin de Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunması nedeniyle iptali gerekir.Esas Sayısı: 1988/11 Karar Sayısı: 1988/11 3 Belirtilen nedenler, ilgili Anayasa hükümleri, Yüce Mahkemenin örnek kararları karşısında, gerek 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasanın ayrı ayrı incelenen Ek 60., Ek 63. ve Ek 64. maddeleri, gerek bu maddelerin iptal edilmeleri durumunda uygulama alanı kalmayacak olan aynı Yasanın diğer ek ve geçici maddeleri, başka bir deyimle tüm Yasa Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğundan esas yönünden iptaline karar verilmesi ve tümüyle Anayasa'ya aykırı olan bir yasanın uygulanmasına olanak tanınması için konunun bir an önce karara bağlanması gerekmektedir." | 950 |
Esas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 1 "... I REDDİ HAKİM, İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'II. BAŞKAN REDDİ İSTEMİNİN GEREKÇESİ 1 6110 sayılı 'Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun' ile 2797 Sayılı Yargıtay Kanunu, 2575 Sayılı Danıştay Kanunu, 2659 Sayılı Adli Tıp Kurumu Kanunu, 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu, 1806 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve 5235 Sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunda değişiklikler yapılmıştır. Bu dava dilekçesiyle, 6110 sayılı Yasayla yapılan değişikliklerle ilgili kimi madde ve hükümlerin Anayasaya aykırılıkları savıyla, yürürlüğü durdurma istemli iptal davası açılmıştır. Ancak, yürürlüğü durdurma ve iptal davasının ilk ve esas incelemelerinin görüşülmesinde, aşağıda gerekçelerini açıklayacağımız nedenlerle, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın reddini talep etmekteyiz. Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç, 15.02.2011 tarihli 'Radikal' gazetesinde yayınlanan söyleşisinde (Ek 2) 'Yüksek yargının bugün içinde bulunduğu durumda yıllardır yargıdaki birikimi gidermek için çaba harcamamış olmasının payı olduğunu, Yargıtay ve Danıştay Başkanlarının bugüne dek üyeleriyle yargıdaki birikmeyi nasıl çözeceklerine dair bir toplantı yapmadıklarını öne sürerek 'Üzülerek söyleyeyim, yüksek yargı bugüne dek uyumaktan başka bir şey yapmadı', 'Belli günlerde konuşma yapıp mesaj vererek sorun çözülmüyor'' diyerek Mahkemenizin önünde bulunan dava ile ilgili olarak kanaat beyan etmenin dışında, Anayasa Mahkemesi Kanunun 47 nci maddesinde sözü edilen tarafsız hareket edemeyeceği kanısını haklı kılan söz ve davranışlarda bulunmuştur. 2 6110 Sayılı Kanunun genel gerekçesi okunduğu zaman Yargıtay ve Danıştayın iş yüklerinin yoğunluğu nedeni ile dosyaların incelenmeden karar verildiği bunun adalete olan inancı sarstığı bu değişiklikler ile yargının hızlandırılacağı iddialarına yer verildiği görülecektir. Yasanın genel gerekçesinde belirtilen hususlar Başkan Haşim Kılıç'ın basın açıklaması ile örtüşmektedir. 2949 Sayılı 'Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un, Anayasa Mahkemesi Başkan ve üyelerinin bakamayacağı dava ve işleri düzenleyen 46 ncı maddesinin beşinci bendinde, Başkan ve üyelerin 'İstişari mütalaa ve kanaat beyan etmiş olduğu dava ve işlere' bakamayacağı, yine Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün 'Yasaklar' başlıklı 32 nci maddesinde de Başkan ve üyelerin mahkemeye gelmesi muhtemel güncel konular hakkında sözlü veya yazılı olarak görüşlerini beyan edemeyecekleri belirtilmiştir. İçtüzüğün 32 nci maddesi, Mahkemeye gelmesi muhtemel güncel konudan söz etmektedir. Burada 'güncel konuyu', açıklamanın yapıldığı günlerde Mahkemeye gelmesi olası, dolayısıyla inceleme konusu olabilecek iş ve dava olarak anlamak gerektiği gibi; gerek Anayasa Mahkemesi Kanunun 46/5 inci maddesinde belirtilen 'istişari mütalaa ve kanaat beyan etmiş olma' ve Mahkeme İçtüzüğünün 32 nci Maddesinde sözü edilen 'görüş belirtme' terimleriEsas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 2 Başkan ve üyelerce kullanılacak oyun belli edilmesinden daha geniş kapsamlıdır. Oy açıklaması niteliğinde olmayan Mahkemenin önündeki somut olayda olduğu gibi, Başkanın Radikal Gazetesindeki söyleşisinde, yüksek yargı organlarını töhmet altında bırakan, icapsız düşünce, görüş ve kanaatlerini açıklama olaylarını da içermektedir. 3 Yargılamanın dürüst ve hakkaniyete uygun yapılması, hukuk devletinin gereğidir. Yargılamanın adil olması için mahkemenin bağımsız olması ve objektif olarak tarafsız bir görünüme sahip olması yetmez. Bunların yanı sıra yargılama makamında görev alan Başkan ve üyelerin her birinin de tarafsız olmaları gerekir. Başka bir ifadeyle yargılama makamını işgal edenlerin tarafsızlık konusunda kuşku yaratacak davranışlar içinde bulunmamaları gerekir. Objektif tarafsızlık yanında sübjektif tarafsızlık da aynı derecede önemlidir. Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin 46 ncı maddesiyle birlikte, 47 nci maddesinde de ret konusuna yer verilmiş, Anayasa Mahkemesi Başkan ve üyelerinin tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hallerin dava açılmadan veya iş Mahkemeye gelmeden önce mevcut olduğu iddiası ile reddolunabileceği belirtilmiştir. Somut olayda olduğu gibi Başkan ve üyeler önlerine gelmesi kuvvetle muhtemel ve hatta Anamuhalefet (CHP) Partisi yetkililerince Mahkemeye taşınacağı açıkça beyan edilmiş güncel bir dava konusunda da görüş belirtmiş olabilirler. Anayasa Mahkemesi Yasasının 47 nci maddesi Başkan ve üyelerin, tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hallerin mevcut olduğu iddiası ile reddolunabileceklerine amirdir. Başkan Haşim Kılıç, dava konusu edileceği açıkça beyan edilen 6110 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik yapılmasına Dair Kanunun temel gerekçesinin Yargıtay ve Danıştaydaki iş yükünün azaltılmaya yönelik olduğunu bilmesine rağmen kendisi hakkında bir ön yargı yaratacak şekilde yukarıda belirttiğimiz açıklamaları yapmış sonradan da gazetecinin bu yasa ile ilgili daha somut soru sorması üstüne de 'Ben bu soruya cevap verirsem doğru olmaz; çünkü ana muhalefet partisi, onaylanması durumunda Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını söyledi. Önümüze gelebilecek bir dosya hakkında konuşmayayım' demiştir. Böylece, yaptığı açıklamanın kendisinin tarafsızlığı konusunda şüphe yaratacağını bildiğini de teyit etmiştir. Tarafsızlık ilkesi yargıcın yalnızca tarafsızlığının gölgelendiği bir işe ve davaya bakmamasını değil, tarafsızlığı konusunda kuşku uyandıracak tutum ve davranışlardan kaçınmasını da gerektirir. Aslında yargıcın, tarafsızlığının gölgelendiği dava ve işlere bakmaktan çekinme ödevinden önce, bu konuda kuşku uyandıracak tutum ve davranışlardan kaçınma ödevi vardır. Nitekim, Mahkemede bu tür iddialar ileri sürüldüğünde, tarafsızlığını kanıtlamak ve Mahkemenin kararına gölge düşürmemek için davaya girmeme kararı alındığı, ret talebi kabul edilmemesine rağmen etik olarak ilgiyi davaya girilmediği bilinmektedir. Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın, 6110 sayılı Yasanın ana konusunu oluşturan Yargıtay ve Danıştay ile ilgili olarak yaptığı açıklama, 2949 Sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 46 ncı ve 47 nci maddelerine, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün 32 nci maddesine aykırılık teşkil ettiğinden, 6110 sayılı Yasa'nın iptali ve yürürlüğünün durdurulmasıyla ilgili ilk ve esas incelemelereEsas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 3 katılarak karar veremeyeceğinden, Başkan reddi talebiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmuştur. III İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ a 6110 Sayılı Kanunun 1 inci Maddesiyle Değişik, 2575 Sayılı Danıştay Kanununun 13 üncü Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 6110 sayılı Yasanın 1 inci maddesiyle, Danıştay Kanununun 13 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrası değiştirilmiş, Danıştay daire sayısı artırılarak iki yeni daire kurulması öngörülmüştür. Danıştay, ondördü dava, biri idari daire olmak üzere onbeş daireden oluşacaktır. Değişiklik gerekçesinde; 'Adlî yargı ve idarî yargı mahkemelerince verilen kararların temyiz mercii olan bu iki yüksek mahkemenin son yıllarda aşırı iş yükü ile uğraşmak zorunda kaldığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. (') 2007 yılında Danıştaya gelen dosya sayısı, 110.934 iken, bu rakam, 2008 yılında 130.278; 2009 yılında ise 126.224 olmuştur. Belirtilen yıllarda sonuçlandırılan dava ve iş sayısı ise 2007 yılında 88.297'ye, 2008 yılında 99.299'a, 2009 yılında ise 106.982'ye ulaşmıştır. Yine aynı yıllarda, sonraki yıla devreden dosya sayısı ise sırasıyla, 118.415, 149.394 ve 168.636'dır. Davaların yüksek mahkemeler önünde sürüncemede kalması, şikâyetlere neden olmakta ve İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye taraf olarak adil yargılama taahhüdünde bulunmuş ülkemizin de bu duruma çare bulmasını kaçınılmaz hale getirmektedir. Diğer taraftan, Yargıtay ve Danıştay Başkanları da uzun yıllardan bu yana adlî yıl açılış konuşmalarında iş yoğunluğunu gündeme getirmekte ve bu kadar yoğun iş yükü altında çalışılması sebebiyle hata yapmanın kaçınılmaz bir hal aldığını ifade etmektedirler. Yüksek mahkemelerin yapacağı hataların, toplumda adalete olan güveni zaafa uğratacağı ise şüphesizdir. Diğer taraftan, Yargıtay ve Danıştay Başkanları da uzun yıllardan bu yana adlî yıl açılış konuşmalarında iş yoğunluğunu gündeme getirmekte ve bu kadar yoğun iş yükü altında çalışılması sebebiyle hata yapmanın kaçınılmaz bir hal aldığını ifade etmektedirler. Yüksek mahkemelerin yapacağı hataların, toplumda adalete olan güveni zaafa uğratacağı ise şüphesizdir. Bu kadar yoğun iş yükü sebebiyle, yüksek mahkemelerde dosyaların yeterince incelenmeden sonuçlandırıldığı şeklinde bir anlayış da toplumda hâkim olmaya başlamıştır. (') Resmî verilere ve yüksek yargı organlarının başkanları tarafından yapılan açıklamalar sonucu ortaya çıkan sayılara göre, bugün itibarıyla yeni iş gelmese bile Yargıtay ve Danıştayda bulunan işlerin en erken dört ' beş yıl içinde bitirilebileceği sonucu ortaya çıkmaktadır. (')idarî yargıda atama, kamulaştırma, imar, emeklilik, gibi konulardan kaynaklanan davalar yıllarca Danıştayda temyiz incelemesini beklemekte, bu gecikmenin sonucunda verilen kararların uygulanması bazen mümkün olmamaktadır. Bu ve benzeri olaylar sonucunda, idarî yargı kültürüne 'uygulanması mümkün olmayan kararlar' kavramı girmiştir. (')Yine Tasarıyla, yukarıda belirtilen ihtiyaçları karşılamak üzere, Danıştayda iki idarî dava dairesi kurulmakta ve toplamda 13 olan Danıştay daire sayısı 15'e çıkarılmaktadır. Buna bağlı olarak yine yukarıda belirtilen gerekçelerle, Danıştay Kanununa 61 yeni üye kadrosu ilave edilmektedir. Bu şekilde, yeterince üyeye sahip olan dairelerin işlerin bir an önce bitirilmesi için iki heyetle çalışmalarına imkân tanınmaktadır. Diğer taraftan, dosya sayısı 6.000 dolayında olan ancak dairelerdeki üye sayısının yetersizliği sebebiyle haftada sadece bir gün çalışan Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu üye kadrosunun arttırılmasının sonucunda daha sık aralıklarla toplanabilecektir.'[1]Esas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 4 Gerekçede de görüldüğü gibi, Danıştayda daire sayısının ve buna bağlı olarak da üye sayısının artırılması, iş yüküne ve iş gecikmesine bağlanmıştır. Gerekçe, idari yargı sistemini ve idari yargı sistemindeki sorunları bütüncül olarak yakalamadığı gibi, sadece niceliksel verilere bağlı kalmakta, niteliksel ve içeriğe bağlı gerekçeleri dikkate almamaktadır. Bir temyiz mahkemesi olmakla birlikte ilk derece mahkemesi de olan Danıştay'a, dosya yığılmasının ve dosya sayısındaki artışın tartışması da yapılmamaktadır. Temel sorunun, idari yargıya açılan dava sayısındaki artışın nedenleri üzerine kurulu olduğu gerçeği de göz ardı edilmektedir. Aynı zamanda birinci derece mahkeme olarak da görev yapan Danıştay'ı, genelde yargının özelde idari yargının, yargı sisteminin, hatta hukuk sisteminin bütüncül yapısı ve sorunlarından soyutlayarak tek başına ele alıp, üye ve daire sayısında niceliksel artışa bağlı çözüm önerisi getirilmiş, yasa değişikliği, görünürde dar bir amaçla sınırlandırılmıştır. Değişikliğin, Anayasanın kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı ilkelerine aykırı olarak, Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanan tasarı ile TBMM'ye sunulması, yukarıdaki değerlendirmeyle birlikte ele alındığında, 'dar amaç' daha da sınırlandırılmakta, hatta amacı hak arama özgürlüğü, adil yargılanma hakkı ve yargı sorunlarından kopararak, sadece yürütme organının istekleri doğrultusunda bir değişikliğe hapsetmektedir. Yargı yetkisini Ulus adına kullanılması gereken bağımsız mahkemeler, yürütme organının isteklerine ve yönlendirmesine bağlanmaktadır. Hukuk devletinde yasalar, kişisel amaçlarla çıkarılamayacağı gibi, bir partinin siyasal amaçları için de çıkarılamazlar. Söz konusu yasalar, kuvvetler ayrılığı ilkesine göre düzenlenmesi gereken ve yürütmeden bağımsız olması gereken bağımsız yargıyla ilgiliyse, anayasal amaç denetimi daha da önem kazanır. Yasaların Anayasaya uygunluk denetiminde amaç unsuru, 'yasanın nihaî unsuru'dur. Yasaların hangi amaçlarla yapılacağı Anayasada belirtilir.[2] Yasa koyucu, belli bir sonuca ulaşmak için değişik yolların seçimini siyasi tercihlere göre yapmakla serbest olmakla birlikte, bunu yaparken anayasal ilkelere uymak zorundadır. Söz konusu olan yargıya ilişkin yasalar ise çoğunluk ilkesi de tek başına yasa değiştirmeye yetmeyecek, çoğulculuk ilkesiyle birlikte, evrensel hukuk ilkeleri ve yargı bağımsızlığı ilkeleri devreye girecektir. Saklı amaç, diğer bir deyişle başka ya da örtülü amaçlara ulaşmak için yasal düzenleme yapmak, yasayı amaç unsuru bakımından sakatlar, anayasal anlamda yetki saptırmasına neden olur. Anayasa Mahkemesinin de belirttiği gibi, iptali istenen hükümle 'kapalı olarak' bir amaç güdülüp güdülmediği araştırılabilir.[3] 'Düzenlemenin daha çok, siyasal nedenlere dayandığı durumlarda, kamu yararı olmadığı için, amaç unsuru bakımından Anayasaya uyguluk savunulamaz.'[4] Yasamanın takdirine bırakılmış konularda, yasa koyucu yetkisini kullanırken, 'Anayasa kuralları ile kamu yararı ve kamu düzeninin gereklerine bağlı kalmak zorundadır'.[5] Bu bağlılık, hukuk devletinin önemli ilkelerinden 'iyiniyet ilkesine' bağlılığı da kapsar. İyiniyet ilkesi, yasaların konuluş amacıyla birlikte, o yasaların kamuoyunca algılanış biçimini de kapsar. Yasanın iyiniyetle çıkarıldığına inanılmaması, hukuk güvenliğini de sarsar, hukuk devletine güveni alt üst eder. Bundan da en çok bağımsız yargı etkilenir, yargı bağımsızlığı zedelenir. Yargı, Anayasanın birçok müessesesinden farklı olarak, anayasal güvence altına alınmıştır. Bu güvence, evrensel yargı bağımsızlığı ilkeleriyle de donatılmak zorundadır. İdari mahkemelerce verilen ve yasanın başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olan Danıştayın da, Anayasanın 155 inci maddesine göreEsas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 5 'kuruluşu, işleyişi, Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile üyelerinin nitelikleri ve seçim usulleri', idari yargının özelliğine göre yasayla düzenlenirken, uyulması gereken en temel ilke 'mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esasları'dır. Hukukun genel ilkeleri, yasamanın takdir yetkisinde uyulması gereken temel ilke olduğuna göre, 'yargı bağımsızlığı' da yargıya ilişkin düzenlemelerde en temel ilkedir. Yargının sorunları ve çözüm yolları bu temel ilkeye göre şekillenmek zorundadır. Yasama organının takdir yetkisi sınırsız değildir. Danıştay daire ve üyelerinin sayısının yürütme organı tarafından önerilen bir tasarı ile artırılması, yargıya ilişkin sorunların sadece bu artışa indirgenmesi saklı amacı ortaya çıkarmaktadır ki, yargı bağımsızlığı en ufak kuşkuyu ya da gizliliği kaldırmaz. 'Hukukun ana prensiplerine dayanmadan ve sadece belli bir anda hasıl olan geçici çoğunluğun sağladığı kuvvete dayanılarak çıkarılan kanunlar toplum vicdanında olumsuz tepkiler yaratır'.[6] Oysa, anayasal yüksek yargı organlarının yapılanmasıyla ilgili değişiklik, hazırlanış ve görüşülme süreçlerinde 'bir partinin yasasına' ve bir partinin kadrolaşma girişimine dönüşmüştür. 'Kuvvetler ayrılığının çağdaş anlamı, yasama ve yürütme arasındaki ayrılıktan çok, yargı organının bu iki siyasal nitelikli organ karşısındaki bağımsızlığını ön plana çıkarmaktadır.'[7] Toplumumuzda ve Avrupa Birliğinde, yargı alanında devletin yapılanması bakımından üzerinde anlaşılarak ve vurgulanarak yıllardır yapılması beklenenler; yargının tam anlamıyla tarafsızlığının ve bağımsızlığının sağlanması, sorunlarının bir reform paketi halinde bütünsellik içinde çözümlenmesidir. Oysa dava konusu kuralda, söz konusu amaca yönelik bir düzenleme yapılmadığı, kadrolaşmaya yönelik nicelik değişikliğiyle yetinildiği görülmektedir. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, bir hukuk devletinin olmazsa olmaz koşuludur. Çağdaş çok partili parlamenter rejimlerde, iktidar partisi kanalıyla 'yasama ' yürütme' arasında yaratılan fiili bütünleşmenin 'yasama ' yürütme' denetimini işlemez hale getirmesi nedeniyle ortaya çıkacak denetim boşluğu karşısında, siyasi iktidarın hukuk sınırları içinde kalmasını sağlayacak tek güç, yargı olduğundan, temel yargı sorunları yerine sadece daire ve üye sayısının artırılmasına yönelik düzenleme anayasal amaca uygun düşmemektedir. Niceliksel artışa, 'iş yükü ve gecikme' gibi soyut gerekçe bulunurken, artış oranına ilişkin hiçbir somut gerekçe ortaya konulmaması da anayasal amaca uymamaktadır. Yargının, yargı organlarının üyelerinin seçiminde yasama veya yürütmeye tanınan yetkiler nedeniyle tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirip, yandaş yargıya dönüşmesi; yasama ' yürütme arasındaki fiili bütünleşmeye yargının da katılması sonucunu doğuracaktır. Böylesi bir bütünleşmenin ise, demokrasinin bir totaliter rejime dönüşmesi tehlikesine yol açacağı kuşkusuzdur. Değişikliğin, yasama süreci ve anayasaya uygun olmayan amacı, bu değişikliğe göre seçilen üyelerin bir 'dönemin ve partinin' adıyla anılmasına neden olacaktır ki, bu durumun yargı bağımsızlığıyla bağdaştırılması mümkün değildir. Düzenlemede, yargı mensuplarının, hukukçuların, bilim insanlarının ve siyasi partilerin üzerinde anlaşmış olduğu bütünsel çözüm yer almadığı gibi; toplumumuzda oluşmuş ortak beklentiler de karşılanmamıştır. Bu durum, söz konusu değişikliğin kamu yararına değil, birtakım öznel amaçlara yönelik olarak gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır. Daire sayısındaki ve buna bağlı olarak üye sayısındaki artış, madde gerekçesinde iş yüküne bağlanmasına karşın, söz konusu artış oranı hiçbir somut, bilimsel, iddia edilen sorunları çözme konusunda gerekli ve elverişli bir gerekçeye bağlanmamıştır. Bu gerekçesizlik, haklı olarak sayısal artışın, mevcut sayının çoğunluğunu ele geçirme şeklinde değerlendirilmesine nedenEsas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 6 olmuştur ki, yasal düzenlemelerden bu şekilde kuşku duyulması dahi hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı yönlerinden kabul edilemez. Hukuk devletinin yapıcı unsurları, tüm ilkeleriyle yaşama geçirilmeden, hukuk devletinden de söz edilemez. Bu unsurlar, Devletin hukuka ve demokratik bir anayasaya uygunluğunu sağlayan ilke ve kurallar, bu uygunluğu pekiştirecek yargı denetimi, bu mekanizmanın etkin işleyişi için gerekli olan yargı bağımsızlığı ve adil yargılanma ilkesinin getirdiği güvencelerdir.[8] Yasalar yapılırken bu ilkelere uyulması gerekir. Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşullarından biri olduğuna göre, bu bağımsızlığı zedeleyecek her türlü işlem evrensel hukuk ilkelerine ve Anayasaya aykırılık oluşturur. Açıklanan nedenlerle, 6110 Sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle değişik, 2575 sayılı Danıştay Kanununun 13 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrası Anayasanın 2 nci ve 155 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir. b 6110 Sayılı Kanunun 1 inci Maddesiyle Değişik, 2575 Sayılı Danıştay Kanununun 13 üncü Maddesinin (2) Numaralı Fıkrasının Birinci Tümcesinde Yer Alan '' yeteri kadar üye '' Sözcükleri ile Üçüncü ve Dördüncü Tümcelerinin Anayasaya Aykırılığı 13 üncü madenini değişik (2) numaralı fıkrasında, 'Her dairede bir başkan ile yeteri kadar üye bulunur. Heyetler bir başkan ve dört üyenin katılmasıyla toplanır, salt çoğunluk ile karar verir. Üye sayısının yeterli olması halinde birden fazla heyet oluşturulabilir. Bu durumda, oluşturulan diğer heyetlere, heyette yer alan en kıdemli üye başkanlık eder. Müzakereler gizli yapılır' denilmiştir. Fıkranın değişiklikten önceki şekli, 'Her daire bir başkan ve en az dört üyeden kurulur, görüşme sayısı beştir, kararlar çoğunlukla verilir' şeklinde iken, yapılan değişikliğe göre, her dairede bir başkan ile yeteri kadar üye bulunacak, heyetler bir başkan ve dört üyenin katılmasıyla toplanıp, salt çoğunlukla karar verecektir. Üye sayısının yeterli olması halinde birden fazla heyet oluşturulabilecek, bu durumda, oluşturulan diğer heyetlere, heyette yer alan en kıdemli üye başkanlık edecektir. Anayasanın 155 inci maddesinin son fıkrasında, Danıştayın, kuruluşu, işleyişi, Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile üyelerinin nitelikleri ve seçim usulleri, idari yargının özelliği, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir denilmiştir. Sondan bir önceki fıkrada da daire başkanlarının Danıştay Genel Kurulunca seçim biçimi gösterilmiştir. Böylece her iki fıkrada sayılan hususlar, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esasını gereği olarak anayasal ve yasal güvence altına alınmıştır. 'Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devleteEsas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 7 güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. Öngörülebilirlik şartı olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar.' (AYMK., 17.04.2008 günlü, E.2005/5, K.2008/93). Dava konusu kuralların yer aldığı (2) numaralı fıkranın birinci tümcesinde yer alan '' yeteri kadar üye '' sözcükleri soyut ve belirsiz olup yasallık ilkesine uygun düşmemektedir. Buna bağlı olarak fıkranın üçüncü tümcesinde, üye sayısının yeterli olması halinde birden fazla heyet oluşturulabileceği belirtilerek, aynı belirsizlik bu tümceye de taşınmıştır. Yargılama yapacak heyet tamamıyla soyut ve belirsiz üye sayısına bağlanmıştır. Sayısal yeterlilik yargılamayı yapacak heyetin yasayla oluşturulduğu anlamına gelmez. Aynı dairede birden fazla heyetin çalışması, yargılama ve içtihat birliği yönlerinden de sorunlar yaratacak, aynı dairede aynı konuda farklı kararların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Kuralda bu konuda önlem de alınmamıştır. Yargının kendi içinde alacağı önlemlerden söz edilebilirse de, yasal güvenceyle belirlenmeyen ve öngörülemeyen bu önlemlerin yargılamayı geciktireceği, bunun da dava konusu düzenlemenin gerekçesiyle ters düşeceği kuşkusuzdur. Aynı dairenin birbirinden kopuk iki heyetle çalışması, farklı içtihatların oluşmasıyla birlikte, çalışma düzeninin de bozulmasına neden olacaktır. Öte yandan, fıkranın üçüncü tümcesinde, Anayasanın 155 inci maddesinde yer almayan 'heyet başkanı'na yer verilmiştir. Anayasanın 155 inci maddesine göre daire başkanının seçimle gelmesi gerekir. Seçilmemiş fiili başkan yaratılması ve bu başkana seçimle gelen başkan yetkilerinin verilmesi Anayasaya aykırılık oluşturur. Açıklanan nedenlerle, 6110 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle değişik, 2575 Sayılı Danıştay Kanununun 13 üncü maddesinin (2) numaralı fıkrasının birinci tümcesinde yer alan '' yeteri kadar üye '' sözcükleri ile üçüncü ve dördüncü tümceleri Anayasanın 2 nci ve 155 inci maddelerine aykırı olup iptalleri gerekmektedir. c 6110 Sayılı Kanunun 2 nci Maddesiyle Değişik, 2575 Sayılı Kanunun 17 nci Maddesinin (1) Numaralı Fıkrası ile (3) Numaralı Fıkrasının Birinci Tümcesinin Anayasaya Aykırılığı 2575 sayılı Kanunun 17 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasında yapılan değişiklikle, İdari Dava Daireleri Kurulu (İDDK) ile Vergi Dava Daireleri Kurulu (VDDK)'nun yapıları değiştirilmiş, İDDK'nin idari dava dairelerinin başkanları ile üyelerinden; VDDK'nin vergi dava dairelerinin başkanları ile üyelerinden oluşması öngörülmüştür. Değişik (3) numaralı fıkranın birinci tümcesinde ise toplantı ve görüşme yeter sayısı İdari Dava Daireleri Kurulu için otuzbir, Vergi Dava Daireleri Kurulu için ise onüç olarak belirtilmiştir. (1) numaralı fıkrada yapılan değişiklikle, değişiklikten önce 'idari dava daireleri başkanları ile her idari dava dairesinin kendi üyeleri arasından her üyenin Kurulda görevEsas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 8 yapacağı şekilde iki yıl için seçilecek üçer üyeden' oluşan İDDK'nin ve vergi dava daireleri başkanları ile 'her vergi dava dairesinin kendi üyeleri arasından her üyenin Kurulda görev yapacağı şekilde iki yıl için seçilecek üçer üyeden' oluşan VDDK'nin üye sayıları artırılmakla kalınmamış, aynı zamanda da bu kurullar tüm başkan ve üyelerden oluşan yapıya kavuşturulmuştur. Böylece, İDDK'nin sayısı 101'e, VDDK'nin sayısı ise 41'e çıkarılmıştır. Her iki Kurul'da yapılan değişiklik, Kurullarda bulunan dairelerin başkan ve üyelerine bağlanmış olmakla Anayasanın 155 inci maddesinin son fıkrasında öngörülen 'kanunla düzenleme' ilkesine uyulmuş olunmakla birlikte, üye sayılarının niceliksel olarak belirlenmemesi, Kurulların toplanacağı andaki mevcut üyelere bağlanması dönemlere bağlı olarak üye sayılarında değişmelere neden olacaktır ki, bu durum yasayla belirlemede belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırılık oluşturacaktır. Fıkranın değiştirilmesiyle ortaya çıkan bir başka anayasal sorun ise niceliksel artışla birlikte, etkin hukuksal denetimin zedelenmesidir. Kurulların temel varlıkları, itirazları inceleyerek etkin hukuksal denetimi gerçekleştirmek iken, değişiklikle birlikte çalışması güç kurul sistemine geçilerek, Anayasanın 141 inci maddesinde belirtilen, 'davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılması' ilkesi de ihlal edilmiştir. 17 nci maddenin (3) numaralı fıkrasının birinci tümcesinde yapılan değişiklik de, benzer şekilde Anayasanın 141 inci ve 155 inci maddeleri yönünden aykırılık içermektedir. İlgili dairelerdeki tüm üyelerin kadrolarının dolu olduğu kabul edildiğinde, İDDK 101 üyeden oluştuğu halde bu Kurul'un toplantı ve görüşme yeter sayısı 31 olarak gösterilmiştir. 101 üyeden oluşan İDDK en az 31 üye ile toplanabilecektir. Bunun bir başka anlamı, İDDK'nin 31 ile 101 arasında üye ile toplanabileceğidir. Yasallık ilkesinin en önemli unsurlarından olan ölçülülük, belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerinin ihlaline neden olan bu düzenleme, aynı zamanda Kurul'un en az sayı ile toplanması sonucu alınan kararın, toplantıya katılan üyelerin artması ile değişmesine neden olabilecektir ki, Anayasanın 141 inci maddesindeki etkin hukuksal denetim ve 155 inci maddesindeki mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarının temel unsuru olan yargılama bütünlüğü ve birliği ilkelerinin ihlali sonucunu doğuracak, bağımsız yargıya güven sarsılacaktır. Aynı gerekçe ve aykırılık, 41 üyeden oluşacak ve en 13 üye ile toplanacak VDDK için de söz konusudur. Her iki Kurulda da toplantı yeter sayısı ile toplam üye sayısı arasında üç katı aşan bir fark söz konusudur ki, bu fark her iki Kurulun kararlarının katılan üyelerin sayısına göre değişiklik göstermesine neden olabilecek, kararlarda bütünlük ve istikrar bozulabilecektir. Genel kurulların gündemlerinin önceden belirlenmesi karşısında, konunun özelliğine göre kurullara katılan üyelerin değişkenlik göstermesi, hatta keyfiliğe varabilecek katılım değişimleri, kararlardaki istikrarı, yargı bağımsızlığını ve Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk güvenliği ve hukuksal istikrar ilkelerini zedeleyecek niteliktedir. Açıklanan nedenlerle, 6110 Sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle değişik, 2575 sayılı Kanunun 17 nci maddesinin (1) numaralı fıkrası ile (3) numaralı fıkrasının birinci tümcesi Anayasanın 2 nci, 141 inci ve 155 inci maddelerine aykırı olup iptalleri gerekmektedir. d 6110 Sayılı Kanunun 4 üncü Maddesiyle Değişik, 2575 Sayılı Kanunun 27 nci Maddesinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 6110 sayılı Kanunun 4 ncü maddesi ile değiştirilen 2575 Sayılı Danıştay Yasasının 27 nci maddesinde, 2575 sayılı Yasanın, Danıştay Dairelerinin görevlerinin yasa ile belirlenmesiEsas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 9 uygulaması terk edilmekte, hangi dairenin hangi işe bakacağı konusunu karara bağlama görevi, Danıştay Başkanlar Kurulu ve Genel Kuruluna verilmektedir. Bu çerçevede, 6110 sayılı Yasanın 14 üncü maddesinin (2) numaralı fıkrasının (b) bendiyle, Danıştay Yasasındaki Dairelerin görevlerini tek tek düzenleyen 26/A, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 34/A, 34/B ve 34/C maddeleri kaldırılmakta, Danıştay 3 üncü Dairenin görevlerini düzenleyen 27 nci madde yerine, Başkanlar Kuruluna ve Genel Kurula görev veren yeni bir çerçeve madde getirilmektedir. Değişik 27 nci maddenin birinci fıkrasında, dava dairelerinden Üçüncü, Dördüncü, Yedinci ve Dokuzuncu dairelerin vergi dava dairesi, diğer dava dairelerinin ise idari dava dairesi olarak görev yapacağı belirtildikten sonra, ikinci fıkrasında; 'İdari dava daireleri ile vergi dava daireleri kendi aralarında işbölümü esasına göre çalışır. Özel kanunlarda başkaca hüküm bulunmadığı takdirde, dava daireleri arasındaki işbölümü karar tasarısı aşağıdaki esaslar uyarınca, Başkanlık Kurulu tarafından hazırlanır. Hazırlanan işbölümü karar tasarısı, toplantı tarihinden yedi gün önce ilân edilmek kaydıyla Genel Kurulun onayına sunulur. Genel Kurul, işbölümü karar tasarısını aynen onaylayabileceği gibi üye tam sayısının en az üçte birinin teklifi üzerine değiştirerek de onaylayabilir' denilmiştir. Böylece, dairelerin görevleri ve iş bölümü, yasayla tanımlanmamış, Başkanlık Kuruluna, Başkanlar Kurulu tarafından hazırlanan karar tasarısının onayı ya da değiştirilerek onayı da Genel Kurula bırakılmıştır. Yasa kuralında, daireler arasındaki işbölümünün belirlenmesinde kimi esaslar sekiz bent halinde belirtilmiş olmakla birlikte, söz konusu esaslar soyut olup hangi işin hangi dairede görüleceğini yasayla çözmemektedir. Kaldı ki, Dairelerden birinin yıl içinde gelen işleri normal çalışma ile karşılanamayacak oranda artmış ve daireler arasında iş bakımından bir dengesizlik meydana gelmiş ise takvim yılı başında ikinci fıkrada belirlenen usule göre bir kısım işler başka daireye verilebilecektir. 27 nci madde uyarınca alınan kararların Resmî Gazetede yayımlanması ve yayımı izleyen aybaşından itibaren uygulanması da yasallık ilkesi için yeterli değildir. Anayasanın 142 nci maddesinde, mahkemelerin kuruluşu ve görev ve yetkilerinin, işleyişi ve yargılama usullerinin yasayla düzenleneceği belirtilmiş, 155 inci maddesinin son fıkrasında da yasayla düzenleme yetkisi Danıştay için yinelenmiştir. Danıştay hem ilk derece mahkemesi hem de temyiz mahkemesi olarak görev yapmaktadır. Danıştay Dairelerinin görevlerinin yasa ile belirlenmesi gerekmektedir. Temyiz incelemesi sırasında, daireler arasındaki ilişki 'teknik anlamda görev değil işbölümü' ilişkisi olduğundan bahisle, böyle bir düzenlemeye gidilmektedir ki, bu gerekçe yapılan düzenlemeyi haklı göstermemektedir. Son inceleme mercii olan her bir dairenin, Anayasanın 155 inci maddesinin birinci fıkrasında da belirtildiği gibi 'kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak' bakmakla görevli olduğu unutulmamalıdır. 'Görev' ile 'işbölümü'nü ayıran görüş, yüksek yargı organlarındaki daireleri mahkeme olarak nitelendirmeyen bir sonuca götürür ki, bunun Anayasanın 37 nci, 142 nci ve 155 inci maddeleri karşısında ileri sürülmesi mümkün değildir. Ayrıca, dairelerinin görev bölüşümünde 'uzmanlık' esasının adil yargılanmanın önemli unsuru olduğu da unutulmamalıdır. Danıştay Dairelerinin görevlerinin, mutlaka yasa ile belirlenmesi gerekmektedir. Temyiz incelemesi sırasında, daireler arasındaki ilişki 'teknik anlamda görev değil işbölümü'Esas Sayısı : 2011/29 Karar Sayısı : 2012/49 10 ilişkisi olduğundan bahisle, böyle bir düzenlemeye gidilmektedir ki, bu gerekçe yapılan düzenlemeyi haklı göstermemektedir. Mahkemelerin görevlerinin yasa ile düzenlenmesi gerektiği Anayasanın 37 nci maddesinde düzenlenen kanuni hakim güvencesinin de zorunlu sonucudur. Hukuk devletinde 'Kanuni hakim' ilkesinin sonucu suçun işlenmesinden ve çekişmenin doğmasından önce davayı görecek yargı yerini yasayla belirlenmesi evrensel hukukun bir gereğidir. Başka bir anlatımla 'Kanuni hakim' ilkesi yargılama makamlarının suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana gelmesinden sonra kurulmasına olanak vermez. Günümüz yargılama hukukunun vazgeçilmez bir prensibi olan 'kanuni hakim' ilkesinin uygulanması için Anayasa ve kanunlar pek çok kurum ve kavram kabul etmiş | 4,149 |
Esas Sayısı : 2022/17 Karar Sayısı : 2022/13 1 Davacılar, ile Davalı , arasında mahkememizde görülmekte olan Kamulaştırma (Kamulaştırmasız El Atma Nedeniyle Tazminat) davası nedeniyle mahkememizce yapılan yargılama sırasında; Davacı tarafın mahkememizin 2006/372 esas sayılı dosyası ile Antalya Merkez Bahçelievler mahallesi 4520 ada 8 parselin hissedarı oldukları, söz konusu parsele kamulaştırmasız elatıldığı iddiasıyla açılan tazminat davasının yapılan yargılaması sonucunda 2008/111 karar sayı ile davanın reddine karar verilmiş, bu karar Yargıtay denetiminden geçerek 19/11/2009 tarihinde kesinleşmiştir. Yukarıdaki safahat sonrasında davacı taraf Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunup, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında hak ihlaline uğradığından bahisle dava açmışlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 16 Mart 2021 tarihi itibarıyla davacıların mülkiyet haklarının ihlal edildiğinin tespiti ile davanın kabulüne karar vermiş ve bu karar da usulünce kesinleşmiştir. Davacılar vekili 09/09/2021 tarihli dilekçeleri ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin kararını gerekçe göstererek yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuşlar, davalı vekili ise HMK 377/1 E maddesinde belirtilen 10 yıllık başvuru süresinin geçtiğinden bahisle yargılamanın yenilenmesi talebinin reddini istemiştir. HMK 377/1 maddesinde, her halde iade talebine konu olan hükmün kesinleşmesinden itibaren 10 yıldır ibaresi mevcut ise de söz konusu yasal düzenlemenin yukarıdaki safahat kapsamında Avrupa insan Hakları Mahkemesindeki yargılamanın uzunluğundan kaynaklanan şekilde 10 yılı geçtiği, bu sürenin geçmesinde davacı taraftan kaynaklanan herhangi bir kusurun mevcut olmadığı, mevcut hal itibarıyla yasal düzenlemenin Anayasanın 36. maddesinde düzenlenen hak arama hürriyetine aykırılık teşkil ettiği anlaşılmakla, mahkememizce somut norm denetimi kapsamında söz konusu maddenin iptaline karar verilmesini talep etmek gerekmiştir. Yukarıda açıklanan gerekçe ve nedenlerle HMK 377/1 E maddesinde yer alan her halde iade talebine konu olan hükmün kesinleşmesinden itibaren 10 yıldır ibaresinin Anayasanın 36. maddesine aykırı olduğunun tespiti ile iptali yönünde değerlendirme yapılarak, sonucundan mahkememize bilgi verilmesi hususu, Saygıyla arz olunur. | 286 |
Esas Sayısı : 1993/20 Karar Sayısı : 1993/17 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz başvurusunun gerekçesi aynen şudur: "Sanığın suç tarihinde Tufanbeyli lisesi 6 edebiyat sınıfı öğrencisi olarak sınıf pencere camlarının buğulandığı ve teneffüste bulundukları sırada buğu üzerine eliyle "PKK, HECO, PKK, CİVAN, CİĞERVİN, FREİRE, PKK HECO CİVAN APO" şeklinde yazılar yazmakla üzerine atılı suçu işlediği iddiasıyla TCK'nun 312/1. maddesi uyarınca cezalandırılması için mahkememize kamu davası açılmıştır. Sanık savunmasında; üzerine atılı suçlamayı kabul etmeyerek olay tarihinde sınıfta bulunan herkesin buharlanan camlara birşeyler yazdığını, kendisinin bir kürt ses sanatçısı olan civan heconun ismini yazdığını, ancak arkadaşlarının bu şahsı tanımamış olacaklarki PKK propagandası yapıyor diye şikayet ettiklerini, halbuki kendisinin PKK ve APO ile ilgili hiç bir şey yazmadığını, asıl olayın kaynağının öğretmen Adnan EVSEN'in, gazetede çıkan bir haber üzerine sınıfta İstanbul Fethedilmemiş işgal edilmiştir, bunu yapanlar PKK yada kürtlerdir, bunları aranıza almayın bunlarla düşmanlık güdün demesi üzerine kendisinin kürt kökenli olması sebebiyle öğretmenin bu sözlerine karşı çıktığını bu sebeple öğretmen Adnan EVSEN ile kendisi arasında tartışma çıktığını tartışma sonucu öğretmenin kendisini okul idaresine şikayet ettiğini ve bir kısım öğrencileri aleyhinde ifade vermeye çağırdığını ve kışkırttığını belirtmiş, öğretmen ile aralarında daha öncedende bir tartışma geçtiğini kendisinin öğretmene karşı kürtleri niye kötülüyorsunuz, kötüleyecekseniz PKK örgütünü kötüleyin, kürtlerle PKK arasında hiç bir ilginin bulunmadığını söylediği için idareye ve disipline verildiğini zannettiğini beyan etmiştir. Üzerine atılı suçlamayı bu şekilde kabul etmeyerek suçsuz olduğunu ve beraatına karar verilmesini talep etmiş, jandarmada alınan beyanlarının ise bazı bölümlerinin rızası hilafında alındığını kendisinin PKK ya karşı kesinlikle sempati duymadığını belirtmiştir. Dosyada dinlenen cümle tanıklar, sanığın bizzat sınıfın buharlanan camlarına PKK, APO, CİVAN HECO gibi yazıları yazarken görmediklerini ancak; bu yazıların camda yazılı olduğunu, sanığın o tarafta oturduğu için yazmış olabileceğini düşündüklerini ve bu sebeple sanığa bu yazıların silinmesi için öğretmenler tarafından söylendiğini ve sanığında bu yazıları sildiğini, sanık ile öğretmen Adnan EVSEN'in aralarında daha önce bir tartışma olduğunu ve hatta öğretmenin sanık öğrenciyi dövdüğünü bu sebeple aralarındaki sürtüşmenin devam ettiğini bir kısım tanıkların ise buharlanan pencere camına sanık tarafından PKK yazısı yazıldığını gördüklerini belirtmişlerdir. İddia makamı 23.2.1993 tarihli oturumda sanığın üzerine atılı suçun kanun cürüm saydığı fiili övmek olmayıp yasa dışı örgüt hakkında propaganda yapmak suçu olduğu bu suçun yargılanmasını 3713 sayılı Yasa'nın 9. maddesi uyarınca Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevine girdiğini iddia ederek mahkememizin görevsizliğine dosyanın yetkili ve görevli Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesini talep etmiş, bilahare 23.3.1993 tarihli oturumda ise bu talebinden vazgeçerek sanığın üzerine atılı suçun TCK'nun 537/3'deki kamu düzeni aleyhine kabahatten dolayı cezalandırılmasına karar verilmesini talep etmiştir. Mahkememizcede suçun vasıf ve mahiyetinin TCK'nun 537/3'deki kabahate girebileceği bu maddenin uygulanması halinde ise zorunlu olarak uygulanması gereken TCK'nun 537/6. maddesinin bu kabahatten dolayı verilecek cezanın ertelenemeyeceği 647Esas Sayısı : 1993/20 Karar Sayısı : 1993/17 2 sayılı kanunun 4. maddesindeki tedbirlere çevrilemeyeceği şeklindeki hükmünün Anayasa'mızın Demokratik Hukuk Devleti ilkesiyle eşitlik ilkesine, gençlerin korunmasını amaçlayan 58. maddesinin Hakimlerinin hukuka uygun olarak vicdani kanaatlarına göre hüküm vermeleri ilkesine ve küçüklerin yargılanması hakkındaki Uluslararası Hukukla paralel Ulusal Hukuk Kurallarında ve Anayasa'mızın 141. maddesi uyarınca küçüklerin yargılanması hakkındaki özel hükümlerin konulacağına ilişkin hükmüne aykırı olduğu inancına varıldığında bu yasanın TCK'nun 537/6. fıkrası Anayasa'ya aykırı olduğundan ve bu inanca varıldığından Anayasa Mahkemesinin bu konuda hüküm verilmek üzere dosyanın kül halinde tastikli örnekleriyle gönderilmesine karar verilmiştir. 647 sayılı yasanın 4. maddesindeki çevirme hükümlerinin amacı ve içeriği; Modern ceza hukuku mahkumiyette söz konusu edilen cezanın yerine getirilmesinde sanığın durumuna göre bireyselleştirilmesi uygulaması cezayı suçlunun kişiliğine, geçmişine ve geleceğine ait yönelimlerine ve suçun işlenmesindeki özelliklerine göre mahkemece bir daha suç işlemeyeceklerinin (inancına) varıldığında hükümlülerin suç işlemekten kaçınmış ve iyileştirilmiş (ıslah edilmiş) iyi bir vatandaş olarak tekrar toplum hayatına karışmalarının sağlanması amaçlanmıştır. 647 sayılı yasadaki 6. maddesi erteleme kurumunun amacı niteliği ve içeriği; Erteleme kurumu cezanın bireyselleştirilmesinde ve kısa süreli cezaların yerine getirilmesinde oluşan sakıncaların giderilmesinde cezalandırılma politikasında yardımcı olan en önemli kurumdur. Özellikle kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezanın iyileştirilmeye elverişsizliği genel önleme ve suçlunun durumlarına göre sınıflandırılmasının ülkemizdeki cezaevi koşullarında imkansızlığı, ilk defa suç işleyen genç bir insanın suçluluğu meslek edinenlerden etkilenmesinide sağlayan bir yapıda olduğunda çeşitli sakıncalar vardır. Her ne kadar TCK'nunda 2370 sayılı yasa ile değişik 536 ve 537. maddeleri dışında tecil erteleme genel hüküm olarak kabul edilmiş isede; Özel kanunlarımızdada vazgeçme ile düşebilecek suçlarda örneğin TCK'nun 354. maddesi tecil edilmezlik ve çevirmezlik ilkesi kabul edilmiştir. Sözü edilen TCK'nun 536 ve 537. maddeleri 1980 öncesi gençlik özellikle öğrenci gençlik tarafından şekillendirilen siyasi hareketlerin en önemli eylem biçimi olan duvarlara, kamu kurumlarının binalarına, cadde ve sokaklara eğitim öğretim kurumlarının binalarına, sıralarına, camlarına, tahtalarına veya herhangi bir yerine yazı yazılmasının, pankart asılmasının veya asılı bulunanlarının yerlerinden kaldırılmasının engellemek amacı ile erteleme ve çevirme dışı bırakmıştır. Dolayısıyla olağan üstü bir dönemin olağan üstü koşullarında bir çok hak ve özgürlüğün askıya alındığı bir sürecin başlangıcında konulmuş hükümlerdir. Cezanın ertelenmesi ve çevrilmesi sanık bakımından bir hak olarak düşünülemez isede bir lütufta değildir. Cezanın ve yerine getirmenin tarihi gelişiminde sanığın geçmişi, olası geleceği ve yönelimi gibi objektif kriterlerin değerlendirilmesi sonucunda ve yargılama sürecinde oluşan inanca göre erteleme gerekip gerekmediğini yargıcın taktirine bağlı olduğuda gözönüne alınarak aynı zamanda sanıklar bakımından bir teminat sayılması gerekir. Duruşma yaparak yargı veren yargıç açısından ise taktir yetkisinin kullanılmasıdır. Türk Ceza Kanununda 536 ve 537. maddeleri dışında erteleme ve çevirme dışında kalan başkaca bir hüküm yoktur ve genel hüküm olarak kabul edilmiştir. Özellikle Türkiye'miz koşullarında infaz rejiminin sürekli değiştiği zaten büyük terör suçlarını işleyenlerin dahi belli koşullar altında serbest bırakıldıkları bir ortamda bu hükümlerin geçerliliğini devam ettirdiğini evrensel hukuk açısından geçerliliğini devam ettirdiğini ve adil olduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle bu hükümlerde yaş sınırlarıda dikkate alınmadığından 11 ve 18 yaş gurubu arasındaki kimselerede uygulandığında bile erteleme dışı olduğu ve çevirme dışı olduğu gözEsas Sayısı : 1993/20 Karar Sayısı : 1993/17 3 önüne alınırsa bunda toplumun ve Adaletin ne gibi bir yararı olduğuda çok tartışmalı olmaktadır. Anayasa'mız gençliği koruyucu tedbirlerin alınması gerektiğini 58. maddesinde belirtmiştir. Gençliğin korunması ancak ve ancak suç işlemenin önlenmesi ve suç işlemenin uygun ortamının kaldırılması ile mümkündür. Eğer Devlet bu koşulları oluşturamıyorsa cezaları ağırlaştırmanın ertelemenin ve çevirme dışı bırakmanın bir çıkar yol olduğunu düşünüyorsa bunun demokratik olmadığı açıktır. Ceza sorumluluğunun kişiselliği ilkesi herhalde hükümlülerin gelecekleri düşünülerek tayin edilebilir; öğretim sürecinde olan bir insanın bir kabahatten dolayı alacağı cezanın onun daha sonraki hayatını ve onunla birlikte ailesinin hayatınıda etkileyeceğinin düşünülmesi bir varsayımdan ileri bir olgudur. Ceza verme hakkı Adaletle sınırlıdır. Bundan dolayı yasa koyucularında insanlığın gelişimi sürecinde oluşan kurum ve evrensel Hukukun kurum ve kurallarına uygun cezanın yerine getirilmesinin insancıl koşullarını yaratarak suçluların niteliklerine göre sınıflandırılması ve suçlunun kişiliğinin gözönüne alınması suçlu bakımından bir haktır Demokratik Hukuk Devleti kendi adına yargılama faaliyetini yürüten yargıçların taktirlerini Devletin geleceğini, toplumun huzurunu ve sanığın özel durumunu göz önüne alarak en iyi şekilde kullanabileceğini inanan bir devlettir. Eğer sanığın işlemiş olduğu suç ve diğer özellikleri verilecek cezanın erteleme ve çevirme dışı bırakılmasını gerektiriyor ise yargılamayı yapan yargıçlar zaten bunu dikkate alarak taktirlerini kullanarak bunu yerine getirirler. Bir kabahat suçu için konulmuş bulunan bir cezanın taktirinde hataya düşülmesi sanığın kişiliğine uygun olmayan erteleme ve çevirme hükümleri zaten Yargıtay tarafından temyiz üzerine incelenerek toplum yararı göz önüne alınarak isabetli bir şekilde çözümlenebilir. Bunu yasa ile sağlamak yargılamayı yapan yargıçların isabetli ertelemeye ve çevirmelerde bulunmayacağını varsaymaktan kaynaklanır. Kaldıki 1980 yılında başlayan bir süreçte yargıçların suçluları korudukları Devletin geleceğini, toplumun huzurunu düşünmedikleri yönetimi elinde bulunduranlar tarafından devamlı söylenmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle; sanık Erdal ULUDAĞ hakkında uygulanması mütala olunan 2370 sayılı yasa ile değişik Türk Ceza Kanununun 537/3. maddesi gereğince cezalandırılması halinde TCK'nun 537/6. fıkrası gereğince verilecek sonuç cezanın ertelenmeyeceği 647 sayılı yasanın 4. maddesi uyarınca paraya çevrilemeyeceği yolundaki hükmün Anayasamız'ın başlangıç 2, 10, 58, 138 ve 141. maddelerine aykırı olduğu inancı mahkememizde oluştuğundan Anayasamız'ın 152. maddesi ile 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 18. maddesinin 2. bendi gereğince TCK'nun 537/6. maddesi hakkında karar verilmek üzere dosyada bulunan belgelerin onaylı birer örneğinin gerekçeli karar ile birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 23.3.1993 tarihinde karar verildi."" | 1,295 |
Esas Sayısı:1973/41 Karar Sayısı:1974/13 1 "... I DAVACININ GEREKÇESİ ÖZETİ : Anayasa'nın 14., 15 maddeleri "kişi dokunulmazlığı" ve "Özel hayatın korunması" konularım düzenlemiştir. Kişi dokunulmazlığı ve hürriyeti kanunun açıkça gösterdiği hallerde usulünce verilmiş hâkim kararı olmadıkça kayıtlanamaz (madde 14/2). Anayasa'nın 2. maddesi de Türkiye Cumhuriyetini bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. 11. madde kanunun temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamıyacağı ilkesini getirmiştir. a) Oysa 2559 sayılı Kanunun 9. maddesine 1775 sayılı Kanunun 2. maddesi ile eklenen fıkraya göre millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından gecikmede sakınca bulunan hallerde en büyük mülkiye amirinin buyruğu ile polis şüphe edilen kişilerin üstünü, özel kâğıtlarını ve eşyasını arayacak ve öteki bentlerde sayılan alet veya eşyalara el koyacaktır. Millî güvenlik ve kamu düzeni, takdiri izafî olan kavramlardır. İptali istenen kural istisna olarak kalması gerekenleri kaide yapmakta, yargı yetkisini ihlâl etmekte, hukuk devletini polis devletine dönüştürmektedir. b) 1775 sayılı Kanunun 3. maddesiyle 2559 sayılı Kanunun 13. maddesine eklenen fıkra Anayasa'nın sözüne ve ruhuna aykırı olarak kişi güvenliğini ne olduğu bilinmeyen ellere bırakmaktadır. c) 1775 sayılı Kanunun 2559 sayılı Kanunun 20. maddesini değiştiren 4. maddesi konut dokunulmazlığını ortadan kaldıracak niteliktedir. Maddenin B bendi ile Üniversite özerkliği de tarihe karışacaktır. Bu kural uyarınca zabıta genel yönetimin haksız buyruğu veya kendi yaratacağı bahanelerle her zaman Üniversiteye girmek isteyebilecektir. ç) Yukarıda açıklanan nedenlerle 1775 sayılı Kanunun 2.. 3., 4. maddeleri Anayasa'nın 2., 11., .14., 15., 16., 28., 120. maddelerine aykırı bulunmaktadır. İptalleri gerekir." | 232 |
Esas Sayısı : 2002/70 Karar Sayısı : 2004/56 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 138. maddesinde "Yakalanan kişi veya sanık müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse talebi halinde baro tarafından kendine bir müdafi tayin edilir. Yakalanan kişi veya sanık 18 yaşını bitirmemiş yahut sağır veya dilsiz veya kendisini savunamayacak derecede malul olur ve bir müdafi'de bulunmazsa talebi aranmaksızın kendine müdafi tayin edilir." hükmünü getirmiştir. Buna karşılık Anayasa'nın başlangıç bölümünün 6. paragrafında "Her Türk vatandaşı bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;" hükmü; 7. paragrafında da "Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesinlikle saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve "Yurtta sulh, cihanda sulh" arzu ve inancı içinde huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;" hükmünün; 10. maddede "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." hükmünü getirmiş bulunmaktadır. Ceza yargılama sisteminde vazgeçilmez üç unsur göze çarpmaktadır. Yargılama makamı, iddia ve savunma... Yargılama makamı, Anayasanın başlangıç bölümüyle 10. maddesinin açık hükmü sebebiyle, yargılamanın iki unsuru olan iddia ve savunma arasında tam bir tarafsızlıkla hareket etmek zorundadır. Kanunların da, taraflara getirdiği nimet ve külfetlerde, aynı eşitlik ilkesini gözetmesi, yargılama makamının tarafsızlık ve eşitlik uygulamasını engellememesi gerekmektedir. Ancak CMUK 138. maddesi, savunma makamına fazladan bir nimet sunmakta, aynı nimetten iddia unsurunun veya mağdur tarafın yararlanmasını engellemektedir. Ceza yargılamasında hak iddia eden tarafın iddia makamının davaya katılmadığı, şahsi davalık durumlarda veya başka hak taleplerinde hukuki yardım alması, bu madde sebebiyle engellenmektedir. Böylece devletin, sanık durumunda bulunan kişiye sunduğu hukuki yardım nimeti, devlet tarafından himaye edilmesi, uğradığı zararın giderilmesi beklenen mağdur taraftan esirgenmekte, sanık veya savunma tarafına bir imtiyaz getirilmektedir. Bu da, Anayasanın başlangıç bölümünün 6 ve 7. paragraflarıyla 10. maddenin 1, 2 ve 3. fıkralarında hüküm altına alınan eşitlik ve imtiyaz tanınmama hükümlerine aykırıdır. Eğer yargılama makamının, mağdur tarafın hakkını himaye edeceği düşüncesiyle bu ayrım yapılmışsa, aynı himayenin, sanık tarafa da gösterilmesinin yine kanun ve vicdan gereği olduğunun; yargılama makamının, sanığın aleyhine olduğu kadar, lehine olan delilleri deEsas Sayısı : 2002/70 Karar Sayısı : 2004/56 2 toplamakla yükümlü olduğunun, sonuçta şüphe halinde sanık lehine karar vermesi gerektirecek kadar sanığın hakkının gözetildiğinin unutulmaması gerekmektedir."" | 440 |
Esas sayısı : 1987/6 Karar sayısı : 1987/14 1 "... I. İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde öne sürülen iptal gerekçeleri özetle şöyledir : 1 Daha önce 3270 sayılı Yasanın 22. maddesiyle değiştirilen 298 sayılı Yasanın 52. maddesinin ikinci fıkrasının (d) bendinin Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nde Cumhurbaşkanı ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti TBMM Grubu adına açılan davalar incelenirken TBMM, Cumhurbaşkanı'nın geri gönderilmesinden sonra şimdi iptali istenilen yasayla anılan maddeyi yeniden değiştirmiştir. 2 Oniki ay gibi kısa bir zamanda üç kez FİKİR değiştiren iktidar "tutarsız" bir tavır sergilemiştir. Dava edilen kurala göre siyasi partiler propaganda konuşmalarında yaptıkları ve yapacakları işleri görüntülü olarak da verebileceklerdir. 3 Bu değişiklik, siyasi partiler arasında parasal açıdan ayrım gözetmekte, akçalı olanakları fazla olanlara televizyondan daha fazla propaganda yapma olanağı tanımaktadır. Partiler bu konudaki ek masrafları karşılamak için yasal bağış sınırlarını zorlayacak, ister istemez özel girişime yönelecektir. Bu durum geleneksel dayanışma kanalları tıkalı sosyal demokrat partiler aleyhine eşitsizlik yaratırken, özel sektörü etkileyici çeşitli araçlara sahip iktidar partisi lehine gelişme gösterecektir. Bu yol, akçalı destek sağlayanların iktidar partisi üzerinde etkinliğini artıracak böylece belli kişi, aile, zümre ya da sınıfı ayrıcalıklı kılacaktır. Anılan hüküm Anayasa'nın 2. maddesindeki "demokratik devlet" ilkesi ile, 5. maddesindeki "demokrasiyi koruma amaç ve görevi"ne, 10. maddesindeki "eşitlik" ilkesine aykırıdır. 4 Paralı propaganda yolu açılırsa yeni düzenlemelerle iktidar partisi kendisi için süreyi artırabilir. Bu durum, parasız propagandayı "istisna", paralı propagandayı ise "kural" durumuna getirerek Anayasa'nın öngördüğü "hürriyetçi demokrasi" düşüncesiyle çatışır. Eşitsizliğin "bir miktar" bozulabileceğini kabul etmek tümden bozulabileceğini kabul etmek olur. 5 Propaganda konuşmalarının paraya bağlanması "siyasal parti" kavramına ve işlevine de ters düşer. Ulusal iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir devlet ve toplum düzeni için çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak amacını güden, demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğesi olan siyasi partilerin işlevi "özel" değil "kamusal" dır. Partilerin temel çalışmalarından olan propagandaları özel şirketlerin ticari reklâmlarıyla bir tutulamaz. Düzenleme Anayasa'nın 68. maddesine aykırıdır. 6 Paralı propaganda ile siyasi partiler arasında TRT'den yararlanma konusunda ayırım yapılması, kimi partilerin yararına, kimi partilerin zararına yol açacağından bu durum Anayasa'nın 31. maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Daha fazla para verene TRT'den daha fazla yararlanma olanağı sağlanması Anayasa'nın öngörmediği yeni sınırlamaların getirilmesidir." 7 Paralı propaganda Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu'nun yansız kamu tüzelkişiliğini olumsuz yönde etkileyecektir. TRT, kuruluş amacına ve Anayasa'nın öngördüğü yansızlık ilkesine aykırı davranmaya zorlanmaktadır. Bu nedenle düzenleme, Anayasa'nın 133. maddesine aykırıdır.Esas sayısı : 1987/6 Karar sayısı : 1987/14 2 8 Görüntülü propaganda, resmi kişi ve kuruluşları bu amaçla kullanma olanağına sahip iktidara avantaj sağlayacaktır. "Türk Bayrağı", "parti bayrağı" ve "konuşan kişi" dışındaki görüntülere yer verilmesi seçmenleri konuşmalar dışında başka etkiler altında bırakarak kamuoyunun serbestçe oluşumunu engeller. Bu da Anayasa'nın 10. ve 31. maddelerine aykırılığı göstermektedir. 9 Ara seçimler sırasında tören yasaklarının uygulama "süresini" ve "alanını" yeniden düzenleyen yasanın 4. maddesi yasakların süresini önemli ölçüde kısaltmakta, alanı yalnız ara seçimi yapılan çevre ile sınırlamaktadır. Kamu kurum ve kuruluşlarının çalışmalarını partisel propaganda aracı olarak kullanabilme avantajı bulunan iktidarlar, düzenlenen törenleri, demeç ve söylevleri ekrana yansıtarak seçmenleri eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine aykırı biçimde etkileyebileceklerdir, iktidarların bu tür etkinliklerinin haklı kısıtlanması yeni düzenlemeyle "zaman" ve "yer" yönünden hafifletilmiştir. Böylece iktidar, ara seçimlerini kendi lehine etkileme yollarını genişletecek, ara seçim çevreleri dışında yoğun temel atma, açılış ve benzeri törenler düzenletip ekrana getirterek seçim evresindeki seçmenleri etkileyecektir. Birden çok çevrede seçim yapılması durumunda ara seçimlerin "yerel" olarak nitelendirilip değerlendirilmesi olanaksızdır. Genel seçimlerle ara seçimler arasında ayırım gözeten düzenleme Anayasa'nın 10., 31. ve 79. maddelerine aykırıdır." | 556 |
Esas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Askerî Mahkemece; sanığın, 04.06.2011 tarihinde yetkili olmadığı hâlde askerî muamelat hakkında açıklamada bulunmak suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK'nın 95/3, TCK'nın 62/1 ve 52'nci maddeleri gereğince üç bin Türk Lirası adlî para cezası ile cezalandırılmasına, sanığa verilen adlî para cezasının TCK'nın 52/4'üncü maddesi uyarınca yirmi ayda yirmi eşit taksitte tahsiline, taksitlerden birinin zamanında ödenmemesi halinde geriye kalan adli para cezasının tamamının sanıktan defaten tahsiline, ödenmeyen adli para cezasının hapse çevrilmesine, ASCK'nın Ek 10'uncu maddesi uyarınca yasal imkan olmadığından sanık hakkında tayin edilen hapis cezasına havi hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yer olmadığına, TCK'nın 63'üncü maddesi uyarınca 12.04.2012 16.04.2012 tarihleri arasında adli gözlem altında geçirdiği sürenin cezasından mahsubuna karar verilmiştir (Dz.390 394). Hüküm, sanık ve müdafii tarafından; usul, sübut ve uygulamaya ilişkin sebepler ileri sürülerek, yasal süresi içinde ayrı ayrı temyiz edilmiştir (Dz.389, 404 406). Hükmün onanması yönünde görüş bildirilen ve sanık ile müdafine tebliğ edilen tebliğnameye (Dz.419 420), sanık tarafından yazılı olarak cevap verilmiştir (Dz.415 416). Yapılan incelemede; Sanığın, Edirne/Süloğlu 54. Mknz.P.Tug.K.Topçu Tb.K.lığında İsth.Sb. olarak görev yaptığı sırada, KKK. Hrk. Bşk.lığı Kuvvet Yönetim Geliştirme Ş.Md.lüğü tarafından geliştirilen bir karar destek projesi olan, Muharebe Sahası Yönetim Sistemi (MSYS) Projesinin, 14 16 Haziran 2011 tarihlerinde gerçekleşen deneme tatbikatını icra edecek birlik olarak sanığın da görev yaptığı 54'üncü Mknz.P.Tug.K.lığının görevlendirildiği, icra edilecek deneme tatbikatında proje bilgisayarlarındaki MSYS yazılımının kullanımını öğretmek maksadıyla, KKK.lığı ilgili şubesinden gelen altı eğitici subay tarafından 23 27 Mayıs 2011 tarihleri arasında 54'üncü Mknz.P.Tug.K.Yrdc.lığı Karargâhında kurulan bilgisayar destekli ortamda uygulamalı kullanıcı eğitimi verildiği, kullanıcı eğitiminin gizlilik derecesinin, eğitimi veren KKK.lığının ilgili şubesi tarafından "Hizmete Özel" olarak belirlendiği (Dz.105), sanığın da, 23.05.2011 03.06.2011 tarihleri arasında verilen "Muharebe Sahası Yönetim Sistemi Yazılımı Kullanıcı Kursu"na katıldığı, Edirne/Süloğlu'nda B Tipi Askeri Gazinoda kalan sanığın, 04.06.2011 tarihinde şahsi dizüstü bilgisayarını kullanarak Askerî Gazino Müdürlüğü adına kayıtlı kablosuz internet hattından internete bağlanmak suretiyle, daha önce kendi adına açtırdığı "..com" adlı internet sitesine, "MSYS (MUHAREBE SAHASI YÖNETİM SİSTEMİ)" başlıklı; "MSYS denen bir çalışma başlatıldı TSK'de. Çalışma NATO kapsamında tüm Silahlı kuvvetlerin ortak bir yazılım altında toplanmasını hedefliyor. MSYS yazılımının ana kaynağı ABD'de yapılan bir yazılım. ABD bu yazılımı terk etme düşüncesinde. MSYS yazılımının temel amacı Komutanların oturdukları yerden Muharebe Sahasında olup bitenleri bilgisayar ekranlarından izleyerek müdahale edebilmelerini sağlamak. Yani yazılımın sağladığı büyük bir fayda yok. Komutan zaten Muharebe Sahasında olmalı veEsas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 2 Muharebeyi çeşitli muhabere vasıtaları ile yakından takip etmelidir. Bunun için bilgisayarlara girdi yapılmasına gerek yoktur. Savaşı bırakıp alt kademelerin bilgisayara girdi yapmasını beklemek en büyük saçmalıktır. ABD savaş ortamında bu yüzden yazılımı kullanmamıştır. MSYS için günümüzde en az 20 proje subayı çalışmaktadır. Proje subayları yazılımın operatörleri niteliği taşımaktadır. Bu subaylara verilen maaşlar proje amacıyla harcanmaktadır. Proje amacıyla halen sivil yazılım firmalarına büyük meblağlar ödenmektedir. MSYS projesi için şu ana kadar yapılan harcama milyon dolarları geçmiş durumdadır. Tüm harcamalara ve emeğe rağmen Sistem çalışmamaktadır. Sistem 1 saat çalışırsa 1 saat arıza vermektedir. Sürekli kilitlenmektedir. Sistemin çalışması için yapılması gereken girdi süresi 3 4 gündür. Bu sürede yaptığınız girdiler sistemin ağır aksak çalışabilmesi için şarttır. TSK bu proje kapsamında devletin imkanlarını israf etmektedir. Bu projeyi yürürlüğe koyanların ve destekleyenlerin ivedi olarak yargılanması gerekir. Tüyü bitmemiş yetim hakkı göz göre göre israf edilmektedir. Sistem tatbikatlarda denenmekte ve düzgün olarak asla çalıştırılamamaktadır. Bu tarz israflar ve maddi imkânların kötüye kullanımı TSK'de yaygınlaşmıştır. Acil olarak müdahale yapılmalıdır. Bu hususun affedilir yanı yoktur. Herkes bu hususta üstüne düşeni yapmak zorundadır." şeklinde bir yazı yazdığı ve konuya ilişkin bir şemayı da internet sayfasına eklediği, Kara Kuvvetleri Komutanlığınca durumun tespit edilerek işlem yapılmak üzere 54. Mknz.P.Tug.K.lığına gönderildiği (Dz.57 61), maddi bir olay olarak sabit görülmüştür. Sanığın gerek Askeri Savcılığa gönderdiği yazılı savunmasının içerisinde (Dz.89 92), gerekse temyiz dilekçesinde (Dz.404 406); üzerine atılı suça konu yazının ve eklediği şeklin ifade özgürlüğü dahilinde yazıldığını, düşünce ve ifade özgürlüklerinin Anayasa ile korunduğunu belirtmiş olması nedeniyle, heyetimizce, sanığın üzerine atılı olan, 25.05.1972 tarihli ve 1590 sayılı Kanunun 1'inci maddesi ile Askeri Ceza Kanununun 95'inci maddesine 3'üncü fıkra olarak eklenmiş olan "Kendisine özel bir mezuniyet verilmediği halde, görevi ve sıfatı icabı muttali olduğu askeri muamelât, teşkilât, hareket, tesisat veya tertibata müteallik işler hakkında beyanat veren, yazı veya sair surette açıklamada bulunanlar her kim olursa olsun, fiili daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde altı aydan üç seneye kadar hapsolunur." hükmünün, Anayasa'nın 2, 13 ve 26'ıncı maddelerine aykırılık teşkil etmesinin söz konusu olup olmayacağı tartışılmıştır. İlgili yasa hükümleri; 22.5.1930 tarihli ve 1932 sayılı Askeri Ceza Kanunu'nun, "Hilafı salâhiyet askerlik işleri için toplananlar ve müzakere yapanların cezaları" başlıklı 95'inci maddesinin ilk hali; "Madde 95; 1 Hakkı ve vazifesi olmadığı halde askerî muamelât teşkilât ve tesisat ve yahut tertibata müteallik işler hakkında müzakere ve istişare için askerî toplıyan veya bu gibi hususlarEsas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 3 hakkında, birlikte beyanat ve şikâyatta bulunmak üzere imza toplıyan her kim olursa olsun üç seneye kadar hapsolunur. 2 Böyle bir toplanmağa bilerek gelen veya beyanat ve şikâyetlere iştirak eden altı aya kadar hapsolunur." II. 22.05.1930 tarihli ve 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu'nun, 25.05.1972 tarihli ve 1590 sayılı Kanunla değişik "Hilafı salahiyet askerlik işleri için toplananlar ve müzakere yapanların cezaları" başlıklı 95'inci maddesinin son hali; "Madde 95 (Değişik : 25/5/1972 1590/1 md.) 1. Hakkı ve görevi olmadığı halde askeri muamelat, teşkilat, harekat, tesisat veya tertibata müteallik işler hakkında: a) Müzakere veya istişare için asker kişileri toplıyan, b) Birlikte beyanat veya şikayette bulunmak üzere imza toplıyan, c) Birlikte beyanat veya şikayette bulunan, d) Her ne suretle olursa olsun gösteri veya tezahüratta bulunan, Kim olursa olsun altı aydan üç seneye kadar hapsolunur. 2. (a) fıkrasında yazılı toplantıya bilerek katılanlar ile (b) fıkrasında yazılı beyanat ve şikayetlere imza koyanlar altı aya kadar hapsolunur. 3. Kendisine özel bir mezuniyet verilmediği halde, görevi ve sıfatı icabı muttali olduğu askeri muamelat, teşkilat, harekat, tesisat veya tertibata müteallik işler hakkında beyanat veren, yazı yazan veya sair surette açıklamada bulunanlar her kim olursa olsun, fiili daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde altı aydan üç seneye kadar hapsolunur. 4. Astlık üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir veya tezyif edici fiil ve harekette bulunanlar altı aydan üç seneye kadar hapsolunur. 5. Bu maddede yazılı suçların basın yoliyle işlenmesi halinde ceza artırılarak verilir. 6. Bu maddenin 3 ve 4 üncü fıkralarında yazılı suçlar hakkındaki soruşturma icrası Milli Savunma Bakanının iznine tabidir." hükümlerine yer verilmiştir. 22.05.1930 tarihli ve 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu'nun, "Hilafı salâhiyet askerlik işleri için toplananlar ve müzakere yapanların cezaları" başlıklı 95'inci maddesini değiştiren 25.05.1972 tarihli ve 1590 sayılı Kanunun değişiklik gerekçesinde "Kısa genel açıklama; Askerî Ceza Kanununun yeniden düzenlenmesi yapılmış ve ön tasarı Yüksek Askerî Şûranın tasvibinden geçirilmiş ise de; ancak kod kanunu niteliğindeki ön tasarısının kanunlaşmasının uzun bir zaman alacağı düşünülerek, beliren âcil ihtiyaçlara cevap vermek üzere işbu kanun tasarısı hazırlanmıştır" şeklinde açıklama yapıldıktan sonra 95'inci maddenin değişiklik gerekçesinde aynen "Bu maddenin yürürlükte bulunan şekli, günümüzün sosyal yaşantısında belirgin hale gelmiş bir takım sosyal ve politik gelişmeler nedeniyle Türk Silâhlı Kuvvetlerinin Kanunlarla belli edilmiş yetkiler çerçevesinde yürütmekte olduğu hizmet ve faaliyetlerini gereği gibi himaye edemez bir duruma gelmiş, bu suretle yetkili askeri şahısların hizmetlerini olumluEsas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 4 bir şekilde yerine getirmeye matuf gayret ve çalışmaları, silahlı kuvvetler dışındaki sivil kişiler veya bu kişiler tarafından ancak önceden belli edilmiş amaçlar için kurmuş oldukları cemiyet veya benzeri teşekkülleri amaçlarından saptırmak suretiyle bu örgütleri ve davranışlarını silâhlı kuvvetler hizmetleri aleyhine etkileme çabaları gösterilmiştir. Bu nedenle; 1. maddenin birinci fıkrasında yazılı fiilleri, sivil kişiler de işledikleri takdirde askerî suç sayılarak askerî mahkemede yargılanacakları, 2. Birinci fıkrada belirtilen toplantılara bilerek katılanlar ile yazılı beyanat ve şikâyetlere imza koyanların da ayrıca cezalandırılacakları, 3. Bâzı kişilerin hizmet esnasında görev ve sıfatı icabı muttali olduğu bazı askerî konular hakkında beyanat verdiği veya yazı yazdığı cereyan eden muamelelerden anlaşılmıştır. Bunları önlemek ve bu fiilleri sivil kişilerin de işlemesi halinde askerî mahkemede yargılanacakları. 4. Askerî hizmetin ifasında, astlık üstlük ilişkileri ile âmir veya komutanlara karşı güven hissi önemli bir yer tutmaktadır. Bu ilişkileri zedelemeye ve bu kişilere karşı güven hissini yok etmeye mâtuf olarak eleman tahkir ve teyzif edici fiil ve harekette bulunanların da askerî mahkemelerde yargılanacakları, 5. Bu maddede yani yukarıdaki fıkralarda yazılı suçların basın yoluyla işlenmesi halinde cezanın artırılarak verileceği, 6. Maddenin 3 ve 4 üncü fıkralarındaki suçlar hakkında soruşturma icrasının Millî Savunma Bakanının iznine tabi olacağı öngörülmüş ve yukarıdaki amaçla madde yeniden düzenlenmiştir." denmektedir. (M. M. T. D., Dönem: 3, Toplantı : 2, Birleşim : 93 96 Cilt: 24, S. Sayısı : 515, S: 1 2). İncelenmesi gereken konumuzla ilgili benzer yasa hükümleri ve gerekçeleri; I. 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu'nun "Disiplin soruşturması veya tahkikatın adli soruşturma veya kovuşturmadan bağımsızlığı" başlıklı 5'inci maddesi; Madde 5; (1) Herhangi bir fiilden dolayı ilgili hakkında yapılan adli soruşturma veya kovuşturma, aynı fiilden dolayı ayrıca disiplin soruşturması ve tahkikat yapılmasını, disiplin cezası verilmesini ve bu cezanın yerine getirilmesini engellemez. II. 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu'nun "Hizmete Kısmi Süreli Devam Cezasını Gerektiren Disiplinsizlikler" başlıklı 17'nci maddesi; Madde 17; (1) Hizmete kısmi süreli devam cezasını gerektiren disiplinsizlikler şunlardır; a) Üste saygısızlık; Hizmette veya hizmete ilişkin hâllerde üste gösterilmesi gereken saygıyı kasıtlı olarak göstermemek veya yetkili olduğu durumlarda üstün yapmış olduğu ikaz, tenkit veya muahezeyi saygı ile kabul edip dinlememektir. b) Görev yerini izinsiz terk etmek: Kıtasından veya görev yerinden yirmi dört saati geçmeyecek şekilde kaçmak veya kabul edilebilir bir mazereti olmaksızın mesaiye bir tam mesai günü gelmemektir. c) Temaruz: Bazı isteklerini yerine getirmek, kişisel bir menfaat sağlamak, görev veya sorumluluktan kaçmak gibi amaçlarla hastalığını abartmak veya olmadığı hâlde bir rahatsızlığı varmış gibi göstererek sağlık kuruluşlarına sevkini sağlamak suretiyle günlük mesainin bir kısmına katılmamaktır. ç) Uygunsuz davranışlarda bulunmak: Türk Silahlı Kuvvetlerine ve temsil ettiği makam, rütbe veya statünün onur ve vakarına uygun olmayan fiillerde bulunmaktır.Esas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 5 d) Ketum davranmamak: Görevi ile ilgili gizli olmayan ancak açıklanmaması gereken bir bilgiyi yetkisiz kişilerin öğrenebileceği bir şekilde açıklamaktır. III. 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu'nun "Silahlı Kuvvetlerden Ayırma Cezasını Gerektiren Disiplinsizlikler" başlıklı 20'nci maddesi; Madde 20; (1) Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasını gerektiren disiplinsizlikler şunlardır: a) Aşırı borçlanmak ve borçlarını ödeyememek: Nafaka, trafik kazası, doğal afet, personelin öngöremeyeceği şekilde ülke genelinde yaşanan olağanüstü ekonomik dalgalanmalar, ani devalüasyonlar, sağlık ve tedavi giderleri ile kefillik ve benzeri zorunluluk hâlleri hariç olmak üzere, aşırı derecede borçlanmaya düşkün olmak ve bu borçlarını ödememeyi alışkanlık hâline getirmektir. b) Ahlaki zayıflık: Görevine, sosyal ve aile yaşantısına zarar verecek derecede menfaatine, içkiye, kumara düşkün olmak veya Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarını sarsacak şekilde yüz kızartıcı, utanç verici veya toplumun genel ahlak yapısına aykırı fiillerde bulunmaktır. c) Hizmete engel davranışlarda bulunmak: Devletin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarına zarar verecek nitelikte tutum ve davranışlarda veya ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiillerde bulunmaktır. ç) Gizli bilgileri açıklamak: Yetkisi olmadığı hâlde, devletin güvenliği ile iç ve dış siyasi yararlarına ilişkin elde ettiği gizli bilgileri yetkisiz kişi ve kuruluşlara vermek, ulaştırmak veya açıklamaktır. d) İdeolojik veya siyasi amaçlı faaliyetlere karışmak: Siyasi partilere girmek, ideolojik veya siyasi faaliyetlere karışmak, ideolojik veya siyasi amaçlarla disiplini bozucu tavır ve davranışlarda bulunmaktır. e) Uzun süreli firar etmek: Geçerli bir mazereti olmaksızın kesintisiz olarak bir yıldan fazla süre ile izin süresini geçirmek veya firar hâlinde bulunmaktır. f) Disiplinsizliği alışkanlık hâline getirmek: Disiplini bozucu tavır ve davranışlarda bulunmayı alışkanlık hâline getirmek veya aldığı disiplin cezalarına rağmen ıslah olmamaktır. g) İffetsiz bir kimse ile evlenmek veya böyle bir kimse ile yaşamak: İffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek evlenen veya evlilik bağını devam ettirmekte veya böyle bir kimseyi yanında bulundurmakta veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikahsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar etmektir. ğ) Gayri tabii mukarenette bulunmak: Bir kimseyle gayri tabii mukarenette bulunmak yahut bu fiili kendisine rızasıyla yaptırmaktır. 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu'nun "Disiplin soruşturması veya tahkikatın adli soruşturma veya kovuşturmadan bağımsızlığı" başlıklı 5'inci maddesinin gerekçesinde aynen; "Madde ile, Türk Silahlı Kuvvetleri disiplin hukuku sistemine, ceza ve disiplin hukukunun birbirinden ayrı ve bağımsız olduğu genel ilkesinin getirilmesiEsas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 6 amaçlanmıştır. Maddede, herhangi bir fiilden dolayı hakkında adli kovuşturma veya soruşturma yapılan bir personel hakkında, aynı fiilden dolayı disiplin soruşturması yapılabileceği, yapılan disiplin soruşturması sonunda gerek görülürse disiplin cezası verilebileceği ve verilen disiplin cezasının yerine getirilebileceği esasa bağlanmıştır. Zira, bir fiilin ceza hukuku kapsamında suç teşkil etmesi ayrı bir şey, disiplin hukuku bakımından ilgili idarenin tedbir alması gereken bir hâl olarak nitelendirilmesi ayrı bir şeydir. Bu kapsamda örneğin, yüz kızartıcı bir suçtan hakkında soruşturma yürütülen veya dava açılmış bir personel hakkında disiplin amirleri tarafından disiplin cezası verilebilmesine imkân sağlanmıştır." 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu'nun "Hizmete Kısmi Süreli Devam Cezasını Gerektiren Disiplinsizlikler" başlıklı 17'nci maddesinin gerekçesinde aynen; "Madde ile, subay, astsubay, uzman jandarma, uzman erbaşlar ile sözleşmeli erbaş ve erler hakkında hizmete kısmi süreli devam cezası verilmesini gerektiren disiplinsizlik halleri düzenlenmiştir." 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu'nun "Silahlı Kuvvetlerden Ayırma Cezasını Gerektiren Disiplinsizlikler" başlıklı 20'nci maddesinin gerekçesinde aynen; "Madde ile, subay, astsubay, uzman jandarma, uzman erbaşlar ile sözleşmeli erbaş ve erler hakkında Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasını gerektirecek durumlar düzenlenmiştir. Maddede sayılmış disiplinsizliklerin unsurları mümkün olduğunca objektif olarak belirlenmeye çalışılmıştır. Ancak ne kadar somut olarak ortaya konulmaya çalışılırsa çalışılsın, disiplinsizlik kavramının mahiyeti gereği takdir hakkının kullanılmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla, takdir hakkı Kanunda belirlenmiş esaslara göre objektif bir biçimde kullanılacaktır." Denmektedir. IV. 14.07.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun "Basına bilgi veya demeç verme" başlıklı 15'inci maddesinin ilk hali; MADDE 15. Kamu görevleri hakkında basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç, bakanın yetkili kılacağı görevli, illerde valiler veya yetkili kılacağı görevli tarafından verilebilir. Askerî hizmet ile ilgili bilgilerin verilmesi özel kanunları hükümlerine tabidir. V. 14.07.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 12.05.1982 tarihli ve 2670 sayılı Kanun'un 7'nci maddesi ile değişik "Basına bilgi veya demeç verme" başlıklı 15'inci maddesinin son hali; Madde 15 : (Değişik madde; 12/05/1982 2670/7 md.) Devlet Memurları, kamu görevleri hakkında basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç veremezler. Bu konuda gerekli bilgi ancak bakanın yetkili kılacağı görevli illerde valiler veya yetkili kılacağı görevli tarafından verilebilir. Askeri hizmet ile ilgili bilgiler özel kanunların yetkili, kıldığı personel dışında hiç bir kimse tarafından açıklanamaz.Esas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 7 VI. 14.07.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun "Disiplin cezalarının çeşitleri ile ceza uygulanacak fiil ve haller" başlıklı 125'inci maddesinin "Kınama" başlıklı B bendine 17.09.2004 tarihli ve 5234 sayılı Kanun'un 1'inci maddesi ile eklenen alt bendinde; m) (Ek alt bend; 17/09/2004 5234 S.K/l.mad) Yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç vermek. Hükümlerine yer verilmiştir. 14.07.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun "Basına bilgi veya demeç verme" başlıklı 15'inci maddesinin ilk halinin madde gerekçesinde aynen; "Kamu görevlerinin yürütülmesiyle ilgili olarak basın organlariyle radyo ve televizyon kurumlarına bilgi ve demeç vermeye kimlerin yetkili olduğunu belirtmek ve idarenin halkla ve kamu oyuyla münasebetlerinde insicamlı bir düzen sağlamak amaciyle bu madde konulmuştur. Bakanlar, başında 'bulundukları bakanlık içinde, merkezde veya taşrada, kendilerinden başka kimlerin bu şekilde demeç ve bilgi vereceğini kararlaştırabilecekleri gibi, illerde de valiler, kendi illerinde çalışan Devlet memurlarına aynı şekilde yetki devredebilecekler veya bilgi ve demeci doğrudan doğruya kendileri verebileceklerdir. Maddenin ikinci fıkrası, sivil İçişi niteliğinde olan Devlet memurlarının askerî hizmetlerle ilgili olarak bilgi ve demeç vermelerini özel kanun hükümlerine tabi tutmaktadır." 14.07.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun "Basına bilgi ve demeç verme" başlıklı 15'inci maddesini değiştiren 12.05.1982 tarihli ve 2670 sayılı Kanun'un 7'nci maddesinin gerekçesinde aynen; "Birinci fıkrada basına bilgi ve demeç vermenin yasak olduğu ve uygulamanın ne şekilde yapılacağı iki cümlede düzenlenmiş, ikinci fıkrada askerî hizmetlerle ilgili açıklamalar düzenlenmiştir" 14.07.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun "Disiplin cezalarının çeşitleri ile ceza uygulanacak fiil ve haller" başlıklı 125'inci maddesinin "Kınama" başlıklı B bendine 17.09.2004 tarihli ve 5234 sayılı Kanun'un l'inci maddesi ile eklenen alt bendinin, Cumhurbaşkanınca bir daha görüşülmek üzere TBMM'ne gönderilmesinden önce düzenlendiği 16.07.2004 tarihli ve 5229 sayılı Kanundaki gerekçesinde aynen; "Avrupa Birliğine üyelik sürecinde, ifade özgürlüğünün genişletilmesi ve Bilgi Edinme Kanunu uygulamalarına uyum sağlanması amacıyla yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç veren kamu görevlilerine aylıktan kesme cezası yerine, kınama cezası verilmesine yönelik 657 sayılı Kanunun 125 inci maddesinin kınama cezalarını düzenleyen (B) bendine (m) alt bendi olarak eklenmesini düzenleyen hükmün metne (d) bendi olarak eklenmesi ve müteakip bentlerin teselsül ettirilmesi," Denmektedir. İlgili Anayasa hükümleri; Anayasa'nın "Cumhuriyetin nitelikleri" başlıklı 2'nci maddesinde, "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir." Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" başlıklı 13'ncü maddesinde: "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerindeEsas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 8 belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." III. Anayasa'nın "Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti" başlıklı 26'ncı maddesinde: "Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir. Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. (Mülga üçüncü fıkra: 03/10/2001 4709 S.K./9 md.) Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz. (Ek fıkra: 03/10/2001 4709 S.K./9 md.) Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir." hükmü öngörülmüştür. İnceleme; Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devleti olarak nitelendirilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir. (Anayasa Mahkemesinin 20.5.2010 tarih ve E:2009/34, K:2010/72 sayılı kararı) Ceza hukukunun, toplumun kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve ekonomik yaşantısıyla ilgili bulunması nedeniyle suç ve suçlulukla mücadele amacıyla ceza ve ceza muhakemesi alanında sistem tercihinde bulunulması Devletin ceza siyaseti ile ilgilidir. Kanun koyucu ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde yetkisini kullanırken kuşkusuz, Anayasa'ya ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla hangi eylemlerin suç sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, cezayı ağırlaştırıcı veya hafifletici tutum ve davranışların neler olacağı, hangi cezaların seçenek yaptırımlara çevrilebileceği veya ertelenebileceği ve hangi suçların hükmün açıklanmasının geri bırakılması kapsamında kalacağı gibi konularda takdir yetkisine sahiptir. Bu takdir yetkisinin kullanılmasında suçun askeri suç olup olmamasının da dikkate alınacağı açıktır. Askerlik hizmetinin ulusal güvenliğin sağlanmasındaki belirleyici yeri ve ağırlığı, sivil yaşamda suç oluşturmayan ya da önemsiz görülebilecek cezaları gerektirenEsas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 9 kimi eylemlerin askeri suç olarak kabul edilmelerini ve ağır yaptırımlara bağlanmalarını gerekli kılabilmektedir. Ancak, askeri ceza hukuku alanında da suç ile suça karşılık gelen yaptırımlar ve tedbirler arasında makul, kabul edilebilir, amaçla uyumlu bir orantının sağlanması, hukuk devleti olmanın gereğidir. (Anayasa Mahkemesinin 17.01.2013 tarih ve E:2012/80, K: 2013/16 sayılı kararı) İtiraz konumuz olan 22.05.1930 tarihli ve 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu'nun, "Hilafı salâhiyet askerlik işleri için toplananlar ve müzakere yapanların cezaları" başlıklı 95'inci maddesini değiştiren 25.05.1972 tarihli ve 1590 sayılı Kanunun l'nci maddesinin değişiklik gerekçesinde; maddenin ilk halinin, günün (o tarihin) sosyal ve politik gelişmeleri nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kanunlarla belli edilmiş yetkileri çerçevesinde yürütmekte olduğu hizmet ve faaliyetlerini gereği gibi himaye edemez duruma geldiği, yetkili askeri şahısların hizmetlerini olumlu bir şekilde yerine getirmeye matuf gayret ve çalışmalarının, silâhlı kuvvetler dışındaki sivil kişiler veya bu kişiler tarafından ancak önceden belli edilmiş amaçlar için kurmuş oldukları cemiyet veya benzeri teşekkülleri amaçlarından saptırmak suretiyle bu örgütleri ve davranışlarını silâhlı kuvvetler hizmetleri aleyhine etkileme çabaları gösterildiği, bâzı kişilerin hizmet esnasında görev ve sıfatı icabı muttali olduğu bazı askerî konular hakkında beyanat verdiğinin veya yazı yazdığının cereyan eden muamelelerden anlaşıldığı, bunları önlemek ve bu fiilleri sivil kişilerin de işlemesi halinde askerî mahkemede yargılanacakları belirtilmişse de; kanun koyucu, askeri ceza hukukunda Anayasanın "Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti" başlıklı 26'ncı maddesi ile doğrudan ilgili bir suç yaratırken ve bu suçun cezasını belirlerken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği, "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" başlıklı maddesinde de yer alan ve ceza hukukunun temel prensiplerinden olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Ölçülülük ilkesiyle devlet, cezalandırmanın sağladığı kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Bu ilke ise "elverişlilik", "gereklilik" ve "orantılılık" olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. "Elverişlilik", başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını ifade etmektedir. "Gereklilik" başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, diğer bir ifadeyle, sınırlamanın dayandığı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak ve özgürlük açısından en yumuşak aracın seçilmesi gereğini, bu seçimin amaca ulaşmak için aynı derecede etkili olan araçlar arasında yapılması gerektiğini, temel hak ve özgürlüğü sınırlama derecesi bakımından karşılaştırılacak olan yasal önlemler, güdülen amacı gerçekleştirmeye aynı yoğunlukta elverişli olmalıdır. Bu nitelikte çeşitli araçlar söz konusuysa, bunlardan temel hak ve özgürlüğü en az sınırlayanın yasa koyucu tarafından seçilmiş olması gerektiğini ifade etmektedir. "Orantılılık" ise başvurulan önlem ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. İtiraz konumuz olan 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu'nun, "Hilafı salâhiyet askerlik işleri için toplananlar ve müzakere yapanların cezaları" başlıklı 95'inci maddesinin 3'üncü fıkrasında düzenlenen suçun gerek asker gerekse sivil şahısların ifade özgürlüğü ile ilgili olduğu, bu özgürlüğe sınırlandırma getirdiği açıktır. İnceleme konusu olan mahkûmiyet hükmü asker şahıs hakkında verildiği için, ASCK'nın 95/3'üncü maddesindeki suçun ifade özgürlüğüne olan etkisi, sınırlaması, sınırlamanın Anayasanın 2, 13, 26'ncı maddelerine uygun olupEsas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 10 olmadığı asker şahıs yönünden değerlendirilmiş, suçun faili olabilecek sivil şahıslar yönünden değerlendirme yapılamamıştır. Anayasa Mahkememizin, asker kişilerin ifade özgürlüğü ve bu özgürlüğü sınırının ne olacağı, ne kadar sınırlandırılacağına dair değerlendirmeler içeren bir kararına rastlanılmamakla, sadece, 22.05.1930 tarihli ve 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu'nun, 25.05.1972 tarihli ve 1590 sayılı Kanunla değişik "Hilafı salahiyet askerlik işleri için toplananlar ve müzakere yapanların cezaları" başlıklı 95'inci maddesinin 1'inci fıkrasının (d) ve (e) bentlerine ilişkin olarak, söz konusu bentlerin mülga 1961 Anayasasının "Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı" başlıklı 28 ve "Dilekçe hakkı" başlıklı maddelerine aykırılık teşkil etmediğine dair 10.02.1976 tarihli, 1975/200 Esas, 1976/9 Karar sayılı kararı bulunmakla birlikte, Avrupa Konseyinin Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere Silahlı Kuvvetler Mensuplarının sahip oldukları insan hakları konusunda verdiği CM/Rec (2010) 4 sayılı tavsiye kararında; "Silahlı kuvvetler mensupları ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu ifade özgürlüğünden faydalanılmasına yönelik her türlü kısıtlama Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesi 2. paragrafından yer alan hükümlere uygun olarak uygulanır. 47. İfade özgürlüğü hakkı kapsamında fikir sahibi olma, fikir ve bilgi alma ve fikrini açıklama özgürlüğü yer alır. Silahlı kuvvetler mensupları da dâhil olmak üzere herkesin bu özgürlüklerden faydalanması bazı görev ve sorumlulukları da beraberinde getirir. Kargaşa veya suçun önlenmesi, sağlık veya ahlaki değerlerin korunması, başkalarının itibar veya haklarının korunması, gizlilik şartıyla alınmış bilgilerin açığa çıkmasının önlenmesi veya yargı sisteminin yetkileri ya da tarafsızlığının korunması amacıyla bu özgürlükten faydalanılması hususu; milli güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamuoyu emniyetinin yararına demokratik bir toplum için gerekli olan ve kanunlarda tanımlanan bazı formalite, koşul, kısıtlama veya cezalara tabi olabilir. Bu tür önlemler orantılı olmalı, keyfi olmamalı ve makul ölçüde öngörülebilir olmalıdır. 48. Silahlı kuvvetlerin düzgün biçimde işleyişinin silahlı kuvvetler mensuplarının bu işleyişi bozmasını engellemek için tasarlanmış hukuk kuralları olmadan mümkün olmadığı düşünüldüğünde askeri disipline yönelik gerçek bir tehdit olduğunda ifade özgürlüğüne yönelik uygulanacak her türlü kısıtlama yukarıda bahsi geçen şartlara uygun olmalıdır. Örneğin, bu kısıtlamalar askeri görevlerin nasıl yerine getirildiği veya silahlı kuvvetlerin siyasi tarafsızlığının etkilenip etkilenmediği ile ilgili olabilir." denmektedir. Konuya AİHM'nin asker şahısların ifade özgürlüğü ile ilgili kararlarından bakıldığında; ordunun düzenli bir şekilde görevini yerine getirebilmesi için askeri yaşam sivil yaşama nazaran daha fazla sınırlamalara tabi tutulabilmektedir. Bu bağlamda Sözleşme organlarının kamu düzenini koruma adına askeri düzenle ilgili bir dava önüne geldiğinde taraf devletlere daha geniş bir ulusal takdir marjı tanımaktadır. Mahkeme, asker şahısların ifade özgürlüğü ile ilgili olarak verdiği ilk kararı olan, askeri disiplinle bağdaşmayan yayın nedeniyle Engel ve Diğerleri v.Hollanda davasında, askeri düzeni koruma adına taraf Devletin daha geniş bir takdir yetkisi olduğu gerekçesi ile AİHS'nin 10. maddesinin ihlal edilmediği yönünde karar vermiştir. Ancak bu kararda bizce dikkat çekilmesi gereken husus, başvurucuya disiplini zayıflatmayı amaçlayan bir yazının yayınlanmasına ve dağıtımına katıldığı gerekçesi ile yetkili komutan tarafından disiplin cezası verilmiş olmasıdır.Esas Sayısı : 2014/25 Karar Sayısı : 2014/119 11 Grigoriades'in Yunanistan aleyhine açtığı davada (Grigoriades v.Yunanistan), eğitime alınmış yedek subay olan davacı, askere alınanlara karşı kötü muameleler yapıldığını ve bunun sonucunda üstleri ile ters düştüğünü iddia etmiştir. Kendisine karşı ceza ve disiplin davaları açılmıştır. Ceza davası beraatla sonuçlanmasına rağmen kendisine disiplin cezası verilmiş ve bu nedenle askerlik süresi uzatılmıştır. Daha sonra başvurucuya 24 saat izin verilmiş ama bu izin süresi dolmasına rağmen birliğine dönmemiştir. Bunun üzerine | 4,152 |
Esas sayısı:1980/28 Karar sayısı:1980/45 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Dava dilekçesinde açıklanan iptal isteminin gerekçesi aynen şöyledir : "I Konunun Açıklanması: 2254 sayılı "T.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanun" Anayasa'nın 12. maddesi hükmüne aykırı bulunduğundan Yüksek Mahkemeye başvurulması zorunluğu hasıl olmuştur. II İptal Gerekçesi: l Sözü edilen kanunda, T.B.M.M. nin Eski Üyelerine, diğer kamu görevlileri ve sair serbest meslek mensupları ile bunların emeklilerine tanınmış olan imkânlara nazaran bazı ayrıcalıklar öngörülmektedir. Bu ayrıcalıkların başlıcaları: a) DDY'da parasız, Denizcilik Bankasına ait vapurlarda iç hatlarda keza parasız, dış hatlarda % 25 35, THY'da % 50 indirimli seyahat, b) Telefonlarda tercih ve % 60 indirimli tarife uygulanması, c) Dış ülkelere gezilerde diplomatik pasaport verilmesi, d) Şahsı ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri için yurtiçi ve yurtdışında tedavi ve buna ilişkin çeşitli sıhhi malzeme yardımı, olarak sayılabilecektir. 2 Yukarıda belirtilen ayrıcalıklar, parlamenter sıfatları sona eren kişilerin, T.B.M.M. üyelikleri sırasında bu görevlerini yerine getirebilmeleri için kendilerine tanınmış bazı kolaylık ve imkânlardan ömür boyu yararlanmalarını tevlit edeceği gibi, Hazine ve İktisadi Devlet Teşekkülleri ve Müesseselerine de yeni külfetler tahmil edecektir. Bu durum, Devletçe sübvansiyone edilen söz konusu teşekküllerin, kuruluş gayelerini ve yönetim kurallarını tanzim eden mevzuatına da aykırı bulunmaktadır. Nitekim, 5842 sayılı Denizcilik Bankası T.A.O. Kanununun 27. maddesinin ikinci fıkrası, 440 sayılı İktisadi Devlet Teşekkülleriyle Müesseseleri ve İştirakleri Hakkında Kanunun 2. ve 24. maddeleri, bu müesseselerin kârlılık ve verimlilik anlayışı içinde çalışmaları ve bu suretle üretecekleri mal ve hizmet fiyatlarını serbestçe tesbit etmeleri ilkesini getirmiştir. Keza, 5682 sayılı Pasaport Kanunu, ana kural olarak belli nitelikteki görevleri üstlenmiş bulunanlar ile ülke dışında bazı önemli "kamu görevlerini ifa edenlere sadece bu görevleri sırasında diplomatik pasaport verilmelerini öngörmüştür. Nitekim, söz konusu kişilerin, görevlerinden ayrıldıktan sonra, diplomatik pasaport kullanmaları mümkün değildir. Pasaport Kanununun 13. üncü maddesi, Uluslararası teamül ve hukuk kurallarını göz önünde tutarak yalnız eski Devlet Başkanları, T.B.M.M. Eski Başkanları, eski Başbakanlar veEsas sayısı:1980/28 Karar sayısı:1980/45 2 Dışişleri eski Bakanlarına görevleri bitmiş olsa dahi diplomatik pasaport taşıma imkânı tanımaktadır. Bunun dışında mevzuatta hiçbir istisna mevcut değildir. 3 Devlet Demir Yolları, Devlet Deniz Yolları, PTT, Basın mensupları...... gibi bazı kuruluş ve meslek personeline bu görevlerinin sona ermesini müteakip, emekliliklerinde de görevleri sırasındaki "bazı kolaylık ve imkânların devamı sağlanmaktadır. Ancak, bu ayrıcalıkların tanınması için müşterek vasıf bu ünitelerde muayyen bir süre çalışmış olmaktır. Misal olarak emekli basın mensuplarında, basın şeref kartı 20 yıl basına hizmet etmiş olan kişilere verilebilmektedir. İptali taleb edilen 2254 sayılı Kanun muvacehesinde ise, bir dönem dahi parlamento üyeliği yapmış bulunan kişiler sözü edilen ayrıcalıklara sahip olabilmektedir. Kanun, bu ayrıcalıklardan yararlanabilmek için hiç değilse, yukarıda zikredilen müesseselerdeki uygulamaya paralel hükümler ihtiva etmeli idi. Yukarıda da değinildiği üzere, pasaport mevzuatımız, eski T.B.M.M. üyelerine diplomatik pasaport tahsisine müsait bulunmamaktadır. Uzun yıllar Büyükelçilik yapmış bir kişiye dahi emekliliğinde diplomatik pasaport verilmemektedir. 2254 sayılı Kanun, pasaport konusunda uluslararası teamül ve uygulamaya olduğu kadar, yerleşmiş mevzuatımıza da uymamaktadır. Ayrıca, eski T.B.M.M. üyeleri başka bir işle meşgul olsa dahi 2254 sayılı Kanun muvacehesinde diplomatik pasaport talep edebileceklerdir. Oysa, hususi pasaportlarda memurluktan çekilmiş olanların bu haktan yararlanabilmeleri için, başka bir vazife almamış veya iş tutmamış olmaları şartı mevcuttur. (5682 sayılı Pasaport Kanunu madde 14/2). İptali talebedilen 2254 sayılı Kanunun yukarıda belirtilen ilkelerle bağdaştırılması mümkün görülmemektedir. 4 Yukarıda örnekler vererek açıklandığı gibi 2254 sayılı Kanun T.B.M.M. eski üyelerine, diğer kamu görevlileriyle sair serbest meslek mensuplarına ve bunların emeklilerine tanınmış olan bir takım imkânlar ve kolaylıklar getirmektedir. Bu nedenle, T.B.M.M. üyelerine bu sıfatlarının devamı süresince görevlerini yerine getirebilmeleri için tanınmış bulunan bazı kolaylık ve imkânların, 2254 sayılı Kanunla T.B.M.M. eski üyelerine de teşmil edilmesi halinin, Anayasa'mızın 12. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülmüş olan eşitlik ilkesine uymadığı hususunda kamu vicdanında uyanan tereddütlerin adalet hükmüne bırakılmasında yarar görüyorum. III Dayanılan Anayasa Kuralları: Anayasa madde 8, 12/2, 149 ve Anayasa Mahkemesinin 29/11/1966 tarihli, E. 1966/11, K. 1966/44 sayılı kararı, IV Sonuç ve İstek: Yukarıda açıklanan nedenlerle : 25/12/1979 tarihinde kabul edilerek 6/1/1980 tarihli ve 16861 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmış bulunan 2254 sayılı"T.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanun"nu, Anayasa'nınEsas sayısı:1980/28 Karar sayısı:1980/45 3 12. madde ikinci fıkrasına uymaması sebebiyle, iptaline karar verilmesini saygılarımla rica ederim. Fahri S. KORUTÜRK CUMHURBAŞKANI" II METİNLER: l İptali istenen 25/12/1979 günlü, 2254 sayılı "T.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanun"un, 6/1/1980 günlü, 16861 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan metni şöyledir: "T.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanun Kanun No : 2254 Kabul Tarihi: 25/12/1979 MADDE l 13/12/1960 tarih ve 157 sayılı Kanunla Kurulan Temsilciler Meclisi Üyeleri ile Türkiye Büyük Millet Meclisi eski üyeleri, sağlık ve tedavi konusu ile ulaştırma, haberleşme ve pasaport konularında, kanunların, kararnamelerin ve yönetmeliklerin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine tanıdığı haklardan yararlanırlar. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 68 inci maddesi gereğince seçilme yeterliğini kaybetmiş olanlar bu haktan yararlanamazlar MADDE 2 Bu Kanun hükümleri yayımı tarihinde yürürlüğe girer. MADDE 3 Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür." 2 Dayanılan Anayasa kuralları : "MADDE 8 Kanunlar Anayasa'ya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır." "MADDE 12 Herkes, dil ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz." "MADDE 149 Cumhurbaşkanı; Yasama Meclislerindeki siyasi parti grupları ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan siyasi partiler ile son milletvekili genel seçimlerinde muteber oy sayısının en az yüzde onunu alan siyasi partiler; Yasama Meclislerinden birinin üye tam sayısının en az altıda biri tutarındaki üyeleri; kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda Yüksek Hâkimler Kurulu, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Üniversiteler, Kanunların veya Türkiye Büyük Millet Meclisi içtüzüklerinin veya bunların belirli madde ve hükümlerinin Anayasaya aykırılığı iddiasiyle, Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilirler."" | 906 |
Esas Sayısı : 1992/1 Karar Sayısı : 1992/21 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şudur : "Şebinkarahisar Kapalı Cezaevinde hükümlü bulunan Metin Kılıç reşit olmayan mağdureyi zorla kaçırıp ırzına geçmek ve alıkoymak suçlarından dolayı TCKnun 416/1, 429. maddeleri gereğince cezalandırıldığını, TCKnun 416/1. maddesi gereğince verilen cezası hakkında müddetnamenin 3713 sayılı Kanun uyarınca 1/3 oranı üzerinden düzenlendiğini ve bunun Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürerek itirazda bulunmuştur. Bu itiraz üzerine Şebinkarahisar C. Savcılığının mütalaası alınmıştır. C. Savcılığı Yüksek Anayasa Mahkemesinin cezalarının 1/3 çekmeleri halinde hükümlülerin salıverileceklerinin öngörüldüğü 3713 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinde yer alan TCKnun 146 (son fıkra hariç), 403, 414 ve 418. maddeleri yönünden iptaline, 19.7.1991 gün ve 1991/15 esas 1991/22 karar, 8.10.1991 gün ve 1991/34 esas, 1991/34 karar, 8.10.1991 gün 1991/36 esas, 1991/35 karar sayı ile karar verdiğini, Mağdure Saide'yi zorla kaçırıp alıkoymaktan zorla müteselsilen ırzına geçip kızlığını bozmaktan hükümlünün TCKnun 416/1. maddesi gereğince mahkum olduğunu ve bu maddeye ilişkin hakkındaki süre belgesinin 3713 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendi uyarınca 1/3 oranı üzerinden düzenlenmiş bulunduğunu, aynı koşullar içerisinde bulunan tüm hükümlülerin aynı ıartlara tabi olmasının gerekmesi karşısında hükümlüye uygulanan 3713 sayılı Yasa'nın geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin Anayasamızın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunduğundan bu maddenin hükümlü hakkında uygulanan TCKnun 416/ilk maddesi yönünden iptali için Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmesini mütalaa etmiştir. Hükümlüye ait dava dosyası getirtilip infaz dosyası ile birlikte incelenmiştir. Şebinkarahisar Ağır Ceza Mahkemesinin 2.5.1991 tarih, 1989/66 esas, 1991/34 karar sayılı kararında hükümlünün 22.9.1989 tarihinde işlediği reşit olmayan mağdureyi zorla kaçırmak suçundan, reşit olmayan mağdurenin müteselsilen zorla ırzına geçmek ve kızlık bozmak suçlarından dolayı TCKnun 59. maddesi de uygulanmak suretiyle neticeten toplam 11 yıl, 14 ay, 20 gün ağır hapis cezası ile cezalandırıldığı, bu kararın Yargıtay 5. Ceza Dairesinin 9.10.1991 tarih ve 1991/3496 esas, 1991/4140 karar sayılı ilamı ile onanarak kesinleştiği, müddetnamesinin 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesine göre 1/3 oranı üzerinden hesap edildiği anlaşılmıştır. 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesine göre 8.4.1991 tarihine kadar TCKnun 416/ilk maddesine giren suçu işleyenler bu madde gereğince cezasının 1/3 çektikleri takdirde iyi halli olup olmadıklarına bakılmadan ve talepleri olmaksızın şartla salıverilecektir. 3713 sayılı Kanunun geçici 1. maddesine göre ise geçici 4. maddede belirtilen suçlar dışındaki 8.4.1992 tarihine kadar işlenen suçlar nedeniyle şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edilmiş olanlar hükümlülük sürelerinin 1/5 ini çektikleri takdirde şartla salıverileceklerdir. 3713 sayılı Yasanın geçici 1. ve 4. maddelerindeki bu farklılık suçun niteliği ile ilgili olmayan ve suçlunun eyleminden dolayı pişmanlık duymasına, topluma uyum sağlamasına, topluma kazandırılmasına yönelik şartlı salıverilme kurumunun gayesine ters düştüğü gibiEsas Sayısı : 1992/1 Karar Sayısı : 1992/21 2 Anayasamızın 2. ve 10. maddelerinde belirtilen Hukuk Devleti ilkesi ile Eşitlik İlkelerine de aykırıdır. Anayasamızın 10. maddesinde herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu gözetilmiştir. İnfaz yönünden eşit ve aynı durumda bulunan mahkumlar arasında, suçunun türü nedeniyle şartla salıverilme bakımından ayrı uygulama getiren 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesi Anayasanın 10. maddesine aykırıdır. 3713 sayılı Kanunun geçici 1. ve 4. maddelerinde hükümlülerin işledikleri farklı suçlar nedeniyle çekilecek cezayı da farklılaştırması ceza infaz hukukunun temel ilkelerine ve Anayasanın 2. maddesinde belirtilen Hukuk Devleti ilkesine de aykırıdır. Kanunlar yapılırken Anayasaya uygun olması mecburidir, Anayasa saygı, Hukuk Devleti kavramının temel gerçekleşme şartıdır. Bu nedenlerle; Hükümlünün dilekçesinde ve CSavcılığının yazılı görüşünde ileri sürülen iddiaların ciddi olduğu kanaatine varılarak 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin Anayasamızın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunduğundan 3713 sayılı Kanunun 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendindeki TCKnun 416/ilk maddesi yönünden iptali için Anayasanın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, C. Başsavcısının mütalaasına uygun olarak oybirliği ile karar verildi."" | 610 |
Esas Sayısı : 2008/42 Karar Sayısı : 2008/167 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "1982 Anayasasının 2. maddesinde "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir" hükmüne; 5. maddesinde "Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır" hükmüne; 68. maddesinde "...Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır ... Siyasi partilere, Devlet, yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapar. Partilere yapılacak yardımın, alacakları üye aidatının ve bağışların tabi olduğu esaslar kanunla düzenlenir" hükmüne yer verilmek suretiyle, siyasi partilere yeterli düzeyde ve hakça dağıtılacağı vurgulanan mali yardımın dağıtımına ilişkin sınırlama yapılırken farklı sesleri temsil edecek partilerin örgütlenme özgürlüğünün zedelenmesinin önüne geçilmesinin demokratik devlet ilkesinin önemli bir parçası olduğu hususu ortaya konulmuştur. Öte yandan dava konusu işleme gerekçe teşkil eden 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun Ek 1. maddesinin 1. fıkrasında "Yüksek Seçim Kurulunca son milletvekili genel seçimlerine katılma hakkı tanınan ve 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununun 33 üncü maddesindeki genel barajı aşmış bulunan siyasi partilere her yıl Hazineden ödenmek üzere o yılki genel bütçe gelirleri "(B) Cetveli" toplanmış beşbinde ikisi oranında ödenek mali yıl için konur" hükmüne; 2. fıkrasında "Bu ödenek, yukarıdaki fıkra gereğince Devlet yardımı yapılacak siyasi partiler arasında, bu partilerin genel seçim sonrasında Yüksek Seçim Kurulunca ilan edilen toplam geçerli oy sayıları ile orantılı olarak bölüştürülmek suretiyle her yıl ödenir. Bu ödemelerin o yılki genel bütçe kanununun yürürlüğe girmesini takiben on gün içinde tamamlanması zorunludur" hükmüne; aynı maddenin 5. fıkrasında ise "Milletvekili genel seçimlerinde toplam geçerli oyların %7'sinden fazlasını alan siyasi partilere de Devlet yardımı yapılır. Bu yardım en az Devlet yardımı alan siyasi partinin ikinci fıkra gereğince almış olduğu yardım ve genel seçimlerde aldığı toplam geçerli oy esas alınarak kazandıkları oyla orantılı olarak yapılır. Ancak bu yardım üçyüzelli milyon liradan az olamaz. Bunun için her yıl Maliye ve Gümrük Bakanlığı bütçesine yeterli ödenek konulur" hükmüne yer verilmiştir. 2820 sayılı Yasanın Ek 1. maddesinde siyasi partilere Devlet yardımı, son milletvekili seçiminde 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 33 üncü maddesindeki genel barajı aşmak veya toplam geçerli oyların en az % 7'sinden fazla oy almış olmak şartlarına bağlandığı; dolayısıyla ancak bu şartları taşıyan partilerin seçimde aldıkları oylarla orantılı şekilde her yıl Devlet yardımı alacaklarının kurala bağlandığı, diğer partilerin Devlet yardımından mahrum bırakıldıkları; daha önce Anayasada siyasi partilere Devlet yardımı yapılacağına ilişkin herhangi bir açık hüküm yokken, 1995 yılında 4121 sayılı Yasa ile yapılan Anayasa değişikliğiyle, siyasi partilere Devlet yardımı yapılacağını açıkça hükme bağlayan Anayasanın 68. maddesinin son fıkrasında yer alan bu düzenlemeyle, siyasi partilere Devletin yardımının miktarının yeterli düzeyde olacağı ve yardımın hakça yapılacağı kurala bağlandığı; yardımın tabi olduğu esasları belirleyecek yasal düzenlemenin, yapılacak yardımın miktarına ve yardımın partiler arasında nasıl dağıtılacağına ilişkin olduğu ve Anayasanın bu açık hükmüne göre Devletin konulacakEsas Sayısı : 2008/42 Karar Sayısı : 2008/167 2 objektif kriterlere göre, az veya çok bütün siyasi partilere yardım yapması gerekirken Anayasa gereğince yapılacak "yeterli düzeyde ve hakça mali yardım"ın usul ve esaslarını düzenleyecek yasal düzenleme ile siyasi partilere devlet yardımı yapılmasının şartlarının daraltılarak geçerli oyların %7'sinden fazlasını alamayan siyasi partilerin bu haktan mahrum bırakılmasının, Anayasanın 2. maddesinde yer alan "Türkiye Cumhuriyetinin demokratik bir devlet olduğu", 5. maddesinde ki Devletin demokrasiyi korumakla görevli bulunduğu, 68. maddesinde yer alan Siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu ve Devletin partilere "yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapacağı" kuralı karşısında, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun Ek 1. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu düşünüldüğünden iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiği sonucuna varılmıştır. Öte yandan, 2820 sayılı Yasanın Ek 1 inci maddesine 3470 sayılı Yasayla giren en az %7 oy alanlara da yardım yapılacağına ilişkin hüküm Anayasa Mahkemesinin 6.7.1989 tarih ve E: 1988/39 K: 1989/29 sayılı kararıyla Anayasaya uygun bulunmuş ise de; 3470 sayılı Yasa, o tarih itibariyle Ek 1 inci maddede yardım için öngörülen "barajı aşmış olmak" şartının Devlet yardımı yapılmasını kolaylaştıran ve daha genişleten bir düzenleme olduğu ve o tarih itibariyle siyasi partilere Devlet yardımı yapılmasını öngören açık bir düzenlemenin bulunmadığı, 1995 yılında 4121 sayılı yasa ile yapılan Anayasa değişikliğiyle, Anayasanın 68. maddesinin son fıkrasına, siyasi partilere Devletin yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapacağı hükmü getirildiğinden, Ek 1 inci maddedeki düzenleme yukarıda açıklanan sebeplerle Anayasaya aykırı hale gelmiş durumdadır. Açıklanan nedenlerle 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun Ek 1. maddesinin Anayasanın 2., 5., 10. ve 68. maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden, anılan Yasa hükmünün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın bekletilmesine 14.12.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi."" | 789 |
Esas sayısı : 1986/17 Karar sayısı : 1987/11 1 "... I İptal İsteminin Gerekçesi : Dava dilekçesinde öne sürülen iptal gerekçeleri özetle şöyledir: 1 İptali istenen Yasanın 8. maddesi, siyasi partilerin seçimlere katılabilmek için illerin en az üçte ikisinde örgütlenmiş olmaları ve bir ilde örgütlenmiş sayılabilmeleri için de merkez ilçesiyle birlikte o ilin ilçelerinin en az üçte ikisinde kuruluşlarını tamamlamaları zorunluluğunu getirmekle seçimlere katılma koşullarım ağırlaştırmıştır. Siyasi Partiler Yasasının 3. maddesiyle öngörülen tüm yurtta örgütlenmeyi özendiren, köy birimlerinde örgütlenmeyi yasaklayıcı hükümleri kaldıran düzenlemelere gidilmesi olanağı varken anayasal sınırlar aşılmamalıdır. Yasaklayıcı kimi ölçü ve nitelikler koyarken bunların siyasal hakların kullanılmasını güçleştirmemesi, demokratik düzenin gereklerine aykırı olmaması gözetilmelidir. Oysa yeni düzenlemeyle bu ölçüler açılmış, Anayasa'ya uyulmamıştır. Getirilen hüküm orta büyüklükteki partilerin bile seçimlere girmesini engelleyici kısıtlama niteliğindedir. "Ulusal" ve "seçim çevresi" barajlarıyla birlikte düşünüldüğünde siyasal yaşamı büyük ölçüde daraltacağı, büyük partileri kolladığı, Anayasa'nın öngördüğü demokratik hukuk devleti ve çoğulcu demokrasi ilkesinden yana olmadığı açıktır. Madde, Anayasa'nın Başlangıç kısmına, 2., 5., 13.,67. ve 68. maddelerine, 2 Yasanın 9. maddesi, önseçim zorunluluğunu kaldırarak siyasi partilere aday belirleme yöntemini diledikleri biçimde saptayabilme olanağı vermekle birlikte, kontenjan adaylığı ile merkez yoklaması ile aday belirlemeyi seçim kurullarının yönetim ve denetimi dışında tutmuştur. Demokrasinin vazgeçilmez öğesi kabul edilen partilerin adayları konusunda söz sahibi olmaları doğalsa da bu konuda seçmen iradesini tümüyle dışlayan formüllerin demokraside geçerliği yoktur. Ulusal iradenin oluşmasında seçimler kadar aday saptanmasının da önemi vardır. Adayların, seçmenlere oranla çok küçük partili kitleler tarafından saptanması ve seçmenlerin de bu belirlemeyi onaylamak durumunda kalması demokrasinin temeli olan çoğunluğun üstünlüğü ilkesine aykırıdır. ......rinin parti genel merkezince belirlenmesi olanağı doğmaktadır. Madde Anayasa'nın 67. ve 69. maddelerine, 3 Yasanın 10. maddesi, sadece 6 ve daha fazla milletvekili çıkaracak illerin 5, 6 ve 7. milletvekili çıkaracak seçim çevrelerinde siyasi partilerin, birer kontenjan adayı göstereceğini öngörmektedir. Genellikle partilerin teknisyen kadrolarının oluşturulmasında başvurulan bu yöntem, genel merkez egemenliğini güçlendiren, özen gösterilmezse demokrasiyi zedeleyerek merkez sultasına yol açacak gelişmelere neden olabilir. Zorunlu tutulan bu yöntem, tüm adayların saptanmasını partili üyelere bırakma isteğine olanak vermemektedir. Ayrıca, küçük ve orta büyüklükteki partiler açısından yöntemin getirilişini geçersiz kılan sonuçlar doğuracak, seçilme şansları olmadığı için küçük partileri, mutlaka Meclise sokmak istedikleri kimseleri kontenjan adayı göstermekten alıkoyacaktır. Madde, Anayasa'nın Başlangıç kısmına, 2., 5., 10. ve 69. maddelerine, 4 Yasanın 15. maddesi, yetkili organların verdiği partiden yada gruptan geçici yada kesin çıkarına cezalarına karşı parti içi itiraz yollarını kullandıktan sonra ancak son karara karşı mahkemeye itiraz edebilmeyi öngörmüştür. Çıkarılan üyelerin uzun süre hakkını arayamaması, özellikle seçim öncesi durumlarda aday olmama gibi sonuçlar doğuracağından sakıncalıdır. Hak arama özgürlüğü geciktirmeyle kısıtlanınca giderilmesi olanaksız sorunlar getirir. Madde, Anayasa'nın 2., 5., 13., 36. ve 69. maddelerine,Esas sayısı : 1986/17 Karar sayısı : 1987/11 2 5 Yasanın 22. maddesi, seçimlere katılan siyasi partilere televizyonda paralı ve görüntülü propaganda yapma olanağını getirmiştir. TBMM'nde grubu bulunanlarla temsil edilenlere öbür partilerden daha fazla yararlanma sağlamakla seçime katılan partiler arasında farklılık yaratmak eşitlik ilkesini zedelemiştir. Parası olan partilere ayrıcalık tanınmakta, iktidar partisi yararına işleyecek düzenlemeyle seçim yarışmasında eşitlik bozulmakta, parasız yayınlarda Türk Bayrağı ile parti bayrağından başka görüntüye izin verilmemesine karşın paralı yayınların görüntülenmesine izin verilmesi iktidar partisi ile öbür partiler arasında ayrı bir eşitsizlik nedeni ortaya çıkarmaktadır. Maddenin düzenlediği 298 sayılı Yasanın 52. maddesinin ikinci fıkrası ile yedinci fıkrasında yer alan "2nci fıkranın (d) bendi dışında" sözcükleri Anayasa'nın 10. ve 133. maddelerine, 6 Yasanın 24. maddesi, seçmen kütüğüne yazılmayan ve yurtdışında 6 aydan fazla kalan seçmenlere milletvekili genel seçimlerinin yapılacağı günün 70 gün öncesinden başlamak üzere seçim günü akşam saat 17.00'ye kadar yurda giriş yada çıkış yaptıkları gümrük kapısında kurulacak seçim sandıklarında oylarını kullanabilmelerini öngörmekle bu süre içinde yurda giriş yapmayanları bu haktan yoksun bırakmakta, böylece yurtdışında bulunan seçmenler arasında seçim hakkından yararlanma bakımından eşitsizlik doğurmakta, oy vermenin seçim gününden 70 gün önce başlatılması seçmenin iradesini serbestçe belirtmesi ilkesine ters düşmekte, seçim günü sandığa atılması gereken oylar propaganda günlerinde kullanılabilmekte, sandığın 24 saat açık tutularak 70 gün içinde 210 kez açılıp kapatılması seçim güvenliğinden söz etme olanağı vermemektedir. Ayrıca, yalnızca siyasi partilere oy verilebilir olup bağımsızlara oy verilmemesi, seçmenlere tercih oyu kullandırılmaması serbest ve eşit seçim yapılmaması demektir. Getirilen düzenlemeyle oyların hangi seçim çevresi için kullanıldığı belli olmadığından hayali bir dağılım yapılmakta, böylece o seçim çevresi barajı ve o seçim çevresinde yarışan partilerin oyları yapay olarak etkilenmekte, seçmen iradesi saptırılmaktadır. Madde, Anayasa'nın 10. ve 67. maddelerine, 7 Yasanın 33. maddesi, kontenjan adayı gösterilen seçim çevrelerinde bölme işleminin bir eksiği ile yapılacağını öngörmektedir. Bu yöntem, seçim barajının hesaplanmasında kontenjan dikkate alınmamasıyla kontenjan sisteminin uygulandığı seçim çevresinde barajı diğer seçim çevrelerine oranla yükselterek partiler arasında seçim koşulları bakımından ayrıcalık yaratmakta, kontenjan uygulanan seçim çevresinde kontenjan adayı için çoğunluk, öbürleri için nispi temsil sistemi olmak üzere iki ayrı uygulamaya yol açtığı gibi, kimi seçim çevresinde iki sistem birlikte, kimi seçim çevresinde ise yalnız nispi temsil sistemi uygulamasını getirmektedir. Yasa Koyucu, Anayasa'nın kendisine bıraktığı seçimlerde uygulanacak sistemi takdir hakkını ulusal iradenin Meclis'e sağlıklı biçimde yansımasını engelleyecek düzeyde kullanamaz. Seçmen'e kendisiyle aynı doğrultuda kullanılan oyların belli sayıya ulaşmaması durumunda bu oyların tümünün dikkate alınmayacağı önceden bildirilmekle seçmen daha başlangıçta ruhsal baskı ve duraksamaya düşürülmektedir. Maddenin "Kontenjan adayı gösterilen seçim çevrelerinde bölme işlemi, bir eksiğiyle yapılır" hükümleri Anayasa'nın 2., 5., 10. ve 67. maddelerine, 8 Yasanın, 35. maddesi, seçmen kütüğünde kaydı ve sandık listesinde oy kullanma yeterliği bulunmasına karşın, milletvekilliği genel ve ara seçimlerine geçerli özürleri olmaksızın katılmayanların ilçe seçim kurulu başkanınca onbin lira para cezasıyla kesin olarak cezalandırılacağını öngörmekle, seçmenin iradesine bağlı olan seçimlere katılma hakkının kullanılmasını ceza tehdidine bağlayarak seçmenin iradesini kısıtlamıştır. Madde, Anayasa'nın 67. maddesine, Aykırıdır." | 903 |
Esas Sayısı : 2015/107 Karar Sayısı : 2015/114 1 "... 1. Donanma K.lığı Askeri Savcılığının 01 Temmuz 2014 tarih 2013/328 E. 2014/350 K. Sayılı iddanamesi ile sanıklar ... 2008 2012 yılları arasında muhtelif tarihlerde yabancı memlekete firar suçunu işlediklerinden bahisle eylemlerine uyan As.C.K.nunun 67/1A ve 73 ncü maddeleri gereğince ayrı ayrı cezalandırılmaları istemi ile kamu davası açılmış olup dava konusu olayda tatbiki istenen As.C.K.nunun 67. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin Anayasaya uygunluğu açısından yapılan değerlendirmede; 2. Firar suçu, 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu'nun 66. maddesinde düzenlenmekte ve bir askerin askerlik vazifesinden kaçıp kurtulmak kastıyla, kıt'asından veya isbatı vücut etmeye mecbur olduğu yerden uzaklaşması suretiyle oluşmaktadır. Askeri Ceza Kanunu'nun 67. maddesinde düzenlenen yurtdışına firar suçu ise firar suçunun vasıflı hali olup, firar suçuna nazaran farklı (daha ağır) yaptırıma bağlanmıştır. Askeri Ceza Kanunu'nun 67. maddesinin birinci fıkrasında; Aşağıda yazılı fiilleri işleyen asker kişiler, yabancı ülkeye kaçmış sayılarak bir seneden beş seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılırlar: A) Herhangi bir nedenle izinli olsa dahi, yabancı ülkeye gitme müsadesi bulunmaksızın ülke sınırları dışında üç günü geçirenler. B) Ülke sınırları dışındaki bir askeri birlik veya görev yerinden, deniz veya hava aracından kaçıp da bu durumda üç günü geçirenler. C) Ülke sınırları dışındaki bir askeri birlikten, deniz veya hava aracından herhangi bir nedenle ayrı düşüp de askeri veya sivil bir Türk resmi makamına veya müttefik devlet makamlarına özürsüz olarak müracaat etmeksizin üç günü geçirenler. D) Harp esiri iken serbest bırakılıp da askeri veya sivil bir Türk resmi makamına veya müttefik devlet makamlarına teslim olmak üzere harekete geçme imkânı doğduğu halde, özürsüz olarak hareketsiz kalan ve bu durumda üç günü geçirenler. hükmü yer almaktadır. 3. İzinliyken, yurt dışı izni olmaksızın yurt dışına çıkan asker kişilerin bu davranış biçimlerinin, askeri disiplin ve askerlik hizmetinin gerekleri yönünden bir yaptırıma bağlanması gerektiği, bir askeri cürüm ya da disiplin suçu olarak düzenlenmesinin yasakoyucunun takdir alanında bulunduğu kuşkusuzdur. Ne var ki, askerlikten kaçıp kurtulmak kastı sonucu oluşan firar suçunda, askerlikten kurtulma kastı olmadığı açık olan izinli bir asker şahsın, sırf yurtdışı izni almadığı/alamadığı gerekçesiyle yurt dışına çıkışının vasıflı firar (yurtdışına firar) kabul edilmesi hukukun genel ilkelerinden hakkaniyete aykırı düştüğü gibi, adaletsiz bir sonuca yol açtığı da kuşkusuzdur. Oysa, adil bir hukuk devletinde yasakoyucu, ceza alanında herhangi bir eylemi suç olarak belirlerken, bu suçu işleme kastı olanlarla olmayanları ayırt etmeye elverişli düzenlemeler yapmakla ve buna göre ölçülü bir yaptırım belirlemekle yükümlüdür. Askerlikten kaçıp kurtulmak kastı olmayan asker kişilerin izinli (ancak yurtdışı izni almamış/alamamış) olsalar da ülke sınırları dışında üç gün geçirmeleri halinin yurtdışına firar kabul edilmesi, firar suçlarının genel esprisi ve korunmak istenen hukuki değerle örtüşmemekte olup, ortaya çıkan adaletsiz durum, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığından dava konusu olayda tatbiki istenen As.C.K.nunun 67. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu;Esas Sayısı : 2015/107 Karar Sayısı : 2015/114 2 4. Asker kişilerin, herhangi bir nedenle izinli olsalar bile, yurt dışı izni olmaksızın yurt dışına çıkmaları ile görev başında bulunması gereken asker kişilerin izinli olmaksızın yurt dışına firar etmelerinin aynı nitelikte görülmesi ve cezalandırılmaları eşitlik ilkesini de zedelemektedir. Zira, yıllık izin, hastalık veya diğer bir mazereti nedeniyle izinli olduğu sırada, ancak yurtdışı izni almadan ülke sınırları dışına çıkan ve izin süresi içinde ülkeye geri dönen asker kişinin sözkonusu eylemi, yasakoyucunun bu konudaki takdir hakkına göre, bir disiplin cezasını ya da firar suçu dışında ayrı bir suç olarak kabulünü gerekli kılabilir. Ancak, askerlikten kaçıp kurtulma kastı olmadığı aşikâr olan bir asker kişinin, sırf yurtdışı izni almadığı gerekçesiyle, yurt içinde izinli olduğu sırada yurt dışına çıkarak üç gün geçirmesinin yurt dışına firar suçuna sebebiyet veren bir hareket olarak kabulü, firar suçunda korunan hukuki değer bakımından bir eşitsizliğe yol açmaktadır. Çünkü firar suçunda korunan hukuki değer, askerlik bağının kasıtlı veya kusurlu olarak kopartılmasıdır. Oysa yurt içinde izinli bulunduğu sırada yurt dışına çıkan ve izin süresi içinde ülkeye geri dönen kişinin böyle bir kastı olmadığı gibi, ancak ortada bir idari kanunun (926 sayılı TSK Personel Kanunu) yurt dışı iznini düzenleyen hükümlerinin ihlâlinden söz edilebilir. Yukarıda işaret edildiği üzere, bu hareket tarzı ancak ayrı bir suç tipine yol açabilir ve her halükarda bu suç için öngörülecek yaptırımın, cezası ve sonuçları çok ağır olan yurt dışına firar suçundan farklı şekilde düzenlenmesi gerekir. Bu bakımdan, firar kastıyla hareket eden asker kişilerle, firar suçunu işleme kastı olmadığı açık olan asker kişiler arasında, cezalandırma açısından hiçbir fark gözetilmemesi; farklı durumda bulunan bu asker kişilerin aynı hukuki muameleye tâbi tutulmamasını haklı ve meşru gösterir bir hukuki nedenin bulunmaması nedeni ile dava konusu olayda tatbiki istenen As.C.K.nunun 67. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin Anayasanın 10. maddesine aykırı olduğu; 5. Anayasa nın Yerleşme ve Seyahat Hürriyeti başlıklı 23. maddesinin 3. fıkrası Vatandaşın yurtdışına çıkma hürriyeti vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebi ile sınırlanabilir. Biçimindeyken 07.05.2010 tarih ve 5982 Sayılı Kanunla yapılan Anayasa değişikliği sonucu Vatandaşın yurtdışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebi ile hakim kararına bağlı olarak sınırlanabilir. Şekline dönüşmüştür. Yapılan bu Anayasa değişikliği ile seyahat hürriyetinin yurt içinde veya dışında kullanılması arasında daha önce mevcut olan farklılık ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca asker kişiler bakımından bir istisnada öngörülmemiş olduğundan mevcut düzenlemenin asker sivil tüm vatandaşlar bakımından hüküm ifade edeceği tartışmasızdır. Dava konusu olayda, olay tarihi itibari ile asker kişi olan sanıkların turistik ve bilimsel çalışma amacıyla yurt dışı gezisine katıldıklarından olayın tamamen 'vatandasın yurt dışına çıkma hürriyeti ile doğrudan ilgili olduğu açıktır. Ayrıca asker kişilerle ilgili olarak kimi istisnalar hâlâ Anayasa'da korunmaktayken (Md. 38/10, 129/4, 132) ve aynı 2010 Anayasa değişikliği ile Anayasa'nın bazı maddelerinde Askeri hizmet gerekleri unsuru kaldırılmışken (Md. 145/son, 156/son, 157/son) 23. madde değişikliğinde asker kişiler yönünden herhangi bir sınırlamada konulmamıştır. Bu nedenle dava konusu olayda tatbiki istenen As.C.K.nunun 67. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin Anayasanın 23. maddesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. 6. Yukarda açıklanan nedenlerle yargılama konusu davada uygulanması talep edilen As.C.K.nunun 67.maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine, 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine ve 23. maddesinde düzenlenen seyahat hürriyetine aykırı olduğu kanaatine varılmaklaEsas Sayısı : 2015/107 Karar Sayısı : 2015/114 3 Anayasanın 152. maddesi uyarınca bu konuda bir karar vermek üzere dosyanın tasdikli suretinin Anayasa Mahkemesi ne gönderilmesine, Anayasa ya aykırılık iddiası ile ilgili karar verilinceye kadar veya dosyanın Anayasa Mahkemesi ne varış tarihinden itibaren 5 ay süre ile davanın geri bırakılmasına, Dosya suretinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmek üzere Donanma Komutanlığı Askeri Savcılığına tevdiine oy birliği ile karar verildi. Verilen karar iddia makamında Askeri Savcı Dz.Hakim Ütğm. Adem IRMAK (2011 9) ve tutanakta De.Me.Şenay ERDOĞAN (Dz.8461) hazır oldukları halde SANIKLARIN YÜZÜNE KARŞI, SANIK VEKİLİNİN YOKLUĞUNDA okunup, açıklandı. | 1,066 |
Esas Sayısı : 2016/26 Karar Sayısı : 2016/23 1 5620 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesi Anayasanın 5 10 13 49 70 ve 90. maddeleri ile İLO Sözleşmesine aykırılık teşkil ettiği iddiası ile iptal istemidir. 5620 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesine göre; Sürekli işçi kadrosuna veya sözleşmeli personel statüsüne geçişi yapılamayan personel Geçici Madde 1 (1) Bu Kanunun 1 inci maddesinde belirtilen şartları taşımadıkları için sürekli işçi kadrolarına veya sözleşmeli personel statüsüne geçişi yapılamayan ve bu Kanunun 3 üncü maddesi kapsamına girmeyen geçici işçiler, ilgili idare, kurum ve kuruluşlarca bir malî yılda 6 aydan az olmak üzere ve bu Kanunun 3 üncü maddesinde belirtilen usûle göre vizesi yapılacak geçici iş pozisyonlarında çalıştırılmaya devam olunabilir. (2) Sözleşmeli personel statüsüne geçmeyi kabul etmeyenler, 2006 yılındaki çalışma sürelerini aşmamak kaydıyla bu Kanunun 3 üncü maddesinde belirtilen usûle göre vizesi yapılacak geçici iş pozisyonlarında istihdam edilmeye devam olunurlar. (3) Ancak; bu maddenin birinci ve ikinci fıkraları kapsamına girenlerin bağlı bulunduğu sosyal güvenlik kurumundan yaşlılık veya emeklilik aylığı bağlanmasına hak kazanacakları tarihte iş sözleşmeleri tüm yasal hakları ödenmek suretiyle sona erdirilir. (4) Bu madde kapsamındaki geçici işçiler için vize edilen geçici iş pozisyonlarının herhangi bir nedenle boşalması hâlinde bu pozisyonlar iptal edilmiş sayılır. Kamuda İş Kanunu hükümlerine göre sürekli işçi kadrosuna atanmamış, Bütçe Kanunu hükümleri uyarınca kurumlara tahsis edilen geçici işçi pozisyonlarında istihdam edilen işçilere geçici işçi denilmektedir. 5620 sayılı Kanunun iptali istenen geçici 1. maddesindeki Bu Kanunun 1 inci maddesinde belirtilen şartları taşımadıkları için sürekli işçi kadrolarına veya sözleşmeli personel statüsüne geçişi yapılamayan ve bu Kanunun 3 üncü maddesi kapsamına girmeyen geçici işçiler, ilgili idare, kurum ve kuruluşlarca bir malî yılda 6 aydan az olmak üzere ve bu Kanunun 3 üncü maddesinde belirtilen usûle göre vizesi yapılacak geçici iş pozisyonlarında çalıştırılmaya devam olunabilir. düzenlemesi Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Belediyelerde hizmetlerin yürütülmesi için yüklenicilere verilen işlerde dahi alt işveren işçilerinin tüm yıl çalışması karşısında geçici işçiler hakkındaki düzenleme, hukuksal eşitlik kapsamında Anayasaya aykırıdır. Ayrıca bu düzenleme, Yargıtayın yerleşmiş içtihatlarında da yer alan işçiyi koruma ilkesi çerçevesinde, Anayasanın çalışma hakkı ve ödevi başlıklı 49. maddesinin ikinci fıkrasına da aykırıdır. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 5620 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesinin Anayasanın 10. ve 49. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesi arz olunur. | 374 |
Esas Sayısı : 2021/52 Karar Sayısı : 2021/97 1 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 278. maddesinin 3. fıkrasının 1. cümlesi, aynı Kanunun 279. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesi ve 280. maddenin 2. fıkrasının Anayasaya aykırı olduğu düşüncesiyle Anayasanın 152. maddesi gereğince davalı eş yönünden söz konusu hükümlerini iptali istemidir. Dosyaya celp edilen nüfus kayıt örneklerine göre davalılar . ile . Tasarruf tarihi itibariyle resmi nikahlı eş oldukları görülmüştür. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 277 ve devamı maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davaları, davacı alacaklıyı zarara uğratmak amacıyla borçlu ve üçüncü kişi arasında yapılan bir kısım tasarruf işlemlerinin iptali ile alacaklının alacağına kavuşmasını temin etmeyi amaçlamaktadır. Bu kapsamda alacaklının haklarının korunması için kanunda bir kısım karinelere yer verilmiştir. 09/06/1932 sayılı ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 18/02/1965 tarih ve 538 sayılı Kanunun 114. maddesi ile değiştirilen 278. maddesinde, Mutat hediyeler müstesna olmak üzere, hacizden veya haczedilecek mal bulunmaması sebebiyle acizden yahut iflasın açılmasından haczin veya aciz vesikası verilmesinin sebebi olan yahut masaya kabul olunan alacaklardan en eskisinin tesis edilmiş olduğu tarihe kadar geriye doğru olan müddet için yapılan bütün bağışlamalar ve ivazsız taraflar batıldır. Ancak, bu müddet haciz veya aciz yahut iflastan evvelki iki seneyi geçemez. Aşağıdaki tasarruflar bağışlama gibidir. 1. (Değişik: 9/11/1988 3494/53 md.) Karı ve koca ile usul ve füru, (İptal ibare: Anayasa Mahkemesinin 11/7/2018 tarihli ve E: 2018/9, K. 2018/84 sayılı Kararı ile) (1) () sıhren üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) hısımlar, evlat edinenle evlatlık arasında yapılan ivazlı tasarruflar. 2. Akdin yapıldığı sırada, kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı bir fiyat kabul ettiği akitler, 3. Borçlunun kendisine yahut üçüncü bir şahıs menfaatine kaydı hayat şartiyle irat ve intifa hakkı tesis ettiği akitler ve ölünceye kadar bakma hükümleri yer almaktadır. Aynı Kanunun 279. maddesinde, Aşağıdaki tasarruflar borcunu ödemiyen bir borçlu tarafından hacizden veya mal bulunmaması sebebiyle acizden yahut iflasın açılmasından evvelki bir sene içinde yapılmışsa yine batıldır. 1 Borçlunun teminat göstermediği evvelce taahhüt etmiş olduğu haller müstesna olmak üzere borçlu tarafından mevcut bir borcu temin için yapılan rehinler; 2 Para veya mutat ödeme vasıtalarından gayrı bir suretle yapılan ödemeler; 3 Vadesi gelmemiş bir borç için yapılan ödemeler,Esas Sayısı : 2021/52 Karar Sayısı : 2021/97 2 4 (Ek:9/11/1988 3494/54 md.) Kişisel hakların kuvvetlendirilmesi için tapuya verilen şerhler, Bu tasarruflardan istifade eden kimse borçlunun hal ve vaziyetini bilmediğini ispat eylerse iptal davası dinlenmez hükümleri yer almaktadır. Son olarak Kanunun 18/02/1965 tarihli ve 538 sayılı Kanunun 115. maddesi ile değişik 280. maddesinde, Malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun, alacaklılarına zarar verme kastıyla yaptığı tüm işlemler, borçlunun içinde bulunduğu mali durumun ve zarar verme kastının, işlemin diğer tarafınca bilindiği veya bilinmesini gerektiren açık emarelerin bulunduğu hallerde iptal edilebilir. Şu kadar ki, işlemin gerçekleştiği tarihten itibaren beş yıl içinde borçlu aleyhine haciz veya iflas yoluyla takipte bulunulmuş olmalıdır. (Mülga ikinci fıkra: 17/7/2003 4949/103. md.) (Değişik: 9/11/1988 3494/55 md.) Üçüncü şahıs, borçlunun karı veya kocası, usul veya füru ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı ise borçlunun birinci fıkrada beyan olunan durumunu bildiği farz olunur. Bunun hilafını üçüncü şahıs, ancak 279. maddeni son fıkrasına göre ispat edebilir. Ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya mühim bir kısmını devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın borçlunun alacaklılarını ızrar kasdını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kastiyle hareket ettiği kabul olunur. Bu karine, ancak iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiğini veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğunu ispatla çürütebilir hükümlerine yer verilmiştir. Gerekçe ; 1. İlk olarak İcra ve İflas Kanununun 278. maddesinin üçüncü fıkrasının birinci cümlesinde yer alan karı ve koca ile ibaresi bakımından yapılan değerlendirmede, kanunkoyucu bu kişiler arasında yapılan her türlü ivazlı işlemin bağışlama hükmünde olduğunu karine olarak kabul etmiştir. Söz konusu hükmün Anayasanın CUMHURİYETİN NİTELİKLERİ başlıklı 2. maddesine, KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK başlıklı 10. maddesine, TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN SINIRLANMASI başlıklı 13. maddesine, MÜLKİYET HAKKI başlıklı 35. maddesine ve HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. maddesine aykırı olduğu düşünülmektedir. Zira borçlunun henüz tasarruf işleminin kısıtlanmadığı bir tarihte borç ilişkisinin tarafı olmayan üçüncü kişi konumundaki eşine yaptığı kazandırıcı işlemin her durum ve koşulda bağışlama olarak kabul edilmesi, hukuk devleti, adil yargılanma hakkı, kanun önünde eşitlik, mülkiyet ve hak arama özgürlüğüne müdahale niteliği taşımaktadır. Zira borç ilişkisinde taraf olmayan eşin, borçlu davalının ekonomik durumunu her zaman iyi bilmesi/bilmesi gerekmesi kendisinden beklenilemez. Değişen sosyal ve ekonomik koşulların bir getirisi olarak evli çiftler kimi zaman ortak paylaşımda bulunmadan evlilik birliğini devam ettirmekte, uzun yıllar ayrı yaşamakta ve iletişimi koparabilmektedir. Dosyamıza konu olayda da olduğu gibi, kadın ve kocanın resmiyette evli oldukları ancak taraflardan birinin başkası ile fiilen birlikte yaşadığı durumlarda, eşlerin birbiri ile irtibatı ya hiç kalmamakta ya da çok sınırlıEsas Sayısı : 2021/52 Karar Sayısı : 2021/97 3 olmaktadır. İşte böyle durumlarda da kanun hükmünün katı olarak uygulanması sebebiyle pek çok kişinin mağdur olacağı, kanuni karine ile alacaklının hakkı koruma altına alınırken borç ilişkisi ile hiçbir ilgili olmayan ve borçlunun gerçek iradesini de bilemeyen üçüncü şahısların haklarına ağır zarar verilebileceği ihtimal dahilindedir. Durum böyle olunca da yanlar arasındaki adalet dengesi kimi durumlarda tasarruf işleminin lehdarı olan üçüncü kişi aleyhine bozulacaktır. Zaman içerisinde toplum yapısında meydana gelen değişiklikler göz önüne alındığında resmiyette karı koca olmayan ancak fiilen aile hayatı yaşayan çiftler yönünden vaz edilmiş bir karine bulunmamasına rağmen, karı koca arasında istisnasız her durumda söz konusu hükmün uygulanması da eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu da aynı zamanda hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Yine iptali istenilen hüküm, işlemin yapıldığı tarihte davalı borçlunun hukuken var olan tasarruf ehliyetinin de kısıtlanması amacını taşımakta olup, hem devir hem de devir alan yönünden mülkiyet hakkına müdahale edilmektedir. Ayrıca burada işlemin tarafı olan üçüncü kişiye borçlunun durumunu bilmediğine dair ispat hakkı da verilmediğinden hak arama özgürlüğü de kişinin elinden alınmaktadır. Söz konusu müdahalenin niteliği düşünüldüğünde, Anayasanın 35. maddesinin ikinci fıkrasındaki düzenlemeye uygun olarak kamu yararı amacı taşımadığı gibi, 13. maddede yer verilen ölçülülük ilkesine de aykırıdır. Anılan sebeplerle maddede yer alan karı ile koca ile ibaresinin iptali gerekir. 2. Kanun 279. maddesinin birci fıkrasının ikinci bendi bakımından yapılan değerlendirmede, borç ödemeden aciz durumda olan borçlunun aciz halinden önceki iki sene içerisinde, para veya mutad ödeme vasıtalarından ayrı bir suretle yaptığı ödemelerin batıl olacağına yer verilmiştir. Mahkememiz dava dosyasına konu olayda, davalı üçüncü kişi olan kadın 23/02/2021 tarihli duruşmadaki ifadesinde, devri yapılan taşınmaz hissesinin kendisinin ziynet eşyalarına karşılık olarak devredildiğini, devrin ivazlı olduğunu beyan etmiştir. Maddeye ilişkin hükümet tasarısı gerekçesinde bu ödemelerin zahirde (görünüşte) ödeme vasıtası olarak kabul edilerek iptale tabi olduğu vurgulanmıştır. Ancak, para veya mutat ödeme vasıtası dışında yapılan her ödemenin/ifanın kayıtsız şartsız olarak iptale tabi olması yukarıda sözü edilen anayasal hükümlere uygun bir düzenleme değildir. Roma Hukukundan beri kabul edildiği üzere borçlanılan edimin aynen ifası yerine taraflar borcun başka şekilde ifa edilmesini kararlaştırabilir. Uygulamada ve doktrinde buna ifa yerini tutan edim (datio in salutum) adı verilmektedir. Görülmekte olan uyuşmazlık hakkında davalı kadının beyanlarının gerçeğe uygun olup olmadığı ayrı bir değerlendirme konusu olmakla beraber, söz konusu iddianın araştırılmasına iptali istenilen kanun hükmü engel olmaktadır. Zira yürürlükteki yasal düzenlemeye göre davalı kocanın yaptığı kazandırma işleminin gerçekten ziynet eşyası borcuna karşılık yapılmış olması halinde dahi, bu ödeme mutad ödeme olarak kabul edilemeyeceğinden üçüncü kişi konumundaki kadının ispat hakkı elinden alınacaktır. Daha doğrusu bu ispat hakkı 279. maddenin ikinci fıkrası ile normalden daha sıkı şekle bağlanmaktadır. Oysaki, hukuken var olan/olduğu iddia edilen bir borcun hukuk sistemimizde kabul edilen bir edim yoluyla ifası durumunda, sırf para veya benzeri sebeplerle yapılmayan bu ifaye değer atfetmemek hukuk devleti olmanın gereklerine, hak arama özgürlüğüne, ölçülülük ilkesine ve mülkiyet hakkına aykırıdır. Kaldı ki madde gerekçesiyle zahirde ödeme mahiyetinde olan tasarrufların iptali amaçlanırken, gerçek ödemelerin de madde kapsamına alınması ölçülü olmamıştır. Bu sebeple maddede yer alan Para veya mutat ödeme vasıtalarından gayrı bir suretle yapılan ödemeler ibaresinin iptali gerekir. 3. Son olarak Kanunun 280. maddesinin ikinci fıkrası bakımından yapılan değerlendirmede, malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun alacaklılarına zarar verme amacıyla yaptığı tasarruf işlemindeki görünürdeki amacını, işlemin diğer tarafı olan eşininEsas Sayısı : 2021/52 Karar Sayısı : 2021/97 4 bildiğine/bilmesi gerektiğine hükmedilmiş, aynı fıkranın son cümlesi ile bunun aksinin üçüncü kişi olan eş tarafından ispat edilmesi istenilmiştir. Ancak yukarıda 278. maddenin üçüncü fıkrasının birinci cümlesinin iptal gerekçesinde de açıklandığı üzere borç ilişkisinde taraf olamayan eşin, borçlu davalının ekonomik durumunu her zaman iyi bilmesi/bilmesi gerekmesi kendisinden beklenilemez. Sözü edilen maddenin iptali için benimsenen gerekçelerin tümü burada da aynen geçerli olup, resmen evli olmayan ancak kimi durumlarda resmi evlilere nazaran daha iyi ilişkiler içinde olan bireyler bakımından kanunda ayrı bir karine görülmezken, fiilen sona ermiş ancak çeşitli sebeplerle resmiyette devam eden evlilikler için uygulanacak olan kanun hükmü pek çok kişiyi hak arama özgürlüğünden mahrum edecek, yargı önünden mağdur edecek niteliktedir. Açıklanan sebeplerle, her ne kadar görülmekte olan davada iptal kararının yüksek mahkeme önüne getirilmesine aracı olan kişi borçlunun karısı olsa da, anlam bütünlüğünün bozulmaması adına karı veya kocası ibaresinin iptali gerekir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 1.1. 09/06/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 18/02/1965 tarihli ve 538 sayılı Kanunun 114. maddesi ile değişik 278. maddesinin üçüncü fıkrasının, 09/11/1988 tarihli ve 3494 sayılı Yasanın 53. maddesi ile değiştirilen birinci bendinde yer alan karı ve koca ile ibaresinin, 1.2. Aynı Kanunun 279. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan Para veya mutat ödeme vasıtalarından gayrı bir suretle yapılan ödemeler ibaresinin, 1.3. Aynı Kanunun 18/02/1965 tarihli ve 538 sayılı Kanunun 115. maddesi ile değişik 280. maddesinin, 09/11/1988 tarihli ve 3494 sayılı Yasanın 55. maddesi ile değiştirilen ikinci fıkrasında yer alan karı veya kocası ibaresinin, Anayasanın 2., 10., 13., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesini arz olunur. | 1,612 |
Esas Sayısı : 2008/95 Karar Sayısı : 2010/18 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu vekili Av. Necdet OKCAN tarafından 2007 Yılı Bütçesinin onaylanmasına ilişkin Mesleki Yeterlilik Kurumu Genel Kurulu kararının ve bu karara dayanılarak 127.950 YTL aidat istenilmesine ilişkin Mesleki Yeterlilik Kurumu'nun 08.03.2007 tarih ve MYK 0.50.01.42 sayılı işleminin iptali istemiyle Mesleki Yeterlilik Kurumu'na karşı açılan davada; 07.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanunu'nun 26. maddesinin a) bendinde yer alan Kurumun Genel Kurula sunulan bütçesine göre Genel Kurul tarafından 6 ncı maddenin birinci fıkrasında belirtilen Genel Kurul üyesi kurum ve kuruluşlar için 'eşit olarak belirlenen aidatlar' ibaresinin Anayasaya aykırı olduğu iddiasının Mahkememizce ciddi olduğu kanısına varılarak işin gereği görüşüldü: 2709 sayılı 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde, 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir... Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü, 11. maddesinde ise, 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' hükmü yer almıştır. 21.09.2006 tarih ve 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanununun Gelirler başlıklı 26. maddesinin a) bendinde, 'Kurumun Genel Kurula sunulan bütçesine göre Genel Kurul tarafından 6 ncı maddenin birinci fıkrasında yer alan Genel Kurul üyesi kurum ve kuruluşlar için 'eşit olarak belirlenen aidatlar' kurumun gelirleri arasında olduğu hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde tanımı yapılan Hukuk Devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukukun temel ilkeleri arasında yer alan eşitlik ilkesine, Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilmiştir. Buna göre, 'yasa önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunanların yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulanmaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Bu durumda, eşitliği bozduğu ileri sürülen kural, haklı bir nedene dayanmaktaysa ya da kamu yararı amacıyla yürürlüğe konulmuş ise bu kuralın eşitlik ilkesini zedelediğinden söz edilemez.Esas Sayısı : 2008/95 Karar Sayısı : 2010/18 2 Ancak, 'kamu yararı' ve 'haklı neden'in a) anlaşılabilir b) amaçla ilgili c) makul ve adil olması gerekir. Getirilen düzenleme herhangi bir biçimde birbirini tamamlayan, birbirini doğrulayan ve birbirini güçlendiren bu üç ölçütten birine uymuyorsa, eşitlik ilkesine aykırı bir yön vardır denilebilir. Çünkü eşitliği bozduğu öne sürülen kural haklı bir nedene dayanmamakta ya da kamu yararı amacıyla yürürlüğe konulmamış olmaktadır. Başlangıçta var olan uyum içindeki bu koşullar, zamanla aralarındaki bağın çözülmesi halinde de Anayasa kuralına aykırı hale gelebilirler. Uyuşmazlık konusu olayda, ulusal ve uluslararası meslek standartlarını temel alarak, teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek; denetim, ölçme ve değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek amacıyla 21.09.2006 tarih ve 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanunu ile Mesleki Yeterlilik Kurumunun oluşturulduğu, Kurumun; Genel Kurul, Yönetim Kurulu ve hizmet birimlerinden oluştuğu, Genel Kurulun, Kurumun en üst karar organı olduğu, üyelerin aidat miktarlarını belirleme görevinin bulunduğu, Kanunun Gelirler, Giderler, Bütçe ve Denetim başlıklı beşinci bölümünün Gelirler başlıklı 26. maddesinin a) bendinde, Kurumun Genel Kurula sunulan bütçesine göre Genel Kurul tarafından 6 ncı maddenin birinci fıkrasında yer alan Genel Kurul üyesi kurum ve kuruluşlar için'eşit olarak belirlenen aidatlar'kurumun gelirleri arasında olduğu hükmü getirildiği görülmüş olup, yasakoyucunun aidatları belirlemesindeki iradesinin Kurumun bütçesinin üyelere eşit olarak paylaştırılması yönünde olduğu görüldüğü, ancak Kurumun Genel Kurulunu oluşturan üyeleri arasında birbirleriyle ekonomik ve mali durumları itibariyle mali güçlerinin de aynı seviyede olmadığından üyelerin aynı miktarda aidat ödeme yükümlülüğü altında tutmanın makul ve adil olmadığı kanaatine ulaşıldığından, Kanunun 26. maddesinin a) bendinin Anayasa'nın 2 ve 10. maddelerinde yer verilen Hukuk Devleti ilkesi ile Kanun Önünde Eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 21.09.2006 tarih ve5544 sayılı Kanunun 26. maddesinin a) bendinde yer alan 'eşit olarak belirlenen aidatlar'ibaresinin, Anayasanın 2 ve 10 maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan ibarenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın bekletilmesine, 16.05.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'" | 749 |
Esas sayısı: 1986/19 Karar sayısı: 1987/3 1 "... II. İTİRAZ GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin Anayasa'ya aykırılık gerekçesinde özetle: Trafik kazası sonucu Bağ Kur sigortalısı bir şahsın ölümüne sebebiyet vermekten sorumlu tutulan davalı aleyhine açılan dava sonunda, ölen şahsın hak sahiplerine Bağ Kur tarafından ödenen gelir karşılığının, davalıdan rücuan alınmasına karar verildiği, kararın Yargıtay'ca onanmak suretiyle kesinleştiği sonradan katsayı artışları nedeniyle sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirdeki artışlar için açılan beş ayrı dava sonunda, bunların da, yasal faizleriyle birlikte ve kusuru oranında davalıdan tahsil edildiği, bu konuda altıncı kez açılan davanın devamı sırasında davalının, Bağ Kur'un sosyal içerikli kuruluş olduğunu, aynı trafik kazası nedeniyle hakkında pekçok dava açıldığını, huzurunun ve aile düzeninim bozulduğunu, insanca yaşamanın kendisinin de hakkı olduğunu, bu nedenle yapılan artışların kendisinden istenmesinin Anayasa'ya aykırı bulunduğunu ileri sürdüğü, rücu davasının 1479 sayılı Kanunun 63. maddesine dayandırıldığı ve yerleşmiş Yargıtay içtihatlarının da bu doğrultuda olduğu; belirtilmekte ve devamla aynen: "Anayasanın 11 nci maddesi ile kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı kabul edilmiştir. Anayasanın 17 nci maddesinde "herkes yaşama, maddi ve manevi varlığım koruma ve geliştirme hakkına sahiptir..." 49. Madde de "Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet çalışanların hayat seviyesin! geliştirmek için çalışanları korumak ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır...." hükmü kabul edilmiştir. Gerekçesi ne olursa olsun 1479 sayılı Kanunun 63/son maddesi, Bağ Kur'un sosyal içerikli kuruluş olması da nazara alındığında yukarıda belirtilen Anayasa'nın 17 ve 49 maddelerine aykırı düşmektedir. Zira görüldüğü gibi bu Yasa maddesi ile Bağ Kur, hak sahiplerinin ilerdeki yaşam süreleri nazara alınarak yaptığı aylık ödemeleri kazaya sebebiyet verenden peşin alarak talep ettiği ve alamadıklarından mahkeme kararı ile kanuni faizi ile birlikte tahsil edildiği gibi ayrıca açıklanan zamanaşımı süresi içerisinde katsayı artışları ile yeniden seneler sonra talepte bulunulması ve bu talebin bahsi geçen Yasanın 63/son maddesinden kaynaklanması Mahkeme kararlarının kesinliği ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Bu itibarla; davalı Yaşar Tekin'in dava konusu uyuşmazlığın yasal dayanağım teşkil eden 1479 sayılı Kanunun 63/son maddesinin Anayasa'ya aykırılığı iddiası ciddi bulunduğu ve Mahkememizce de belirtilen yasa maddesinin Anayasa 'nın 17 ve 49 uncu maddelerine aykırı görüldüğünden Anayasa'nın 152 nci maddesi uyarınca iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, ... karar verildi." denilmektedir." | 352 |
Esas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Davacı vekili tarafından mahkememize açılan davada, davacı vekili müvekkilinin doğumunun, doğumu takiben kuruma bildirilmediğini, 1960 yılında doğmasına karşın nüfusa 1964 tarihinde yazıldığını, 1972 1973 yılında ilkokuldan mezun olduğunu, okula başlama tarihinin 1968 olduğunu, nüfus kaydındaki doğum tarihi nazara alındığında 4 yaşında okula başlamış olması gerektiğini, bunun ise mümkün olmadığını, davacının askerlik dönemi içinde 14.11.1980 tarihinde İstanbul 20. Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı ile doğum tarihinin 10.10.1962 olarak düzeltildiğini, müvekkilinin ilk işe giriş tarihinin 01.02.1977 olduğunu, bu tarihteki doğum tarihinin 10.10.1964 olduğunu, davalı kuruma yapılan yaşlılık aylığı başvurularında düzeltilmiş yaş kaydını nazara almadığını belirterek yaşlılık aylığı talebinde düzeltilmiş yaşının nazara alınması gerektiğinin tespitine karar verilmesini istemiştir. Aynı günlü dilekçesiyle de 506 sayılı Yasanın 120/2 maddesinin Anayasaya aykırı bulunması nedeni ile iptalini istemiştir. Davalı SSK vekili davanın yersiz olduğunu, 5198 sayılı Yasa ile 506 sayılı Yasanın 120. maddesinin 2. fıkrasından sonra eklenen 3. fıkrasında yaş tahsislerinin dikkate alınamayacağı hükmünün eklendiğini bu nedenle davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Davacı vekilinin bu talebi mahkememizce ciddi bulunduğundan Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. İptali talep edilen hüküm 506 sayılı Yasanın 120. maddesine 5198 sayılı Yasa ile 2. fıkradan sonra eklenen 3. fıkrasıdır. Bu fıkrada "İş kazaları ile meslek hastalıkları, malullük yaşlılık ve ölüm sigortasından gelir ve aylık tahsisleri ile sermaye değerinin hesabında, iş kazasının olduğu veya meslek hastalığının hekim raporuyla ilk defa tespit edildiği, veya sigortalının yürürlükten kaldırılmış 5417 ve 6900 sayılı kanunlara veya 506 sayılı Kanun ile diğer sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş tashihleri nazara alınmaz" hükmü getirilmiştir. Bu hükümdeki ilk defa çalışmaya başladıktan sonraki yaş tashihleri nazara alınmaz hükmü fıkrayı Anayasaya aykırı duruma getirmiş bulunmaktadır. Dava 506 sayılı Yasanın 60. maddesine dayanan yaşlılık aylığı talebinde, SSK tarafından 506 sayılı Yasanın 120. maddesi gereğince ilk işe girişten sonra yapılan yaş tashihinin nazara alınmadığı kurumun yerleşik uygulaması olduğundan davacının bu tespit davasını açma hakkı bulunduğu açıktır. Davacının ilk işe girişten sonra doğum tarihini 14.11.1980 tarihinde düzeltmiş bulunması nedeni ile 7902 prim ödeme gün sayısı ile de yasada belirtilen prim ödeme gün sayısını tamamladığı anlaşıldığından, davacının yaşlılık aylığı talebi halinde kurum tarafından davacıya yaşının ilk işe girişten sonra düzelttirmiş bulunması nedeni 506 sayılı Yasanın 120. maddelerinin uygulanma olanağı söz konusu olduğundan bu davayı açma olanağı mevcut bulunmaktadır. Bu nedenle iptali talep edilen 506 sayılı Yasanın 120. maddesinin davamızda uygulanması istenen hüküm olup bu nedenle mahkememizin Anayasa'nın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurma hakkı bulunmaktadır. Uygulanması gereken Anayasa hükümleri:Esas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 2 Anayasa Madde 11: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa Madde 10 : Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Anayasa Madde 60 : Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. Anayasa Madde 61/3: Yaşlılar, Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir. Anayasa Madde 138 : Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. İlgili kanun maddeleri : 1587 Sayılı Nüfus Kanunu Madde 11: Kesinleşmiş mahkeme hükmü olmadıkça nüfus kütüklerinin hiçbir kaydı düzeltilemez ve kayıtların anlamı ve taşıdığı bilgileri değiştirecek ilave ve şerhler yapılamaz; Ancak olayların aile kütüklerine işlenmesi sırasında nüfus memurlarının yaptıkları hatalar, dayanağı belgelere uygun olarak düzeltilir ve baş memurla nüfus memuru tarafından onama şerhi verilerek imzalanır. İncelenen dava dosyasında, davacının 01.02.1977 tarihinde başlayan sigortalı çalışmasının 2001 yılı 2. dönemi sonunda sona erdiği ve davacının 7902 gün sigorta primi ödediği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 3 Davacının nüfus kayıtlarında 10.10.1964 olan doğum tarihinin İstanbul 20. Asliye Hukuk Mahkemesinin 14.11.1980 tarih 1980/1992 Esas, 1980/2526 Karar sayılı ilamıyla 10.10.1962 olarak düzeltilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır. Davalı kurum davacının doğum tarihinin ilk işe giriş tarihinden sonra yapılmış bulunması nedeni ile bu düzeltmeyi 506 sayılı Yasanın 120. maddesi doğrultusunda kabul etmemektedir. 506 sayılı Yasanın 120. maddesinin 2. fıkrasında, "Malullük, Yaşlılık ve ölüm sigortalarına ilişkin yaş ile ilgili hükümlerine uygulanmasında, sigortalıların ve hak sahibi çocuklarının, sigortalının yürürlükten kaldırılmış 5417 ve 6900 sayılı kanunlara veya bu kanuna tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihte nüfus kütüğünde kayıtlı bulunan doğum tarihleri, sigortalının sigortaya tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonra doğan çocuklarının da nüfus kütüğüne ilk olarak yazılan doğum tarihleri esas tutulur." Hükmüne yer verilmiştir. Bu fıkradan sonra 5198 sayılı Yasa ile yukarda belirtilen 3. fıkra eklenmiş bulunmaktadır. Yasaya bu hükmün eklenmesinin ise, kurumun söz konusu 506 sayılı Yasanın 120. maddesini uygulamasındaki ilk işe giriş tarihinden sonra yapılan düzeltmeleri kabul etmemesi nedeni ile yargıya intikal eden uyuşmazlıklarda yargıdaki çelişkili görüşlerin önünü almak için yaptığı, ancak bunu yaparken de açık olarak Anayasaya aykırı bir hükmü yasaya ilave ettiği görülmektedir. Yasaya bu hüküm eklenmeden önceki yargılamada mahkemelerin bu maddeye göre verdiği kararların inceleme mercii olan Yargıtay 10 ve 21 H.D.leri ve YHGK.nun görüş aykırılıkları etken olmuştur. Zira, Yargıtay l0.H.D.si Mahkeme kararına dayalı olarak yapılan düzeltmeleri kabul etmekte ve gerekçe olarak ta," İlk kaydın esas alınacağı hükmüyle güdülen amacın bir kimsenin birden çok değişik tarihlerde nüfusa kayıt edilmiş olması, nüfus kütüğü ile nüfus cüzdanı arasında uyuşmazlık olması gibi hallerde ilk kaydın esas alınacağıdır. Yoksa kesinleşmiş mahkeme hükmü ile değiştirilen doğum tarihinin gözönünde tutulmayacağı değildir. Başka bir anlatımla kesinleşmiş mahkeme hükmü düzeltilmiş yaş kaydının asıl kabul edilmesi gerekir. Nitekim anılan madde paralelinde oluşturulan Sosyal Sigorta İşlemleri yönetmelik 83. maddesi bu yön." "...sonraki kayıt idare ve kaza mercilerinden verilmiş bir kararla yapılmış veya düzeltilmiş ise kararlar kesinleşmiş olmaları şartıyla nüfus kayıtlarına geçirilmemiş olsa bile bu kayıt esas alınır" şeklinde açıkça ifade olunmuştur... Kaldı ki, yaş tashihine ilişkin dava ilk işe giriş tarihinde henüz 18 yaşını doldurmamış olan sigortalının reşit olduktan sonra ve bu anlamda dava açma ehliyetini elde ettikten kısa bir süre sonra dava açarak gerçek yaşını kayıtlara yansıtmasının sağladığı, askerlik ve diğer resmi işlemlerinde düzeltilmiş esas alındığı, vücut gelişimi ile yaş arasında herhangi bir uyumsuzluğun, ortaya çıkmadığı dosya içeriğinden anlaşılmakta olup,... temel insan haklarından olan ve sigortalının emeği karşılığı ödediği primlere dayalı haklarına kavuşmasında yok sayılması devletin bir bütün olarak vatandaşların tüm işlemlerinde Anayasal düzenin öngördüğü yaklaşımı gösterme yükümlülüğüne de aykırı bir uygulama yol açmaktadır." Demek suretiyle mahkememiz tarafından verilen davacının yaş düzeltmeye dayalı talebinin reddine dair 13.05.2003 tarih 2003/99 Esas, 2003/165 Karar sayılı hükmünü 09.03.2004 tarih 2003/6027 Esas, 2004/1686 kararı ile bozmuştur. Söz konusu kararı Üye M. Zafer Erdoğan muhalif kalmıştır. YHGK. ise 09.10.2002 tarih 2002/21 761 Esas, 2002/777 Karar sayılı ilamında özetle, "Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 138/4 maddesinin yasama ve yürütme organları ile idare ve mahkeme kararlarına uymak zorundadır" hükmü gereğince mahkeme kararlarına uyulmasının Anayasal zorunluluk ise de, davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Yasanın 120/2 maddesinin sonradan yapılacak yaş düzeltmelerinde kimi kötü uygulamaları önlemek amacıyla özel bir düzenleme getirmiş ve belli sigorta kollarında hangi doğum tarihinin esas alacağını açıkça belirtmiştir. ...Nitekim bu husus 1479 sayılı Bağ Kur Yasasının 66. maddesinde hükme bağlanmış, Emekli Sandığı Yasasında anılan maddeye paralel bir hükümEsas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 4 yer almaktadır. Elbette ki kesinleşmiş bir yargı kararının "bu özel düzenleme dışındaki uygulamalarda geçerliliğini koruyacağı tartışmasızdır" demek suretiyle mahkemenin direnme kararını bozmuş ve yaş düzeltmelerinin yaşlılık aylığı bağlanmasında nazara alınmasının mümkün bulunmadığı belirtmiştir. 21.H.D.de YHGK.nun bu görüşü doğrultusunda ilk işe giriş tarihinden yapılan yaş düzeltmelerini yaşlılık aylığı taleplerinde uygulanması gerektiğine dair mahkeme kararlarını bozmuştur. 506 sayılı Yasanın 120. maddesine 2. fıkradan sonra eklenen 3. fıkrada bulunan "...ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş tashihleri dikkate alınmaz" hükmü Anayasa'nın 138/4 maddesine açıkça aykırı bulunmaktadır. Zira maddede açık olarak "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez" denilmektedir. Davacının yaşının düzeltilmesi işlemi Osmancık Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından verilmiş ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı olup, davacı değişiklikten sonra bu doğum tarihini tüm işlemlerinde kullanmaktadır. Yasanın bu maddesi ile davacıya 506 sayılı Yasanın yaşlılık aylığı uygulamasında, açık olarak mahkemenin vermiş olduğu düzeltme kararının değil düzeltmeden önceki ve mahkeme kararı ile iptal edilen doğum tarihinin uygulanması istenmektedir ki bu husus açık olarak Anayasa'nın 138/4 maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle iptali gerekmektedir. Bu hüküm Anayasa'nın 11/2 maddesine de aykırı bulunmaktadır. Zira bu madde de açık olarak kanunların Anayasaya aykırı olmayacağı hüküm altına alınmıştır. Yukarda açıklanan hüküm ise açık olarak Anayasa'nın 138/4 maddesine aykırı olmakla, kanunların Anayasa'ya aykırı olamaz hükmüne de aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle de iptali gerekmektedir. Yukarda açıklanan gerek 21.H.D.sinin gerekse YHGK.nun kararlarına gerekçe olarak gösterdikleri "kesinleşmiş bir yargı kararının bu yasadaki özel düzenleme dışındaki uygulamalarda geçerliliğini koruyacağı yönündeki" görüşünün kabulü Anayasanın 10. maddesindeki Kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bulunmaktadır. Anayasanın 10/3 maddesinde "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." Hükmüne yer vermiş bulunmaktadır. 506 sayılı Yasanın bu özel düzenlenmesinin kabul edilmesi halinde Anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu haliyle de söz konusu hüküm Anayasa'ya aykırı bulunmaktadır. Diğer bazı kanunlarda paralel hükümlerin bulunması Anayasaya aykırı bu hükmün bu şekilde kullanılmasını gerektirmez. Söz konusu uygulamalar yönünden talep olmadığından bu husus Anayasa mahkemesine götürülmediği için bu şekilde uygulanmış bulunması, bu Anayasaya aykırı uygulamanın devam ettirilmesini gerektirmez. Anayasa'nın 60. maddesinde "Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatını kurar." hükmünü getirmiştir. Anayasa'nın 61/3. maddesinde ise yaşlılar, Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir hükmünü getirmiştir. Görüldüğü gibi herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu belirtilmiş, ve devletin bununla ilgili tedbirleri alacağı ve teşkilatlarını kuracağını belirtmiştir. Bunu yapmakla görevli kılınan Devletin yargı kararı ile kesinleşmiş yaş düzeltmesini kabul etmemesi Anayasanın bu maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Yine Anayasa'nın 61/3 maddesindeki hüküm nazara alındığında yasaya eklenen bu hüküm Anayasa'nın bu maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. Zira Yasada Devletin yaşlılarıEsas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 5 koruyacağı hüküm altına alınmış, yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir. hükmünü getirmiştir. Böyle bir düzenleme Anayasa'da mevcut iken Devletin kurumu olan SSK.nın yaşlılık aylığı almak için talepte bulunan ve bu talebini kesinleşmiş bir yargı kararına dayandıran sigortalının talebinin yasaya eklenen bu hüküm ile ortadan kaldırılması bu hükmün Anayasa'nın 61/3 maddesine de açık olarak aykırılık teşkil etmektedir. Açıklanmasına çalışan nedenler nazara alındığında, sigortalının kesin yargı kararına dayanan yaş düzeltmesinin yaşlılık aylığı taleplerinde nazara alınmayarak, mahkeme kararı ile iptal edilmiş ve var olmayan nüfus kayıtlarından iptal edilen ilk işe giriş tarihindeki doğum tarihinin nazara alınacağı yönündeki bu düzenlemenin Anayasa'nın 10 11 60 61 138. maddelerine aykırı olduğu düşüncesine varıldığından hükmün iptalini talep etmek gerekmiştir. Sonuç ve Talep :Yukarda açıklanmasına çalışan nedenlerle: 506 sayılı Yasanın 120. maddesine 2. fıkrasından sonra 5198 sayılı Yasa ile eklenen "iş kazaları ile meslek hastalıkları, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasından gelir ve aylık tahsisleri ile sermaye değerinin hesabında iş kazasının olduğu veya meslek hastalığının hekim raporuyla ilk defa tespit edildiği veya sigortalıların yürürlükten kaldırılmış 5417 ve 6900 sayılı kanunlara veya 506 sayılı Kanun ile diğer sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş tashihleri dikkate alınmaz." hükmünün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10, 11, 60, 61, 138. maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden iptaline karar verilmesi hususu, Anayasa'nın 152. maddesine göre talep olunur. 07.12.2004."" | 1,946 |
Esas Sayısı : 2014/128 Karar Sayısı : 2015/10 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Nüfusta ad soyadı değiştirilmesi veya düzeltilmesi davası Nüfusta Kayıt Tashihi davası olup, her iki ihtimalde de şahısların nüfus kayıtlarında netice olarak bir değişiklik yapılmaktadır. Bu davalar 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 01.10.2010 yılında yürürlüğe girmesinden önce tamamen Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen davalar iken, 6100 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, bu davaların Sulh ve Asliye Hukuk Mahkemesinin hangisinin görevi içinde kaldığı hususunda mahkemeler arasında görev uyuşmazlıkları doğmuştur. Aslında yeni yasa etraflıca incelendiğinde görüleceği üzere ve Nüfus Hizmetleri Kanununun 36. maddesinde de herhangi bir değişiklik bulunmadığından, bu davalarda Asliye Hukuk Mahkemesinin görevi halen devam etmektedir. Nitekim yasanın yürürlük tarihinden itibaren yanlış yorumlama nedeniyle ve Asliye Hukuk Mahkemelerinin görevsizlik kararları ile mahkememize gelen çok sayıda Nüfusta Kayıt Tashihi davasında, mahkememizin iş bu 2013/438 E., 2013/609 K.sayılı dosyasındaki görevsizlik kararı gerekçesine istinaden çok sayıda benzer karşı görevsizlik kararı verilmiştir. Ancak olumsuz görev uyuşmazlıklarının çözümlenmesi için dosyaların gönderildiği ilgili Yargıtay 17.H.D.'de, mahkememizin görevsizlik kararlarında irdelenen hususlarda inceleme yapıldığını gösterecek şekilde olumlu veya olumsuz hiç bir görüş belirtilmeden ve HMK.382. maddesinde sayılan bütün çekişmesiz yargı davalarının tamamının neden Sulh Hukuk Mahkemesinin görevi içine girmediği, görevsizlik kararlarımızda teferruatlı olarak ve davalardan örnekler de verilerek izah edildiği halde, bu davaların tümü Sulh Hukuk Mahkemesinin içine giriyormuş gibi kabul edilerek, Sulh Hukuk Mahkemelerinin görevli yargı yeri olduğu belirtilerek mahkememizin görevsizlik kararları kaldırılmıştır yani merci tayini kararları Anayasanın 141/3. maddesine uygun olarak ve gerektiği şekilde gerekçeli olarak yazılmamıştır. Bu kararlar HMK.'nun 23/2 maddesi gereğince kesin olup, görevli olduğuna karar verilen sonraki mahkemeyi bağlayacağından, aslında Asliye Hukuk Mahkemesinde görülmesi gereken ve muhtemelen ülke çapında belki de binlerce sayıda olan bu tür davalarda, Sulh Hukuk Mahkemeleri görevsiz olduğu halde yasaya aykırı olarak yargılama yapıp karar vermek zorunda kalmıştır. Bu durum da hakimlerin Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vereceklerine ilişkin Anayasanın 138/1 2. maddesine aykırıdır. Bazı Nüfusta Kayıt Tashihi davalarının Asliye Hukuk Mahkemesinde açılıp görevsizlik kararı verilmesi üzerine, bu görevsizlik kararının incelemesinin yapılması ile görevli Yargıtay 18. H.D.'de Asliye Hukuk Mahkemesinin görevli olduğuna dair kararlar verilmiştir. Yani bu davaların temyiz incelemeleri için görevli olan Yargıtay 18. H.D.'nin kararları ile Sulh ve Asliye Hukuk Mahkemeleri arasındaki olumsuz görev uyuşmazlığını çözmekle görevli Yargıtay 17. H.D. arasında birbirine tamamen zıt kararlar oluşmuştur. Buna rağmen Yargıtay 17. H.D. bu davaların temyiz incelemesini yapan asıl dairenin görev konusundaki kararlarını nazara almadan yine yanlış şekilde Sulh Hukuk Mahkemesini görevli kılan kararlar vermeye devam etmiştir. Bu durumda ayni tür davaların doğal hâkim ilkesine aykırı olarak bir kısmının Sulh Hukuk Mahkemesinde, bir kısmının Asliye Hukuk Mahkemesinde yargılaması yapılmak zorunda kalınmıştır. Oysa Anayasanın 36. maddesine göre herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Anayasanın 37. maddesine göre de hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahipEsas Sayısı : 2014/128 Karar Sayısı : 2015/10 2 olağanüstü merciler kurulamaz. Buna rağmen Yargıtay 17. H.D.'nin söz konusu yanlış ve ısrarlı kararları nedeniyle vatandaşlar kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkeme önüne çıkarılmışlardır. Normal görevsizlik kararlarının Yargıtay 18. H.D.'de incelenmesi sonunda verilen kararlar kesin olmadığından, bu kararlar için mahkemelerce direnme kararı verilmesi ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunda tekrar incelenmesi mümkün olduğu halde, Yargıtay 17. H.D.tarafından olumsuz görev uyuşmazlığında görevli mahkemenin belirlenmesi için verilen kararlar, mahkememizce iptali talep edilen HMK.23/2. maddesi gereğince kesin olup, yerel mahkeme tarafından direnme kararı verilmesi mümkün olmadığından, bu kararların Yargıtay Genel Kurulunda bir kez daha incelenmesi söz konusu olamamaktadır. Nitekim normal görevsizlik kararının temyizi üzerine verilen bir karar için Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25.12.2013 tarihli, 2013/13 464 E. 2013/1698 K.sayılı içtihadında; "isim tashihi davalarının çekişmesiz yargı işlerinden olmadığı ve Hukuk Muhakemeleri Kanununa göre özel nitelikteki kanun olan Nüfus Hizmetleri Kanunu'nun uygulanarak, isim tashihi davalarında Asliye Hukuk Mahkemelerinin görevli olduğu (yani mahkememizin görevsizlik kararlarının ayni gerekçesi ile)" açıkça belirlenmiştir. Eğer Yargıtay 17. H.D.'nin merci tayinine ilişkin kararları için de Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gidilmesi mümkün olsaydı, muhtemelen daha ilk yanlış kararda mahkememizce görevsizlik kararında direnilmesi ve bozma kararının kaldırılması için Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna dosyanın gönderilmesi mümkün olacaktı ve daire de yanlış kararından daha o zamanlarda dönmüş olacaktı. Nüfusta Kayıt Tashihi davaları ülke genelinde onbinlerce dosyadan oluşan bir dava türüdür. Kaldı ki HMK.23/2. maddesi hükmü talebimiz gibi iptal edilirse, sadece Nüfusta Kayıt Tashihi davaları için değil, mahkemeler arasındaki onbinlerce değişik dava türleri için de oluşan olumsuz görev uyuşmazlıklarında, ilgili Yargıtay dairesi tarafından verilen merci kararları için bu yasak kalkacak ve tıpkı normal görevsizlik kararlarında olduğu gibi, mahkemelerin görevsizlik kararlarında direnmeleri veya kararın bir kez de Yargıtay Hukuk Genel Kurulunda incelenmesi hakkı doğacaktır. En basit haliyle durumu şöyle özetlemek mümkündür; bu madde iptal edilmediği sürece, yanlış merci tayini kararları ile örneğin Anayasa Mahkemesinde görülmesi gereken bir davanın Yargıtay'da veya Danıştay'da görülmesi gibi bir durum söz konusu olmaya devam edecektir. NETİCE VE TALEP; Yukarıda mahkememizin hukuki görüş ve iptal gerekçesinde belirtilen nedenlerle; 01.10.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 23/2. maddesinde yer alan "Bölge Adliye Mahkemesince veya Yargıtayca verilen yargı yeri belirlenmesi ile kanun yolu incelemesi sonunda kesinleşen göreve veya yetkiye ilişkin kararlar, davaya ondan sonra bakacak mahkemeyi bağlar." hükmünde, "DAVAYA ONDAN SONRA BAKACAK MAHKEMEYİ BAĞLAR" ibaresinin iptal edilerek, bu ifade yerine "DAVAYA ONDAN SONRA BAKACAK MAHKEMEYİ BAĞLAMAZ, BU KARARLAR İÇİN DE YASAL YOLLAR AÇIKTIR" ibaresinin eklenmesine karar verilmesi talep olunur."" | 895 |
Esas Sayısı : 2012/9 Karar Sayısı : 2012/103 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'I. İDDİA, MÜTALAA VE YARGILAMA AŞAMALARI: Hv.K.K.lığı Askeri Savcılığının 02.11.2011 tarih ve 2011/261 115 Esas Karar sayılı iddianamesi ile sanık Hv.P.Er '.'nin 04.06.2011 18.06.2011 tarihleri arasında İzin Tecavüzü suçunu işlediği iddiası ile sanık hakkında Askeri Mahkememizde dava açılmıştır. Yapılan yargılama sırasında Askeri Savcı sanık hakkında verilecek cezanın paraya çevrilememesinin, ertelenememesinin ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilememesinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiasıyla, 1632 sayılı As.C.K'nın 47 nci maddesinin Ek 8 inci maddesinin ve Ek 10 uncu maddesinin T.C. Anayasası'na aykırı olması sebebiyle bu maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasını talep etmiştir. II. SORGU VE SAVUNMA: Sanık ..., 'Ben 27.05.2011 tarihinde yol dâhil 8 (sekiz) gün süreyle izne gönderildim, 04.06.2011 tarihinde birliğime katılış yapmam gerektiğini biliyordum, ancak katılamadım, çünkü ben izne nişanlımı görmeye gitmiştim, daha önce nişanlımın ilişkisi olduğu birisi vardı, ben izine gittiğimde ikisini beraber gördüm, sonra nişanlımdan ayrıldım, ayrıldıktan sonra psikolojim yerinde değildi, eve gidecek halde bile değildim, bir gün Taksim de gezerken eniştem beni buldu, seni askerlik yaptığın birliğe göndereceğiz dedi, biletimi almıştı, eniştemle beraber Harem'e gittik, otogardayken daha otobüse binemeden polisler GBT sorgusu yaptı, benim aramam olduğu görüldü ve beni alıp önce karakola sonra Alemdağdaki inzibata teslim ettiler, oradan da birliğime gönderdiler' şeklinde savunma yapmıştır. III. İNCELEME VE DEĞERLENDİRME: Sanık Hv.P.Er '. hakkında İzin Tecavüzü suçunu işlediği iddiasıyla askeri Mahkememizde kamu davası açılmıştır. Askeri Savcı, sanığın ceza aldığı takdirde As.C.K'nın 47 nci maddesi gereğince cezasının ertelenemeyeceğini, Ek 8 inci maddesi gereğince cezasının paraya çevrilemeyeceğini ve Ek 10 uncu maddesi gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceğini ve bu durumun Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüştür, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2 nci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olup, 10 uncu maddesine göre ise herkes kanun önünde eşittir. Hukuk devleti ilkesi ve eşitlik kavramı Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında ayrıntılı olarak incelenmiş ve ifade edilmiştir. 01.06.2005 tarihinde 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu kanunlarla beraber Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ceza ve infaz siyaseti değişmiş, 05.06.2005 tarihinden sonra hapis cezaları seçenek yaptırımlara çevrilebilmeye veya ertelenebilmeye başlanmıştır.Esas Sayısı : 2012/9 Karar Sayısı : 2012/103 2 Türk Ceza Kanununun 50 nci maddesine göre 1 yıl ve daha az süreli hapis cezaları paraya çevrilebilmekte ve 51 inci maddesine göre de; 2 yıl veya daha az süreli hapis cezaları ertelenebilmektedir. Ayrıca Ceza Muhakemesi Kanunun 231 inci maddesine göre de 2 yıla kadar olan hapis cezalarında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmektedir. Türk Ceza Kanununda ve Ceza Muhakemesi Kanununda bu şekilde değişiklikler yapılmasına rağmen As.C.K'nunda gerekli değişiklikler yapılmamıştır. 5329 sayılı Kanunla Askeri Ceza Kanununa eklenen Ek 8 inci maddenin 2 nci fıkrası gereği sırf askeri suçlar ile kanunun 3 üncü babının 4 üncü faslında yazılan suçlar hakkında kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlar ile ön ödeme hükümlerinin uygulanamayacağına hükmedilmiş, ayrıca 5739 sayılı kanunla Askeri Ceza Kanununa eklenen Ek 10 uncu maddesinin 2 nci fıkrası gereği bu kanunda yazılı suçlarla ilgili olarak Ceza Muhakemesi Kanununun 231 inci maddesinin 5 ile 14 üncü fıkralarının uygulanamayacağı hükme bağlanmıştır. Görülmekte olan davadaki İzin Tecavüzü suçu da sırf askeri suç olarak tanımlanmıştır, ancak bu tanımın yasal dayanağı bulunmamaktadır. Askeri Yargıtay içtihatlarıyla kanunda yazılı bazı suçlar sırf askeri suç olarak değerlendirilmekte, bazı suçlar ise sırf askeri suç olarak değerlendirilmemektedir. Bu hususta mevzuatta ve içtihatlarda belirli tanım ve birlik mevcut değildir. Bunun yanı sıra kanundaki suç ve cezaların uygulanmasında belirsizlik ve adil olmayan ve hakkaniyete aykırı olan durumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu sebeplerle mahkeme tarafından verilecek cezanın ertelenememesinin, paraya çevrilememesinin ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilememesinin öncelikle uluslar arası hukuk kaidelerine ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na aykırı olduğu değerlendirmektedir. Günümüzde Silahlı Kuvvetlerin profesyonel hale getirilmesi tartışılmaya başlanmış ve nispeten uygulanmaya konulmuştur. Bunun yanı sıra zorunlu askerliğin kaldırılması, vicdani ret sisteminin getirilmesi ve bedelli askerlik uygulanmasının yapılması gibi hususlar tartışılmaktadır. Hatta son olarak 6252 sayılı kanun 30.11.2011 tarihinde kabul edilmiş ve bu kanunun geçici 46 ncı maddesi ile bedelli askerlik kabul edilmiş ve uygulanmaktadır. Tüm bu gelişmeler karşısında askerliğe kendi isteği ve rızasıyla gelip de daha sonra genellikle Firar ve İzin Tecavüzü suçlarından mahkûm olanlara verilecek cezaların ceza genel hükümlerinden farklı olarak hapis cezası uygulanmasının ve bu cezasının seçenek yaptırımlara çevrilememesinin hakkaniyetle bağdaşmadığı değerlendirilmektedir. Dava konusu olayda sanığın cezalandırılması talep edilen Askeri Ceza Kanunun 66 ncı maddesi uyarınca ceza alması durumunda cezasının ertelenemeyeceği, paraya çevrilemeyeceği ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceği anlaşılmaktadır. Askeri Ceza Kanununa 5739 sayılı Kanunla eklenen Ek 10 uncu maddesinin 2 nci fıkrası, 'Bu kanunda yazılı suçlarla ilgili olarak 04.12.2004 tarihle ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 231 inci maddesinin 5 ila 14 üncü fıkraları uygulanmaz.' hükmünü içermektedir. 5739 sayılı Kanunun gerekçesinde ise 'Askeri Ceza ve Disiplin yargılanmasında askerlik hizmetinin özelliklerinden kaynaklanan bir takım istisnaların kabulü zorunludur... Maddenin 2 nci fıkrası ile Askeri Ceza Kanununda yazılı suçlar bakımından Askeri Yargı siteminde uygulanan Askeri Disiplin ve bu yargının kendine mahsus özellikleri dikkate alınarak Askeri Ceza Kanununda yazılı suçlarla ilgili olarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231 inci maddesinin 5 ila 14 üncü fıkralarında düzenlenen denetimli serbestlik ve hükmünEsas Sayısı : 2012/9 Karar Sayısı : 2012/103 3 açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin müessesenin Askeri Yargıda yer almaması amacıyla değişiklik yapılmıştır.' denilmektedir. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulaması Türk Ceza Hukukuna 01.06.2005 tarihinden itibaren girmiş ve günümüzde Ceza Genel Hukukunda halen uygulanmaktadır. Ceza yargılamasına cezalar faile ve fiile bağlı olarak belirlenmektedir. Hâkim gerçekleştirildiğine vicdanen kanaat getirdiği suç sebebiyle cezaya hükmederken failin ve fiilin özelliklerini dikkate alarak cezayı şahsileştirmek durumundadır. Cezanın öncelikli amacı önlemek diğer amacı ise ödetmektir. Başka bir amaç ise infaz sırasında ve infazdan sonra suç işleyen kişiyi topluma kazandırmaktır. Askeri Mahkemelerde ise bazı cezalar paraya çevrilebilmekte ve ertelenebilmekte, bazıları ise paraya çevrilememekte ve ertelenememektedir. Ayrıca hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına da karar verilememektedir. Yukarıda yazılı olan kanun maddesinin gerekçesinde 'askerlik hizmetinin özellikleri', 'askeri disiplin' ve 'bu yargının kendine mahsus özellikleri' şeklinde soyut kavramlar bulunmaktadır. Ancak askeri hizmetin özellikleri, askeri disiplinin ne olduğu ve bu yargının kendine mahsus özellikleri objektif ve somut olarak belirtilmemiştir. Zira maddeden ve gerekçeden askeri disiplinin sadece hapis cezası ile sağlanabileceği gibi bir anlam çıkmaktadır. Ancak buna iştirak etmek mümkün değildir. Silahlı Kuvvetlerde disiplin, öncelikle mutlak itaat ve sevgi kavramları ile sağlanmaktadır. Ayrıca Askeri Mahkemelerde yapılan yargılamalarda adil yargılanma ilkesi hassasiyetle uygulanmakta ve bu konu Askeri Yargıtay tarafından da aynı şekilde denetlenmektedir. Yani yargılama usulü açısından sivil ve asker şahıslar arasında hemen hemen hiçbir fark bulunmamaktadır. Adil yargılanma açısından sivil şahıslara tanınan hakların tamamı askeri şahıslara da tanınmıştır. Ancak mevcut kanun hükümleri uyarınca askeri yargıda yargılama sonucunda verilen cezanın ertelenmesi, paraya çevrilmesi ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması konularında tam tersi bir uygulama mevcuttur. Bu durum Anayasa'nın eşitlik ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gereği askerlik hem haktır hem de görevdir. Muvazzaf askeri personel ile askerlik hizmetini yapmaya gelen yükümlüler arasında askerlik hizmeti boyunca bir kere suç işleyen olabileceği gibi suç işlemeyi alışkanlık haline getiren kişiler de bulunabilmektedir. Bu durum ise Askeri Mahkeme Hâkiminin cezayı şahsileştirirken takdir yetkisini kısıtlamaktadır. Hâkim sanığın şahsi haline bakmaksızın hapis cezası vermek zorunda kalmaktadır. Günümüze kadar toplumdaki gelişmelere ve ihtiyaçlara göre Askeri Ceza Kanununda değişiklikler yapılmıştır. Örneğin 'yeni baştan askerlik cezası, katıksız hapis ve cezalının rütbesinin kıt'ası huzurunda sökülmesi cezaları' kaldırılmıştır. Son olarak bakaya suçuyla ilgili düzenlemeler yapılmıştır. 23.04.1999 tarihine kadar işlenen suçlarla ilgili olarak çıkartılan 4616 sayılı Kanunda Askeri Ceza Kanunu ile ilgili bazı istisnalar bulunmasına rağmen daha sonra bu istisnalar kaldırılmıştır. Aynı şekilde CMK'nun 231 inci maddesi 5 ile 14 üncü fıkralarının Askeri Ceza Kanununda yazan suçlarda uygulanmasını engelleyen As.C.K'nın Ek 10 uncu maddesinin 2 nci fıkrasının kaldırılması hukukla uygun olacağı değerlendirilmektedir.'" | 1,255 |
Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 1 ... 23/01/2017 tarihli ve 29957 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 684 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 01/02/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 7074sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun ile 15 Temmuz darbe girişimi dâhil 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında terör eylemleri veya terörle mücadele görevleri sırasında yaralananlardan bu yaralanmalara bağlı olarak malul olmadıkları için aylık bağlanmayanlara aylık bağlanması, Merkez Bankasının Kamu İhale Kanunu'ndan istisna kapsamının genişletilmesi, kamu ihalelerine girmekten terör bağlantısı nedeniyle yasaklanacaklara ilişkin bildirimlerin Emniyet Genel Müdürlüğünce yapılması, MİT Müsteşarlığının sadece yurt dışı bağlantılı kişi ve kuruluşlarla ilgili bildirim yapması, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan yapılan yardımların terörle mücadele kapsamında zarar görenlere ödenen tazminattan mahsubu uygulamasına son verilmesi, terörle bağlantılı ihraççıların hukuka aykırı, sermayeyi ve malvarlığını azaltıcı işlemleri hakkında açılan davalarda Sermaye Piyasası Kurulunun yüksek meblağlı harç ve teminat ödemekten korunması, ön ödemeli konut satış sözleşmelerinde tüketicinin gerekçe göstermeden sözleşmeden dönmesi durumunda ödenecek tazminat miktarının sözleşme tarihinden itibaren belli cayma sürelerinde kademeli olarak artırılması, terör ve örgütlü suçlarda olağanüstü hâl süresince otuz gün olarak düzenlenen gözaltı süresinin yedi güne indirilmesi, kanıtların toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle bu sürenin yedi gün uzatılabilmesi, yakalanan şüphelinin yetkili adli merci önüne çıkarılmasındaki azami sürenin yedi gün olarak düzenlenmesi, bu sürenin zorunlu durumlarda yedi gün uzatılabilmesi ve gözaltındaki şüphelinin müdafii ile görüşme hakkının Cumhuriyet savcısının kararıyla beş gün süreyle kısıtlanabilmesine ilişkin hükmün yürürlükten kaldırılması öngörülmektedir. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHKsi olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle yokluk iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkarak olağanüstü hal ile ilgisi olmayan ve olağanüstü hal süresini aşacak şekilde kanunlarda değişiklik yaparak sürekli uygulanacakEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 2 kurallar öngörmüştür. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna olağanüstü hal süresini aşan kalıcı düzenlemeler yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait yasama yetkinin açıkça gaspı anlamına gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusun varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHKlardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğulun deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMMce Onaylanması Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasanın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHKlar ile yapılacak düzenlemeler olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genelEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 3 düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38). Öncelikle Anayasanın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre 119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasanın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasasında düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHKlarla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664) Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durdurun düzenlemeler doğrudan OHAL KHKleri ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHKsi ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHKsi ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHKleri ile ancak temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasanın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHKleri ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasanın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır.Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Yüce Mahkemeye göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHKlere Anayasanın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri;Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 4 olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkça göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez." (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır. Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular olamaz. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasanın 6. maddesindeki Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki Kuvvetler ayırımının, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHKleri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında açıkça ifade edildiği üzere Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHKsı adı altında, kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça TBMMye ait yasama yetkisininEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 5 gaspı anlamına gelir. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları fonksiyon gaspına yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda kanun adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar. (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.) Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla hem olağanüstü halin gerekleriyle uyumlu olmayan hem de kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapan iptali istenen düzenleme fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılmış olup yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gasbı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHKlerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHKnin kapsamının genişliği ye ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHKlere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırımdan gelmiştir: Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık.Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 6 Yine aynı doğrultuda Yıldırımın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal." Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır: İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.". İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHKlerin Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazetede farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017 683, 684 ve 685 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi:23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi:9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHKlerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHKlerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocaktan sonraki kararnamelere ilişkin Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız dedi... Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırımın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHKnın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kağıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyleEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 7 iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHKlerini çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasanı 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasaya göre Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHKlerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulunun hukuki ve siyasi açıdan KHKlerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlar dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulunun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHKlere eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHKlerin altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHKler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasanın 121. maddesine göre OHAL KHKlarının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMMnin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçTüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 8 Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHKların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHKlar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMMce onaylanmayan OHAL KHKlerinin idari işlem olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHKlarının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHKların OHAL KHKsı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMMce onaylanmamış olan OHAL KHKlarının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk Nedenleri Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHKları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması mümkün olmayan ve kanunları değiştiremeyen bir işlemin maddi olarak kanun niteliğinde olduğu söylenemez. Cem Eroğulun isabetle belirttiği gibi Anayasanın 121. maddesinde yer alan düzenlemenin doğal ve mantıki sonucu OHAL KHKlarının biçimsel olarak yürütme işlemi olduğu gibi, maddi olarak da yürütme işlemi olarak kabul edilmesidir. Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen olağan KHKlar biçimsel olarak yürütme işlemi iken maddi anlamda yasama işlemidir ve genel ve sürekli olarak uygulanmak üzere çıkarılırlar ve kanunlarda değişiklik yapabilirler. Oysa OHAL KHKları doğaları gereği geçici olmak durumundadır ve sürekli etki doğuracak şekilde çıkarılamazlar. Bunun sonucu olarak olağan KHKlar ile OHAL KHKlarının TBMMce onaylanması da tamamen farklı hukuki niteliğe sahiptir ve farklı sonuçlar doğurur. Olağan KHKların TBMM tarafından onaylanması bir kanun yapma işlemidir ve önüne gelen kanun tasarıları gibi bunları kanunların görüşülmesi usulüne uygun olarak görüşür ve kabul eder, böylece ortaya yeni bir kanun çıkar. Oysa geçici tedbirler niteliğindeki OHAL KHKleri maddi açıdan bir yürütme işlemidir ve bunların onama kararının bir meclis kararı ile alınması gerekir (Bkz. Cem Eroğul, age. s.42). Zira Anayasanın 121. maddesinde öngörülen TBMM onayı, bir yasalaştırma işlemi değil, siyasal denetim işlemidir. Diğer bütün siyasal denetim işlemlerinde olduğu gibi bunun da bir kanunla değil, meclis kararı ile alınması gerekir. Ancak bu şekilde Anayasanın 148. maddesindeki OHAL KHKlerinin denetimi yasağı anlamlı hale gelir. Zira Anayasa Mahkemesinin yetkisi yasaları ve yasa gücündeki işlemleri denetlemektir. Anayasa koyucu maddi anlamda yürütme işlemi olan OHAL KHKlerini siyasi denetime tabi tutmuştur.Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 9 TBMM onayının kanun şeklinde yapılması OHAL KHKlerinin geçici niteliği ile bağdaşmaz ve Anayasanın 121. maddesine aykırı olur. Çünkü kanun ile onaylanması OHAL KHKlerini OHAL süresini aşan sürekli ve genel düzenlemelere dönüştürür ki, bu yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve fonksiyon gaspı teşkil eder. Özellikle geçici tedbir niteliğinde olmayan ve sürekli uygulanma olasılığı bulunan ve yukarıda açıklandığı gibi esasen Anayasanın 121. maddesinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanımadığı kalıcı düzenlemelerin, TBMM tarafından kanun şeklinde onaylanması yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve Anayasanın 7. maddesine açık bir aykırılık oluşturur. İptali istenen düzenleme kanun adı altında onaylanmak ve yayımlanmakla hukuk düzeninde sürekli ve kalıcı bir nitelik kazanmıştır. Olağanüstü hal kalksa dahi bu kurallar uygulanmaya devam edecektir. Bu da açıkça fonksiyon gaspı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir. Geçici tedbir niteliğindeki düzenlemelerin kanun şeklinde onaylanması ise onların geçici niteliği ile bağdaşmaz ve aşağıda açıklandığı üzere Anayasal normlar hiyerarşisini ve hukuk düzeninin tutarlı normlardan oluşması ilkesini altüst eder. Bu ise hukuk devleti ilkesinin temel koşullarından biri olan hukuk düzeninin öngörülebilir ve tutarlı olması gereği ile bağdaşmaz. Nitekim 2016 yılına kadar hukuk düzenimizde kanunlaştırma şeklinde onaylanmış herhangi bir OHAL KHKsi bulunmamaktadır. Onaylamanın kanun şeklinde yapılması ile OHAL KHKsinin akibetinin ne olduğu da belli değildir. OHAL KHKsinin hala yürürlükte olduğuna işaret eden bazı uygulamalar görülmektedir. Mesela, 8 Mart yasalarında daha önce yasalaştırılmış olmasına rağmen atıfların yasaya değil KHKye yapılmaya devam edildiği ve değişikliklerin yasalar üzerinde değil, KHKler üzerinde yapıldığı görülmektedir. Bu da hukuk düzeninin alt üst olduğunun en somut kanıtıdır. Diğer taraftan yukarıda açıklandığı gibi Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından geçerli olarak çıkarılmamış olan, dolayısıyla yok hükmünde olan düzenlemelerin TBMM tarafından onaylanmış olması onları kendiliğinden geçerli hale getirmez. Yani geçerli bir onaylama kararından söz edebilmek için öncelikle onaylanabilir nitelikte geçerli bir işlemin bulunması gerekir. Oysa yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi ortada onaylanabilecek nitelikte ve onaylamaya elverişli bir işlem bulunmamaktadır. Bu nedenle geçerli olarak var olmayan bir işlemin onaylanması mümkün değildir. Olmayan işlem onay ile varlık kazanmaz, yok olmaya devam eder. Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesinin Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar vermesi gerekir. C. Eylemli İçtüzük Değişikliği Dolayısıyla TBMMnin Onama Kararı Geçersizdir Olağanüstü kararnamelere ilişkin Anayasa ve İçtüzük özel bir yasalaşma süreci öngörmüştür. Bu yasalaşma sürecinde ilk göze çarpan husus yasalaşma sürecindeki süre şartıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı veEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 10 tekliflerinin görüşülmesi iç | 4,088 |
Esas Sayısı : 1996/60 Karar Sayısı : 1996/33 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin iptal istemiyle ilgili gerekçesi aynen şöyledir : "Mahkememizin 996/368 esas sayılı davanın 9.7.1996 günlü celsesinde davalı M. Nail Gürün Sosyal Sigortalar Kurumunun kira tesbitinin dayanağı olan 4792 sayılı Yasanın 19. maddesinin "Kurumun sahip olduğu gayrimenkullerin kira bedelleri her yıl Devlet İstatistik Enstitüsü Tüketici Fiat Endekslerindeki artış oranından az olmamak üzere rayiç, emsal değerlerle belirlenir" fıkrasının Anayasanın Adalet ilkesine aykırı olduğunu bu nedenle ilgili düzenlemenin Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığını iddia etmiştir. Davacı Kurum vekilinin iddiaya karşı savunması sorulmuş, kurum vekili iddiaların mahkemece nazara alınmamasını talep ederek itirazın gerçekçi olmadığını savunmuştur. Mahkememiz yaptığı incelemede itirazı ciddî bulmuştur. İdare Kamusal Hizmet ve eylemlerde bulunan bir kuruluş olduğu için Kamu yararını korumak amacıyla taraf olduğu sözleşmelerinde bir takım ayrıcalıklara sahip kılınmıştır. Yönetimin taraf olduğu bütün sözleşmelerde ayrıcalıklı olması gerekmez. Kamu hizmetinin doğrudan yürütülmesine, işletilmesine ilişkin sözleşmeler dışında kamu kurumları herhangi bir kişi gibi hareket etmek durumundadır. Taşınmazlarının satışı veya kiraya verilmesi gibi Sosyal Sigortalar Genel Müdürlüğünün sahibi bulunduğu taşınmazları kiraya vermesi ve bu amaçla yaptığı sözleşmeler; 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 3. maddesi ile belirttiği gibi 6570 sayılı Taşınmaz Kiraları hakkındaki yasaya göre yapılmış özel hukuk alanı içindeki bir sözleşmedir. Anayasa Mahkemesinin bir çok kararlarında vurguladığı gibi Anayasanın 10. maddesindeki "yasa önündeki eşitlik ilkesi" hukuksal durumları benzer olanlar için sözkonusudur. Bu ilke ile yasa önünde eşitlik yani hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme tabi tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayrım yapılmasını da ayrıcalık tanınmasını da önlemektedir. Bu ilke ile aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara aynı kuralları uygulayarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. 6570 sayılı Taşınmaz kiraları hakkındaki yasaya tâbi taşınmazların kira tesbitleri Anayasa Mahkemesinin ilgili yasanın 26.3.1963 tarih ve 3/67 sayılı kararı ile 2. ve 3. maddelerini iptal ettiğinden Yargıtay Yüksek Mahkemesinin içtihatları ile "ekonomik esaslara", "hak ve nesafete" göre tesbit edilmektedir. Bugünkü uygulamada toptan eşya fiat endeksindeki artışın % 65 i geçtiği hallerde bunun kira parasına yansıyan bölümü % 65 oranı ile sınırlandırılmıştır. 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası'nın 19. maddesinin 10. bendinde "kira bedelleri Devlet İstatistik Enstitüsü tüketici fiat endeksindeki artış oranından az olmamak üzere rayiç ve emsale göre belirlenir" denmektedir. 6570 sayılı Yasanın uygulanmasında eşya fiat endeksinin % 65 oranı alınırken 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Yasasında Tüketici Fiat Endeksinin tamamı esas alınmaktadır.Esas Sayısı : 1996/60 Karar Sayısı : 1996/33 2 Aynı yasaya göre sözleşme kurulmuş iken bir özel hukuk sözleşmesinde yasama gücü kullanılarak özel hukuk alanında tarafların eşitliği prensibine müdahale edilerek eşitlik ilkesi bozulmuştur. Bu durum yukarıdaki gerekçeler nedeniyle Anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle davalının Anayasaya aykırılık iddiası ciddi bulunarak 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 19. maddesinin 10. bendinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Anayasamızın 152/2. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi kararının beklenmesine karar verildi."" | 463 |
Esas Sayısı : 2016/163 Karar Sayısı : 2016/146 1 Davacı vekili Av. mahkememize verdiği 30.06.2016 havale tarihli dilekçesinde özetle, TBMM tarafından kabul edilen Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 17.06.2016 tarihinde resmi gazetede yayımlandığını, adı geçen kanun değişikliklerinde davayı ilgilendiren 26. maddesinde "Geçici 20/l:l) Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17. madde hükümleri uygulanır." hükmünün getirildiğini, ancak bu yapılan değişikliğin açıkça anayasaya aykırılık teşkil ettiğini, mevzuatta yürürlüğe giren bir yasanın geriye yürüyüp yürümeyeceği hususunda bir hüküm bulunmadığını ancak kanunlara karşı güveni sağlamak ve hatta kanun koyucunun keyfi hareketlerine engel olmak için tersini öngören bir hükmü kendi bünyesinde taşımayan bir kanunun kural olarak geriye yürümeyeceği esasının kabul edildiğini, kanunların yürürlüğe girdiği tarihten, sonraki zamanda meydana gelen olaylara ve ilişkilere uygulanabileceğini, o tarihten önceki zamana rastlayan olaylar ve ilişkilere uygulanamayacağını, getirilen, düzememeye bakıldığında ise kamu yararının değil bir takım özel şirketlerin yararına düzenlemeye gidildiği, bununla da yetinilmeyerek kanun geriye yürütüldüğünü, hukukun genel ve evrensel ilkeleri ve Türk Anayasası karşısında yapılan bu düzenlemenin hukuk dışı olduğunu, tüm bu izah edilen nedenler ile hükmün açıkça anayasaya aykırı olduğunu, somut norm denetimi açısından başlangıç 2, 5, 10, 35, 36 ve mahkememizce resen takdir edilecek diğer maddelere uygunluğunun denetimi açısından maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasını talep ettiği görülmüştür. Dosyamız kül halinde ele alınarak incelemesinden, dosyamız davacı vekilinin talebi yerinde gönderilmekle gerekli incelemeyi yapmak üzere Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesini karar verilmiştir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Davacı vekili Av. talebinin KABULÜ ile, Gerekli incelemeyi yapmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, Dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda karar verildi. | 283 |
Esas Sayısı : 1992/2 Karar Sayısı : 1992/22 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şöyledir : "Toplu kaçakçılık suçundan Edirne 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2.3.1988 gün, 1988/37 Esas, 1988/148 Karar sayılı kesinleşmiş ilamıyla 1918 sayılı kanunun 3219 sayılı kanunla değişik 27 3 4, 33/son, 41 ve TCKnun 59. maddeleri gereğince neticeten 10 yıl ağır hapis ve 141.029.980. TL. ağır para cezasına hükümlendiği, ağır para cezası yönünden diğer sanıklarla müteselsilen sorumlu olacak şekilde hükümlü bulunan Giresun Merkez Hisargeriş köyü hane 43 de nüfusa kayıtlı, 1953 Doğumlu sanık cezalarının çektirilmesi sırasında Giresun cezaevinden dilekçe ile başvurup 3713 sayılı kanunla şartla tahliye yönünden getirilen değişikliklerin peyderpey Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarıyla iptal edildiğini ve tüm suçlar nedeniyle şartla tahliye yönünden cezanın 1/5 ini çekmesi gerektiği yönünde kararlar verildiğini, kendisininde 1918 sayılı kanuna muhalefetten çekmekte olduğu cezasının 1/5 nisbetinde çekmesi gerektiği yönünde karar verilerek şartla tahliyesinin sağlanmasını talep etmiş, iddia makamıda 18.12.1991 tarihli bu konudaki mütalaasında 3713 sayılı kanunun geçici 4. maddesinin (c) bendinin Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürmüştür. 12.4.1991 günlü ve 3713 Terörle Mücadele Kanununun incelenmesinde; geçici 1. maddesi, 8.4.1991 tarihine kadar işlenmiş olan suçlar nedeniyle şartla tahliye hükümleri getirmiş ve aynı maddenin (c) bendi gereğince de; Ölüm ve müebbet ağır hapis cezaları dışında kalan, diğer hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edilmiş olanların hükümlülük sürelerinin 1/5 ini çekmeleri halinde iyi halli olup olmadıklarına bakılmaksızın ve talepleri olmaksızın şartla salıverilmelerini hüküm altına almıştır. Aynı kanunun geçici 4. maddesi ise; bazı suçlardan hükümlü bulunanlar hakkında ve bu arada konumuz itibariyle geçici 4. maddenin (c) bendinde "Türk Ceza Kanununun 2. Kitabının "Devlet İdaresi aleyhine işlenen cürümler" başlıklı üçüncü babında yer alan hükümlere aykırı hareket edenler ile bankalar kanununa aykırı hareket ile bankalardan haksız ve usulsüz para alanlar, 1918 sayılı kaçakçılığın men ve takibi hakkındaki kanun hükümlerine muhalefet ederek menfaat temin edenler, usulsüz, yolsuz ve faiz farkı ve benzeri adlarla kamu kaynaklarından menfaat temin edenler yukarda belirtildiği şekilde haksız, usulsüz ve yolsuz olarak sağladıkları menfaat karşılıkları ve bunların fer'ilerini zaman aşımına bakılmaksızın ödemedikleri takdirde (d) bendi gereğince cezalarının 1/3 ini çektiklerinde iyi halli olup olmadıklarına bakılmaksızın ve talepleri olmaksızın şartla salıverilmelerini hüküm altına alınmıştır. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun geçici 4. maddesinde hükümlülerin infaz sırasında şartla tahliyelerini düzenleyen ve infaz sırasında uygulamaları gereken yasa maddesidir. Geçici 4. madde, hükümlülerin cezasına ilişkin infaz sürelerini şartla tahliye yönünden geçici 1. maddede öngörülen süre ve şartlardan ağırlaştırıcı bir şekilde düzenlettiği gibi, daha önceden yürürlükte bulunan 647 sayılı kanunun şartla tahliye hükümlerini düzenleyen 19. maddesinde farklı olarak geçmişe şamil ve durumlarını ağırlaştırıcı şekilde bu hükümlülerin elde ettikleri haksız menfaati ödememeleri halinde geçici maddedeki 1/5 oranından faydalanamayıp 1/3 oranından faydalanmalarına dair hüküm getirmesi, bu hükümlülerin deEsas Sayısı : 1992/2 Karar Sayısı : 1992/22 2 geçici 1 maddede öngörülen hükümlülerle aynı konum ve statüde bulunmaları ve eşit işlem görmeleri gerektiği halde şartla tahliye yönünde haklı ve geçmişe şamil olarak ağırlaştırıcı hükümlerin uygulanması hukukun temel ilkelerine, eşitlik ilkesine, hükümlünün topluma kazandırılmasına yönelik infaz sisteminin prensiplerine, şartla salıverilme kurumunun amacına aykırı düştüğü gibi, Anayasamızın; 2. ve 10. maddesine de ... aykırı düşmektedir. Önümüzdeki şartla tahliye talebi ile bağlı kalmak üzere Anayasamızın 2 ve 10. maddelerinde öngörülen "eşitlik" ve "Hukuk Devleti" ilkelerine aykırı düşen 3713 sayılı yasanın geçici 4. maddesinin (c) bendinin Anayasaya aykırı görülmesi nedeniyle (c) bendinde öngörülen 1918 sayılı kanuna aykırılıktan hüküm giyenlerin elde etmiş oldukları haksız, usulsüz ve yolsuz olarak sağladıkları menfaat karşılıklarını ve bunların fer'ilerini zaman aşımına bakılmaksızın ödemeyenler hakkında aynı yasanın geçici 1. bendi gereğince öngörülen cezalarının 1/5 yerine 1/3 ünü çekmeleri gerektiğine dair hükümlerinin iptali için Yüksek Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına ve evrakların onaylı örneklerinin Yüksek Mahkemeye sunulmasına, İsteme uygun olarak Anayasa'nın 152. maddesi gereğince oybirliğiyle karar verildi."" | 603 |
Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: II. GEREKÇELER 1) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 Sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci maddesi ile Değiştirilen 4749 Sayılı Kanunun 7/A maddesinin Birinci Fıkrasındaki ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etmeye ve bu işlemleri aynı usule tabi olarak yapmak üzere 13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın Bölümünün Anayasaya Aykırılığı 6456 sayılı Kanunun 2 nci maddesi ile değiştirilen 4749 sayılı Kanunun 7/A maddesinin birinci fıkrasında; 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun kapsamındaki halka açık olmayan kurum ve kuruluşlara ait taşınır ve taşınmazlar ile kullanma, yararlanma işletme ve sair haklar gibi maddi olmayan varlıklara ilişkin ilgili kurumların görüşleri alınarak alım, satım, geri alım, kiraya verme, geri kiralama, bedelli veya bedelsiz devir ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etmeye ve bu işlemleri aynı usule tabi olarak yapmak üzere 13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın özel hukuk tüzel kişiliğini haiz varlık kiralama şirketleri kurmaya veya özel hukuk tüzel kişiliğini haiz varlık kiralama şirketleri kurmak üzere kamu sermayeli kurumları görevlendirmeye Bakan yetkili kılınmıştır. İptali istenilen düzenleme ile; varlık kiralama şirketlerinin kurulmasının Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmadığı hükme bağlanmış ve bu şirketleri gerek kurma ve gerekse kamu sermayeli kurumlara kurdurma konusunda Hazine Müsteşarlığının bağlı bulunduğu Bakan yetkili kılınmıştır. Yine iptali istenilen bu düzenleme ile; varlık kiralama şirketleri; 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun kapsamındaki halka açık olmayan kurum ve kuruluşlara ait taşınır ve taşınmazlar ile kullanma, yararlanma işletme ve sair haklar gibi maddi olmayan varlıklara ilişkin alım, satım, geri alım, kiraya verme, geri kiralama, bedelli veya bedelsiz devir işlemlerini ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etme konusunda yetkili kılınmıştır. Anayasanın 7 nci maddesinde Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. denilmektedir. Buna göre, yasakoyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız ve belirsiz bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. Yasakoyucu gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Bu bağlamda, sık sık değişik önlemler alınmasına veya bunların kaldırılmasına gerek görülen ekonomik, teknik veya benzeriEsas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 2 alanlarda temel kurallar saptandıktan sonra ayrıntıların düzenlenmesinin idareye verilmesi, yasama yetkisinin devri olarak nitelendirilemez. Anayasanın 8 inci maddesinde ise yürütme yetkisi ve görevi düzenlenmiştir. Yasakoyucu belli konularda gerekli kuralları koyacak, çerçeveyi çizecek eğer uygun ve zorunlu görürse, onların uygulanması yolunda sınırları belirlenmiş alanlar bırakacak, idare ancak o alanlar içinde takdir yetkisine dayanmak suretiyle yasalara aykırı olmamak üzere bir takım kurallar koyarak Yasa'nın uygulanmasını sağlayacaktır. Esasen Anayasanın 8 inci maddesinin, yürütme yetkisi ve görevinin Anayasaya ve yasalara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir hükmünün anlamı budur. Bu kurallara göre yasakoyucunun genel kuralları koyup, düzenlenecek olan alanın esaslı konularının kanunda yeterince belli edilmiş, amaç ve hedefin açıklanmış, sınırlarının ve çerçevesinin yeterince belirlenmiş olması, yürütmenin yapacağı düzenlemenin ölçüsünü vermesi, Anayasanın öngördüğü yürütmenin yargısal denetiminin etkinliğini engellemeyecek nesnel kurallara bağlaması gerekmektedir. Bu nedenle varlık denetim şirketlerinin kuruluşuna ilişkin yasakoyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye(bakana) yetki verilmesi sınırsız ve belirsiz bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakılması Anayasanın 7 nci ve 8 inci maddelerine açıkça aykırıdır. Yine yapılan bu düzenleme ile, 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun kapsamındaki halka açık olmayan kurum ve kuruluşlara ait taşınır ve taşınmazlar ile kullanma, yararlanma işletme ve sair haklar gibi maddi olmayan varlıklara ilişkin alım, satım, geri alım, kiraya verme, geri kiralama, bedelli veya bedelsiz devir işlemlerini ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etme konusunda varlık kiralama şirketlerinin yetkili kılınması. söz konusu işlemlerin nasıl yapılacağı, bu işlemlerin hangi usul ve esaslara tabi olacağı konusunda temel ilke konulmadan, çerçevesi çizilmeden bu şirketlere sınırları belirsiz bir yetki devri niteliği taşıdığı ve dolayısıyla Anayasanın 7 nci ve 8 inci maddeleri ile bağdaşmadığı açıktır. Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli E.2011/64 ve K.2012/168 sayılı kararında, Devletin vergilendirme yetkisinin sınırı, aynı zamanda kişilerin hak ve özgürlüklerinin de sınırını oluşturduğundan, bu yetkinin keyfiliğe kaçacak biçimde kullanılmaması, Anayasanın 2. maddesinde düzenlenmiş olan hukuk devleti ilkesinin gereğidir. denilmiştir. İptali istenilen düzenleme ile gerek varlık kiralama şirketlerinin kurulması konusunda Bakan'a verilen, gerekse yapacakları işlemler konusunda bu şirketlere verilen yetkinin keyfiliğe yol açabileceği kuşkusuzdur. Bu nedenle de iptali istenilen düzenleme, Anayasanın 2 nci maddesine de aykırıdır. Yukarıda açıklanan nedenlerle 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci maddesi ile değiştirilen 4749 sayılı Kanunun 7/A maddesinin birinci fıkrasındaki ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etmeye ve bu işlemleri aynı usule tabi olarak yapmak üzere 13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın bölümü Anayasanın 2 nci, 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 3 2) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 16 ncı Maddesi ile 492 Sayılı Harçlar Kanununun 113 üncü Maddesine Eklenen Ek Fıkra ile 17 nci Maddesi ile 492 Sayılı Harçlar Kanununa Bağlı (8) Sayılı Tarifeye Eklenen Bölümün Anayasaya Aykırılığı İptali İstenen Düzenlemelerin Anlam ve Kapsamı 6456 sayılı Kanunun 16 ncı ve 17 nci maddeleriyle 492 sayılı Harçlar Kanununa Elektrik Üretimi Lisans Harçları başlıklı yeni bir harç türü eklenmektedir. Düzenlemeye göre; Elektrik Piyasası Kanunu kapsamında, özelleştirme bedeli, lisans ihale bedeli ve su kullanım bedeli ödemeksizin hidroelektrik kaynaklara dayalı olarak üretim yapan özel hukuk tüzel kişileri, bu faaliyetleri nedeniyle, her yıl, bir önceki yıl içinde elde ettikleri gayrisafi iş hâsılatının binde on beşi tutarında harç ödeyeceklerdir. Bu tüzel kişilerin kendi ihtiyaçları için kullandıkları elektriğin bedeli gayrisafi satış hâsılatına dâhil edilmeyecektir. Aynı Kanunun 60 ıncı maddesi uyarınca bu kural 01.01.2014 tarihinde yürürlüğe girecektir. Harçların yükümlüleri harca konu olan işlemin yapılmasını isteyen kimselerdir (Öncel, Kumrulu, Çağan, Vergi Hukuku, Ankara 1997, s. 457). Ancak, düzenlemede harç adı altında talep edilen bedel, niteliği itibarıyla harç değil bir tür vergi benzeri mali yükümlülüktür. Bu nedenle kuraldaki yükümlü, klasik harç yükümlüsü tanımına uymamaktadır. Kurala göre, öngörülen harcın yükümlüsü, faaliyetini 4628 sayılı Kanuna göre yürüten, özelleştirme bedeli, lisans ihale bedeli ve su kullanım bedeli gibi önceden kaynak kullanımı için bedel ödememiş veya bedel ödemeyi taahhüt etmemiş tüzel kişilerdir. Kuraldaki tanımlamaya giren üç grup harç mükellefi bulunmaktadır. İlk grup, 23.07.2004 tarihinde yürürlüğe giren Elektrik Enerjisi Üretmek Amacıyla Aynı Bölge ve Aynı Kaynak İçin Yapılmış Birden Fazla Lisans Başvurusu Olması Halinde Seçim Yapılmasına İlişkin Tebliğ öncesinde lisans almış veya Tebliğin yürürlüğü döneminde tekli başvuru olduğu için lisans bedeli ödememiş tüzel kişiler. İkinci grup, Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su Kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkındaki Yönetmelik kuralları uyarınca tekli başvuruda bulunmuş ve katkı payı taahhüt etmemiş tüzel kişiler. Üçüncü grup ise yukarıda belirtilen düzenlemeler dışında otoprodüktör olarak faaliyet gösteren ve otoprodüktör lisansları, üretim lisansına dönüşmüş hidroelektrik kaynağa dayalı elektrik üretimi yapan tüzel kişilerdir. 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa göre, 3096 sayılı Kanuna dayanarak yapılan mevcut sözleşmeler kapsamında faaliyet gösteren tüzel kişiler ile kaynak bedeli ödeyip ödemediği dikkate alınmaksızın hidroelektrik kaynak dışında diğer kaynaklardan üretim yapan şirketlerin söz konusu harcı ödeme yükümlülükleri bulunmamaktadır. Yapılan düzenleme harç olarak adlandırılıp, Harçlar Kanunu'na yapılan bir ilave olmakla birlikte, hukuki niteliği itibarıyla harç olarak nitelenemez. Harç, Devletin yerine getirdiği bazı hizmetler karşılığında hizmetten yararlanan kimselerden alınan bedel olarak tanımlanabilir. Öğretide harç, bazı kamu hizmetlerinden yararlanan kimselerin belirli bir ölçüde bu hizmetlerin maliyetine katlanmaları amacıyla ya da kişilerin bazı işlemleri yapması sırasında konulan ve zor unsuruna dayanan mali yükümlülükler olarak tanımlanmaktadır (Öncel, Kumrulu, Çağan, Vergi Hukuku, Ankara 1997, s. 457).Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 4 Anayasa Mahkemesi ise, 01.11.2012 tarihli ve E.2011/64, K.2012/168 sayılı kararında, Harç, kamu kurum ve kuruluşlarının sunduğu hizmetlerden yararlananlardan, bu yararlanmaları karşılığı alınan bedeldir. Bir hizmetin harç konusu olabilmesi için, kişilerin bir kamu kurumundan yararlanmaları, kişilere kamu eliyle özel bir yarar sağlanması ve kamu idaresinin kişilerin özel bir işiyle uğraşması gerekir. diyerek; harcın açık bir tanımını yaptıktan sonra, bir hizmetin harç konusu olabilmesi için, kişilerin bir kamu kurumundan yararlanması, kişilere kamu eliyle özel bir yarar sağlanması ve kamu idaresinin kişilerin özel bir işiyle uğraşması koşullarının bir arada olması gerektiğini belirtmiştir. Öte yandan, Harçlar Kanunundaki düzenlemeler de yukarıdaki tanımlarla uyum içindedir. Harçlar Kanununda harca tabi işlemler dokuz başlık altında ve dokuz tarifede düzenlenmiştir. Bunlar; yargı harçları, noter harçları, vergi yargısı harçları, tapu ve kadastro harçları, konsolosluk harçları, pasaport, ikamet tezkeresi, vize ve Dışişleri Bakanlığı tasdik harçları, gemi ve liman harçları, imtiyazname, ruhsatname ve diploma harçları ile trafik harçlarıdır. Bu harç gruplarında belirtilen iş ya da işlem türlerine göre dokuz tarife belirlenmiştir. Tarife kalemlerine bakıldığında harçlar yukarıda belirttiğimiz tanıma uygun olarak dava görülmesi, işlem yapılması, belge verilmesi gibi devlet veya yetkilendirdiği kişiler tarafından yapılan ve somut karşılığı olan işlemler için alınmaktadır. Bu bağlamda, 6456 sayılı Kanunun 16 ncı ve 17 nci maddelerinde öngörülen şekilde, ticari bir faaliyetten elde edilebilecek bir hâsılat üzerinden harç adı altında bir bedel alınmasını yönelik harç türü söz konusu değildir. Bu durumun tek istisnası, yapısal olarak benzerlik göstermesine rağmen niteliği itibarıyla tamamen farklı olan denetim yetkilendirme belgesi harcıdır. Diğer yandan, Harçlar Kanununda nispi ve maktu olmak üzere iki matrah ölçütü vardır. Nispi harçlar konuları belirli bir değere ilişkin olan iş veya işlemler için alınmaktadır. Örneğin, konusu belirli bir değerle ölçülebilen davalarda tarifede yazılı oran üzerinden karar ve ilam harcı bu kapsamdadır. Maktu harçlar ise konusu belirli bir değer ile ölçülemeyen iş veya işlemlerde uygulanmaktadır. Örneğin, pasaport harcı, defter tasdiki gibi işlemlerde alınan harçlar gibi. Yapılan düzenlemede binde on beş gibi bir nispete yer verilmiş olmasına rağmen, buna esas olabilecek değer her yıl değişeceğinden karar ve ilam harcında veya tapu harçlarının birçoğunda olduğu gibi nispete uygulanacak mutlak bir değerden söz edilememektedir. Nispete uygulanacak değer, üretim şirketinin kendi ihtiyacı için kullandığı elektrik bedeli dışında, bir önceki yılın gayri safi iş hâsılatıdır. Hâsılat, kara yönelik bir faaliyetin maliyeti düşürülmeden etkisi, gayri safi hâsılat ise bir gelir kaleminin varsa iade, indirim veya iskontosu düşünülmeden önceki tutarı olarak ifade edilmektedir. Benzerlik arz eden bir düzenleme, 31.05.2012 tarihli ve 6322 sayılı Kanunun 20 nci maddesi hükmü ile Harçlar Kanununa ekli 8 sayılı tarifeye eklenmiştir. Bu düzenleme de aslında harç değil, vergi benzeri bir mali yükümlülüktür. Bu düzenlemede bir serbest meslek kazancı olan bağımsız denetim hizmeti üzerinden, denetimin türüne göre muafiyet sınırı farklı olmak üzere, denetim yapan kimsenin bağımsız denetim faaliyetlerinden elde ettiği bir yıllık gayrisafi iş hâsılatının binde beşi tutarında belge harcı alınmaktadır. Söz konusu harç, gayrisafi iş hâsılatı üzerinden belli bir nispette alınması yönüyle hidroelektrik lisans harcıyla benzerlik taşımasına rağmen özünde farklı bir düzenlemedir. Öncelikle, iş hâsılatının hesaplama parametresi serbest meslek erbapları tarafından yapılan hizmet üretimidir. Dolayısıyla, yatırım ve harcamaları mukayese götürmeyecek oranda daha düşüktür. İkinci olarak, bu harç tarifesinde belirli muafiyet oranları getirilmiştir. Bu muafiyet sayesinde nispi bir vergi adaleti sağlanmaktadır. Az kazanandan az, çok kazanandan çok harç alınmaktadır.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 5 Elektrik üretimi lisans harcında ise, bir muafiyet oranı olmadığından, işletme gideri göreli daha yüksek küçük santrallerin ödeyeceği harçların, karlarına oranı daha yüksek olacaktır. Üçüncü olarak, bağımsız denetim harçlarında, harca tabi hizmetin fiyatlandırılması için belirli bir ölçü olmadığından, harcın hizmetin fiyatına yansıtılması kolay olacaktır. Elektrik üretimi lisansı harcında ise, en azından şimdilik harcın fiyata yansıtılması olanağı bulunmamaktadır. Bu açıklamalar ışığında, elektrik üretim lisansı için tespit edilen matrah parametresi vergi ve vergi benzeri gelirlerin düzenleme dayanaklarından zorla alınması dışında hiç birisine uymamaktadır. Hukukumuzda bir başka örneği de bulunmamaktadır. 6456 sayılı Kanunun 16 ncı maddesiyle Harçlar Kanununun 113 üncü maddesine eklenen kurala göre, elektrik üretimi lisans harçları her yıl kurumlar vergisi beyannamesi verme süresi içerisinde verilen bildirim üzerine, elektrik üretim faaliyetlerinden elde edilen gayrisafi iş hâsılatı esas alınarak tahakkuk ettirilmektedir. Tahakkuk ettirilen harçlar Mayıs ayı içerisinde ödenecek ve yapılan tahakkuklar ayrıca mükellefe tebliğ edilmeyecektir. 6456 sayılı Kanunun 60 ıncı maddesinde ise, bu kuralların 01.01.2014 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir. Bu durumda, 2013 yılı gayrisafi iş hâsılatı üzerinden 2014 yılında harç ödenip ödenmeyeceği hususu tartışmalı bir konudur. Tartışma şundan kaynaklanmaktadır. Aslında harç adı altında alınacak olan Kanunun yürürlük tarihinden önce yani 2013 yılında yürütülen bir faaliyetten doğan gayrisafi iş hâsılatı üzerinden alınan vergi benzeri bir kamu geliridir. Gelirden doğan bir mali yükümlükle benzerlik teşkil etmektedir. Bu nedenle, Kanunun yürürlüğünden önceki bir dönemde elde edilen gayrisafi gelirden ödeme yapılması hukuken tartışmalı bir konudur. Aslında geriye doğru bir vergilendirme söz konusu olmasına rağmen, vergilendirme yasa koyucu tarafından harç olarak nitelendirilip, peşin alınacağı kurala bağlanmaktadır. Düzenlemelerin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, Anayasanın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Vatandaşlara hukuk güvenliği sağlanması, hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarından biridir. Kişi ve kuruluşların devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve hukukun üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde gerçekleştirilebilir. Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Zira, ekonomik yaşam belirlilik ve kararlılık ister. Hukuki güvenlik ilkesi vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin belirliliğini ve geriye yürümezliğini de içerir. Hidroelektrik santralı yatırımları büyük mali kaynak gerektiren yatırımlardır ve geri dönüşleri on yılları bulabilmektedir. İptali istenen kurallardaki harcın mükellefleri, bugünkü yatırım ortamından çok farklı sayılabilecek bir dönemde, yürürlükteki yasalara göre harç adı altında bir vergi ödemeyecekleri gerçeğinden hareketle yüksek finansman maliyetlerine katlanarak söz konusu yatırımları yapmışlar ve finansman projeksiyonlarını da bu parametreler üzerine kurmuşlardır.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 6 Hidroelektrik santraller yapıldıktan sonra yatırımcıların, Elektrik Piyasası Kanunu kapsamında, özelleştirme bedeli, lisans ihale bedeli ve su kullanım bedeli ödemeksizin hidrolik kaynaklara dayalı elektrik üretim faaliyetinde bulunmaları halinde söz konusu faaliyetlerden elde ettikleri bir önceki yıl gayrisafi iş hasılatı üzerinden binde 15 oranında vergi niteliğinde olan ancak adına harç denilen mali yükümlülüğe tabi tutulmaları, sosyal bir hukuk devletinde olması gereken istikrar, hukuki belirlilik ve hukuk güvenliği nitelikleriyle bağdaşmayacağı için Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturur. Öte yandan, Anayasanın 73 üncü maddesinde, herkesin kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü bulunduğu, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımının, maliye politikasının sosyal amacı olduğu, vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulacağı, değiştirileceği veya kaldırılacağı öngörülerek Anayasanın 2 nci maddesinde nitelikleri belirtilen hukuk devleti ilkesi vergilendirme ilkeleri yönünden somuta büründürülmüştür. Anayasaya göre vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin yasallığı ilkesi yanında verginin genel ve eşit olması, idare ve kişiler yönünden duraksamaya yol açmayacak belirlilik içermesi, geçmişe yürümemesi, öngörülebilir olması ve hukuk güvenliği ilkesine de uygunluğunun sağlanması gerekmektedir. Vergide genellik ilkesi, herhangi bir ayırım yapılmaksızın mali gücü olan herkesin vergi yüküne katılmasını ve vergi ödemesini ifade ederken; mali güce göre vergilendirme, verginin, yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, aynı zamanda vergide eşitlik sağlanmasının uygulama aracı olup, mali gücü fazla olanın malî gücü az olana göre daha fazla vergi ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi ise mali gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan ise farklı oranda vergi alınması esasına dayanır. Oysa, bir önceki yılın gayrisafi iş hasılatı üzerinden binde onbeş oranında harç adında vergi alınmasını öngören iptali istenen düzenlemeler, mükelleflerin kar elde edip etmediklerine ve fiziki ve dolayısıyla iş hasılatı büyüklüklerine bakmamakta; yatırım hacmine göre işletme gideri göreli daha yüksek küçük santrallerin ödeyeceği harç ile işletme gideri daha düşük olacak büyük santraller için aynı oranda harç ödenmesini öngörmektedir. Anayasa Mahkemesi 13.07.1996 günlü, E.1994/85 ve K.1995/32 sayılı Net Aktif Vergisinin gayrisafi hâsılat üzerinden belirlenmesine ilişkin iptal kararında Gayrisafi hâsılat yükümlülerin mali gücünü tam olarak yansıtmaz. Ekonominin değişik ya da benzer kesimlerinde faaliyet gösterip de aynı gayrisafi hâsılata sahip olan yükümlülerin mali güçleri de aynı olmayabilir. açıklamasına yer vermiştir. Karardaki gerekçede belirtildiği üzere, iptali istenen düzenlemedeki harcın matrahının gayrisafi hâsılat üzerinden hesaplanması, kar elde edilip edilmemesine bakılmaması ve yatırım hacmine göre işletme gideri göreli olarak yüksek küçük santraller ile işletme gideri göreli düşük büyük santraller için aynı oranın öngörülmesi, Anayasanın 73 üncü maddesine aykırıdır. Diğer yandan, iptali istenen elektrik üretim harcı düzenlemesi sadece hidroelektrik kaynaklara dayalı olarak üretim yapan şirketlere yöneliktir. Diğer kaynak türlerine dayalı olarak üretim yapan şirketler harcın mükellefi değildir. Bu yönü itibariyle düzenleme Anayasanın yasa önünde eşitlik ilkesini düzenleyen 10 uncu maddesine de aykırıdır.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 7 Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 6456 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 16 ncı maddesi ile 492 sayılı Harçlar Kanununun 113 üncü maddesine eklenen ek fıkra ile 17 nci maddesi ile 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (8) sayılı Tarifeye eklenen bölüm, Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 73 üncü maddelerine aykırı olduğundan iptalleri gerekir. 3) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 Sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 52 nci Maddesinin Anayasaya Aykırılığı 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kanunun iptali istenen 52 nci maddesi ile, 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılmış; Yasanın 60 ıncı maddesi ile de, yürürlükten kaldırılmanın geçerli olduğu tarih 27/2/2008 olarak belirlenmiştir. 5737 sayılı Vakıflar Kanununun Vakıf kültür varlıklarının tespiti, tescili ve yaşatılması başlıklı 28 inci maddesi şöyledir: MADDE 28 Vakıflara ait yurt içi ve yurt dışındaki taşınır ve taşınmaz vakıf kültür varlıklarının tespiti, envanterinin çıkarılması, tescili, Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait olanların korunması, mülkiyeti el değiştirmiş vakıf kültür varlıkları ile koruma alanlarının kamulaştırılması, değerlendirilmesi, onarımı, restorasyonu ve gerektiğinde yeniden inşası Genel Müdürlükçe yürütülür. Sermayesinin yüzde ellisinden fazlası Genel Müdürlüğe veya mazbut vakıflara ait işletme ve iştiraklerin; Kurumlar Vergisi matrahının yüzde onu, yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Genel Müdürlüğe aktarılır. Yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait vakıf kültür varlığı niteliğindeki taşınmazların, benzer amaçlı mazbut vakıfların gelirleriyle korunmasına ve yaşatılmasına Meclis yetkilidir. İptali istenilen 52 nci madde ile, sermayesinin yüzde ellisinden fazlası Vakıflar Genel Müdürlüğüne veya mazbut vakıflara ait işletme ve iştiraklerin; kurumlar vergisi matrahının yüzde onunun, yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğüne aktarılmasına ilişkin olarak 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, sermayesinin yüzde ellisinden fazlası Vakıflar Genel Müdürlüğüne veya mazbut vakıflara ait işletme ve iştiraklerin tanımına uygun işletme ve iştirak sayısı birdir ve o da Vakıfbank'tır. Yani Vakıfbank 2008'den beri her yıl kurumlar vergisi matrahının; bir başka deyişle mali karının yüzde 10'unu vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğüne aktarmak durumundadır. Vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğüne para aktarılmasına ilişkin olarak bu yükümlülük Vakıfbank'a 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesi ile getirilmiştir. Bu maddenin gerekçesi ise şu şekildedir;Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 8 Madde ile ülkemizin kültür mirası niteliğinde olan vakıflara ait taşınır ve taşınmaz eski eserlerin tespiti, envanterinin çıkarılması, tescili, Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait olanların; korunması, koruma alanlarının kamulaştırılması, değerlendirilmesi, onarımları ile restorasyonlarının Genel Müdürlükçe yapılması ve ayrıca yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait abide eserlerin geleceğe intikalinin sağlanması, yaşatılması için benzer amaçlı vakıf gelirlerinden harcama yapılabilmesi hususlarında düzenleme yapılmıştır. Vakıf kültür varlıklarının onarılıp yaşatılmasında, abide eserlerin geleceğe intikalinin sağlanmasında kamu yararı bulunduğu kuşkusuzdur. Bir hükmün değiştirilmesi veya kaldırılması için en geniş anlamıyla bu değiştirme veya kaldırmanın kamu yararına dayanması, başka deyimle kaldırma veya değiştirme için gösterilen gerekçelerin doğru olması veya başka gerekçelerin, yasa koyucunun kaldırma veya değiştirme işleminin haklı göstermesi, Anayasanın temel ilkelerindendir. Nitekim, kamu yararı bulunmayan konularda yasa koyucunun bir yasa yapması veyahut bir yasayı değiştirmesi, yasama yetkisinin tanınmasıyla güdülen amaca aykırı düşer; çünkü, yasama yetkisi, devlete yararlı olacak alanlarda ve yararlı olacak biçimde kullanılmak üzere Meclislere tanınmış bir yetkidir. Anayasa Mahkemesinin 28.01.2004 tarih ve E.2003/86, K.2004/6 sayılı kararında Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumları benimseyen, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. yasaların kamu yararına dayanması"> gereği kuşkusuz hukuk devletinin temel değerlerinden birini oluşturmaktadır. denilmiştir. İptali istenen kural, kamu yararı görüldüğü için getirilen bir hükmü kaldırdığından Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olduğu çok açıktır. Diğer taraftan Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ile de bağdaşmaz. Açıklanan nedenlerle, 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 52 nci maddesi Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 4) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 Sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 60 ıncı Maddesinin (d) Bendinin Anayasaya Aykırılığı 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kanunun 52 nci maddesi ile, 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılmış; Yasanın iptali istenen 60 ıncı maddesinin (d) bendi ile de, yürürlükten kaldırılmanın geçerli olduğu tarih 27.02.2008 olarak belirlenmiştir. İlke olarak, herhangi bir kanun veya düzenleyici kural, hukuksal sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da, yasaların yürürlüğeEsas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 9 girmelerinden önceki olayları etkilememeleri, yani, geçmişe etkili olmamalarıdır. Hakkın özünü ortadan kaldıran bir hükmün aleyhteki kanun hükmü olduğu açıktır. Hukuk devletinin temel özelliği, bütün vatandaşlar, hatta vatandaş olmasa bile ülkesindeki tüm insanlara hukuki güvence sağlamasıdır. Hukuki güvencenin ilk ve en basit şartı ise aleyhteki kanunların geriye yürümemesidir. Anayasa Mahkemesi'nin de bu yönde verilmiş birçok kararı vardır. Nitekim Yüksek Mahkeme ‘geriye yürümezlik' ilkesini incelerken 07.02.2008 tarihli ve E.2005/128, K.2008/54 sayılı kararında aynen şöyle demiştir: Daha önce tesis edilmiş bulunan işlemlerin doğurduğu hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama tasarrufunda bulunulması, hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturur. Hukuk devletinin gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. Yasaların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. İptali istenen kural; kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar için getirilmemiş, bilakis kamu yararı görüldüğü için getirilen bir kuralın kaldırılması öngörülmüştür. Bu nedenle sözkonusu kural, hukuk güvenliği ilkesi ile bağdaşmadığından Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. Yürürlük tarihi olarak 2008'in belirlenmesinin nedenini (böyle bir düzenleme yapılmasındaki amacı) ise, Vakıfbank'ın yıllardır kurumlar vergisi matrahının yüzde onunu, Vakıflar Genel Müdürlüğüne yasanın amir hükmüne karşın aktarmamış olmasında aramak yanlış olmayacaktır. Çünkü, gerekli aktarmalar zamanında yapılmış olsaydı, aktarma yükümlülüğünün kaldırılmasının geriye çekilmesi, hiçbir anlam kazanmayacaktı. Yasakoyucunun kişisel, siyasî ya da saklı bir amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararına yönelik olmayan başka bir amaca ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği durumlarda bir <<yetki saptırması>> ve giderek de amaç öğesi bakımından yasanın sakatlığı ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırılığı söz konusu olur. Diğer taraftan Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ile de bağdaşmaz. Açıklanan nedenlerle, 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 60 ıncı maddesinin (d) Bendi Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde KararnamelerdeEsas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 10 Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci maddesi ile değiştirilen 4749 sayılı Kanunun 7/A maddesinin birinci fıkrasındaki iptali istenen Bölüm, temel esasları belirlenmeden, sınırları çizilmeden yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırı olarak yürütmeye düzenleme yetkisi verdiğinden uygulanmaları halinde hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Elektrik üretimi lisans harcı, 01.01.2014 tarihinde yürürlüğe yürürlüğe girecek ve hidroelektrik santrali yatırımcıları 2013 yılı gayrisafi iş hasılatının binde onbeşi oranında 2014 Mayıs'ında harç ödemek durumunda kalacaklardır. Anayasa Mahkemesi tarafından düzenleme iptal edilse dahi Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümediğinden, söz konusu yatırımcıların telafisi olmayan zarar ve ziyanları ortaya çıkacaktır. Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Ana | 4,148 |
Esas Sayısı : 2008/38 Karar Sayısı : 2010/39 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '1 Anayasanın İlgili Madde ve İlkeleri: Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi, 9. maddesinde belirtilen yargı yetkisinin millet adına bağımsız mahkemelerce kullanılması, 10. maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik, 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü, kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı, 36. maddesinde belirtilen hak arama hürriyeti ve adil yargılanma hakkı ilkesi, 37. maddesinde belirtilen kanuni hakim güvencesi ve 152. maddesinde belirtilen görülmekte olan davada Anayasaya aykırılık iddiası ileri sürülebilirliği, 2 Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri: 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 141, 142, 143 ve 144. maddelerinde açıklanan tazminat konusu eylemler, kamu otoritesi tarafından gerçekleştirilen Haksız Fiili niteliğindedir. 142. maddenin 6. fıkrasında 'İstemin ve ispat belgelerinin değerlendirilmesinde tazminat hukukunun genel prensiplerine göre verilecek tazminatın saptanacağı' belirtilmekle doğrudan Hukuk Usulü Muhakemesi ve Borçlar Kanunu'na atıfta bulunulmuştur. Böylece davaya konu tazminatın dayanağının haksız fiil olduğu kabul edilmiştir. Tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, haksız fiile dayanarak açılan davalar, eylemin niteliğine göre, genel hukuk mahkemelerinde tazminat ya da idari yargı yerlerinde tam yargı davası olarak görülmektedir. Hukuk mahkemeleri ve idari yargı makamları bu konularda uzmanlaşmış ihtisas mahkemeleridir. Ağır Ceza Mahkemeleri niteliği itibariyle ceza yargılaması yapan mahkemelerdir. Başka haksız fiil sebeplerine dayanarak açılan tazminat davaları hukuk ya da idare mahkemelerinde görüldüğü halde, 5271 sayılı Yasanın 141. maddesine dayanan ve haksız fiil olduğu belirtilen eylemler nedeniyle açılacak tazminat davaları Ağır Ceza Mahkemesince görülmektedir. Böylece kaynağı haksız fiil olan tazminat davalarının iki ayrı yargı merciinde görülmesi düzenlenmiştir. Bu husus Anayasanın 10. maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik ilkesine aykırıdır. Anayasanın 36. maddesinde hak arama hürriyeti ve adil yargılanma hakkı düzenlenmiştir. Aynı tür davalardan bir kısmı, konusunda uzman ve sürekli aynı nitelikli davalara bakan mahkemelerde görüldüğü halde, CMK 141. maddesine dayanan davaların (aslı tazminat davası olması nedeniyle hukuk mahkemelerinin görev ve ihtisas alanına girdiği halde) konusunda uzman olmayan farklı bir usul yasası uygulayan Ağır Ceza Mahkemelerinde açılmaktadır. Bu durum adil yargılanma ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 142. maddesinde davacının hakkını ispatlamasına ilişkin ispat kuralları da genel tazminat hukuku prensiplerine aykırı olarak sınırlandırılmıştır. Süreler daha kısaltılmış, delil ileri sürme hakkı da sınırlandırılmıştır. Bu usul de Hukuk Mahkemeleri Usulü Kanununa aykırı olarak kısmi dava açabilme, davasını ıslah edebilme gibi haklardan davacı mahrum bırakılmıştır. Bu hususlar da adil yargılanma ve eşitlik ilkelerine aykırıdır.Esas Sayısı : 2008/38 Karar Sayısı : 2010/39 2 Anayasanın 37. maddesinde kanuni hakim güvencesi düzenlenmiş ve hiç kimsenin kanunen tabi olduğu mahkemelerden başka bir mercii önüne çıkarılamayacağı belirtilmiştir. Aynı nedene dayanan tazminat davalarının bir kısmının hukuk mahkemesinde, bir kısmının ise Ağır Ceza Mahkemesinde görülmesi bu ilkeye aykırı düşmektedir. Bu nedenle düzenleme kimsenin kanunen tabi olduğu mahkemelerden başka bir mercii önüne çıkarılamayacağı ilkesine ve Anayasanın 37. maddesine de aykırıdır. Anayasanın 11. maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarının idari makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu, kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Anayasanın 152. maddesinde mahkeme görmekte olduğu bir davada uygulayacağı kanunun Anayasaya aykırı olduğunu görürse, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakacağı belirtmektedir. Mahkememizin 2007/66 esas sayılı dava dosyasında Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 142/2. maddesinin uygulanması söz konusudur. Bu maddenin yukarıda belirtilen gerekçelerle Anayasaya aykırı olduğu kanaatine varıldığından, bu konuda Anayasa Mahkemesine başvurma zorunluluğu doğmuştur. İSTEM SONUCU: Yukarıda arz ve izah edilen nedenlerle; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 142. maddesinin 2. fıkrasının, Anayasanın 11. ve 152. maddeleri gereğince iptaline karar verilmesi saygı ile arz ve talep olunur.'" | 561 |
Esas Sayısı : 2006/51 Karar Sayısı : 2006/57 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçelerinin gerekçe bölümleri özetle şöyledir: 5467 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu, Yükseköğretim Kanunu, Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu, Telsiz Kanunu ile 78 ve 190 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un geçici 1. maddesinde, Bu Kanunla kurulan üniversitelerin kurucu rektörleri iki yıl için, Milli Eğitim Bakanı ve Başbakanın önereceği üç isim arasından Cumhurbaşkanınca atanır. denilmektedir. Anayasa'nın 130. maddesinin altıncı fıkrasında, yasada belirlenecek yöntem ve ilkelere göre, rektörlerin Cumhurbaşkanı'nca seçileceği belirtilmiş, 104. maddesinin ikinci fıkrasının (b) bendinin son alt bendinde de, rektörleri seçmek Cumhurbaşkanı'nın yürütme alanına ilişkin görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. Bu kurallarda rektör adaylarının nasıl önerileceği belirtilmediğinden buna ilişkin düzenlemenin yasayla yapılacağı açıktır. Ancak, yapılacak yasal düzenlemenin, diğer ilgili anayasal kurallarına ve kamu yararı amacına uygun olması gerektiği de kuşkusuzdur. Anayasa'nın 130. maddesinin birinci fıkrasında, üniversitelerin, çağdaş eğitim ve öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde ulusun ve ülkenin gereksinimine uygun insangücü yetiştirmesi amacı ile eğitim, öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere, kamu tüzel kişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversitelerin devlet tarafından yasayla kurulacağı belirtilmiştir. 130. maddenin gerekçesinde de, yasaya bırakılan konuların bilimsel özerklik ilkesi gözönünde bulundurularak düzenlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Anayasa'da yer verilen kurucu öğeler, aynı zamanda üniversitelerin görev alanını belirlemekte, işlevini ortaya koymaktadır. Üniversitelerin bu görev ve işlevinin niteliği, bilimsel ve akademik çalışma ve etkinliklerinin ağırlık ve önemi nedeniyle, her türlü dış etkilerden ve siyasal karışmalardan uzak tutulması ve bilimsel saygınlıklarının korunmasına özen gösterilmesi gerekmektedir. Çünkü, üniversiteler akademik nitelikleri nedeniyle tüm çalışmalarında bilimsel ölçütleri gözönünde bulundurmak, nesnel ve yansız olmak zorundadır. Bunu sağlamanın yolu ise, yükseköğretim dışındaki kurumların, özellikle siyasal erkin, yönetimin herhangi bir evresinden başlayarak bilimsel çalışmaları etkileyecek tüm aşamalardan uzak durmasından geçmektedir. Anayasa koyucunun üniversiteleri bilimsel özerklik ve kamu tüzelkişiliği ile donatması, yükseköğrenime verilen önem ve değerin sonucudur. Gerek bu önem ve değer, gerek rektör seçimi yetkisinin Cumhurbaşkanı'na verilmiş olması, üniversitelerin bilimsel özerkliklerinin yönetsel özerkliği de içerdiğini göstermektedir. Çünkü, bilimsel özerklik, belli sınırlar içinde serbestçe karar alıp, bu kararları uygulayabilmeyi; verilen görev alanı içinde kalmak koşuluyla, üniversite dışı yönetsel birimlerin ve siyasal erkin karışması olmadan, işleyişini kendisinin yönlendirebilmesini gerektirmektedir. Başka bir deyişle, bilimsel özerklik yönetsel özerkliği de içermektedir. Yönetsel özerklik ile bilimsel özerklik birbirini tamamlamakta, yönetsel özerklik olmadan bilimsel özerklikten söz edilmesi anlamsız kalmaktadır. Bu niteliği ile bilimsel veEsas Sayısı : 2006/51 Karar Sayısı : 2006/57 2 yönetsel özerklik, üniversite yönetiminin karar alma sürecinde herhangi bir baskı, telkin ya da tavsiye ile etki altına alınmalarını önleyerek, yansız görev yapabilmelerini sağlamakta ve onlara görevlerini yürütebilecekleri bir hukuksal güven ortamı yaratmaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk anlayışını yansıtmakta, yasaların kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği ve adalet kavramları ile istikrar ve özerklik arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Hukuk güvenliği ve adalet, çağdaş kamu yönetimi anlayışında, istikrar olgusunun temelini oluşturmaktadır. Hukuk güvenliği, kamu görevlileri yönünden önemli bir güvencedir. Bir anayasal kurumun seçilip atanmış üyeleri söz konusu olduğunda bu güvence daha da önem kazanmaktadır. Bu güvence, yükseköğretimde çok önemli işleve sahip rektörlerin seçilme evresinde siyasal iktidarın karışmasına engel oluşturmaktadır. Öte yandan, Anayasa'nın 130. maddesinde, yükseköğretim kurumlarının kuruluşu Yasama Organı'nın takdirine bırakılmakla birlikte, Yükseköğretim Kurulu da bu alanda yetkili kılınmıştır. Gerçekten, Anayasa'nın 131. maddesinin birinci fıkrasında, üniversite öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, eğitim, öğretim ve bilimsel araştırma etkinliklerini yönlendirmek, üniversitelerin yasada belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını ve geliştirilmesini, üniversitelere ayrılan kaynakların etkili biçimde kullanılmasını sağlamak amacı ile bir Yükseköğretim Kurulu kurulacağı belirtilmiştir. Anayasa'nın 131. maddesinde yer verilen Yükseköğretim Kurulu'nun kuruluş öğeleri, aynı zamanda Kurul'un görev ve yetki alanını da belirlemekte ve yükseköğretimin planlanması, düzenlenmesi, yönetilmesi ve denetlenmesi ile eğitim, öğretim, bilimsel etkinliklerin yönlendirilmesi Yükseköğretim Kurulu'nun görev ve yetki alanına girmektedir. Bu alan, üniversiteleri yönetecek, eğitim ve öğretimi sürdürecek, bilimsel araştırmaları yönlendirecek yönetimin oluşturulmasını da kapsamaktadır. Yukarıda yer verilen anayasal kurallar ve yapılan açıklamalar eğitim ve öğretimde olduğu kadar yükseköğretim kurumlarının yönetim organlarının belirlenmesinde de görev ve yetkinin Yükseköğretim Kurulu'nda olması gerektiğini göstermektedir. Yükseköğretim kurumlarının siyasal karışma dışında tutulması yönündeki kamu yararı da bunu gerektirmektedir. Nitekim, bu gerekçelerden hareketle, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'nın 13. maddesinde, kurucu olup olmamasına göre ayrım yapılmadan, rektör adaylarını belirleyip önerme yetkisi Yükseköğretim Kurulu'na verilmiştir. Bu nedenle, Yasa'nın geçici 1. maddesinde, yeni kurulan üniversitelerde kurucu rektör adaylarının Milli Eğitim Bakanı ve Başbakan'ca belirlenmesinin öngörülmesi, üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerklikleriyle, Yükseköğretim Kurulu'nun Anayasa'da yer verilen görev ve yetkileriyle, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamakta ve kamu yararı amacına uygun düşmemektedir. Ayrıca, üniversiteler, hizmet yerinden yönetim birimleridir ve Anayasa'nın 123 üncü maddesinde ifade edilen yerinden yönetim esaslarına dayanırlar. Özerklik ve dolayısı ile kendi yönetim organlarını kendilerinin belirlemesi, üniversite için, yerinden yönetim ilkesinin getirdiği bir gerekliliktir. İptali istenen düzenleme ise, rektörlerin belirlenmesinde üniversiteyiEsas Sayısı : 2006/51 Karar Sayısı : 2006/57 3 dışlayıp siyasi iktidarın yönetimi şekillendirmesine imkan tanıyarak yerinden yönetim ilkesine ve dolayısıyla Anayasa'nın 123 üncü maddesine aykırı düşmektedir. Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına rektör önermek konusunda iptali istenen hükümde tanınan yetkiyi, Anayasa'nın 130 uncu maddesinde belirtilen devletin denetimi ve gözetimi kapsamında kabul etmek de olanaksızdır. Dava konusu yasa kuralı, Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine ters düştüğünden Anayasanın 11 nci maddesine de aykırıdır. Belirtilen nedenlerle Kural'ın, Anayasa'nın 2., 11., 123., 130. ve 131. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptaline ve uygulanması durumunda doğacak giderilmesi güç ya da olanaksız hukuksal sonuçlar gözönünde bulundurularak yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi istenilmiştir." | 885 |
Esas Sayısı : 2017/101 Karar Sayısı : 2017/87 1 Anayasanın 152. maddesi uyarınca Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkememizce iddianın ciddîliği konusunda hukuken tartışılabilir olma ölçütü esas alınmış, görülmekte olan davada uygulanacak kanun ile ilgili olarak iddianın hukukî bakımdan savunulabilirliği yani hukukî bakımdan tartışılabilir olup olmadığını incelenmiş olup bu bağlamda, ileri sürülen kanıtların hukukî bakımdan tartışmaya değer olduğu anlaşılmıştır, Kişilerin Anayasa ile korunmuş temel hak ve özgürlüklerinin ancak kanunla sınırlanabileceği muhakkaktır. Demekler dolay ısı ile vakıflar ile ilgili olarak da kısıtlama şartları Anayasanın 33. maddesinde belirlenmiş olup 2547 sayılı Yasanın l0. maddesinin son fıkrasının Vakıf yöneticileri mahkeme karan olmaksızın görevlerinden uzaklaştırılamazlar hükmü de dikkate alınarak anılan ve iptali istenen kanun maddesinin Anayasaya aykırı olup olmadığı tartışılmalıdır. Açıklanan nedenler ile davalı tarafın yapmış olduğu Anayasaya aykırılık iddiası tartışılmaya değer olduğu kanaati ile ciddi bulunmuş olup bu nedenle Anayasanın 152. maddesi uyarınca talebin ve evrakın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine ve davanın yasal süreç dahilinde geri bırakılmasına karar verilmiştir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, 2547 sayılı Kanunun Ek 11 madde 10. fıkrasına 07/09/2016 tarihli 29824 sayılı Resmi Gazetede Yayınlanan 6745 sayılı Kanun 15. maddesi ile eklenen Vakıf Yükseköğretim Kurumunun faaliyet izninin geçici olarak durdurulması halinde durdurulma süresince, kurumun idaresi, eğitim ve öğretimi sürdürmek veya tamamlamak üzere Yükseköğretim Kurulunca garantör üniversiteye veya belirlenecek bir devlet yükseköğretim kurumuna verilir. Bu vakıf yükseköğretim kurumunun kurucu vakfının yönetim organı başkan ve üyeleri ile vakıf yükseköğretim kurumu mütevelli heyet başkanı, üyeleri ve tüm yöneticilerinin görevleri, faaliyet izninin geçici olarak durdurulması karan ile birlikte sona erer. Bu kurucu vakfa, Yükseköğretim Kurulu ile Vakıflar Genel Müdürlüğünün talebi üzerine yetkili mahkeme tarafından kayyım atanır. hükmü için 152/3 maddesi uyarınca Anayasaya aykırılık iddiasının değerlendirilerek aykırılık olması halinde iptaline karar verilmesi arz olunur. | 313 |
Esas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 1 4357 sayılı Hususi İdarelerden Maaş Alan İlkokul Öğretmenlerinin Kadrolarına, Terfi, Taltif ve Cezalandırılmalarına ve Bu Öğretmenler için Teşkil Edilecek Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı ile Yapı Sandığına ve Öğretmenlerin Alacaklarına Dair Kanunun 11. maddesinde; Hükmi Şahsiyeti haiz ve Maarif Vekaletine bağlı olmak üzere (İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı) adı ile bir sandık kurulur. Maarif Vekaleti bütçesinden maaş alan İlkokul Öğretmenleri, ilkokul yardımcı ve stajyer öğretmenleri, yetiştirme yurtları öğretmenleri, arızalı çocuklara ilk tahsillerini veren müesseselerin öğretmenleri; Maarif Müdürleri, ilköğretmen müfettiş ve denetmenleri, uygulama okulu öğretmenleri, İlköğretim Umum Müdürlüğü ve Maarif Müdürlüklerinde vazifeli memurlar ile Sandık işlerinde çalışan memurlar Sandığa azadırlar. Sandık azası iken emekliye ayrılanlar, isterlerse azalıklarını devam ettirebilirler. Sandığın gelirleri şunlardır. 1 Azalardan umumi heyetçe tespit edilecek miktarda her ay kesilecek aidat 2 Teberrular ve Devlet bütçesinden yapılacak yardımlar 3 Sandık gelirlerinin nemalandırılmasından hasıl olan kârlar 4 Sandığın maksatlarını tahakkuk ettirmeye elverişli prevantoryum ve kaplıca gibi tesisler satın alarak veya yaptırılarak bunların kiralanmasından veya işletilmesinden elde edilecek kazançlar. Sandığın azalarına hangi hallerde ve miktarda karşılıksız veya karşılıklı yardım yapılacağı 14. maddede yazılı Anastatüde belirtilir hükmüne yer verilmiş, anılan Yasanın 14. maddesinde de, Sandığın idaresi, işleyiş tarzı ve esasları Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığınca hazırlanan bir anastatü ile tespit olunur. hükümleri yer almaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yukarıda belirtilen Yasa hükmüne dayanılarak hazırlanan İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı Anastatüsünün 1. maddesinde, bu Anastatünün amacının, İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığının idaresi, işleyiş tarzı ve esaslarını tespit etmek olduğu belirtilmiş, 15.maddesinde, Sandık üyelerine yapılacak yardımlar sayılmış, 17. maddesinde, bu Anastatüde belirtilmeyen hususların Sandığın kuruluşu ile ilgili 4357 sayılı Kanun ve değişikliklerinde düzenlendiği, Anastatüde tadilat yapma yetkisinin Bakanlığa ait olduğu, Anastatünün tatbikiyle ilgili Yönetmeliklerin Bakanlıkça hazırlanmasının asıl olduğu belirtilmiş, Üyelikler başlıklı 18. maddesinde ise, Sandığa kimlerin üye olduğu 4357 sayılı Kanunun 7117 sayılı Yasayla değişik 11. maddesinde sayılarak belirtilmiştir. Mezkur maddede görevleri ve görev yerleri sayılarak belirlenen üyelikler genişletilemez ve yaygınlaştırılamaz. hükmüne yer verilmiştir. Anılan düzenlemelerden, üyelerine karşılıksız olarak, evlenme, ölüm, emeklilik, malüliyet, tabii afet yardımları gibi yardımları yapmak amacıyla kurulan İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığına 4357 sayılı Yasada ve buna benzer düzenleme getirenEsas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 2 ilkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı Anastatüsünde sayılan kişilerin kendi isteklerine bakılmaksızın zorunlu olarak üye olacakları ve bu üyeliklerin genişletilemeyeceği anlaşılmaktadır. Yardım Sandığının kuruluş amaçları ve statüsü : Anayasa Mahkemesinin 28/11/1985 gün ve Esas: 1985/7, Karar: 1985/22 sayılı kararında belirtildiği gibi; Cumhuriyetin ilk yıllarında, ilköğretim hizmeti Özel İdareler tarafından üstlenilmiş ve ilkokul öğretmenlerinin maaş ve diğer özlük işleri, genel bütçe dışında özel idareler eliyle yürütülmüştür. Zaman içerisinde özel idarelerin bütçelerinde giderleri karşılayacak yeterli kaynakların bulunmaması nedeniyle öğretmenlerin terfi farkları, makam ücretleri, mesken ve teçhizat bedelleri ödenememiş ve bu yüzden özel idarelerin birbuçuk milyon lira borç birikmiştir. Bunun dışında, 10/6/1930 günlü ve 1702 sayılı Kanun gereğince, terfilerine karar verilen öğretmenlerin intibak ve kıdem zamlarından dolayı iki milyon liralık bir borç daha oluşmuştur. 4357 sayılı Kanun esas itibariyle bu borçların ödenmesi amacıyla çıkarılmış ve yasaya, bu sorunun çözümü ve bundan sonra aynı sorunlarla karşılaşılmaması için gerekli hükümler konulmuştur. Bu Kanunla ilkokul öğretmenleri mali haklar yönünden genel bütçe içerisine alınmışlardır. 4357 sayılı Kanunun gerekçesinde, bu sandığın kuruluş nedeni ve amacı şöyle açıklanmaktadır : ... madde, öğretmenlerden hastalananlara, evlenenlere, çocuk doğuranlara, çocuklarını okutacaklara, ölenlerin ailelerine yardım etmek üzere kurulacak (Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı) na aittir. Geçinme yükünü hafifletmek, sağlığa ve içtimai yardıma taallûk eden meselelerde öğretmenleri birbirlerine yardım edici duruma getirmek gayesini güden bu sandığın teşkili faydalı ve zaruri görülmüştür. Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, Yardımlaşma Sandığı, kişilerin kendi aralarında yardımlaşma, dayanışma ve bazı zorunlu ihtiyaçlarını uygun koşullarla karşılamak amacıyla oluşturdukları müşterek mal topluluğudur. Bu çerçevede değerlendirildiğinde sandığa üyeliğin bir tür sözleşme olduğu anlaşılmaktadır. Özel hukuk, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini, eşitlik ve irade serbestisi esasına göre düzenleyen hukuk kurallarının bütünüdür. Özel hukukta irade özerkliği, kişilerin yasal sınırlar içerisinde istedikleri hukuki sonuca bu yoldaki iradelerini yeterince açığa vurarak ulaşabilmelerini ifade etmektedir. Sözleşme özgürlüğü ise özel hukuktaki irade özerkliği ilkesinin anayasa hukuku alanındaki dayanağıdır. Anayasa açısından sözleşme özgürlüğü, Devletin, kişilerin istedikleri hukukî sonuçlara ulaşmalarını sağlaması ve bu bağlamda kişilerin belli hukukî sonuçlara yönelen iradelerini geçerli olarak tanıması, onların iradelerinin yöneldiği hukukî sonuçların doğacağını ilke olarak benimsemesi ve koruması demektir. Sözleşme özgürlüğü uyarınca kişiler, hukuksal ilişkilerini özgür iradeleriyle ve sözleşmelerle düzenlemekte serbesttir. Anayasanın 48. maddesinde koruma altına alınan sözleşme özgürlüğü, sözleşme yapma serbestisinin yanı sıra, yapılan sözleşmelere dışarıdan müdahale yasağını da içermekte olup, sözleşme özgürlüğüne yönelik herhangi bir sınırlama öngörülmemiştir. Bununla birlikte, bu hak mutlak ve sınırsız bir hak olmayıp belli kriterlere uygun olmak kaydıyla sınırlamalara tabi olabilecek haklardandır. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu gibi Anayasanın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanılarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Ancak bu sınırlamalar,Esas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 3 Anayasanın 13. maddesinin öngördüğü şekilde, hakkın özüne dokunmaksızın, hukuk devletinin gereklerini karşılayan bir kanun aracılığıyla, meşru bir amaçla, demokratik bir toplumda gerekliliğe hizmet eden ölçülülük ilkesine uygun şekilde gerçekleştirilmelidir. Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hâle getiren sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşullan, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları gibi güvenceler demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnaî olarak ve özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilirler. Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir. Başka bir deyişle yapılan sınırlama hak ve özgürlüğün özüne dokunarak, kullanılmasını durduruyor veya aşırı derecede güçleştiriyorsa, etkisiz hale getiriyorsa veya ölçülülük ilkesine aykırı olarak sınırlama aracı ile amacı arasındaki denge bozuluyorsa demokratik toplum düzenine aykırı olacaktır. Yukarıda belirtildiği gibi yardımlaşma sandığının amacı, üyelerinin sosyal ve ekonomik çıkarlarını korumak ve aralarındaki dayanışmayı teşvik etmek olup sandığa üyeliğin kamusal bir yönünün olmadığı görülmektedir. Sandığa üyeliğin mesleğin icrasına yönelik bir işlevinin olmadığı ve bu sandığa yasal olarak üye olanların temel sosyal güvenlik ihtiyaçlarının Sosyal Güvenlik Kurumuna üyelik yoluyla karşılandığı dikkate alındığında sandık üyeliğinin sadece bazı konularda ek güvence sağlayan ve temel hedefi özel çıkarları korumak olan bir işlem olduğu görülmektedir. Dolayısıyla sandık üyeliğinin özel hukuk niteliği ağır basmaktadır. Özel hukuk kurallarına tabi olan yardımlaşma sandığına üyelik konusunda esas olan irade özerkliği ve bunun anayasa hukukundaki dayanağı olan sözleşme özgürlüğüdür. Özel hukuk alanı içerisinde kalan yardımlaşma sandığı üyeliğinin, kişilerin üye olup olmama iradesi ve isteği dikkate alınmaksızın zorunlu tutulması karşısında, itiraz konusu kuralın sözleşme özgürlüğüne yönelik bir müdahale olduğu ve bu özgürlüğü kullanılamaz hâle getirdiği açıktır. Zira itiraz konusu kuralla, bireylerin serbest iradeleri dışında, belli bir mal topluluğu ile hukuki ilişkiye girme/sözleşme yapma zorunluluğu öngörülerek, bu özgürlüğün negatif görünümü olan sözleşme yapmama özgürlüğü ellerinden alınmaktadır. Belirtilen niteliğiyle söz konusu düzenleme, sözleşme özgürlüğünün özüne dokunmakta ve Anayasada öngörülen öze dokunma yasağını ihlal etmektedir. Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak, Yasa ile sınırlanabilir. Anayasanın temel insan hak ve hürriyetlerinden olan çalışma hürriyetinin, Yasa ile sınırlanması sırasında da, kamusal gereklilikler ile temel insan hak ve özgürlükleri yönünden ölçülülük ilkesi gözetilerek düzenleme yapılması esastır. Bu sebeple 4357 sayılı Kanunun iptali istenen hükmü Anayasanın 13. ve 48. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görmesi durumunda, bu kanaatini içeren gerekçeli kararıEsas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 4 ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin 1. fıkrası gereğince, 4357 sayılı Hususi İdarelerden Maaş Alan İlkokul Öğretmenlerinin Kadrolarına, Terfi, Taltif ve Cezalandırılmalarına ve Bu Öğretmenler için Teşkil Edilecek Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı ile Yapı Sandığına ve Öğretmenlerin Alacaklarına Dair Kanunun 11. maddesinin 2. fıkrasının Anayasanın 13. ve 48. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 10/11/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 1,347 |
Esas Sayısı:1978/56 Karar Sayısı:1978/60 1 "... l DAVACININ GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde şunlar ileri sürülmüştür : "Bilindiği üzere değişik zaman ve tarihlerde ve çeşitli nedenlerle vatana ve devlete kanı ve canı pahasına hizmet arzeden vatandaşlara veya onların geride kalan dul ve yetimlerine Yasama Organınca cüz'i miktarlarda aylık bağlanmış olup, bağlanan bu aylıklar vatani hizmet tertibinden ödenmektedir. Amaç belirli hizmeti yapanlara güven duygusu aşılamak, gerektiğinde vatandaşların, millî menfaat için, vatan uğruna her türlü tehlikeye atılmaktan çekinmemelerini sağlamak, teşvikçi olmak ve milletçe bu gibi hizmette bulunanlara karşı vefa örneği vermektir. Hangi idare altında olursa olsun dünyadaki bütün ülkeler böyle hizmetleri ifa edenlere bilhassa eski muhariplerine belirli bazı konularda diğer vatandaşlarına nazaran ayrıcalık tanımışlar ve onlara devlet elindeki olanaklarla itibar sağlamaya çalışmışlardır. Bizde son zamanlara kadar bu hizmet kişisel kanunlarla yerine getirilmek istenilmiştir. İlk defa 24/2/1968 günlü ve 1005 sayılı Kanunla İstiklâl madalyası verilmiş olanlara vatani hizmet tertibinden cüz'i bir miktar aylık bağlanmak suretiyle bu hususa kendi ölçüleri içinde "genel" bir nitelik kazandırılmıştır Daha sonra 27/4/1976 günlü ve 1985 sayılı Kanun yürürlüğe konularak bütün Türk gazileri vatani hizmet tertibinden ayda 1000, lira civarında aylık almak, tren ve deniz yollarından ücretsiz yararlanmak, devlet hastanelerinde muayene ve tedavi olmak hakkına kavuşturulmuşlardır. Böylece yukarıda anılan 1005 sayılı ve bilahare kabul edilen 1985 sayılı Kanunlarla vatani hizmet tertibinden kimlerin yararlanacağı belirtilerek kanun kapsamı içinde kimlerin bulunacağını saptayan genel bir "ilke kural" getirilmiştir. Ödenen aylığın manevi değeri bir yana, bugünkü hayat koşulları karşısında sembolik miktarda kalışına rağmen, Türk Ordusunda subay sayısının erata oranla % 2 nisbetinde olduğu gözönünde tutulunca, kanunun özellikle erleri kapsamı içine aldığı ve böylece sosyal devlet ilkesine de uygun düştüğü görülmektedir. Ancak yasa koyucu 21 Haziran 1978 tarihli ve 16323 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 15/6/1978 günlü 2150 sayılı Vatani Hizmet Tertibinden Aylık Alanların Aylıklarının Yükseltilmesi Hakkındaki Kanun 1. maddesinde "Bütçe Kanunlarına bağlı (Ç) işaretli cetvelde ismen gösterilmek suretiyle" deyimini kullanarak vatani hizmet tertibinden aylık alanlardan bir kısmına ayrıcalık tanımış ve büyük bir bölümünü mağdur etme pahasına bu vatandaşların aylıklarına zam yapmak suretiyle Anayasa'ya aykırı bir tutum içine girmiştir. Anayasa'ya aykırılık sebepleri : Maddede yer alan "Bütçe kanunlarına bağlı (Ç) işaretli cetvelde ismen gösterilmek suretiyle" deyimi aşağıda belirtilen sebeplerle Anayasamıza aykırıdır ve iptali gerekir. 1 Bütçe Kanunlarına bağlı (Ç) işaretli cetvelde 220 civarında isim gösterilmiştir ve gösterilmektedir. Bunlardan 200 kadarı T.B.M Meclisinin ilk üyeleri veya onların geride kalan çocuklarıdır. Yasama organının meslek tesanüdü ile dahi olsa böyle bir ayrıcalığa başvurması uygun mütalâa edilemez.Esas Sayısı:1978/56 Karar Sayısı:1978/60 2 2 Hukuk Devletinde kanunların genel olması gerekir. Vatani hizmet tertibinde aylık almayı düzenleyen genel bir kanun varken bunu bir tarafa bırakıp, Bütçe Kanunlarında isim isim gösterilmek suretiyle belirtilen kişilere 2150 sayılı Kanunla bazı haklar tanınması Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti gereklerinden olan "kanunların genelliği" ilkelerine aykırı düşmektedir. 3 Anayasamız "eşitlik" ilkesini temel haklardan saymıştır. Anayasa Mahkememiz eşitlik ilkesini aynı statü içinde bulunanlar arasında fark yaratmamak diye bir çok kararında belirtmiştir. (Örneğin: 27/12/1966 günlü Resmî Gazete'de yayımlanan E. 1966/11 K.1966/44 sayılı kararı). Bu bakımdan vatani hizmet tertibinden aylık alanlardan bir kısmına, ötekilere nazaran ayrıcalık tanımak Anayasa'mızın 12 nci maddesine kesinlikle aykırıdır. SONUÇ : Yukarıda arz edilen sebeplerle Yüksek Mahkemenin re'sen saptayacağı esas ve biçim yönünden diğer Anayasaya aykırılık nedenleri de gözönünde tutularak taleple bağlı kalınmak suretiyle 2150 numaralı Vatani Hizmet Tertibinden Aylık Alanların Aylıklarının Yükseltilmesi Hakkındaki Kanunun l nci maddesinde yer alan (Bütçe kanunlarına bağlı) (Ç) işaretli cetvelde ismen gösterilmek suretiyle) deyiminin iptaline karar verilmesini saygılarımızla dileriz."" | 558 |
Esas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Mahkememizin yukarıda esas sayısı yazılı dosyasının yapılan yargılaması sırasında verilen ara karar gereğince; S.S. ' Konut Yapı Kooperatifi'nin 2008 yılında kullandığı yevmiye defterinin noter kapanış tasdikinin süresinde yaptırılmadığı, bu işlemden sorumlu olan yönetim kurulu üyesi ''ya TTK m. 67/3 maddesine uyan eylemi nedeniyle çıkartılan ön ödeme ihtaratına uymayarak üzerine atılı suçu işlediği, kooperatifin denetim kurulu üyeleri olan sanıklar ' ve ''ın da denetim görevlerini ifa etmeyerek 1163 sayılı Kanun'un Ek 2/3 maddesince düzenlenen müsnet suçu işledikleri anlaşılmakla, sanıkların mahkememizce yargılamasının yapılarak, sanık ''ın TTK m. 67/3 ve sanıklar ... ile ''ın 1163 sayılı Yasanın Ek 2/3 maddesi gereği cezalandırılmasına karar verilmesi talebiyle kamu davası açıldığı, sanık ''nın eyleminin sabit görülmesi durumunda, hakkında, 20/06/2012 tarih ve 6335 sayılı Yasanın 30. maddesi ile değişik, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 562/1. maddesi gereği, sanığın eylemi suç olmaktan çıkartılıp, kabahate dönüştürüldüğü için, dört bin TL idari para cezasının, adı geçen Yasanın 562/13. fıkrası gereği, mahallin en büyük mülki idari amirince uygulanacağı, bu itibarla adı geçen sanık hakkında, yargılamaya konu eylemin 'suç' olmaktan çıkartıldığı, sanık ''nın, yönetim kurulu üyesi olması nedeniyle atılı eylemde asli sorumlu olduğu; zira, 6102 sayılı Yasanın 64. maddesi ile ticari defterlerin usulüne uygun tutulmasının yasa ile doğrudan doğruya kendisine yüklenen görev olduğu, sanıklar' ve ''ın ise, sanık ''nın asli sorumluluğunu taşıdığı, ticari defterlerin usulüne uygun tutulup tutulmadığını denetleme görevleri nedeni ile 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun (iddianamede sehven 1162 yazılmıştır) Ek Madde 2/3 delaletiyle 1163 sayılı Yasanın 66. maddesine aykırı davrandıklarından bahisle cezalandırılmaları talebiyle kamu davasında sanık sıfatı ile yer aldıkları, sanıklar ' ve ''ın, ticari defterler üzerindeki 'denetim görevi'nin, tali sorumluluğa konu olduğu bir an için tüm sanıkların 'ticari defterlerin, usulüne uygun tutulması ve bu uygunluğun denetlenmesi' yükümlülüğüne aykırılık nedeniyle doğan sorumluluklarının eşit olduğu kabul edilse bile, 'ticari defterleri usulüne uygun tutma' yükümlülüğüne aykırı davranan sanığın eyleminin suç olmaktan çıkartılıp kabahate dönüştürülmesi karşısında, 'uygunluğu denetleme' yükümlülüğüne aykırı davranan sanıklar yönünden eylemin; 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun. 66/1. maddesine göre 'Denetçiler, işletme hesabiyle bilançonun defterlerle uygunluk halinde bulunup bulunmadığını, defterlerin düzenli bir surette tutulup tutulmadığını ve işletmenin neticeleriyle mameleki hakkında uyulması gerekli olan hükümlere göre işlem yapılıp yapılmadığını incelemekle yükümlüdürler. Ortakların şahsan sorumlu veya ek ödeme ile yükümlü olan kooperatiflerde denetçiler, ortaklar listesinin usulüne uygun olarak tutulup tutulmadığını da incelemek zorundadırlar.' ve aynı Yasanın Ek.Madde 2/3 uyarınca; ' ... 66 ve 67 nci maddeye aykırı hareket eden kooperatif ve üst kuruluşlarının denetim kurulu üyeleri bir aydan altı aya kadar hapis ve otuz günden üçyüz güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılırlar.' hükümleri gereği, eylemlerinin 'suç' olarak kalması ve hapis ve adli para cezasına hükmedilmesi gerekliliğinin, 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde tanımlanan 'kanun önünde eşitlik' ilkesine aykırılık teşkil ettiği kanaatine varılmıştır. 1982 Anayasası'nın 10. maddesine göre;Esas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 2 Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 07/05/2004 5170 S.K./l.mad) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 07/05/2010 5982 S.K./l. md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. (Ek fıkra: 07/05/2010 5982 S.K./l. md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (..) (İptal ibare: Anayasa Mah.nin 05/06/2008 tarihli ve E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı Kararı ile.) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Yasa önünde eşitlik ilkesi, 'ayrımcılık yasağı'nı da içinde barındıran bir temel ilkedir. Eşitlik ilkesinde kural olarak, herkes için kanun önünde mutlak eşitlik (şekli eşitlik) geçerliyken, aynı durumda olan hak öznelerinin 'haklı nedenlere dayalı olarak' farklı muameleye tabi tutulmaları 'maddi eşitlik'de söz konusu olmaktadır. Şöyle ki; 'ayrımcılık yasaklı eşitlik, aynı durumda bulunan hak öznelerinin; haklı nedenler olmadıkça, özellikle ırk, cinsiyet, dil, din ve inanç, siyasal ya da başka görüşler, yaş, engel, cinsel yönelim ve benzeri nedenlere dayalı ayrım gözetilmeksizin aynı kurallara bağlı olmasını ve yasaklama, kısıtlama, dışlama ya da yeğleme gibi eylemlere başvurmaksızın, tüm insan haklarından eşitlik koşulları içinde Devlet tarafından yararlandırılmalarının sağlanmasını amaçlayan üstün bir ilke, temel bir haktır.' Hukuk önünde eşitlik ilkesinin, gerek Uluslararası İnsan Hakları Ortak Hukuku, gerek Avrupa Birliği Hukuku ve gerekse iç hukukumuzun pozitif kuralları ile Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay kararları ve öğretideki kimi görüşler çerçevesinde yapılan bu 'eklektik' tanımda, 'olmazsa olmaz' nitelikli dört öge birlikte bulunmaktadır. Birincisi, öncelikle hak öznelerinin insan haklarından yararlanmalarındadır ki; bu, kısaca, sosyal hakların da kapsamında olduğu 'insan haklarından yararlanmada eşitlik' olarak ifade edilebilir. Bu özelliği nedeniyledir ki, ayrımcılık yasaklı eşitlik, Devlet'in uyması gereken 'üstün' bir ilke, bir 'ölçü' ilkedir; buna karşılık hak özneleri açısından, bir 'insan hakkı'dır, uluslararası ve 'usulüne göre yürürlüğe konuldukları' için Türkiye açısından 'ulusalüstü' nitelik taşıyan uluslararası sözleşmelerin ve ulusal hukukun güvenceye aldığı bir 'temel hak'tır İkinci öge, ayrımcılık yasaklı eşitliğin ve eşit işlemin, hak öznelerinin her durumda, her koşulda, her konuda ve her zaman 'mutlak' biçimde eşit olmadıkları, eşitleştirilmelerine olanak bulunmadığı gerçeğiyle ilgilidir.. Tersine bir söyleyişle, kimi zaman aynı, benzer ya da özdeş olmayan 'farklı' durum ya da koşullarda bulunan kişilere, aynı kuralların uygulanamaması, uygulanmasının da eşitliği sağlama yerine daha da bozma, eşitsizliği artırma sonucu doğurmasıdır. Yani ayrımcılık yasaklı eşitlik, farklı durumlarda bulunan kişiler için farklı kurallar konulmasına ve uygulanmasına engel olmaz. Var olan eşitsizlikler bunu gerektirmektedir. Ancak, biçimsel düzenlemelerle üstesinden gelinemeyen eşitsizliklerinEsas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 3 hafifletilmesi ve giderek kaldırılması amacıyla olumlu önlemler alınması da, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesinin kapsamındadır. Üçüncü öge, ikincisiyle bağlantılıdır. Birbirinin aynı olmayan durumlarda farklı kuralların uygulanabilmesinin 'haklı' sayılabilecek gerekçeleri, ölçütleri olmalı; böyle bir uygulama, 'keyfi' nitelik taşımamalıdır. Kimi hak özneleri için öngörülen farklı işlemler, nesnel, makul, inandırıcı, kısacası 'haklı' nedenlere dayanıyorsa ayrımcı sayılmaz. Dördüncü ve sonuncu öge, eşitlikle bağdaşmayan ayrımcı eylemlere ilişkindir. Haklı nedenlere dayanmayan ayrımcı bir eylem ya da farklı işlem, hak ve özgürlüklerin eşitlik koşullarına uygun biçimde kullanılmasını doğrudan yasaklama ve/veya kısıtlama biçiminde gerçekleştirilebileceği gibi, hak öznelerinin dışlanması ya da yeğlenmesi biçiminde de kendini gösterebilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ayrımcılık yasağı öngören 14. maddesinde, gerekse de 12 sayılı protokolün 1. maddesinde eşitlik ilkesine doğrudan ve açık bir gönderme yapılmamış olmasına karşın, 'işlem eşitliği' ve 'cinsiyetlerin eşitliği' ilkelerine göndermelerde bulunmuş, sözleşme ve protokolün anılan maddelerinin bu ilkeleri içerdiğine karar vermiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ayrımcılık kavramını tanımladığı gibi, sözleşmenin sağladığı korumanın doğrudan ayrımcılıkların yanı sıra dolaylı ayrımcılıkları da kapsadığını belirtmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ayrımcılık kavramını, 'bir birey ya da gruba, uygun haklı gösterme olmaksızın, sözleşme daha elverişli bir işlem gerektirmese bile, bir başkasına oranla daha az iyi davranıldığı durumları kapsar.' (Affaire Abdulaziz) şeklinde tanımlamış ve bir çok kararında bu tanımlamayı uygulamıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi uygulamaları ile, 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde tanımlanan kanun önünde eşitlik ilkesinin yanı sıra, Anayasa'nın Başlangıç bölümü ve sistematiği de hep birlikte göz önüne alındığında, 1982 Anayasası'nın, genel olarak 'eşitlik' ilkesini ve aynı zamanda 'sosyal adalet' ilkesini, 'kanun önünde eşitlik' ile sınırlı olmaksızın Cumhuriyetin 'değiştirilemez' niteliklerinden biri (m.4) düzeyine yükselttiği sonucuna varılmaktadır. Şöyle ki; 1961 Anayasası'nda olduğu gibi 1982 Anayasası da, 'Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıç kısmının, Anayasa metnine dahil' olduğunu (m. 176) ve 2. maddesinde de, 'Türkiye Cumhuriyeti'nin ... başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan ... sosyal bir hukuk devleti' niteliği taşıdığını öngörmüştür. Başlangıç'taki ilkeler arasında ise, 'Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak (...) onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu' da bulunmaktadır. 1982 Anayasası'nın, 1961 Anayasası'ndan ayrılarak, yasa önünde eşitlik ilkesine 'Genel Esaslar' içinde yer vermiş olmasının, bu ilkeye 'Anayasa'nın tümüne ve Devlet'e egemen bir ilke' niteliği kazandırdığı; bu düzenleme biçiminin, yani ilkenin Anayasa'daki yerinin, 'eşitliğin temel bir Devlet yönetimi ilkesi olarak düşünülmesi gerektiği görüşüne güç kattığı belirtilmiştir. Yasa önünde eşitlik ilkesinin demokrasinin vazgeçilmez üç ilkesinden birini oluşturduğunu vurgulayan 10. maddenin gerekçesi göz önüne alındığında, 'eşitlik ilkesinin Genel Esaslar kısmındaki Devlet'in kuruluş unsurları ve dayanaklarından biri olduğunu söylemek gereklidir, tıpkı 2. ve 5. maddelerde belirtilen Demokrasi, Hukuk Devleti ve İnsan Hakları gibi.'Esas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 4 Mevcut açıklamalar ışığında, somut olayda, sanık ' ile sanıklar ' ve ''ın eylemlerine farklı yasal düzenlemelerin tatbikinin, 'haklı sayılabilecek gerekçelere ve ölçütlere' dayanmadığı, sanıkların aynı hukuki statüde bulundukları ve aralarında statüler eşitliğin de bulunduğu, mevcut yasal mevzuat ile hak özneleri arasında ayrımcılık oluşturulduğu, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu ile 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu arasında, özel yasa genel yasa ilişkisinin bulunduğu, bu itibarla, sonradan yürürlüğe giren ve Kooperatifler Kanunu'ndaki yasal düzenlemeyi açıkça yürürlükten kaldırdığını ifade etmeyen genel yasa hükmü ile, özel yasa hükmünün çelişmesi durumunda, bu çelişkinin Hukukun genel ilkeleri ile giderilemeyeceği, özel yasanın genel yasaya karşı üstünlüğünü koruyacağı ve somut olayda sorumluluğun konusu aynı olan (hatta yönetim kurulu üyelerinin eylemine nazaran, denetim kurulu üyelerinin eylemi, kusuru, sorumluluğu ikincil nitelikte kalmaktadır, eylemi ve sorumluluğu doğuran asıl davranış yönetim kurulu üyelerinin davranışıdır.) sanıklar hakkında, eylemi daha ağır olan sanık ''nın eyleminin suç olmaktan çıkartılıp, hakkında yargılama yapmayı dahi gerektirmeyen ve idari mülki amir tarafından uygulanacak idari para cezasına çeviren 6102 sayılı Yasanın 562. maddesi karşısında, 1162 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun Ek 2/3 maddesinin Anayasa'nın 10. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 14. maddesinde tanımlanan kanun önünde eşitlik ilkesine, Anayasa Mahkemesi'nin 'aynı hukuksal durumda olan kişilerin aynı kurallara bağlı tutulacağı' ve 'Anayasa'nın 10. maddesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin arasında haklı nedene dayanmayan ayrımları önleyerek eşitliği sağlamaktır' şeklindeki yorum ve uygulamaları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ayrımcılık yasağını öngören 14. maddesine, 12 sayılı protokolün işlem eşitliğine yer veren ilgili hükmüne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karar ve uygulamalarına konu ve kaynak olan, Hukukun evrensel ilkesi, 'eşitlik ilkesi'ne aykırılık teşkil ettiği anlaşılmakla, somut norm denetimi açısından Anayasa Mahkemesine müracaat edilmesi gerektiği kanaatine varılmakla, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesi uyarınca dosyanın ilgili belgeleri dizi pusulasına bağlanarak ekli gönderilmiş olup, Mahkemeniz kararının bekletici mesele yapılmasına karar verilmiştir.'" | 1,642 |
Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: "1) 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen "Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir" cümlesinin Anayasaya Aykırılığı: 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 5. maddesinin yedinci fıkrasının birinci cümlesinde, "Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir" hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde, "...Perakende işletmeler hâlihazırda esasen 3572 sayılı Kanun, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu çerçevesinde belediyeler ve il özel idarelerinin izniyle açılmakta ve faaliyete geçmektedir. Madde ile, bu usul korunmuş ve buna ilaveten, ek bir izin prosedürü oluşturulmaksızın, işyeri açılış sürecini kolaylaştırmak ve yeknesaklığı sağlamak amacıyla, mevcut uygulamadan farklı olarak, açılış ve faaliyete geçiş iznini temsil eden işyeri açma ve çalışma ruhsatının, işyeri açılış sürecinde yer alan bütün kurum ve kuruluşlarca yapılacak işlemleri kapsayacak şekilde PERBİS üzerinden verilmesi öngörülmüştür. Ayrıca, büyükşehirlerde kurulacak alışveriş merkezlerinin, kent bütünlüğü ve etkileyeceği alanın genişliği bakımından büyükşehir belediyelerinin sorumluluğunda yürütülmesi gerektiği değerlendirildiğinden, büyükşehirlerde alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatının anılan belediye tarafından verilmesini sağlayacak düzenleme yapılmıştır." denilmiştir. Getirilmiş olan bu düzenleme, Anayasa'nın 2 inci maddesinde hükme bağlanan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni tesis eden ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü addeden, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun olarak işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bünyesinde barındırdığı, devletin bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun davranması gerektiği kuralı, Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamının Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören düzenleme ile ihlal edilmiştir. 3572 sayılı İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair Kanun'un 3. maddesi işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye yetkili mercileri tek tek saymıştır. Anılan maddeye göre; "a) Belediye hudutları ve mücavir alan dışında kalan tüm işyerleri ve işletmelere valilikler ve kaymakamlıklar,Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 2 b) Belediye hudutları ile mücavir alan içinde kalan tüm işyerleri ve işletmelere belediyeler, c) Belediye hudutları ve mücavir alan içinde kalan işyeri ve işletmelerden büyükşehir belediyesi olan yerlerde; ca) 2 ve 3'üncü sınıf gayrisıhhi müesseseler için büyükşehir belediye başkanlığı cb) Sıhhi ve sair işletmeler için ise büyükşehir belediyesi içinde kalan diğer belediye başkanlıkları," İşyeri açma ve çalışma Ruhsatını vermeye yetkilidir. 5393 sayılı Belediyeler Kanunu'nun 15. maddesinin (c) bendinde geçen "Gerçek ve tüzel kişilerin faaliyetleri ile ilgili olarak kanunlarda belirtilen izin veya ruhsatı vermek." ve (l) bendinde yer alan "Gayrisıhhî müesseseler ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve denetlemek" düzenlemeleriyle İşyeri açma ve çalışma ruhsatı verilmesi konusunda Belediyeler yetkilendirilmiştir. Anılan maddenin ek fıkrasında "(l) bendinde belirtilen gayrisıhhî müesseselerden birinci sınıf olanların ruhsatlandırılması ve denetlenmesi, büyükşehir ve il merkez belediyeleri dışındaki yerlerde il özel idaresi tarafından yapılır" düzenlemesi bulunmaktadır. 5202 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu'nun 7. maddesinin (g) bendi uyarınca, "Belediye sınırları dışındaki gayri sıhhî müesseseler ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerine ruhsat vermek ve denetlemek" il özel idaresinin yetkisindedir. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu'nun Büyükşehir ve ilçe belediyelerinin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 7. maddesinde geçen, " .d) Büyükşehir belediyesi tarafından yapılan veya işletilen alanlardaki işyerlerine büyükşehir belediyesinin sorumluluğunda bulunan alanlarda işletilecek yerlere ruhsat vermek ve denetlemek" ile ".j) Gıda ile ilgili olanlar dâhil birinci sınıf gayrisıhhî müesseseleri ruhsatlandırmak ve denetlemek, yiyecek ve içecek maddelerinin tahlillerini yapmak üzere laboratuvarlar kurmak ve işletmek." konularında "Büyükşehir Belediyesi yetkili kılınmışken, aynı maddenin Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde bulunan İlçe belediyelerinin görev ve yetkilerini düzenleyen c) bendine göre "Sıhhî işyerlerini, 2. ve 3. sınıf gayrisıhhî müesseseleri, umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve denetlemek." yetkisi Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde bulunan İlçe belediyelerinin görev ve yetkisi dahilindedir. Ayrıca, 5393 sayılı Belediyeler Kanunu'nun 73. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca, "Büyükşehir belediyeleri tarafından yapılacak kentsel dönüşüm ve gelişim projelerine ilişkin her ölçekteki imar planı, parselasyon planı, bina inşaat ruhsatı, yapı kullanma izni ve benzeri tüm imar işlemleri ve 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda belediyelere verilen yetkileri kullanmaya büyükşehir belediyeleri yetkilidir." hükmü bulunmaktadır. Buna göre, Büyükşehir belediyeleri tarafından yapılacak kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri dışında kalan bina inşaat ruhsatı, yapı kullanma izni ve benzeri izinlerin, Büyükşehir Belediye sınırları içinde kalan İlçe Belediyeleri tarafından verilmesi gerektiği düşünülmelidir. Çünkü Belediyeler Kanununda ve mevzuatta Büyükşehir Belediyelerini kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri dışında kalan alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme konusunda yetkili kılacak bir düzenleme bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 3 Bu bağlamda düşünüldüğünde, Perakende işletmeler, 3572 sayılı Kanun, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu çerçevesinde belediyeler ve il özel idarelerinin izniyle açılmakta ve faaliyete geçmektedir. İptalini istediğimiz düzenlemenin yer aldığı madde gerekçesinde açıklandığının aksine mevcut sistem muhafaza edilmediği gibi, 3572 sayılı Kanun, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu uyarınca perakende işletmelerin çalışma ve faaliyete geçme izinleri belediyeler ve il özel idarelerinin yetkisi ile mümkünken, 6585 sayılı yasanın getirmiş olduğu sistem uyarınca Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamı hukuka aykırı biçimde Büyükşehir Belediyelerine bırakılmaktadır. Bu düzenlemenin hukuk devleti ilkesi ile bağdaşır yanı bulunmamaktadır. "Hukuk devleti" ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk anlayışını temsil etmekte ve yasaların, yasakoyucunun keyfine göre değil, kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü kamu yararı düşüncesi olmaksızın, başka deyimle, yalnızca özel çıkarlar için veya yalnızca belli partilerin veya kişilerin yararına olarak herhangi bir yasanın kabul edilmeyeceğidir. Buna göre çıkarılması için kamu yararı bulunmayan bir kanun, Anayasanın 2. maddesi hükmüne aykırı nitelikte olur ve dava açıldığında iptali gerekir. Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde yer kalan İlçe Belediyelerinin yetkilerinin gasp edilerek Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamı Büyükşehir Belediyelerine verilmesini öngören bu düzenleme, keyfi bir yetki niteliğinde olup hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamıştır. Anayasa Mahkemesi'nin kimi kararlarında kamu yararı kavramından ne anlaşılması gerektiğini de ortaya konulmuştur. Buna göre, kamu yararı kavramı, genel bir ifadeyle, bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Bütün kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirmek hedefine yönelmek durumundadır. Kanunun amaç öğesi bakımından anayasaya uygun sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden kanunun kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa kanunun amaç unsuru bakımından anayasaya aykırı olduğu söylenebilir." (Anayasa Mahkemesi'nin 2.6.2011 tarihli ve 2008/88 Esas, 2011/85 Karar sayılı Kararı). Anayasa Mahkemesi, "hukuk devleti" ilkesini; hukuk güvenliği, kamu yararı, nesnellik kriteri, adalet ve hakkaniyet ölçütleriyle birlikte açıkladığı başka bir Kararında şu tespitlerde bulunmuştur: "(...) Hukuk devletinin temel ilkelerinden olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (.) Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir." (Anayasa Mahkemesi'nin 17.6.2010 Tarihli ve 2008/22 Esas, 2010/82 Karar sayılı Kararı). Yasamanın genelliği ilkesi uyarınca yasa koyucunun istediği alanı istediği gibi düzenleme yetkisi bulunmakla birlikte, bu yetki Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla sınırlanmıştır. Kanunların, kamu yararı amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallarEsas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 4 içermesi ve hakkaniyeti gözetmesi, hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle, yasakoyucunun, hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini, anayasal sınırlar içinde, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Anayasa Mahkemesi'nin pek çok Kararında isabetle vurgulandığı üzere, hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesi ile bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle, büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme konusunda yetkili kılınan idari organ bakımından da yasakoyucunun, bu esası gözardı etmemesi ve yasama normlarına, bu olguyu en iyi şekilde yansıtması zorunludur. Bu itibarla, hukuk devleti ilkesinin bünyesinde barındırdığı, devletin bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun davranması gerektiği kuralı, Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme. yetkisinin Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören düzenleme ile ihlal edilmiştir. 6585 sayılı yasanın getirmiş olduğu sistem uyarınca, Büyükşehirlerde bu yetki İlçe Belediyelerinin yetkileri gasp edilerek, Anayasaya aykırı biçimde yetki Büyükşehir Belediyelerine bırakılmıştır. Kamu yararı amacı gözetmeyen bu düzenleme Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal etmiştir. Anayasanın 127. maddesinin birinci fıkrasında yerel yönetim esasları belirlenmiş ve "mahalli idarelerin il, belediye ya da köy halkının yerel ortak gereksinimlerini karşılamak üzere, kuruluş ilkeleri yasayla belirlenen ve yasada gösterilen karar organları seçmenlerce seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişilerinin olacağı" hükme bağlanmıştır. Maddenin ikinci fıkrasında "Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir." biçimindeki "Yerinden Yönetim" ilkesi, yerel yönetimlerin, o yerde bulunanların, ortak gereksinimlerini karşılamak için kendi seçtiği organlarca yönetilmesi anlamına gelmektedir. Anayasa'nın 127. maddesi uyarınca mahalli idarelerin kuruluş amacı olarak gösterilen mahalli müşterek ihtiyaç, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayanların, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet konusu olabilen yerel ve kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentilerini ifade etmektedir. Anayasa'da il, belediye ya da köy halkının yerel ortak ihtiyaçlarının neler olduğu belirlenmemiş, bunun saptanması kanuna bırakılmıştır. Bu durumda kanunların, kamu yararı gözetilerek, anayasal sınırlar içinde kalınarak hazırlanması ve yetki gaspına meydan verecek hükümler içermemesi gerekir. Anayasanın 127. maddesinde yer alan yerinden yönetim ilkesi yönünden kamu yararı, ancak halkın katılımının ve bu yolla etkinliğinin arttırılması ile gerçekleştirilebilir. Bu itibarla, seçimle iş başına gelmiş, halkın yerel ve ortak ihtiyaçlarını gözeterek görev yapan İlçe Belediyelerin yetkilerinin gasp edilerek Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamının Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören iptalini istediğimiz yasal düzenleme Anayasanın 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasını ihlal etmiştir. Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı "Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen "Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir" cümlesinin Anayasanın 2. maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasına aykırı olması nedeniyle iptali gerekir.Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 5 2) 6585 Sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. Maddesinin Birinci Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan "Vali" İbaresinin ve İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı: 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde "Mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususlar gözetilerek perakende işletmelerin bir kısmının veya tamamının çalışma saatleri, meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine yetkili idarenin görüşü alınmak suretiyle vali tarafından belirlenebilir" hükmü, aynı maddenin ikinci fıkrasında ise "Üst meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine, faaliyet kollarına göre, perakende işletmelerin çalışma saatlerinin bölge veya ülke düzeyinde belirlenmesine Bakanlık yetkilidir" hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde, "Perakende işletmelerin günlük çalışma saatleri, bulundukları bölgenin nüfus, iklim, coğrafi ve benzeri özelliklerine bağlı olarak farklılık arz edebilmektedir. Bu durum perakende işletmelerin çalışma saatlerinin belirlenmesinde bazı hallerde mahalli şartların dikkate alınması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Madde ile, çalışma saatlerine ilişkin genel hükümler saklı kalmak kaydıyla, gerekli şartların varlığı halinde perakende işletmelerin çalışma saatlerinin vali tarafından belirlenmesine yönelik düzenleme yapılmıştır. Bunun yanında, bölge veya ülke düzeyinde uygulama birliğinin sağlanması gereken durumlarda, üst meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine Bakanlığa çalışma saatlerini belirleme yetkisi tanınmıştır. " denilmiştir. Anılan düzenlemeden perakende işletmelerin çalışma ve işleyiş saatlerini belirlemede bölge ve ülke düzeyinde yetkili kılınan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı iken, mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususların ortaya çıkması halinde yetki valilere devredilmiştir. Böylelikle getirilen sistemle perakende işletmelerinin çalışma saatlerinin düzenlenmesi konusunda birbiriyle uyumsuz, keyfi, uygulamada birçok soruna neden olacak bir düzenleme yapılmıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise, yasaların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Anayasa Mahkemesi'nin kimi kararlarında kamu yararı kavramından ne anlaşılması gerektiği ortaya konulmuştur. Buna göre, kamu yararı kavramı, genel bir ifadeyle, bireysel özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Bütün kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirmek hedefine yönelmek durumundadır. Kanunun amaç öğesi bakımından anayasaya uygun sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden kanunun kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa kanunun amaç unsuru bakımından anayasaya aykırı olduğu söylenebilir." (Anayasa Mahkemesi'nin 2.6.2011 tarihli ve 2008/88 Esas, 2011/85 Karar sayılı Kararı).Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 6 Anayasa Mahkemesi, "hukuk devleti" ilkesini; hukuk güvenliği, kamu yararı, nesnellik kriteri, adalet ve hakkaniyet ölçütleriyle birlikte açıkladığı başka bir Kararında şu tespitlerde bulunmuştur: "(...) Hukuk devletinin temel ilkelerinden olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (.) Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir." (Anayasa Mahkemesi'nin 17.6.2010 Tarihli ve 2008/22 Esas, 2010/82 Karar sayılı Kararı). Kanunların, kamu yararı amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyeti gözetmesi, hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle, yasakoyucunun, hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini, anayasal sınırlar içinde, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. "Hukuk devleti" ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk anlayışını temsil etmekte ve yasaların, yasakoyucunun keyfine göre değil, kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Anayasa Mahkemesi'nin pek çok Kararında isabetle vurgulandığı üzere, hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesi ile bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle, perakende işletmelerin çalışma saatlerinin düzenlenmesi konusunda yetkili kılınan idari organın belirlenmesinde de yasakoyucunun, bu esası gözardı etmemesi ve yasama normlarında, bu olguyu en iyi şekilde yansıtması zorunludur. Hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesinin unsurlarından biri 'belirlilik' ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesindeki "Mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususlar gözetilerek perakende işletmelerin bir kısmının veya tamamının çalışma saatleri, meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine yetkili idarenin görüşü alınmak suretiyle vali tarafından belirlenebilir" düzenlemesi ile hem kamu yararı esas göz ardı edilmiştir hem de Valilere perakende işletmelerin çalışma saatlerinin düzenlenmesi konusunda ucu açık, belirsiz ve sınırsız yetki tanınmıştır. Bu nedenle, kamu yararı amacı gözetmeyen bu düzenleme Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal etmiştir. Yasamanın genelliği ilkesi uyarınca yasa koyucunun istediği alanı istediği gibi düzenleme yetkisi bulunmakla birlikte, bu yetki Anayasa ve hukukun üstün kurallarıylaEsas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 7 sınırlanmıştır. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "Üst meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine, faaliyet kollarına göre, perakende işletmelerin çalışma saatlerinin bölge veya ülke düzeyinde belirlenmesine Bakanlık yetkilidir" düzenlemesi ile de bu ölçütler göz ardı edilmiştir. Bölge veya ülke düzeyinde perakende işletmelerin çalışma saatlerinin belirlenmesi konusunda Bakanlığın yetkili kılınmış olması, birinci fıkra düzenlemesinde valilere tanınmış olan sınırsız, ucu açık ve belirsiz yetkiden daha vahim olmak üzere, ülke düzeyinde birbirinden farklı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olacağı gibi, kamu yararı taşımayan bu düzenlemenin, adalet hakkaniyet ölçütlerini içinde barındırmadığı, Bakanlığa keyfi düzenleme yapma imkânı tanıdığı ortadadır. Kamu yararı amacı gözetmeyen bu düzenleme de Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal etmiştir. 1982 Anayasasının 123 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki, idarenin kuruluş ve görevlerinin merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanacağı kuralı yer almaktadır. Anayasanın 127. maddesinde yerel yönetim esasları belirlenmiş ve mahalli idarelerin il, belediye ya da köy halkının yerel ortak gereksinimlerini karşılamak üzere, kuruluş ilkeleri yasayla belirlenen ve yasada gösterilen karar organlarınca seçmenlerce seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişilerinin olacağı hükme bağlanmıştır. 127. maddesinin ikinci fıkrasında da Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenleneceği belirlenerek, yerel yönetimlerin, o yerde bulunanların, ortak gereksinimlerini karşılamak için kendi seçtiği organlarca yönetileceği anlamına gelen, Yerinden yönetim" ilkesi, Anayasada ifadesini bulmuştur. Anayasa'nın 127. maddesi uyarınca mahalli idarelerin kuruluş amacı olarak gösterilen mahalli müşterek ihtiyaç, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayanların, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet konusu olabilen yerel ve kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentilerini ifade etmektedir. Anayasa'da il, belediye ya da köy halkının yerel ortak ihtiyaçlarının neler olduğu belirlenmemiş, bunun saptanması kanuna bırakılmıştır. Bu durumda kanunlar, kamu yararını gözeterek, anayasal sınırlar içinde kalınarak hazırlanmak durumundadır. Bu bağlamda, Yerel yönetimlerin yetkisi içinde olması ve yerel düzeyde karar alma organları tarafından bütün detaylarıyla Anayasanın da öngördüğü biçimde belirlenmesi gereken perakende işletmelerin çalışma saatlerinin belirlenmesi konusunda, yerel düzeyde valiye, bölgesel düzeyde Bakanlığa başka bir ifadeyle bütünüyle Merkezi İdareye tanınmış olan bu yetki, açık, gelişigüzel, ölçüsüz ve kaynağını Anayasadan almayan bir yetki niteliğindedir ve yetki gaspı anlamına gelmektedir. Bu yönüyle Anayasanın 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarını da ihlal etmiştir. Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı "Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun 'un 13. maddesinin birinci fıkrasının birinciEsas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 8 cümlesinde yer alan "vali" ibaresinin ve ikinci fıkrasının Anayasanın 2. maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasına aykırı olması nedeniyle iptal edilmesi gerekir. V. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Kamu Hukukunda yürütmeyi durdurma kararı verilebilmesi için, yasal bir düzenlemenin uygulanması hâlinde telâfisi güç veya imkânsız zararların doğması ve bu yasal düzenlemenin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Dava konusu olayda, 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı Kanun'un iptalini talep ettiğimiz hükümler yönünden, bu iki şart birlikte gerçekleşmiştir. Dava dilekçemizde de açık bir biçimde açıklamaya çalıştığımız üzere, dava konusu yapılan ve Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptali istenen ve bu bapta da yürürlüğünün durdurulması talep olunan, 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen "Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir" cümlesi, İlçe Belediyelerinin yetkilerinin gasp edilerek tamamen Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören bir düzenleme niteliğindedir. Uygulamada beraberinde birçok soruna neden olacak olan bu yasal düzenleme Büyükşehir Belediyelerine tanımış olduğu yetkilerle, İlçe Belediyelerinin yetkilerinin gasp edilmesine neden olacak Anayasanın öngördüğü kurallar da ihlal ederek telafisi güç imkânsız zararların doğmasına sebebiyet verilecektir. Yine, 6585 sayılı Kanunun 13. maddesi ile "hukuk devleti" ilkesi ihlâl edilmiş, kanunların, nihaî olarak "kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılması" amacından uzaklaşılmıştır. Anılan maddedeki düzenleme, perakende işletmelerin çalışma ve işleyiş saatlerini belirlemede bölge ve ülke düzeyinde Gümrük ve Ticaret Bakanlığı yetkili kılınması, mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususların ortaya çıkması halinde ise bu yetkinin valilere devredilmiş olması ile birbiriyle uyumsuz, keyfi, uygulamada birçok soruna neden olacak nitelikte düzenleme yapılmıştır. Perakende işletmelerin açılış ve çalışma saatlerinin, seçimle iş başına gelmiş, yerel yönetimler tarafından, bölgelerin coğrafi, mesleki, ekonomik koşulları ve halkın ihtiyaçları gözetilerek belirlenmesi Anayasanın da emredici hükmü iken, ülke düzeyinde Bakanlığın, bölge düzeyinde valiliğin bu konuda yetkili kılınması açık bir yetki gaspı olup Anayasal sistemle bağdaşmamaktadır. Bu durum da telafisi güç ve imkânsız zararların doğmasına sebebiyet verecektir. Bütün bu açıklamaya çalıştığımız sebeplerle, dava konusu yapılan ve iptali istenen düzenlemeler, Anayasa'ya açıkça aykırıdır. Dava konusu kuralların uygulanması hâlinde, "Hukuk devleti" ilkesi cihetinden Anayasa'nın öngördüğü kuralların ihlâl edilmiş olacağı ve bu Anayasal ilke ve güvenceler yönünden telâfisi imkânsız zararların doğacağı kesindir. Dava konusu kurallar hakkında yürürlüğün durdurulması kararı verildiği takdirde, hukuk sistemimizde herhangi bir boşluk meydana gelmeyecek, sadece, Anayasa'ya aykırı olan uygulama durdurulmuş olacaktır. Ancak, dava konusu yasal düzenlemeler yönünden "Yürürlüğü Durdurma" Kararı verilmeyip, sadece İptal Kararı verilmesi hâlinde, bu İptal Kararı büyük bir ihtimâlle etkisiz kalacaktır.Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 9 Öte yandan, Anayasal düzenin, hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti olmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasa'ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken "hukukun üstünlüğü" ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende ise, kişinin temel hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi, "hukuk devleti" ilkesi yönünden telafisi imkânsız durum ve zararlara yol açacaktır. Böylesi bir ahvâlin husûle gelmesini önlemek amacıyla, Anayasa'ya açıkça aykırı olan ve iptali istenen dava konusu sözcüklerinin, Kararın Resmî Gazete'de yayımlanacağı güne kadar yürürlüğünün de durdurulması talebiyle Yüksek Mahkemenizde iş bu dava açılmıştır. VI. SONUÇ VE İSTEM 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı "Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun "un 1) 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen "Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir" cümlesinin Anayasanın 2.maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına, 2) 13. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan "vali" ibaresinin ve ikinci fıkrasının Anayasanın 2. maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına, Aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz."" | 3,669 |
Esas Sayısı : 1995/18 Karar Sayısı : 1995/50 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir : "... Bilindiği gibi 3167 sayılı çek hamillerinin korunması hakkındaki yasanın 16/1. maddesine göre keşide edilen çekin muhatap bankaya ibrazında karşılığı çıkmadığından, muhatap bankanın keşideciye 3167 sayılı Yasanın 7. maddesine göre bir ihtar mektubu gönderip yasal süre içinde düzeltme hakkını kullanmasını istemektedir. Keşideci bu isteği yerine getirmediğinde çek hamilinin ceza hukuku yönünden şikayet hakkı doğmaktadır. Diğer kambiyo senetleri yönünden hukukun ön gördüğü takip şekli çekler içinde söz konusu olduğu halde sadece bir dönemin piyasa ekonomisine dönülmesi nedeniyle ortaya çıkan ekonomik ödeme vasıtasına tercih hakkı tanımak suretiyle ceza hukuku ve müeyyide baskısıyla gerçekte yasal olup olmadığı tartışmalı bir şekilde cebri icra yolunu açmış bulunmaktadır. Bunun sonucunda aynı borçlu çek keşide ettiğinde üzerindeki baskı ve zorlama artmakta, diğer kıymetli evrakı tanzim ettiğinde ise umumi hükümlere göre mali yönden takibe uğramaktadır. Aynı dönemde sık sık ileriye sürülen prensiplerden biri ekonomik suça ekonomik müeyyide uygulanması yolunda olduğu halde nedense bu prensibin dışında kalacak şekilde çek kanununda ekonomik şuça şahsi ve bedensel özgürlüğü kısıtlayıcı ceza getirilerek gerçekten de özel bir imtiyaz hakkı verilmiştir. TC. Anayasasının 10. maddesi kanun önünde eşitlik esasını getirerek hiçbir şekilde kimseye imtiyaz tanınmayacağını ifade etmektedir. Yukarıda arzedilen 3167 sayılı Yasanın 16. maddesiyle getirilen müeyyide, uygulamadaki şekil ve sonuçlarla birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik esasına aykırı bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. Arzedilen sebeplerle bu yasa maddesinin iptali gerekmektedir. Bunun dışında Anayasanın 65. maddesi Devletin ekonomik istikrarın korunmasını gözetme görevinin bulunduğunu 167. maddesi ise devlete piyasa denetimi yetkisinin verildiğini göstermektedir. 3167 sayılı Yasaya güvenilerek alınan çeklerin sayısı milyonları aşmaktadır. Pek azı dışında hepside karşılıksız çıkmakta ve tahsili için yıllarca çaba sarf edilmektedir. Yetersiz ve nedense düzeltilmesi bir türlü mümkün olmayan yasayla ekonomik istikrarın sağlanmadığı kötü kişilerin yasadan ve uygulanmasından yararlandıkları bir gerçek olup dolaylı olarak Anayasa'nın 65 ve 167 nci maddelerini de etkiler şekilde ortaya çıkan ekonomik huzursuzluğun TC. Anayasasının 5. maddesine de aykırılık teşkil ettiği ve ekonomik huzurun sağlanmadığı keyfiyeti de bedihidir. Sonuç Olarak: 3167 sayılı Yasanın aksaklıklarının giderilmemesi nedeniyle ortaya çıkan ekonomik huzursuzluğun yasanın pasif etkisi olarak Anayasanın 5. maddesine aykırılık teşkil ettiği kanaatinde olmakla beraber bunun dışında yasanın aktif olarak uygulanması suretiyle müeyyide baskısıyla cebri icra durumunu yaratmak suretiyle Anayasanın 10 ncu maddesindeki eşitlik prensibine aykırı bir durum yarattığı ve bu imtiyazla hiçbir hukuk sisteminde görülmeyen değişik bir alacak tahsili cihetine gidildiği bütün ceza mahkemelerince bulunan bir keyfiyet olarak nahoş bir etki yarattığından 3167 sayılı Yasanın 16 ncı maddesiyle getirilen müeyyide sonucu bu durum ortaya çıktığından diğer sakıncalı yanlarını bir tarafa bıraksak dahi sadece buEsas Sayısı : 1995/18 Karar Sayısı : 1995/50 2 nedenle anılan yasa maddesini Anayasa'nın 10 ncu maddesine muhalefet teşkil ettiği kanaatine varıldığından durumun Yüksek Anayasa Mahkemesince incelenmek üzere usuli işlemlerin durdurulmasına"" | 454 |
Esas Sayısı : 2008/11 Karar Sayısı : 2008/64 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Şikayet eden Karayolları Genel Müdürlüğü vekili (...) tarafından Mahkememize verilen 11.5.2007 tarihli dilekçeyle alacaklı (...) vekili tarafından aleyhlerine Kandıra İcra Müdürlüğü'nün 2005/186 sayılı Takip dosyasıyla icra takibi yapıldığını, burada istenilen faiz miktarının fazla olduğunu, alacağa dava tarihi olan 3.11.2003 tarihinden itibaren faiz işletilmesi gerekirken 3.1.2003 tarihinden itibaren faiz işletildiği bildirilerek fazla olan faiz miktarının iptaline karar verilmesinin talep edildiği, icraya konan asıl alacağa 1.1.2005 ile 1.5.2005 tarihleri arasında 2005 yılı Bütçe Kanunu'nun 37/e maddesinde düzenlenen faiz oranının uygulanma ihtimalinin bulunduğu, alacaklı vekili (...)'ın 16.1.2008 tarihli celsede uygulanma ihtimali bulunan 2005 yılı Bütçe Kanunu'nun 37/e maddesinin Anayasa'da düzenlenen eşitlik ilkesine aykırı olduğu, bu sebeple iptali gerektiği iddiasında bulunduğu, Mahkememizce Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddi görüldüğü anlaşıldığından Anayasa'nın 152. maddesi gereğince gereğinin yapılması bilgilerinize sunulur."" | 140 |
Esas Sayısı:1976/35 Karar Sayısı:1976/49 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: "1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanununun 28 inci maddesinde her mali yılda devletin varidat ve masarifinin bütçe kanunu ile tayin olunacağı belirtildikten sonra 29 uncu maddesinde bu kanunun bir metinden ve maddede belirtilen cetvellerden terekküp edeceği hükme bağlanmıştır. Bu hükümler karşısında bütçe kanununa ekli bütün cetvellerin de kanun hükmünde cetveller olduğunu kabul etmek gerekir. Diğer taraftan Anayasa'nın bütçe ile ilgili 126 ncı maddesinin son fıkrasında "Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konulamaz." denilmektedir. Bu fıkra hükmünden bütçe ile ilgili hükümler deyiminden ne anlaşılmak gerektiği Anayasa Mahkemesinin 27/6/1972 gün ve E. 1972/25. K. 1972/36 sayılı kararında "Şu duruma göre Anayasa'nın 126 ncı maddesinin son fıkrasında yeralan "Bütçe ile ilgili hükümler" deyimini mali nitelikte hüküm anlamında değil, bütçenin uygulanması ile ilgili, bütçenin uygulanmasını kolaylaştırıcı veya kanun konusu olabilecek yeni bir kuralı kapsamamak şartiyle açıklayıcı nitelikte hükümler olarak düşünmek zorunluluğu vardır." şeklinde açıklanmış bulunmaktadır. Metni aynen yukarıya alınan 1974 yılı Bütçe Kanununun (R) cetvelindeki hüküm ise, memurun maaşından kesinti yapılmasını öngören bir hüküm olması dolayısiyle yeni bir mali yükümlülük getiren ve böylece ayrı bir kanun konusu olabilecek nitelikte bir hüküm olup bütçenin uygulanması ile ilgili açıklayıcı bir hüküm niteliğinde değildir. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin kuruluşu ve yargılama usulleri hakkındaki 44 sayılı Kanunun 27 nci maddesi gereğince yeni bir mali yükümlülük getirdiği ve 1974 yılı Bütçe Kanununun (R) cetvelinin "351 Gayrimenkul Kiralan" bölümü Anayasa'nın 61. ve 92. maddelerine aykırı bulunduğu görüşü ile Danıştay Beşinci Dairesinin 1974/9054 sırasında kayıtlı dosyanın bu hususta karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesine şevkine 7/1/1976 tarihinde oybirliği ile karar verildi."" | 262 |
Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ İLE İTİRAZ BAŞVURUSUNUN GEREKÇELERİ A Dava Dilekçesinin Gerekçe Bölümü Şöyledir: II. GEREKÇE 1) 03.06.2011 Tarihli ve 640 Sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri İle Ekli Cetvel ve Listelerin Usulden Anayasaya Aykırılığı Parlamenter demokrasi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini kabul eden Anayasanın 7. maddesinde yasama yetkisi, Türk Ulusu adına TBMM'ne verilmiş ve bu yetkinin devredilemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Bunun tek istisnası, Anayasanın 91 inci maddesinde Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmesidir. Bu istisnai yetkinin yetki devri niteliğine bürünmemesi için, Anayasa Mahkemesi'nce de belirtildiği üzere, KHK çıkarma yetkisinin önemli, ivedi ve zorunlu durumlarda verilmesi, ayrıca bu koşulların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Her şeyden önce, tek parti çoğunluğunun yasama organına egemen olduğu, İçtüzük uyarınca muhalefetin yeterince konuşamadığı ve bu nedenlerle neredeyse 3 5 günde yasa çıkarılabildiği bir ortamda, Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, anayasal kuralın amacı ve özüyle bağdaşmamaktadır. 640 sayılı KHK, 6 Nisan 2011 günlü, 6223 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak Bakanlar Kurulu'nca kabul edilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasası, 3 Mayıs 2011 günlü Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Ana muhalefet Partisi (CHP) TBMM Grubu tarafından, bu Yetki Yasası'nın iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne dava açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, dayandığı yetki yasası Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen KHK'leri, haklarında dava açılması durumunda, içeriğine girmeden, salt yetki yasaları iptal edildiği için, aşağıdaki gerekçeyle iptal etmiştir. Olağanüstü hal KHK'leri dayanaklarını doğrudan doğruya Anayasadan (m. 121) alırlar. Bu tür KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması gerekli değildir. Buna karşılık olağan dönemlerdeki KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması zorunludur. Bu nedenle, KHK'ler ile dayandıkları yetki yasası arasında çok sıkı bir bağ vardır. KHK'nin Anayasaya uygun bir yetki yasasına dayanması, geçerliliğinin önkoşuludur. Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya dayandığı yetki yasası iptal edilen bir KHK'nin kurallarının, içerikleri yönünden Anayasaya aykırılık oluşturmasalar bile Anayasaya uygunluğundan söz edilemez. Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 2 Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya yetki yasasının kapsamı dışında kalan ya da dayandığı yetki yasası iptal edilen KHK'lerin anayasal konumları birbirinden farksızdır. Böyle durumlarda, KHK'ler anayasal dayanaktan yoksun bulunduklarından, içerikleri Anayasaya aykırı bulunmasa bile, dava açıldığında iptalleri gerekir. Bu nedenlerle, iptaline karar verilen bir yetki yasasına dayanılarak çıkarılan KHK'lerin, Anayasanın Başlangıcı'ndaki ‘hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı', 2. maddesindeki ‘hukuk devleti' ilkeleriyle 6. maddesindeki ‘Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz' kuralı ve KHK çıkarma yetkisine ilişkin 9. maddesiyle bağdaştırılmaları olanaksızdır. Anayasa Mahkemesi, yukarıda yer verilen gerekçelerle, dayandıkları 4588 sayılı Yetki Yasası 05.10.2000 günlü, E.2000/45, K.2000/27 sayılı kararla iptal edilen 606, 608, 609, 610, 611, 612, 613, 615, 616, 617, 618, 619, 621, 623, 624, 626, 628, 629 sayılı KHK'leri; içeriklerine girmeden, salt anayasal dayanaktan yoksun kaldıkları için, Anayasanın başlangıcı ile 6. ve 91. maddelerine aykırı duruma geldiklerini belirterek iptal etmiştir. (Sırasıyla kararlar: K.2000/29, K.2000/45, K.2000/37, K.2000/40, K.2000/42, K.2000/44, K.2000/39, K.2000/46, K.2000/38, K.2000/36, K.2000/35, K.2000/34, K.2000/43, K.2000/41, K.2000/33, K.2000/32, K.2000/30, K.2000/31) Bu itibarla, 6223 sayılı Yetki Yasası iptal edildiğinde 640 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, yasal dayanaktan yoksun kalacağından, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin; esasa girmeden tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile eklerinin Anayasanın Başlangıç'ı ile 2., 6. ve 91. maddelerine göre iptali gerekir. 2) 03.06.2011 Tarihli ve 640 Sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri İle Ekli Cetvel ve Listelerin Anayasaya Aykırılığı 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'na dayanılarak Bakanlar Kurulunca hazırlanan, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 08.06.2011 tarihli ve 27958 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesindeki Bakanlığın görevleri ile ekli (I) Sayılı Cetveldeki Bakanlık Merkez Teşkilatı ve 6. maddesindeki Bakanlığın hizmet birimleri incelendiğinde Gümrük ve Ticaret Bakanlığının; (Mülga) 02.07.1993 tarihli ve 485 sayılı Gümrük Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesindeki görevleri ile 6. maddesindeki, Gümrükler Genel Müdürlüğü, Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü, Gümrükler Kontrol Genel Müdürlüğü, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Tasfiye İşleri Döner Sermaye İşletmeleri Genel Müdürlüğünün,Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 3 (Mülga) 08.01.1985 tarihli ve 3143 sayılı Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun, 8. maddesindeki İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğünün 2. maddesindeki görevleriyle birlikte, Bir araya getirilmesiyle oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Anayasanın 91. maddesinin ikinci fıkrasında, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği kuralı getirilmiş; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun İlkeler ve yetki süresi başlıklı 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinin (4) numaralı alt bendinde ise aynen, İç ve dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesini sağlamak üzere yeni bir bakanlık kurulmasını, () göz önünde bulundurur. denilmiştir. İç ticaret, Mülga 3143 sayılı Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun, 8. maddesinde Ana Hizmet Birimleri olarak sıralanan İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü ve görevlerinden oluştuğuna; dış ticaret de 09.12.1994 tarihli ve 4059 sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 3. maddesinde ana hizmet birimleri ve görevleri sayılan Dış Ticaret Müsteşarlığı olduğuna göre, iç ve dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesini sağlamak üzere kurulacak yeni bakanlık, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının iç ticarete ilişkin ana hizmet birimleri (İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü) ile Dış Ticaret Müsteşarlığının birleştirilmesinden oluşturulmak zorundadır. Bakanlar Kurulu, 6223 sayılı Yetki Kanununun 2.maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinin (4) numaralı alt bendi ile Türkiye Büyük Millet Meclisinden, İç ve dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesini sağlamak üzere yeni bir bakanlık kurulması için yetki almışken; yeni bakanlığı iç ticaret ile gümrüğü birleştirerek 640 sayılı KHK ile Gümrük ve Ticaret Bakanlığını kurması, Anayasanın 91. maddesinin ikinci fıkrasındaki kurala aykırıdır. Yukarıda açıklanan gerekçeyle Bakanlar Kurulunun, 6223 sayılı Yetki Kanununun İlkeler ve yetki süresi başlıklı 2 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinin (4) numaralı alt bendinde yer alan ilkeyi göz önünde bulundurmadan düzenleme yapması ve aldığı yetki bağlamında iç ticaret ile dış ticareti birleştirmesi gerekirken, iç ticaret ile gümrüğü birleştirmesi, Anayasanın 91. maddesine aykırı olduğundan, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekli listelerin iptali gerekir. Öte yandan, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü ve Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü ile Gümrük Müsteşarlığı teşkilatı bir araya getirilerek 640 sayılı KHK ile Gümrük ve Ticaret Bakanlığı; Sanayi ve Ticaret Bakanlığının devrettikten sonra kalan hizmet birimleriyle 635 sayılı KHK ile Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı; Dış Ticaret Müsteşarlığından 637 sayılı KHK ile Ekonomi Bakanlığı; Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığından ise 641 sayılı KHK ile Kalkınma Bakanlığı kurulmuştur.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 4 Türkiye'de Devlet örgütlenmesine ilişkin Anayasal ilkelerdeki sürekliliğe dayalı olarak eğitim, sağlık, güvenlik, adalet, tarım, sanayi, ticaret gibi temel kamu hizmeti görevleri, bakanlık şeklinde teşkilatlandırılarak kamu hizmetleri bakanlıkların merkez ve yurt sathına yayılan taşra teşkilatı eliyle yürütülmüş; bundan dolayı da bakanlıklar icracı olarak nitelendirilmişlerdir. Buna karşın, kamusal faaliyet ve görevlere ilişkin politika oluşturulması, planlanması, düzenlenmesi, koordinasyonu ve denetimi ile ilgili yönetsel görevler ise Hazine Müsteşarlığı, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Gümrük Müsteşarlığı, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Konut Müsteşarlığı örneklerinde olduğu üzere Başbakanlığa, bazı ayrık durumlarda ise Devlet bakanlıklarına bağlı müsteşarlıklar şeklinde teşkilatlandırılmışlardır. 6223 sayılı Yetki Yasası kapsamında hazırlanarak yürürlüğe giren KHK'lerle oluşturulan yeni Bakanlıkların, hizmet (icracı) görevi yönetsel görev ayrımına dayalı teşkilatlanma modelini değiştirdiği ve yönetsel görevlerin de icracı bakanlıklar gibi teşkilatlandırıldığı görülmektedir. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı icracı bir bakanlık iken, icracı genel müdürlüklerinin dışarıda bırakılmasıyla 635 sayılı KHK ile oluşturulan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı yönetsel görevli bir bakanlığa dönüştürülmüş ve dolayısıyla adı bakanlık olan ancak müsteşarlık işlevi gören bir kurum oluşturulmuştur. 635 sayılı KHK' de Bakanlığın görevlerinin düzenlendiği 2. maddesi ile Genel Müdürlüklerin görevlerinin düzenlendiği 7., 8., 9., 10. ve 11. maddelerindeki, sanayi politikalarını hazırlamak, stratejiler geliştirmek, uygulama sonuçlarını izlemek ve değerlendirmek; istihdam politikalarının belirlenmesine yardımcı olmak, iş ve meslek analizi yapmak; çevre ve iklim değişikliği konularındaki gelişmeleri takip etmek, değerlendirmek, ilgili kuruluşları koordine etmek; sektörel analizler yapmak, değerlendirme raporları ve stratejiler hazırlamak; sanayi verilerini derlemek; bilim, teknoloji, araştırma, geliştirme ve yenilikçilik politikalarını ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yaparak belirlemek, uygulanmasını sağlamak, izlemek, koordine etmek ve sonuçlarını değerlendirmek; sanayi araştırma, geliştirme, yenilikçilik ve girişimcilikle ilgili faaliyetleri desteklemek, izlemek, sonuçlarını değerlendirmek vb. düzenlemelerden bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Ancak, belirli bir alanda politikaların oluşturulması, stratejilerin belirlenmesi, desteklenmesi, teşvik edilmesi, koordinasyonunun sağlanması, izlenmesi, değerlendirilmesi ve gerekli sonuçların çıkarılması gibi genel nitelikli yönetsel görevler ile politika ve stratejilerin fiilen uygulanması ve dolayısıyla hizmetin yararlananlara sunulması arasında birbirini bütünleyen bir tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Bu ilişki en açık ve en belirgin şekilde, sanayi ticaret; iç ticaret dış ticaret; sanayi Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) Esnaf ve Sanatkâr örneklerinde olduğu üzere tamamlayıcılık; üretici tüketici, iç ticaret dış ticaret örneklerinde görüldüğü üzere bütünleyicilik ilişkisi şeklinde kendini gösterir. 6223 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak 635 sayılı KHK ile kurulan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile sanayi ticaret, sanayi Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) Esnaf ve Sanatkâr, üretici tüketici arasındaki birbirini bütünleyen ve tamamlayan görev ilişkisi ortadan kaldırıldığı gibi; 640 sayılı KHK ile kurulan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı ile de sanayi ticaret, sanayi Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) Esnaf ve Sanatkâr arasında tamamlayıcılık; üretici tüketiciye ek olarak iç ticaret ile dış ticaret arasında da bütünleyicilik ilişkisi kurulmamıştır.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 5 Esnaf ve sanatkar, 29.06.1956 tarihli ve 6762 sayılı Türk Ticaret Kanununun 17. maddesindeki tanıma uygun olarak, 07.06.2005 tarihli ve 5362 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Meslek Kuruluşları Kanununun 3. maddesinde, Esnaf ve sanatkâr: İster gezici ister sabit bir mekânda bulunsun, Esnaf ve Sanatkâr ile Tacir ve Sanayiciyi Belirleme Koordinasyon Kurulunca belirlenen esnaf ve sanatkâr meslek kollarına dahil olup, ekonomik faaliyetini sermayesi ile birlikte bedenî çalışmasına dayandıran ve kazancı tacir veya sanayici niteliğini kazandırmayacak miktarda olan, basit usulde vergilendirilenler ve işletme hesabı esasına göre deftere tabi olanlar ile vergiden muaf bulunan meslek ve sanat sahibi kimseleri şeklinde tanımlanmış; 19.10.2005 tarih ve 2005/9617 sayılı BKK ile yürürlüğe giren Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin Tanımı, Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmeliğin 5. maddesinde ise KOBİ'lerden, on kişiden az yıllık çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı bir milyon TL'yi aşmayanlar Mikro İşletme; elli kişiden az yıllık çalışan ve yıllık satış hasılatı beş milyon TL'yi aşmayanlar Küçük İşletme; iki yüz elli kişiden az yıllık çalışan istihdam eden ve net satış hasılatı yirmi beş milyonu aşmayanlar Orta Büyüklükteki İşletme olarak tanımlanmışlardır. Bu tanımlara göre, imalat sanayi ile hizmetler sektörünün her kolunda faaliyette bulunan esnaf ve sanatkârların önemli bir bölümü aynı zamanda mikro işletme statüsündedir. Öte yandan, organize sanayi bölgelerinde faaliyette bulunanların sayısal olarak yarısından fazlasını esnaf ve sanatkârlar oluşturmaktadır. Bununla birlikte, 635 sayılı KHK'nin 9. maddesinde Sanayi Bölgeleri Genel Müdürlüğünün görevleri; a) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgelerinin planlanması ve geliştirilmesine yönelik politika oluşturmak. b) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgelerinin; planlanmasına, yer seçimine, kamulaştırılmasına, imar planlarının yapılmasına, kuruluş ve işleyişine ilişkin işlerini yürütmek ve faaliyetlerini denetlemek. c) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgeleri ile ilgili uygulama sonuçlarını izlemek ve bilgi sistemi oluşturmak. ç) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgelerinin yönetimleri ile personeline yönelik eğitim organizasyonları düzenlemek, bölge ve sanayi sitelerinin yurtiçi ve yurtdışında tanıtımına ve yatırımcı teminine yönelik çalışmalar yapmak, uygulamalarla ilgili olarak diğer ülkelere rehberlik yapmak. d) Organize sanayi bölgeleri altyapı yatırımları ile bölge müdürlüğü hizmet binası ve sanayi sitelerinin altyapı inşaatının tamamını, sanayi sitelerinin üstyapı inşaatının ise yüzde yetmişine kadar olan kısmını kredi ile desteklemek. e) Bakan tarafından verilen benzeri görevleri yapmak.; şeklinde sıralanırken; Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler başlıklı 28. maddesinde, Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler kısaca KOBİ olarak adlandırılır. KOBİ'lerin tanımlanmasına, niteliklerine, sınıflandırılmasına ve uygulamalarına ilişkin esaslar; net satış hasılatları, malî bilanço tutarları ve çalışan sayıları dikkate alınarak Bakanlıkça hazırlanan veEsas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 6 Bakanlar Kurulunca yürürlüğe konulan yönetmelikle belirlenir. Kurum ve kuruluşların KOBİ'lere ilişkin uygulamalarında bu yönetmelik hükümleri esas alınır. denilmiştir. Buna karşın, 640 sayılı Gümrük ve İç Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK'nin 12. maddesinde Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğünün görevleri ise, a) Esnaf ve sanatkârlara ilişkin politikaları, ilke ve hedefleri ilgili kuruluşlarla işbirliği yaparak belirlemek, stratejiler geliştirmek, sonuçlarını izlemek ve değerlendirmek. b) Esnaf ve sanatkârlara ilişkin politikaların belirlenmesi, istatistikler ve analizler üretilmesi ve paylaşılması, değerlendirmeler yapılması ve raporlar hazırlanması amacıyla bu işletmelere ait yatırım, üretim, pazarlama, teşvik, malî durum, Ar Ge, istihdam, enerji ve benzeri ekonomik faaliyet bilgi ve verileri ile esnaf ve sanatkâr meslek kuruluşlarına ait bilgileri belirleyeceği usul ve esaslar kapsamında almak suretiyle bilgi sistemi oluşturmak. c) Esnaf ve sanatkârların sorunlarını tespit etmek, çözüm önerileri geliştirmek ve ilgili kurumlar nezdinde girişimde bulunmak, rekabet güçlerinin artırılması, araştırma, geliştirme ve yenilikçilik yeteneklerinin geliştirilmesi, pazarlama, hammadde ve tezgâh temini amaçlarıyla teşvik ve destekler vermek ve bu konulara yönelik düzenlemeler yapmak. ç) İç ve dış pazar imkânlarını araştırmak, kredi ve finansman ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik çalışmalar ve bu konularda düzenlemeler yapmak. d) Esnaf ve sanatkârlar ile istihdam ettikleri personele yönelik eğitim faaliyetlerini desteklemek. e) Esnaf ve sanatkâr meslek kuruluşlarının kuruluş, işleyiş ve siciline ilişkin işleri yürütmek. f) Bakan tarafından verilen benzeri görevleri yapmak. Biçiminde hüküm altına alınmıştır. Bu düzenlemeye göre, esnaf ve sanatkarları da kapsayan politika ve stratejilerle, esnaf ve sanatkarların imalat atölyelerinin bulunduğu organize sanayi bölgelerine ilişkin tüm düzenlemeleri Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı belirleyecek; buna karşın esnaf ve sanatkarların korunması ve desteklenmesini ise Gümrük ve Ticaret Bakanlığı yürütecektir. Politika oluşturma ve strateji belirleme ile uygulamanın birbirini tamamlayan ardışık ilişkisi bağlamında bu olanaksızdır. Benzer hususlar, 635 sayılı KHK'nin 10. maddesindeki Metroloji ve Standardizasyon Genel Müdürlüğünün ve 11. maddesindeki Sanayi Ürünleri Güvenliği ve Denetimi Genel Müdürlüğünün görevleri ile 640 sayılı KHK'nin 9. maddesindeki İç Ticaret Genel Müdürlüğü ve 11. maddesindeki Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürlüğünün görevleri arasında da söz konusudur. Buna karşın, 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 2. maddesindeki görevlerden Gümrük Müsteşarlığına ilişkin olan; a) Gümrük politikasının hazırlanmasına yardımcı olmak ve uygulamak; gümrük hizmetlerinin süratli, etkili, verimli, belirlenmiş standartlara uygun şekilde yürütülmesini sağlamak ve denetlemek.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 7 ç) Gümrük Kanunu, gümrük işlemleriyle ilgili diğer mevzuat ve uluslararası sözleşmelerin uygulanmasını sağlamak; gümrükçe onaylanmış bir işlem veya kullanıma ilişkin iş ve işlemleri yürütmek; gümrük kontrolüne tabi kişi, eşya ve araçların muayene ve kontrolünü yapmak. d) Gümrük tarifesini hazırlamak; gümrük vergileri ile gümrük idarelerince tahsil edilmesi gereken vergi, fon ve diğer malî yüklerin tahakkuk, tahsil, takip ve kontrolünü yapmak; ertelenmiş kontrol ve sonradan kontrol hizmetlerini yürütmek; ihtilaflı durumlarda uzlaşmaya ilişkin işlemleri düzenlemek ve yürütmek; gümrük işleriyle ilgili istatistikî bilgileri üretmek, toplamak, değerlendirmek ve açıklamak. e) Geçici depolama yerleri, antrepolar, ambarlar, tasfiyelik eşya depoları, mağazalar ve satış reyonları açılması ve işletilmesine izin vermek, işletmek, işlettirmek ve denetlemek; gümrük mevzuatına göre tasfiyelik hale gelen eşyanın tasfiye işlemlerini yürütmek. f) Gümrüklü yer ve sahalarda münhasıran, Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesinde gerektiğinde ilgili kuruluşlarla işbirliği yapmak suretiyle kaçakçılığı önlemek, izlemek ve soruşturmak. g) Kara ve demiryolu kapıları ile gümrük teşkilatı bulunan hava ve deniz limanlarında, serbest bölgeler, antrepolar ile gümrüklü yer ve sahalarda ve Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesinde gümrük muhafaza görevlerini yerine getirmek. ğ) Gümrüklü yer ve sahalarda koordinasyonu sağlamak ve kamu düzeninin bozulmasını önleyecek tedbirleri almak. h) Bakanlık hizmetlerine ilişkin olarak uluslararası kuruluşların ve Avrupa Birliğinin çalışmalarını takip etmek, Avrupa Birliğine uyum çalışmalarını yürütmek ve bu konularda görüş oluşturmak. m) Bakanlığın görev alanına giren konularda laboratuarlar kurmak ve çalışmalarını yürütmek. n) Gümrük müşaviri ve yardımcılarıyla yetkilendirilmiş gümrük müşavirlerine ilişkin gerekli düzenlemeleri yapmak ve denetlemek. Görevleri ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığından devredilen iç ticaret, esnaf ve sanatkârların ve tüketicinin korunması ile kooperatiflere ilişkin olan; b) İç ticaret hizmetlerine ilişkin ana hedef ve politikaların belirlenmesine yardımcı olmak, belirlenen ticaret politikasını uygulamak, gerekli koordinasyonu sağlamak. c) Diğer kurum ve kuruluşların iç ticaret politikasını etkileyen faaliyet, temas ve düzenlemelerinin, genel ticaret politikasına uygunluğunu sağlamak; ilgili kurum ve kuruluşlar ile işbirliği halinde söz konusu faaliyet, temas ve düzenlemelerin koordinasyonunu ve yürütülmesini temin etmek. ı) Ticarete konu ürünlerin güvenli, mevzuata ve standartlara uygun olmasını sağlamak; bu amaçla başka kurumların görevi dışındaki alanlarda piyasa gözetim ve denetimi yapmak ve gerekli koordinasyonu sağlamak.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 8 i) Ticaret odaları, sanayi odaları, ticaret ve sanayi odaları, deniz ticaret odaları, ticaret borsaları, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, esnaf ve sanatkâr meslek kuruluşlarına ait hizmetleri ilgili diğer bakanlıklarla işbirliği suretiyle yürütmek. j) Evrensel kabul görmüş tüketici haklarının sağlanması ve korunmasına yönelik hukukî ve idarî tedbirleri almak, tüketicinin korunmasını sağlayıcı inceleme, araştırma ve düzenlemeler yapmak. k) Esnaf ve sanatkârlar ile kooperatifçiliğe ilişkin politikaları, ilke ve hedefleri ilgili kuruluşlarla işbirliği yaparak belirlemek, stratejiler geliştirmek, sonuçları izlemek ve değerlendirmek. l) Şirketler, kooperatifler ve ticaret sicili memurlukları ile esnaf ve sanatkâr sicil kayıtlarıyla ilgili hizmetleri yürütmek ve bunları denetlemek. Görevleri arasında bırakınız birbirini bütünleme ve tamamlayıcılık ilişkisini uzaktan ya da yakından doğrudan veya dolaylı hiçbir benzerlik olmadığı gibi ilgi ve ilişki de bulunmamaktadır. Anayasanın 113. maddesinin birinci fıkrasında, bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri, yetkileri ve teşkilatının kanunla düzenleneceği kuralı getirilirken; 91. maddesinin birinci fıkrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebileceği; ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin amacını, kapsamını ilkelerini, kullanma süresini ve kullanma süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını göstereceği belirtilmiştir. Bu bağlamda yasa koyucunun Anayasaya, hukukun üstün kurallarına, kamu yararına ve bakanlıkların kurulmasına ilişkin mevzuata uygun olmak koşuluyla bakanlıkları istediği gibi oluşturma konusunda; Bakanlar Kurulunun ise, bunlara ek olarak ayrıca dayandığı yetki kanununa uygun olmak koşuluyla Bakanlıkları istediği gibi kurma konusunda takdir hakkı vardır. Ancak, 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanunun amaç başlıklı 1. maddesinde, Kanunun amacının, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülebilmesi için bakanlıkların kurulmasını, teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin esas ve usulleri düzenlemek olduğu hüküm altına alınmış ve Bakanlıkların kurulması başlıklı 3. maddesinde ise, Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, mevcut bakanlıkların bölünmesi veya birleştirilmesi ile bakanlıkların görevleri, yetkileri ve teşkilatının bu Kanun esaslarına göre düzenleneceği belirtildikten sonra bu düzenlemelerde uyulması zorunlu esasları; a) İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür. Teşkilatlanmada görev ve yetkilerin tespitinde bu bütünlük bozulamaz. b) Bakanlıkların kuruluş ve teşkilatlanmalarında etkili bir idare, iş bölümü, kontrol ve koordinasyonun sağlanması esastır. c) Aynı ve benzer hizmet veya görevlerin tek bir bakanlık tarafından veya sorumluluğunda yürütülmesi, atıl kapasite ve kaynak israfının önlenmesi esastır. biçiminde sıralanmıştır.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 9 Bu bağlamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi Bakanlar Kuruluna Anayasanın 91. maddesine göre verdiği yetkiyi, 6223 sayılı Yetki Kanununun 1. maddesinde yer alan, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak amacını gerçekleştirmek ile 3046 sayılı Kanunun 1. maddesindeki amaç ve 3. maddesindeki zorunlu esaslara uyulması kaydıyla verdiğine göre, Bakanlar Kurulunun Türkiye Büyük Millet Meclisinden Anayasanın 91.maddesine dayanarak 6223 sayılı Kanun ile aldığı kararname düzenleme yetkisini, 3046 sayılı Kanunun 1. maddesindeki amaç ile 3. maddesindeki uyulması zorunlu esaslara ve ayrıca 6223 sayılı Yetki Kanununun 1. maddesindeki, Kanunun amacının, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak şeklindeki ilkelere uygun şekilde kullanması Anayasal bir zorunluluktur. Bakanlıkların kurulmasında, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülebilmesi esas alınacak ve aynı ve benzer hizmet ve görevler tek bir bakanlık tarafından veya sorumluluğunda yürütülecek ise, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının dışına konulan İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü ve Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğünün hizmet ve görevleri ile Gümrük Müsteşarlığının hizmet ve görevleri arasında aynılığın ötesinde hiçbir benzerlik bulunmadığı için bunlar bir araya getirilerek bir bakanlık kurulamaz. Nitekim, 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK'nin 2. maddesinde düzenlenen Bakanlığın görevlerinden, gümrüğe ilişkin olan (a), (ç), (d), (e), (f), (g), (ğ), (h), (m), (n) bentlerindeki hizmet ve görevlerle, Sanayi ve Ticaret Bakanlığından devralınan genel müdürlüklere ilişkin olan (b), (c), (ı), (i), (j), (k) ve (l) bentlerindeki görev ve hizmetler arasında bırakınız aynılığı, uzaktan ya da yakından herhangi bir benzerlik dahi olmadığı gibi tamamlayıcılık ve bütünleyicilik ilişkisi de bulunmamaktadır. Bu durumda, 640 sayılı KHK ile kurulan Gümrük ve Ticaret Bakanlığının görev ve hizmetlerini düzenli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütebilmesinin mümkün olmadığı kendiliğinden ve aynı zamanda hukuken ortaya çıkmaktadır. Bakanlar Kurulunun 6223 sayılı Kanunla aldığı yetkiyi, 6223 sayılı Kanunun 1. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile 3046 sayılı Kanunun 1. maddesindeki ilkelere ve 3. maddesindeki uyulması zorunlu esaslara uymadan kullanması Anayasanın 91. ve 113. maddelerine aykırı olduğundan, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekli listelerin iptali gerekir. Anayasanın 171. maddesinde, Devletin, milli ekonominin yararlarını dikkate alarak, öncelikle üretimin artırılmasını ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak tedbirleri alacağı; 172. maddesinde, Devletin tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı önlemleri alacağı ve tüketicilerin kendilerini koruyucu girişimlerini teşvik edeceği; 173. maddesinde ise, Devletin, esnaf ve sanatkârları koruyucu ve destekleyici önlemleri alacağı hüküm altına alınmıştır. Üretimin artırılması ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak önlemler; tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı önlemlerin alınması ve tüketicilerin korunması girişimlerinin teşvik edilmesi ile esnaf ve sanatkârın korunması ve desteklenmesi, öncelikle söz konusu Anayasal görevleri gereği gibi yerine getirecek bir teşkilatlanmadan geçmektedir. İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü ve Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü, sanayi ileEsas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 10 ticaretin, sanayi KOBİ esnaf ve sanatkârın tamamlayıcılığı ve üretici ile tüketicinin bütünleyiciliği bağlamında, 635 sayılı KHK ile kurulan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı teşkilatı içinde görevlerine devam edebilir ve üstlendiği hizmetleri düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yerine getirebilirdi. Bunun yanında, dış ve iç ticaretin bütünleyiciliği bağlamında ve esnaf ve sanatkârlar ile üretici kooperatiflerin ithalatın olumsuz etkilerinden korunması ve tüketici haklarının geliştirilmesi doğrultusunda Dış Ticaret Müsteşarlığı ile birleştirilerek 637 sayılı KHK ile kurulan Ekonomi Bakanlığı teşkilatı bünyesinde görev ve hizmetlerini yine aynı şekilde düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütebilirdi. Hatta, birbiriyle ilişkili Anayasal üç görevin, Anayasal gereklerine uygun bir şekilde yürütülebilmesi için ayrı bir bakanlık kurulabilirdi. Ancak, söz konusu Anayasal görevleri yürütmekle yükümlü genel müdürlükler, adeta Sanayi ve Ticaret Bakanlığından kapı dışarı edilmiş ve hiç ilgisi bulunmayan Gümrük Müsteşarlığına sözcüğün gerçek anlamında yamanmıştır. Sanayi ve Ticaret Bakanlığından devredilen genel müdürlüklerin, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile olan görev benzerliği ile görevlerdeki bütünleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi Gümrük Müsteşarlığından daha fazladır. Söz konusu genel müdürlüklerin bütünleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi ile görev ve hizmetlerin benzerliği ve teşkilatlanma modeli bağlamında Gümrük Müsteşarlığına devri ile Denizcilik Müsteşarlığına devri arasında hiçbir fark yoktur. Gümrük Müsteşarlığı, öteden beri gümrük alanında uzmanlaşmış ve bu alanda kurumsal deneyim kazanmış olduğundan, kurumsal uzmanlık alanı ile hiçbir ilgisi bulunmayan genel müdürlükleri istemese de içinde eritecek ve söz konusu genel müdürlüklerin üstlendiği Anayasal görevleri bırakınız düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütmeyi, ister istemez değersizleştirecektir. Çünkü gümrük teşkilatı ile devraldığı genel müdürlüklerin görev ve hizmetleri arasında hiçbir bütünleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi olmadığı gibi uzaktan veya yakından benzerlik de bulunmadığından ve taşra teşkilatlanmaları birbirine uymadığından devralan gümrük teşkilatında önem ve öncelik uzmanlaşılarak kurumsal deneyim kazanılan asli görevlere verilmek zorunda kalınacak; devralınanlar ise ne yapılırsa yapılsın üvey evlat muamelesine muhatap olmak durumunda kalacaktır. Bu benzeşmezliğe ve yabancılığa dayalı sorunlar iyi niyetli girişimlerle aşılmaya çalışıldıkça, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı bu defa gümrüğe ilişkin görevlerini de yapamaz hale gelecektir. Bu itibarla, Anayasanın devlete yüklediği ödevlerin gereği gibi yerine getirilmesini sağlayacak uygun teşkilatın kurulmaması yoluyla anayasal görevlerin değersizleştirilmesi ve esnaf ve sanatkârlar ile kooperatif ve tüketicilerin anayasal güvence altında olan haklarının Anayasanın öngördüğü şekilde yerine getirilmemesi Anayasanın 171., 172. ve 173. maddelerinde devlete yüklenilen ödevlerin gerekleriyle bağdaşmamaktadır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Anayasanın 91., 113., 171., 172. ve 173. maddelerine aykırı olduğundan tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekli listelerinin iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 08.06.2011 tarihli ve 27958 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, bütünüyle Anayasaya aykırıdır.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 11 6223 sayılı Yetki Yasasının iptali veya yürürlüğünün durdurulması durumunda 640 sayılı KHK yasal dayanaktan yoksun kalacağından, 640 sayıl | 4,023 |
Esas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 1 18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı Kanunla kabul edilen 1982 Anayasasının 152nci maddesinde; Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz (...) 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun Anayasaya aykırılığın Mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40 ncı maddesinde ise, (1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararma ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. (3) Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. (4) Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvurulan, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir.Esas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 2 (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. hükümlerine yer verilmiştir. Yukarıda anılan hükümler gereğince, mahkeme bakmakta olduğu davada uygulayacağı kanun ya da kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasaya aykırı görür veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, o hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkilidir. Öte yandan, 6085 sayılı Sayıştay Kanununun 23üncü maddesinde, Bir başkan ile altı üyeden kurulu daireler birer hesap mahkemesidir. Daireler, bir başkan ve dört üye ile toplanır, hüküm ve kararlar oy çokluğuyla verilir. denilmek suretiyle Sayıştay Dairelerinin birer mahkeme olduğu açıkça ifade edilmiştir. Keza Anayasa Mahkemesinin 28.02.2013 tarih ve E.2011/21, K.2013/36 sayılı Kararında, (...) Sayıştayın, sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlama görevi yönünden yargısal bir faaliyet gerçekleştirdiği ve bu çerçevede verdiği kararların maddi anlamda kesin hüküm teşkil eden yargı kararı niteliğinde olup, bu kararlarına karşı yargı organları dâhil hiçbir makam ve merciye başvurma olanağının bulunmadığı ve yargısal sonuçlu kararlar veren bir hesap mahkemesi olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. ‘‘ denilmek suretiyle Sayıştayın bir mahkeme olduğu vurgulanmıştır. Bu çerçevede Radyo ve Televizyon Üst Kurulu 2014 yılı Yargılamaya Esas Raporunun linci maddesinin Dairemizde görüşülmesi sırasında; Yargılamaya Esas Raporu hazırlayan Denetçi tarafından Üst Kurul üyelerinin maaş ödemelerinde, 02.11.2011 tarihli ve 28103 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 666 sayılı Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname hükümleri geçerli olduğu halde, 11.07.2013 tarih ve 13 numaralı Üst Kurul kararı ile RTÜK üyelerinin TBMM tarafından seçildiği ve mali haklar konusunda diğer kurulların başkan ve üyelerine ilişkin düzenlemeye dahil olmadıkları şeklindeki karara dayanarak 15.01.2012 tarihinden sonra seçilen Üst Kurul Üyelerinin maaşlarının hatalı ödendiği gerekçesiyle 48.136,80 TL. tutarında kamu zararına neden olunduğunun iddia edildiği görülmüştür. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin linci maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek 11inci maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde, Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra; b) 5018 sayılı Kanuna ekli (III) sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kutumlar ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı (...) (5) (...) (4) (...) (5) ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hakEsas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 3 ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdi ödemelerin bir aylık toplam net tutarı; kurul başkanı için bakanlık müsteşarı, kurul üyesi için bakanlık müsteşar yardımcısı, başkan yardımcısı için bakanlık genel müdürü, (...) (4) (...) (5) mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez ve bunlar, emeklilik hakları bakımından da emsali olarak belirlenen personel ile denk kabul edilir. denilmek suretiyle bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra, 5018 sayılı Kanuna ekli (III) Sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kuramların kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan üyelere, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdi ödemelerin bir aylık toplam net tutarının, bakanlık müsteşar yardımcısına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemeyeceği belirtilerek, diğer sayılanlarla birlikte bunların mali haklarına ilişkin bir düzenleme yapılmıştır. Bu çerçevede uygulama birliğinin sağlanması ve oluşabilecek tereddütlerin giderilmesi amacıyla Maliye Bakanlığınca hazırlanan 666 Sayılı KHK ile ilgili 161 sayılı Devlet Memurları Kanununu Genel Tebliğinin (E) Bölümünün 3üncü maddesinde; 3 15/1/2012 tarihinden sonra; a) Söz konusu kurumlara ait kadro veya pozisyonlara ilk defa atanan personel ile bu kurumların kadro veya pozisyonlarında bulunup, ayrılanlardan bu kurumların kadro veya pozisyonlarına yeniden atanacak personelin, b) Düzenleyici ve denetleyici kuramlara kurul başkanı veya kurul üyesi olarak ilk defa veya yeniden atananların, mali ve sosyal hakları, 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 11 inci maddesi ve bu madde uyarınca yürürlüğe konulacak Bakanlar Kurulu kararında yer alacak hükümlere ve belirlemelere göre tespit edilecektir, hükümlerine yer verilmiş olup bu hükümlerle, 15.01.2012 tarihinden itibaren Kurulun kadro ve pozisyonlarına ilk defa atananlar ile yeniden atananlar yeni maaş rejimine tabi kılınmıştır. İtiraz konusu hükmün ver aldığı 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerdendir. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamemin linci maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen ek 1 linci maddenin birinci fıkrasının (b) bendiyle, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra, 5018 sayılı Kanuna ekli (III) Sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumların kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan üyelere, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdi ödemelerin bir aylık toplam net tutarının, bakanlık müsteşar yardımcılarına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarım geçemeyeceği belirtilerek, diğer sayılanlarla birlikte bunların mali haklarına ilişkin bir düzenleme yapılmıştır.Esas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 4 Oysa 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanununda kamu görevlilerinin "atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarından söz edilmiş, ancak mali haklara ilişkin bir ibareye yer verilmemiştir. Diğer yandan, kuralda öngörülen mali haklara ilişkin hüküm, mevcut veya yeni ihdas edilen ya da bir başka bakanlıkla birleştirilen bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesiyle bağlantılı ve bunların zorunlu sonucu olmayıp doğrudan mali haklara ilişkin bir düzenleme niteliğindedir. Anayasanın 91inci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, yetki kanununda, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kanun hükmünde kararnamenin çıkarılıp çıkarılamayacağının gösterilmesi gerekir. Buna göre bir kanun hükmünde kararnamenin Anayasaya uygun olduğunun kabulü öncelikle konu, amaç, kapsam ve ilkeleri yönünden dayandığı yetki kanununa uygun olmasına bağlıdır. Bu bağlamda, Anayasanın ikinci kısmının Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler başlıklı üçüncü bölümünde düzenlenen haklar içinde kalan ve Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen kanun hükmünde kararnameyle düzenlenemeyecek yasak alan içinde bulunmayan kamu görevlilerinin mali ve sosyal haklarının 6223 sayılı Kanun kapsamında kalması durumunda, kanun hükmünde kararnameyle düzenlenmesinde Anayasaya aykırı bir durumun olmayacağı açıktır. Ancak, 6223 sayılı Kanunun amacım düzenleyen linci maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde; kapsamına ilişkin düzenlemelerin yer aldığı aynı maddenin (2) numaralı fıkrasının (b) bendi ile bu bendin (7) numaralı alt bendinde ve son olarak ilkeler ve yetki süresine ilişkin hükümlerin yer aldığı 2nci maddenin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde, kamu personelinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarından söz edilmiş, ancak mali haklara ilişkin bir ibareye yer verilmemiştir. Bununla birlikte, 6223 sayılı Kanunda öngörüldüğü üzere; Mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, Mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine, Mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına, ilişkin düzenlemeler söz konusu olduğunda, mali haklara dair düzenlemelerin de yapılması mümkündür. Mevcut veya yeni ihdas edilen ya da bir başka bakanlıkla birleştirilen bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesiyle ilgili olmayan hususlar 6223 sayılı Yetki Kanunu kapsamında bulunmadığından, kanun hükmünde kararnameyle doğrudan mali haklarda bir düzenleme yapılamaz. Bir başka ifadeyle, 6223 sayılı Yetki Kanununun amaç, kapsam ve ilkeleri bakımından kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna doğrudan bir düzenleme yapma yetkisini vermediği, ancak mali ve sosyal haklarla ilgili hükümlerin 622JEsas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 5 sayılı Yetki Kanununun amacı ve kapsamına giren konularda yapılan düzenlemelerin doğal sonucu olması durumunda mümkün olabileceği, 6223 sayılı Yetki Kanununda öngörülen amaç, kapsam ve ilkeleriyle bağlantılı olmaksızın sırf mali konularda bir düzenleme yapılamayacağı açıktır. Nitekim; Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kuramımda 15.1.2012 tarihinden sonra bankalar yeminli murakıp yardımcısı olarak göreve başlayan davacının, bu tarihten önce işe başlayan aynı unvan ve görevdeki kişilerle mali haklarının eşitlenmesi talebiyle yaptığı başvurunun • reddi işleminin iptali istemiyle açılan davada, davacının Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi bulan Mahkeme, itiraz konusu kuralın iptali için başvurmuştur. Başvuru kararında özetle, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunda 15.1.2012 tarihinden önce ve sonra bankalar yeminli murakıp yardımcısı olarak göreve başlayanların aldıkları ücretler arasında farklılık getiren düzenlemenin, eşitliği ve çalışma barışını bozduğu belirtilerek kuralın, Anayasanın 10 uncu, 49 uncu ve 55 inci maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür. İtiraz konusu kural, 375 sayılı KHKnın bahsi geçen ek 11inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan .. .murakıp ve... ibareleridir. Bu başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi 2015/1 Esas ve 2015/91 Karar sayılı Kararında; 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye, 11.10.2011 tarihli ve 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesiyle eklenen ek 11. maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan ...murakıp ve... ibarelerinin Anayasaya aykırı olduğuna ve iptallerine, 22.10.2015 tarihinde karar vermiştir. Yine, bu dava ile bağlantılı olarak aynı talep ve dilekçeler ile Ankara 9. İdare Mahkemesi E:2014/760 sayı ile vermiş olduğu kararla Anayasa Mahkemesine itiraz yoluna başvurmuş, Anayasa Mahkemesi de 2015/101 Esas ve 2015/111 Karar sayılı Kararında; 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye, 11.10.2011 tarihli ve 666 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesiyle eklenen ek 11. maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan; A ...uzman... ibarelerinin Anayasaya aykırı olduğuna ve İPTALLERİNE, B ...uzman... ibarelerinin iptalleri nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan, bu ibarelerden önce ve sonra gelen "...ile... unvanlı meslek personeline,... ve ...unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına... ibarelerinin de 30.3.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince İPTALLERİNE, 03.12.2015 tarihinde karar vermiştir. Açıklanan nedenlerle; 1 Anayasanın 152nci maddesinin birinci fıkrasındaki, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısınaEsas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 6 varırsa Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır, hükmü ile 6216 sayılı Kanunun Anayasaya aykırılığın Mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40inci maddesi gereğince 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 91inci maddesine aykırılık teşkil eden 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1inci maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen ek 11inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan; ...kurul üyesi... ibareleri Anayasanın 91 inci maddesine aykırı görüldüğünden, iptali için ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA ve ilgili belgelerin onaylı örneklerinin ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 2 6216 sayılı Kanunun 40inci maddesinin beşinci fıkrası hükmü uyarınca Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar Yargılamaya Esas Raporun 1 inci maddesine ilişkin hükmün GERİ BIRAKILMASINA, Dairemizin 10.02.2016 tarih ve 75 sayılı tutanağıyla Karar verildi. | 2,136 |
Esas Sayısı : 2005/30 Karar Sayısı : 2009/18 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ Başvuru kararlarının gerekçe bölümlerinde özetle; 1479 sayılı Yasa'ya tabi sigortalıların ödeyecekleri primler ve bağlanacak aylıklarının hesabında esas alınacak gelir basamaklarının düzenlenmesi ile ilgili hükümlerin anılan Yasa'nın 50. maddesinde yer aldığı, bu maddede, 24 basamaktan meydana gelen gelir basamaklarının her yıl Nisan ayında ilk olarak bir önceki yılın Aralık ayı ile ondan önceki yılın Aralık ayına göre DİE tarafından açıklanan en son temel yıllı kentsel yerler tüketici fiyatları indeksindeki değişim oranı kadar, ikinci olarak bir önceki yılın gayrisafi yurt içi hasıla sabit fiyatlarla gelişme hızları kadar artırılarak belirlenmesinin öngörüldüğü, Bağ Kur yaşlılık aylığının hesaplanma yöntem ve esaslarının 1479 sayılı Yasa'nın 36. maddesinde düzenlendiği, anılan bu maddenin 4447 sayılı Yasa'nın 29. maddesi ile 1.1.2000 tarihinden geçerli olmak üzere değiştirildiği, 1479 sayılı Yasa'ya 4447 sayılı Yasa ile eklenen Geçici 12. maddenin birinci fıkrasında, bu Yasa'nın yürürlük tarihinden sonra primlerin ve aylıkların hesaplanmasına esas gelir tablosunun 50. maddeye göre belirlenmesine kadar Yasa'nın yayımı tarihinden önceki hükümlere göre belirlenecek olan 24 basamaklı gösterge tablosunun uygulanmasına devam edileceğinin belirtildiği, anılan Geçici 12. maddenin, 4571 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile değiştirilen 2. fıkrasında 'Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra 50 nci maddeye göre belirlenmesi gereken gelir basamaklarının hesaplanmasında yukarıdaki fıkra gereğince uygulanan gelir basamakları 1.4.2000 ile 31.03.2001 tarihleri arasında geçerli olmak üzere %25 artırılarak uygulanır. Ancak, Bakanlar Kurulu bu artışı 1.4.2001 ile 31.03.2002 dönemi için hedeflenen enflasyonu dikkate alarak yeniden belirlemeye yetkilidir' hükmünün getirildiği, 1479 sayılı Yasa'nın, 4747 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile eklenen Geçici 17. maddesinde de 'Bu Kanunun 50 nci maddesine göre belirlenmesi gereken, 1.4.2002 ile 31.03.2003 tarihleri arasında sigortalıların ödeyecekleri primler ve bağlanacak aylıkların hesabına esas gelir basamaklarını ve buna ilişkin usul ve esasları belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir.' kuralının getirildiği, Ülkemizde 20 yıldır enflasyonun yüksek olduğu, son 12 yıl içinde ekonomik krizlerin aralıklı olarak meydana geldiği, özelikle son iki krizde de bir çok işyerinin kapandığı, ithalat ve ihracatın azaldığı, işverenlerin çoğunun bu krizde malvarlığını kaybettiği, bankalardan yüksek faizle alınan kredilerin ödenemediği, fabrikaların kapandığı, binlerce işçinin işten çıkarıldığı, tek gelir kaynağı emekli maaşı olan binlerce vatandaşın bu krizler nedeniyle mağdur duruma düştüğü, bu dönemlerde 4571 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ve 4747 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile, sigortalılar için öngörülen hesap sistemi için kesin kriterler yerine yönetsel keyfi kriterlerin getirildiği, hedeflenen enflasyon deyiminin de sübjektif kriter olduğu, enflasyonun faturasının emeklilere yüklenmesinin sosyal devlet kavramı ile bağdaşmadığı, amacı güçsüzleri korumak, eşitliği ve sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamak olan Devletin, sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı olarak hareket etmesinin, aynı hukuksal durumda bulunanlara eşitlik ilkesine aykırı yasal düzenlemeler yapmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, aynı basamakta, aynı sürede ve aynı yaşta prim ödemekle beraber farklı tarihlerde aylık talebinde bulunanların aylıklarındaki farklılıkların, gelir tablosunun, temel yıllı kentsel yerler tüketici fiyatlarına göre tespit edilmesi gerekirken, 4571 ve 4747 sayılı Yasalara göre bunun çok altında belirlenmiş olmasından kaynaklandığı, bu düzenlemelerin Anayasa'nın eşitlik ilkesi ve sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu, aylık bağlama konusunda yapılan bu değişikliğin sigortalı davacının aylığında düşüşe yol açtığının sabit olduğu, yasakoyucunun peşpeşe çıkardığı geçici maddelerle her dönem için yıllık belirlenen TÜFE ve TEFE indekslerinden uzaklaşarak artış oranını kendisinin belirlediği, aynı sürede prim ödeyen sigortalılara bağlanan aylık tutarlarının farklı olmasına da sonradan çıkan ve iptali istenen bu Yasa maddelerininEsas Sayısı : 2005/30 Karar Sayısı : 2009/18 2 neden olduğu, gelir basamaklarının 1479 sayılı Bağ Kur Yasası'nın 50. maddesi gereğince enflasyon oranı kadar artırılması gerekirken, 2000 yılında bu oran çok yüksek bulunarak iptali istenen 4571 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile % 25'e indirildiği ve maddenin ikinci cümlesinde yer alan 'hedeflenen enflasyon' tabiri ile aylık bağlama oran miktarını belirleme yetkisinin 2001 yılında Bakanlar Kurulunun insifiyatine bırakılması ile çalışanların sosyal güvenlik haklarının yasa teminatından çıkartılarak idarenin alacağı keyfi kararlara terkedildiği, 4747 sayılı Yasa'nın 4. maddesiyle 1479 sayılı Yasa'ya eklenen Geçici 17. madde ile de bu yetkinin Bakanlar Kurulu'na bırakıldığı, bu nedenlerle anılan Yasa maddelerinin Anayasa'nın 2., 5., 10., 40. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ve iptalleri gerektiği ileri sürülmüştür." | 649 |
Esas Sayısı : 1996/59 Karar Sayısı : 1997/70 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru gerekçesi şöyledir: "Son duruşması 18.7.1996 tarihinde yapılmış ve CMUK 423/1. maddesi gereğince Temmuz ayının 20 sinden Eylül ayının 5 ine kadar tatil olması sebebiyle duruşma 12.12.1996 günü saat 9.05 e bırakılmıştır. CMUK nun 219/1. maddesi gereğince duruşmanın ara verilmeksizin yapılacağı hükmü düzenlenmiş aynı Yasanın 222. maddesinde ise duruşmaya zaruret olmadıkça 8 günden fazla ara verilemeyeceği, tutuklu işlerde zaruret olsa dahi bu sürenin 30 günü geçemeyeceği düzenlemesi yapılmasına rağmen aynı Yasanın 423/1. maddesi gereğince duruşmaya mahkememizce 8 günden fazla ara verilerek 12.12.1996 tarihinde bir başka deyişle 5 eylül 1996 tarihinden sonraki bir güne bırakılmak zorunda kalınmıştır. Dolayısıyla CMUK 423/1. maddesi mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması zorunlu bulunan bir kuraldır ve bu kurala uyulmuştur. CMUK nun 219. maddesi gereğince ceza davalarında "Duruşmanın ara verilmeksizin cereyan edeceği, 222. maddede ise duruşmaya zaruret olmadıkça 8 günden fazla ara verilemeyeceği 423/1. maddesinde ise ceza işlerini gören bakan ve mahkemeler her sene Temmuzun 20 sinden Eylülün 5 ine kadar tatil olunur, hazırlık tahkikatı ile tutuklu işlere ait duruşmaların ve acele sayılacak diğer hususların tatil süresi içinde ne suretle yapılacağı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca belirlenir hükümleri getirilmiştir. Bu düzenlemeler karşısında ceza mahkemeleri tarafından yapılan duruşmalar her yıl Temmuz ayının 20 si ile Eylül ayının 5 i arasında 45 günlük bir süre içerisinde yapılamamakta ve ancak tutuklu işler ile kanunlarda acele işlerden sayılan davalara bakılabilmektedir. Bu sebeple CMUK'nun 219. ve 222. maddeleri ile 423/1. maddesi arasında bir çelişki bulunmaktadır. TCK Anayasasının 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu, 10. maddesinde herkesin dil, ırk, renk ...vb. sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit sayılacağı, 36. maddesinde herkesin meşru vasıta ve yollarından faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olduğu, hiç bir mahkemenin görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamayacağı, 141. maddesinde ise davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğu hükümleri düzenlenmiştir. Ülkemizde yargılamaların gerek hukuk davalarında gerek ceza davalarında uzun sürmesi yıllardan bu yana şikayet konusu olan bir durumdur. Özellikle Avrupa ve diğer batı ülkeleri ile yapılan karşılaştırmalarda, ülkemizdeki yargılamanın uzun sürmesi ve bu hususun başta insan haklarına olmak üzere diğer demokratik kurallara da aykırı olduğu uzun yıllardan bu yana dile getirilmektedir. Avrupa Ekonomik topluluğuna girme aşamasında olan ülkemizin yargılama süresi bakımından Avrupa ekonomik standartlarına uymadığı yine dile getirilen konulardandır. Yargılamaların kısa sürmesi ve bir an önce sonuçlandırılması için 1982 tarihli Anayasamızın 141. maddesinde davaların en az giderle ve mümkün olan süratla sonuçlandırılması yargının görevidir" denmek suretiyle bu husus en üst yazılı kural olan ve bağlayıcı olan Anayasa'da da vurgulanmış ve bir yerde ülkemizdeki yargılamaların uzun sürdüğü, bunun kısa sürmesinin yargının bir görevi olduğu belirtilmiştir.Esas Sayısı : 1996/59 Karar Sayısı : 1997/70 2 CMUK nun 219. ve 222. maddelerine rağmen zaruret olmadıkça duruşmalara 8 günden fazla ara verilemeyeceği belirtilmiş olup ceza yargılamasında birçok davada zaruretler karşısında duruşmalara 8 günden fazla ara verilmekte olduğunda fiili bir gerçektir. Özellikle ceza davalarında, sanığın bulunamaması, tanıkların bulunamaması, raporların süresinde gelmemesi, Adli Tıpta ki gecikmeler gibi sebeplerle zaten duruşmalara 8 günden fazla ara verilmesi bir kural haline dönüşmüş olup mahkemelerce de dosya sayısının fazlalığı sebebiyle zaman zaman bu süreye uyulmamaktadır. Bütün bunların yanında bir de CMUK nun 423/1. maddesi gereğince ülkemizde yaz mevsimine denk gelen 20 Temmuz 5 Eylül tarihleri arasında duruşma yapılmaması davaların bitmesi gerekenleri de uzatmakta ve bir kısım mağduriyetlere sebebiyet verdiği gibi yargıya olan güveni, dolayısıyla adalete olan güveni zedelemektedir. Zaten yukarıda belirtilen sebeplerle davaların uzun sürdüğü ülkemizde birde 45 gün gibi uzunca sayılabilecek bir süre boyunca davalara bakılmaması yargılamayı iyice uzatmaktadır ve Hukuk Devleti olma iddiası ile kurallar düzenleyen Devletin bu şekilde yargılamaları uzatması ve mağduriyetlere sebebiyet vermesi kamu güvenliğini, kamu düzenini zedelemekte olup ülkenin genel şartları göz önünde bulundurulduğunda 45 günlük tatil ülkemiz için zaruri bir ihtiyaç olmaktan çıkıp bir lüks haline dönüşmüştür. Anayasa'nın 2. maddesinde ki "Hukuk Devleti" vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlayan Devlet demektir. Hukuk güvenliği sağlamak tek başına bir anlam ifade etmemekte olup bu güvenliğin sağlanabilmesi ve hukuk devletinin koşullarını yerine getirebilmesi için devletin önceden belirlenmiş hukuk kaideleri ile vatandaşların güvenliğini sağlaması, öncelikle buna kendisinin uyması ve önceden konulan bu kurallara aykırı davranılması halinde ise kurallar ile güvence altına alınan hakların korunması için yasal düzenlemelerin yapılmış olması gerekir. Bunların başında haklar, ihlal edilen vatandaşların gerek ihlal eden Devlete karşı gerekse vatandaşlara karşı bağımsız yargı organları önünde haklarını araması için yasal düzenlemenin sağlanmış olması anlamındadır. Bu hususta başta Anayasa olmak üzere diğer kanunlarda gerekli düzenlemeler yapılmıştır ve Anayasanın 10. maddesinde vatandaşların öncelikle kanun önünde eşit olduğu, 9. maddesinde yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce kullanılacağı, 11. maddesinde kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı, 36. maddesinde herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı merciileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olduğu, 141. maddede ise davaların en az gider ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğu düzenlenerek Hukuk Devleti olmanın gerekleri yerine getirilmiştir. Yine Anayasa'nın 141. maddesinin yukarıdaki hükmü gereğince duruşmaların ara verilmeksizin ve zaruret olmadan 8 günden fazla ara verilemeyeceği CMUK nun 219. ve 222. maddelerinde düzenlenmiştir. Anayasa'nın bir çok hükmü buna benzer düzenlemeler getirmiştir. Buna rağmen ülkemiz için lüks sayılabilecek CMUK'nun 423/1. maddesi gereğince duruşmalara 45 gün ara verilmekte olup bir yerde Devletin Hukuk Devleti olması ilkesine her yıl 45 gün ara verilmektedir. Oysa Devlet süreklidir, dolayısıyla onun genel ilkeleri içerisinde sayılan Hukuk Devletinin de sürekli olması gerekir. Dolayısıyla, CMUK'nun 423/1. maddesi Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır. Anayasa'nın 10. maddesinin başlığı kanun önünde eşitlik olup herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefe, inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşit sayılacağı düzenlenmiştir. Buna rağmen CMUK 423/1. maddesi gereğince bir kısım davalara Adlî tatil içerisinde bakılabilmektedir. Bunlar tutuklu davalar ve kanunlarında acele işlerden sayılan davalardandır. Mesela Orman Kanununa ihlal suçlarına Adlî tatil içerisinde bakılabilmektedir. Günümüzün demokratik ülkelerinde ve insan haklarıEsas Sayısı : 1996/59 Karar Sayısı : 1997/70 3 anlayışına göre kişilerin uzun süre sanık sıfatıyla yargılanmaları demokratik olmayıp insan haklarına aykırıdır. Herkes bağımsız yargı organları önünde yargılanarak biran önce aklanma hakkına sahip olmalıdır. Bu sebeple insanların kendileri için isnat edilen suçtan dolayı bir an önce aklanmaları, bunun sağlanması için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması eşitlik ilkesinin bir gereğidir. Devletin bir yıl içerisinde 45 günlük bir sürede bir kısım sanıkların davasının görülmesi, bir kısmınınsa zaruret yokken davalarının bekletilmesine sebebiyet veren CMUK 423/1. maddesi Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırıdır. Anayasa'nın 36. maddesi herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı merciileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir hükmüne rağmen bir kısım suçlar dolayısıyla yargılanan vatandaşlar hiç bir zaruret yokken CMUK nun 423/1 maddesi gereğince her yıl 45 gün süre ile bu haklarından mahrum edilmektedirler. İnsanların yukarıda açıklandığı gibi kendileri için isnat edilen suçlardan savunmalarını yaparak aklanmalarının sağlanmasını bağımsız yargı organlarından isteme hakları olmasına rağmen bu haklarının bu şekilde kısıtlanması Anayasa'nın 36. maddesine aykırı olup aynı zamanda şikayetçi olan insanlarında iddialarını ispat etme hakları böylece kısıtlanmaktadır. Anayasa'nın 141. maddesinde mahkemelerde ki duruşmalar ile ilgili bir kısım düzenlemeler yapılmış, son fıkrasında ise davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir düzenlemesi getirilmiştir. Buna paralel CMUK nun 219. ve 222. maddeleri düzenlenmiştir. Ayrıca bütün yasal düzenlemeler yargılamanın süratli bir şekilde sonuçlandırılması için başta kesin süreler olmak üzere bir çok kurallar getirmiştir. Yargılama Hukuku'nun temel ilkelerinden biri de yargılamanın en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasıdır. 1982 tarihli Anayasamızda ülkemizde yargılama süresi yönünden bir sorun olduğu düşünülerek 141. maddenin son fıkrası düzenlenmiştir. Ancak aradan 14 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen yasadaki eski düzenlemeler Anayasaya uygun hale getirilmemiştir. Eğer 45 günlük Adlî tatil Anayasanın 141/ son maddesine aykırı değil ise Anayasanın 141/son maddesinin Anayasaya yazılmış olmasınınhiç bir değeri ve anlamı kalmayacaktır. Bir gün yasakoyucu demokratik olmayan bir biçimde yargılamaya 45 gün değilde 3 ay ya da 6 ay her yıl ara verebileceğini düzenler ise bu düzenlemede Anayasa'nın 141/ son maddesine aykırı sayılmayabilir. Bu sebeple Anayasanın 141/son maddesinin bir anlam ve öneminin olabilmesi için kaldı ki vardır ve önemlidir CMUK nun 423/1. maddesinin iptal edilmesi gerekir. Ülkemiz coğrafî yapısı ve iklim şartı özellikle mahallinde keşif gerektiren, bir çok davanın kış aylarında keşfinin yapılmasını ve yargılamanın bir an önce sonuçlandırılmasına engel olmaktadır. Özellikle Doğu Anadolu gibi kışı uzun ve sert geçen bölgelerde bu keşifler yapılamadığından keşifler yaz aylarına kalmakta ve yargılama uzamaktadır. Bu sebeple yaz aylarına kalan keşiflerde ülkemizde yaz ayının ortasına gelen 20 Temmuz ve 5 Eylül tarihleri arasında yapılamadığından bir çok dava gelecek yıla kalmaktadır. Özellikle toplumsal olarak yargılamaların uzaması şikayetlere sebep olmakta, zamanında yasaya aykırı davrananlara yasal yaptırımlar uygulanamadığından yargıya ve Devlete olan güven zedelenmektedir. İnsanlar birçok kere hak aramak için bağımsız yargı organlarına müracaat etmek yerine mafya tabir edilen yasa dışı yollardan hak arama çabalarına girdikleri, yargının caydırıcılığının ortadan kalkması sebebiyle zaman zaman linç olaylarının veya linçe teşebbüs olaylarının yaşandığı fiili bir gerçektir ve herkesin malumudur. Bütün bu olayların temelinde yargıya duyulan güvenin hızla azalması ve yargının caydırıcılığının ortadan kalkmasıdır. Özellikle CMUK nunda yapılan ve CMUK değişikliği olarak bilinen değişiklikten sonra ceza davalarında tutuklama şartları ağırlaştırılmış ve hukukun temel prensibi olanEsas Sayısı : 1996/59 Karar Sayısı : 1997/70 4 herkesin suçluluğu isbat edilinceye kadar masum olduğu ilkesinin biraz daha korunması sebebiyle vatandaşların şüpheli ve sanıkların serbest bırakılmasından sonra yargılamanın uzun sürmesi sebebiyle yargıya olan güveni azalmıştır. Elbette ki herkesin suçluluğunun isbat edilmesine kadar masum olduğu ilkesine uymak şarttır. Ama bu şart yerine getirilirken suçluların biran önce cezalandırılması ve cezalarını çekmesi suçsuz olupta kendisine suç isnat edilen insanlarında bir an önce aklanmaları ve toplum karşısına yeniden aklanmış olarak çıkma haklarına saygı göstermek ve bunun yasal düzenlemesini sağlamak Devletin görevidir. Bu gün ülkemizde iktidara gelen her hükümet ve muhalefet, yargı reformu yapacağını söylemekte olup programlarında bu hususta düzenlemeler yapmaktadırlar. Bilim çevreleri barolar ve her türlü sivil örgütte hukuk reformunun gerekliliğinden bahsetmekte olup, hukuk reformu deyince akla ilk gelen ise davaların hızlandırılması ve bir an önce sonuçlandırılmasıdır. Özellikle usul yasaları üzerinde yapılmak istenilen değişikliklerin temel amacı yargılamanın hızlandırılmasıdır. Ancak CMUK nun 423/1. maddesi HMUK un ise 175. maddesi değiştirilmediği sürece yargılamanın hızlandırılması mümkün değildir. CMUK nun 423/1 maddesinin amacı her yıl 45 gün duruşmalara ara verilerek Hakim ve Savcıların tatil yapmalarını sağlamak ise bu amaç duruşmalara ara verilmeksizin de yerine getirilebilir. Zaten bu süre içerisinde Adliyeler kapatılmamakta, özellikle küçük ilçelerde çalışan Hakim ve Savcılar adlî tatilde de çalışmaya devam etmekte ancak bir kısım duruşmaları yapamamaktadırlar. Hakim ve savcılara yıllık olarak 30 gün izin verilirken Adlî tatilden yararlananlar 45 gün izin yapmaktadırlar. Hakim ve savcıların 30 gün izin yapmaları dinlenmeleri için yeterli değilse yasal düzenleme ile bu süre 45 güne çıkartılabilir. Ayrıca hakim ve Savcıların huzurlu ve rahat çalışmalarını temin etmek maksadı ile bu düzenleme yapılmış ise bu yeterli değildir. Öncelikle hakim ve savcıların ekonomik ve sosyal durumları,çalışma ortamları düzenlenerek hakim ve savcıların huzurlu ve dinlenmiş olarak çalışmaları sağlanabilir. Yukarıda açıklanan sebeplerle CMUK nun 423/1. maddesinin Anayasa'nın 2., 10., 36 ve 141. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılarak bu maddenin iptali için Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilmiştir."" | 1,795 |
Esas Sayısı : 2018/17 Karar Sayısı : 2018/17 1 ... KONU: Mahkememiz dosyasında 06/12/2017 tarihinde yapılan duruşmasında verilen ara karar gereği 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin anayasaya aykırı olduğu düşünülerek yasanın iptali için anayasa mahkemesine itiraz yolu ile başvurulmasına karar verilmiş, davacı vekilinin itiraz dilekçesi sunması üzerine maddenin iptali yönünden anayasa mahkemesine başvurulması gerekmiştir. OLAY: konut edindirme projesi kapsamında davalı belediye ili davacı arasında nüve konutları arsa tahsis sözleşmesi imzalanarak davacıya Gaziantep ili Şahinbey ilçesi Karataş mahallesinde bulunan taşınmazın tahsis edildiği, davacının üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirdiği gereken ödemeleri yaptığı ancak arsa tahsislerinin meclis kararıyla iptal edildiği ve imar değişikliğine gidildiği görülmüştür. Davacı vekili ... mahkememize sunmuş olduğu dilekçesi ile 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 2, 5. ve 10. maddelerinin bariz şekilde aykırı olduğunu yasanın açık olarak anayasa ve hukukuğun genel ilkelerine aykırı olması ve yerel mahkemelerde temyiz incelemesinde bir çok dosyanın olmasından ötürü hak kayıplarının önüne geçilmesi için şimdilik yürürlüğünün durdurulmasını arz ve talep ettiği görülmüştür. I İPTALİ İSTENİLEN KANUN HÜKÜMLERİ Geçici Madde 10 (Ek: 20/8/2016 6745/12 md.) Gaziantep ili, Şahinbey ilçesi sınırları içerisinde bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanuna göre ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işleminin gerçekleştirilememesi hâlinde; arsa veya konut tahsisi için ödenen bedeller, ilgili idarece yapılacak tebligatı müteakip en geç üç ay içerisinde, ödeme gününden itibaren hesaplanacak kanuni faizi ile birlikte hak sahiplerine veya kanuni mirasçılarına ödenir. Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden herhangi bir hak, bedel ve tazminat talebinde bulunamazlar. Anayasanın Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir hükmünü içermektedir. Bu madde ile Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliği hukuk devleti olarak tayin edilmiştir. Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan devlettir. Hukuk devleti ilkesi; hukuki güvenilirlik, öngörülebilirlik ,müktesep hak , aleyhe kanunların geçmişe yürümemesi ilkelerini de içinde barındırmaktadır. Anayasanın 36. maddesi ise (Değişik: 3/10/2001 4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. hükmünü içermektedir. Bu madde ile yürürlüğe giren geçici madde aleyhe geriye yürümezlik kuralını ihlal ettiği için hukuka ve Anayasanın 2. ve 36. maddesine aykırıdır. Çünkü hukuki öngörülebilirlikEsas Sayısı : 2018/17 Karar Sayısı : 2018/17 2 ve bilinirlik gereğince yasal yola başvuran ve hakkını mahkemede arayan davacının; Kanunun olumsuz etkisinin geriye dönük tatbiki ile hak arama hürriyetine ciddi şekilde kısıtlama getirilmektedir. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılama ilkesine aykırıdır. İtirazın konusu: 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesi SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin Anayasaya aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur. | 498 |
Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 1 "... I. Dava dilekçesi şöyledir : "Mevzuu : C.H.P. Cumhuriyet Senatosu Grubu Başkanvekili Fikret Gündoğan ve Başkanlık Divanındaki C.H.P. li üyelerin imzaları ile Cumhuriyet Senatosu Başkanlığına verilen önergenin Danışma Kurulu kararı olarak umumi heyete götürülmesi ve umumi heyette Anayasa ve içtüzüğe aykırı olarak ve oy çoğunluğunu kötüye kullanarak Başkanlık Divanının ve Cumhuriyet Senatosu Başkanının süresinin sona erdirilmesine karar alınması ve bu yanlış karara dayanılarak Cumhuriyet Senatosu Başkanının süresi ve vazifesi hukuken devam ederken yeni bir Başkan seçilmesi ve divanın yeniden teşkil edilmesi işleminin iptali talebinden ibarettir. VAKIALAR A 1 5 Haziran 1977 tarihinde yapılan Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimleri sonunda siyasî partilerin Cumhuriyet Senatosundaki üyelerinin miktarında değişmeler olmuştur. C.H.P. Grup Başkanvekili ve divandaki C.H.P. li üyeler bu seçimler neticesinde vaki değişikliğin Başkanlık Divanındaki temsil oranını da etkileyeceğini ileri sürerek bu oranın düzeltilmesini istiyen bir önergeyi Cumhuriyet Senatosu Başkanına vererek danışma kurulunun toplanmasını ve A.P. nin Başkanlık divanında kuvveti oranından fazla üye ile C.H.P. nin ise kuvveti oranından eksik üye ile temsil edildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu temsil oranı bozukluğunun Anayasa'nın ve içtüzüğün maddelerine aykırı düştüğünü belirtmişlerdir. Bu nedenlerle de Anayasa'nın 84., 85. ve içtüzüğün 3., 4., 5., 8. ve 13. maddeleri hükümleri gereğince Başkanlık Divanının ve Komisyonların Önergeye ekli çizelgeye göre yeniden teşkil olunmasını istemişlerdir. 2. Cumhuriyet Senatosu Başkanı zikri geçen önergeyi danışma kuruluna getirmiş ve görüşme mevzuu yapmıştır. 3. Danışma Kurulunda A.P. li üyelerle, Cumhurbaşkanınca seçilen üyeler grubu bu önergeye karşı çıkmışlar ve 9 saat devam eden müzakere sonunda: Danışma Kurulunca üyeliklerin taksimine ve bir dağıtım cetveli tanzimine karar verilememiştir. Kısaca uygun ve kâmil bir danışma kurulu kararı alınmamıştır. Ancak bu önergenin Anayasa'nın ve İçtüzüğün anlayış farklarını ortaya koyduğu belirtilerek genel kurulun bu mevzudaki görüşünün alınmasından sonra çizelgenin tanzimi önerilmiş ve Cumhuriyet Senatosu Genel Kuruluna önergenin müzakeresi teklifi kararlaştırılmıştır. 13 Haziran 1977 tarih ve 4 sayılı Danışma Kurulu karan ile C.H.P. li üyelerin verdikleri önerge zabıtlardadır. (zabıtlar da eklidir.) 4. 14 Haziran 1977 tarihli C. Senatosunun birleşiminde başkan oturumu açtıktan sonra danışma kurulu kararının okunacağını ve bu karar da C.H.P. li Üyelerin teklif ettikleri önergenin müzakeresinin yapılacağını bildirmiş ve genel kurula o yolda takdim etmiştir. Ayrıca bu önergenin bir danışma kurulu kararı olmadığını yani dağıtım cetveli ve üyeliklerin hangi gruplara verileceğini belli etmediğini bu nedenlerle görüşmenin danışma kurulu kararı olarak yapılmayacağını ancak geniş müzakere açılarak bu müzakerenin sonunda belirecek duruma göre işlem yapılacağını beyan etmiştir.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 2 5. A.P. Grup Başkanvekili Ömer Ucuzal bir Önerge vererek danışma kurulundan gelen teklifin içtüzüğün 8. maddesinin B bendine göre değil geniş müzakereyi kapsayan ve bütün üyelerin görüşlerini bildirmelerine imkân veren normal müzakere yoluyla görüşmelerin devamını teklif etmiştir. 6. Başkanın, müzakerenin geniş kapsamlı yapılacağı yolundaki beyanı üzerine adı geçen önerge geri alınmıştır ve gruplar adına görüşmeler için üyelere söz verilmiştir, (önerge zabıtlarda vardır.) 7. Gruplar adına 8 nci madde dışında yapılan konuşmalar bitince, Başkan diğer üyelerin görüşmesine imkân verememiş ve Cumhuriyet Halk Partisi Grubu ile A.P. den gayrı diğer grupların bulundukları yerlerden müdahaleleri ile görüşmelerin İçtüzüğün 8. maddesi B bendi hudutları içinde kalmak mecburiyetinde bırakılarak görüşmeler bitirilmiştir. 8. Kısaca C.H.P. li üyelerin verdiği önerge danışma kurulu kararı olarak oylanmıştır. Bu suretle de tüzüğün hükümleri ihlâl edilmiştir. Aslında Cumhuriyet Senatosu Başkanı verilen Önergeyi kabul etmemeli idi. Danışma Kuruluna getirilmemeli idi. Getirmesi Anayasa'ya ve içtüzüğe aykırıdır. (Süresi bitmeyen başkan ve divan için önerge kabul edilmemeli idi. Fakat bir defa danışma kurulu toplanınca başkan divandaki oy çoğunluğu karşısında mukavemet edememiş ve divandaki oy çoğunluğu genel kurula kadar akıntıyı devam ettirmiştir. 9. Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda ise daha değişik bir taktik güdülmüş ve mesele bu günkü çelişik ve karışık haline getirilmiştir. 10. C. Senatosundaki müzakerelerin sonunda oylama usulsüzlüğü üzerinde durulmuş l Kasım 1977 tarihine kadar başkanın ve divanın göreve devam edeceğinden bu süreyi kısaltan bir işlemin yapılamayacağı iddia edilmiş, yukarıda bahsedilen önergenin oya arz edilemeyeceği belirtilmiştir. A.P. nin ve Cumhurbaşkanlığınca seçilen üyeler grubunun bu itiraz ve ikazına rağmen önergenin oylanması yapılarak önerge kabul edilmiştir. 11. Oylamadan sonra başkan; oylama ile beliren duruma ve fiili hale göre kendisinin ve divanın vazifesinin bitirildiğini beyan ederek ve sonraki toplantı gününü tesbit ederek birleşimi kapatmıştır. 12. 13/6/1977 günlü danışma kurulunda dağıtım cetveli yapılmamıştır. 14/6/1977 gününden sonra ise danışma kurulu hiç toplanamamış olduğundan, ortada danışma kurulunca düzenlenmiş bir dağıtım cetveli bulunmadan Başkan ve başkanlık divanı seçimleri yapılmıştır. Şu hale göre C. Senatosunda 14/6/1977 günü yapılan oylamadan sonra fiili dorum meydana gelmiş ve A.P. lilerin bulunmadığı ve oylamalara katılmadığı oturumlarda başkan ve divan seçimleri yapılmıştır. 13. Başkanın durumuna gelince; 14/6/1977 günlü birleşimde C. Senatosu Başkanı, başkanın ve divanın ıskatının genel kurulda kabulünden sonra "kabul buyurulmuş olan bu önerge ile bu andan itibaren başkanlık divanının ben de dahil olmak üzere başkanlığın göreviEsas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 3 bitmiş bulunmaktadır" diye beyanda bulunmuş, A.P. dışındaki diğer üyelerin oyları ile fiilen başkanın ve divanın iskat edilmiş olduğunu tescil etmiştir. 14. Cumhuriyet Senatosu Başkanının 5 Haziran 1977 seçimleri ile ilgisi yoktur. C. Senatosu Başkam 1973 seçimlerinde Istanbuldan seçilmiş ve 1979 senesine kadar C. .Senatosu üyeliği devam edecektir. Başkan ve bugünkü divan 1975 Kasımında iki yıl için seçilmiştir. 15. C. Senatosunda bu yanlış tatbikat neticesi C. Senatosu Başkanı fiilen başkanlıktan ayrılma mecburiyetinde bırakılmış ve yapılan usulsüz seçim ile Kars üyesi Sırrı Atalay başkanlığı almıştır. B ÖNERGE SAHİPLERİNİN DAYANDIĞI MESNETLER: Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrası, 85. maddenin birinci ve ikinci fıkraları ile içtüzüğün 3, 4, 5, 8 ve 13. maddeleri, C.H.P. Grup Başkanvekili ve arkadaşları 5/6/1977 tarihinde yapılan Milletvekilleri genel ve Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimleri neticesinde Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda meydana gelen siyasî parti gruplarının üye adedindeki değişikliği sebep ittihaz ederek Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrasındaki temsil oranlarının yemden tesbit edilmesi lazım geldiğini ve bu sebeple de Cumhuriyet Senatosu Başkanının ve Başkanlık Divanındaki diğer üyelerin görevlerinin sona erdiği iddia etmişler ve bu durumun Genel Kurulda karara bağlanmasını istemişlerdir. Bu iddialarını ısbat sadedinde gerek danışma kurulu müzakerelerinde ve gerek Cumhuriyet Senatosunda cereyan eden müzakerelerde; seçimlerden sonra Millet Meclisinde Başkan ve Başkanlık Divanınızın yenilendiği gibi Cumhuriyet Senatosunda da yenilenmesi lazım geldiği, Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 3. maddesinin Başkanlık Divanını bir kül olarak mütalaa ettiği, Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrasına göre siyasî parti gruplarının Başkanlık Divanında kuvvetleri oranından ne fazla ve ne de eksik bir oranla temsil edilemiyeceği öngörüldüğüne göre Başkanlık Divanının bütün üyelerinin yemden tesbit edilecek oranlara göre yenilenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. C BİZİM DAYANDIĞIMIZ HUKUKÎ MESNETLER : Anayasa'nın 67, 69, 70, 72, 73, 83, 84, 85. ve Cumhuriyet Senatosu içtüzüğünün l, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13. maddeleri, Anayasa Mahkemesi 1973/43 Esas, 1973/39 karar sayılı kararı. 14/6/1977 TARİHİNDE CUMHURİYET SENATOSU GENEL KURULUNDA ALINAN KARARIN T.C. ANAYASASI VE CUMHURİYET SENATOSU İÇTÜZÜĞÜ MUVACEHESİNDEKİ DURUMU: Peşinen arzetmek gerekir ki Anayasa'nın 84. maddesine göre Başkanlık Divanına siyasî parti gruplarının kuvvetleri oranında katılması gerektiği fikri başka, Başkan dahil bütün Divan üyelerinin süreleri dolmadan görevlerinin sona ermesi fikri başkadır. Cumhuriyet Senatosu Başkanlık Divanında siyasî partilerin temsil oranında vuku bulan önemli değişikliği düzeltmek bir Anayasa ve içtüzük gereğidir ve buna kimsenin de itirazı yoktur.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 4 Önerge sahiplerinin diğer bir iddiasına göre seçimler yapıldığı zaman başkanlar müddetlerini doldurmayabilir. Binaenaleyh 84. maddeye göre 2 yıl için seçilen başkanın bu iki yılı kat'iyet ifade etmez, başkanın iki yıl dolmadan da seçime tâbi tutulması mümkündür. Bu fikre katılmak mümkün değildir. Anayasa'mız, Millet Meclisi ile Cumhuriyet Senatosunu bir çok maddeleri ile ayRI mütalâa etmiştir : 1 Cumhuriyet Senatosu erken seçim kararı alamaz. Millet Meclisi 4 yılda bir yenilenir. (Anayasa Madde 69) 2 Millet Meclisinin tamamı seçimle geldiği halde Cumhuriyet Senatosu bünyesinde seçimle gelmeyen üyeler vardır. (Anayasa Madde 67,70) 3 Milletvekilinden farklı olarak Senatörler için 40 yaş ve yüksek tahsil mecburiyeti vardır. (Anayasa Madde 72) 4 Cumhuriyet Senatosu üyeliğinin süresi 6 yıldır ve her iki yılda bir genel oyla seçilenlerle Cumhurbaşkanınca seçilenlerin 1/3'ü yenilenir. (Anayasa Madde 73) 5 Cumhuriyet Senatosunda daimilik vardır. Bir seçimle Cumhuriyet Senatosunun tamamı seçime tabi tutulamaz. Sadece 1/3 üyesi 2 serede bir yenilenir. 6 Daimilik olan bu Anayasa kuruluşunun Başkanında ve divanında da bu daimilik olması lâzımdır. 7 Üyelerinde değişiklik olduğu miktar kadar ve zaruret görülen hal kadar değişiklik olur. Kısaca zaruretler miktarlarınca tahdit edilir. Mecelle kaidesi gibi bu olayda da değişiklik gerektiği kadar yapılmalı idi. 8 Daimilik prensibi tecezzi kabul etmez, Bu daimilik divanda da aranılacaktır. Binanenaleyh Millet Meclisi Başkanının yenilenmesi Cumhuriyet Senatosu Başkanının yenilenmesi için emsal alınamaz. Millet Meclisi yenilme kararı aldığı için Millet Meclisi Başkanı iki yıllık süresini doldurmamış olabilir, iki yıllık süreyi de, erken seçim kararı verilmesini de Anayasa maddeleri tesbit etmektedir. Cumhuriyet Senatosu Başkanı seçime girmiş ve yeniden seçilmiş olsaydı Başkanlık seçimini yeniden katılmaya mecburdu. Cumhuriyet Senatosu Başkanı 1/3 yenileme seçimine katılmamış olduğuna göre Başkanlığı C. Senatosunun devamlılığı gereği olarak l Kasım 1977 tarihine kadar devam etmektedir. Bu süre bir kararla kısaltılamaz. Kısaltılmasına karar verilirse bu karar Anayasa'nın 84. maddesine aykırı düşer. Diğer taraftan içtüzüğün 3. maddesi iddia edildiği gibi Başkanlık Divanım bir kül olarak mütalâa etmemiş, sadece Başkanlık Divanının hangi görev sahiplerinden müteşekkil olduğunu göstermiştir. Bir kül olarak o kadar mütalâa etmemiştir ki; İçtüzüğün 4. maddesi Başkanlık Divanının Anayasa'nın 84. maddesine göre kurulacağını emretmekle böyle bir iddiayı külliyen yok etmiştir. Zira Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrası; (Meclislerin Başkanlık Divanları o Meclisteki siyasi parti gruplarının kuvvetleri ölçüsünde Divana katılmalarını sağlıyacak şekilde kurulur) demekle Anayasa'nın 84. maddesindeki Başkanı ve diğer divan üyeleriniEsas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 5 birbirinden ayırarak başkana nasıl bir özel önem atfettiğine işaret etmiştir. Cumhuriyet Senatosu içtüzüğünün 4. maddesi de Divanın kuruluşunu Anayasa'nın 84. maddesine hasretmek, başkan seçimi ile Divanın diğer üyelerinin seçimini bir oturum aralayarak, Anayasa'nın Başkan seçiminde aradığı l, 2 nci oylamalarda üçte iki ekseriyeti aramadan salt çoğunlukla ve gene Başkan seçiminden ayırarak bir yıllık müddete bağlamak suretiyle Anayasa'nın ruhuna tamamen bağlı kalmıştır. Zabıtlarda görüleceği gibi C. H. P. sözcüleri izahlarını içtüzüğün 3. maddesinden Anayasaya gitmek suretiyle yapmışlardır ki hatalı bir başlangıç olduğu için kendilerini hatalı neticeye götürmüştür. Halbuki Anayasadan içtüzüğe doğru bağlantı kurmaya mecburuz. Anayasa'nın 84. maddesine tekrar döndüğümüzde; meselemizle ilgili yönlerini şöylece tesbit edebiliriz : a) Siyasi Parti Gruplarının Başkanlık Divanına kuvvetleri ölçüsünde iştiraki sağlanacak, b) Başkanlar üye tamsayısının ilk iki oylamada üçde iki, seçilemezse üçüncü oylamada salt çoğunlukla, gizli oyla ve iki yıl için seçilecek, c) Meclis Başkanlıkları için Meclisteki siyasî parti grupları aday gösteremeyecek, d) Başkan oy kullanamayacak, Mademki Anayasa'nın 84. maddesi sarahaten meclisteki siyasî parti gruplarının Başkanlık Divanına kuvvetleri ölçüsünde katılmalarını emretmiştir. Bu hükme riayet zaruridir. Buna itiraz yoktur. İtirazımız tatbikatadır. Başkan dışında kalan başkanlık divanı üyeleri İçtüzüğün 8. maddesinde tesbit edilmiş olan esaslar dahilinde Gruplarda aday yoklaması yapıldıktan sonra bu adaylar grupların kontenjanı olarak Başkanlık divanına seçilirler. Başka bir ifade ile siyasî parti grupları Başkan adayı gösteremeyeceklerine göre Başkan hiç bir parti grubunun adayı ve malı değildir. Siyasî parti gruplarının kuvvet oranlarının dışında ve üstünde mütalâa edilmiş, diğer Başkanlık divanı üyeleri kuvvet oranına ve parti kontenjanına bırakılmıştır. Anayasa'da Başkanlık için siyasî parti gruplarının aday göstermelerinin yasaklanmış olması siyasî parti gruplarına dahil olmayan bir üyenin de Başkan adayı olabileceği ve Başkanlığa seçilebileceği demektir. Diğer taraftan İçtüzüğün sekizinci maddesinin ikinci fıkrasında Başkan için 19 puan gösterilmesi ile üçüncü fıkrasında başkanı diğer başkanlık divanı üyeleri gibi mütalâa etmesi Anayasa'nın 84. maddesinin metnine ve ruhuna aykırıdır. Tüzüğün isdar edildiği tarihte bu husus ileri sürülmüş ise de, Anayasa Mahkemesine müracaat müddeti Adalet Partisi tarafından geçirilmiş olduğu için bu madde tüzükte böylece kalmıştır. Danışma kurulunda her yıl bu hususta bütün gruplar bir centilmen anlaşması ile hareket ettikleri için bu madde şimdiye kadar idare edilegelmiştir. 1975 yılı Başkan seçiminden önceleri bu centilmen anlaşmasına gidilemediği için Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda müstakillerden de aday gösterilmiş ve turlar o yolda devam etmiştir. Aday gösterilen müstakil bir üye pekâlâ Başkan seçilebilirdi ve İçtüzüğün tesbit ettiği Başkan için 19 puanı da bulunmazdı. O zaman İçtüzüğe uygun düşmedi diye Anayasa'nın 84. maddesinin verdiği hak o üyenin elinden alınabilir mi idi. Tabiî ki alınamazdı. Başkanı diğer Başkanlık Divanı üyelerinden ayrı mütalâa etme gereğini yukarıdan beri böylece arz ve izah ettikten sonra Başkanlık Divanındaki siyasî parti kontenjanlarından gelen ve siyasî parti grupları kuvvet oranına dahil olan diğer başkanlık divanı üyeleri için ehemmiyetli ölçüde değiştiği iddia edilen duruma bir göz atalım :Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 6 Seçimlerden önce Adalet Partisinin 77 üye ile 41, 84 (buradaki 0,84 tama iblağ edilince 42) puanı vardı. Bununla Başkanlık Divanında (Başkan için 19, Başkanvekili için 10, bir İdare Âmiri için 7, bir kâtip üye için 5 puan olmak üzere). 41 puanla yani hakkından bir puan eksik olarak temsil edilmekte idi. Cumhuriyet Halk Partisi ise 62 üye ile 33, 69 (burada 0,69 tama iblağ edilince 34 olur) puanı vardı. Bununla Başkanlık Divanında (iki Başkanvekili için 20, bir idare Âmiri için 7, iki Kâtip üyelik için 10 puan olmak üzere) 37 puanla yani hakkında üç puan fazla olarak temsil edilmekte idi. 5/6/1977 üçte bir yenileme seçimleri sonunda Adalet Partisi 64 üye ile 34,78 (buradaki 0.78 tama iblâğ edilince 35 olur) puanla temsil edilecektir. Adalet Partisinin bir kâtip üyesi seçilemediği için seçimden sonraki Divanda fiilen 36 puanla temsil edilmektedir ki yukarıda verilen temsil ölçülerine göre Adalet Partisinin Divanda haksız bir durumu ve iktisabı olduğu ileri sürülemez. C.H.P. ise seçimden sonra 42,39 puana yükselmiştir. (burada 0,39 puan yarıdan az olduğu için tama iblâğ edilemez) Şu halde seçimden sonra Başkanlık Divanında boşalmış olan ve 5 puan mukabili bulunan Kâtip üyelik C.H.P. ye verildiği takdirde fiilen işgal ettiği 37 puana 5 puan ilâve ile hakkı olan 42 puanı doldurmuş olacaktır. Görülüyor ki tesadüf, Başkanlık Divanında hiç bir zorlama yapmadan gerekli revizyonu kendiliğinden yapmıştır. Şayet seçim sonrasında daha büyük değişiklik gerekse idi o zaman bile Başkanın dışındaki temsil oranına dahil Başkanlık Divanı üyeleri bile birer yıl için seçilmiş olduklarından ancak mensup oldukları siyasî partiler kendilerinin rızasını almak suretiyle bir anlaşma ve düzeltme zemini hazırlıyabilirlerdi. Aksi takdirde rızası olmayan üyeyi partiden ihraç etmek suretiyle içtüzüğün 5. maddesini işletebilirlerdi. Bu işlem yapılmadıkça kuvvet oranlarının düzeltilebilmesi l Kasım 1977 tarihine kalırdı. Aksi halde ölüm, istifa ve üyelerin parti değiştirmesi gibi sebeplerle her ay veya her gün dağıtım cetvelinin düzenlenmesi veya seçim gerekirdi. Şu hale göre 14/6/1977 tarihinde alınan karar Anayasa ve İçtüzükte bulunmayan bir nev'i ıskat müessesesini getirmiştir. Yukarıda arz ve izah olunan 5 6 puanlık bir değişiklik mesnet ve bahane ittihaz edilerek Cumhuriyet Senatosunun Başkanının ve Başkanlık Divanının tümünün değiştirilmesini istemek mümkün değildir. 16 yıllık teamüle göre mümkün değildir. Anayasa'nın 84. maddesine göre mümkün değildir, içtüzüğün 4. maddesine göre mümkün değildir. 1966 yılında Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimleri yapılmış, bunun neticesinde sadece Divanda boşalan yerler doldurulmuş, gerek Cumhuriyet Senatosunun Başkanı ve gerek diğer Divan üyelerinin yemden seçimi gibi bir yola gidilmemiştir. 1968 yılı üçte bir yenileme seçimlerinde Cumhuriyet Senatosunun o günkü Başkanı da seçime gittiği için Başkanlık seçimi haklı olarak yeniden yapılmış, ama Başkanlık Divanı üyeleri ve Komisyon seçimlerinde o yılın toplantı yılı başı olan Kasıma kadar herhangi bir değişiklik meydana getirilmemiştir. Şimdi, Başkanlık Divanının ve komisyonların tümünü değiştirelim iddiasını ileri sürerken Anayasa'da yerini göstermek lâzımdır, içtüzükte yerini göstermek lâzım ve 16 yıllık tatbikatta buna bir benzer tatbikat göstermek lâzım. Böyle bir madde ve böyle bir tatbikat yoktur ve yok olduğu için de gösterilemez. Anayasa'nın 83. maddesi "Türkiye Büyük Millet Meclisi, her yıl Kasım ayının ilk günü kendiliğinden toplanır." İçtüzüğün birinci maddesi de "Cumhuriyet Senatosu, her yıl Kasım ayının ilk günü davetsiz toplanır" hükümleri ile toplantı yılının başlangıcı olarak l Kasım tarihini kabul etmiştir. Ayrıca İçtüzüğün l inci maddesinin ikinci fıkrası toplantı yılını:Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 7 (Toplantı, Kasım ayının başından Ekim ayı sonuna kadar devam eden bir yıllık çalışma süresidir) demek suretiyle toplantı yılının tarifini yapmıştır. Anayasamızın 84. maddesinin Başkan için gösterdiği 2 yıllık süre ile İçtüzüğün 4 üncü maddesinin Başkanlık Divanı üyeleri için gösterdiği bir yıllık süre, toplantı yolları manasına gelmektedir. Ve binnetice oran değişikliklerinin aranmasını her ay veya her gün değil ancak bu tarihte dikkate alınması gereğini ortaya koymaktadır. İçtüzüğün 3. maddesi Başkanlık Divanının hangi görev yerlerinden teşekkül edeceğini göstermiştir dedik. Başkanlık Divanının görev yerlerini göstermesi, Başkanlık Divanının bir kül olduğunu ifade etmez. Zira Anayasa'nın 84. maddesi Başkanı Başkanlık Divanı üyelerinden bir çok noktalarda ayrı mütalâa etmiştir. Şöyle ki: 1 Başkanlık süresini iki yıl için tesbit ve tayin etmiştir. 2 Başkan oy kullanamaz demiştir. Bununla Başkanı tarafsız tutmak istemiştir. Halbuki iptalini istediğimiz karar Başkanı bir partiye mal etme sonucunu doğurmuştur. 3 Başkan siyasî parti gruplarınca aday gösterilemez demiştir. Anayasa'nın 85. maddesi de (Meclisler kendi kolluk işlerini Başkanları eliyle düzenler ve yürütürler) demekle başkanı ayrı mütalâa etmiştir. Ayrıca İçtüzüğün 6, 7, 9, 10, 11, 12 nci maddelerini ifade ettiği manalar da Başkanlık Divanının bir kül olarak mütalâa edilemeyeceğinin merkezindedir. Kaldı ki, Başkan tek kişidir ve bölünmezdir. Üzerinde grupların kuvvet oranını aramak mümkün değildir. Diğer taraftan da Anayasamız Başkanın oy kullanmasına müsaade etmemiştir. Bu sebeple Başkanın Meclis üzerinde tarafsızlığım kabul etmiştir... Başkan tarafsızlardan da üye başkan seçilebileceğine göre bir tarafsız üye başkan seçildiği takdirde ne orandan ne de puandan bahsetmek mümkün olamayacaktır. Yahut da 13/6/1977 tarihinde Başkan Tekin Arıburun partisinden istifa etmiş olsa idi gene başkan için orandan bahsedilmeyecekti ve yeniden seçime tabi olduğu ileri sürülemeyecekti. Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 180. maddesi İçtüzük tadillerinin hangi usulle yapılacağını tesbit etmiştir. Bu tesbite uymayan tadillerin hüküm ifade etmeyeceği açıktır. Halbuki C. Senatosu İçtüzüğünün 8. maddesi Başkan ve divan üyeleri seçimi için C. Senatosu Başkanının toplantı yılı bitmesinden önceki bir hafta içinde danışma kurulunu toplantıya çağırmasını ve bu toplantıda oranlan, puan cetvelini ve dağıtım cetvelini düzenlemesini emretmiştir. Danışma kurulu l Kasım'dan önceki hafta içinde toplanabilir, ve yukarıda sayılan işleri yapar. Bu işler için toplantı zamanı münhasıran l Kasım'dan önceki haftayı tesbit etmiştir. Başka zaman bu işler için toplanamaz. Halbuki C.H.P. li üyeler tarafından C. Senatosu Başkanlığına verilen önerge ile 8. maddeye muhalif olarak danışma kurulu toplantısı temin edilmiş bulunmaktadır. Genel Kurulda da usulsüz olan toplantının sevk ettiği bir takrir (Danışma Kurulu kararı değil) görüşülmüş ve buna göre seçim yapılmıştır, İçtüzüğe aykırı olan cihet de burasıdır Toplandıklarına göre 8. maddeyi fiilen tadil etmiş oldular. Bu cihet de 180. maddeye aykırıdır.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 8 8 inci maddede danışma kurulunun neler yapacağı gösterildiği gibi, genel kurulda da danışma kurulu kararlarının nasıl işlem göreceği belirtilmiştir. Danışma Kurulu (8. madde a bendi) a) Yüzde oranlarını tesbit etmek, b) Görev ve yetkileri bakımından puanları vermek, c) Dağıtım cetveli düzenlemek, d) Bu yukarıdaki hususları bir karara bağlayıp genel kurula götürmek, Ayrıca 8. madde danışma kurulu kararlarının ne suretle müzakere edileceğini de tesbit etmiştir. Bu müzakere usulüne göre oylanan karardan sonra da seçimlere geçileceğini emretmiştir. Halbuki; bu maddeye göre tanzim edilmiş bir danışma kurulu kararı ve Dağıtım cetveli yapılmamıştır. Danışma kurulu kararı olmadan üyeler tarafından verilmiş bir Önerge ve ona bağlı cetvel oylanmış ve bu önergeye göre de seçim yapılmıştır. Cumhuriyet Senatosu Başkanı da, Divan üyeleri de Anayasa'ya ve İçtüzüğe aykırı olarak bu suretle seçilmiştir. Ortada Anayasa'nın açık hükmü vardır. Başkan iki senede bir seçilir, l Kasım'da vazifesi biter. Buna rağmen oy çoğunluğu ile Başkanın süresinin bittiğine karar almak da Anayasa'ya ve içtüzüğe aykırıdır. Bir ciheti de kısaca belirtmekte fayda umuyoruz. Anayasa ve içtüzük çatışması halinde, Anayasa'nın önce geleceği açıktır. Bu hususta yüksek mahkemenizin de kararı vardır ve meseleye açıklık ve kesinlik kazandırmıştır. Bu hadisemizde de aynen Anayasa ve tüzük çatışması vardır. Fakat fiiliyatta bu çatışma tüzük lehine bitirilmiş Anayasa ihmal ve ihlâl edilmiştir. NETİCE VE TALEP : Yukarıdan beri Anayasa ve İçtüzüğe aykırılığını iddia ettiğimiz karar sebebiyle, adeta tüzük tadil edilmiştir. Halbuki tüzüğün bir maddesi başka türlü uygulanmak isteniyorsa önce İçtüzüğün 180. maddesinin şartları içinde gerekli değişikliğin yapılması ve sonra uygulanması gerekir. Bu kerre böyle yapılmamış bilakis bu karar ile tüzüğün l, 4, 5, 8 inci maddeleri yok edilmiştir. İhmal edilen bu maddeler yerine fiilen şu hükümler getirilmiş olmaktadır. 1 Toplantı yılı başı değiştirilmiştir. 2 İçtüzükteki bir yıllık süre kısaltılmıştır. 3 Başkanın Anayasa'dan gelen ve tüzükle teyit edilen iki yıllık görev süresi kısaltılmıştır. 4 Başkan ile divan üyeleri aynı statü içine alınmıştır.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 9 5 Danışma kurulunun dağıtım cetveli yapma tarihi öne alınmıştır 6 Danışma kurulunun dağıtım cetveli yapma ve genel kurula bir karar ile sunma yetkisi elinden alınmıştır. 7 Genel Kurulda danışma kurulu kararı olmaksızın seçim yapma imkânı getirilmiştir. 8 Genel Kurulda üyelere önerge ile dağıtım cetveli yapma yetkisi verilmiştir. Anayasa'nın 83. ve 84,. içtüzüğün l, 4, 5, 8 inci maddelerine aykırı karar alınmakla Anayasa'nın değişik tatbik edilmesi ve içtüzük maddelerinin yeniden düzenlemesi gibi bir neticeye gidilmiştir. Bu da bu niteliği ile Aayasa'ya uygunluk denetimine tabidir. 1 Bu davanın Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı gibi mühim bir görevin başında bulunan kişinin süresinden önce görevine son verilmesi ve divan üyelerinin sürelerinden önce değiştirilmesi ve bunlarında Cumhuriyet Senatosu çalışmalarını etkilemesi bakımından öncelikle ve ivedi olarak görüşülüp karara bağlanmasını, 2 Başkan ve divan üyeleri seçiminin netice itibariyle Anayasa'ya ve içtüzüğe aykırı olması sebebiyle Cumhuriyet Senatosu 14 Haziran 1977, 15 Haziran ve 16 Haziran 1977 günleri yapılmış olan seçimlerin ve buna bağlı işlemlerin iptalini saygılarımızla arz ve rica ederiz"." | 3,379 |
Esas sayısı: 1986 10 Karar sayısı: 1986 19 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin, davacı tarafından ileri sürülen Anayasaya aykırılık itirazını ciddi bulduğuna ilişkin 1985/1451 sayılı kararının gerekçesi aynen şöyledir. "... olayda uygulanacak 3151 sayılı Kanun'un Anayasanın "HERKES, DİL, IRK, RENK, CİNSİYET, SİYASİ DÜŞÜNCE, FELSEFİ İNANÇ, DİN MEZHEP vb. sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. "HİÇBİR KİŞİYE, AİLEYE, ZÜMREYE VEYA SINIFA İMTİYAZ TANINAMAZ, DEVLET ORGANLARI VE İDARE MAKAMLARI BÜTÜN İŞLEMLERİNDE KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNE UYGUN OLARAK HAREKET ETMEK ZORUNDADIR. diyen 10. maddesine aykırı olduğu, zira taşınmazın kiraya verilmesinde mülk sahibi özel şahısla mülk sahibi Belediye arasında fark olmaması zira kira tespit, artırma, tahliye veya taşınmaza zarar verilmesi durumlarında Belediye'nin de hakiki şahıs gibi hareket edebileceği aksi takdirde mülk sahipleri arasında ayrıcalık doğacağı açıktır. Böylece Belediyelerin kiraya verdikleri gayrımenkuller kamu malı hüviyetinde değildir. Kamu yararı dışında özel hukuk hükümleri tatbik edileceği hakiki ve hükmî şahıslar arasında bir fark yoktur. T.B.M.M. Başkanlığına 6570 sayılı Kanun'a ek geçici madde eklenmesine dair kanun teklifinin genel gerekçe kısmında; "... Belediyeler ve özel idareler'e ait gayrımenkullerin kira bedelleri emsallerine göre günümüz rayiçlerinin çok altında olup işletme ve amortisman masraflarını dahi karşılayamaz durumda sembolik bedellerle kirada bulunmaktadır. Yargı yoluna başvurmak suretiyle vaki kira parasını artırım talepleri Yargıtay özel dairesince benimsenen artırımda esas alınacak endeks uygulaması ilkesi uyarınca da emsal gayrımenkullerin rayici bedeller seviyesinde karara bağlanamamaktadır" demektedir. Bu gerekçeye göre, a) Birinci cümlede kira bedellerinin emsallerine göre rayiç altında olduğunu belirtmekte, bunun çözümünün yargı yoluna gidilerek kira tespit davası olduğunu hemen ikinci cümlede açıklamaktadır öyleyse bu gerekçe yeterli değildir. b) İkinci cümlede yargı yoluna gitmenin kiraları istenen seviyeye çıkarmadığı ve bedelleri tatmin etmediğini vurgulamakta, dolayısıyle belediye, özel idare vs. kurumları koruyan kira bedellerinin artırımında tatminkâr olacak bir yol açılması amaçlanmaktadır. Kiraların düşüklüğü sebebiyle Belediye, Özel İdare ve tüm kurumlar gibi kirada evi olan hakiki şahıslarda mağdur durumda oldukları, enflasyon hızı dikkate alındığında açıkça ortadadır. Ancak bunların içinde sadece Belediye, Özel İdare vs. kurumları çekip almak, belli imkanlar sağlamak, aynı durumda olan mülk sahibi vatandaşı o mağduriyete bırakmak Anayasa'mızın kanun önünde eşitlik ilkesini zedeleyen açık örnektir.Esas sayısı: 1986 10 Karar sayısı: 1986 19 2 Bunlara karşılık Türkiye şartlarında enflasyon artış hızı dikkate alınarak kirada bir evi olan şahıs bu evini 10 sene önce kiraya vermişse bu şahsa aynı hak verilerek kira mukavelesini feshetme hakkı verilmeksizin Belediyelere bunun verilmesi Kanun önünde eşitlik ilkesine ters düştüğü açıkça ortadadır. SONUÇ : Anayasa'nın 152. maddesinin verdiği yetkiye istinaden 6570 sayılı Kanun'un ek geçici madde eklenmesine dair 3151 sayılı Kanun'un Anayasa'nın 10 uncu maddesine aykırı olması nedeniyle İPTALİNE karar verilmesi itirazen arz olunur."" | 423 |
Esas Sayısı : 2007/42 Karar Sayısı : 2009/50 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemelerin gerekçelerinde özetle, davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının Anayasa'nın 141. maddesi gereğince yargının görevleri arasında bulunduğu, itiraz konusu kurallarla getirilen düzenleme ile sanıklar hakkındaki davanın deneme süresi kadar uzatılmasının sanığın durumunda belirsizliğe yol açtığı, hukuk devletinde yurttaşların haklarındaki yargılamaların bir an önce sonuçlandırılıp hukuki durumlarının kesinliğe kavuşturulmasını isteme haklarının adil yargılanma hakkının bir parçası olarak görülmesi gerektiği, hakkında hükmün açıklanmasının ertelenmesi kararı verilen sanığın eylemi karşılığında aldığı veya alacağı cezanın belirsiz olduğu, erteleme koşullarına uygun davranılmaması halinde hakkında hangi tür cezanın verileceği, verilen cezanın ertelenip ertelenmeyeceği, seçenek yaptırımların uygulanıp uygulanamayacağı gibi hususların sanık tarafından bilinemeyeceği, beş yıl gibi uzun bir süreyle bu belirsizliğin sürdürülmesinin adil yargılanma ilkesine aykırı olduğu, deneme süresi içerisinde suç işlenmesi halinde duruşma açılarak sanığın hukuki durumunun belirlenmesinin gerektiği, bu durumda ise daha önce sanık lehine uygulanması düşünülebilecek hükümlerin ikinci yargılamada uygulanma koşullarını yitirebileceği, itiraz konusu kural ile Türk Ceza Kanunu'nun 23. maddesindeki düzenlemenin birbiriyle çeliştiği, bu nedenlerle itiraz konusu kuralların Anayasa'nın 2., 12., 13. ve 141. maddelerine son fıkrasına aykırı bulunduğu ileri sürülmüştür." | 187 |
Esas Sayısı:1967/39 Karar Sayısı:1968/41 1 "... 3. Davacının gerekçesi özeti: Anayasa'nın 110. maddesine göre ve Anayasa Mahkemesinin 14/4/1966 günlü ve 1963/67 1966/19 sayılı kararının sonuç bölümünün (c) bendinde de açıklandığı üzere Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığının bir dairesi değildir. Başkanlığın kendi komutası altındaki askerî personel ile ilgili nasp, atama ve terfi işlemleri üzerinde Millî Savunma Bakanının takdir yetkisi yoktur, Türk Silâhlı Kuvvetleri, Anayasa'nın 110. maddesi uyarınca, Genelkurmay Başkanının komutası altındadır. Bu durumda askeri personelin atanmaları nasp ve terfileri de bir bütün halinde aynı komuta zincirinin kanunî tasarrufuna bağlanmış demektir. Oysa 926 sayılı kanunda yalnız atanmalarda komuta zincirinin işlemesi öngörülmüş; (Madde 121 a, b, c,); nasp ve terfiler doğrudan doğruya Millî Savunma Bakanının uhdesinde bırakılmıştır. (Madde 34). Böyle bir durum yalnız Anayasa'ya değil askerî disipline, görevin siyaset dışında selâmetle yürütülmesine, kanun hükümleri arasındaki birlik ve uyuma da aykırıdır. 926 sayılı kanunun 121. maddesinin (e) bendine göre ise Millî Savunma Bakanlığı, Bakanın komutasında bir karargâh sayılmakta ve bu karargâh ile Bakanlığa bağlı öteki kuruluşlarda görevlendirilecek askerî personelin atanmaları da doğrudan doğruya Bakanın kendi takdir ve tasarrufuna bırakılmaktadır. Genelkurmay Başkanının bu personeli, Bakanın izni olmadıkça, bir başka göreve atayamamasına karşılık Bakanca yapılacak atamalarda, Genelkurmay Başkanının komutası altındaki kimseler için dahi Başkanın izni gerekli değildir. Böylece bu işlerde de Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığının bir dairesi hatta şubesi durumuna getirilmiş olmaktadır. Her iki hükmün de iptali gerekir." | 223 |
Esas No:1966/27 Karar No:1968/8 1 "... Dâvanın Gerekçesi : 14/11/1966 gününde Anayasa Mahkemesine verilmiş bulunan 4/11/1966 günlü dâva dilekçesinin dâvanın konusu bölümünde iptali istenen hükmün, Anayasa'nın başlangıç kısmının ikinci fıkrasının sözüne ve ruhuna aykırı olduğu ileri sürüldükten sonra dâvanın gerekçesi bölümünde özet olarak : "780 sayılı Kanunun 5. maddesinin ilk fıkrasında zikredilen affın Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kimseler için, (Bir genel, af), niteliğinde vazedilmiş bulunduğu, genel affın, suçluluğun ve suçluluğun bütün neticelerinin tam olarak kaldırılması demek olduğu ve genel af teriminin "hafızalardan sümek" anlamını taşıyan Yunanca bir kelimenin karşılığı olarak kullanıldığı, buna karşılık özel affın suçluluğu kaldırmadığı ve hafızalardan silmediği, sadece cezayı ve mahkûmiyetin kanunî neticelerini kısmen ortadan kaldırdığı Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kimseler hakkında 780 sayılı Kanundan önce çıkarılmış olan af kanunlarının hepsinin özel af niteliğini taşıdığı özellikle Türk Ceza Kanununun "Memnu hakların iadesi" yoluna başvurularak suçluluğun neticelerini ortadan kaldırmanın mümkün olduğu ve bunun için suçlunun mahkeme huzurunda nedametini tescil ettirmesi gerektiği Anayasa'mıza göre Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kişiler hakkında sadece özel af kanunları çıkarılabileceği ve memnu hakların iadesi hükümlerinin uygulanabileceği ve fakat genel af çıkarılamıyacağı, bu sebeple Anayasa'nın 156 ncı maddesi ile Anayasa metninden sayılan Ve temel ilkeler olduğu Anayasa'nın ikinci maddesinde açıklanan başlangıç kısmının ikinci fıkrası ile geçici 4. maddesinin 27 Mayıs devrinin hukukî amacını tescil etmiş bulunduğu ve bunlar karşısında bahse konu genel affın çıkarılmasına cevaz bulunmadığının kolayca anlaşıldığı, Anayasa'mızın 68. maddesi ile, diğer bazı suçlularla Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilen kimselerin cezalan affedilmiş olsalar dahi, yasama organı üyesi olmaktan mahrum kalacakları saptanmış ve bu maddenin sevk sebeplerinden birinin de Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kimselerin, yüksek devlet makamlarında yer alamamaları olduğu, bunun nedeninin Anayasa ve hukuk düzenimizin temel meşruluk ilkesinin korunmasından ibaret bulunduğu ve aynı sebeplerle Anayasa'nın 95. maddesinin ikinci fıkrası delaletiyle Cumhurbaşkanının, 102. maddesinin ikinci fıkrası delaletiyle Başbakanın, 105. maddesinin son fıkrası delaletiyle Bakanların da 68. maddedeki mahkûmiyetlerin bulunmaması koşuluna bağlanmış oldukları, böylece kanun yapma görevinden yasaklanan Yasada hükümlülerinin, kanunları yürütme görevinden de yoksun bırakıldıkları dâva konusu hükmün Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilen kimselere, hâkim, yargıtay, ve Danıştay gibi Yüksek Mahkeme hâkimi olmalarına imkân verdiği ve böylece yapılmasına yürütülmesine katılamıyacakları kanunları, kazaî sahada uygulama ve yorumlama görevlerini ve ayrıca bu kişilere Anayasa Mahkemesi Üyeliğine seçilerek yapılmasına katılamayacakları kanunların iptaline karar verme yetkisini de tanıdığı ve Anayasa'mızın 56. ve 57 nci maddeleri ile 19 uncu maddesinin son fıkrasına dayanılarak çıkarılan 13 Temmuz 1965 tarihli ve 648 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 6. ve 8 inci maddeleri, Anayasa'nın 68. maddesine atıfta bulunmak suretiyle sözü geçen kişilerin siyasi parti kurucusu ve üyesi olamamalarım emrettiği halde dâva konusu hükme göre bu kişilerin Cumhuriyet Başsavcısı, parti yasaklamaları inceleme kurulu üyesi ve Anayasa Mahkemesi üyesi sıfatiyle siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin yasalar ortamında alınacak kararlara katılma yetkisine sahip olacakları, şehir ve kasabalarda mahalle muhtar ve ihtiyar heyetleri teşkiline dair kanunun 8 inci maddesini değiştiren 8 Temmuz 1963 tarih ve 287 sayılı Kanun Köy Kanununun 25. maddesini değiştiren 18 Temmuz 1963 tarihli ve 286 sayılı Kanun, Belediye Kanununun 24. maddesini değiştiren 19 Temmuz 1963 tarihli ve 307 sayılı kanunlaEsas No:1966/27 Karar No:1968/8 2 idareî Umumiyei Vilâyat Kanununun 105. maddesini değiştiren 19 Temmuz 1963 tarihli ve 306 sayılı kanun, Anayasa'mızın 68. maddesinde yer alan hükmün benzerini getirdikleri bilindiği halde iptal konusu hüküm sayesinde bu kişiler köy muhtarı bile olamazlarken vali, kaymakam, Yargıtay, Danıştay, Yüksek Hâkimler Kumlu üyesi, elçi, müsteşar ve Anayasa Mahkemesi üyesi olabilecekleri ve bunun 27 Mayıs 1960 Devriminin meşruluğuna dayanan bu günkü Anayasa ve hukuk düzenimizin ruhuna aykırı olduğu ve bu düzeni temelinden inkâr anlamım taşıdığı" belirtilmiş ve bu nedenlerle dâva konusu hükmün iptali istenmiştir." | 586 |
Esas Sayısı : 2019/55 Karar Sayısı: 2020/44 1 ... Davalı vekili cevap dilekçesinde Bankacılık Kanununun 143/5 maddesindeki varlık şirketlerinin harçtan muaf olmasına ilişkin düzenlemenin adalet ve eşitlik ilkesine aykırı olduğundan Anayasaya aykırılık iddialarının dikkate alınarak konunun harçtan muafiyet yönünden Anayasa Mahkemesine gönderilmesini talep ettiği görülmüştür. Yine davalı vekilinin 08/10/2018 havale tarihli talep dilekçesinde; davacı tarafın harçtan muafiyeti kötüye kullanıldığını ve 5 yıllık muafiyet süresi dolmasına rağmen yeni bir varlık yönetim şirketi kurulduğunu ve eski şirket yeni şirket içerisinde gizlenerek yeni bir beş yıllık muafiyet kazandığını, davacı şirkette LBT Varlık Yönetim olarak 5. Yılında Turkkasset Varlık Yönetim A.Ş olarak isim değiştirerek hazine aleyhine 5 yıllık bir muafiyet daha kazandığını, bu nedenlerle 5411 sayılı Kanunun 143/5 fıkrasının Anayasa Mahkemesine aykırılık iddiasında bulunduğu anlaşılmıştır. Davalı vekilinin 08/10/2018 havale tarihli talep dilekçesi gereğince, 12/10/2018 tarihli duruşmada ve 12/10/2018 tarihli ara karar ile anılan hükmün Anayasaya aykırılık iddiasının Anayasa Mahkemesinden talep edildiği görülmüştür. Anayasa Mahkemesinin 08/11/2018 tarihli, 2018/146 Esas, 2018/103 Karar sayılı kararı ile eksiklik bulunması nedeniyle, esas incelemeye geçilmeksizin reddine karar verildiği görülmüştür. Son olarak davalı vekili 19/03/2019 havale tarihli dilekçesi ile de, aykırılık iddiasını yinelediği, anılan hükmün Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığını, Anayasanın 10. maddesindeki kanun önündeki eşitlik ilkesini aykırı olduğunu, Anayasanın 10. maddesinin 4. fıkrasındaki Hiçbir kişiye, aileye, zümre veya sınıfa imtiyaz tanınamaz ilkesine aykırı olduğu, Anayasanın 11. maddesine aykırı olduğunu, muafiyetin kötüye kullanıldığını, 5 yıllık muafiyet süresi dolunca yeni bir varlık yönetim şirketi kurulmakla, eski şirketin yeni şirket içerisine gizlenerek yeni bir 5 yıllık muafiyet kazanıldığını, davacının da aynı usulü uyguladığını, Evrensel Hukuk Prensibi olan hiç kimse bir hakkı kötüye kullanamaz ilkesinin ihlali ile karşı karşıya kaldıklarını, Anayasanın 73. maddesinin 1 ve 2. fıkralarına aykırılık teşkil ettiğini belirttiği anlaşılmıştır. Tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; davalı vekilinin 5411 sayılı Bankacılık Kanununun 143/6 maddesine yazılı Bu Kanun kapsamında kurulan varlık yönetim şirketleri ile 4743 sayılı Malî Sektöre Olan Borçların Yeniden Yapılandırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun bu Kanunla yürürlükten kaldırılan 3 üncü maddesinin yedinci fıkrası uyarınca Kurulun çıkarmış olduğu yönetmelik kapsamında kurulan varlık yönetim şirketlerinin yaptıkları işlemler ve bununla ilgili olarak düzenlenen kâğıtlar, kuruluş işlemleri de dâhil olmak üzere kuruldukları takvim yılı ve bunu izleyen beş yıl süresince 488 sayılı Damga Vergisi Kanununa göre ödenecek damga vergisinden, 492 sayılı Harçlar Kanununa göre ödenecek harçlardan, her ne nam altında olursa olsun tahsil edilecek tutarlar 6802 sayılı Gider Vergileri Kanunu gereği ödenecek banka ve sigorta muameleleri vergisinden, kaynak kullanımını destekleme fonuna yapılacak kesintilerden ve 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun 39 uncu maddesi hükmünden istisnadır hükmünün Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adaletEsas Sayısı : 2019/55 Karar Sayısı: 2020/44 2 anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir., 10/1 maddesi Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir., 10/4 maddesi Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. ve 11. maddesi Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz hükümlerine aykırı olduğu iddiası mahkememizce ciddi görülmüş olmakla, hükmün iptali için somut norm denetimi yapılması amacıyla Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına karar verilmesi gerekmiş, aşağıdaki gibi hüküm tesis edilmiştir. KARAR : Yukarıda açıklanan gerekçelerle; 1 Davalı vekilinin 01/11/2012, 08/10/2018 ve 19/03/2019 havale tarihli dilekçelerindeki Anayasaya aykırılık iddiası mahkememizce ciddi görülmüş olmakla, aykırılık iddiasının Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesine, 2 İşbu kararın üst yazı ile birlikte 6216 sayılı Kanunun 40 maddesinde belirtilen dilekçe ve ara kararlar ile Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine oybirliği ile karar verildi". | 591 |
E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 1 "... I. İPTAL DAVASININ GEREKÇESİ: Davacı Cumhuriyet Halk Partisi iptal nedenlerini aşağıdaki gibi açıklamaktadır: "İptali istenen hükümler ve açıklamalar: I 1750 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (b) bendi: Üniversitelerin, öğrencilerini hangi nitelikte yetiştireceğini düzenleyen 3. maddenin (b) bendinde, öğrencilerin başka nitelikleri yanında "örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi" vatandaşlar olarak yetiştirilmesi hükmü de yer almaktadır. Yasanın bu hükmünün, üniversitelere yüklediği, öğrencilerini "örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi" kişiler olarak yetiştirme görevi, Anayasa'nın Cumhuriyetin niteliklerini saptayan hükümlerine olduğu kadar eğitim ve öğretimin niteliklerini saptayan hükümlerine de aykırıdır. 1) Anayasa'nın 2. maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti "Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan" bir devlettir. Bu temel ilkeler arasında, "Türk Milliyetçiliği", "Yurtta sulh cihanda sulh" ve Atatürk Devrimlerine bağlılık" ilkeleri yer almaktadır. "Atatürk Devrimlerine bağlılık" anayasal bir ilke olmadan önce de Türkiye Cumhuriyeti'nin temel dayanaklarından biri idi ve Cumhuriyet dönemi millî eğitiminin ana politikası "Atatürk Devrimlerine bağlı" kuşaklar yetiştirmek olmuştur ve 1961 Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra Atatürk Devrimlerine bağlılık anayasal bir buyruk olmuştur. Buna rağmen, 1750 sayılı Yasa, Üniversitelere "örf ve adetlerine bağlı" öğrenciler yetiştirme görevini vermiştir. Bilindiği gibi, örf ve adet çok uzun zamanlardan beri uygulanan, meydana çıkan toplumsal davranış kurallarının bütününden oluşur. Küçük toplumlarda, bu toplumların tümüne yaygın örf ve adet kuralları bulunabileceği halde, büyük toplumlarda bu kurallar ya bölgesel başlık parası gibi ya meslekî ortakçılık, yarıcılık gibi nitelikte ortaya çıkar, ister genel, ister bölgesel olsun, örf ve adetin en önemli niteliği "naklî" olması, yani aklın süzgecinden geçmeden, kuşaktan kuşağa "nakledilmesi" geçmesidir. Bu tür kurallara bağlılığı geliştirmeyi öngören bir yasa kuralının, "Atatürk Devrimlerine bağlılık" ilkesi ile bağdaştırılması mümkün değildir. Zira Anayasa Mahkemesinin Esas: 1969/52 ve Karar; 1972/2 sayılı kararında da belirtildiği üzere "çağdaş batı uygarlığının ve Atatürk Devrimi ilkelerinin gereği, her işte ve işlemde aklın ve müsbet ilmin kılavuz olmasıdır." Diğer taraftan, Anayasa 21. ve 120 nci maddelerinde eğitim, öğretim ve öğrenimin "çağdaş bilim ve teknolojinin gerçeklerine" göre yürütülmesini istemektedir. Yapılan açıklamaların da gösterdiği gibi. 1750 sayılı Yasa'nın üniversitelerimize verdiği, öğrencilerini "örf ve adetine bağlı" olarak yetiştirmek görevini Anayasa'nın buyrukları ile bağdaştırmak olanağı yoktur.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 2 Bu bakımdan 1750 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (b) bendinde yer almış olan "örf ve adetlerine bağlı" deyiminin iptali gerekir. 2) Yukarıda belirtildiği üzere, Türkiye Cumhuriyetinin niteliklerini saptayan temel ilkeler arasında "Türk Milliyetçiliği" ve "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" ilkeleri de yer almıştır. Buna rağmen 1750 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (b) bendinde. Üniversitelerimize, hiç bir niteleme yapılmaksızın "milliyetçi" vatandaşlar yetiştirme görevi verilmiştir. Milliyetçilik kavramı, herhangi bir nitelemeye tabî tutulmadığı vakit, gayet geniş ve her türlü karışıklığa yol açabilecek bir kavramdır. Nasyonal Sosyalizm ve faşizm gibi Anayasa'mızın reddettiği totaliter rejimlerin milliyetçilik anlayışı ile. Turancılık gibi Anayasa'nın başlangıç kısmında yer almış olan "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" ilkesi ile çatışacak, Milliyetçilik de aynı kelime ile ifade edilebilir. Milliyetçilik teriminin çok çeşitli yoruma müsait olmasından endişe eden Anayasa Koyucu, bu nedenle 2 nci maddede "Türkiye Cumhuriyeti... başlangıç kısmının 3 üncü fıkrasında Türk milliyetçiliğinden söz etmiş ve 54 üncü maddenin l inci fıkrasında kimlere Türk denileceğini "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" hükmü ile belirtmiştir. . 1961 Anayasa'sının hazırlanmasına ilişkin Kurucu Meclis tutanakları incelendiğinde, bazı Temsilciler Meclisi üyeleri ile bazı Millî Birlik Komitesi üyelerinin Cumhuriyetin niteliklerini saptayan 2 nci maddeye "milliyetçi deyiminin eklenmesini istedikleri, uzun süren tartışmalardan sonra, yakanda kısaca değinilen tehlikeler nedeni ile, "milliyetçilik" deyiminin maddede yer almamasına karar verildiği ve Devletin niteliğinin "millî sıfatı ile belirlenmesi ile yetinildiği görülür. Üniversitelerin öğrencilerini 3 üncü maddenin (b) bendinin öngördüğü gibi "millî tarih şuuruna sahip" vatandaşlar olarak yetiştirmesi ile onları "milliyetçi" olarak yetiştirmesi birbirinden farklı hususlardır. "Milliyetçi vatandaşlar yetiştirme görevi," "milliyetçilik" deyiminin hiç bir sınırlandırmaya, itelemeğe tabi tutulmaksızın kullanılması neticesinde Anayasamızın anladığı milliyetçiliğin dışına taşabilecek niteliktedir. 1750 sayılı Kanunun hazırlık çalışmaları ve tasarının çeşitli komisyonlardan geçirdiği değişiklikler "Milliyetçilik" temirinin tehlikesini ve Anayasa'nın sınırlarını aşan uygulamalara yol açabileceğini gösterir. 1) Hükümet tarafından hazırlanıp, 3 Mart 1973 tarihinde Millet Meclisi Başkanlığına sunulan Üniversiteler Kanunu tasarısının 3 üncü maddesinin (b) bendi şu şekildedir: "b) Öğrencilerini bilim" anlayışı, kuvvetli, sağlam düşünceli aydınlar ve "Yüksek Öğrenime dayanan mesleklerle türlü bilim" ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış bilgi ve "tecrübe sahibi elemanlar, Anayasa'da ifadesini bulan" Türk Devletinin ve Türk Devriminin İlkelerine "bağlı ve millî karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirmek". 2) Millet Meclisi Millî Eğitim Komisyonunda yapılan değişikliklerden sonra aynı hüküm şu şekli almıştır: "b) Öğrencilerini, bilim anlayışı "kuvvetli, sağlam düşünceli, milliyetçi, millî tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve âdetlerine" bağlı aydınlar ve yüksek öğrenime dayanan mesleklerde türlü bilim ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış bilgi ve tecrübe sahibi, sağlam karakterli vatandaşlar olarak yetiştirmek." Görüldüğü üzere Millî Eğitim Komisyonu Hükümet tasarısındaki, "Anayasa'da ifadesini bulan Türk Devletinin ve Türk Devriminin ilkelerine bağlı ve millî karakter sahibi" ibaresiniE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 3 çıkarmış bunun yerine "milliyetçi, millî tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve âdetlerine bağlı" ibaresini koymuştur. 3) Bütçe Plan Komisyonu ise, maddenin aynı bölümünü, yazı tekniği bakımından düzeltmiş ve "millî tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi..." ifadesini benimsemiş ve metin bu hali ile kanunlaşmıştır. İleride, 1750 sayılı Yasa'nın 3 üncü maddesinin (b) bendini yorumlayacak bir yorumcu Hükümet tasarısında yer almış olan "Anayasa'da ifadesini bulan Türk Devletinin ve Türk Devriminin ilkelerine bağlı ve milî karakter sahibi vatandaşlar yetiştirme" görevinin, Yasama Organınca benimsenmediğini, Anayasa'da Türkiye Cumhuriyetinin nitelikleri arasında yer almayan "milliyetçilik" ilkesinin, bu Üniversiteler Kanunu yolu ile hukuk hayatımıza sokulduğu kanısına varabilecek ve "milliyetçilik" deyimini, kendi anlayışına göre değerlendirecektir. Aynı yorumcu, Yasama Organının, Hükümet tasarısında teklif edilen "Türk Devriminin ilkelerine" bağlı olma niteliğini de benimsemediğini, onun yerine "örf ve âdetlerine bağlı" kişilerin yetiştirilmesi gerektiği sonucuna kolaylıkla varılabilecektir. Bu açıklamaların da gösterdiği gibi, Devletin Anayasa ile saptanmış niteliklerine aykırı olan ve 1750 sayılı Yasa'nın 3 üncü maddesinin (b) bendinde yer almış bulunan "örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi" ibarelerinin iptali gerekir. II. 1750 SAYILI YASA'NIN YÜKSEK ÖĞRETİM KURULU İLE İLGİLİ HÜKÜMLERİ: 1) Yasa'nın 4 üncü maddesi: Bu madde hükmüne göre, Yüksek Öğretim Kurulu, Üniversitelerce: a) Çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine, b) Devlet kalkınma planının temel ilke ve politikalarına uygun olarak yön vermek amacı ile düzenlenmiş bir kuruluştur. Yasa'nın 5 inci maddesi üzerindeki açıklamaların göstereceği gibi, Yüksek Öğretim Kurulu siyasal iktidarların ve çeşitli çıkar gruplarının etki alanı içinde bulunan üniversite dışı bir kuruluştur. Anayasa'nın 120 nci maddesi ile üniversitelere verilmiş olan idari ve bilimsel özerkliğin ereği, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararları ile yerleşmiş içtihat ile de kanıtlandığı üzere, "...... siyasal çevrelerin ve özellikle iktidarın üniversite çalışma, öğretim ve eğitimini etkisi altında bulundurması yolunu kapamak ve üniversite çalışmaları ile öğretim ve eğitimini her türlü dış etkilerden uzak bir ortam içinde sürdürmektedir." Esas: 969/31, Karar; 1971/3, Anayasa'nın 120 nci maddesi hükmüne aykırı olması nedeni ile, 1750 sayılı Yasa'nın 4 üncü maddesinin iptali gerekir.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 4 2) 1750 sayılı Yasanın 5 inci maddesi: Bu madde hükmüne göre, yüksek öğretim kurulunun üyeleri arasında üniversite dışı makamlar tarafından seçilen kişiler vardır. Üniversite temsilcilerine gelince bunların arasında, özerk üniversitelerin temsilcilerinin yanı sıra "kendilerince seçilen organlar eliyle yönetilmeyen üniversitelerin" temsilcileri de yer almaktadır. Bu üniversitelerin, özel kanunları nedeni ile üniversite dışı güçlerin etkilerine açık olduğu, rektörlerin doğrudan doğruya veya dolaylı olarak, Hükümet tarafından atandığı bilinen gerçeklerdendir. Yüksek Öğretim Kurulu gibi Üniversitelerin varlıklarını etkileyebilecek yetkilerle donatılmış bir kuruluşun dış etkilere tamamen kapalı olması gerekirdi. Halbuki incelediğim madde, bu kuruluşu tamamen dış etkilere açık bir hale getirmiştir. Bu nedenlerle, 1750 sayılı Yasanın 5. maddesinin birinci ikinci üçüncü ve dördüncü fıkralarının iptali gerekir. 3) Yasa'nın 6 ncı maddesi: Yüksek Öğrenim Kurulunun görev ve vazifelerine ilişkin 6 ncı maddenin hükümleri incelendiğinde görülür ki, bu üniversite dışı kuruluşa üniversitelerin, bilimsel ve idari özerklikleri ile bağdaştırılamıyacak yetkiler verilmiştir. Bu bakımdan 6 ncı maddenin, 1. (a) bendinin sonundaki "ilgili kuruluşların senatolarınca tesbit edilen ideal kadrolarını dengeli bir şekilde düzenlemek" ibaresinin 2. (ç) bendinin tümünün ; 3. (e) bendinin tümünün; 4. (g) bendinin tümünün iptali gerekir. 4) Yüksek Öğretim Kuruluna icrai yetki veren diğer hükümler: Yasanın çeşitli maddelerinin, Yüksek Öğretim Kurulu, üniversitelerin yönetimine ve bilimsel çalışmalarına karışma olanağına sahip kılınmış kılınmıştır. A. Yasa'nın 22 nci maddesinin birinci fıkrası: Bu fıkra hükmüne göre üniversitelere doçent olarak atanacaklar ancak yüksek Öğretim kurulunun göstereceği kadrolara atanabileceklerdir. Başka deyimle bu kurulca kadro göstermezse, atama mümkün olmayacak ve siyasal iktidarlar, bu hükümden yararlanıp diledikleri yerde kadro gösterecekler veya gösteremiyecekler ve böylelikle üniversiteler ve onların öğretim üyeleri üzerinden etki hatta baskı yapma olanağına sahip olacaklardır. Bu nedenlerle Yasa'nın 22. maddesinin birinci fıkrasının iptali gerekir. B. Yasa'nın 38 inci maddesinin birinci fıkrası:E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 5 Bu fıkra hükmü ile yüksek öğretim kuruluna, üniversite öğretim üye ve yardımcılarının çalışmalarına etkili olacak esasları saptama yetkisi verilmiştir. Bu durumu, özerklikle bağdaştırmak mümkün değildir. Bu nedenle 38. maddenin birinci fıkrasındaki "ve esasları yüksek öğretim kurulunca tesbit edilecek belirli saatleri içinde görevleri başında bulunmakla yükümlüdür" hükmünün iptali gerekir. C. Yasanın 43 ncü maddesinin altıncı fıkrası: Bu fıkra hükmüne göre, yeni açılacak fakültelere yapılacak ilk atamalar, yüksek öğretim kurulunun talebi ile mümkün olabilecektir. Bu talep olmadıkça atama yapılamayacaktır. Bu hükmün de Anayasa'nın 120. maddesi ile bağdaştırılması olanağı yoktur. Bu nedenle 43 üncü maddenin altıncı fıkrasının iptali gerekir. D. Yasanın 52. maddesinin birinci fıkrası: Üniversitelere giriş, Üniversitelerarası Kurul tarafından, "Yüksek Öğretim Kurulunun Önerileri dikkate almak suretiyle" düzenlenecektir. Başka deyimle, üniversiteler için hayati önem olan üniversiteye giriş sorunu, ve özellikle öğrenci sayısı, siyasal iktidarların diledikleri biçimde saptanacaktır. Halbuki bir üniversiteye alınacak öğrenci sayısının, hükümetlerin istediklerine göre değil, üniversitelerin imkânlarına göre, kendilerince saptaması gerekir. Üniversitelerin alacakları öğrenci sayıları saptanırken, onların bilimsel ve idarî özerkliklerini ortadan kaldırıcı, dış müdahalelerin olmaması gerekir. Bu nedenle 52 nci maddenin birinci fıkrasındaki "ve yüksek öğretim kurulunun önerileri" deyiminin iptali gerekir. E. Yasanın 56 ncı maddesinin birinci fıkrası: Bu fıkra hükmü ile, Yüksek Öğretim Kuruluna, üniversitelerin öğrencilerini ilgilendiren sosyal çalışmalar için plan ve programlara göre hareket etme yükümlülüğü getirilmiştir. Yüksek Öğretim kurulunun bu yetkisinin, Üniversite yönetimine dış güçlerin müdahalesi niteliğinde olduğu açıktır. Bu nedenle Yasa'nın 56 ncı maddesinin birinci fıkrasındaki "yüksek öğretim kurulunun yapacağı plan ve programlar uyarınca" deyiminin iptali gerekir. F. Yasa'nın 74 ncü maddesinin birinci fıkrası: Bu fıkra hükmü ile, üniversitelerde "döner sermaye işletmeleri" nin kurulması yüksek öğretim kurumunun onamasına bağlı tutulmuştur. Bu hükmünde üniversite dışı güçlerin üniversitelerin yönetimine karışması olanağını sağlamaktadır. Bu bakımdan 74 üncü maddenin birinci fıkrasındaki "ve yüksek öğretim kurulunun onayı" deyiminin iptali gerekir, III. 1750 SAYILI YASANIN ÜNİVERSİTE DENETLEME KURULU İLE İLGİLİ HÜKÜMLERİ:E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 6 Üniversite Denetim Kurulu, "Devletin gözetim ve denetimini sağlamak amacı ile kurulmuş üniversite dışı bir kuruluştur. Ancak, Anayasa Mahkemesinin Esas: 1969/52 ve Karar: 1972/21 sayılı kararında belirtildiği gibi, "Devletin denetim ve gözetim yetkisi, Hükümetin yönetim özerkliği bulunan bir kuruluşun yönetim işlerine karışmasını haklı göstermez. Çünkü yönetime üniversite dışındaki bir organ veya yerin karışması durumunda, bir yandan üniversitenin kendisince seçilen organlar eliyle yönetildiğinden söz edilemiyeceği gibi, öte yandan Devletin gözetim ve denetiminin kabul edilmesiyle güdülen ereğin sınırları da aşılmış olur." Bu nedenlerle, Yasa'nın 7 ve 8 inci maddeleri ile 61 inci maddesinin 7 nci fıkrasının iptali gerekir. IV. 1750 SAYILI YASANIN 10 NCU MADDESİ: Üniversitelerarası Kurulun, kuruluş ve işleyişine ilişkin bu maddenin iki hükmü üniversitelerin özerklikleri ile bağdaşamaz niteliktedir: 1) Birinci fıkra hükmüne göre, Üniversitelerarası Kurula bütün üniversitelerin temsilcileri katılacaktır. Halbuki ülkemizdeki üniversitelerin yarısına yakın bir kesimi, özel kanunlarındaki hükümler nedeni ile, Anayasa'nın 120 nci maddesi ile bütün Yüksek öğretim kurumlarına tanınmış olan özerklikten (Anayasa Mahkemesi Esas: 1969/52, Karar: 1972/21) yoksundur. Siyasal iktidarların etki alanı içinde bulunan bu üniversitelerin temsilcilerinin, Anayasa'nın 120 nci maddesi ile özerklikleri güvence altına alınmış olan üniversitelerin yönetimlerine katılmasını, Anayasa'nın sözü edilen maddesi ile bağdaştırmak mümkün değildir. Bu bakımdan, 10 uncu maddenin birinci fıkrasındaki "bütün üniversitel" deyiminin iptali gerekir. 2) Maddenin altıncı fıkrası, Millî Eğitim Bakanına, Üniversitelerarası Kurulu toplantıya çağırma yetkisi vermektedir; bu yetkinin, "üniversitelerin kendilerince seçilmiş organlar eliyle yürütüleceği" yolundaki Anayasal kuralla bağdaştırılması olanağı yoktur. Bu nedenle, 10 uncu maddenin altıncı fıkrasındaki "gerekli hallerde Millî Eğitim Bakanı veya" deyiminin iptali gerekir. V. 1750 SAYILI YASANIN 29 NCU MADDESİ: Asistanlığa atanmada, atanma şartlarına ilişkin bu maddenin iki hükmü Anayasa'ya aykırı niteliktedir. 1) Maddenin (a) bendine göre, asistanlığa atanabilmek için "görev alacağı bilim dalında doktora veya tıpta uzmanlık diploması almak" gerekmektedir. Üniversite asistanlığı dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de üniversite öğretim, üyeliği mesleğinin ilk basamağını teşkil eder. Ekonomik durumları ülkemizden çok ileri olan ülkelerde bile, asistan olmak için doktora şartı aranmaz. Bunun başlıca iki nedeni vardır:E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 7 a) Doktora veya tıpta uzmanlık diploması alabilmek için, yıllarca süren, masraflı bir öğrenim döneminden geçmek gerekir. Asistanlığa atanabilmek İçin, bu dönemin başarı ile geçirilmiş olması istenirse, asistanlık lisans diploması aldıktan sonra beş altı yıl daha öğrenciliğini sürdürebilecek malî olanağa sahip kişilerin tekeli altına girecektir. Başka deyimle, fakülteyi aynı derece ile bitirmiş (yani aynı hukukî durumda bulunan) ve asistan olmak isteyen iki kişiden, malî durumu elverişli olan asistanlığa atanma olanağına kavuşacaktır. b) Asistanlığa atanabilmek için doktora veya tıpta uzmanlık diploması alınmış olmanın bilimsel gereği yoktur. Aksine, lisans diploması almış ve üniversite öğretim üyesi olmak isteyen bir gencin, akademik hayatına hemen başlamasında ve doktora çalışmalarını asistanlığı sırasında yapmasında büyük yarar vardır. Asistanların doktora çalışmalarını diğer doktora öğrencilerinden çok daha büyük bir titizlikle ve disiplin içinde yürüttükleri bir gerçektir. Böylelikle, yasanın söz konusu edilen hükmü, bir yandan eşitlik ilkesini zedelerken diğer yandan "bilimsel gereklere ve kamu yararına" aykırı bir durumun doğmasına sebep olmuştur. Anayasa Mahkemesi, Esas: 1965/32, Karar: 1963/3 sayılı kararında, üniversitelerin "kendi öğretim üyeleri ile yardımcılarının görevlerini, bu görevlerin gerektirdiği nitelikleri kendisi tespit edebilmeli..." demektedir. 1750 sayılı Yasanın hazırlanması sırasında çeşitli üniversitelerimizin senatoları, kamu oyuna açıkladıkları görüşlerinde, asistanlığa atanabilmek için lisans diplomasının yeterli olduğunu oybirliği ile savunmuşlardır. Bu bakımlardan 1750 sayılı Yasanın, Anayasa'nın eşitlik ilkesine olduğu kadar üniversitelerin bilimsel özerkliklerine de aykırı olan 29 uncu maddesinin (a) bendinin iptali gerekir. 2) Maddenin (ç) bendi öğrenciliği sırasında disiplin cezası almış kişilerle haklarında disiplin cezası verilmemiş, hatta kovuşturma yapılmış, bazı kişilerin asistanlığa atanmaları önlenmektedir. Maddenin (ç) bendinin öngördüğü kişilerin Devletin herhangi bir görevine, bu arada, akademilerde asistanlığa veya asistanlık kademesinden geçmeden üniversite öğretim üyeliğine atanması mümkün iken üniversite asistanlığına atanmamasını makul gösterecek bir sebep bulmak zordur. Üniversiteleri diğer kamu tüzel kişilerden daha kötü duruma düşüren bu hüküm, disiplin cezası almış kişiyi aynı suçundan dolayı ikinci defa cezalandırmakta ve üniversiteye asistan olmak isteyen kişi ile akademiye asistan olmak isteyen kişi arasında, eşitlik ilkesine aykırı bir durumun doğmasına sebep olmaktadır. Bu nedenlerle yasanın 29 ncu maddesinin (ç) bendinin iptali gerekir. VI. 1750 SAYILI YASANIN 30. MADDESİNİN İKİNCİ FIKRASI: Bu fıkra hükmüne göre, asistanlığa atanan kişinin, hiç bir Devlet memuriyetinde olmadığı şekilde, bir tür mukaveleli personel imişcesine, ikişer yıllık sürelerle atanacağı hükme bağlamıştır.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 8 Bu hükme göre, iki yıllık sürenin sonunda asistan yeniden atanmayabilecek ve böylelikle görevine kanun hükmü ile son verilmiş olacaktır. Yine bu hüküm nedeni ile, asistan, doçent olana kadar yeniden atanamama kuşkusu içinde, diğer Devlet memurlarının ve bu arada akademi asistanlarının sahip oldukları güvenceden yoksun olarak çalışmalarını sürdürmek zorunda kalacaktır. Böyle bir baskı altında bulunan üniversite asistanının Anayasa'nın 120 nci maddesinin dördüncü fıkrasının öngördüğü şekilde "serbestçe araştırma ve yayın" yapabileceğini düşünmek bile mümkün değildir. Bu nedenlerle, yasanın 30 uncu maddesinin ikinci fıkrasının iptali gerekir. VII. 1750 SAYILI YASANIN 38 NCİ MADDESİNİN DÖRDÜNCÜ FIKRASI: Bu fıkra, öğretim üyelerine resmi çalışma saatleri dışında serbest meslek icra edebilme imkânını sağlamaktadır. Ancak, bu imkânı düzenleyen hüküm, "kişilerin kanun önünde eşit olmalarını" sağlayan anayasal kuralı, bazı öğretim üyelerinin aleyhine zedelemiştir. Örnek olarak, Tıp ve Hukuk Fakültelerinin öğretim üyelerinin 38 inci maddenin dördüncü fıkrasından yararlanma imkânları incelenecek olursa, şöyle bir durum ortaya çıkacaktır: a) Tıp Fakültesi öğretim üyeleri, resmî çalışma saatleri dışında, öğleden sonra ve gece, muayenehanelerinde özel hastalarını kabul edebilecekler, gerekli konsültasyonlara katılabilecekler, ameliyat yapabilecekler, hasılı mesleklerinin bütün icaplarını yerine getirebileceklerdir. b) Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri ise, aynı şekilde serbest meslek icra etmek istedikleri takdirde, mesleklerinin uygulanmasının en önemli bölümünü teşkil eden duruşmaya çıkma imkânından ve dolayısiyle 38 nci maddenin dördüncü fıkrasının öğretim üyelerine sağladığı serbest meslek icrası imkânından, fiilen mahrum kalacaklardır. Böylelikle aynı hukuki statüye tabi olan öğretim üyeleri arasında kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yasanın 38 nci maddesinin dördüncü fıkrasının iptali gerekir. VIII. 1750 SAYILI YASANIN 43 NCÜ MADDESİNİN ÜÇÜNCÜ FIKRASI: Bu madde hükmüne göre, bir üniversite içindeki fakülte, yüksek okul ve okulların kurulması, birleştirilmesi veya kaldırılması Millî Eğitim Hakanının onamına bağlanmıştır. Yukarıda belirtilen işlemler, üniversitelerin bilimsel gereklere göre yapacakları idarî işlemlerdir. Bu işlemlerin geçerliliğini, Millî Eğitim Bakanının onanıma tabi kılmak üniversitelerin bilimsel ve idarî özerklikleri ile bağdaştırılamaz. Bu nedenle yasanın 43 ncü maddesinin üçüncü fıkrasının iptali gerekir. IX. 1750 SAYILI YASANIN 57 NCİ MADDESİ: Bu madde öğrencilere ucuz kitap sağlamak amacı ile düzenlenmiş, lâkin bu amaç aşılarak öğretim üye ve yardımcılarının hatta herkesin, Anayasa ile güvence altına alınmış olanE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 9 bir takım hakları ortadan kaldırılmıştır. Gerçekten de 57 nci madde öğretim üye ve yardımcılarını "ders aracı olarak kullanılacak" kitap ve teksirler kendi hesaplarına bastırmasını yasaklamıştır. Anayasanın 20 nci maddesinin birinci fıkrası, 24 ncü maddesi ve 120 nci maddesinin dördüncü fıkrasının hükümlerine aykırı olan, yasanın 57 nci maddesinin iptali gerekir. X. 1750 SAYILI YASANIN 66 NCI MADDESİNİN ÜÇÜNCÜ FIKRASI: Bu fıkra hükmüne göre, zabıta "suç ve suçluların kovuşturulması için hiç bir davet izne bağlı olmaksızın" üniversite binalarına ve eklerine girebilecek ve durumdan ilgili üniversitenin rektörünü veya fakültenin dekanını haberdar etmeyebilecektir. Gerçekten kişilere olduğu kadar özel veya kamu tüzel kişilere ait binalara, zabıtanın suç ve suçluları kovuşturmak için hangi usullerle girebileceği, başta Anayasa olmak üzere, çeşitli yasalarla belirtilmiştir. Bu yasalardan hiç birisinde zabıtaya 66 ncı maddenin üçüncü fıkrasındaki kadar sınırsız, keyfiliğe yol açabilecek ve baskı aracı olarak kullanılmaya elverişli hüküm yer almamıştır. Sözü edilen hüküm neticesinde siyasal iktidarlar, diledikleri her an, suç ve suçlu kovuşturma bahanesi ile zabıtayı üniversiteye sokabilecek ve bu özerk kuruluşun başında bulunan kişileri durumdan haberdar etmiyebileceklerdir. Buna karşılık zabıta bir kovuşturmayı yürüttüğü iddiası ile sınıflara, laboratuvarlara, seminer odalarına ve üniversitelere öğretim üye ve yardımcılarına çalışma odalarına girip araştırmalarda bulunabilecektir. Bu hükmü Anayasanın 16 ncı maddesindeki güvence ile bağdaştırmağa imkân yoktur. Diğer taraftan bu hüküm, "özerk kamu tüzel kişisi" üniversite ile diğer kişiler arasında, üniversite aleyhine eşitlik ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerle Yasa'nın 66 ncı maddesinin üçüncü fıkrasının iptali gerekir. XI. 1750 SAYILI YASANIN 69 ncu MADDESİ: 1488 sayılı Yasa ile Anayasa'ya eklenmiş olan yedinci fıkra, "üniversitelerle onlara bağlı fakülte, kurum ve kuruluşlarda öğrenim ve eğitim hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin üniversite organlarınca giderilmemesi halinde Bakanlar Kurulunun üniversitelerin yönetimine elkoyabileceği hükmünü getirmiştir. Anayasa Mahkemesi, Esas: 1971/40, Karar: 1971/82 sayılı kararında şöyle demektir: 3...... Anayasa'nın değişik 120 nci maddesinin son fıkrasında öngördüğü olağanüstü durumlarda, Bakanlar Kuruluna yönetime elkoymasına izin vermesinin ereği dahi, yalnızca öğrenim ve öğretimin özgürlük ve güvence içinde, çağdaş bilimin nesnel ölçüleri uyarınca gerçekleşmesini sağlamaktır." Bu duruma göre, elkoyma ile ilgili hükümlerin Anayasa'nın kurallarına ve yapılan değişikliğin ereğine aykırı, onu aşıcı nitelikte olmaması gerekirdi. Halbuki aşağıda açıklanacağı üzere 69. uncu maddenin bazı kesimleri, Anayasaya aykırı olarak düzenlenmiştir.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 10 1) Birinci fıkrada "üniversitelerle onlara bağlı kuruluşlar ve kurumlarda veya bir üniversiteye bağlı olmayan fakültelerde, öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin üniversite organlarınca önlenmemesi; veya üniversite organlarınca alınan tedbirlerin gereken sonucu vermemesi" hali el koyma sebebi olarak gösterilmiştir. Fıkranın ilk kesimi Anayasa hükmünün dışına taşan niteliktedir; zira Anayasa'nın öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin içine düştüğü tehlikenin üniversite organlarınca (giderilmemesi) halini elkoyma sebebi diye saptadığı halde, yasa (tehlikenin önlenmemesi) halini de elkoyma sebebi olarak kabul etmiştir. Bu hale göre, üniversitede Öğrenim ve Öğretim hürriyetlerinin tehlikeye düştüğü her an, Bakanlar Kurulu yönetime "tehlike önlenmediği" gerekçesi ile ve üniversite organlarının herhangi bir tedbir almasına vakit bile bırakmadan yönetime elkoyabilecektir. Fıkranın ikinci kesiminde ise, Bakanlar Kurulu, üniversite organlarını aldığı tedbirlerin gereken sonucu vermediği kanaatına vardığı zaman, yönetime elkoyabilecektir. Üniversitelere 1750 sayılı Yasa ile verilen yetkiler içinde, bir yıla kadar üniversiteyi kapama yetkisi de vardır ve üniversite makamları kapama kararı verdikleri zaman, bu karar derhal en büyük mülkî amire bildirilecek ve kapatılmış olan üniversite ve fakültelerin bina ve eklentileri güvenlik kuvvetlerince muhafaza altına alınacaktır. (Madde 68). Üniversite organları gereken tedbirleri almazsa elkoyma Anayasa'nın emri olarak uygulanacaktır. Lâkin gerekli tedbirler alındıktan sonra ve binalar güvenlik kuvvetlerinin muhafazasına verildikten sonra, Bakanlar Kurulunun "gerekli sonuç alınamadığı" iddiası ile yönetime elkoyması Anayasa'nın 120. maddesinin hükmüne aykırıdır. Bu nedenle, 69 uncu maddenin birinci fıkrasının iptali gerekir. 2) 69 uncu maddenin ikinci fıkrası ise, üniversite ile öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ile hiç ilgisi olmayan nedenle Bakanlar Kuruluna yönetime elkoyma yetkisi verilmiştir. Bu nedenle, fıkranın "Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden, herhangi birisinin insan hak ve hürriyetlerinin veya Türk Devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrımına dayanarak nitelikleri Anayasaca belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kasdı ile kullanılması" ibaresinin iptali gerekir. Anayasa'nın 120 nci maddecinin yedine: fıkrası elkoyma kararının "hemen" Türkiye Büyük Millet Meclisi Birleşik toplantısının onamına sunulucağını emrettiği halde, yasa'nın 69 uncu maddesinin ikinci fıkrası bu onama işini, elkoyma kararının Resmî Gazete'de yayımlanmasından sonra 48 saat içinde yapılacağını hükme bağlamıştır. Böylelikle Bakanlar Kuruluna, elkoyma kararı yasama organınca onaylanmadan evvel üniversiteye müdahale etmek olanağı sağlamak istenmiştir. Bu durumun Anayasa'nın 120 nci maddesinin son fıkrası hükmü ile bağdaştırılması olanağı yoktur. Bu nedenle, Yasa'nın 69 uncu maddesinin ikinci fıkrasındaki "yayımlanmayı müteakip 48 saat içinde" deyiminin iptali gerekir. XII. 1750 SAYILI YASANIN 70 NCİ MADDESİ: Yukarıda XI No. lu bentte belirtildiği üzere, Anayasa'nın 120 nci maddesinin son fıkrasının ereği üniversitelerde tehlikeye düşmüş öğrenim ve öğretim hürriyetlerini, buE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 11 tehlikeden kurtarıp "öğrenim ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde, çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine" uygun olarak yürütülmesini sağlamaktır. Elkoyma halinde, Bakanlar Kuruluna tanınacak yetkilerin bu ereği aşmaması gerekirdi. Halbuki Yasa'nın 70 inci maddesi ile Bakanlar Kuruluna verilen yetkiler, bu ereği aşmış ve üniversite yöneticileri ile öğretim üye ve yardımcılarını daimî bir baskı altında tutmağa yönelir iştir. Zira maddenin okunmasından da anlaşılacağı üzere 70 nci maddenin hükümleri sayesinde, siyasal iktidarlar hoşlanmadıkları üniversite yöneticisi veya öğretim üye veya yardımcılarını görevlerinden uzaklaştırmak olanağına kavuşturulmuşlardır. Yakandaki XI No.lu bentte açıklandığı üzere, 69 uncu maddenin hükümlerine göre, ne vakit ve hangi siyasal iktidar zamanında gerçekleşeceği önceden kestirilemiyecek elkoyma kararı sonunda olaylarla ilgili olmasalar bile "gerekli görülecek" üniversite mensuplarımın görevlerinden uzaklaştırılması tehlikesi mevcuttur. Bu daimi baskı altında bulunan öğretim üye ve yardımcılarının akademik hürriyetlerinden serbestçe araştırma ve yayın yapma olanaklarından yararlanabilmeleri bir tür "kahramanlık" olacaktır. Halbuki demokratik düzenin, Anayasamız ve özellikle Anayasa'nın 120. maddesinin "kahramanlığa zorlanmadan" fikirlerini, bilim ve sanatı yapabilmeleri ve üniversitelerin dış etki ve baskılara kapalı olarak çalışabilmelerini sağlamaktır. 70 nci maddenin ikinci fıkrası ise, Bakanlar Kurulunun yetkilerinin etkilerini, Anayasa bu yetkileri elkoyrna süresi ile sınırladığı halde, elkoymanın sona ermesinden sonra da sürdürmekte ve görevinden uzaklaştırılmış olan üniversite mensuplarının görevlerine dönebilmelerini "suçsuzluklarını ispat etmeleri" şartına bağlamış bulunmaktadır. Bu nedenlerle Yasa'nın 70. maddesinin birinci fıkrasının (a), (b), (c) bentleri ile ikinci fıkrasının iptali gerekir. XIII. 1750 SAYILI YASANIN 72 nci MADDESİNİN (c) BENDİ İLE 73 ncü MADDESİNİN BİRİNCİ FIKRASI: Bu hükümlerle üniversite öğretiminin paralı olması esası getirilmiştir. Buraya Millî Eğitim Temel Kanunu dolayısiyle sunulmuş olan dilekçenin "paralı yüksek öğretim" le ilgili bölümünün gerekli değişikliği yapıldıktan sonra eklenmesi gerekmektedir. Başarılı olan fakat maddî imkânları elverişli bulunmayan öğrencilerin kayıt ücreti, sınav harcı gibi her türlü öğrenim giderleri, burs, kredi, yatılılık ve benzeri yollardan sağlanır" biçimindeki kuralla akçalı ayrılığın kaldırılması nasıl mümkün değilse, Anayasamıza aykırılık nasıl giderilmezse, "öğrencilerden alınacak harçların maddeye dökülmesi de yersizdir. Maddî imkânları elverişli olmayan öğrencilerin öğrenime başlaması, devamı, "başarı" şartına bağlanmakta, maddî imkânı olanlar ise hiç bir sınırlamaya bağlı tutulmaksızın, "başarı" şartı aranmaksızın öğrenime devam edebilmektedir. Eşitsizlik açıkça ortadadır. Harç yüzünden öğrenimi bırakmak tehlikesi de vardır. İstenen harcı sağlayamayan öğrencinin psikolojik durumlardan maddî durumlara kadar olumsuz etkilere açık kalması kuvvetle muhtemeldir. Bunun başarıya yansıması mutlaktır. Daha başarısız ama, maddî imkânı yerinde olan ise öğrenimini bunalmışız sürdürebilecektir. Bu nedenlerle 1750 sayılı Yasanın 72 nci maddesinin (c) bendi ile 73 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki "Kanunun 6 ncı maddesinin (f) fıkrasına göre öğrencilerden alınacak ücretE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 12 ve harçlar, yıllık 3.000 lirayı geçmemek üzere her üniversitede kurulacak öğrenci fonuna yatırılır" hükmünün iptali gerekir. XIV. 1750 sayılı Yasanın 82 nci maddesinin ikinci fıkrası ile 83 üncü maddesi: Bu hükümler, ülkemiz üniversitelerinden bazılarının Anayasa'ya aykırı durumlarını sürdürmeğe ve adı geçen üniversitelerin, yürütme organının etkisi altında çalışmalarına yol açan çeşitli yasa hükümlerinin saklı tutulmasına yönelmiştir. Anayasa Mahkemesinin, Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademilerine ilişkin 1184 sayılı Yasanın bazı hükümlerinin iptaline İlişkin kararında (Esas: 1969/52, Karar: 1972/21) açıklandığı gibi "... bir yüksek, öğretim kurumunun Anayasanın değişik 120 inci maddesi kapsamına giren üniversite niteliğinde bir örgüt sayılması için, o kurumun benimsendiği öğretim yöntemi ve özellikle onu bitirenlere sağlanan haklar ve olanaklar bakımından üniversitelere eşit durumda olması gerekmektedir. Gerçekten, Anayasa Kuyucunun üniversitelere yönetim ve bilim özerkliğini tanımak ve üniversitelerin kuruluşunu Devlet tekeline almakla varılmasını istediği erek, toplumunun kilit yerlerinde görev alan kişilerin herhangi bir siyasî çevrenin ve yarar topluluğunun etkisi altında kalmaksızın yalnızca çağdaş bilimin isterlerine uygun biçimde yetiştirilmiş bulunması, başka deyimle, toplumun kilit yerlerinde görev alarak ulusun alınyazısı üzerinde etkili işler veya işlemler yapabilecek kişilerin, | 4,038 |
Esas Sayısı : 2006/148 Karar Sayısı : 2007/16 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "5435 sayılı Kanunla değişik 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunun 15. maddesinin 2. fıkrasında "birinci sınıfa ayrıldığı tarihten itibaren 3 yıl süre ile başarılı görev yapmış ve birinci sınıfa ayrılma niteliklerini yitirmemiş hakim ve savcılar birinci sınıf olurlar" hükmü yer almaktadır. Dava dosyasının incelenmesinden davacının birinci sınıfa ayrıldıktan sonra 3 yıl 7 ay 17 gün çalıştıktan sonra birinci sınıfa ayrılma niteliklerini kaybetmeden emekliye ayrıldığı ve birinci sınıf savcı olma hakkını kazandığı anlaşılmaktadır. Birinci sınıf olarak 7 ay görev yapan davacı 5800 ek gösterge ile emekli olurken 3 yıl görev yapan birinci sınıf bir hakim veya savcı 7600 ek gösterge ile emekli olmaktadır. Her iki durumda da emekli olan kişiler birinci sınıf olmasına rağmen ek göstergeleri farklı olmaktadır. Birinci sınıf olan bir hakim veya savcı haklarını elde etmek için 3 yıl beklemek zorunda bırakılmaktadır. T.C Devletinde hakim ve savcılar haricinde hiçbir kamu görevlisi atandığı veya terfi ettiği kadronun ek göstergesini üç yıl sonra elde etmemektedir. Anayasanın Kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinde: "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek: 7.5.2004 5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliği yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." hükmü yer almaktadır. Kanun önünde eşitlik ilkesinin amacının, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlarca aynı işleme bağlı tutulmasını sağlamak ve yurttaşlara, kanun karşısında dil, ırk cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrımlı davranılmasını önlemek olduğu Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında vurgulanmıştır. Bu ilke ile, birbirleriyle aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması engellenmektedir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesinin zedelenmeyeceği açıktır. Kanunda bütün 1. sınıf hakimler aynı hukuksal durumda olmasına rağmen farklı kurallara tabi tutulmaktadır. Kanunda 1. sınıf Hakimler için getirilen 3 yıl çalışıp 7600 ek gösterge alma hakkı tanınması aynı durum ve konumda olan kişiler için değişik kurallar ve değişik uygulamalar gerektirecek nitelikte değildir. Yasaların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini Anayasa sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme, eşitliğe aykırılık oluşturur.Esas Sayısı : 2006/148 Karar Sayısı : 2007/16 2 Açıklanan nedenlerle 5435 sayılı Kanunun 42. maddesiyle değişik 2802 sayılı Kanuna ekli 1 sayılı ek gösterge cetveli Anayasanın Kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesine aykırı olduğu sonucuna varıldığından, TC. Anayasası'nın 152. maddesi uyarınca bu konuda bir karar verilmek üzere konunun Anayasa Mahkemesine götürülmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 24.05.2006 tarihinde oybirliği ile karar verildi."" | 481 |
Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 1 ... A Yetki Yasalarının ve Kanun Hükmünde Kararnamelerin Anayasal Konumu: 10.05.2018 tarihli ve 7142 sayılı 6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanunu ile ilgili olarak, Anayasaya aykırılık savının anlatılabilmesi için öncelikle yetki yasalarının ve kanun hükmünde kararnamelerin (KHK) anayasal konumu üzerinde durulması, bu yöndeki anayasal ilkelerin değerlendirilmesi gerekmektedir. Aksi halde, KHK çıkarma konusundaki anayasal yetkinin, anayasal sınırlar içinde, Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkelerine uygun olarak, etkin, verimli ve yerinde kullanılması hususu doğru değerlendirilemez. Bu temel anayasal ilkeler, Anayasayı yorumlamak ve anayasal denetimi yapmak amacıyla, Anayasayla kurulmuş Anayasa Mahkemesinin, yetki yasalarıyla ilgili olarak verdiği birçok kararda yer almış ve yerleşik içtihat haline gelmiştir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında yetki yasalarının ve KHKlerin anayasal konumu ve ilkeleri şöyle açıklanmıştır: Anayasanın 6 ncı maddesinde, Türk Milletinin egemenliğini yetkili organları eliyle kullanacağı, 7 nci maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinin olduğu ve devredilemeyeceği, 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği; 9 uncu maddesinde de, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiştir. Anayasanın Başlangıçının dördüncü paragrafına göre, kuvvetler ayrılığı Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli bir devlet yetkisinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı bir işbölümü ve işbirliğidir. Üstünlük ancak Anayasa ve yasalardadır. Yetki Yasası ve KHK'lerle ilgili hükümler Anayasanın 87 nci ve 91 inci maddelerinde yer almaktadır. 87 nci maddede, Bakanlar Kurulu'na "belli konularda" KHK çıkarma yetkisinin verilmesi TBMM'nin görev ve yetkileri arasında sayılmış, 91 inci maddede, KHK çıkarılmasına yetki veren yasada bulunması zorunlu öğeler belirtilmiştir. Buna göre, yetki yasasında, çıkarılacak KHK'nin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağının belirtilmesi gerekir. Bakanlar Kuruluna verilen yetki, yasada öngörülen konu, amaç, kapsam, ilke ve süre ile sınırlı bir yetkidir. Bu durumda yetki yasasının, Anayasanın belirlediği öğeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi açıkça belirleyerek Bakanlar Kuruluna çerçeve çizmesi gerekir. Ayrıca, 91 inci maddenin sekizinci fıkrasında, yetki yasalarının, TBMM komisyonları ve Genel Kurulu'nda öncelik ve ivedilikle görüşüleceği öngörülmüştür. Anayasa'da görüşülmesinde bile "öncelik ve ivedilik" aranarak KHK çıkarma yetkisi verilmesinin özel bir yönteme bağlanması konunun öneminden kaynaklanmaktadır. Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesinden, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ne ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendisine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu yetki, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi verecekEsas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 2 biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemelidir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulur. Maddenin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni "...çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir..." biçiminde açıklanmış; Anayasa Komisyonu Başkanınca da "Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur" denilmek suretiyle konunun altı çizilmiştir. Anayasada kimi konuların KHK'lerle düzenlenmesi yasaklanmaktadır. 91 inci maddenin birinci fıkrasında "sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın İkinci Kısmı'nın birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümde yer alan siyasî haklar ve ödevler"in kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceği belirtilmiş, 163 üncü maddede ise "Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilemez." denilmiştir. Bu kurallar gereğince, TBMM, "Bakanlar Kurulu"na ancak yasak alana girmeyen belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin "amaç", "kapsam" ve "ilkeleri"nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. KHK çıkartılmasına yetkE verElmesE, Anayasada öngörülen koşullar ve sınırlar EçEnde kalmak kaydıyla yasama yetkEsEnEn devrE anlamına gelmez. BEr yetkE yasasının Anayasaya aykırı olmaması EçEn AnayasadakE öğe ve ölçütlere, Anayasa MahkemesE kararları Ele getErElen yorumlara uygun olması gerekEr. Anayasa MahkemesE kararlarının bağlayıcılığı ElkesE kararlarda açıklanan gerekçelerEn göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. YetkE yasalarına kullanma sürelerE uzatılarak süreklElEk kazandırılması ve her konuda KHK'lerle düzenlemelere gEdElmesE, "önemlE, zorunlu ve EvedE durumlar" dışında bu yetkEnEn verElmesE, yetkE kanununda açık bEr şekElde yer almayan ya da yetkE kanununda yapılan açık olmayan genel düzenlemelere dayanılarak bEr KHK çıkarılması yasama yetkEsEnEn devrE anlamına gelEr. Böylece yasama, yürütme ve yargı erkE arasındakE denge bozularak yürütme, yasama organına karşı üstün duruma gelEr. Başta yasama organı olmak üzere tüm organlar, Anayasa MahkemesE kararlarının yalnız sonuçları Ele değEl, bEr bütünlük EçEnde gerekçelerE Ele de bağlıdır. Kararlar gerekçelerEyle, yasama EşlemlerEnE değerlendErme ölçütlerEnE EçerErler ve yasama etkEnlEklerEnE yönlendErme EşlevE de görürler. Bu nedenle, yasama organı düzenlemelerde bulunurken Eptal edElen yasalara ElEşkEn kararların sonuçları Ele bErlEkte gerekçelerEnE de göz önünde bulundurmak zorundadır. 7142 sayılı YetkE Yasası da, Anayasanın ve Anayasa MahkemesEnEn, yetkE yasalarıyla ve KHKlerle ElgElE, yukarıda özetlenen, anayasal ElkelerEne uymak zorundadır.Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 3 B 7142 sayılı 6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanununun 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Geçici 21. Maddesinin B. fıkrası hükmü açısından özel konumunun değerlendirilmesi 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yapılan değişikliklere uyum sağlamak üzere Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 10.05.2018 tarih ve 7142 sayılı 6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanunu yürürlük ve yürütme dahil 4 maddeden oluşmaktadır. Tasarının genel gerekçesinde; 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında değişiklik yapılmış ve yapılan değişiklikle, parlamenter hükümet sistemi yerine Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi getirilmiştir. Anayasa değişikliğiyle getirilen yeni hükümet sistemine bağlı olarak Anayasada; Başbakanlık ve Bakanlar Kuruluna ilişkin hükümlerde değişiklik yapılmış, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan tüzük şeklindeki düzenleyici işlem uygulamasına son verilmiş, savaş hali hariç askeri mahkemelerin kurulamayacağı düzenlenmiş, Cumhurbaşkanına bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması, üst kademe kamu yöneticilerinin atanmalarına ilişkin usul ve esasların düzenlemesi, kamu tüzelkişiliğinin kurulması, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin teşkilatı ve görevleri, Devlet Denetleme Kurulunun işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işleri ile yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilme yetkisi verilmiş ve yeni hükümet sistemi çerçevesinde çeşitli maddelerde önemli değişiklikler yapılmıştır. Anayasada gerçekleştirilen yeni hükümet sistemine geçiş için yapılan değişiklikler ilgili kanunlarda bazı düzenlemelerin yapılmasını gerekli hale getirmiştir. Bilindiği üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 20/4/2018 tarihli ve 1183 sayılı Kararıyla 3/11/2019 tarihinde yapılması planlanan 27 nci Yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin tarihi 24/6/2018 olarak değiştirilmiştir. Bu sebeple Anayasa değişikliğinin gerektirdiği kanuni düzenlemelerin bir an önce yapılması önem arz etmekte olup ivedi olarak yapılması gereken bazı düzenlemelerin kanun hükmünde kararname çıkarılması yoluyla gerçekleştirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır. Bu kapsamda çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile yeni hükümet sisteminde uygulaması kalmayacak olan tüzük, Bakanlar Kurulu, Başbakan, Başbakanlık, kanun tasarısı gibi bazı ibarelerin kanun ve kanun hükmünde kararnamelerden çıkarılması ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin gerektirdiği düzenlemelerin yapılması öngörülmekte olup bu düzenlemeler yapılırken kamu hizmetlerinin verimli, süratli ve etkin bir şekilde yürütülmesi, atama ve görevde yükselmede kariyer ve liyakat esaslarının esas alınması, kamu hizmetlerinde koordinasyonun sağlanması ve kaynak kullanımında israfın önlenmesi gibi ilkeler gözönünde bulundurulacaktır.Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 4 Tasarı ile, yukarıda belirtilen düzenlemelerin yapılabilmesi için Bakanlar Kuruluna Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının yemin ederek göreve başladığı tarihe kadar geçerli olacak şekilde kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin verilmesi amaçlanmaktadır. açıklaması yer almaktadır. 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının çok sayıda maddesinde değişiklik yapılmış, söz konusu değişiklikler 16 Nisan 2017 tarihinde halkoyuna sunulmuştur. Söz konusu halk oylamasının sonuçları 27.04.2017 tarihinde Yüksek Seçim Kurulu tarafından 27.04.2017 tarihli 30050 sayılı mükerrer Resmi Gazetede ilan olunmuştur. 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. maddesinde aşağıdaki hüküm yer almaktadır. MADDE 17 – 2709 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. GEÇİCİ MADDE 21 – A) Türkiye Büyük Millet Meclisinin 27nci Yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde birlikte yapılır. Seçimin yapılacağı tarihe kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ve Cumhurbaşkanının görevi devam eder. Meclisin seçim kararı alması halinde, 27nci Yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır. B) Bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu Kanunla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri yapar. Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği belirtilen değişiklikler ise Cumhurbaşkanının göreve başlama tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Cumhurbaşkanı tarafından düzenlenir Söz konusu madde hükmüne göre anayasa değişikliğinin gerektirdiği kanuni düzenlemelerin 27.04.2017 tarihinden itibaren 6 ay içerisinde TBMM tarafından yapılması gerekmekte idi. Tasarının gerekçesinde Anayasada gerçekleştirilen yeni hükümet sistemine geçiş için yapılan değişikliklerin ilgili kanunlarda bazı düzenlemelerin yapılmasını gerekli hale getirdiği, aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 20/4/2018 tarihli ve 1183 sayılı Kararıyla 3/11/2019 tarihinde yapılması planlanan 27 nci Yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin tarihi 24/6/2018 olarak değiştirilmiş olduğu ifade edilerek, Anayasa değişikliğinin gerektirdiği kanuni düzenlemelerin bir an önce yapılmasının önem arz etmekte olduğu, ivedi olarak yapılması gereken bazı düzenlemelerin kanun hükmünde kararname çıkarılması yoluyla gerçekleştirilmesinde zorunluluk bulunduğu ifade olunmuştur. Ancak yasama organının yeni sisteme uyum yasalarını 27.10.2017 tarihine kadar çıkarmasının anayasal bir zorunluluk olduğu ancak TBMM ‘nin bu görevini 27.10.2017 tarihine kadar yerine getirmediği hususuna değinilmemiştir.Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 5 KHK'lerle düzenlemelere gidilmesi yönünde, 'önemli, zorunlu ve ivedi durum' daha ortada yok iken, yasama organının yeni sisteme uyum yasalarını 27.10.2017 tarihine kadar çıkarmaktan imtina etmesinin nedeni anlaşılamamaktadır. Bu durum Anayasanın demokratik hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağı gibi yasama yetkisinin bilerek devri anlamına da gelmektedir 7142 sayılı Yetki Yasasının çıkarılmasında öncelikli anayasal sorun, söz konusu yasanın çıkarılma zamanıdır. Genel seçim tarihi öne çekilerek, seçimin 24 Haziran 2018 Pazar günü yapılmasına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 20.04.2018 tarihli 89 üncü Birleşiminde karar verilmiş, söz konusu karar Resmi Gazetenin 20.04.2018 tarih ve 30397 sayılı Mükerrer nüshasında yayınlanmıştır. Yetki Yasasına ilişkin yasa tasarısı ise genel seçim kararının alınmasından 12 gün sonra 02.05.2018 tarihinde Başbakanlıkça TBMM Başkanlığına sunulmuş, tasarı 08.05.2018 tarihinde ana komisyon sıfatıyla Plan ve Bütçe Komisyonuna sevk edilmiş, 10.05.2018 tarihinde sabah oturumunda Plan ve Bütçe Komisyonunda, aynı gün öğleden sonra T.B.M.M. Genel Kurulunda görüşülüp kabul edilerek yasalaşmıştır. Genel seçim, şekli bakımından, iki anayasal organın, iki yetkili organın, yasama ve yürütme organlarının birbirlerine bağlı olarak yenilenmesi; özü bakımından da, Anayasa değiştirme yetkisi de bulunan kural koyucu organın ve buna bağlı olarak ülkenin hukuksal yapısının ve yönetim programının belirlendiği en önemli ve etkin demokratik müessesedir. Seçim kararı almak, demokratik toplum düzeninin gereklerini yerine getirme yönünden, egemenliğin sahibi iradeye başvurmaktır. Yetki yasasını TBMM gündemine taşıyan iktidar partisi, bu yasama döneminde olağan çalışma sürecini sürdürmüş, ancak hiçbir gerekçe yokken Anayasa değişikliğinin gerektirdiği uyum yasalarını TBMM gündemine getirmekten anayasal zorunluluk olmasına karşın imtina etmiştir. Yürütme organı temsilcileri (bakanlar) Cumhurbaşkanlığı sistemine uyum yasalarını anayasada da belirtilen 6 aylık süre boyunca düzenlemeyip, yasama organının gündemine getirmemek suretiyle aslında bir ölçüde görevlerini ihmal etmiş konuma düşmüşlerdir. Bu nedenle aynı zamanda T.B.M.M de kendisine 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. Maddesiyle Anayasaya eklenen geçici 21. maddenin B fıkrasıyla verilen görevi yapmayarak görevini ihmal etmiş, bir ölçüde ihmal suretiyle anayasa ihlali suçunu işler duruma getirilmiştir. Yetki yasası kapsamındaki konular, tam anlamıyla incelemeyi, araştırmayı, tartışmayı gerektiren konulardır. Kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak, zaten hukuk devletinin en temel ve vazgeçilmez unsurudur. Hukuk güvenliği ve hukuksal istikrar da bunu gerektirir. Bunun için, başta yasalar güvenilir olmalı, güvenlik ve istikrarı sağlamalıdır. Kamu hizmetlerinin düzenli, etkin ve verimli bir şekilde yürütülmesini sağlamak, öncelikle yasa koyucunun sorumluluğundadır. Kanun Hükmünde Kararname Kurumu, 22.9.1971 günlü, 1988 sayılı Yasa ile 1961 Anayasasının 64 üncü maddesinde yapılan değişiklik sonucu hukukumuza girmiştir. 1982 Anayasasında da KHKler, temelde 1961 Anayasasından çok farklı olmamakla birlikte kimi yeniliklerle ve fakat benzer gerekçelerle 91 inci maddede düzenlenmiştir. Böylece, hemEsas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 6 yürütme organını güçlendirmek hem de değişen ekonomik ve sosyal konuların ortaya çıkardığı sorunlara ivedi çözümler bulmak amacına ulaşılmak istenilmiştir. Bu anayasal düzenlemelerde olağan dönemlerde çıkarılan KHKlerin mutlaka bir yetki yasasına dayanması zorunlu tutulmuş ve 87 nci maddede Bakanlar Kuruluna belli konularda KHK çıkarma yetkisi vermek TBMMnin görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. Yetki Yasasının içeriği ve öğeleri de Anayasanın 91 inci maddesinde belirlenmiştir. 16 Nisan 2017 tarihinde halkoyuna sunulan ve yapılan halkoylamasında kabul edilen 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının çok sayıda maddesinde değişiklik yapan 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. Maddesi ile mevcut Anayasaya eklenen Geçici 21. Maddenin B fıkrasıyla, bu kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisine, bu Kanunla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri bizzat yapma görevi verilmiştir. Geçici 21. madde ile TBMM ne verilen bu yetki, özel bir yetkidir.Münhasır bir yetkidir. ve özel bir hükümle TBMMne verilmiştir. Dolayısıyla 91. maddenin genel hükümleri ile Bakanlar Kurulunca çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnamelere bırakılamaz. Özel hükmün olduğu yerde de genel hüküm uygulamasına gidilemez. Bu maddede Anayasada yapılan değişiklerin gerektirdiği yasal düzenlemeleri yapmakla T.B.M.M. bizzat görevlendirirlmiştir. Bu maddede; Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin Bakanlar Kurulunca yetki kanunu çıkartılarak K.H.K.lar aracılığıyla yapılabilirliği konusunda bir düzenleme bulunmadığından bu görevin bizzat T.B.M.M. tarafından yerine getirilmesi gerekmektedir. Anayasanın Geçici 21/B. maddesinde yer alan düzenleme özel bir düzenlemedir. Anayasanın 91. maddesinde yer alan düzenleme ise yetki kanununa dayanılarak çıkarılacak K.H.K.larla ilgili genel düzenleme niteliğinde bulunmaktadır. Lex specialis derogat legi generali (Özel kanun genel kanunları ilga eder) ilkesi gereği 6771 sayılı kanunla mevcut Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin bizzat T.B.M.M. tarafından yerine getirilmesi icap etmektedir. Anayasanın Geçici 21/B. maddesinde yer alan düzenleme mevcut iken, Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin Anayasanın 91. Maddesi dayanak yapılarak Bakanlar Kurulunca yetki kanunu ve buna ilişkin K.H.K.larla gerçekleştirilmesi T.B.M.M.ne ait yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Anayasanın Geçici 21/B. Maddesinde yer alan düzenleme gereği; bu maddede T.B.M.M.ye tevdi olunan Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemeleri yapma görevi mevcut Anayasanın 91. Maddesi hükmünde yer alan yetki kanunu ve buna dayanılarak K.H.K. çıkarma yöntemiyle gerçekleştirilemeyeceğinden, 7142 sayılı 6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanunu Anayasanın 7. ve 87. maddelerine aykırı bulunmakta Geçici 21. Maddesinin B fıkrası karşısında tamamen hükümsüz kalmaktadır. C 7142 sayılı 6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun Ve Kanun HükmündeEsas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 7 Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanununun 21.01.2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanununun 5., 16/E., 18. Maddeleri ile 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Geçici 21. Maddesinin F fıkrası hükmü açısından özel konumunun değerlendirilmesi 7142 sayılı 6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanununun çıkarılmasına dayanak teşkil eden yürürlükte olan Anayasanın 87 nci maddesinde yer alan, T.B.M.M. tarafından Bakanlar Kurulu'na 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisinin verilmesine yönelik düzenleme 21.01.2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanununun 5. maddesi hükmü ile artık yeni sistemde Bakanlar Kurulu olmadığından madde metninden çıkarılmıştır. Yine mevcut yürürlükte olan Anayasanın TBMM tarafından Bakanlar Kuruluna verilen kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi esaslarını düzenleyen 91. maddesi de 21.01.2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 16. maddesinin E fıkrası hükmü ile yürürlükten kaldırılmıştır. 87. madde metnindeki değişiklik ve 91. maddenin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin düzenlemeler 21.01.2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 18. maddesi hükmü gereği birlikte yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının göreve başladığı tarihte yürürlüğe girecektir. 21.01.2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. maddesi hükmü ile 2709 sayılı 1982 Anayasasına eklenen Geçici 21. maddenin F fıkrası; F) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte yürürlükte bulunan kanun hükmünde kararnameler, tüzükler, Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan yönetmelikler ile diğer düzenleyici işlemler yürürlükten kaldırılmadıkça geçerliliğini sürdürür. Yürürlükte bulunan kanun hükmünde kararnameler hakkında 152 nci ve 153 üncü maddelerin uygulanmasına devam olunur. hükmünü taşımakta olup, 6771 sayılı Kanunun 18. Maddesi gereğince söz konusu madde; birlikte yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının göreve başladığı tarihte yürürlüğe girecektir. Yeni anayasal sistemde Bakanlar Kurulu olmadığından; Bakanlar Kuruluna herhangi yetki yasası ile belli konularda KHK çıkarma yetkisinin verilmesi veya Bakanlar Kurulunca da bu yetki kanununa istinaden KHK çıkarılması söz konusu değildir. Yeni anayasal sistemde Cumhurbaşkanına yürütme yetkisine dair konularda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarması yetkisi verilmektedir. Mevcut anayasal sistemde Bakanlar Kurulunca yetki yasası ile belli konularda KHK çıkarılmasına ilişkin olarak üç aşamanın yerine getirilmesi gerekmektedir. 1 Yetki kanunun hazırlanarak T.B.M.M.ye sevki ve yasalaşması 2 Yasalaşan yetki kanunu sınırları çerçevesinde KHK hazırlanarak yayımlanması ve T.B.M.M.ye aynı gün sevk edilmesi,Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 8 3 Yetki kanunlarına dayanarak çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerin TBMMde komisyonlarda ve genel kurulda görüşülerek yasalaştırılması Yeni anayasal sistemin yürürlüğe girmesi ile yukarıda izah olunan 3. aşamanın gerçekleştirilemeyeceği anlaşılmaktadır. Yani T.B.M.M.nin bu yetki yasasına ilişkin olarak çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameleri görüşme, tartışma, değerlendirme, yasalaştırma yetkisi bilinçli bir şekilde elinden alınmaktadır. Kanun hükmündeki kararnameler için anayasada öngörülen mevcut sürecin tamamlanamayacağı göz önünde bulundurulduğunda, T.B.M.M.de herhangi bir onay sürecinden geçirilmeyeceği bilinerek 7142 sayılı yetki kanunu çerçevesinde çıkarılacak söz konusu Kanun Hükmündeki Kararnamelerin mevcut mevzuat sistemimize dahil olacakları anlaşılmaktadır. Anayasada öngörüldüğü biçimi ile KHKler yapısal (organik) bakımdan yürütme organı işlemi, işlevsel (fonksiyonel) yönden ise yasama işlemi niteliğindedirler. Ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi verdiği yetkiyi bir yasa ile her zaman geri alabilmekte, kendisine sunulan KHKleri reddedebilmekte ya da değiştirerek de kabul edebilmektedir. Anayasaya göre KHKler Türkiye Büyük Millet Meclisinin denetimine tabidir. Anayasanın 91 inci Maddesinde, Kararnameler, Resmî Gazetede yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur. Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonları ve Genel Kurulunda öncelik ve ivedilikle görüşülür. denilmektedir. Öncelik ve ivedilik koşuluyla, yetki yasalarının gecikmeden çıkarılabilmesi ve çıkarıldıktan sonra da yürürlüğe konulan KHKlerin aynı biçimde Türkiye Büyük Millet Meclisinde karara bağlanması istenilmiştir. Yetki Yasası, KHK ve KHKnin Türkiye Büyük Millet Meclisince aynen ya da değiştirilerek kabulü birbirlerinden bağımsız işlemler olmayıp Anayasada öngörülen bir sürecin değişik aşamalarıdır. KHKnin yetki yasası ile olan bağı, KHKyi aynen ya da değiştirerek kabul eden yasa ile kesilir. Bu yasa, KHKyi kendi bünyesine alarak genel anlamda bir yasa niteliğine dönüştürür. Bu nedenle, KHK ile dayandığı yetki yasası arasındaki bağ, KHKnin aynen ya da değiştirilerek yasaya dönüşmesine kadar devam etmektedir. KHK, yasa gücünü, dayandığı yetki yasası ile konulan esaslara uygunluğu ve yetki yasasının da Anayasaya uygunluğu varsayıldığı için kazanmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti; Anayasa Mahkemesinin birçok kararında da açıklandığı üzere; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, Anayasanın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu ve keyfiliği teşvik ettiği durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı ortaya çıkar.Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 9 Hukuk devleti olmanın gereği adaletli hukuk düzeninin kurulması ve bunun sürdürülmesi olup, bu bağlamda devlet yönetiminde keyfiliğin değil, hukuk kurallarının egemen olmasıdır. Kanun hükmündeki kararnameler için anayasada öngörülen mevcut sürecin tamamlanamayacağı ve T.B.M.M.de herhangi bir onay sürecinden geçirilmeyeceği bilinerek 7142 sayılı yetki kanunu çerçevesinde Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarılma yetkisi verilmesi Anayasanın 2. Maddesinde tanımını bulan hukuk devleti ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. 1) 7142 sayılı 6771 Sayılı Kanunla TürkEye CumhurEyetE Anayasasında Yapılan DeğEşEklEklere Uyum Sağlanması Amacıyla ÇeşEtlE Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde DeğEşEklEk Yapılması Konusunda YetkE Kanununun 1. maddesEnEn 2. fıkrasının son cümlesEnde yer alan Ele dEğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerEn EfadesEnEn Anayasaya aykırılığı. 7142 sayılı Kanunun 1. maddesi: Amaç ve kapsam MADDE 1 (1) Bu Kanunun amacı, 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yapılan değişikliklere uyum sağlamak üzere; a) Kamu kurum ve kuruluşlarının kuruluş, teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesi, b) Kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan tüzük, Bakanlar Kurulu, İcra Vekilleri Heyeti, İcra Vekilleri Heyeti Kararı, Bakanlar Kurulu Kararı, Bakanlar Kurulu Yönetmeliği, Hükümet, Başbakan, Başvekil, Başbakanlık, Başvekalet, sıkıyönetim, nizamname, kanun tasarısı gibi bazı ibarelerin değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması veya bu çerçevede kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan ilgili hükümlerin yeniden düzenlenmesi, c) Mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesi, ç) Uygulama imkânı kalmayan kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin yürürlükten kaldırılması, d) Kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan bakanlıkların, kamu kurum ve kuruluşlarının kurulması, kaldırılması, görevleri, yetkileri, personeli ve teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması ve üst kademe kamu yöneticilerinin atanmaları ile görevlerine son verilmesine ilişkin usul ve esasların düzenlenmesinin sağlanması; Cumhurbaşkanının yürütme yetkisine ilişkin hususlara dair hükümlerin düzenlenmesi ile bu bent kapsamındaki ilgili hükümlerin değiştirilmesi veya yürürlükten kaldırılması, için çeşitli kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılması hususunda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir. (2) Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 10 a) 23/5/1928 tarihli ve 1322 sayılı Kanunların ve Nizamnamelerin Sureti Neşir ve İlanı ve Meriyet Tarihi Hakkında Kanun, b) 14/6/1935 tarihli ve 2804 sayılı Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü Kanunu, c) 18/12/1953 tarihli ve 6200 sayılı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, ç) 10/4/1967 tarihli ve 852 sayılı Başbakanlık Basımevi Döner Sermaye İşletmesi Kuruluşu Hakkında Kanun, d) 23/4/1981 tarihli ve 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanun, e) 13/12/1983 tarihli ve 189 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Yurtdışı Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, f) 13/12/1983 tarihli ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, g) 24/5/1984 tarihli ve 3011 sayılı Resmi Gazetede Yayımlanacak Olan Yönetmelikler Hakkında Kanun, ğ) 27/9/1984 tarihli ve 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında 174 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 13/12/1983 Gün ve 174 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Kaldırılması ve Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında 202 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun, h) 10/10/1984 tarihli ve 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun, ı) 9/1/1985 tarihli ve 3146 sayılı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, i) 14/2/1985 tarihli ve 3152 sayılı İçişleri Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, j) 19/2/1985 tarihli ve 3154 sayılı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, k) 31/10/1985 tarihli ve 3234 sayılı Orman Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun, l) 21/5/1986 tarihli ve 3289 sayılı Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, m) 9/12/1994 tarihli ve 4059 sayılı Hazine Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun,Esas Sayısı : 2018/100 Karar Sayısı : 2018/79 11 n) 16/4/2003 tarihli ve 4848 sayılı Kültür ve Turizm Bakanlığı Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanun, o) 16/7/2003 tarihli ve 4947 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilâtı Kanunu, ö) 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu, ile diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen hususlara ilişkin hükümlerinde yapılacak değişiklik, yürürlükten kaldırma ve yeni düzenlemeleri kapsar. hükmünü içermektedir. Kanunun 1. maddesi amaç ve kapsam maddesidir. Bu maddede yer alan hükme göre yetki kanunun amacı ve kapsamı; a) Kamu kurum ve kuruluşlarının kuruluş, teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesi, b) Kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan tüzük, Bakanlar Kurulu, İcra Vekilleri Heyeti, İcra Vekilleri Heyeti Kararı, Bakanlar Kurulu Kararı, Bakanlar Kurulu Yönetmeliği, Hükümet, Başbakan, Başvekil, Başbakanlık, Başvekalet, | 4,030 |
Esas Sayısı : 2005/33 Karar Sayısı : 2008/182 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: " Anayasa'nın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin ... demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmış olup 10. maddesinde de "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet Organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar" hükmüne yer verilmiştir. Demokratik sosyal bir hukuk bir hukuk Devletinde; Devletin (buna yasama organı da dahil) her tür faaliyeti sırasında, kazanılmış hakları gözeteceği, sarfedilen emek ve çalışmanın eşitlik ilkeleri göz ardı edilmeden karşılığının verilmeye çalışılacağı kuşkusuzdur. Bu bağlamda söz konusu yasa hükmü değerlendirilecek olursa; Anılan düzenlemeye göre, görevde iken üst öğrenimi bitiren kişinin, o tarihe kadarki tüm çalışmaları derece ve kademe olarak değerlendirilip intibak hesabı yapılmakta olup, düzenlemede bu haliyle hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Ancak maddenin ilk cümlesinde ifade edilen "...emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyla..." kuralı intibak işlemini netice itibariyle yukarıda anılan Anayasal ilkelere aykırı hale getirmektedir. Çünkü; buna göre öğrenime hiç ara vermeden devam edip göreve başlayan farazi bir şahıs emsal alınmakta olup, ilgilinin hem çalışıp hem okumak şeklindeki fazla emek ve çabası göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla, Devlete verdiği emek yok sayılarak, hiç Devlet Hizmeti olmayanla eşit kabul edilerek aslında eşitlilik ve hakkaniyete aykırılığa sebep olunmaktadır. Bu durum ise yukarıda anılan Hukuk Devleti, Sosyal Devlet ve Kanun önünde eşitlik ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Bu bağlamda 5234 sayılı Kanunla değişik 657 sayılı Yasa'nın 36. maddesinin A/12 d fıkrasının "...emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyla..." ibaresinin Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olması sebebiyle esas yönünden iptali gerekmektedir."" | 278 |
Esas Sayısı : 2019/85 Karar Sayısı : 2019/88 Mahkememiz nezdinde görülmekte olan 2019/65 Esas sayılı dosyasının sonucunun Salihli Kadastro Mahkemesinin 1991/24 Esas sayılı dosyasında çözülmesi gerekli olan meselenin sonucuna bağlı olduğu bu sebeple 15.05.1996 tarihindeki 9. celsede hukuk mahkemesindeki davanın sonucunun beklenmesine diyerek yeni TCKde 67inci maddede öngörülen durma müessesesi çerçevesinde ara karar verildiği ve bu durumun tüm celselerde böyle süregeldiği netice olarak tam 127 celse duruşmaların devam ettiği buna müteakip 128. celse mahkememizce 2019/11 Karar numaralı ilamıyla düşme verildiği ve fakat İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 11. Ceza Dairesinin 2019/752 E. Ve 2019/1012 K. sayılı kararı ile bozulmakla yeniden mahkememize gönderildiği görülmekle; 1. Madde metni Adil Yargılama Hakkı kapsamında incelendiğinde; davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasanın 141. maddesinin de, Anayasanın bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır. (AYM B. No: 2012/625, 9/1/2014, § 26 ve 27).Yargılama süresinin makul olup olmadığı, davanın şartlarına göre değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, davanın karmaşıklığı, başvurucunun ve yetkililerin tutumları ve uyuşmazlık kapsamında başvurucu yönünden tehlikede olan şey şeklindeki kriterler dikkate alınmalıdır. Sadece devlete atfedilebilecek gecikmeler, makul sürede yargılama yönünden başarısız olunduğu sonucuna varmayı haklı kılabilir (İdalov/Rusya [BD], B. No: 5826/03, 22/05/2012, § 186). AİHS Madde 6 § 1, taraf devletlere, hukuk sistemlerini, mahkemelerin adil yargılanma hakkının gerekliliklerine uyum sağlayabilecekleri şekilde organize etme yükümlülüğü yüklemektedir. Adaletin yönetiminde, onun etkililiği ve güvenilirliğini tehlikeye atan gecikmeler olmaması gerekir (Apicella/İtalya [BD], B. No: 64890/01, 29/03/2006, § 116). (Adil Yargılanma Hakkı Rehberi Araştırma ve İçtihat Birimi, Dr. Abdullah Çelik Anayasa Mahkemesi Yayınları, s.68 Ankara, 2014). AİHM başvurucunun tutumu yönünden devleti sorumlu tutmamış olup başvurucunun yargıya yardım eder şekilde çalışma zorunluluğunun da olmadığı yönünde kararlar vermekle, başvurucudan kaynaklı gecikmeleri yargılama süresine dahil etmemiştir, nitekim Gelli vs. İtalya, 37752/97, 19 Ekim 1999 tarihli kararında AİHM; Yargılamada, başvuranın cezaevinden kaçtığı dört yıl bir aylık süre haricindeki bu süre, göz önüne alınması gereken süreye dahil edilmemiştir. Başvuranın tutumundan kaynaklanan hiçbir gecikme tespit etmemiştir diyerek başvurucudan kaynaklı olmayan her türlü gecikmenin adil yargılanma için belirlenen makul sürede belirleyici olacağını belirtmiştir. Söz konusu davada başka bir mahkemenin dosya sonucunun bu denli uzun süre beklenmesi kişilerin uzun süre ceza tehdidi ile yaşamalarına sebep olmakla, adil yargılanma hakkına tecavüz etmektedir. Her ne kadar dava zamanaşımının durması yönünden Kanun metninde bir üst sınır olmasa da hukuk mahkemesine ait dosyanın uzun yıllar çözülememesi AİHM kararında bahsedilen devlete atfedilebilecek bir gecikme olup sanığın 1995 yılında işlediği bir fiil sebebiyle devletten kaynaklı bir gecikmeden ötürü yargılaması uzayan sanık adına hak kaybı oluşturması Anayasada ve AİHSde öngörülen adil yargılanma hakkına muhlel bir durum meydana getirmektedir. Anayasanın 141. maddesinin son fıkrasında, davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevi olduğu hükmü davaların makul sürede görülmesi ilkesinin sonucudur. Yine Anayasanın 36. maddesinde herkesin adil yargılama hakkında sahip olduğu hükmü aynı sonucu doğuracak nitelikte sayılmalıdır. Bu hüküm AİHSnin 6. maddesinde koşulları belirlenen adil yargılama2 hakkına paraleldir. Adil yargılama hakkının önemli ilkelerinden biri de yargılamanın (soruşturma ve kovuşturmanın) makul süre içinde başlaması (CMK m. 141 d) ve sonuçlandırılmasıdır. (AY m. 141/son, m. 141/d) (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Ceza Yargılaması Kurum ve Kavramları Serkan Cengiz Fahrettin Demirağ Teoman Ergül Jeremy McBride Durmuş Tezcan). Açıklanan gerekçelerle zamanaşımı süresinden daha fazla süre ön meselenin çözülmesinin beklenmesi Anayasal ilkelere aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenlerle TCKnın 67/1 maddesinin ‘soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hâllerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne... kısmı Anayasa madde 36, 141 ve AİHS madde 6ya aykırı olup, sanıktan kaynaklı olmayan hiçbir sebebin sanık aleyhine olarak süre sınırı olmaksızın zamanaşımında durmaya sebep olamayacağı zira mahkeme kaynaklı ve yahut başka bir adli/idari mercii kaynaklı her türlü gecikmenin ve keyfiyetin adil yargılanma için aranan makul sürede yargılanma için sayılacak süreye dahil olacağı, sanığın uzun yıllar boyunca cezalandırılma korkusuyla yaşamasının ceza hukukunun ilkelerine aykırılık teşkil edeceği ancak sanıktan kaynaklı gecikmeler için süre sınırı olmadan zamanaşımının durmasının makul karşılanabileceği bu durumun da aynı maddede ‘kaçak sanıklar için durma sebebi olarak sayılmakla mevcut olduğu anlaşılmıştır. 2.Eşitlik İlkesi ve Ayrımcılık Yasağı kapsamında incelendiğinde; ayrımcılık, isteyerek veya istemeyerek, icrai ya da ihmali biçimde, bir hukuk sisteminde eşit durumda olduğu kabul edilen kişilere, bir hak veya yükümlülükle ilgili olarak, aralarında geçerli bir neden olmaksızın eşit davranılmaması olarak tanımlanabilir (Bireysel Başvuru Kararlarında Ayrımcılık Yasağı ve Eşitlik İlkesi Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi). Farazi olarak dosyamız sanıklarıyla birlikte aynı tarihte aynı suç için açılmış bekletici mesele bulunmayan başka bir davada davanın mahkeme kaynaklı sebeplerle uzaması ve bitirilememesi halinde o davanın sanığı için lehe olan eski kanuna göre suç tarihinden azami 7 yıl 6 ay sonra davanın zamanaşımından düşürüleceği nazara alındığında; aynı tarihli aynı suç için başka bir sanığa kendi mahkemesi kaynaklı gecikme sebebiyle düşme verilirken, mevcut dosyada mevcut sanıklar için bekletici mesele yapılan hukuk mahkemesinin dosyası sebebiyle, AİHM tabiriyle yine devlete atfedilebilecek bir gecikme yüzünden, durma verildiği için bu madde nedeniyle yargılama yıllarca devam edebilmektedir. Anayasa Mahkemesinin bir kararına göre eşitlik kavramı, herhangi bir nesnel ve makul dayanağı olmaksızın aynı durumdaki bireylere farklı muamelede bulunulmamasına ilişkin gerekliliği ifade etmektedir (AYM, ...Kararı, B. No. 2012/1269, 08.05.2014, p.38). Fakat başvuruya konu madde metni aynı durumdaki bireylere karşı farklı muamele yapılmasına neden olmakta hülâsa bu durum da kişiler arası ayrımcılığa sebep olup Anayasanın 10. maddesi ve AİHSnin 14. maddesi olan eşitlik ve ayrımcılık yasağı ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Yukarıda yazılı gerekçeler ve resen görülecek nedenlerle; TCKnin 67 inci maddesinin 1 inci fıkrasının ‘soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hâllerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne veya ... kısmının Anayasanın 10, 36 ve 141 inci maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Mahkemenizce iptali talep olunur. | 942 |
Esas Sayısı : 2017/95 Karar Sayısı : 2017/119 1 İtiraza konu olayda itirazın asli gerekçesinin aynı fıil/hadiseden dolayı çifte ceza uygulanmasına yönelik olduğu; bu savunma üzerine temellendiği anlaşılmaktadır. İki ayrı ceza tatbiki KTK 65/7 hükmü gereği uygulamamakta olup muteriz bunun 2 defa kantara girdiği için mi tatbik edildiği noktasında bir tereddüt içerisindedir. Fakat iki ayrı cezan m toplamı şeklindeki ceza tatbiki ceza tutanağından(kendi yükü şeklinde düşülen nottan) ,cevabi yazıda bildirilen açıklamalardan gönderenin ve işletenin aynı olması nedeni ile bu şekilde ceza tatbiki yapıldığı açıktır. Kanunun gerek yazım şekli, gerekse de hâlihazır uygulanma şekli itibari ile ilgili hükmün Anayasaya aykırılığı noktasında bir fikir hâsıl olmaktadır. Anayasaya Aykırılık Sorunu ve İncelenmesi: 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun araçların yüklenmesi başlıklı 65. Maddesinde fazla yükleme hakkında tayin edilen cezalar ile ilgili olarak işleten ve gönderenin aynı olması halinde uymayan işleten ve gönderen için uygulanacak İdarî para cezalarının toplamının uygulanması hakkındaki hükmü mükerrer ceza, çifte cezalandırma olup aynı şahsın aynı fiili nedeni ile 2.defa cezalandırma neticesini doğurmakta olup Anayasaya aykırıdır. İtiraza konu kanun maddesinin ilgili hükmü ve bağlantılı diğer hüküm aşağıdaki şekildedir. İşleten ile gönderenin aynı olması halinde birinci fıkraya uymayan işleten ve gönderen için uygulanacak İdarî para cezalarının toplamı uygulanır. Gönderenin birden fazla olması veya tespit edilememesi halinde birinci fıkraya uymayan işleten ve gönderen için uygulanacak idari para cezalarının toplamı işletene uygulanır. Mezkûr hükümlerin tarihçesi mütalaa edilecek olur ise söz konusu gönderen ve işleten yönünden eklenen fıkralar 2918 sayılı Kanunun ilk halinde bulunmamaktadırlar. İtiraza konu hükümler 2918 sayılı Kanuna değişiklik getiren 25.06.2010 tarihinde kabul edilerek 13.07.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6001 sayılı Kanun ile eklenmişlerdir. 6001 sayılı Kanunda ilgili düzenlemelerin gerekçesi araştırılacak olur ise tasarının ilk halinde mezkûr düzenlemeler bulunmadığından herhangi bir gerekçe mevcut değildir. İlgili kısımlar 6001 sayılı Kanunun TBMMnde görüşmeleri devam ederken 24.06.2010 tarihli 123. Birleşiminde yeni madde ihdasına dair önerge ile 36. Madde olarak eklenmiştir. Zira kanun tasarısında ve komisyon raporlarında bu düzenlemelere yer verilmemektedir. Gönderen ve işleten sıfatları ile ilgili olarak 2918 sayılı Kanunda yalnızca işleten ile ilgili tanım yer almaktadır, tanımlar başlıklı 3. maddeye göre işleten aşağıdaki şekilde tarifi yapılmakta ve vasfolunmaktadır. İşleten: Araç sahibi olan veya mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışta alıcı sıfatıyla sicilde kayıtlı görülen veya aracın uzun süreli kiralama, ariyet veya rehni gibi hallerde kiracı, ariyet veya rehin alan kişidir. Ancak ilgili tarafından başka bir kişinin aracı kendi hesabına veEsas Sayısı : 2017/95 Karar Sayısı : 2017/119 2 tehlikesi kendisine ait olmak üzere işlettiği ve araç üzerinde fiili tasarrufu bulunduğu ispat edilirse, bu kimse işleten sayılır. Gönderen ile ilgili olarak kanunda bir tanım yer almamakla beraber kelime anlamından ve tatbikattaki kabulünden hareketle taşıma ve nakle konu eşya, mal vb. bilumum nakli kabil şeyi taşıtan yahut naklettiren kişi veya kişilerdir. Kanunun 67/8 hükmü Gönderenin birden fazla olması tabiri ile gönderenin birden fazla olma ihtimaline yer verdiği nazara alındığında gönderenin taşıtan/naklettiren kişi veya kişiler olduğu sonucunu teyid eder mahiyettedir. Gönderen ve işleten sıfatlarının aynı şahısta birleşmesinin cezai bakımdan şahsa iki ceza birden uygulanması şeklinde hukuki, mantıki bir gerekçesi bulunmamaktadır. Bir kişi kendi eşyasını taşıyor iken iki kat ceza almakta, başka birisinin eşyasını taşıyor iken tek ceza almaktadır. Bu şekildeki bir vaziyetin açıklaması bulunmamakta; Anayasaya, mevzu hukuka ve hukukun genel ilkelerine aykırı/ihlal eden bir netice hâsıl olmaktadır. Gönderen ve işletenin aynı olması, yani şahsın kendi malını taşıyan, nakleden vaziyette olması halinde iki cezanın toplamının uygulanması kişinin aynı fiil nedeni ile iki defa cezalandırılması anlamına gelir ki bu hal evrensel hukuk ilkesi olan kişinin bir suç nedeni ile yalnızca bir defa cezalandırılacağı ilkesine (non bis in idem) açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Düzenlemeler de noksan ve birbiri ile mütenakız bir diğer husus ise kanunun gönderen ve işletene sorumluluğu dağıtıp bir cezayı iki kısma mı ayırdığı yoksa gönderen ve işleteni bir fiilden dolayı müşterek kusurlu sayıp ayrı ayrı mı cezalandırdığı noktasında tezahür etmektedir. Çünkü gönderen ve işleten farklı kimseler olunca onlara bir ceza uygulanmakta iken gönderen ve işletenin aynı olması halinde iki ceza birden tek kişiye terettüp etmektedir. Bu yönüyle kanun koyucunun neyi hedeflediği, hangi amaca göre bu nevi bir ceza prensibini tayin ettiği belirsizdir. Esasen bu muğlaklık ta kanunun gerekçesiz olmasından ileri gelmektedir. Kanun fiili olarak tatbikatta şu şekilde uygulanmaktadır. Sevk irsaliyesi ibraz eden sürücülere yalnızca işleten sıfatı ile tek ceza uygulanmakta, uygulama esnasında sevk irsaliyesi ibraz etmeyen sürücülere kendi yükü vb. şekilde ceza tutanağına not düşülerek çifte ceza uygulanmaktadır. Kanunun sözkonusu uygulama şekli incelendiğinde sürücülerden yahut işletenlerden gönderici bilgileri istenmekte, bilgi vermeyen sürücüler yönünden gönderenin de sorumluluğunu üstlendiği; veyahut aldığı ücret ve karı nedeni ile üstlenmesi/katlanması gerektiği faraziyesi ile iki ayrı ceza toplu olarak uygulanmaktadır. İdare ve ceza hukukunun karma bir uygulamasının hâkim olduğu idari yaptırımlar ile idari para cezalarının hem kanuni düzenlemeleri hem de tatbikat açısından tatbikat şekli incelendiğinde ceza hukukunda kişinin susma hakkı, kendisi aleyhine delil göstermeme, idari adli makamlarla, kollukla aleyhine olacak surette işbirliği yapma zorunluluğu bulunmamaktadır. Fakat uygulamada ise sevk irsaliyesi ibraz edilmemesi halinde derhal çifte ceza tatbiki cihetine gidilmemektedir. KTK 65/7 hükmünün uygulanmasındaki bir diğer çelişkili ve noksan husus ise kişinin bizatihi kendi yükünü taşıyor olmasında ortaya çıkmaktadır. Bu durumlarda da tatbikatta kurumca ayrıca bir araştırma yapılmaksızın doğrudan iki ceza birden uygulanmaktadır. Hâlbuki işleten herhangi bir gönderenin malını taşımamaktadır, bizatihi kendi malını taşımaktadır fakat kanunun yazım şekli ve hatalı uygulaması nedeni ile doğrudan iki cezanın birlikte uygulanması ile karşı karşıya gelmektedir. Zira, bu durumda tatbik edilecek cezanın sadece işleten sıfatı yönünden bir tek ceza olması gerekmektedir. Ortada herhangi bir gönderen bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2017/95 Karar Sayısı : 2017/119 3 Dolayısıyla herhangi bir gönderenin de sorumluluğunu işletene fatura edilmesini gerektirir bir hal bulunmamaktadır. Hatta uygulamanın çarpıklığına yukarıda yapılan açıklama ve anlatımlardan hareketle şu misal dahi tek başına delalet edebilecek vaziyettedir. Sevk irsaliyesi bildirilen olaylarda sevk irsaliyesinde gönderen konumundaki hiçbir gerçek ya da tüzel kişiye gönderen sıfatı ile ceza yazılmış değildir. Aksi takdirde gönderenler yönünden de itiraz vaki olması halinde onlar için de dosya açılır ve işletene de ceza yazıldığı içi hukuki fiili irtibat edeni ile itiraz dosyalan birleştirilerek müştereken karara bağlanması gerekirdi. Fakat böyle bir tatbikat vaki olmuş değildir. Ne müstakil bir gönderen açısından tatbik edile ceza ile cezanın itirazı ne de cevabi yazılarda ayrıca gönderen yönünden de ceza tatbik edildiğine dair bir bilgi yahut açıklama bulunmaktadır. İşte bu vaziyette sorumluluğun esas itibari ile yükü taşıyan/taşımayı kabullenen işletenler için, onlar hakkında algılandığı, göndericilerin bizatihi taşıma işini yapan kişiler olmadığı, rızaen taşımayı işletenler yaptığı için onlar hakkında sorumluluğun kabullenildiği, kanun uygulamasının bu şekilde algılandığı anlaşılmaktadır. Netice ve Kanaat: Yukarıda açıklanan gerekçeler ve vasıflandırma bağlamında mükerrer cezalandırma, çifte ceza neticesini doğuran ve bu cihetle kişinin bir fiili nedeni ile birden fazla cezalandırılması mahiyetinde olması itibari ile Anayasanın 2. ve 38. Maddelerine aykırı olduğu değerlendirilen 2918 sayılı KTKnun 65/7 hükmü ile iptali halinde uygulanma olanağı bulunmayan 65/8 hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu hukuki görüşü ile Anayasaya aykırılığın değerlendirilmesi noktasında itiraz yolu ile ilgili düzenlemelerin Anayasa Mahkemesine gönderilmesi netice ve kanaatine varılmıştır. KARAR: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1 ) Karayolları Trafik Kanununun 65/7 ile 65/8 hükmünün anayasaya aykırılığı hususunda görüşülmek ve karar verilmek üzere Anayasa'nın 152/1 hükmü gereğince ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 2 ) Anayasanın 152 maddesi gereğince itiraz müracaatının 5 ay süre ile DURMASINA, 5 ay içerisinde karar verilmediği takdirde dosyanın tekrar ele alınmasına, 3 ) Kararın muterize ve idari yaptırımı tatbik eden birime TEBLİĞİNE, 4 ) Dosyanın da karar ile birlikte GÖNDERİLMESİNE, gölge dosya yapılmaksızın yeni bir değişik iş numarası alınarak kararı müteakip yahut Anayasanın 152/3 hükmü uyarınca 5 aylık süreden sonra karar verilmek üzere itiraz müracaatına yeni bir dosya numarası üzerinden DEVAMINA, Mahiyeti itibari ile müessese doğrudan Anayasada öngörüldüğünden ve kanun yolu öngörülmediğinden kesin olarak karar verildi. | 1,237 |
Esas Sayısı:1980/40 Karar Sayısı:1980/28 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İptal isteyen mahkemenin gerekçesi şöyledir: "Sanık müdafileri 8 sayfalık müdafaa dilekçelerinde müvekkillerine tatbiki istenen T.C.K.nun değişik 536. maddesinin Anayasaya aykırı bulunduğunu ileri sürmüşler her ne kadar diğer hususlar mahkememizce ciddi görülmemiş ise de sanıklara isnat olunan suçun mahiyetinin kabahat nev'inden bulunduğu daha ağır cürümleri işleyenler haklarında 647 sayılı Kanunun 4., 5. ve 6. ve müteakip maddelerinin tatbikinin mahkemenin takdirine bırakılmış olmasına rağmen çok daha hafif olan bir suçtan dolayı 647 sayılı Kanunun tatbik edilemiyeceği hususu Anayasanın eşitlik ilkelerine ve nasafet kaidelerine uygun bulunup bulunmadığı hususunda ciddi görülüp kabili münakaşa olabileceği sonucuna varıldığından işin Anayasa Mahkemesine bu hususlarda bir karar verilmek üzere götürülmesine, bu sebeple dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmek üzere C. Savcılığına verilmesine, Anayasa Mahkemesinden dosya geldikten sonra ele alınmasına ve o zamana kadar muhakemenin durdurulmasına, kanun yolu açık olmak üzere karar verildi. 23.1.1980"" | 142 |
Esas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 Mahkememizce, Anayasanın 152. maddesi kapsamında: görülmekte olan davada uygulanacak kanun hükmü olarak nitelendirilen 26.04.2012 tarih ve 28275 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanunun Hak Sahibi, başvuru ve doğrudan satış başlıklı 6. maddesinin 13. fıkrasında yer alan: Hak sahiplerinden idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanamazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemezler ve dava açamazlar cümlesinin aşağıda sıralanan gerekçelerle Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olduğu düşünülmektedir. İtiraz konusu maddenin yer aldığı düzenlemeler şu şekildedir: Hak sahibi başvuru ve doğrudan satış Madde 6 (1) 2/B alanlarında bulunan taşınmazlar hakkında bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce düzenlenen güncelleme listelerine veya kadastro tutanaklarına ya da kesinleşmiş mahkeme kararlarına göre oluşturulan tapu kütüklerinin beyanlar hanesine göre bu taşınmazların 31.12.2011 tarihinden önce kullanıcısı ve veya üzerindeki muhdesatın sahibi olarak gösterilen kişilerden bu taşınmazları satın almak için süresi içerisinde idareye başvuran ve idarece tespit edilen satış bedelini itiraz ve dava konusu etmeksizin kabul edenler bu Kanuna göre hak sahibi sayılır. (2) 2/B alanlarında bulunan taşınmazlar hakkında bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra düzenlenecek güncelleme listelerine veya kadastro tutanaklarına ya da kesinleşmiş mahkeme kararlarına göre oluşturulacak tapu kütüklerinin beyanlar hanesine göre, bu taşınmazların 31.12.2011 tarihinden önce kullanıcısı ve veya üzerindeki muhdesatın sahibi olarak gösterilecek kişilerden bu taşınmazları satın almak için süresi içeresinde idareye başvuran ve idarece tespit edilen satış bedelini itiraz ve dava konusu etmeksizin kabul edenler de hak sahibi sayılır. (3) Hak sahiplerinden birinci fıkra kapsamında olanlar bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde, ikinci fıkra kapsamında olanlar ise, güncelleme listelerinin tescil edildiği veya kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren sekiz ay içinde idareye başvurarak bu taşınmazların bedeli karşılığında kendilerine doğrudan satılmasını isteyebilir. (4) (Değişik:30.1.2013 6412/1) Hak sahiplerine doğrudan satılacak olan taşınmazların satış bedeli dört yüz metrekareye kadar olan kısmı için rayiç bedelin yüzde ellisi, fazlası için rayiç bedelin yüzde yetmişi üzerinden hesaplanır. Birden fazla taşınmazda hak sahibi olunması halinde yüzde elli satış bedeli hesaplanması, hak sahibinin tercih edeceği sadece bir taşınmaz için uygulanır. Bir taşınmazdaki hak sahipliğinin devredilmesi halinde yüzde elli satış bedeli hesaplanması, taşınmazın sadece dört yüz metre karesi için ve hak sahiplerinin hisselerine oranlanarak uygulanır. (Ek cümle: 6.3.2013 6444/1) Ancak, tamamen ve münhasıran bilfiil tarımsal amaçlı olarak kullanılan ve üzerinde tarımsal amaçlı yapılar (mandıra, sera, ağıl, kümes vb) ile sürekli ikamet amacıyla kullanılan konut hariç yapı bulunmayan yerler için satış bedeli rayiç bedelin yüzde ellisi üzerinden hesaplanır, bu şekilde satılan taşınmazların sonradan farklıEsas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 2 amaçla kullanılması halinde taşınmazın satış tarihi itibariyle rayiç bedelinin yüzde yetmişi üzerinden hesaplanacak bedel esas alınarak aradaki fark kanuni faiziyle birlikte ecrimisilin tarh, tahakkuk ve tahsiline ilişkin hükümler uyarınca kayıt malikinden tahsil edilir. (5) Başvuru sahiplerinden satış bedellerine mahsup edilmek üzere, belediye ve mücavir alan sınırları içinde olan yerler için iki bin Türk Lirası dışında olan yerler için bin Türk Lirası başvuru bedeli alınarak ilgilileri adına emanet hesabına kaydedilir. (Ek cümle 30.1.2013 6412/1). Daha önce başvuru bedeli yatırmadan yapılan başvurular ile bundan sonra yapılacak başvurular başvuru bedeli alınmaksızın geçerli kabul edilir. (6) Hak sahiplerine satış işlemleri idarece başvuru süresinin bittiği tarihten itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılır. (7) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce düzenlenen güncelleme listeleri veya kadastro tutanakları kapsamında kalan taşınmazların satış işlemleri, 1.5.2010 tarihinden itibaren tespit edilen rayiç bedeller üzerinden yapılır. (8) Satış bedeli peşin veya taksitle ödenebilir. Satış bedelinin tamamının peşin ödenmesi halinde yüzde yirmi, en az yarısının ödenmesi halinde yüzde on oranında indirim uygulanır ve bu bedeller idarece yapılan yazılı tebligat tarihinden itibaren en geç üç ay içinde ödenir. Tebliğ edilen satış bedeline itiraz edilemez ve dava açılamaz. Peşinat alınmadan yapılan taksitle satışlarda ise satış bedelinin tamamen ve münhasıran bilfiil tarımsal amaçlı olarak kullanılan ve üzerinde tarımsal amaçlı yapılar (mandıra, sera, ağıl, kümes vb.) ile sürekli ikamet amacıyla kullanılan konut hariç yapı bulunmayan yerler için yüzde onu, diğer yerler için yüzde yirmisi, yapılan yazılı tebligat tarihinden itibaren en geç üç ay içinde, kalanı ise belediye ve mücavir alan sınırları içinde en fazla beş yılda on eşit taksitte, belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise en fazla altı yılda on iki eşit taksitte faizsiz olarak ödenir. Taksitli satışlarda kalan miktarı karşılayacak miktarda kesin ve taksitlendirmeye uygun süreli banka teminat mektubu verilmesi veya satışı yapılan taşınmazın üzerinde 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümleri uyarına Hazine lehine kanuni ipotek tesis edilmesi halinde, taşınmaz tapuda hak sahibi adına devredilir. İdare tarafından yapılan taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan taşınmaz satış sözleşmeleri ile kanuni ipotek sözleşmelerinde resmi şekil şartı aranmaz. Hak sahipliği belgesi, hak sahibinin Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, imzası, fotoğrafı ve nüfus bilgilerini içerecek şekilde idarece düzenlenir. Düzenlenen hak sahipliği belgelerinin idarece yazılı olarak tapu idaresine bildirilmesi üzerine, devir ve kanuni ipotek tapu siciline resen tescil edilir. İpotek tesis edilerek devredilen taşınmazların üçüncü kişilere satılması halinde borcun kalan tutarından alıcılar sorumludur. Bu hususta tapu kütüğünde gerekli belirtme yapılır. Hak sahibi adına mülkiyet devredilmeden yapılan taksitli satışlarda, hak sahibi tarafından yükümlülüklerin yerine getirilmemesi durumunda tahsil edilen tutar hak sahibine aynen ve faizsiz olarak iade edilir. (9) Peşin satışlarda satış bedelinin tamamını, taksitli satışlarda ise peşinatı veya taksitleri vadesinde ödememek suretiyle yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin doğrudan satın alma hakları düşer. Ancak taksitli satışlarda taksit süresinin sonuna kadar ödenmek kaydıyla taksitlerden ikisinin vadesinde ödenmemesi yükümlülüklerin ihlali anlamına gelmez. Vadesinde ödenmeyen taksit tutarlarına 21.7.1953 tarihli ve 6183 sayılıEsas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 3 Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 51 inci maddesine göre belirlenen oranda gecikme zammı uygulanır. (10) Hak sahibi olunmasında kanuni halefiyet, hak sahibinin veya mirasçılarının bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra noter tarafından düzenlenecek muvafakatname vermeleri halinde ise akdi halefiyet hükümleri geçerlidir. Bu fıkraya göre noter tarafından düzenlenecek muvafakatnamelerden 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu hükümlerine göre elli Türk Lirası maktu noter harcı alınır. (11) Hak sahibi olmadığı belirlenen başvuru sahiplerine, bu Kanundan yararlanamayacakları gerekçeleriyle birlikte bildirilerek başvuru bedeli aynen ve faizsiz olarak iade edilir. (12) Bu maddeye göre hak sahiplerine doğrudan satılması gereken taşınmazlardan ağaçlandırılmak üzere Orman Genel Müdürlüğüne tahsis edilen kamu hizmetlerine ayrılan veya bu amaçla kullanılan ya da Maliye Bakanlığınca belirlenen taşınmazlar ile ilgili idarelerce bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç üç ay içerisinde idareye bildirilmesi şartıyla özel kanunlar gereğince değerlendirilmesi gerekenler ile içme ve kullanma suyu havzalarında maksimum su seviyesinden itibaren üç yüz metrelik bant içerisinde kalan yerler hak sahiplerine satılmaz. Bu taşınmazların yerine istenilmesi halinde hak sahiplerine, hak sahibi oldukları taşınmazın rayiç değerine eşdeğer öncelikle aynı il sınırları içerisinde bulunan 2/B alanlarındaki taşınmaz bu maddenin dördüncü fıkrasına göre hesaplanacak satış bedeli karşılığında doğrudan satılabilir. (13) Hak sahiplerinden idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanamazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemezler ve dava açamazlar. (14) Bu maddeye göre hak sahibi bulunmayan veya doğrudan satın almaya ilişkin hak sahipliği kalmayan taşınmazların tapu kütüklerinde yer alan 2/B kullanıcı ve muhdesat belirtmeleri Maliye Bakanlığının talebi üzerine tapu idaresince terkin edilir ve bu taşınmazlar Maliye Bakanlığınca satış dahil genel hükümlere göre değerlendirilir. (15) Hak sahipliği kalmayan taşınmazların değerlendirilmesi amacıyla 4706 sayılı Kanunun 5. maddesinin son fıkrası kapsamında kalanlar hariç olmak üzere, üzerlerinde bulunan kişilere ait yapı ve eklentiler, o yıla ait Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yapı birim fiyatlarından eksik imalat bedelleri ve yıpranma payı düşüldükten sonra kalan bedeli ilgililerine ödenmek suretiyle yıktırılır veya bu şekilde belirlenen bedel taşınmazın değerine eklenerek son müracaat tarihinden itibaren üç yıl içinde satılarak satıştan elde edilen gelirden yapı ve eklenti sahiplerine ödenir ve idare tarafından yapıların tahliyesi sağlandıktan sonra ferağ işlemleri gerçekleştirilir. (16) Bu maddenin üçüncü ve altıncı fıkralarında belirtilen süreleri iki katına kadar arttırmaya Cumhurbaşkanı yetkilidir. Anayasanın Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. hükmü yer almaktadır.Esas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 4 Anayasanın 36. maddesinin birinci fıkrasında: Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. hükmüne Yargı yolu başlıklı 125. maddesinde de: İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 36. maddesiyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının yanında, diğer tem hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler yönünden serbestlik asıl sınırlama ise istisnadır. Temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan anayasalar, bunların hangi nedenlerle ve ne ölçüde sınırlandırılabileceğini de belirlemektedir. Bu anlamda, Anayasanın 13. maddesinde Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. denilmektedir. Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihat halini alan kararlarında belirtildiği üzere, her temel hak ve özgürlüğün doğasından kaynaklanan sınırları da bulunmaktadır. Birlikte yaşamanın zorunlu sonucu olarak hak ve özgürlüklerin başkalarının aynı hak ve özgürlüklerinden faydalanmasını engelleyici, başkalarına zarar verici mahiyette kullanılmaması gerekir. Ayrıca Anayasanın başka maddelerinde yer alan kuralların da temel hak ve hürriyetin sınırını oluşturabilmesi mümkündür. Anayasanın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kuralar olduğu açıktır. Ancak, bu sınırlamalar Anayasanın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz. Anayasanın 13. maddesinde ifade edilen ölçülülük ilkesi temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda dikkate alınması gereken bir diğer ilkedir. Demokratik toplum düzenin gerekli ve ölçülülük ilkeleri, iki ayrı kriter olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu iki kriter arasında sıkı bir ilişki vardır. Temel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın, demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte başka bir ifadeyle öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmekle birlikte, temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir. Ölçülülük, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma amaçları ile sınırlama araçları arasındaki ilişkiyi yansıtır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yola çıkarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir. Bu sebeple, kuralın hedeflenen amaca ulaşabilmek için elverişli, gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir.Esas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 5 Belirtilen nitelikleri gereği, Anayasanın 13. maddesinde yer alan ve aralarında sıkı bir ilişki bulunan temel hak ve hürriyetlerin özü, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkesi kavramları, bir bütünün parçaları olup, demokratik bir hukuk devletinin özgürlük rejiminde gözetilmesi gereken temel ölçütleri oluşturmaktadır. Demokratik toplum, hak arama özgürlüğünün tüm bireyler açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alındığı bir düzeni gerektirir. Demokrasilerde devlete düşen görev, bireyin hak arama özgürlüğünü kullanabilme imkanına sahip olmasını sağlamak özellikle de bu imkânı ortadan kaldırmaya yönelik tutumlardan kaçınmak ve bu yönde gelebilecek olumsuz müdahaleleri engellemektir. Hak arama özgürlüğüne demokratik toplum düzeni yönünden zorunlu olmadıkça Devletin müdahale etmemesi gerekir. Bu hak meşru amaçlarla sınırlandırılabilir ise de bu sınırlama kişilerin bu hakkını yok edecek veya kullanılamaz hale getirecek şekilde yapılmamalıdır. Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından bir mahkemeye erişim hakkıdır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunulabilmesi ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır. Bu açıklamalar ışığında, itiraza konu kural ile 6292 sayılı Kanun kapsamında kanuni veya akdi hak sahibi sıfatı bulunan kişilere, idarece hak sahibi oldukları taşınmaz yerine eş değer başka bir taşınmazın satışının teklif edilmesine karar verilmesi halinde, hak sahibi olan kişilerin bu teklifi kabul etmemesi durumunda doğrudan satış hakkından yararlanamayacakları, herhangi bir talepte bulunamayacakları, hak ve tazminat talep edemeyecekleri ve dava açamayacakları şeklinde hüküm getirilmekte olup, söz konusu hükmün Anayasanın 36. maddesinde düzenleme altına alınan hak arama özgürlüğüne ve hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından birisi olan mahkemeye erişim hakkına ölçüsüz bir sınırlama getirdiği, dolayısıyla demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmadığı, bu sınırlamanın Anayasanın 2. maddesine yer alan hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı, idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğuna ilişin amir hüküm içeren 125. maddesine de aykırı olduğu düşünülmektedir. Açıklanan nedenlerle: Mahkememizce bakılmakta olan davanın görülebilmesi için uygulanması gereken kural niteliği taşıyan 6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanunun Hak Sahibi, başvuru ve doğrudan satış başlıklı 6. maddesinin 13. fıkrasında yer alan: Hak sahiplerinden idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanmazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemezler ve dava açamazlar cümlesinin Anayasanın 2., 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, Anayasanın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun uyarınca söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve uyuşmazlığın çözümünün AnayasaEsas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 6 Mahkemesi kararına kadar beş ay süreyle geri bırakılmasına 26/4/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 2,183 |
Esas Sayısı:1978/58 Karar Sayısı:1978/65 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Danıştay 12. Dairesinin 3/7/1978 günlü, Esas 1978/2064 sayılı kararında Anayasa'ya aykırılık savının gerekçesi şöyledir : "Davalı idare, davacılar adına taviz bedelini hesaplarken 2035 sayılı Yasanın 9. maddesini uygulamış ve 1319 sayılı Yasaya göre vermiş oldukları vergi beyannamesi üzerinden bir miktar tahakkuk ettirmiştir. Bu işleme karşı Anayasa'ya aykırılığı iddiasında bulunmaktadırlar. Gerçekten 2035 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1977 yılı Bütçe Kanununun 9. maddesi (2762 sayılı kanunda öngörülen taviz bedelleri, 1319 sayılı Kanun gereğince verilen beyannamelerdeki değerlere göre hesaplanır.) Hükmüne yer vermiştir. Anılan 2035 sayılı Yasanın bir bütçe kanunu olduğunda ise kuşku yoktur. Bütçe kanunlarında yer alacak hükümler, bu yasaların güttüğü amaçla sınırlıdır. Bu nedenle, Anayasa'nın 126. maddesinin son fıkrasında "Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz" kuralına yer verilmiş bu suretle bütçe uygulaması ile ilgisiz konuların Bütçe Kanununda yer alması önlenmiştir. Ayrıca şu hususunda gözönünde tutulması gerekir; bir yasal kuralın gelir getirir nitelikte bulunması onun 126. maddede öngörülen "bütçe ile ilgili hükümler" den sayılmasına yeterli değildir. Bu görüş Anayasa Mahkemesinin pekçok kararında benimsenmiş bulunmaktadır. 15/3/1977 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 9/12/1976 gün ve E. 1976/34, K. 1976/52 sayılı karar buna örnek gösterilebilir."" | 192 |
Esas Sayısı : 1988 56 Karar Sayısı : 1988 50 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Ayrı bir gerekçeli başvuru kararı göndermeyen yerel mahkemenin Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya ilişkin ara kararı aynen şöyledir. "....... Davacının 3395 sayılı Kanunun geçici 5. Maddesi gereğince borçlandırılarak üst dereceden yaşlılık aylığı bağlanmasını istediği, bu maddenin belli bir dereceye yükselen sigortalılara ayrıcalık tanığı ve bu niteliği ile Anayasanın 2. Maddesindeki sosyal hukuk devleti, 10/2. Maddesindeki eşitlik. 55. Maddesindeki ücrette adalet ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 152. Maddesine göre bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın tasdikli sureti veya fotokopisinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, suret veya fotokopi masrafı ile posta masraflarının davacıca karşılanmasına, dosya Anayasa Mahkemesine gidişinden itibaren 5 ay içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmediği takdirde davanın yürürlükteki kanunlara göre (Madde 152/3.e) ele alınıp yürütülmesine davacı vekili ve davalılar vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı."" | 143 |
Esas Sayısı : 2017/147 Karar Sayısı : 2017/126 1 Marka hakkına tecavüz suçu 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun 29. ve 30. maddelerinde düzenlenmiştir. Mezkur kanunun 29. maddesinde; marka hakkına tecavüz sayılan fillerin neler olduğu düzenlenmiş, Marka sahibinin izni olmaksızın, markayı 7. maddede belirtilen biçimlerde kullanmak, Marka sahibinin izni olmaksızın, markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markayı taklit etmek, Markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markanın taklit edildiğini bildiği veya bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla kullanılan markayı taşıyan ürünleri satmak, dağıtmak, başka bir şekilde ticaret alanına çıkarmak, ithal işlemine tabi tutmak, ihraç etmek, ticari amaçla elde bulundurmak veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunmak, Marka sahibi tarafından lisans yoluyla verilmiş hakları izinsiz genişletmek veya bu haklan üçüncü kişilere devretmek marka hakkına tecavüz sayılan fiiller olarak sayılmıştır. 6769 sayılı Yasanın 7. maddesinde ise marka tescilinden doğan hakların kapsamı ve istisnaları düzenlenmiştir. Buna göre marka hakkı sahibi izinsiz olarak yapılması halinde 2. fıkra kapsamında Tescilli marka ile aynı olan herhangi bir işaretin, tescil kapsamına giren mal veya hizmetlerde kullanılması, Tescilli marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli markanın kapsadığı mal veya hizmetlerle aynı veya benzer mal veya hizmetleri kapsayan ve bu nedenle halk tarafından tescilli marka ile ilişkilendirilme ihtimali de dâhil karıştırılma ihtimali bulunan herhangi bir işaretin kullanılması, Aynı, benzer veya farklı mal veya hizmetlerde olmasına bakılmaksızın, tescilli marka ile aynı veya benzer olan ve Türkiye'de ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle markanın itibarından haksız bir yarar elde edecek veya itibarına zarar verecek veya ayırt edici karakterini zedeleyecek nitelikteki herhangi bir işaretin haklı bir sebep olmaksızın kullanılması fillerinin önlenmesini talep etme hakkı düzenlenmiştir. 6769 sayıl Yasanın 30. maddesinde ise marka hakkına tecavüze ilişkin cezai hükümler düzenlenmiş, Başkasına ait marka hakkına iktibas veya iltibas suretiyle tecavüz ederek mal üreten veya hizmet sunan, satışa arz eden veya satan, ithal ya da ihraç eden, ticari amaçla satın alan, bulunduran, nakleden veya depolayan kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır, Marka koruması olduğunu belirten işareti mal veya ambalaj üzerinden yetkisi olmadan kaldıran kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır, Yetkisi olmadığı hâlde başkasına ait marka hakkı üzerinde devretmek, lisans veya rehin vermek suretiyle tasarrufta bulunan kişi iki yıldan dört yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır, Bu maddede yer alan suçların bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde ayrıca bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur denilmek suretiyle sanıklar hakkında hapis ve adli para cezası öngörülmüştür. Kanun hükümlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere yasa koyucu; marka taklitçiliği, karıştırma ihtimali yaratma, marka koruması işaretini kaldırma, marka hakkı üzerinde yetkisiz tasarruf ve markanın tanınmışlığına tecavüz eylemlerini suç olarak düzenlemiş, söz konusu eylemler için hapis ve adli para cezası uygulanmasını kabul etmiştir. Suçlar çeşitli kıstaslardan hareketle tasnife tutulduğunda marka hakkına tecavüz suçlarının ekonomik suçlar kategorisinde mütalaa edilmesi gerekir. Ekonomik suç ise; ekonomik düzenin tesisi ve şekillendirilmesine dair kuralları ihlal etmek suretiyle, toplumun ekonomik düzenin sağlıklı işleyişi üzerindeki haklı menfaatlerini zarara uğratan yahut zarara uğratma tehlikesi taşıyan suçlardır. Ekonomik suçlar neticeleri açısından ortak özellikler taşıyan birden fazla suç tipinin yer aldığı sınıflandırmayı ifade eder. Her ne kadar marka hakkında tecavüz suçları ekonomik suçlar kategorisinde mütalaa edilse de ekonomik suçlan oluşturduğu kabul edilen eylemlerin sınırlandırılması, ekonomik suçların kapsamınınEsas Sayısı : 2017/147 Karar Sayısı : 2017/126 2 belirlenmesi; sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynaklarla karşılanması sürecinde üretim teknolojileriyle de birlikte sürekli değişen ve gelişen dinamik yapıya sahip ekonomik yaşam içerisinde mümkün değildir. 5237 sayılı TCKnın 1. maddesinde; Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerim, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığım ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir. şekline düzenlenmiştir. Yasakoyucu ceza hukuku alanında yetkisini kullanırken toplumda belli eylemlerin suç sayılıp sayılmaması, suç sayıldıkları takdirde hangi çeşit ve ölçülerde ceza yaptırımları ile karşılanmaları gerektiği ve hangi hal ve hareketlerin ağırlaştırıcı veya hafifleştirici neden olarak kabul edileceği konularında takdir yetkisine sahip ise de; takdir yetkisi sınırsız olmayıp Anayasa ve Ceza Hukukunun temel ilkeliyle bağlıdır. Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde yasakoyucu, ceza siyasetinin gereği olarak Anayasa'nın ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla cezalandırmada güdülen amacı da gözeterek hangi eylemlerin suç sayılacağına, bunlara verilecek cezanın türü, miktarı, artırım ve indirim nedenleri ve oranlan ile suçun takibine ve yargılama usulüne ilişkin koşullar öngörebilir. Ceza Kanunun amaçlarından olan toplumsal düzeni koruma amacı cezalandırmanın haklılığını ortaya koymada tek başına yeterli olmayıp fiilinin ceza hukuku anlamında yaptırana bağlanması için gereklilik bulunmalıdır. Hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesi uyarınca düzenlemelerde öngörülen yaptırım, insan onuruna aykırı bulunmamalı ve suçla yaptırım arasında bir ölçüsüzlüğe yol açmamalıdır. Ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır/‘Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç arasında da ölçülülük ilkesi gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur. Bu husus kendisini ceza hukukunda ikincilik ilkesiyle göstermektedir. İkincilik ilkesine göre ceza hukuku son çaredir. Ve ceza hukuku dışındaki tedbirlerle yeterli koruma sağlanabiliyorsa yasakoyucu ceza düzenlemesi yoluna başvurmamalıdır. Marka hakkında tecavüz suçu için kanunda öngörülen yaptırım da nazarı dikkate alındığında temel hak ve özgürlüklere yapılan müdahalelerin en ağırını içermektedir. Özellikle karıştırma ihtimali ve markanın tanınmışlığına tecavüz eylemlerinin cezai yaptırıma bağlanması ceza hukukunun ikincilik ilkesine aykırıdır. Karıştırma ihtimali kavramı sübjektif değerlendirmeyi gerektiren mahkemelerin farklı sonuçlara ulaşmaktan kurtulamayacağı yargılamalara neden olmaktadır. Zira 1994 yılında kabul edilen Türkiyenin de taraf olduğu Agreement On Trade Related Aspects Of Intellectual Property Rıghts( TRIPS), antlaşma metnine göre marka taklitçiliğine ilişkin fiillerin ticari ölçekte olması aranmakta, 61. madde metninde ticari ölçekte ve bilerek tabiri kullanılmaktadır: Yine antlaşmaya göre marka taklitçiliğe dair eylemlerin engellenmesi adına taraf devletlerin kabul edeceği yaptırımların caydın nitelikte olması yeterli görülmekte, taraf devletlere hapis cezası düzenleme yükümlülüğü getirmemektedir. Yine kanunda düzenlenen ve Marka sahibi tarafından lisans yoluyla verilmiş hakları izinsiz genişletmek veya bu hakları üçüncü kişilere devretmek, şeklinde ifade edilen marka hakkı üzerinde yetkisiz tasarruf suçu da Anayasanın 38. maddesinde düzenlenen, kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz. şeklindeki ilkeye ve ceza hukukuna hakim olan son çare olması ilkesineEsas Sayısı : 2017/147 Karar Sayısı : 2017/126 3 aykırılık taşımaktadır. Bir eylemin ceza hukuku yaptırımına bağlanması o fiilin işlenmesi dolayısıyla toplumsal açıdan verdiği zarardan daha fazlasına neden olacaksa, ceza kanunun amacı dışına çıkılmış olur. Ekonomik suçlar, icra ediliş şekli ve neticesi açısından malvarlığı suçlarına nazaran karmaşık yapıya sahip olup kovuşturulması özel çaba ve teknik bilgi gerektiren suçlardır. Muğlak yapısı da dikkate alındığında malvarlığı suçlarına nazaran ceza hukukundaki yeri tartışmalıdır. Kaldı ki ekonomik suçun herkes tarafından işlenemeyeceği, failler açısından belirli özelliklere sahip olmasının aranacağı, mahsus suç özellikleri taşıdığı aşikârdır. 6769 sayılı Kanunun düzenlenmesinde ise, markanın taklit edildiğini bilmesi gerektiği hâlde şeklinde muğlak belirleme yapıldıktan sonra satan, dağıtan, başka bir şekilde ticaret alanına çıkaran, ithal işlemine tabi tutan, ihraç eden, ticari amaçla elde bulunduran veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunanlar fail olarak düzenlenmiştir. Nitekim ekonomik yaşamda tedbirsizlik veya dikkatsizlik göstermek, çevresel faktörlerinde etkisiyle karşılaşabilecek bir durumdur. Aksi yönde düşünce birçok davranışın cezalandırılması tehlikesiyle karşı karşıya kalınması sorununu getirecektir. Kanun metininde yer alan bilmesi gerektiği hâlde ifadesi ekonomik suçlarda kastın ispatı hususunda mahkemelerde görülen ceza yargılamalarında, ceza kanununa hakim olan gereklilik, ölçülülük, şüpheden sanık yararlanır ilkesi ve ultima ratio (son çare olma) ilkeleri ışığında kastın tespiti hususunda önemli problemleri beraberinde getirmektedir. Marka hakkına tecavüz suçu ile birlikte kaçakçılık suçundan yargılanmakta olan sanıklar ile ticari hayatın alt kesimini temsil eden üretim faaliyetinde katkısı olmadığı halde satıcı ya da dağıtıcı konumunda olan ya da ticari hayatının başlangıç safhasında olup daha önce hiçbir ticari deneyimi bulunmayan sanıklar arasında suçun yasal unsurlarının oluşup olmadığı noktasında tereddütlere neden olmaktadır. Aynı zamanda şekli suç olması sebebiyle, marka hakkında tecavüz suçunda manevi unsur olan kastın tespitinde ekonomik suçlar için aranan özelliklere sahip olup olmadığı tartışmalı olan sanıklar kanun metininde yer alan bilmesi gerektiği hâlde ifadesi nedeniyle özen yükümlülüğü ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Çoğu ceza yargılamalarında sanıkların sırf tacir olmaları kastın varlığına karine teşkil etmekte, uygulamada sorunlara neden olmaktadır. Bu neden ve açıklamalar karşısında ilgili yasa maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerekmiştir. HÜKÜM: GEREKÇESİ YUKARIDA AÇIKLANDIĞI ÜZERE; Sanık hakkında uygulanması ihtimali bulunan 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun 29. ve 30. maddelerinin Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen Hukuk Devleti ilkesine, Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13. maddesinde yer alan Ölçülülük İlkesine, suç ve cezalara ilişkin esaslara dair 38. maddesindeki Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz ilkesine, aykırı olduğu kanaati ile 6769 sayılı Kanunun anıla hükümleri resen Anayasaya ay kın görülerek Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesi uyarınca mahkememizce resen Anayasaya aykırılık İDDİASINDA BULUNULMASINA, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın GERİ BIRAKILMASINA, | 1,484 |
Esas Sayısı : 1992/5 Karar Sayısı : 1992/24 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şudur : "12 Nisan 1991 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun geçici 1. maddesinde infazın ne şekilde yapılacağı hüküm altına alınmıştır. Aynı yasanın geçici 4. maddesinin (b) bendinde TCKnun 125, 146/son fıkra hariç, 404, 405, 406, 407, 414, 416/ilk ve 418 maddesine giren suçları işleyenlerin 1/3 oranındaki cezalarını çektikleri takdirde iyi halli olup olmadıklarına bakılmaksızın talepleri olmaksızın şartla salıverilecekleri belirlenmiştir. Bu durumda diğer suçlar hakkında geçici 1. madde uyarınca 1/5 oranı uygulandığı halde bu tür suçlarda 1/3 oranının uygulanması öngörülmüştür. Bu durumda tüm suçlular hakkında bir farklılık yaratılmış bulunmaktadır. Bu farklılık en azından Anayasamızın genel prensibi olan eşitlik ilkesine aykırıdır. Nitekim Anayasanın 10. maddesi herkesin hiç bir ayırım yapılmadan eşit olduğu yolunda hüküm getirmiştir. Aynı ıekilde Anayasamızın 2. maddesi de insan haklarına saygılı bir devlet yönetimini öngörmüştür. Bu durumda her türlü suçun infazında da eşitlik sağlanması Anayasamızın ve Hukuk prensiplerimizin en başta gelen gereklerinden biri olması hususu kesinlik kazanmaktadır. Gerçekten, TCKnun 414. maddesi ile 418/2 maddesi Anayasa Mahkemesinin 8.10.1991 tarihli 1991/36 35 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Bu iptal kararından da anlaşılacağı üzere yasanın geçici 4. maddesinin (b) bendinin tamamen Anayasaya aykırı olduğu ancak mahalli mahkemesince sanığın TCKnun 416. maddesinden dolayı yargılanmamış olması nedeni ile usul yönünden bu maddenin iptali yoluna gidilmemiştir. Normal hukuk kuralları dikkate alındığında TCKnun 414/1 maddesinde 15 yaşını bitirmeyen bir küçüğün ırzına geçmenin ve aynı maddenin 2. fıkrasında da şiddetle ve cebirle ırza geçmenin hüküm altına alındığı görülmektedir. 416. maddede ise sadece 15 yaşını bitiren bir kimsenin cebir, şiddet veya tehdit kullanmak suretiyle ırza geçme hususu öngörülmüştür. Bu nedenle her iki maddenin öngördüğü suç sadece yaş farkından kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan, TCKnun 450/9 maddesi uyarınca bir suçu gizlemek veya delil veya emarelerini ortadan kaldırmak veya kendisinin veya başkasının cezadan kurtulmasını temin maksadı ile bir kişinin öldürülmesi halinde aynı yasanın infaz kuralları uyarınca 1/5 oranı uygulanacaktır. Bu maddeye uygun bir suça örnek vermek gerekirse bir kimsenin 15 yaşından büyük bir kızı kaçırıp zorla ırzına geçtikten sonra başını taşla ezerek veya silahla öldürmesi halinde mahkum olduğu takdirde infazda 1/5 oranı tatbik olunacaktır. Bu durum Adaletsizliği açık bir şekilde göstermektedir. Eşitlik ilkesine uymadığı da ortadadır. Aynı ıekilde TCKnun 450/8 maddesinde öngörülen bir suçtan hasıl olacak faydayı elde etmek veya bu gayeye vasıl olmak için veya takip edilen gayeye vasıl olamamaktan dolayı infial ile işlenmiş suçlarla ilgili de aynı husus geçerli bulunmaktadır. Bu maddeye bir örnek vermek gerekirse 15 yaşını bitiren bir genç kızın ırzına geçilmek istenmesi fakat bunda başarılı olunamaması halinde bu genç kızın sanık tarafından öldürülmesi halinde bu sanığın suçunun subutunda mahkumiyeti cihetine gidilip karar kesinleştiğinde infaz Terörle Mücadele Yasasının geçici 1. maddesi uyarınca a, b, c bentlerinden hangisine giriyor ise ona göre yapılacaktır. C bendine girdiği takdirde 1/5 oranı tatbik olunacaktır. Bu durumda iki örnektende anlaşılacağı üzere aynı suçu işleyip yani ırza geçme suçunu işleyip veyahut eksik kalkışma aşamasında kalması halinde mağdurun öldürülmesi TCKnun 450/8 9 maddelerini ihlal eder nitelikte bulunacağından infaz 1/5 oranında uygulanacağı halde, sadece ırza zorla geçmek suçundan hükümlendirilmiş bir hükümlünün infazı geçici 4. maddenin (b) bendi uyarınca 1/3 oranından hesaplanacaktır. BuEsas Sayısı : 1992/5 Karar Sayısı : 1992/24 2 durumda göstermektedir ki, ortada açık bir eşitsizlik adalet prensiplerine aykırılık hukukun genel ilkelerine aykırılık söz konusudur. Yukarda açıklanan gerekçelerle 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının geçici 4. maddesinin (b) bendinde istisna edilen TCKnun 416/ilk maddesinin Anayasaya aykırı olduğu sonuç ve kanaatına varılmıştır. Bu aykırılık yukarda belirtildiği gibi Anayasanın 2 ve 10. maddelerinde yazılı bulunan eşitlik, hukuk devleti, gibi ilkelere aykırı olduğu gibi Adalet duygusuna da aykırı bulunmaktadır. Tüm toplanan gerekçelerle özetle; yukarda yazılı bulunan TCKnun 416/ilk maddesi Anayasaya aykırı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 2949 sayılı yasanın 28. maddesi uyarınca dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilerek, bu konuda bir karar verilmesini istemek zorunluluğu duyulmuştur. Yukarda açıklanan gerekçelerle, mahkememizce 3713 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin (b) bendinde yazılı TCKnun 416/ilk maddesini istisna tutan düzenlemenin Anayasanın 2 ve 10. maddelerine aykırı olması nedeni ile dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinde öngörüldüğü şekilde tüm belgelerin örneklerinin tasdik edilmek suretiyle bir dosya düzenlenerek bu dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmek üzere Çorum Cumhuriyet Başsavcılığı'na tevdiine, Cumhuriyet Savcılığının görüşüne uygun olarak dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda oybirliğiyle karar verildi."" | 705 |
Esas Sayısı : 2008/66 Karar Sayısı : 2008/131 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: " (...) tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (Fon) karşı 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun 132. maddesinin 13. fıkrası ve 5682 sayılı Pasaport Kanunu'nun 22. maddesi uyarınca, temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi Fon'a devredilen Egebank A.Ş, Demirbank A.Ş., Esbank A.Ş., İktisatbank A.Ş., Kentbank A.Ş., Yurtbank A.Ş., Pamukbank A.Ş., Toprakbank A.Ş. ve Yaşarbank A.Ş'den kredi kullanan (...) şirketler grubunun müşterek borçlusu ve müteselsil kefili ve aynı zamanda kanunî temsilcisi olan davacı hakkında konulan yurt dışı çıkış yasağının iptali istemiyle açılan davada, 4389 sayılı Bankalar Kanunu'nun 15. maddesinin 3. fıkrasında bulunan "5682 sayılı Pasaport Kanununun 22. maddesi hükümleri, Fonun talebi üzerine Fona borçlu olanlar ile tüzel kişi borçluların kanuni temsilcileri hakkında da uygulanır" tümcesinin Anayasa Mahkemesinin 08.12.2007 tarih ve 26724 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 18.10.2007 tarih ve E:2007/4, K:2007/81 sayılı kararıyla iptal edildiğinden dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptal eden İstanbul 7. İdare Mahkemesinin 25.12.2007 tarih ve E:2006/ 2518, K:2007/2655 sayılı kararının Fon tarafından temyizi üzerine işin gereği görüşüldü; Dava dosyasının incelenmesinden, Fon'a devredilen bir kısım bankalardan kredi kullanan şirketler nedeniyle kredi borcundan sorumlu tutulan davacı hakkında davalı idare tarafından, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun 132. maddesinin 13. fıkrası uyarınca yurt dışı çıkış yasağı uygulandığı ve davanın bu işlemin iptali istemiyle açıldığı anlaşılmıştır. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun "Fon alacaklarının takip ve tahsiline ilişkin yetki ve usûller" başlığını taşıyan 132. maddesinin 13. fıkrasında: "Fona borçlu gerçek kişi ile tüzel kişilerin kanunî temsilcileri hakkında 5682 sayılı Pasaport Kanununun 22 nci maddesi hükümleri Fonun talebi üzerine uygulanır" kuralı bulunmaktadır. Daha önce, 4389 sayılı Bankalar Kanunu'nun 15. maddesinin 3. fıkrasında yer almış olan "5682 sayılı Pasaport Kanununun 22. maddesi hükümleri, Fonun talebi üzerine Fona borçlu olanlar ile tüzel kişi borçluların kanuni temsilcileri hakkında da uygulanır" kuralı, Anayasa Mahkemesi'nin 08.12.2007 tarih ve 26724 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 18.10.2007 tarih ve E:2007/4, K:2007/81 sayılı kararıyla, Anayasa'nın 13. ve 23. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Bu durumda, yukarıda sözü edilen 5411 sayılı Kanun'un 132. maddesinin 13. fıkrasındaki kural, anlam ve içerik itibariyle 4389 sayılı Kanun'un 15. maddesinin 3. fıkrasındaki kuralla aynı olduğundan, anılan kural da Anayasa'nın 13. ve 23. maddelerine aykırı bulunmaktadır. Belirtilen nedenle, Anayasa'nın 152., 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesinin 2. fıkrası uyarınca, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun 132. maddesinin 13. fıkrasının iptali ve yürürlüğünün durdurulması için, Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, 09.04.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi."" | 403 |
Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı tarafın iddiası: Davacı mahkememize sunmuş olduğu dava dilekçesinde özetle; halen Karabük Defterdarlığı Hazine Avukatlığında 5 yıldır Hazine Avukatı olarak görev yaptığını, her sene Avukatlık Ücreti limiti üzerinde yasal avukatlık ücreti tahsil etmelerine rağmen, tarafına özel Kanun olan 1136 sayılı Yasanın 164. maddesine ve yine Anayasa'nın eşitlik düzenlemesini öngören 2. maddesine aykırı olan 657 sayılı DMK'nın 146. maddesi ve bu Yasanın uygulanmasına dair ilgili Yönetmelik hükümlerine göre limit sınırlaması getirilerek yasal alacağının eksik ödendiğini, bu sebeple dava konusu olayı ayrıntılı izahla söz konusu alacağını hüküm altına alınmasını teminen öncelikle limit sınırlamasını öngören ve memur avukatlara uygulanan 1136 sayılı en yeni tarihli ve özel Yasanın 164. maddesiyle çelişen ve yine Anayasa'nın eşitlik düzenlemesini öngören 2. maddesine, 10., 35. ve 55. maddelerine aykırı olan 657 sayılı DMK'nın 146/3. fıkrasının iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasını talep ettiğini, Zamanla yurdun her yerinde, toplumda ekonomik ve sosyal ilişkilerde görülen gelişmelere paralel olarak Devlet Hazinesini ilgilendiren birçok uyuşmazlıklar sayıları gittikçe artarak, mahkemelere intikal etmiş, son yıllarda DSİ, SHÇEK, Tarım Reformu Gen. Md., Petrol İşleri Gen. Md., KGM gibi özel bütçeli dairelerin genel bütçe kapsamına alınmasıyla daha da Devletin vatandaşıyla uyuşmazlık dosya sayıları arttığını genel bütçe konusuna giren bu davaların, Hazine Avukatlığından önce, mukavele ile tutulan veya ücretle çalıştırılan ve aynı zamanda başka yurttaşların davasını da alan serbest avukatlar eliyle takip edildiğini, zamanla, davaları kaza mercileri önünde ve icra dairelerinde bu koşullar altında yürüten avukatların çalışmaları ve sorumluluk anlayışları çok kez yeterli görülmemeğe başlandığını, ayrıca, devlete ait dâvaların açılmasında ve kovuşturulmasında bir kısım kanunî kayıtların yarattığı zorlukları da ortadan kaldırmak gerektiğini, tümüyle dışarıdan alınacak hukuk (avukatlık) hizmeti ile hukuk hizmetlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesinin mümkün olmadığını, çünkü içerdeki hukukçu (evin hukukçusu), nezdinde görev yapılan kuruluşun hafızasını bilen ve ihtiyacı en iyi değerlendirebilecek olan hukukçu olduğunu, içerdeki hukukçunun bilgi ve tecrübesinin yetmemesi halinde ise, dışarıdan uzman hukukçu (avukat) yardımı almak gerekeceğini, bu nedenlerle yeni bir kuruluşa gitmek, Hazine Avukatlığını, Maliye Bakanlığı kadrosunda, devlet memurları statüsü içinde, memleket ihtiyaçlarını karşılayacak ve Hazine Avukatlığı görevine atananları serbest hayattaki kazançlarından vazgeçirtecek, onların serbest çalışma eğilimini önleyecek biçimde genişletmek gerektiğinden bahisle, Hazine Avukatlığı kadrosu ihdas edildiğini, böylece de Hazine Avukatları, Devlet Memurları Statüsü içine alınarak, Hazine Avukatlığı memur avukatlık şeklinde bir meslek haline getirildiğini, 178 sayılı KHK ve 4353 sayılı Kanun hükümleri ile temsil/tevkil tekeli öngören gerekçesi karşısında genel bütçeli idareleri avukat sıfatıyla temsil yetkisinin münhasıran Hazine Avukatlarına ait olduğunu, 13.12.1983 gün 178 sayılı Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesi ile Devletin hukuk danışmanlığını ve muhakemat hizmetlerini yapmak görevi Maliye Bakanlığı'na verildiği; 8. maddesinde de, Başhukuk Müşavirliği ve Muhakemat Genel Müdürlüğü'nün bu Bakanlığın ana hizmet birimlerinden olduğu belirtildiğini, bu düzenlemelere göre; Hazine Avukatları genel bütçe içindeki kamu kurum ve kuruluşlarını her tür ve derecedeki yargı ve icra mercileri ile hakemler nezdinde vekilEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 2 sıfatıyla temsil ettiklerini 4353 sayılı Maliye Vekaleti Baş Hukuk Müşavirliğinin ve Muhakemat Müdürlüğünün Vazifelerine, Devlet Davalarının Takibi Usullerine ve Merkez Vilayetler Kadrolarına Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair Kanunun 1., 2. ve diğer madde hükümleri ile gerekçesinde açıklandığı gibi, Devleti adli, idari ve cezai davalarda temsil ve takip etmek üzere Hazine Avukatlığı sınıfı ihdas edilmiş; 22'nci maddeye göre de, idari davalarda temsil yetkisi Hazine Avukatlarının yanında daire âmirleri, hukuk müşavirleri ve ilgili şube müdürlerini kapsayacak şekilde genişletildiğini, anılan 4353 sayılı Kanunda da, Maliye Bakanlığı Baş Hukuk Müşavirliği ile Muhakemat Genel Müdürlüğünün merkezdeki vazifeleri 2'nci maddenin C bendinde; 'Bakanlıklara ve genel muvazene içindeki diğer dairelere ait her türlü hukuk ve ceza davaları ile icra işlerini, ait olduğu makam ve mercilerde işlemi, ait olduğu makam ve mercilerde ikame, takip ve müdafaa ettirmek'; D bendinde de, 'Mali hususları ihtiva eden ve Hazineyi ilgilendiren idari davalara karşı Bakanlıklar ve Dairelerince hazırlanarak bu Kanunun 24'ncü maddesi gereğince Maliye Bakanlığına gönderilen müdafaanameler üzerinde icap ettiği takdirde hukuki mütalaa beyan etmek ve bu davaların duruşmalarında bakanlık' ve daireleri Baş Hukuk Müşaviri, Hukuk müşavirleri, Merkez Muhakemat Müdürü, Müşavir avukatlar ve avukatları marifetiyle idari kaza ve mercilerinde temsil etmek olarak belirtildiğini, 4353 sayılı 'Maliye Vekaleti Baş Hukuk Müşavirliği'nin ve Muhakemat Umum Müdürlüğünün Vazifelerine ve Devlet Davalarının Takibi Usullerine ve Merkez ve Vilayetler Kadrolarında Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair Kanun'un 2. maddesinin (C) bendi ve 3. maddesinin (B) bendi gereğince, bakanlıklarla genel bütçeye dahil dairelere ait hukuk ve ceza davaları ile her türlü icra takiplerinde bu daireleri mahkemeler, hakemler, icra daireleri, dava ve icra işleriyle alakalı diğer merciler önünde temsil yetkisi Maliye Bakanlığı'na verildiğini, Yasa'nın 18. maddesinin birinci fıkrasına göre bu yetki Hazine Avukatları vasıtasıyla kullanıldığını, bu davaların asıl tarafı ilgili daire olup, Hazine Avukatının onun davadaki kanuni temsilcisi olduğunu, buna ilaveten 4353 sayılı Kanunun 19 ncu maddesinin son fıkrasındaki 'Baş Hukuk Müşavirliği ve Muhakemat Umum Müdürlüğü teşkilat kadrolarına dahil olanlardan Devlet dairelerini avukat sıfatıyla temsil edenler hakkında 1136 sayılı Avukatlık Kanununun hükümleri dairesinde disiplin tatbikatı icrası vazife gördükleri yerin barosuna aittir.' hükmünden hareketle de, Hazine Avukatlarının devleti avukat sıfatıyla tevkil ettiğinin öngörüldüğünü, 4353 sayılı Kanunun, hukuk ve ceza davalarının ve icra islerinin takibi usulleri baslığını taşıyan üçüncü bölümünde (4353 s.K.m.26 vd); Merkezde Başhukuk Müşaviri ve Muhakemat Umum Müdürünün ve illerde muhakemat müdürlerinin ve teşkilât olmayan yerlerde Hazine Avukatının uygun görüşü olmadıkça hiç bir dava açılamayacağı ve hiç bir icra takibi yapılamayacağı; maddî veya hukukî sebeplerle dava açılmasında ve icra takibinde fayda umulmayan işlerde muhakemat müdürleri ve olmayan yerlerde Hazine Avukatları tarafından mucip sebepleri gösterilmek suretiyle verilecek mütalâa derhal Bakanlığa bildirilerek alınacak emir ve talimata göre hareket olunacağı, Hazine Avukatlığı teşkilâtı olmayan yerlerde dava açılmasına veya icra takibine gerek görülmeyen işler hakkında daire âmirlerinin görüşlerini Maliye Bakanlığına bildirerek alacakları talimat dairesinde hareket edecekleri, muhakemat müdürleriyle Hazine Avukatları ve daire âmirlerinin süreli (miatlı) işlerde hakkın düşmesini önleyecek tedbirleri almakla mükellef oldukları (4353 s.K m.26); dava ve takiplerden vazgeçme veya sulh yetkisinin yahut davanın konusuz kalma halinde hangi miktarlara göre kaymakam yahut Maliye Bakanının yetkisinde olduğu (4353 s.K m.27 31); 27, 28, 29 ve 30 uncu maddeler hükümlerine uygun bir karar alınmış olmadıkça tamamen veya kısmen Devlet aleyhine neticelenen davalarla icra takiplerinden yüksek dereceli mercilerde tetkiki istenilmesi mümkün olanlar hakkında kanun yollarına gidilmesinin zorunlu olduğu ve bu zorunluluğu yerine getirmemek suretiyle hukukî veya maddî sebeplerle bozulması mümkün bir hükmün kesinleşmesine ve bir hakkın kaybolmasına sebep olan avukatlarla daire âmirleri hakkında kanunî takibat yapılmakla beraber, ortaya çıkan zararın hükmün kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içerisinde kendilerine hükmen tazmin ettirileceği (4353 s.K m.32); tashihi kararEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 3 veya yargılamanın yenilenmesi veya 3533 sayılı Kanun uyarınca hakemlerce verilmiş olan kararlara karşı itiraz yoluna gidilmesi için kanuni sebepler mevcut olup olmadığının takdirinin davayı takip eden avukata ve teşkilât olmayan yerlerde daire âmirlerine ait olduğu (4353 s.K. m.33) konularında ayrıntılı düzenlemeler bulunduğunu, Bakanlıkların görev ve teşkilatlarına dair bu kanunlarda genellikle hukuk müşavirlerine kuruluşu 'temsil etmek' görevi verildiğini; ancak 178 sayılı Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname'nin 9'ncu maddesinin 2 ve 3'ncü fıkralarında; 'Baş Hukuk Müşaviri ve Muhakemat Genel Müdürü, Hukuk Müşavirleri, Müşavir Hazine Avukatları genel bütçe içindeki kamu kurum ve kuruluşlarını her tür ve derecedeki yargı ve icra mercileri ile hakemler nezdinde vekil sıfatıyla temsil ederler. 4353 sayılı Kanunun 19'ncu maddesindeki bildirim, idare ve vergi mahkemelerinde yapılır. Aynı Kanunun 22'nci maddesinde esasları belirleyen idari davalarda temsil yetkisi, idare ve vergi mahkemelerini de kapsar.' hükmü ile Hazine Avukatlarına idareyi vekil sıfatıyla temsil yetkisi tanındığını, bununla birlikte katma bütçeli kamu idarelerin özel kanunlarında genel müdür ve/veya hukuk müşavirlerine temsille birlikte tevkil görevi verildiği veya 1389 sayılı Kanunun tatbik edileceği hükme bağlandığını, Anayasa Mahkemesi'nin, 24.11.1987 tarih ve 1987/24 32 sayılı kararıyla Hazine Avukatlarının görev ve yetki sınırlarıyla ilgili bakışı; '4353 ve 657 sayılı Yasalar ile 178 ve 207 sayılı KHK'lere göre iş ve özlük hakları bakımından aralarında pek fark olmamakla beraber, Genel Bütçeye dahil Devlet Kuruluşlarının her konuda hukuk danışmanlığını ve avukatlığını yapan ve memur avukatlık türünde bir meslek sınıfı oluşturan hazine avukatlarının faaliyet alanlarının, birinin tüm kamu kuruluşlarını kapsaması, diğerinin yalnızca kendi kurumunu temsil etmesi, bu itibarla diğer kamu avukatlarından daha geniş bir alan içinde kamu hizmeti görmeleri yönünden aynı olmadığına' şeklinde değerlendirmesiyle Hazine Avukatlarının temsil etmiş olduğu idarelerin sayıca çokluğu ve bu idarelere ait dava çeşidinin ve sayılarının bir hayli fazla olduğu böylece açıkça ortaya konduğunu, Anayasa Mahkemesi'nin 24.11.1987 tarih ve E.1987/24, K.1987/32 sayılı kararında Hazine Avukatlarıyla ilgili davada, '...Özde Anayasaya aykırı düşmeyen bir kuralın uygulamanın genişletilmesi amacıyla iptali isteminde bulunulmaz' yönündeki gerekçeyle, söz konusu eksik düzenlemeyi Anayasa'ya aykırı bulmadığını, Hazine Avukatlarının, devletin temel ilkesi olan ve anayasalarda yerini alan kuvvetler ayrılığı prensibi gereği yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarından, bilhassa yürütme erkinin yargı erki mercilerinde temsil ve savunuculuğu görevini üstlendiğini, görevleri gereği kamunun güvenliği ve selameti, bilumum maddi ve manevi menfaatleri için özveriyle çalıştıklarını, Hazine Avukatları ve diğer kamu avukatlarının sorumlulukları büyük olduğunu, devletin trilyonluk davalarını takip eden, batık kredilerinin tahsili için uğraşan, kamunun çıkarlarını kollayıp koruyan memur avukatlar büyük mali sıkıntı içinde olduklarını, bu durumun düzeltilmesi; görevde kalıcılığın temin edilmesi ve hizmet verimliliklerinin artırılmasının da gereği olduğunu, hazinenin memur avukatlarının, bir yönden Devlet Memurları Kanunu'na bir yandan da disiplin kovuşturması yönünden Avukatlık Kanunu'na bağlı tutulduklarını, Hukuk sistemimizde iki tür vekalet ücreti söz konusu olduğunu, birincisinin, müvekkil ile vekil arasında yapılacak bir sözleşme ile (yazılı sözleşme yoksa Avukatlık Kanunu'nun 164/4. maddesine göre) belirlenen vekalet ücreti (A.K: m.164/1, 2, 3, 4); ikincisinin ise HUMK'nin 423/6, (CMK:303/I h, 324); İYUK:31/1) ve Avukatlık Kanunu'nun 164/sonEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 4 maddelerine göre, vekille takip edilen davalarda mahkemece, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi'ne göre re'sen takdir edilen vekalet ücreti olduğunu, Kamu ve kurum avukatları, belli bir ücret (maaş) karşılığı iş gördüklerinden, bunlar için birinci tür vekalet ücreti söz konusu olmadığını, ancak, yargılama gideri olan ikinci tür vekalet ücreti açısından, gerek HUMK'da, gerekse Avukatlık Kanunu'nda, serbest meslek sahibi avukatlarla, memur veya diğer istihdam şekilleriyle iş gördürülen kamu ve kurum avukatları arasında, herhangi bir ayrım yapılmadığını, kamu ve kurum avukatlarının da HUMK'nun 423/6. da düzenlenen vekalet ücretini almaya hakları olduğu konusunda, uygulamada da herhangi bir ihtilaf olmayıp, sorun, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 146/3. maddesi nedeniyle, bu kanuna tabi olan avukatlara ödenecek vekalet ücretinin, herhangi bir sınırlamaya tabi olup olmayacağı hususunda toplanmakta olduğunu, bu konudaki uygulamanın, 1136 sayılı Kanunun 164. maddesinin, 4667 sayılı Kanunla değiştirilmesine kadar, kamu ve kurum avukatlarına, 657 sayılı Kanunun 146/3. maddesindeki limit dâhilinde vekalet ücreti ödenmesi şeklinde olduğunu, zira Avukatlık Kanunu'nun değişiklik öncesi metnindeki, 'Avukatla iş sahibi arasında aksine yazılı sözleşme bulunmadıkça, tarifeye dayanarak karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücreti avukata aittir.' ifadesinin vekalet ücretinin avukata aidiyetinin mutlak olmadığını, bunun aksinin kararlaştırılabileceğini göstermekte iken 657 sayılı Kanunun 146/3. maddesindeki limit de, bu istisnanın içerisinde mütalaa edilmekte olduğunu ancak, Avukatlık Kanunu'nun 164. maddesinin, 4667 sayılı Kanunla değiştirilmesi sonrasında, ilgili fıkra, 'Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti avukata aittir. Bu ücret, iş sahibinin borcu nedeniyle takas ve mahsup edilemez, haczedilemez.' şeklini almış ve bunun aksinin kararlaştırılamayacağı hususu, maddenin mutlak ifadesi ile güvence altına alındığını, bu durumda, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun değişik 164/son maddesi ile 657 sayılı Kanunun 146/3. maddesinin bir arada uygulanması mümkün olmamakta ve bu iki kanunun, birbiri ile çelişik hükümler ihtiva etmesinin, uygulamada sorunların yaşanmasına sebebiyet vermediğini, Avrupa Birliğinin, 'Avukatlık Mesleğinin İcrasındaki Özgürlükler' hakkındaki 9 numaralı tavsiye kararının 50'nci maddesinin (Prensip IV); 'Avukatların ücretleri ve hizmetlerinin karşılığı konusunda, avukatların özgür olabilmeleri için makul bir yaşam standardını elde edebilecek kadar kazanmaları şarttır. Avrupa Birliği Avukatlık Meslek Kurallarına göre; 'avukatın vekâlet ücretini avukat olmayan bir kişi ile paylaşması yasaktır', şeklinde olduğunu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne Devletimiz aleyhine intikal eden birden fazla memur avukatların vekalet ücretleri mülkiyet hakkı kapsamında şu günlerde esasa girilerek de görülmeye başlanmış olduğunu, davaların lehe sonuçlanmasıyla emsal görülerek sayısı 3.500'lere yakın kamu avukatları söz konusu yargı yoluna başvuracakları muhakkak olduğunu, Dava sonunda, tarifeye dayalı olarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti, yukarıda da ifade edildiği gibi, HUMK'nun 423/6. maddesi ve Avukatlık Kanunu'nun 164/son maddesinden doğduğunu, ancak, bunun ön şartı, davanın veya takibin, 'vekil (avukat)' vasıtası ile takip edilmesi olduğunu, onun içindir ki, idareyi ve kurumları, avukat olmayan bir memurun temsil ettiği durumlarda (mesela nüfus memurlarının takip ettiği davalarda), vekalet ücretine hükmedilmediğini, vekalet ücretinin, 'avukatlık' sıfatının bir sonucu olup davayı takip eden avukatın mülkiyet hakkına girdiğini, mülkiyet hakkının da Temel Hak ve Hürriyetler içerisinde düzenlenen Anayasal bir hak olduğunu, temel hak ve hürriyetler doktrinde insan haklarının pozitif hukuk tarafından tanınmış ve düzenlenmiş bölümü olarak kabul edildiğini, 'Anayasal haklar' tabirinin de temel hak ve hürriyetlerin yerine kullanılmakta olduğunu, Anayasa tarafından düzenlenen ve güvence altına alınan hakların Anayasal haklar olduğunu,Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 5 Kamuda çalışan avukatların da Avukatlık Kanununa ve meslek kurallarına göre faaliyette bulundukları konusunda tereddüt olmadığını, Avukatlık Kanunun Ek 1. maddesinde kullanılmış bulunan kamuda çalışan avukatlar 'görevlerinin gereği olan işleri yaparken baro levhasına kayıtlı avukatların yetkileriyle haklarına sahip ve onların ödevleriyle yükümlüdürler' ifadesi de bunu teyit ettiğini, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 423. maddesinin 6. bendinde vekil ücretleri mahkeme masrafları arasında sayıldığını, 417. maddesinde ise kanunlarda aksine bir düzenleme olmadığı hallerde masrafların aleyhine hüküm verilen tarafa ait olacağı hükme bağlandığını, buradaki amacın haksız çıkan tarafın haklı çıkan tarafın yüklenmek zorunda kaldığı masrafları karşılaması, haklı olan taraf üzerinde masraf bırakılmaması, yapmış olduğu masrafların tazmini olduğunu, yargılama giderlerinin bir parçası olan vekalet ücretlerinin niteliği mahkeme veya icra dairesince hükmedilen bir tazminat olduğunu, 657 sayılı DMK'nun 164. maddedeki vekalet limiti konmadan önce: '10/02/1929 tarih ve 1389 sayılı Devlet davalarını intaceden avukat ve saireye verilecek ücreti vekalet hakkındaki kanun hükümleri saklıdır.' şeklinde hükmün olduğunu madde metninden anlaşılacağı gibi, kanun yürürlüğe girdiğinde, vekalet ücretine herhangi bir sınırlama getirilmediğini, kazanılan vekalet ücretinin tamamının avukatlara ödenmesine o tarihte kanun cevaz verdiğini, vekalet ücretine ilk sınırlamanın, 15/05/1975 tarih ve 1897 sayılı Kanunla getirildiğini, 657 sayılı Kanun'un 146. maddesi '... şu kadar ki, ödenecek vekalet ücretinin yıllık tutarı, 1. Derecenin ilk kademe aylığının yıllık tutarının %30'unu geçemez ...' şeklinde değiştirildiğini, bu tarihten daha sonra yapılan başka bir değişiklikle, vekalet ücreti ile ilgili bu bölüme, 'ek gösterge hariç' ibaresi eklendiğini, kanun yürürlüğe girdiğinde, vekalet ücretinde herhangi bir sınırlama bulunmadığından, daha sonraki tarihlerde yapılan değişikliklerle getirilen sınırlamalar, kanunla açık ve net olarak verilen bir hakkın, geri alınması olduğunu, açık ve net olan hakkın geri alınmasının, öncelikle, 657 sayılı Kanun'un 18. maddesine aykırı olduğunu, 657 sayılı DMK 146. maddede yapılan değişikliklerle, kamu avukatları aleyhine düzenlemeler yapılması her şeyden önce, kanun'un kendi ruhuna aykırı olduğundan, aleyhe geliştirilen bu düzenlemelerin, vasat bir mantıkla dahi, kabul edilmesi mümkün görülemeyeceğini, vekalet ücreti sorununun, kamu avukatlarının yıllardır çözülemeyen ve kanayan bir yarası olduğunu, hiç bir meslek mensubuna yapılmayan adaletsizlik ve haksızlık, kamu avukatlarına reva görüldüğünü, bir çok meslek mensubu, döner sermayeden maaşından bile fazla pay almakta iken, kamu avukatlarının, karşı taraftan tahsil ettikleri ve Hazineye hiç bir yük getirmeyen vekalet ücretlerine dahi getirilen Anayasaya, Uluslar arası mevzuata, özel kanun olan Avukatlık Kanununa aykırı bir düzenleme olan 657 sayılı DMK'nın 146. maddesindeki limit sınırlamasıyla el konulduğunu, hak ettikleri vekalet ücretine limit konduğunu ve bu limit de son derece düşük tutulduğunu, üstelik Avukatlık Kanunu'nun 164/son maddesinde, karşı tarafa yükletilecek vekalet ücretinin avukata ait olacağı düzenlenmiş olmasına rağmen, limit uygulamasından vazgeçilmediğini, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun, 164. maddesinin son fıkrasının birinci cümlesinde yer alan '' avukata aittir.' sözcüklerinin Anayasaya aykırı olduğu, Çine Asliye Ceza Mahkemesi ve İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ileri sürülmüş ve iptali istendiğini, Anayasa Mahkemesi'nin 3.3.2004 tarih, 2002/126 E., 2004/27 K. ve aynı tarihli 2004/8 E, 2004/28 K. sayılı kararları ile, avukatlar lehine iptal taleplerinin reddine karar verdiğini, her iki kararın da gerekçesinde: 'Avukatların hukuksal bilgi ve tecrübelerinden yararlanma, hak arama ve savunmada başvurulacak meşru yol ve vasıtaların başında gelir. Vekalet ücreti, savunma hakkının en önemli parçası olan hukuki danışmanlık görevinin, konunun uzmanı hukukçularEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 6 tarafından yapılmasının doğal bir sonucudur. Avukatların mesleklerini serbestçe ve herhangi bir kaygı olmadan yapabilmeleri için yaptıkları hizmetin karşılığı olan makul bir ücret almaları gerekir. Avukatla yapılacak sözleşmede ücret kararlaştırılırken, dava sonunda karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücretinin gözetilmesi engellenmediğinden, itiraz konusu kuralla hak arama özgürlüğünün kullanılmasının zorlaştırıldığından da söz edilemez. İtiraz konusu kural, anılan nedenlerle, Anayasa'nın 2. ve 36. maddelerine aykırı değildir, iptal isteminin reddi gerekir.' ibarelerinin yer aldığını, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti; insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa'nın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlet olduğunu, bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasa'ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlü olduğunu, Anayasa'nın 5. maddesinde de kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayıldığını, Anayasa'nın 10. maddesindeki 'Kanun önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusu olduğunu, bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörüldüğünün, eşitlik ilkesinin amacının, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemek olduğunu, bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır.' şeklinde belirtildiğini, Anayasanın 11. maddesinde 'Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz', Anayasanın 138. maddesinde 'Hakimler Anayasa, kanun ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler', Anayasanın 10. madde; 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar için yasalarla değişik kurallar konulamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' ve yine T.C. Anayasasının 11 inci maddesi; 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.' hükümlerinin yer aldığını, nihayet T.C. Anayasasının Anayasaya aykırılığını diğer mahkemelerde ileri sürülmesi başlığını taşıyan 152 nci maddesi, 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.' ve Anayasamızın 152 ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddelerinde, bir davaya bakmakta olan mahkemenin o dava sebebi ile uygulanacak kanun hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse konuyu itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne götürebilmesi için, aşağıdaki iki şartın birlikte olması gerekmektedir: 1 Mahkemede bakılmakta olan bir davanın bulunması, 2 Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen kuralın o davada uygulanacak bir kural olması, Açılan davada her iki yasal unsur bir arada bulunmakta olduğunu,Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 7 Yargılama sonunda mahkemelerin verdiği kararlar esas hakkında verilen hüküm ile yargılama giderlerini kapsayan hükümden oluştuğunu, vekalet ücreti de yargılama giderlerinden sayıldığını, bunların taraflar arasında nasıl paylaştırılacağı hususu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 413 426. maddelerinde gösterildiğini, Görülmekte olan davada, 4353 sayılı Kanun kapsamındaki kamu kuruluşları için daha uzun temyiz ve esas hakkında cevap verme süreleri öngören itiraz konusu kuralların Anayasa'ya aykırı oldukları kanısına varan Avanos Mahkemesinin, iptalleri için re'sen Anayasa Mahkemesine başvurması sonucunda; 02.12.2004 tarih, 2001/216 E., 2004/120 K. sayılı ilamında; özel hukuk kişileri, serbest çalışan avukatlar ile kamu kurumlarını temsil eden memur avukatların temyiz sürelerindeki (15 30 gün) farklılıkları Anayasanın eşitlik ilkesine, silahlarda eşitlik kuralına aykırı bulması gibi, vekalet ücreti yönüyle de, 1136 sayılı Yasanın birlikte muhatabı olan serbest çalışan avukatlar ile memur avukatlar arasında fark görmeyeceği muhakkak olduğunu, AYM 3.3.2004 Tarih ve 2004/8 28E. K. İlamında; İtiraz yoluna İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi başvurusu neticesinde; AYM gerekçeli ret kararında; 'Avukatların hukuksal bilgi ve tecrübelerinden yararlanma hak arama ve savunmada başvurulacak meşru yol ve vasıtaların başında gelir. Vekalet ücreti, savunma hakkının en önemli parçası olan hukuki danışmanlık görevinin, konunun uzmanı hukukçular tarafından yapılmasının doğal bir sonucudur. Avukatların mesleklerini serbestçe ve herhangi bir kaygı olmadan yapabilmeleri için yaptıkları hizmetin karşılığı olan makul bir ücret almaları gerekir. Avukatla yapılacak sözleşmede ücret kararlaştırılırken, dava sonunda karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücretinin gözetilmesi engellenmediğinden, itiraz konusu kuralla hak arama özgürlüğünün kullanılmasının zorlaştırıldığından ya da itiraz konusu kuralın adalet anlayışına aykırı olduğundan söz edilemez. İtiraz konusu kural, anılan nedenlerle, Anayasa'nın 2., 5. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.' Şeklinde karar vererek, 19.3.1969 günlü, 1136 sayılı 'Avukatlık Kanunu'nun 4667 sayılı Yasa ile değiştirilen 164. maddesinin son fıkrasının birinci tümcesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve itirazın REDDİNE, 3.3.2004 gününde OYBİRLİĞİYLE karar vermiştir.' şeklinde, Yine AYM'nin İtiraz Yoluna Çine Asliye Ceza Mah. Başvurmasıyla 3.3.2004, 2002/126E., 2004/27 K. İlamında; '...İtiraz konusu kural ile dava sonunda tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücretinin avukata ait olacağı öngörülmüştür. Böylece taraflar arasında ücretin kararlaştırılmadığı durumlarda, avukatın sunduğu hizmetin karşılıksız kalmamasını sağlama ve vekil ile müvekkil arasında çıkacak ücret uyuşmazlıklarına engel olma amacı güdülmüştür. Vekalet ücretinin davayı takip eden avukata ait olduğu yasal güvence altına alınmış olsa da, bu durum avukatlık ücretinin vekil ile müvekkil arasındaki bir iç sorun olma niteliğini ve avukatlık ücretinin kişisel hak olma özelliğini değiştirmemektedir. Nitekim Avukatlık Kanunu'nun 163. maddesinde avukatlık sözleşmesinin serbestçe düzenleneceği belirtilerek, avukatlık ücretinin de, asgari ücret tarifesi altında olmamak üzere (m. 164/4 cümle 1) taraflarca kararlaştırılabileceği öngörülmüştür. Öte yandan, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 59. maddesinin birinci fıkrası ile Avukatlık Kanunu'nun 35. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, dava ehliyeti olan herkes, savını kanıtlamak için davayı kendisi açıp takip edebilir. Dava ehliyeti olan davalı da, avukat aracılığı olmadan kendisini savunabilir. Davacı veya davalının davayı vekil aracılığıyla takip etmeleri ise kendi iradelerine bağlıdır. Avukatların hukuksal bilgi ve tecrübelerinden yararlanma, hak arama ve savunmada başvurulacak meşru yol ve vasıtaların başında gelir. Vekalet ücreti, savunma hakkının en önemli parçası olan hukuki danışmanlık görevinin, konunun uzmanı hukukçular tarafından yapılmasının doğal bir sonucudur. Avukatların mesleklerini serbestçe ve herhangi bir kaygıEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 8 olmadan yapabilmeleri için yaptıkları hizmetin karşılığı olan makul bir ücret almaları gerekir. Avukatla yapılacak sözleşmede ücret kararlaştırılırken, dava sonunda karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücretinin gözetilmesi engellenmediğinden, itiraz konusu kuralla hak arama özgürlüğünün kullanılmasının zorlaştırıldığından da söz edilemez. İtiraz konusu kural, anılan nedenlerle, Anayasa'nın 2. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.' Şeklinde çağdaş, eşitliği sağlayan kararlarının olduğunu, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun değişik 164. maddesinin son fıkrası ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 146. maddesinin 3. fıkrasının bariz biçimde çeliştiğini, her iki kanunun lafzı incelendiğinde, uygulayıcılara takdir hakkı ve yetkisinin tanınmadığı, dolayısıyla hükümlerin, 'emredici' nitelikte olduğunu, kabul ve yürürlük tarihi olarak sonraki kanun niteliğinde olmasına rağmen, Avukatlık Kanunu'nda kapsamlı değişiklikler yapan 4667 sayılı Kanun, 657 sayılı Kanunun 146/3. madde hükmünü açıkça ilga etmediğini, farklı zamanlarda yapılan kanuni düzenlemelerin birbirine aykırı hükümler içermesi halinde, kanun koyucunun iradesinin, sonraki kanunun uygulanması yönünde olduğu kabul edilmesinin gerekli olduğunu, Türk yargısının bu konudaki uygulaması da aynı olduğunu, 657 sayılı Kanun, birçok sınıfı kapsayan ve bütün devlet memurlarına tatbik edilen genel bir kanun olup Avukatlık Kanununun ise, yalnız avukatlar için çıkarılmış olan özel bir kanun olduğunu, Avukatlık Kanunu'nun 657 sayılı DMK ya göre özel bir kanun olduğu tartışmasız bulunduğunu, kamu avukatlarına ödenecek vekalet ücreti hakkında, bu avukatların, kendi özel kanunlarına göre işlem yapılması gerektiğini, kaldı ki, Avukatlık mesleğinin 1136 sayılı Kanun ile düzenlendiği, bu Kanunda, avukatlar arasında çalışma şekil ve şartları açısından herhangi bir ayrım ve sınıflandırma yapılmadığını, hatta daha da ileri gidilerek, Ek. 1. maddede kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüslerinde, aslî ve sürekli olarak avukatlık görevinde çalışanların, görevlerinin gereği olan işleri yaparken, baro levhasına kayıtlı avukatların yetkileriyle haklarına sahip ve onların ödevleriyle yükümlü olduklarının vurgulandığı, tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücretinin avukata ait olduğu, 'vekalet ücreti'nin memur olmanın değil, avukat olmanın bir sonucu olduğu... gibi hususlar nazara alındığında, 1136 sayılı Kanunun özel bir kanun olduğu anlaşıldığını, 657 sayılı Kanunun 36. maddesinde de, 'Avukatlık hizmetleri sınıfı, özel kanunlarına göre avukatlık ruhsatına sahip, baroya kayıtlı ve kurumlarını yargı mercilerinde temsil yetkisini haiz olan memurları kapsar.' denmek suretiyle, Avukatlık Kanununun özel niteliğine vurgu yapıldığını, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ise, 1. maddesinin 1. fıkrasında da belirtildiği gibi, ilgilinin sıfatına ve mesleğine bakılmaksızın bütün devlet memurlarının kadro, hak ve yükümlülüklerini düzenleyen, konusunda en genel niteliğe sahip kanundur. Yine 657 sayılı Kanunun 4. maddesinde yapılan 'memur' tanımı, Kanunun genel niteliğini daha da pekiştirdiğini, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 20 Temmuz 1965 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdiğini, Kanunun, vekalet ücreti ile ilgili 146. maddesinin 3. fıkrasının, 'Şu kadar ki, vekalet ücretinin yıllık tutarı, birinci derece son kademe aylığının (ek gösterge hariç) yıllık tutarını geçemez.' cümlesi, 20.03.1997 tarih ve 570 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (3 Nisan 1997 T., 22953 Mükerrer sayılı R.G.) ile 'Şu kadar ki, vekalet ücretinin yıllık tutarı; 6000 gösterge rakamının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucu bulunacak aylık brüt tutarın oniki katını geçemez.' cümlesi ile değiştirildiğini, bu tarihten sonra söz konusu hükümde herhangi bir değişiklik yapılmadığını, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ise, 7 Nisan 1969 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanunun, tarifeye dayalı olarak karşı tarafa yükletilecek vekalet ücreti ile ilgili 164. maddesinin 4.Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 9 fıkrasındaki, 'Avukatla iş sahibi arasında aksine yazılı sözleşme bulunmadıkça, tarifeye dayanarak karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücreti avukata aittir.' hükmü, söz konusu maddenin, 4667 sayılı Kanunun 77. maddesi ile kenar başlığıyla birlikte tamamen değişmesi ile değişik 164. madden | 4,139 |
Esas Sayısı : 2015/50 Karar Sayısı : 2015/107 1 "... 4733 sayılı Kanunun 8. maddesinin 5. fıkrasının (a) bendinde yer verilen fiilin işlenmesi halinde uygulanacak idari para cezasının aynı bentte belirlendiği, bu belirleme yapılırken Kanunda idari para cezasının alt ve üst sınırına yer verildiği, ayrıca her yıl yeniden değerleme oranında para cezası miktarında artışın yapıldığı, Kanun metninde 50.000 TL ile 250.000 TL arasında para cezası miktarının belirlendiği, dava konusu işlemin tesis edildiği tarihte bu miktarların 76.142 TL ile 380.715 TL olarak uygulandığı, davacıya da üst sınır üzerinden para cezası verildiği görülmektedir. Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri ‘belirliliktir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. ‘Öngörülebilirlik şartı olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrararı da sağlar. Değişen sosyal, siyasal ve ekonomik koşullar kimi durumlarda devlet idarelerine bir takım hakların tanınması gereğini ortaya çıkarmıştır. Gelişen, büyüyen, çeşitlenen ve çoğalan toplumsal gereksinimleri yerinde, zamanında ve etkin bir biçimde karşılayabilmek için çağdaş yönetimlerde idareye değişik alanlarda yaptırım uygulama yetkileri tanınmaktadır. İdari makamların Yasanın belirlediği sınırlar arasında cezanın takdirine esas alacakları objektif ölçütler Yasada gösterilmiştir. Yasayla para cezasının alt ve üst sınırları gösterilmiş, bu alan içinde cezayı uygulama yetkisi idareye bırakılmıştır. İdarenin hangi ölçütleri esas alacağı açık, belirgin ve somut olarak Yasada yer almamıştır. Yasa kuralı bu anlamda belirli ve öngörülebilir değildir. Alt ve üst sınır arasında idareye bırakılan takdir alanı geniş, sınırsız ve ölçüsüzdür. Cezanın belirlenmesinin alt ve üst sınır arasında 200.000 TL gibi makul ve ölçülü olmayan şekilde genişliği; uygulamada, yorum ve değerlendirme farklılıklarına dayalı olarak eşitsizliğe, haksızlığa ve keyfiliğe yol açabilecek niteliktedir. Yasakoyucu, kamu düzeninin korunması amacıyla ceza hukuku alanında hangi eylemlerin suç sayılacağı ve suç sayılan bu eylemlerin hangi tür ve ölçüde cezai yaptırıma bağlanacağı konusunda takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, cezaların yasallığı ve hukuksal güvenlik ilkelerinin gereği olarak, farklı ve keyfi uygulamalara neden olmamak için geçerli sebepler ve objektif ölçütleri yasada göstermesi gerekir.Esas Sayısı : 2015/50 Karar Sayısı : 2015/107 2 Bu tür idari işlemlere karşı yargı yolu açık olmakla birlikte, bu güvencenin uygulama aşamasından sonra ve ancak itiraz yoluyla ortaya çıkacağı göz önünde bulundurulduğunda, yasa kurallarının yürürlükte olduğu sürece keyfiliği ortadan kaldırmaya yeterli olduğu söylenemez. Hukuk kuralları, yargının yorumuna ihtiyaç göstermeyecek ve uygulayıcılar tarafından anlaşılabilecek şekilde açık ve belirgin olmak, uygulayıcılara güvence vermek zorundadır. Tüm bu veriler ışığı altında, herhangi bir ölçüte yer verilmeden idari para cezası alt ve üst sınırının makul olmayan bir biçimde geniş bir takdir yetkisine yol açacak bir şekilde belirleyen hükmün belirlilik, hukuki güvenlik ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle 4733 sayılı Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 8. maddesinin 5. fıkrasının (a) bendinde yer alan ellibin Yeni Türk Lirasından ikiyüzellibin Yeni Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir. ibaresinin Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğundan ilgili hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyadaki belgelerin onaylı birer örneklerinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, dava dosyasının görüşülmesinin Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar (5 ay süreyle) bekletilmesine 10/04/2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi." | 628 |
Esas Sayısı : 1997/64 Karar Sayısı : 1998/4 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir : "Davacı Altur Antalya Lara Turistik Tesisleri ve İşletmeleri A.Ş. vekili Av. Sahir Yörük tarafından Devlet Hazinesine izafeden T.C. Maliye Bakanlığı aleyhine ikame ettiği 1.000.000.000. TL tazminat davasında; davacı şirkete ait 5 yıldızlı Clup Otel Sera bünyesinde çalışmak üzere 1986 yılında talih oyunları salonu için T.C. Turizm Bakanlığından işletme belgesi aldığı, daha sonra izne bağlı olarak işletmeyi genişlettiklerini, iddia ettiğini, 1986 yılından beri faaliyetini sürdürdükleri, Antalya yöresinin sırf yaz turizmine hitap ettiği, iddia edildiği, ölü sezon tabir edilen kış mevsiminde yabancı turist celb edip, döviz kazandırıcı işlemlerde bulunabilmek için iddiaya göre sadece 10 yıldır sadece talih oyunu oynamak isteyen Rus İsrailli turistlerle anlaşmalar yaptıklarını, bu anlaşma yaptıklarından İngaz Tur. firması ile yaptıkları 1.10.1997 ve 1.4.1998 tarihleri arasında her gün için kişi başı 40 dolardan 80 kişilik rezervasyonu iptal ettiklerini noterce ihtar edilip müşteri gönderilmediğini, günlük zararlarının 3.200 dolar olduğunu, iddia edildiği, bu zararı belgeli işletmelerinin 6 ay sonra kapanmasına ilişkin 4302 sayılı Yasanın geçici 1. maddesi ile sebebiyet verildiğinden bahisle bu davanın açıldığı, doğrudan devlet hazinesine izafetle Maliye Bakanlığının sorumlu olduğunun, tahsilini istedikleri 1.000.000.000. TL ferileri ile birlikte istenmiş olmakla, öncelikle 4302 sayılı Yasanın 1. md.nin Anayasaya aykırı olduğunu iddia ve dava ederek, öncelikle Anayasaya aykırılık iddiası ciddi görülerek, Anayasa Mahkemesinin itiraz yolu ile başvurulmasına, karar gelene kadar davanın geri bırakılmasını talep etmiş olmakla, dava dilekçesinde ihtarname aslı, tebliğ zarfı örneği, rezervasyon anlaşması aslı, işletme belgeleri eklenmiş olduğu görülmekle, davalı Devlet Hazinesine izafeten Ant. Muhakemat müdürlüğü vekili, cevap dilekçesinde davanın tam yargı davası olması nedeni ile İdare Mahkemesinde dava açılmasını, davanın yerinde olmadığını, reddini istemiş ise de, dosyaya ibraz edilen belgeler ve mahkememize açılan dava ve 4302 sayılı Yasanın 1. md.nin Anayasaya aykırılık iddiası gözönüne alınarak mahkememizce bu iddialar ciddi görülmekle, öncelikle davacı vekilinin Anayasaya aykırılık iddiasının incelenmesi ve karara bağlanması görülmekle, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununda değişiklik yapılması, 4302 sayılı Yasa'nın geçici 1. md. amaç, hak ve görev ihlali, ekonomik görev ve cezaların şahsiliği, yasama organının Anayasaya ve temel hukuk kurallarına sıkı sıkıya bağlı olması ilkesi yönünden Anayasanın 2., 10., 11., 12., 19/1., 48., 60., 166, 38/6 md. aykırı olduğu konusundaki itirazları aşağıda yazılı olduğu şekilde değerlendirilmeye kafi görülmüş olup, 4302 sayılı Yasanın (bu kanunun yürürlüğe girmesinden önce Turizm Bakanlığı tarafından izin verilmiş olan talih oyunlarının izinleri bu kanunun Resmi Gazetede yayınlanmasını takiben 6 ay sonra bir bildiriye gerek olmaksızın hükümsüz olur, bu tarihten sonra bu işletmelerin faaliyetlerine hiç bir şekilde izin verilmez) geçici 1. md. davacının devletin yasalarına göre aldığı talih oyunları işletme hakkı muktesap hak teşkil ettiğinden, kazanılmış haklarda hukukun genel prensiplerinden, ilkelerinden olması nedeni ile yasama tasarrufu ile elinden alınması, kazanılmış hakkın çiğnenmesi niteliğinde olup, hukuk devleti ilkesini öngören Anayasamız 2. md. temel hak ve özgürlüklerden, kazanılmış hak, teşebbüs ve çalışma özgürlüğünün ortadan kaldırılması olup, Anayasa 10. md. herkesin kişi güvenine sahip olduğuna dair, 19. madde çalışma ve sözleşme hürriyetini düzenleyen Anayasanın 48. md. çalışmanın herkesin hakkı ve ödevi olduğuna, devletin işsizliği önlemesine dair Anayasanın 49. md. her türlü sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu ve devletin bu güveni sağlamakla yetkili olduğuna, 60. md. devlete verilen ekonomik görevin yapılmasına, engel olacağından Anayasa'nın 166. md. yasaya uygun kurulmuş işletmeler ile yasaya aykırı kurulmuş işletmeler arasında fark gözetmeksizin hepsine kapatma cezası uygulamakla, cezaların şahsiliği prensibiniEsas Sayısı : 1997/64 Karar Sayısı : 1998/4 2 öngören Anayasa'nın 38/6 md. aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle davacı işl. vekilinin Anayasa aykırılık iddiası mahkememizce ciddi görülmekle 152. ve 2949 sayılı Yasanın 18. ve 28. md. gereğince; 2634 Turizmi Teşvik Kanununda değişiklik yapan 4302 sayılı Yasanın geçici 1. md. Anayasanın 2.,10.,11.,19/1.,48.,60.,166, 38/6 md. aykırı bulunması nedeni ile iptali için itiraz yolu ile Yüce Anayasa Mahkemesine başvurulması davanın netliği ve meydana getirdiği zararlar nazara alınarak, Anayasa Mahkemesinin 4302 sayılı Yasanın geçici 1. maddesinin yürütülmesinin durdurulmasını da Yüce Anayasa Mahkemesinin takdirine bırakılmasını, karara dava dilekçesi ile davalı cevap dilekçesinin dosyadaki belgelerin tasdikli birer örnekleri eklenerek karar ile birlikte Yüce Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, bu sebeple Anayasa Mahkemesinden karar gelene kadar davanın geri bırakılmasına, duruşmanın 19.3.1998 günü saat 9.00'a bırakılmasına karar verildi."" | 670 |
Esas Sayısı : 2008/110 Karar Sayısı : 2010/55 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'III ANAYASAYA AYKIRILIK NEDENLERİ VE İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 Anayasanın 2. ve 5. Maddeleri Yönünden: Anayasanın 2. maddesinde, 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' denilmek suretiyle sosyal devlet ilkesi Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılmıştır. Anayasanın 5. maddesinde 'Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.' hükmü yer almıştır. Madde gerekçesinde: '...Devlet aynı zamanda milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracak, ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Ferdin temel hak ve özgürlüklerden olduğu gibi yararlanmasını engelleyen sebepleri ortadan kaldırmak, sosyal devletin görevidir.' denilmektedir. Devlet, vatandaşlarına insanca yaşama koşulları sağlamak için gerekli önlemleri alacaktır. Devlet, kişi hak ve özgürlüklerinden herkesin yararlanabilmesini sağlamak ödevini yüklenmiştir. Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, devletin temel amaç ve görevidir.' (Anayasa Mahkemesi'nin 06.06.1991gün ve Esas Sayısı: 1990/35 Karar Sayısı: 1991/13 sayılı kararı). Anayasada 'sosyal devlet' anlayışı benimsenmiştir. Sosyal devlet güçsüzleri koruyan, sosyal adaleti sağlamaya çalışan bu amaçla ekonomik ve sosyal alanlarda değişiklikler yapan devlettir. (Anayasa Mahkemesi'nin 30.06.1998 gün ve Esas Sayısı: 1997/18, Karar Sayısı: 1998/42 sayılı kararı). Sosyal devlet anlayışında, devlet bütün vatandaşlarına asgari bir toplumsal ve ekonomik düzey sağlamak ve bunu devam ettirmekle yükümlü kılınmıştır. Bunu sağlayabilmek için kaynak transferi gibi doğrudan araçlar kullanabileceği gibi, bazı faaliyetleri kolaylaştırmak ve teşvikler sağlamak gibi dolaylı araçları da kullanabilmektedir. Dolaylı araçların kullanımı, toplumsal dayanışmayı güçlendirerek devletin tek başına üstesinden gelemeyeceği konularda toplumsal katkıyı gerçekleştirme amacına yöneliktir. Sosyal devlet anlayışını sağlamada kullanılan en önemli araçlardan birisi de vergi politikalarıdır. Bunun için olağan koşullarda vergiye tabi tutulması gereken gruplar ya da işlemler muafiyet ve istisna uygulamalarıyla vergi dışı bırakılmaktadır. Ekonomik olarak güçsüz kesimlerin değişik uygulamalarla desteklendiği gözlemlenmektedir. Bu bağlamda bir kısım taşınmaz sahiplerinin taşınmazlarını bedelsiz veya emsallerine göre düşük bedelle yakın akrabalarının veya yoksulların kullanımına bıraktığıEsas Sayısı : 2008/110 Karar Sayısı : 2010/55 2 sıklıkla gözlemlenen bir olgudur. Çeşitli nedenlerle aynı nitelikli, hatta aynı binada bulunan ev ve işyerlerinin çok farklı bedellerle kiraya verildiği de bir gerçektir. Emsal kira bedeli esası, mal sahipleri ile kiracıların kendi aralarındaki özel koşulları, mal sahibinin taşınmazını başkalarına kullandırırken çok farklı güdülerle hareket edebileceği gerçeğini göz ardı eden bir özellik taşımaktadır. Örneğin, taşınmazını bedelsiz olarak bir yoksulun kullanımına bırakan bir taşınmaz sahibinin elde etmediği bir kira geliri için vergi ödemesi gerekecektir. Bu nedenle toplumsal dayanışmayı güçleştirici bir yönü bulunduğundan sosyal devlet ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Sonuç olarak devletin ekonomik olanakların yetersizliği nedeniyle katkı sağlayamadığı vatandaşına, diğer bir vatandaşının katkı sağlaması da engellenmiş olacaktır. 2 Anayasanın 10. Maddesi Yönünden: Bu maddede, 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 07/05/2004 5170 S.K./l.mad) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü yer almaktadır. Anayasa'nın 10. maddesinde hukuksal eşitlik amaçlanmıştır. Eşitlik ilkesi, aynı hukuksal durumda bulunanlara aynı kuralların uygulanmasını gerektirir. (Anayasa Mahkemesi'nin 26.5.1998 gün ve Esas Sayısı: 1998/14, Karar Sayısı: 1998/24 sayılı kararı). Aynı kuralın mantıksal sonucu ise şu olmaktadır: Farklı hukuksal konumda bulunanlara aynı kural uygulanmamalıdır. Hüküm iptal istemine konu yasa kuralı yönünden değerlendirildiğinde, taşınmazını kiraya verip kira geliri elde eden kişi ile kira geliri elde etmeyen veya emsallerine göre daha az kira geliri elde eden kişiler aynı şekilde vergilendirilecektir. Bunun sonucunda gerçekte kira geliri elde etmiş olup olmamanın önemi kalmayacak, bir varsayıma dayalı olarak vergilendirme yapılacaktır. Oysa gelir vergisinin gerçek bir gelire dayanması gerekir. Kira geliri elde edildiğinin idarece ortaya konulması halinde her zaman tarhiyat yapılması mümkündür. Somut olayda olduğu gibi, kira geliri elde edenle etmeyenin aynı muameleye tabi tutulması halinde eşitlik ilkesinin zedelenmesi kaçınılmazdır. 3 Anayasanın 73. Maddesi Yönünden: Anayasa'nın 'Vergi Ödevi' başlıklı 73. maddesinin ilk üç fıkrasında, 'Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.' denilmektedir.Esas Sayısı : 2008/110 Karar Sayısı : 2010/55 3 Anayasa'nın 73. maddesinde belirtilen herkesin vergi ödemekle yükümlü olması ve verginin malî güce göre ödenmesi ilkeleri birlikte değerlendirildiğinde, bu ilkelerin vergilendirmede eşitlik ve adalet ilkelerinin gerçekleştirilmesi amacına yönelik olduğu görülmektedir. Malî güce göre vergilendirme, verginin yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, malî gücü fazla olanın malî gücü az olana göre daha fazla vergi ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi de, malî gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan ise farklı oranda vergi alınması esasına dayanır. (Anayasa Mahkemesi'nin 11.6.2003 gün ve Esas Sayısı : 2001/375, Karar Sayısı : 2003/61 sayılı kararı.) Bu ilkeler gelir vergisi yönünden çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması şeklinde özetlenebilir. Doğaldır ki, hiç kazanmayandan hiç vergi alınamaz. Emsal kira bedeli esası yönünden değerlendirildiğinde, kirası olmayan taşınmazın vergisi de olmamalıdır. Kiraya verenin ekonomik durumunun iyi olup olmaması da bu durumu değiştirmez. Türk vergi sisteminde vergiler gelir, servet ve harcamalar üzerinden alınmaktadır. Vergi kaybının önüne geçmek amacıyla bazı güvenlik tedbirleri getirilmesi mümkün olmakla birlikte, gelir vergisi yükümlülüğünden söz edebilmek için 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 2. maddesinde belirtilen kazanç ve iratların elde edilmiş olması önkoşuldur. Ortada elde edilmiş bir kazanç veya irat yoksa vergilendirme de söz konusu olmamalıdır. IV GENEL DEĞERLENDİRME: Mahkememizce, itiraz konusu yasa kuralının, Anayasanın 2., 5., 10. ve 73. maddelerine aykırılıklar içerdiği gibi, vergilendirmenin genel ilkeleriyle de uyumsuzluklar içerdiği kanaatine varılmıştır. 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 'Gayrimenkul Sermaye İradının Tarifi' başlıklı 70. maddesinde, 'Aşağıda yazılı mal ve hakların sahipleri, mutasarrıfları, zilyedleri, irtifak ve intifa hakkı sahipleri veya kiracıları tarafından kiraya verilmesinden elde edilen iratlar gayrimenkul sermaye iradıdır' denilerek maddenin devamında nelerin gayrimenkul sermaye iradı sayılacağı sayılmıştır. Maddedeki düzenlemede, gayrimenkul sermaye iradının 'elde etme' koşuluna bağlandığı görülmektedir. Buna göre elde edilmeye irat nedeniyle vergilendirme yapılması yasanın bütünlüğüyle de çelişmektedir. Diğer taraftan, 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 'Vergi Kanunlarının Uygulanması Ve ispat' başlığını taşıyan 2365 sayılı Yasa ile değişik 3. maddesinde, 'A) Vergi kanunlarının uygulanması: Bu Kanunda kullanılan 'Vergi Kanunu' tabiri işbu Kanun ile bu Kanun hükümlerine tabi vergi, resim ve harç kanunlarını ifade eder. Vergi kanunları lafzı ve ruhu ile hüküm ifade eder. Lafzın açık olmadığı hallerde vergi kanunlarının hükümleri, konuluşundaki maksat, hükümlerin kanunun yapısındaki yeri ve diğer maddelerle olan bağlantısı gözönünde tutularak uygulanır. B) İspat: Vergilendirmede vergiyi doğuran olay ve bu olaya, ilişkin muamelelerin gerçek mahiyeti esastır.Esas Sayısı : 2008/110 Karar Sayısı : 2010/55 4 Vergiyi doğuran olay ve bu olaya ilişkin muamelelerin gerçek mahiyeti yemin hariç her türlü delille ispatlanabilir. Şu kadar ki, vergiyi doğuran olayla ilgisi tabii ve açık bulunmayan şahit ifadesi ispatlama vasıtası olarak kullanılamaz. İktisadi, ticari ve teknik icaplara uymayan veya olayın özelliğine göre normal ve mutad olmayan bir durumun iddia olunması halinde ispat külfeti bunu iddia eden tarafa aittir.' hükmü yer almıştır. Madde hükmüne göre vergi muamelelerinde gerçek durumun esas alınması gerekir. Gerçek ortadayken varsayıma dayalı olarak vergilendirme yapılması hukuka ve söz konusu hükme aykırılık teşkil etmektedir. Olayın niteliğine göre idarece aksinin ispatlanması halinde her zaman tarhiyat yapılabileceği açıktır. Ancak, irat elde edilmediğinin açık olması halinde vergilendirme işlemleri yapılmasının başta Anayasa olmak üzere hukuka aykırı olduğunda kuşkuya yer yoktur. İtiraz konusu madde, kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Madde düzenlemesine göre, emsal kira bedelinin, binaların mal sahiplerinin usul ve füru veya kardeşlerinin ikametine tahsis edilmesi durumunda uygulanmazken, işyeri olarak tahsis edilmesi halinde uygulanması gerekmektedir. Hatta eşinin bedelsiz işyeri olarak kullanımına bırakılması halinde bile vergilendirme yapılabilecektir. Oysa mal sahibi açısından taşınmaza tasarruf şeklinin ikametgah ya da işyeri olmasının bir önemi yoktur. Düzenleme bu yönüyle de yukarıda belirtilen sebeplerle Anayasanın 2., 5., 10. ve 73. maddelerine aykırıdır ve iptali gerekir. V SONUÇ Açıklanan nedenlerle; 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 'Emsal Kira Bedeli Esası' başlıklı 73. maddesinin Anayasanın 2., 5., 10. ve 73. maddelerine aykırılığı nedeniyle re'sen Anayasa Mahkemesi'ne başvurularak iptalinin istenilmesine, dava dosyasının tüm belgeleriyle birlikte onaylı suretinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesi'ne sunulmasına, karar aslı ile dosya suretinin yüksek mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay beklenilmesine, beş ay içinde netice gelmezse mevcut mevzuata göre davanın görülmesine 13.11.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'" | 1,398 |
Esas sayısı:1980/15 Karar sayısı:1980/56 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin Anayasa'ya aykırılık savının gerekçesi özetle şöyledir: Sanığın, Türk Ceza Yasasının 266. maddesinin 1. bendinde gösterilen kişilerden sayılan mağduru 7 gün çalışmaktan yoksun bırakacak derecede yaralaması nedeniyle Türk Ceza Yasasının 456/4. maddesine göre verilecek ceza, aynı yasanın 271/1. bendi uyarınca üçte birden yarıya kadar artırılacak, ancak bu artırma 271. maddenin son fıkrasındaki "Hiç bir halde yapılacak zam altı aydan aşağı olamaz." hükmü gereğince altı aydan az olamayacaktır. Türk Ceza Yasasının olayda uygulanması söz konusu olan 456/4. fıkrası, sanık hakkında iki aydan altı aya kadar hapis veya 200 liradan 2.500 liraya kadar ağır para cezası verilmesi hükmünü öngörerek, hâkime seçim hakkı ve cezanın kişiselleştirilmesi olanağı tanımış, bu hak ve hâkimin vicdanî kanısına göre karar verme yetkisi ise 271. maddedeki sözü geçen hüküm nedeniyle ortadan kaldırılmış ve hâkim mutlaka hapis cezası verme zorunda bırakılmıştır. Bu zorlama, Anayasa'nın, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu belirleyen 2. maddesine, herkesin yasa önünde eşitliğini öngören 12. maddesine ve hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduğunu, Anayasa'ya, hukuka ve vicdanî kanılarına göre karar vermelerini buyuran 132/1. maddesine açıkça ters düşmektedir." | 182 |
Esas Sayısı : 2009/33 Karar Sayısı : 2010/78 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Merkez Valisi olarak görev yapmış olan davacı Güngör Aydın tarafından, 29.1.1982 tarih ve 8/4226 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile resen emekliye sevk edilmesine ilişkin işlemin iptali ve yeniden merkez valisi olarak atandığı tarihe kadar, emekli statüsünde geçirdiği 8 yıl 3 ay 22 günlük sürenin fiili hizmetine eklenerek emeklilik yönünden değerlendirilmesi ve emekli maaşı ile merkez valisi maaşı arasındaki maaş ve özlük hakları farkının bugünkü değeri üzerinden yasal faiziyle birlikte ödenmesi için davalı idarelere yaptığı başvuruların reddine ilişkin işlemlerin iptali ve resen emekliye sevk edilmesine dayanak olan 2559 sayılı Yasanın Anayasaya aykırı olduğu ileri sürülerek iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması istemiyle Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığına karşı açılan davaya ait dosya incelenerek gereği görüşüldü: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 12. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu; 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı; 49. maddesinde ise, çalışmanın, herkesin hakkı ve ödevi olduğu, devletin, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alacağı hükümleri yer almaktadır. Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde, kamu kesiminde çalışanlar da dahil olmak üzere tüm çalışanların yaşam seviyesini yükseltmek, çalışanları korumak ve çalışmayı desteklemekle yükümlü olan devletin öncelikle, gereken yeterlilik ve özellikleri taşımaları nedeniyle fiilen çalışan kişilerin mevcut işlerini kaybetmemeleri için gerekli olan önlemleri almakla yükümlü olduğu anlaşılmakta olup, fiilen çalışan ve yaptıkları iş için gerekli olan niteliklere ve yeterliliğe sahip olan kişilerin, haklı bir nedene dayanmayan çeşitli gerekçelerle çıkarılan yasalarla işlerine son verilmesinin, çalışma hakkının özüne dokunmak anlamına geleceği sonucuna varılmaktadır. 14.11.1981 tarih ve 17514 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren, 2559 sayılı 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Üçüncü Maddesi ile Onbeşinci Maddesinin (h) Fıkrasının Değiştirilmesine ve Otuzdokuzuncu Maddesine (j) Fıkrası ve Bu Kanuna Geçici ve Ek Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanunun 4. maddesinde, '5434 sayılı TC Emekli Sandığı Kanununa aşağıdaki ek geçici maddeler eklenmiştir: EK GEÇİCİ MADDE 1. Yirmi fiili hizmet yılını veya ellibeş yaş ve on fiili hizmet yılını dolduran iştirakçilerden, 31 Aralık 1981 tarihine kadar emekliliklerini isteyen ve bu madde hükümlerine göre emekli edilmeleri kurumlarınca kabul edilenlere değişik 41 inci madde uyarınca aylık bağlanır ve emekli ikramiyeleri % 25 fazlası ile ödenir. EK GEÇİCİ MADDE 2. Ek geçici 1. maddede yazılı durumda bulunan iştirakçilerden anılan maddede belirtilen süre içinde emekliliklerini istememiş olanlar 31 Ocak 1982 tarihineEsas Sayısı : 2009/33 Karar Sayısı : 2010/78 2 kadar, atanmaları Bakanlar Kurulu Kararı ile yapılmış olanlar atanmalarındaki usule göre, diğerleri müşterek kararla resen emekliye sevkedilebilirler. Herhangi bir Bakanlığa bağlı olmayan Kuruluşlardaki iştirakçiler hakkında da yetkili organların teklifi, Maliye Bakanının önerisi üzerine müşterek kararla yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır. Bunlara değişik 41 inci madde hükümlerine göre aylık bağlanmakla beraber emekli ikramiyeleri %15 fazlasıyla ödenir.' kurallarına yer verilmiştir. (Davacının resen emekliye sevkine dayanak oluşturan Ek Geçici 2. madde, 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunun Ek Geçici 16. maddesi olarak Kanun metnine dahil edilmiştir.) Bu hükümler ile idareye verilen takdir yetkisi uyarınca, dava konusu edilen 29.1.1982 tarih ve 8/4226 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile, aralarında davacının da bulunduğu 33 merkez valisi, herhangi bir gerekçe göstermeksizin resen emekli edilmiş; daha sonra, 17.5.1990 tarih ve 90/467 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile resen emekli edilenlerin bir kısmı ve davacı açıktan merkez valisi kadrolarına atanmışlardır. Davacının ve yukarıda belirtilen diğer merkez valilerinin, resen emekliye sevk edilmelerine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararında herhangi bir gerekçe gösterilmemesi ve daha sonra yeniden merkez valisi olarak atanmaları, bu kişilerin yürüttükleri görevin gerektirdiği niteliklere ve yeterliliğe sahip olmalarına karşın, o dönemin koşullarının sonucu olarak emekliye sevk edildiklerini göstermektedir. Bu durumun, mülki idare amirleri sınıfında uzun süre kamu hizmeti yapmış olan ve daha sonra da tecrübelerinden kamu hizmetlerinde yararlanılabilecek ilgili kişilerin çalışma haklarını ihlal ettiği açıktır. Buna göre, bakılan uyuşmazlıkta uygulanacak kural niteliğinde bulunan ve idareye, kamu yararı ve hizmet gerekleri bakımından herhangi bir haklı nedene dayanmaksızın ilgilileri resen emekliye sevk etme konusunda yetki veren ve davacının da resen emekliye sevk edilmesine dayanak oluşturan, 2559 sayılı 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Üçüncü Maddesi ile Onbeşinci Maddesinin (h) Fıkrasının Değiştirilmesine ve Otuzdokuzuncu Maddesine (j) Fıkrası ve Bu Kanuna Geçici ve Ek Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanunun 4. maddesi ile 5434 sayılı Kanuna eklenen Ek Geçici 16. maddenin Anayasanın 12., 13. ve 49. maddelerine aykırı olduğu anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Anayasa'nın 2. maddesinde hukuk Devleti ilkesi vurgulanırken, 7. maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği hükümleri yer almıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrasına göre ise, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi gerekmektedir. Anayasa Mahkemesinin 3.4.2007 gün ve E:2005/52, K:2007/35 sayılı kararında da belirtildiği gibi,Esas Sayısı : 2009/33 Karar Sayısı : 2010/78 3 Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine göre bu düzenlemelerin açık, öngörülebilir ve sınırlarının belirli olması zorunludur. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırı çizmeden idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı, Anayasa'nın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti ilkesine olduğu gibi yasama yetkisinin devredilmezliğini öngören 7. maddesine de aykırılık oluşturacaktır. Emekli Sandığı iştirakçilerinin zorunlu yaş haddinin, genel olarak, 65 yaşın doldurulduğu tarih olarak belirlenmiş olmasına karşın, 2559 sayılı Kanunun 4. maddesiyle 5434 sayılı Kanuna eklenen Ek Geçici 16. madde ile bazı kamu görevlilerinin yaş haddinden çok önce resen emekliye sevk edilebilmeleri öngörülmektedir. Yasa kuralında, resen emekliye sevk konusunda herhangi bir ölçüt belirlenmemiş ve yasa kuralının uygulaması tamamen idarenin takdirine bırakılmıştır. Yasa ile ölçütleri ve uygulama esasları belirlenmeden, çerçevesi çizilmeden resen emekliye sevk konusunda idareye sınırsız yetki verilmesi yasa ile düzenleme anlamına gelmemektedir ve bu şekilde, bir düzenleme yoluna gidilmeden idareye sınırsız takdir yetkisinin bırakılması yasama yetkisinin devri niteliği taşımaktadır. Bu durum hukuk devleti ilkesine de aykırılık oluşturacağından, 2559 sayılı Kanunun 4. maddesi ile 5434 sayılı Kanuna eklenen Ek Geçici 16. maddenin Anayasanın yukarıda yer verilen 2., 7. ve 128. maddelerine de aykırı olduğu anlaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle ve 2949 sayılı Kanunun 28. maddesi gereğince, 14.11.1981 tarih ve 17514 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren, 2559 sayılı 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Üçüncü Maddesi ile Onbeşinci Maddesinin (h) Fıkrasının Değiştirilmesine ve Otuzdokuzuncu Maddesine (j) Fıkrası ve Bu Kanuna Geçici ve Ek Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanunun 4. maddesi ile 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununa eklenen Ek Geçici 16. maddenin Anayasanın 2., 7., 12., 13., 49. ve 128. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 23.1.2009 gününde oybirliği ile karar verildi.'" | 1,184 |
Esas Sayısı : 2007/115 Karar Sayısı : 2009/80 1 "... II İTİRAZ VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ Başvuran Mahkemeler 5326 sayılı Yasa'nın, 2. maddesi ile ilgili olarak özetle; Kabahat tanımının belirsiz olduğu, kanunda 'kanunun, karşılığında idari yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlık' kabahat olarak tanımlanmakla birlikte bu tanımdan idari yaptırımın ne olduğunun anlaşılamadığı, hukuk devletinin unsurlarından olan belirlilik ilkesi ile hukuki güvenlik ilkesi uyarınca yasa kurallarının anlaşılabilir açıklıkta olması gerekirken kabahat tanımı yapılırken bu ilkeye uyulmadığı, tanımda yer alan idari yaptırım ve haksızlık kavramlarını açıklayıcı bir düzenlemenin de bulunmadığı, hukukçuların dahi eksiksiz anlayamadığı kabahat tanımının vatandaşlarca anlaşılmasının beklenemeyeceği, kabahat tanımının açık olmamasına rağmen kanunu bilmemek mazeret sayılmaz ilkesi gereğince kişilerin bu düzenlemeye göre cezalandırılacak olmasının Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğu, 5560 sayılı Yasa'nın 31. maddesiyle değiştirilen 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi ile ilgili olarak özetle; Anayasa Mahkemesi'nin 1.3.2006 günlü, E:2005/108, K:2006/35 sayılı kararında idarenin kamu gücünü kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemlerinin idari yargı denetimine tabi olacağı belirtilmiş iken getirilen yeni düzenlemede adli yargının genel görevli kabul edilmesinin iptal kararı gerekçesinin dikkate alınmadığını gösterdiği, idare hukuku ilkelerine göre tesis edilmiş olan işlemlere karşı idari yargı yoluna başvurulabilmesi için bu yönde yasal bir düzenlemenin varlığının koşul olarak aranmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, söz konusu düzenlemenin mahkeme kararlarına uyulmasının zorunlu olduğunu belirten kurala aykırı olduğu, Anayasa ile benimsenen yargı ayrılığı rejimine göre idari yargının görevli olması gereken idari işlemlerin denetiminde yasa koyucu tarafından adli yargının görevli kılınabilmesinin mümkün olmadığı ve yasa koyucunun bu konuda takdir hakkının bulunmadığı, Anayasa Mahkemesi kararında yer alan gerekçe dikkate alınmaksızın yeni yasal düzenleme yapılmasının kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırılık oluşturduğu, idarenin yürütmekle yükümlü olduğu hizmetleri gereği gibi yerine getirebilmesi amacıyla idare hukuku alanındaki düzene aykırı davranışlar nedeniyle yaptırım uygulama yetkisi ile donatıldığı; idari yaptırımlar arasında yer alan ve idari bir yasağa aykırı davranılması nedeniyle idari makamlarca kamu gücünün kullanılması suretiyle verilen idari para cezaları nedeniyle çıkacak uyuşmazlıklarda idari yargının görevli olduğu, idari işlem ve eylemlerin denetiminin bu konuda uzman olan idari yargı yerine adli yargıya bırakılmasının hukuk devleti ilkesinin gereklerinden biri olan etkin yargılama ilkesiyle bağdaşmadığı, önceden ceza kanununda yer alan ve adli ceza ile müeyyidelendirilen kabahatlerin ayrı bir kanunla düzenlenerek idari ceza ile müeyyidelendirilmesinden sonra bu işlemlere karşı açılacak davalarda adli yargının görevlendirilmesinin anılan süreçle de bağdaşmadığı, bu düzenlemenin her biri tipik idari işlem olan kabahatler sebebiyle verilen idari para cezalarına karşı açılan davaların idari yargı yerlerinde görülmesi gerektiği yolunda Anayasa Mahkemesi'nce verilen geçmiş tarihli kararlara da aykırı olduğu, idare hukuku ilkelerine göre tesis edilen bir idari işlemin idari para cezası niteliğini taşıması nedeniyle denetiminin idari yargı alanından çıkarılarak adli yargıya bırakılmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin görev alanıEsas Sayısı : 2007/115 Karar Sayısı : 2009/80 2 dışında kalan idari işlem ve eylemlerden doğan uyuşmazlıklarda genel idari yargının görevli olduğu,yargı ayrılığının benimsendiği Anayasal rejimde idari işlemlere karşı adli yargının görevlendirilmesinin hukuk devletinin unsurlarından olan belirlilik ve hukuki güvenlik ilkelerine aykırı bulunduğu, belirtilen nedenlerle itiraz konusu kuralın Anayasa'nın 2., 5., 125., 138., 153., 155. ve 157. maddelerine aykırı olduğu, 16. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile ilgili olarak özetle; İdari tedbirlerin kapsamı belirlenirken mülkiyetin kamuya geçirilmesinin yanı sıra 'ilgili kanunlarda yer alan diğer tedbirler' ifadesine yer verilmesinin bilinmeyen yeni bir kavramın ortaya çıkmasına neden olduğu, ilgili kanunlarda yer alan diğer tedbirlerin neler olduğunun anlaşılamadığı, anlaşılamayan bu düzenlemeye göre ilgililerin cezalandırılmasının hukuk devleti ilkesine uygun bulunmadığı ve Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğu, 27. maddesine 5560 sayılı Yasa'nın 34. maddesiyle eklenen (8) numaralı fıkrası ile ilgili olarak özetle; İdari yaptırımlara karşı açılacak davaların belirli durumlarda idari yargıda görülmesini öngören itiraz konusu kuralın, hukuki karmaşaya yol açacak nitelikte olduğu, yasaların belirli ve açık olması ilkesine aykırı olduğu, itiraz konusu kuralın uygulanması ile ilgili olarak mahkemelerin bile farklı uygulamaları bulunmakta iken kişilerin nerede dava açacakları konusunda belirsizlik bulunduğu, söz konusu düzenlemenin hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı, 'idari yargının görev alanına giren kararların da verilmiş olması halinde' ifadesinin de belirsiz olduğu ve idari işlemlerin istisnai hallerde idari yargıya yöneltilmesi halinin Anayasa'yla bağdaşmadığı, itiraz konusu kuralla idari işlem niteliğindeki idari yaptırımların hukuka uygunluk denetiminin idari yargı dışında bırakılması sonucuna yol açtığı, mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri ile işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla düzenlenmesi gerektiği, yasa ile yapılan belirlemenin ihtiyarilik içermemesi gerektiği, uygulamada ortaya çıkacak farklı uygulamalara göre farklı yargı yerlerinin görevli olmasının Anayasa'nın 125.,142. ve 155. maddelerine aykırı olduğu, savını ileri sürmüşlerdir." | 711 |
Esas Sayısı : 2005/152 Karar Sayısı : 2009/14 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ Başvuru kararlarında özetle, 657 sayılı Yasa'nın 209. maddesine eklenen fıkra ile 198 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 10. maddesine eklenen bent kurallarına göre, tedavi yardımı ile ilgili iyileştirme araçlarının bedellerinin memurlar ve diğer kamu görevlilerinin kurumlarınca ödenecek kısmı ve buna ilişkin esas ve usullerin neler olacağı konusunda Maliye Bakanlığına yetki verildiği, Devletin ekonomik ve sosyal alandaki görevlerini yerine getirirken yapacağı düzenlemelerde yaşama hakkını ortadan kaldıran veya kısıtlama getiren kurallar getiremeyeceği, iyileştirme araçları konusundaki usul ve esasların yasakoyucu tarafından belirlenmediği ve bu konuların tamamen yürütme organının takdirine bırakıldığı, bu nedenlerle kuralların Anayasa'nın 2., 5., 7., 10., 11., 17., 56. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür." | 117 |
Esas sayısı:1980/76 Karar sayısı:1981/16 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin gösterdiği gerekçe özet olarak şöyledir: Duvarlara siyasi içerikli yazı yazmaktan ibaret olan sanığın eylemi Türk Ceza Yasasının 536. maddesine uygun düşmekte olup, bu maddede yapılan değişikliklerle cezalar artırılmış olduğu gibi, mahkemelere tanınan takdiri erteleme hakkı da ortadan kaldırılmıştır. Daha ağır cürümlerde 647 sayılı Yasanın 4., 5. ve 6. maddelerinin uygulanması mahkemelerin takdirine bırakılmış olmasına karşın, çok daha hafif olan bir suçtan dolayı sözü geçen Yasanın uygulanamaması ve suç sayılan yazıların siyasal içerik taşımaması durumunda cezadan belirli bir oranda indirim yapılması, dernek ve benzeri kuruluş üyelerine verilen cezaların da belirli oranlarda artırılması Anayasanın eşitlik ilkesine ve "asafet" kurallarına aykırı görüldüğünden, konunun Anayasa Mahkemesine götürülmesine karar verilmiştir." | 118 |
Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 1 "... III. GEREKÇE Bilindiği üzere 18.10.2012 tarihinde TBMMde kabul edilen 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 07 Kasım 2012 tarih ve 28460 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Çağdaş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de örgütlenme ve toplu pazarlık ve bunun ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilen grev hakkı anayasamızda çeşitli düzenlemelerle belirlenmiştir. Söz konusu alan, çalışanların çalışma, örgütlenme, toplu pazarlık gibi temel hak ve özgürlükleriyle doğrudan ilgisi sebebiyle Anayasanın 51 nci, 52, 53 ve 54 ncü maddelerindeki hükümlerle düzenlenmiş olduğu gibi, Anayasamızda örgütlenme, çalışma haklarıyla ilgili diğer düzenlemeler de mevcuttur. Anayasanın 49 uncu maddesinde Devletin, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek ve çalışma hayatını geliştirmek amacıyla çalışanları korumak için gerekli önlemleri alacağı; 50 nci maddesinde de kimsenin, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamayacağı ile küçükler ve kadınlar ile bedeni ve ruhi yetersizliği olanların çalışma şartları bakımından özel olarak korunacakları emredici biçimde düzenlenmiştir. Anayasal kuralların ruhuna uygun olarak düzenleme yapılması yerine gündelik ihtiyaçların giderilmesini önceleyen, her alanda olduğu gibi sendika ve toplu sözleşme alanında da günü kurtarmaya yönelik, özgürlükleri kısıtlayıcı bir biçimde hareket eden Hükümet tarafından 6356 sayılı Yasada da aynı yaklaşım sürdürülmüştür. Türkiyede çalışma yaşamını doğrudan ilgilendiren ve 6356 Sayılı Kanunun gerekçesinde de görüleceği üzere; çağdaş bir çalışma yaşamı tesis etme ve ILO ve Avrupa Sosyal Şartı ve AB normlarının karşılanması gibi iki önemli gerekçeye dayandırılan söz konusu kanun olumlu bir adım olarak değerlendirilmiştir. Ancak 12 Eylül darbesinin bir ürünü olan ve sendikal örgütlenme ile toplu pazarlık hakkı konusunda özgürlükçü ortamını kısıtlayan bir anlayışı yansıtan 2821 ve 2822 Sayılı Yasaları çağdaşlaştırma, özgür ve demokratik bir örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı kurmayı hedefleyen bu yasa tasarısı hedeflerin oldukça uzağındadır. Ayrıca, söz konusu yasa, gerek bilim kurulu tarafından oluşturulan önerileri, gerekse birçok defa biraraya gelen Üçlü Danışma Kurulunun üzerinde mutabık kaldığı ana sorunlara yönelik yaklaşımlarını ve mutabakatlarını dikkate almamıştır. 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu iş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasaları, çeyrek Yüzyılı aşkın bir süredir anti demokratik yönleri ve örgütlenme özgürlüklerini yeterince korumadığı gerekçesiyle, sendikalar ve Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından da eleştirilmektedir. Türkiye, bu nedenlerle, ILO Sözleşmelerinin uygulanmasını izleme ve denetleme görevlerini yerine getiren ILO Aplikasyon Komitesinin toplantılarının gündemine gelmektedir. Türkiye, ILOnun sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin temel sözleşmeleri olan Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkı İlkelerinin Uygulanmasına dair 98 sayılı Sözleşmesini 1951 yılında, Örgütlenme Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına dair 87 sayılı Sözleşmesi ile Kamu Hizmetinde Örgütlenme Hakkının Korunması ve İstihdam Koşullarının Belirlenmesi Yöntemlerine İlişkin 151 sayılı Sözleşmesini 1993 yılında onaylamıştır.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 2 Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90. maddesinde 2004 yılında yapılan bir değişiklikle, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı hükme bağlanmıştır. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Öte yandan Türkiyenin Avrupa Birliği ile yürüttüğü üyelik müzakereleri sürecinde açılması gereken fasıllardan biri de 19. fasıl olan İstihdam ve Sosyal Politika başlığıdır. AB düzeyinde sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev haklarına ilişkin düzenlemeler bulunmamakta ve bu konu üye devletlerin ulusal mevzuatına bırakılmış bulunmaktadır. Ancak Avrupa Birliği ana antlaşmaları, diğer AB müktesebatı ve özellikle AB Temel Haklar Şartı ile, ILO standartları ve Avrupa Konseyi Sosyal Şartında ifadesini bulan temel sendikal haklara uymayı üye devletler için şart koşmaktadır. Türkiye AB üyeliğine aday ülke olarak AB ana antlaşmalarına ve diğer AB müktesebatına uymayı taahhüt etmiş bulunmaktadır. Bu nedenle de üyelik müzakereleri sürecinde, sendikal mevzuatını ILO ve Avrupa Konseyi Sosyal Şartında biçimlenen sendikal hak ve özgürlüklere uyarlamak zorundadır. İstihdam ve Sosyal Politika faslının açılışı bu uyarlamaya bağlı görünmektedir. Türkiye bu bağlamda 2821 ve 2822 ve 4688 sayılı Yasaları sendikal özgürlükleri artıracak biçimde yeniden düzenlemeyi ve ILOnun 87 ve 98 sayılı Sözleşmeleri ile Avrupa Sosyal Şartına uyumlu hale getirmeyi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının öncelikli görevi olarak belirlemiştir. Ancak 6356 Sayılı Yasanın ILO tarafından eleştirilen konulara ilişkin çözüm üretmediği görüldüğü gibi Türkiyede sendikal hareketin örgütlenmesinin önündeki engelleri de kaldırmadığı açıktır. 2012 yılı itibariyle SGK verilerine göre işçi sayısı 11 Milyondan fazladır. Sendikalarda örgütlü işçi sayısı yaklaşık 885,00 kişidir. Toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısı da 567,000 kişidir. Görüldüğü üzere Türkiyede sendikalaşma oranı % 5lere kadar düşmüştür. Kamuda örgütlü işçi sayısının belediyeler de dahil olmak üzere yaklaşık 360,000 civarında olduğu göz önüne alınırsa özel sektörde örgütlenme oranı % 2 oranına kadar gerilemiş durumdadır. Özellikle 2010 yılından itibaren Çalışma Bakanlığının SGK verilerini kullanmaya başlamasından itibaren yukarıda belirttiğimiz durumun sendikalara etkisi daha net ortaya çıkmıştır. Birçok sendikanın % 10 işkolu barajını aşamama durumu yaşanmış ve bu nedenle işkolu istatistiklerinin yayımı durdurulmuştur. Bugün gelinen noktada 12 Eylül hukukunun getirdiği % 10 işkolu barajı nedeniyle yaklaşık 18 19 Sendika dışında bütün sendikaların yetkisiz kalma riski ortaya çıkmıştır. Ama yapılan yeni düzenleme bu sorunu çözmekten çok daha da zorlaştırıcı bir durum yaratmıştır. Bunun ana nedeni de İşkollarının birleştirilmesi gibi hiçbir bilimsel gerekçesi olmayan bir düzenlemeyle işkolu barajının Yasa ile % 3e indirilmesidir. Bu baraj aslında eski sisteme göre bazı sektörlerde % 20ler düzeyinde bir baraj getirilmesi anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, söz konusu yasa tasarısı özgürlükçü olma hedeflerinin çok gerisinde, ILOnun 87 ve 98 Sayılı sözleşmelerine aykırılıkların devam ettiği bir tasarı olduğu gibi iktidar partisi AKPnin Parti Programında, seçim beyannamesinde, 61. Hükümet Programında veEsas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 3 AKP 2010 Referandum Kitapçığında belirtilen resmi görüşlerine de aykırılıklar teşkil etmektedir. Söz konusu yasada Anayasamızın ekonomik ve sosyal haklar başlığı altındaki 51, 52, 53 ve 54 ncü maddeleri ile 2, 7, 10, 49, 50, 90. maddelerine aykırı düzenlemeler bulunmaktadır. Aşağıda söz konusu 6356 Sayılı Yasanın ilgili maddeleri ve düzenlemelerine ilişkin anayasaya aykırılık iddialarımız gerekçeleriyle birlikte sırasıyla ele alınmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, söz konusu aykırılıklar konu boyutunda bir aykırılık durumu oluşturduğundan ve bir düzenlemenin çeşitli maddeleri ilgilendirmesi ve bağlantıları nedeniyle bağlantılı maddeler ve fıkralar bir bütün olarak ele alınmış ve buna göre gerekçelendirilmiştir. 1 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun Tanımlar başlıklı 2. maddesinin birinci fıkrasının (ğ) bendi, 3. maddesinin birinci fıkrasının ve 5. maddesinin iptali istemi, Konu: Yalnızca İşkolu Esasına Göre Sendika Kurulmasının Şart Koşulması İlgili maddeler ve fıkralar: a 2. madde, 1. fıkra, ğ bendi: bir işkolunda faaliyette bulunmak üzere ifadesi. b 3. madde, 1. fıkra: Sendikalar kuruldukları işkolunda faaliyette bulunur cümlesi. c 5. maddesi Anayasanın 13., 51. ve 90. maddelerine aykırıdır. 6356 sayılı Kanunun 2. maddesinin 1. fıkrasının (ğ) bendinde sendika tanımı şu şekilde yapılmıştır: Sendika: İşçilerin veya işverenlerin çalışma ilişkilerinde, ortak ekonomik ve sosyal hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek için en az yedi işçi veya işverenin bir araya gelerek bir işkolunda faaliyette bulunmak üzere oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kuruluşları, 6356 sayılı Kanunun Kuruluş serbestisi başlıklı 3. maddesinin 1. fıkrası şu şekildedir: Kuruluşlar, bu Kanundaki kuruluş usul ve esaslarına uyarak önceden izin almaksızın kurulur. Sendikalar kuruldukları işkolunda faaliyette bulunur. 6356 Sayılı Yasanın İşkolunun Tespiti başlıklı 5. maddesi şu şekildedir. (1) Bir işyerinin girdiği işkolunun tespiti Bakanlıkça yapılır. Bakanlık, tespit ile ilgili kararını Resmî Gazetede yayımlar. Bu tespite karşı ilgililer, kararın yayımından itibaren onEsas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 4 beş gün içinde dava açabilir. Mahkeme iki ay içinde kararını verir. Kararın temyiz edilmesi hâlinde Yargıtay uyuşmazlığı iki ay içinde kesin olarak karara bağlar. (2) Yeni bir toplu iş sözleşmesi için yetki süreci başlamış ise işkolu değişikliği tespiti bir sonraki dönem için geçerli olur. İşkolu tespit talebi ve buna ilişkin açılan davalar, yetki işlemlerinde ve yetki tespit davalarında bekletici neden sayılmaz. (3) İşkolu değişikliği yürürlükteki toplu iş sözleşmesini etkilemez. 6356 sayılı Kanunun 2. maddesinin 1. fıkrasının (ğ) bendinde yer alan bir işkolunda faaliyette bulunmak üzere ifadesi ile Kanunun 3. maddesinin 1. fıkrasında yer alan Sendikalar kuruldukları işkolunda faaliyette bulunur ifadeleri ile bu düzenleme ile bağlantılı olan 5. maddesi, sendikaların yalnızca işkolu esasına göre kurulabilmesini ve faaliyet gösterebilmesini düzenlemekte olup, işkolu sendikaları dışındaki farklı sendika türlerini, işyeri sendikaları ile meslek sendikalarının kurulmasını ve faaliyet göstermesine olanak tanımamaktadır. Anayasanın 51. maddesi Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz şeklindedir. Sendika özgürlüğü, sendikaya üye olmak, çekilmek, üst kuruluşlar kurmak ve sendikal faaliyetleri kapsayan bir özgürlük olarak tanımlanmıştır. Sendika hakkını sınırlama nedenleri genel sınırlama nedenlerinin yanında Anayasanın 51. maddesinde özel olarak düzenlenmiştir. Bu sınırlama nedenlerinin hiçbirinde sendikaların işkolunda kurulmasını ve faaliyet yürütmesini haklı gösterecek bir ifade yoktur. Sendika kurma hakkı Anayasamızda ayrım gözetmeksizin çalışanlar ve işverenlere tanınmış ve güvence altına alınmıştır. Türkiyede yalnızca tek tip, işkolu sendikacılığını zorunlu kılan söz konusu düzenlemeler, Anayasaya ve tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelere aykırı olarak, sendika kurma ve örgütlenme hak ve özgürlüklerine yönelik ağır, aşırı ölçüsüz, demokratik toplum niteliklerine aykırı bir sınırlama getirmektedir. Öyle ki evrensel ölçekte sendika serbestisi ve sendika çokluğu ilkeleri benimsenmiş olup, 6356 sayılı Yasanın öngördüğü işkolu sendikacılığı sınırlaması, bu ilkeler ile sendika kurma ve örgütlenme hak ve özgürlüğünün ihlali niteliğindedir. Şöyle ki, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 23. maddesinin 4. fıkrası, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin 8. maddesi, Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 22. maddesinin 1. fıkrası, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11. maddesi ile Uluslararası Çalışma Örgütünün 87 sayılı Sözleşmesinin 2. ve 3. maddeleri ile sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkını tanımlamakta ve güvence altına alınmış olup; sendika serbesti ilkesi çerçevesinde farklı sendika türlerinin kurulabilmesi ve faaliyet gösterebilmesi söz konusu maddelerin doğal bir sonucudur. Bilhassa doğrudan sendika kurma hakkını güvence altına alan Uluslararası Çalışma Örgütünün 87 sayılı Sözleşmesinin 2. maddesi şu şekildedir:Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 5 Çalışanlar ve işverenler herhangi bir ayırım yapılmaksızın önceden izin almadan istedikleri kuruluşları kurmak ve yalnız bu kuruluşların tüzüklerine uymak koşulu ile bunlara üye olmak hakkına sahiptirler. 2. maddede çalışanların istedikleri kuruluşları kurma hakkı açıkça belirtilmiş olup, işkolu sendikaları dışındaki meslek ve işyeri sendikaları gibi farklı sendika türlerinin yasaklanması, bu bakımdan ILOnun 87 sayılı Sözleşmesinin ilgili düzenlemesine aykırıdır. Kaldı ki, ILO Yönetim Kurulu Örgütlenme Özgürlüğü Komitesi, ilke ve kararlarında, sendika kurma hakkının tek bir sendika tipi ile sınırlandırılmasının, işyeri ve meslek sendikalarına sınırlama getirilmesinin ILOnun 87 sayılı Sözleşmesinin 2. maddesine aykırı olduğunu belirtmiştir. Örneğin: İşçiler, temel düzeyde. İşyeri sendikası yada endüstri (işkolu) veya meslek sendikası gibi ana örgütlenmenin başka bir biçimini mi kurmayı seçeceklerine karar vermekte özgür olmalıdır (1996/279) Her bir kuruluşta, işte veya meslekte tek bir sendikayı gerektiren hükümler, 87 Nolu Sözleşmenin 2. maddesine uygun değildir (1996/282). Komite, Uluslararası Çalışma Konferansının, 87 Nolu Sözleşmede kendi istedikleri örgütler sözcüklerini dahil ederek, bazı ülkelerde, bir kişinin mesleki, mezhepsel veya siyasi nedenlerle katılmayı isteyebileceği birçok farklı işçi ve işveren örgütünün varlığını göz önünde bulundurduğuna, bununla birlikte, işçilerin ve işverenlerin çıkarları için, birleşik bir sendikal hareketin sendikal çoğulculuğa tercih edilir olup olmadığını beyan etmediğine işaret etmiştir. Konferans, bu suretle, herhangi bir grup işçinin (veya işverenin), maddi ve manevi çıkarlarını korumak için gerekli olduğunu düşünüyorlarsa, var olan örgütün yanı sıra örgütler kurma hakkını tanımıştır (1996, 286). Sendikal çeşitliliğin önlenmesi, işçilerin avantajına olabilirse de, devlet müdahalesi yoluyla, yasal araçlarla dayatılan sendikal hareketin birleşmesi, 87 Nolu Sözleşmenin 2. ve 11. maddelerinde kapsanan ilkeye ters düşmektedir (1996, 287). Sendikal harekette birlik devlet tarafından, yasalar vasıtasıyla dayatılmamalıdır çünkü bu örgütlenme özgürlüğü ilkelerine aykırı olacaktır (1996, 289). Öte yandan ILO Sözleşme ve Tavsiyelerin Uygulanması Hakkında Uzmanlar Komitesi, 87 sayılı ILO Sözleşmesi bakımından Türkiyeye ilişkin 1995 yılından bu yana yaptığı gözlemlerinde, işkolu düzeyindeki sendikaların doğası ve kapsamını netleştirmek amacıyla, işkolları ile ilgili olarak geniş sınıflandırma gruplarının kurulmasının kendisinin ILOnun 87 sayılı Sözleşmesine aykırı olduğunu belirtirken; 2009 yılında yaptığı gözlemde, 2821 sayılı Kanunda da yer alan işkolu sendikacılığı sınırlaması ile ilgili olarak, meslek veya işyeri temelinde sendika kurulması ile ilgili yasağın 87 sayılı ILO Sözleşmesinin 2. Maddesine aykırı olduğunu vurgulamıştır. Öte yandan ILO Sözleşme ve Tavsiyelerin Uygulanması Hakkında Uzmanlar Komitesi 87 sayılı ILO Sözleşmesi bakımından Türkiyeye ilişkin 2010 yılında yaptığı gözleminde, söz konusu dönemde hazırlanan ve ILOya gönderilen Sendikalar Kanunu taslağında işyeri ve meslek sendikalarının kurulmasına izin verilmesini Türk mevzuatının ILOnun 87 sayılıEsas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 6 Sözleşmesine uyumlu hale getirilmesi bakımından bir gelişme/ilerleme olduğunu özel olarak belirtmiştir. Ancak söz konusu taslak yasalaşmamış, 6356 sayılı Kanun ile mevcut yasak, ILOnun 87 sayılı Sözleşmesinin 2. maddesi ve ILO denetim organlarının karar ve tavsiyelerine rağmen sürdürülmüştür. Yukarıda belirtilen tüm hususlara rağmen, tek tip işkolu sendikacılığında ısrar edilmesi, Yasanın 3. maddesinin madde gerekçesinde, Maddede sendikaların ülkemiz endüstri ilişkileri sisteminin benimsediği ve uygulandığı biçimde işkolu esasına göre kurulacağı belirtilmiş ifadesine yer verilmiştir. Oysa Türkiye sendikacılık hareketi tarihi ve Türkiyede sendikal mevzuatın izlediği seyir, bu gerekçeden başka bir gerçekliğe işaret etmektedir. Öyle ki sendikalara ilişkin ilk esaslı yasal düzenleme 1947 yılında kabul edilen 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Yasadır. Her ne kadar Yasanın birinci maddesinde sendikaların aynı işkolunda faaliyet gösteren çalışanlarca kurulacağı belirtilmiş olsa da, Yasada işkolu barajı uygulamasına yer verilmediği için, aynı işkolunda çalışan işçiler, işyeri sendikaları ve bir işkolundaki bir mesleğe mensup işçileri bir araya getiren sendikalar (ör. Ereğli Kömür Havzası Maden İşçileri Sendikası, Tekel İstanbul Yaprak Tütün Bakım ve İşleme Sendikası) kurabilmiş ve bu sendikalar faaliyet gösterebilmiştir. İşyerlerinde ya da bir işletmenin bir ildeki şubesinde kurulan sendikalar zaman içinde yerel, bölgesel ve ulusal ölçekte sendika birlikleri, federasyonları ve nihayetinde işkolunun genelinde faaliyet gösteren sendikaları oluşturmuş, zaman içinde farklı işkollarındaki sendikalar, Konfederasyon düzeyinde örgütlenme yoluna gitmiştir. 5018 sayılı Kanunu yürürlükten kaldıran 274 sayılı Kanunun 9. maddesinde İşçi sendikaları, aynı işyerinde veya aynı işkolundaki işyerlerinde çalışan işçileri veyahut birbirleriyle ilgili işkollarında çalışan işçileri içine alır tanımına yer verilmiş, böylece aynı işyerinde çalışan işçilerin işyeri sendikalarında örgütlenmesine olanak tanınırken, 275 sayılı Yasada toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili olmak için işkolu barajı şartı getirilmediğinden dolayı yine bir işkolunda aynı meslek mensuplarını bir araya getiren, fiilen meslek sendikası olarak işlev gören sendikalar (örneğin sanatçıların kurduğu ve örgütlendiği Müzik Sen ve Sine Sen) toplu iş sözleşmesi imzalamak da dâhil olmak üzere temel sendikal faaliyetlerde bulunabilmiştir. Söz konusu tarihsel seyir içinde birleşik, kitlesel ve güçlü işkolları sendikalarının oluşması, yasa yolu ile tek tip işkolu sendikacılığının dayatılması neticesinde değil, ihtiyari olarak sendikaların birleşmesi ile gerçekleşmiştir. Özellikle işyeri ölçeğinde ya da mahalli ölçekte kurulan sendikal örgütlenmeler, güçlü işkolu sendikalarına giden yolun köşe taşlarını oluşturmuştur. Sendikal çokluk ve sendikal serbesti, dağınık, zayıf sendikal yapılara değil, daha güçlü ve birleşik sendikal örgütlenmelere yol açmıştır. Ancak 1983 tarihinde çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı Yasalar, o tarihe kadarki sendikal mevzuatı esaslı biçimde değiştirmiş, yasanın 3. maddesinde İşçi sendikaları, işkolu esasına göre bir işkolunda ve Türkiye çapında faaliyette bulunmak amacı ile bu işkolundaki işyerlerinde çalışan işçiler tarafından kurulur ve Meslek ve işyeri esasına göre işçi sendikası kurulamaz kurallarına yer verilmiştir. Böylece meslek ve işyeri sendikaları yasa yolu ile açıkça yasaklanırken, 2822 sayılı Kanun ile getirilen bir sendikanın toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için işkolundaki işçilerin en az yüzde 10unun üyesi olması zorunluluğu ile fiili olarak da işyeri ve meslek sendikalarının faaliyet gösterebilmesi engellenmiştir.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 7 Dolayısıyla ve sonuç olarak, işkolu barajı ile pekiştirilmiş tek tip işkolu sendikacılığı, 6356 sayılı Yasanın 3. maddesinin madde gerekçesinde belirtildiği üzere endüstri ilişkileri sisteminin benimsediği ve uyguladığı bir biçim değil, 12 Eylül askeri darbesinin ardından yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan ve Anayasanın geçici 15. maddesi nedeniyle 2000li yılların sonuna kadar Anayasaya aykırılığı dahi öne sürülemeyen 2821 ve 2822 sayılı Kanunların getirdiği bir sınırlama ve dayatmadır. Dolayısıyla halkın iradesini temsil etmeyen bir askeri cuntanın sendikal mevzuatta getirdiği sınırlamaları, Türkiye endüstri ilişkileri sistemine mal etmek mümkün olmayacağı gibi 6356 sayılı Yasanın bu sınırlamayı esas alarak tek tip işkolu sendikacılığında ısrar etmesi, Türkiyenin tarafı ve uymakla yükümlü olduğu ILO Sözleşmelerine aykırıdır ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile de güvence altına alınmış olan sendikal hakların özünü zedelemekte, sendikal haklara ölçüsüz ve demokratik toplum düzenine aykırı sınırlamalar getirmektedir. Tek tip işkolu sendikacılığının sendikacılığı güçlendirmediği de somut bir biçimde ortadadır; sendika çokluğu ve serbestinin benimsendiği koşullarda 1970li yılların sonuna gelindiğinde sendikalı işçi sayısının 2 milyona yaklaştığı ancak tek tip işkolu sendikacılığının dayatıldığı günümüzde sendikalı işçi sayısının 1 milyonun altına düştüğü ve bunlarla birlikte sendikalaşabilir işçi nüfusunun 1980 2012 döneminde yaklaşık 2,5 katına çıktığı göz önünde bulundurulduğunda, 6356 sayılı Yasa ile sürdürülen tek tip işkolu sendikacılığı uygulamasının Anayasanın 51, 52 ve 54. maddeleri ile güvence altına alınmış olan sendikal hak ve özgürlükleri geliştirmediği ve yaygınlaştırmadığı aksine bu hak ve özgürlüklerin kullanılmasını sınırladığı aşikârdır. ILO denetim organlarının emsal kararlarında da görüldüğü üzere, sendikaların hangi biçimde kurulacağının ve faaliyet göstereceğinin sendikalara bırakılması, meslek sendikası, işyeri sendikası ve işkolu düzeyini aşan düzeydeki sendikaların kurulabildiği ve faaliyet gösterebildiği koşullarda, güçlü bir sendikal hareketin yaratılmasının sorumluluğunun yine sendika serbestisi ve sendika çokluğu ilkelerinin benimsendiği koşullarda işçilere ve sendikalara bırakılması, bu hususta ne gerekçe ile olursa olsun bir sınırlamaya gidilmemesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bakımından da sorumludur. Öte yandan Anayasanın 13. maddesinde temel hak ve özgürlüklere ilişkin olarak belirtilen demokratik toplum düzeni ilkesi sabit, durağan, tarihten ve mekândan bağımsız bir ilke değildir; söz konusu ilke Dünya ölçeğinde yaşanan değişim ve dönüşümlere duyarlı, çağdaş ve demokratik bir toplum düzenini öngörmektedir. Özellikle son 30 yılda ekonomide, teknolojide, istihdam ve üretim ilişkilerinde ve endüstriyel ilişkilerde yaşanan dönüşüm ve bu dönüşümün sonuçları göz önünde bulundurulmadan sendikal örgütlenme biçimlerinin sınırlanması, şüphesiz demokratik toplum düzeni ilkesine aykırıdır. Zira son yıllarda yeni işler ve yeni iş ilişkileri ortaya çıkmış, üretim teknolojileri ve üretim süreçlerinin örgütlenmesi değişmiş, hizmetler sektörü istihdamın başat alanı haline gelmiştir. Bu süreçte gerek geleneksel olarak var olan ancak yaygınlık kazanan gerekse yeni ortaya çıkan iş ve hizmetlerde bağımlı (ücretli) çalışma ilişkileri yaygınlaşmış, özellikle bazı meslek gruplarının sendikal örgütlenmeye duyduğu ihtiyaç daha da artmıştır. Bu gelişmeler neticesinde, örneğin, spor endüstrisi ve medya/kültür endüstrisi kavramları ortaya çıkmış ve benimsenmiş; bu alanda istihdam edilenlerin sayısı hızla artmış, Borçlar Kanunu ve İş Kanununun kesişim kümesi olarak adlandırılabilecek standart dışı bağımlı çalışma ilişkileri oluşmuş ve yaygınlaşmıştır.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 8 Özellikle televizyon kanallarının sayısının hızla artması ve televizyon dizilerinin hızla yaygınlaşması ile birlikte, daha önce sinema ile sınırlı olan bir alan, televizyon dizilerini de kapsayacak bir biçimde büyümüş; hem sinema ve dizi çekim ve yapım faaliyetlerinde, oyuncu ve set ekibi mensubu olarak çalışanların hem de görsel sanatların diğer kollarında istihdam edilenlerin sayısı artmıştır. Bu artışa bu alanda yaşanan sorunların büyümesi de eşlik etmiş, hali hazırda kurulu olan Türkiye Sinema Emekçileri Sendikasının yanı sıra (Sine Sen) 2011 yılında Sahne, Perde, Ekran, Mikrofon Oyuncuları Sendikası (Oyuncular Sendikası) kurulmuştur. Söz konusu iki sendika da, işkolu sendikacılığı şartı nedeni ile mülga 2821 Sayılı Kanuna göre 17 numaralı, 6356 Sayılı Kanuna göre 10 numaralı Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar işkolunda faaliyet göstermektedir. Söz konusu işkolu, Türkiyenin en büyük işkolu olup, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yasanın tasarı aşamasında dağıtılan bilgi notuna göre bu işkolunda 2 milyon 642 bin 812 işçi çalışmaktadır. 6356 sayılı Kanunun 41. maddesi ve geçici 6. maddesi uyarınca, kademeli işkolu barajı sistemi bu işkoluna uygulandığında yüzde 1, 26 bin 428 işçiye, yüzde 252 bin 856 işçiye, yüzde 379 bin 284 işçiye tekabül etmektedir. Bu rakamlar göz önünde bulundurulduğunda, bu sendikaların söz konusu işkolu barajlarını aşması fiilen imkânsız olduğu için, kendine has çalışma ilişkileri ve sorunları olan sinema, perde ve ekran gibi alanlarda çalışanların, söz konusu özel çalışma ilişkileri, sorunları ve çözümlerine vakıf olacak bir sendikal örgütlenmeyi yaşama geçirmeleri ve bu alanın ihtiyaçlarına yanıt verecek toplu iş sözleşmeleri akdetmeleri neredeyse olanaksızdır. Ancak gelişmiş demokrasilerde oyuncuların ve diğer sanat emekçilerinin kendi sendikaları bulunmakta, bu alanda çalışanlar kendi sendikaları aracılığı ile çalışma ilişkileri, hak ve ücretlerinde toplu pazarlık ve toplu iş uyuşmazlıkları marifeti ile söz sahibi olabilmektedir. Örneğin Amerikalı Sinema ve Televizyon Senaristleri Sendikası üyelerinin 2008 yılında gerçekleştirdiği tüm grev, tüm Dünyada ilgiyle izlenen dizilerin yayınının durmasına neden olmuş ve büyük yankı uyandırmış, senaristler bu grevin ardından taleplerinin büyük ölçüde karşılanmasını sağlamıştır. Fakat 6356 sayılı Kanunun öngördü işkolu barajı ile pekiştirilmiş tek tip işkolu sendikacılığı modeli, çağdaş ve demokratik toplum düzeninin bir normu haline gelmiş böyle bir sendikal modele izin vermemektedir. Benzer bir durum, sporcular için de söz konusudur. Bir gazete haberine de yansıdığı üzere: Futbolcular özellikle istenmeyen oyuncuların A Takım ile çalıştırılmamasına ya da zorla bir başka kulübe satılmasına karşı çıkıyor. Avrupanın kalburüstü liglerinde futbolcu örgütleri ücretlerinin düzenli ödenmesinden antrenman koşullarına, yayın gelirlerinden pay almaktan transfer politikalarına kadar birçok konuda futbolcunun hakları için pazarlık masasına oturabiliyor. Dünyadaki gelişmiş demokrasilerde, sporcular, sendika ya da sendika işlevi gören birliklerde örgütlenerek, sporcuların hak ve çıkarlarını bireysel müzakere ölçeğinden toplu müzakere ölçeğine çıkarmakta gerektiğinde toplu iş uyuşmazlıklarına başvurmaktan çekinmemektedir. Örneğin 2011 2012 Sezonunu açılışında İspanyol Futbolcular Birliğinin futbolcu alacaklarının ödenmemesi nedeniyle yaptığı grev nedeniyle İspanya Ligi bir hafta geç başlamış, aynı dönemde İtalyan Futbolcular Sendikası da aynı yıl bir grev gerçekleştirmiştir. Amerikan Basketbol Ligi NBAda NBA yöneticileri ile Oyuncular Birliği arasında gerçekleştirilen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine,Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 9 Oyuncular Birliği grev kararı almış, ardından işverenler lokavt ilan etmiş, dünyanın en çok takip edilen basketbol ligi yarım sezon geç başlamıştır. Türkiyede de son yıllarda kurulan iki sporcu sendikası mevcuttur (Spor Sen ve Spor Emek Sen). Geçtiğimiz günlerde yaşamını kaybeden eski milli futbolcu Metin Kurt, yaşamı boyunca sporcuların sendikal örgütlenmesi için çaba göstermiş, konuyu kamuoyunun gündemine taşımıştır. Benzer biçimde Avrupa liglerinde de forma giyen milli futbolcu Emre Belözoğlunun Avrupada sporcuların örgütlenmesine dikkat çekerek, Türkiyedeki sporcuların da sendikalı olması gerektiğine ilişkin açıklamaları, kamuoyunda geniş yankı bulmuştur. Ancak Türkiyede hâlihazırda faaliyet gösteren iki sporcu sendikası (Spor Sen ve Spor Emek Sen) mülga 2821 sayılı Kanunda yer alan ve 6356 sayılı Kanunun da sürdürdüğü tek tip işkolu sendikacılığı modeli nedeniyle, 18 Nolu Konaklama ve Eğlence İşleri İşkolunda faaliyet gösterme zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yasanın tasarı aşamasında dağıtılan bilgi notuna göre bu işkolunda yaklaşık 611 bin işçi çalışmaktadır. 6356 sayılı Kanunun 41. maddesi ve geçici 6. maddesi uyarınca, kademeli işkolu barajı sistemi bu işkoluna uygulandığında yüzde 1, 6 bin 111 işçiye, yüzde 212 bin 222 işçiye, yüzde 318 bin 333 işçiye tekabül etmektedir. Bu alandaki sendikal örgütlenmenin mevcut durumu göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu sendikaların işkolu barajlarını aşmaları ve toplu müzakere ve toplu iş uyuşmazlıkları aracılığı ile sporcuların hak ve çıkarlarını koruyup geliştirmeleri oldukça zordur. Dolayısıyla 6356 sayılı Kanunun öngördü işkolu barajı ile pekiştirilmiş tek tip işkolu sendikacılığı modeli, çağdaş ve demokratik toplum düzeninin bir normu haline gelmiş böyle bir sendikal modele izin vermemektedir. Yukarıda sanatçılar ve sporcular bakımından verilen örnekleri çoğaltmak mümkündür. Özellikle bu tür işlerde çalışanlar, geleneksel işkolu sendikalarının kendi özgün istihdam alanlarına yanıt verememesi nedeniyle, bağımsız sendikal örgütlenmelere başvurmakta ancak işkolu şartı ve barajı nedeniyle bir sendikanın en önemli işlevi olan toplu pazarlık ve grev haklarını kullanamamaktadır. Sonuç olarak, belli, özgün alanlar başta olmak üzere meslek sendikacılığı gelişmiş, çağdaş, demokratik toplum düzeninin ve ILO Sözleşmeleri ve normlarının bir gereği olarak sendika kurma ve örgütlenme hakkının ayrılmaz bir parçası olup, tek tip işkolu sendikacılığı modelini şart koşan ve meslek sendikacılığına açık olmasa da zımni bir yasak getiren ve bu yasağı işkolu barajı şartı ile pekiştiren, 6356 sayılı Kanunun ilgili maddeleri, Anayasanın 13. maddesinde belirtilen demokratik toplum düzeni ilkesi ile uluslararası sözleşmelere aykırılığından dolayı Anayasanın 90. maddesine aykırıdır. Öte yandan bir mal üretimi için gereken hammaddenin toplanması, çıkarılması ya da elde edilmesinden işlenmesine, hammaddeden ürünün elde edilmesi için gereken tüm üretim süreçlerinden, elde edilen ürünün depolanması, taşınması, pazarlanması ve satılmasına kadar geçen süreçlerde yerelden küresele uzanan üretim zincirleri oluşmuştur. Küresel ölçekte sendikalar, bu üretim zincirinin tümünü kapsayacak bir sendikal örgütlenme gerçekleştirilmediği sürece çağın gereklerine yanıt verecek, işçilerin haklarını koruyacak ve geliştirecek bir sendikal pratiğin yaşama geçirilemeyeceğini görerek, üretim zincirlerinin tümünü kapsayacak sendikal strateji ve bu stratejileri yaşama geçirebilecek sendikal yapılar oluşturma yoluna gitmeye başlamıştır.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 10 Örneğin 19 Haziran 2012 tarihinde Uluslararası Metal İşçileri Federasyonu, Uluslararası Kimya, Enerji, Maden ve Genel İşçiler Federasyonu ile Uluslararası Tekstil, Giyim ve Deri İşçileri Federasyonu birleşerek IndustriALL (Tüm Endüstri) Küresel Sendikasını oluşturmuştur. Tüm dünyada, 140 farklı ülkede endüstrinin çeşitli alanlarında çalışan 50 milyondan fazla işçiyi temsil eden IndustriALL Küresel Sendikası, çok uluslu şirketlerle işçilerin haklarını küresel ölçekte müzakere eder hale gelmiştir. Çağın gereklerine yanıt verebilmek için Dünyanın en büyük küresel sendikası, işkolu esasına göre değil endüstri düzeyinde bir örgütsel yapının benimsenmesi ile oluşmuştur. Türkiyedeki sendikalarda küresel ölçekte bu gelişmeleri tartışmaya başlamıştır. Örneğin Petrol İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın, bu hususta şunları kaydetmiştir: Ayrıca nihai ürün üretiminin, birbirini tamamlayan üretim zinciri biçiminde yapıldığı işyerlerinde; üretimin tüm aşamalarını kapsayan güçlü tek bir sendikal yapının oluşturulabilmesi için, üretimin çeşitli aşamalarındaki farklı iş kollarındaki sendikaların tek çatı altında birleşmesini de gündemimize alarak tartışmalıyız. Ancak tek tip işkolu sendikacılığını kural olarak benimseyen 6356 sayılı Yasa, işkolu düzeyinin altındaki sendikal örgütlenme biçimlerine (işyeri ve meslek sendikaları) olanak tanımadığı gibi işkolu düzeyini aşan sendikal örgütlenme biçimlerine de olanak tanımamakta, çağın gereklerine ve gerçeklerine uygun, gelişmiş demokratik toplum düzeninde kabul gören ve giderek güçlenen bir yaklaşımı benimseyememekte, işkolu düzeyini aşan, sanayi ya da hizmetler alanının tümünü veyahut bir üretim zincirinin tümünü örgütlenmeyi hedefleyen sendikal yapılara olanak tanınamamaktadır. Oysa Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararda, sendikal özgürlük konusunu şu şekilde değerlendirmiştir: Sendika kurma özgürlüğü bir yandan demokrasiye dayalı düzeni oluşturan kişiliğe bağlı hak ve ödevlerdendir. Öte yandan da toplumsal yaşantıyı çağdaş uygarlık düzeyine eriştirme amacını güden sosyal ve iktisadi hak ve ödevlerdendir. Bunların yerine getirilmesinde göz önünde tutulacak başlıca temel ilkeler Anayasanın 10, 11 ve 12. maddelerinde gösterilmiştir. Eşit kullanılmayan, kişilere ve kamuya huzur ve adaletli bir düzen sağlamayan sendika özgürlüğünün çağdaş uygarlık düzeyi ile ve hele batı uygarlığınca benimsenen demokrasi anlayışı ile bağdaşması olanak dışıdır. Toplum yararın | 4,150 |
Esas Sayısı:1969/48 Karar Sayısı:1971/5 1 "... I Davacının gerekçesi özeti: Dâva konusu geçici 1. maddede "kanunun yürürlüğe girdiği tarihte İzmir İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi profesörü, doçenti ve asistanı unvanım haiz olanların bu haklarının saklı bulunduğu, kendilerinin Üniversiteler Kanunundaki profesör, doçent ve asistanların yetki ve haklariyle görevlerine devam edecekleri, yeniden tayinlerine lüzum olmadığı, aylık ve ücretlerinin ödenmesinin sürdürüleceği", geçici 2. maddede ise "kanunun yürürlüğe girmesinden önce İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri kanun ve yönetmelikleri gereğince doçentlik tezleri kabul edilen adayların kollokyum imtihanları ile deneme derslerinin 7334 sayılı Kanuna ve bu kanun uyarınca düzenlenmiş yönetmeliklere göre yapılacağı" yazılıdır. Bu hükümler doçentlik ve profesörlük unvanlarını konu olarak ele aldığından üniversitenin kendi varlık ve görevlerini doğrudan ilgilendirmekte ve böylece üniversitenin Anayasa'nın 149. maddesi uyarınca iptal dâvası açma hakkı doğmaktadır. Anayasa'nın 120. maddesi üniversitenin özerkliğine ilişkin kuralı getirirken bu kuralla her şeyden önce idarenin yani iktidarın üniversite faaliyetlerine karışmamasını öngörmüştür. Üniversiteye öğretim üyesi tayin etme ve öğretim üyesi unvanını verme de üniversite özerkliği kav ramı içine girer. Aksi halde iktidar üniversiteye dilediğince atamalar yaparak onu etkisi altına alabilir. Gerçi üniversiteler Devlet eliyle ve kanunla kurulabilir. Ancak bu hüküm Devlete bir kuruluş yani kadro kanunu çıkarma yetkisi vermektedir. Kanunun getirdiği kadroları yalnız öğretim üyeliği sıfatını üniversitelerden alanlar doldurabilir. Tersine bir görüş iktidara üniversitede öğretim yapmağa kimlerin ehil olduğunu saptama yetkisini tanımak olur. Böyle bir yetki ise üniversitelere Anayasa'nın tanıdığı bilimsel özerklikle bağdaşamaz. Öte yandan bu tutum kanun aracılığı ile öğretim üyesi olacaklar bakımından ve aynı sıfatı üniversitelerin koydukları usullere göre kazananlar aleyhine bir imtiyazı oluşturur ve Anayasa'nın 12. maddesine aykırı düşer. Ayrıca kanun aracılığı ile öğretim üyeliği ihdası yasama organının yetki alanı dışında kaldığı için Anayasa'nın 4. maddesinin ikinci fıkrasına da aykırı bir durum oluşmaktadır." | 280 |
Esas Sayısı : 2018/140 Karar Sayısı : 2018/101 1 ... 1. Davalı vekiline vekaletnamesini ve yetki belgesini sunması için 2 haftalık kesin süre verilmesine, aksi takdirde yapmış olduğu usul işlemlerinin ve dinletmiş olduğu tanıkların yok hükmünde sayılacağının ihtarına, 2. Davacının 5353 Yasanın 30. maddesi 2 ve 3. fıkrasının, Anayasanın 10., 48., 49. ve 60. maddelerine aykırı olduğu iddiasının yine Anayasa Mahkemesinin 3/4/2007 tarih ve 2005/52 Esas 2007/35 Karar sayılı kararında ciddi muhalefet şerhlerinin oluşu, davacının 4/4/2018 tarihli dilekçesindeki açıklamaların ciddi oluşu dikkate alınarak talebin kabulü ile Anayasanın 152. maddesi kapsamında dosyanın Anayasaya aykırılık hususunda karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, Bu nedenle duruşmanın 2/4/2019 günü saat 09:00 bırakılmasına karar verildi. | 118 |
I REDDİ HÂKİM, İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ A Dava Dilekçesinin Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'I. HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 nci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığına gerekçe oluşturan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik 'meslek ahlakı standartlarını' oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı 'Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri' de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hâkimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır. 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir.Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimâllerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır. Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeyemuhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir: 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptımoldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.' Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 nci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde sürdürülen güncel siyasi tartışmalar esnasında, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Bu bağlamda, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanların da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partiler olacağında kuşku yoktur. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yok sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde Anamuhalefet Partisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, Anamuhalefet Partisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarak açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir:1) 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 nci ve 153 ncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2) 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3) 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4) 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, 'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 5) 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 6) 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7) 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumlarıiçerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8) 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 nci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, 'idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 nci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9) 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 ncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz.' '' III GEREKÇELER 1) 11.10.2011 Tarihli ve 663 Sayılı 'Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Ekindeki (I) Sayılı Cetvel, (II) Sayılı Cetvel, (III) Sayılı Cetvel ve Listelerin Anayasaya AykırılığıAnayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Anayasanın 91 inci maddesinin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, '... çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ...' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun birlikte bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E.1988/62, K.1990/3). Yüksek Mahkeme,16.10.1993 günlü ve E.1993/26, K.1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'ler, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Nitekim; 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvurulardan, sonuncusu olan 6223 sayılı Yetki Yasası hariç, 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı, 24.06.1993 günlü ve 3911 sayılı, 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı, 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı, 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı, 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı, 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Yasaları; Anayasa Mahkemesinin sırasıyla 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı; 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı; 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı; 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı; 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı; 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı; 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27, 20.03.2001 günlü ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı kararları ile iptal edilmiştir. Yüksek Mahkemenin anılan 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında; 'Anayasanın 87 nci maddesine göre, ancak, belli konularda KHK çıkarma yetkisi verilmesi gerekirken dava konusu Yasa'yla her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki verilmiştir. Bakanlar Kurulu, ayrık tutulan iki kurum dışında tüm kamu kurum ve kuruluşlarını yeniden örgütleyebilecek, bunların görev ve yetkilerini yeniden düzenleyebilecek, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ücret, aylık, disiplin ve cezaları ile emeklileri hakkında kanun ve KHK'lerde değişiklik yapabilecek, Devletin gelirleri ve harcamalarına ilişkin tüm mevzuatı 'kamu malî yönetimi' kavramı içinde değerlendirerek yeni kurallar getirebilecektir. Sınırları geniş ve belirsiz konularda düzenleme yapmak üzere Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasanın 87 nci maddesinde belirtilen 'belli konu'larda verilen yetki olarak değerlendirilemez. Öte yandan, yasa, Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen öğeleri de içermemektedir. Yasa'nın 1 inci maddesinde çıkarılacak KHK'lerin 'kapsam' ve konusu içiçe girmiş, kapsamının çok geniş ve sınırsız olması nedeniyle de verilen yetkinin 91 inci maddede öngörülen yasak alana girip girmediğinin denetimi olanaksız hale gelmiştir. Konu ve kapsamdaki bu sınırsızlık ve belirsizlik, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Amaç, konu, ilke ve kapsamla ilgili sınırların belirli olması gerekirken bunlara uyulmadan KHK çıkarma yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur. Yasa'nın 2 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin ivedi ve zorunlu hallerde kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarla sınırlandırılması, dava konusu Yetki Yasası'nda olduğu gibi bunun takdirinin Bakanlar Kuruluna bırakılmasıyla değil, amacın, kapsamın ve konunun içeriği yönünden ivedi ve zorunlu olduğunun yasakoyucu tarafından saptanmasıyla olanaklıdır. Niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeler ivedi ve zorunlu olarak nitelendirilemez. Dava konusu Yasa'nın amaç ve kapsamındaki genişlik ve sınırsızlık, verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemektedir.Açıklanan nedenlerle Yetki Yasası'nın 1 inci maddesiyle 2 nci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' denilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta teşkilatlanmaya ilişkin tüm yasa ve yasa gücünde kararnameler kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir. Oysa yetki yasalarının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi hiçbir tartışmaya yol açmayacak açıklıkta belirleyerek Bakanlar Kurulu'na çerçeveyi çizmesi ve niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeleri kapsamaması gerekmektedir.Çünkü, Yetki Yasası'nda Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulu'nun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak, 6223 sayılı Yetki Yasasının, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla geçiştirilerek, her okuyanın değişik şekillerde yorumlamasına açık hale getirilmiştir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Herhangi bir yetki yasasının Anayasaya aykırı olmaması için Anayasadaki öge ve ölçütlere, Anayasa Mahkemesi kararları ile getirilen yorumlara uygun olması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi kararlarda açıklanan gerekçelerin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Tüm bunlara ve kanun hükmünde kararnamenin, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinden sonra 20.09.1971 tarihli ve 1488 sayılı Kanunun 1 nci maddesiyle Anayasanın 64 ncü maddesine girdiğinden bu güne kadarki Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına rağmen; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bulunulan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oydan dolayı iptal istemi OY ÇOKLUĞU ile reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesinin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı (Başkanın oyundan dolayı 6216 sayılı Kanunun 65 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre çoğunluk sayılan) Kararına göre; '' 6223 sayılı Kanunun iki konuda Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi verdiği görülmektedir: Bunlardan birincisi özetle 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesi'dir | 4,131 |
Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 1 1) 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. Maddesiyle Değiştirilen 210 Sayılı Değerli Kağıtlar Kanununa Bağlı Değerli Kağıtlar Tablosunun 6 Numaralı Sırasının (c) Bendinin Anayasaya Aykırılığı 1.6661 sayılı Kanunun 12. maddesiyle değiştirilen 5490 sayılı Kanunun 41. maddesinin (11) numaralı fıkrasında, doğum bildiriminin kanuni süresi içinde yapılması halinde düzenlenecek kimlik kartlarından değerli kağıt bedeli alınmayacağı kurallaştırılmıştır. 210 sayılı Değerli Kağıtlar Kanununa ekli Değerli Kağıtlar Tablosunun 6. Sırasındaki Nüfus Cüzdanları 8 ibaresi ise 6661 sayılı Kanunun 3. maddesiyle (a), (b) ve (c) şeklinde bentlere ayrılarak (a) bendinde, Kanuni bildirim süresi dışında doğum nedeniyle düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı için 15 TL; (b) bendinde, değiştirme nedeniyle düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı için 15 TL değerli kağıt bedeli alınması öngörülürken; (c) bendinde, kayıp nedeniyle düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı için 30 TL değerli kağıt bedeli alınması öngörülmüştür. Böylece, nüfus cüzdanı/kimlik kartı için alınacak değerli kağıt bedeli bir yandan 8 TLden 15 TLye çıkarılırken; diğer yandan Kanuni bildirim süresi dışında doğum ile değiştirme nedenleri için 15 TL olarak belirlenen değerli kağıt bedelinin, kaybetme halinde 30 TL olması kararlaştırılarak, kaybetme halinde alınacak kimlik kartı için fazladan 15 TL parasal ceza öngörülmüştür. 2.Doğumu kanuni süresi içinde bildirmeme ile kötü kullanım veya kullanımda gerekli özeni göstermeme nedeniyle kimlik kartının yırtılmasına, yıpranmasına veya pörsümesine yol açma gibi durumlarda kişiye izafe edilebilecek bir kusurdan söz edilebilirken, özellikle büyük şehirlerde yoğunlaşan erkeklerde ceplerden cüzdanla birlikte, hanımlarda koldaki çantayla birlikte içindeki kimlik kartlarının da çalınması, kimlik kartlarının konutlardan çalınması, kişiden zorla alınması veya daha hafifinden kimlik kartının çantadan veya cüzdandan düşürülmesi ya da herhangi bir yerde unutularak kaybedilmesi durumlarında kimlik kartını kaybeden kişiye izafe edilebilecek bir kusur ve dolayısıyla sorumluluktan söz edilemez. 3.Anayasanın 2. maddesinde hukuk devleti ilkesine, 38. maddesinin yedinci fıkrasında ise ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine yer verilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. 4.Adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan hukuk devletinde, Kusursuz suç ve ceza olmaz ilkesi ile Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi, ceza hukukunun temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Kusursuz suç ve ceza olmaz ilkesi, ceza hukukunda iradesiz suç ve ceza olmayacağı ve bunun istisnasının bulunmayacağı anlamına gelmekte ve bu ilkeden kusursuz kişiye ceza verilemeyeceği, cezanın kusurun oranını geçemeyeceği, fail değil fiil cezalandırılacağından kimsenin başkasının kusurundan dolayı cezalandırılamayacağı sonuçları çıkmaktadır. Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi ise cezanın suç olarak öngörülen fiile uygun ve fiil ile orantılı olması ve ayrımcılık yapılmaması demektir. 5.Doğumu yasal süresi içinde bildirmeme veya kimlik kartını kötü kullanımdan yenileme gibi kişiye izafe edilebilecek kusurların bulunduğu hallerde 15 TL değerli kağıt bedeli alınması öngörülürken; kişinin iradesi dışında kimlik kartının şu ya da bu şekilde çalınması,Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 2 iradesi dışında düşürülmesi veya unutulması nedenleriyle kaybedilmesi halinde 15 TLsi ceza olmak üzere 30 TL değerli kağıt bedeli alınması, yasa koyucunun iradeye ve dolaysıyla kusura dayanmayan suç ve ceza ihdas etmesi sonucunu doğurduğu; ve ayrıca kusursuzluk halinin kusurlu durumlara göre daha ağır yaptırıma tabi tutulması, ölçülülük ile adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmadığı için iptali istenen düzenleme, Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. 6.Kişinin kimlik kartının şu ya da bu şekilde çalınmasından dolayı kaybedilmesi durumunda, suç konusu olan fiil çalma eylemidir ve faili de çalandır. Kimlik kartının çalınma, gasp vb. nedenlerle kaybedilmesi nedeniyle düzenlenecek kimlik kartı için fazladan 15 TL para cezası öngörülmesi, suçun muhatabının ve uzantısı olarak zarar göreninin cezalandırılması sonucunu doğurduğu ve dolayısıyla suçun şahsiliği ilkesiyle bağdaşmadığı için, iptali istenen düzenleme Anayasanın 38. maddesinin yedinci fıkrasındaki ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. 7.Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. maddesiyle değiştirilen 210 sayılı Değerli Kağıtlar Kanununa bağlı Değerli Kağıtlar Tablosunun 6 numaralı sırasının (c) bendi, Anayasanın 2. ve 38. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 2) 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. maddesiyle 3213 sayılı Maden Kanununun geçici 29. maddesine eklenen ikinci fıkranın son cümlesindeki Maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin usul ve esaslar ile ifadesinin Anayasaya aykırılığı 8.6661 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 3213 sayılı Maden Kanununun geçici 29. maddesine eklenen ikinci fıkra ile Maden Kanununun 2 nci maddesinde sayılan IV. Grup madenlerden ‘Linyit ve ‘Taşkömürü çıkaran ve özel hukuk tüzel kişilerinin ruhsat sahibi olarak işlettikleri yeraltı maden işletmelerine, 22.5.2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununun 41, 53 ve 63 üncü maddelerinde 10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı Kanunla yapılan değişiklikler ile Maden Kanununun ek 9 uncu maddesiyle oluşan maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin destek verilebileceği; verilecek desteklerin Bakanlık bütçesine konulan ödeneklerden karşılanacağı ve maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin usul ve esaslar ile bu usul ve esasların uygulanma süresinin Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca belirleneceği hüküm altına alınmaktadır. 9.Madde gerekçesinden, yeraltından linyit ve taşkömürü çıkarılması faaliyetini yürüten işletmelerde 4857 sayılı İş Kanununun 43. (fazla çalışma ücretinin artırılması), 53. (yıllık izin süresinin artırılması), 63. (haftalık çalışma süresinin düşürülmesi) maddeleri hükümleri ile Maden Kanununa eklenen ek 9. madde (asgari ücretin iki katı ödeme yapılması) hükümlerinden kaynaklanan maliyet artışlarının; kamu işletmeleri için, 4.2.2015 tarihli ve 6592 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 3213 sayılı Kanuna eklenen geçici 29. madde hükümleriyle karşılandığı; yapılan düzenlemenin yeraltı kömür ve linyit işletmelerinde özel kesim işletmelerinin de destek kapsamına alınarak kamu özel ayrımının ortadan kaldırılıp eşitliğin sağlanması ve yurtiçi üretimin desteklenerek ithalatın düşürülmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. 10. 6592 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 3213 sayılı Kanuna eklenen geçici 29. madde ile kamu işletmeleri için 4735 sayılı Kanun kapsamında imzalanan sözleşmeler ile rödövans sözleşmelerinde meydana gelen maliyet artışlarının sözleşme tarafı işletmecilere fiyat farkı ödenmesi suretiyle karşılanması amaçlandığından, fiyat farkı ödenmesine ilişkin esas veEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 3 usullerin Bakanlar Kurulunca kararlaştırılması olağandır. Çünkü rödövans sözleşmesi üretim miktarının belirli bir kısmının kamu payı olarak ayrılması esasına dayandığı, ihaleler de teknik şartnameler bağlamında yapıldığı için, fiyat farkı ödemesine esas olacak birim fiyat, asgari işçilik oranı, yeraltı işçilik oranı, aylık prim ve hizmet belgeleri üzerinden çalışan sayısı, rödövans payı, kaynak rezervi, işletmenin mali tabloları gibi değerler, sözleşme hükümleri arasında yer alabilmekte, yer almayanlar ise fiyat farkı kararnameleri ile belirlenebilmektedir. 11. Buna karşın iptali istenen, bedeli karşılanacak maliyet artışlarına ilişkin esas ve usulleri Bakanlar Kurulunca belirlenecek işletmeler, Devlet ile sözleşme ilişkisi içinde bulunmayan ve piyasaya yönelik üretimde bulunan özel işletmelerdir. Üretim teknolojisi, istihdam yapısı ve üretim miktarını piyasa şartlarına göre kendilerinin belirledikleri ve muhasebe kayıt düzenlerinin de ekonominin yaklaşık %40nın kayıtdışı olduğu Türkiye şartlarına özgü olduğu ortadadır. Dolayısıyla maliyet artışlarının, gerçekleşen üretim miktarı ve üretim maliyetleri üzerinden mi veya fiktif miktar ve değerler üzerinden mi, fiili istihdam düzeyi ya da işçilik maliyetleri üzerinden mi, fiktif düzey ve miktarlar üzerinden mi belirleneceği ile bu farklı tür belirlemelere taban oluşturacak işletmelerin asgari işçilik tutarları, yeraltı işçilik oranları, asgari veya fiili üretim miktarları, asgari veya fiili üretim maliyetleri, mali tabloları, aylık prim ve hizmet belgeleri, toplu veya bireysel iş sözleşmeleri ve daha bir çok kriterden hangilerinin esas ve usullerin belirlenmesinde esas alınacağının, kamu bütçesinden yapılacak ödemelere temel oluşturacakları gözetildiğinde yasada belirlenmiş olması gerekeceği açıktır. 12. Anayasanın 6. maddesinde kuvvetler ayrılığı ortaya konulmuş; 7. maddesinde ise Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. denilmiştir. Anayasa Mahkemesinin birçok kararında vurgulandığı üzere, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi uyarınca, yürütme organına genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz düzenleme yetkisi verilemez. Yasayla düzenleme ilkesi, düzenlenen konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesi değil, bunların yasa metninde kurallaştırması anlamına gelmektedir. Kurallaştırma ise düzenlenen alanda temel ilkelerin konulması, esasların belirlenmesi ve çerçevenin çizilmesi koşuluyla uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntıların düzenlenmesinin yürütme organına bırakılmasını gerektirir. 13. Linyit ve taşkömürü çıkaran özel hukuk tüzel kişilerinin ruhsat sahibi olarak işlettikleri yeraltı maden işletmelerinin maliyet artışlarının nasıl hesaplanacağı, hesaplamada üretim miktarının mı yoksa istihdam düzeyinin mi esas alınacağı ve hesaplamalara hangi maliyet unsurları ile ne tür kriterlerin temel oluşturacağı belirlenmeden kamu bütçesinden özel firmalara yapılacak harcamalarda yürütme organına genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz yetki verilmesi, Anayasanın 7. maddesine aykırıdır. 14. Yukarıda açıklandığı üzere 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. maddesiyle 3213 sayılı Maden Kanununun geçici 29. maddesine eklenen ikinci fıkranın son cümlesindeki Maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin usul ve esaslar ile ifadesi, Anayasanın 7. maddesine aykırı olduğundan iptali gerekir. 4) 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 19. maddesiyle 6085 sayılı Sayıştay Kanununun 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasına (ç) bendinden sonra eklenen paragrafın Anayasaya Aykırılığı a) Düzenlemenin anlam ve kapsamıEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 4 15. Sayıştayın sermayesindeki kamu payı doğrudan veya dolaylı olarak % 50den az olan özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıkları ve merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ve mahallî idarelerin kurdukları veya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ortak oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerden kamu payı % 50nin altına düşmüş olanları, ortaklık hakları yönüyle denetleme görevine, önce 11.10.2011 günlü ve 662 sayılı KHKnin 63. maddesinin (a) bendiyle son verilmiş; düzenlemeyi Anayasa Mahkemesinin 3.4.2013 günlü ve E.2011/142, K.2013/52 sayılı kararıyla iptal etmesi sonrası bu defa 12.7.2013 tarihli ve 6495 sayılı Kanunun 73. maddesinin (cc) bendi ile son verilmiş; Anayasa Mahkemesinin bu düzenlemeyi de 4.12.2014 günlü ve E.2013/114, K.2014/184 sayılı Kararıyla iptal etmesi sonucu, 14.1.2016 tarihli ve 6661 sayılı Kanunun 19. maddesiyle 6085 sayılı Kanunun 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının bir yandan (a) bendinde yapılan değişiklikle sermayesinde doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı olan özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıklar ile (b) bendindeki merkezi yönetim bütçesi kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ve mahalli idarelere bağlı veya bu idarelerin kurdukları veya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ortak oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketler Sayıştay denetiminin kapsamına alınırken; diğer yandan (1) numaralı fıkranın sonuna eklenen paragrafla, (a) ve (b) bentleri kapsamına giren şirketlerden doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50den az olup ilgili mevzuatı uyarınca bağımsız denetime tabi olan; şirketler, bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının denetimi, ilgili mevzuatı uyarınca düzenlenen ve Sayıştaya gönderilecek olan bağımsız denetim raporları esas alınarak yapılır. Sayıştay, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporlarını esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunar. hükmü getirilmiştir. 16. Böylece 6085 sayılı Kanunun 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) ve (b) bentlerine göre Sayıştay denetimine giren şirketlerden; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50den az olan ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesine göre, Bakanlar Kurulunca bağımsız denetime tabi olacağı kararlaştırılan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının Sayıştay tarafından denetimi, Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu tarafından yetkilendirilen bağımsız denetim kuruluşları tarafından düzenlenip Sayıştaya gönderilecek olan bağımsız denetim raporları esas alınarak yapılacak ve Sayıştay münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporunu esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)ne sunacaktır. Buna karşın, 6085 sayılı Kanunun 4. maddesi (1) numaralı fıkrasının (a) ve (b) bentlerine göre Sayıştay denetimine giren şirketlerden; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50den az olan ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesine göre, Bakanlar Kurulunca bağımsız denetime tabi olacağı kararlaştırılmayan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıkları ise Sayıştay tarafından ortaklık haklarıyla sınırlı olarak da değil, bütünüyle ve bütün yönleriyle denetlenecektir. 17. Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu tarafından hazırlanarak 26.12.2012 tarihli ve 28509 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Bağımsız Denetim Yönetmeliğinin Tanımlar başlıklı 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde bağımsız denetim, Finansal tablo ve diğer finansal bilgilerin, finansal raporlama standartlarına uygunluğu ve doğruluğu hususunda, makul güvence sağlayacak yeterli ve uygun bağımsız denetim kanıtlarının elde edilmesi amacıyla, denetim standartlarında öngörülen gerekli bağımsız denetim tekniklerinin uygulanarak defter, kayıt ve belgeler üzerinden denetlenmesi ve değerlendirilerek rapora bağlanmasını, şeklinde tanımlanmış; Denetimin amacı ve kapsamı başlıklı 5. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, Denetim finansal tablolar ve diğer finansal bilgiler dâhil olmak üzere denetime tabi konuların belirlenmiş bir kıstasa uyumlu olup olmadığı hususunda kullanıcılara TDS çerçevesinde güvence sağlayacak bir görüşEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 5 oluşturulması amacı ile yapılır. denilirken, (2) numaralı fıkrasında Denetim, kullanıcılara denetim konusunun denetim kıstasına uyumuyla ilgili makul veya sınırlı güvence sağlar. denilmiş; anılan Yönetmeliğin 10. maddesinde Denetim raporu, 29. maddesinde Denetim sözleşmesi, 30. maddesinde Denetim raporu düzenleme ve görüş bildirme yükümlülüğü düzenlenmiştir. 18. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki uluslararası denetim standartları ifadesi, International Federation of Accountants –IFAC (Uluslararası Muhasebeciler Federasyonu) Denetim Standartlarına göndermede bulunmaktadır. Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu, IFAC Denetim Standartlarının uyarlaması olan Türkiye Denetim Standartlarını (TDS) hazırlamış ve uygulamaya koymuştur. 19. Öte yandan 6085 sayılı Sayıştay Kanununun 35. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde, Denetim genel kabul görmüş uluslararası denetim standartlarına uygun olarak yürütülür. denilirken; 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasında, düzenlilik denetiminin (a) Kamu idarelerinin gelir, gider ve malları ile bunlara ilişkin hesap ve işlemlerinin kanunlara ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olup olmadığının tespiti, (b) Kamu idarelerinin mali rapor ve tablolarının, bunlara dayanak oluşturan ve ihtiyaç duyulan her türlü belgelerin değerlendirilerek, bunların güvenilirliği ve doğruluğu hakkında görüş bildirilmesi, (c) Mali yönetim ve iç kontrol sistemlerinin değerlendirilmesi, suretiyle gerçekleştirileceği belirtilmiştir. 20. Sayıştaylar açısından uluslararası denetim standartları, INTOSAI Denetim Standartlarıdır. IFAC Standartları, INTOSAI (Uluslararası Sayıştaylar Örgütü) tarafından kamu denetimine uyarlanarak INTOSAI Denetim Standartlarına kazandırılmıştır. INTOSAI Denetim Standartlarından ISSAI 1003, Bir özel sektör kuruluşunun mali denetimi söz konusu olduğunda denetimin amacı, bir dizi beyana dayalı olarak bir güvence görüşü bildirmekle sınırlıdır. Diğer yandan kamu sektöründe yapılan mali denetimin amacı, genelde mali tabloların önemli olan tüm açılardan ilgili mali raporlama çerçevesine (yani ISAların kapsamı çerçevesine) uygun olarak hazırlanıp hazırlanmadığı konusunda görüş bildirmekten daha geniş kapsamlıdır. Mevzuat, yönetmelikler, bakanlık talimatları, hükümetin politika şartları ve yasama kararlarından doğan denetim yetki ve görevi veya kamu kurumlarına yönelik yükümlülükler; daha başka amaçlar doğurabilir. Bu sorumluluklar arasında örneğin prosedürlerin gerçekleştirilerek yasal ve idari düzenlemelere uygunsuzluk durumlarının ve iç kontrollerin etkinliğinin bildirilmesi yer alabilir. Fakat bu tarz ilave amaçlar olmasa bile bunlara yönelik genel kamuoyu beklentileri söz konusu olabilir. şeklinde iken; ISSAI 1700, Denetçi, toplamış olduğu denetim kanıtlarından çıkarmış olduğu sonuçları değerlendirerek denetim görüşü oluşturur. Denetçi erişmiş olduğu denetim görüşünü, denetim görüşünün dayanaklarını da açıklayarak yazılı bir rapor yolu ile açık bir şekilde ifade eder. biçimindedir. 21. 6085 sayılı Kanun ile INTOSAI Denetim Standartları çerçevesinde hazırlanan Sayıştay Düzenlilik Denetimi Rehberi Genel Çerçeve Düzenlilik Denetiminin Esasları başlığı altında, düzenlilik denetimi kamu idarelerinin hesap ve işlemleri ile mali rapor ve tablolarının güvenilirliği ve doğruluğu hakkında görüş bildirilmesi, kamu idarelerinin gelir, gider ve mallarına ilişkin hesap ve işlemlerinin kanunlara ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olup olmadığının tespiti ve mali yönetim ve iç kontrol sistemlerinin değerlendirilmesidir. şeklinde tanımlanmış (s:3), amacı ise,Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 6 Kamu idaresinin hesap ve işlemleri ile mali rapor ve tablolarının, mali raporlama standartları doğrultusunda denetlenen kamu idaresinin mali durumunu ve faaliyet sonuçlarını tüm önemli yönleriyle doğru ve güvenilir bir biçimde gösterip göstermediği hakkında denetim görüşü oluşturmak, Kamu idaresinin gelir, gider, mal hesapları ile diğer hesap ve işlemlerinin kanunlara ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olup olmadığını tespit etmek, Mali yönetim ve iç kontrol sistemlerini değerlendirmek, Kanun ve diğer hukuki düzenlemelere aykırı işlemler nedeni ile sebep olunan kamu zararlarını tespit etmektir. (s:3) biçiminde ortaya konmuştur. 22. IFAC Uluslararası Denetim Standartları ve Türkiye uyarlaması olan Türkiye Denetim Standartları da, INTOSAI Denetim Standartları da finansal tablolar (mali tablo ve raporlar) ile bunlara dayanak oluşturan belgelerin, denetlenen işletme/kurumun faaliyet ortamı, bilişim sistemi ve iç kontrol sisteminin tanınması, faaliyetlerinin önemli olanlarının belirlenmesi, önemli faaliyetlere ilişkin hesap alanlarının belirlenerek sınıflandırılması, yapısal riskler ile kontrol risklerin değerlendirilmesi, incelenecek işlemlerin belirlenmesi ve örneklemin seçilmesi, örneklemin incelenerek denetim kanıtlarının elde edilmesi, denetim sonuçlarının değerlendirilmesi, denetim raporlarının hazırlanması ve denetim görüşünün oluşturulmasına ilişkin IFAC ve Türkiye uyarlaması olan TDS veya INTOSAI denetim standartlarına uygun denetlenmiş olmak kaydıyla hangi denetçi veya denetim ekibi tarafından denetlenirse denetlensin aynı denetim görüşüne ulaşılmasını sağlamayı amaçlayan standartlardır. Bir farkla ki ISSAI 1003de de belirtildiği üzere INTOSAI Denetim Standartları kamu kesimini esas aldığından daha kapsamlıdır. Denetimin nihai amacı finansal tablolar (mali tablo ve raporlar) ile bunlara dayanak oluşturan belgelerin doğruluğu ve güvenirliği hakkında makul bir güvence sağlamak amacıyla görüş oluşturulmasıdır. Denetim görüşü oluşturabilmek için ise denetlenen şirketin/kurumun finansal tabloları (mali tablo ve raporları) ile bunların dayanağı olan belgelerin denetim standartlarına göre denetlenmesi mutlak bir zorunluluktur. 23. Bağımsız denetim raporları, bağımsız denetçinin denetim görüşü ile ekindeki hesap dönemine ilişkin denetlenen şirket tarafından hazırlanan konsolide mali tablolar ve dipnotlarından oluşmaktadır. Örneğin, Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığı ve Bağlı Ortaklıklarına ilişkin 31 Aralık 2013 Tarihinde Sona Eren Hesap Dönemine Ait Konsolide Finansal Tablolar ve Bağımsız Denetim Raporu1 (EK 1) ile 31 Aralık 2014 Tarihinde Sona Eren Hesap Dönemine Ait Konsolide Finansal Tablolar ve Bağımsız Denetim Raporu2 (EK 2)na yer verilmiştir. 2013 Yılı Bağımsız Denetim Raporunun Görüş kısmında, Görüşümüze göre, ilişikteki konsolide finansal tablolar, Grupun 31 Aralık 2013 tarihi itibariyle konsolide finansal durumunu, aynı tarihte sona eren yıla ait konsolide finansal performansını ve konsolide nakit akışlarını, TMS (Not 2) çerçevesinde doğru ve dürüst bir biçimde yansıtmaktadır. denilirken; 2014 Yılı Bağımsız Denetim Raporunun Görüş kısmında, Görüşümüze göre konsolide finansal tablolar, Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığı 1 http://investor.turkishairlines.com/documents/ThyInvestorRelations/download/financal/2013 _12_aylik_finansal_raporu.pdf (erişim:23.2.2016) 2 http://investor.turkishairlines.com/documents/ThyInvestorRelations/download/financal/2014 _12_aylik_finansal_raporu.pdf (erişim:23.2.2016)Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 7 ve bağlı ortaklıklarının 31 Aralık 2014 tarihi itibariyle konsolide finansal durumunu ve aynı tarihte sona eren hesap dönemine ait konsolide finansal performansını ve konsolide nakit akışlarını, Türkiye Muhasebe Standartlarına uygun olarak tüm önemli yönleriyle gerçeğe uygun bir biçimde sunmaktadır. denilmektedir. 24. İptali istenen düzenleme Sayıştaya, doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı % 50den az olup ilgili mevzuatı uyarınca bağımsız denetime tabi olan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının finansal tabloları (mali tablo ve raporları) ile bunlara dayanak oluşturan belgelerini, 6085 sayılı Kanun ve ikincil mevzuatına göre (Düzenlilik Denetimi Yönetmeliği ve INTOSAI Denetim Standartlarının uyarlaması olan Sayıştay Düzenlilik Denetimi Rehberi) denetleyerek denetim görüşü oluşturma görevi değil, Sayıştay denetimini bağımsız denetçilerce hazırlanan ve yukarıda örneği verilen ikişer sayfalık bağımsız denetim raporlarını ve hatta bir paragraflık denetim görüşü nü esas alarak yapma görevi vermektedir. Sayıştaya verilen görevin yukarıda yer verilen denetim görüşlerini inceleyerek TBMMye sunulmak üzere denetim raporu hazırlamak olduğu göz önüne alındığında, bu görevin hukuk ve denetim teorisi açısından anlamlı, makul, mantıklı, anlaşılabilir, yapılabilir, uygulanabilir, erişilebilir, bilinebilir, nesnel, adil, hakkaniyetli ve kamu yararıyla bağdaşır olmadığı açıktır. 25. Sayıştaya verilen bu görevin yerine getirilebilmesi, en azından yapılan bağımsız denetimin TDSna uygun yapıldığının ve dolayısıyla denetim görüşünün dayanağı ile uygun yapıldığının belgeleri olan çalışma kağıtları, denetim güncel dosyası ve denetim sürekli dosyasının Sayıştay tarafından incelemesinden geçmektedir. Nitekim söz konusu denetim raporlarının Bağımsız Denetim Kuruluşunun Sorumluluğu başlığı altında denetim sürecine ilişkin genel açıklamalar yapıldıktan sonra üçüncü paragraflarında, Bağımsız denetim sırasında temin ettiğimiz denetim kanıtlarının, görüşümüzün oluşturulmasına yeterli ve uygun bir dayanak oluşturduğuna inanıyoruz. beyanı bulunmaktadır. Ancak, iptali istenen ek paragrafın ikinci cümlesinde, Sayıştay, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporlarını esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunar. denilerek, Sayıştayın bağımsız denetim raporunu TDSna uygunluk ile denetim görüşünün dayanakları bakımından incelemesinin de önüne geçilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütçe hakkından kaynaklanan denetim görevini, denetlenen şirket tarafından seçilip denetlenen şirketle sözleşme ilişkisi bulunan ve ücretini denetlenen şirketten alan bağımsız denetçinin denetim raporunu esas alarak yapması, Anayasaya göre mümkün olmadığından da Sayıştaya bağımsız denetim raporunu, şirketine/iştirakine/bağlı ortaklığına ilişkin tarihli bağımsız denetim raporu ektedir. şeklindeki bir üst yazıyla Türkiye Büyük Millet Meclisine sunma dışında bir alan ve imkan tanınmayarak, bağımsız denetim raporuna Sayıştay üzerinden kamusallık kazandırma, başka bir anlatımla Sayıştaya denetim görüntüsü altında verilen deyim yerindeyse postacılık ya da kargoculuk görevi üzerinden bağımsız denetim raporuna Sayıştay raporu işlevi yükleme amaçlanmaktadır. 26. Bu bağlamda getirilen düzenlemeyle, Sayıştay denetimine giren şirketlerden; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50den az olan ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesine göre, Bakanlar Kurulunca bağımsız denetime tabi olacağı kararlaştırılan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıkları üzerindeki Sayıştay denetiminin, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporları esas alınarak hazırlanacak denetim raporunun TBMMye sunulması şeklinde yapılması, başka bir anlatımla Sayıştaya denetim adı altında postacılık ya da kargoculuk veya aynı anlama gelmek üzere lojistik görevi verilmesi öngörülürken; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50den az olan ve Bakanlar Kurulunca bağımsız denetim kapsamı dışında tutulan şirketler ile bunlarınEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 8 iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının, ortaklık hakları yönüyle sınırlı olmanın ötesinde bütünüyle ve bütün yönleriyle Sayıştay denetimine tabi olması sağlanmaktadır. b) Anayasaya aykırılık sorunu 27. Anayasanın 153. maddesinin altıncı fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. 28. 6495 sayılı Kanunun 73. maddesinin (cc) fıkrasıyla Sayıştayın, sermayesindeki kamu payı doğrudan veya dolaylı olarak % 50den az olan özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıklar ile merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ve mahallî idarelere bağlı veya bu idarelerin kurdukları veya doğrudan ya da dolaylı olarak ortak oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerden kamu payı %50nin altına düşmüş olanları, ortaklık hakları yönüyle denetlemesini ortadan kaldıran düzenlemenin iptaline ilişkin 4.12.2014 günlü ve E. 2013/114, K. 2014/184 sayılı kararında Anayasa Mahkemesi, Sayıştay denetiminin demokrasinin temel gereklerinden olan şeffaflık, saydamlık, yasamanın yürütmeyi denetleme hakkı ve yürütmenin yasamaya ve halka hesap verme sorumluluğuna uygun yapılması gerektiğine vurgu yaparak, Sayıştay denetimini demokratik devlet ilkesinin bir gereği olarak yasama organının bütçe hakkının yerine getirmesinde ve yürütmenin yasama organına ve halka hesap verme sorumluluğunun işlevselleştirilmesinde en önemli araç olarak nitelendirmiştir. 29. İptal gerekçesinde, doğrudan ve dolaylı olarak kamu payı %50den az olan şirketler ile bunların iştirak ve bağlı ortaklıklarının Sayıştay tarafından denetlenmesi, demokratik devlet ilkesi ve yasama organının bütçe hakkı bağlamında açık bir şekilde ortaya konulmasına rağmen, iptali istenen düzenlemeyle Sayıştay denetimi, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporlarını esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunma ile sınırlandırılmıştır. Denetim finansal tablolar (mali rapor ve tablolar) ile bunların dayanağı olan belgelerin incelenerek bir denetim görüşüne ulaşılması iken, Sayıştaya inceleme yapmadan ve denetim görüşü oluşturmadan ve hatta bağımsız denetim raporunun TDSna uygunluğu ile denetim görüşünün dayanaklarını dahi incelemeden denetim görevi görüntüsü altında, kendisine sunulan bağımsız denetim raporunu esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunma gibi denetimin asgari gereklerini dahi taşımayan bir postacılık veya kargoculuk görevi verilmesi, Anayasa Mahkemesinin 4.12.2014 günlü ve E. 2013/114, K. 2014/184 sayılı kararındaki gerekçelerle bağdaşmadığından, iptali istenen düzenleme Anayasanın 153. maddesine aykırıdır. 30. Anayasanın 2. maddesinde demokratik devlet ile hukuk devleti ilkesine yer verilmiş; 160. maddesinin birinci fıkrasında, merkezi yönetim kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir, gider ve mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) adına denetleme; üçüncü fıkrasında ise mahalli idarelerin hesap ve işlemlerini denetleme görevleri Sayıştaya verilirken; 165. maddesinde, sermayesinin yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete ait olan kamu kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesi esaslarının kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Anayasanın 165. maddesi uyarınca, sermayesinin yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete ait olan kamu kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesine ilişkin kurallar, 3346 sayılı Kanunda yer almış; Türkiye Büyük Millet Meclisinin 3346 sayılı Kanuna göre yapacağı denetime, denetim bulgusu sağlama görevi ise, 6085 sayılı Kanunun 43. maddesiyle Sayıştaya verilmiştir.Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 9 31. Özelleştirme vb. yollarla sermayesindeki kamu payı doğrudan veya dolaylı olarak % 50nin altına düşmüş özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıklar ile kamu payı % 50nin altında olan veya altına düşen her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerdeki kamu payları, Anayasanın 160 ıncı maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarına göre Sayıştay denetimine tabi olan kamu idarelerinin bütçelerinden ödenmiş olduğundan, bu idarelere aittir. Söz konusu ortaklıkların karları, Sayıştay denetimine tabi kamu idarelerinin ortaklık payı oranında bütçe gelirini, zararları ile sermaye artırımları ise bütçe giderini oluşturmakta ve bütçelerine gelir, gider ve sermaye katılım payı olarak kaydedilmektedir. 32. Anayasa Mahkemesinin 27.12.2012 günlü ve E.2012/102, K.2012/207 sayılı ve 4.12.2014 günlü ve E. 2013/114, K. 2014/184 sayılı kararlarında da belirtildiği üzere, Anayasada Sayıştay denetiminin kapsamı ve niteliğine ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamakla birlikte, TBMM adına yapılan Sayıştay denetiminin, demokrasinin temel gereklerinden olan şeffaflık, saydamlık, yasamanın yürütmeyi denetleme hakkı ve yürütmenin yasamaya ve halka hesap verme sorumluluğu anlayışına uygun olarak yapılması gerektiği açıktır. 33. Günümüzde denetim uluslararası standartlara göre yapılan bir faaliyettir. Anayasanın 160. ve 165. maddelerinde genel çerçevesi çizilen denetimin kurallaştırılması 6085 sayılı Sayıştay Kanununda yapılmıştır. 6085 sayılı Kanunun 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasında uluslararası denetim standartları da gözetilerek Sayıştayın yapacağı düzenlilik denetiminin, mali rapor ve tabloların ve bunlara dayanak oluşturan belgelerin değerlendirilerek, bunların doğruluğu ve güvenirliği hakkında görüş bildirilmesi şeklinde yapılacağı belirtilmiştir. Denetimin finansal tablolar (mali rapor ve tablolar) ile bunların dayanağını oluşturan belgelerin incelenerek, bunların doğruluğu ve güvenirliği hakkında görüş bildirilmesi şeklinde yapılması, evrensellik kazanmış bir kuraldır. 34. Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesi, yönetimin hukuka bağl | 4,041 |
Esas No:1975/34 Karar No:1975/70 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtirazın gerekçesi özeti şöyledir: 1803 sayılı Af Yasasının 3. maddesinin ikinci fıkrasındaki kuralın 6136 sayılı Kanunun 1308 sayılı Kanunla değişik 12. maddesinin üçüncü fıkrası yönünden Anayasa'nın 92. maddesinin beşinci fıkrasındaki biçim kuralına aykırı olduğu kanısına varıldığından, iptali için Anayasa'nın değişik 151. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir." | 57 |
Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 1 23/01/2017 tarihli ve 29957 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 682 sayılı Genel Kolluk Disiplin Hükümleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 31/01/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 7068 sayılı Genel Kolluk Disiplin Hükümleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabul Edilmesine Dair Kanun ile genel kolluk görevini yürüten kurumların iç disiplinin sağlanması ve hukuka uygun olarak hareket etmeye yönelik usul ve esasların belirlenmesi ve bu kapsamda Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı personelinin disiplin işlemlerinin düzenlenmesi, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik komutanlığının yapısının değiştirilerek İçişleri Bakanlığına bağlanması, disiplin işlerine ilişkin özel bir düzenleme yapılana kadar Jandarma ve Sahil güvenlik personelinin suç ve cezalarının Emniyet teşkilatı disiplin mevzuatına göre belirlenmesi öngörülmektedir. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHKsi olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle yokluk iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkarak olağanüstü hal ile ilgisi olmayan ve olağanüstü hal süresini aşacak şekilde kanunlarda değişiklik yaparak sürekli uygulanacak kurallar öngörmüştür. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna olağanüstü hal süresini aşan kalıcı düzenlemeler yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait yasama yetkinin açıkça gaspı anlamına gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusunEsas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 2 varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHKlardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğulun deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMMce Onaylanması Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasanın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHKlar ile yapılacak düzenlemeler olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genel düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38). Öncelikle Anayasanın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre 119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasanın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasasında düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHKlarla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664)Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 3 Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durdurun düzenlemeler doğrudan OHAL KHKleri ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHKsi ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHKsi ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHKleri ile ancak temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasanın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHKleri ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasanın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Yüce Mahkemeye göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHKlere Anayasanın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri; olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkça göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez." (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır.Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 4 Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular olamaz. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasanın 6. maddesindeki Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki Kuvvetler ayırımının, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHKleri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında açıkça ifade edildiği üzere Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHKsı adı altında, kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça TBMMye ait yasama yetkisinin gaspı anlamına gelir. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları fonksiyon gaspına yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda kanun adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar. (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.)Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 5 Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla hem olağanüstü halin gerekleriyle uyumlu olmayan hem de kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapan iptali istenen düzenleme fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılmış olup yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gasbı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHKlerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHKnin kapsamının genişliği ye ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulunun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHKlere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırımdan gelmiştir: Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık. Yine aynı doğrultuda Yıldırımın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal." Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır:Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 6 İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.". İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHKlerin Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazetede farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazetede yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017 683, 684 ve 685 Sayılı KHKlar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi:23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi:9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHKlerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHKlerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocaktan sonraki kararnamelere ilişkin Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız dedi... Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırımın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHKnın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kağıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyle iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHKlerini çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasanı 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasaya göre Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHKlerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulunun hukuki ve siyasi açıdan KHKlerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlarEsas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 7 dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulunun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHKlere eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHKlerin altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHKler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasanın 121. maddesine göre OHAL KHKlarının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMMnin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır. Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHKların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHKlar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMMce onaylanmayan OHAL KHKlerinin idari işlem olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler.Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 8 Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHKlarının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHKların OHAL KHKsı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMMce onaylanmamış olan OHAL KHKlarının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk Nedenleri Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHKları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması mümkün olmayan ve kanunları değiştiremeyen bir işlemin maddi olarak kanun niteliğinde olduğu söylenemez. Cem Eroğulun isabetle belirttiği gibi Anayasanın 121. maddesinde yer alan düzenlemenin doğal ve mantıki sonucu OHAL KHKlarının biçimsel olarak yürütme işlemi olduğu gibi, maddi olarak da yürütme işlemi olarak kabul edilmesidir. Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen olağan KHKlar biçimsel olarak yürütme işlemi iken maddi anlamda yasama işlemidir ve genel ve sürekli olarak uygulanmak üzere çıkarılırlar ve kanunlarda değişiklik yapabilirler. Oysa OHAL KHKları doğaları gereği geçici olmak durumundadır ve sürekli etki doğuracak şekilde çıkarılamazlar. Bunun sonucu olarak olağan KHKlar ile OHAL KHKlarının TBMMce onaylanması da tamamen farklı hukuki niteliğe sahiptir ve farklı sonuçlar doğurur. Olağan KHKların TBMM tarafından onaylanması bir kanun yapma işlemidir ve önüne gelen kanun tasarıları gibi bunları kanunların görüşülmesi usulüne uygun olarak görüşür ve kabul eder, böylece ortaya yeni bir kanun çıkar. Oysa geçici tedbirler niteliğindeki OHAL KHKleri maddi açıdan bir yürütme işlemidir ve bunların onama kararının bir meclis kararı ile alınması gerekir (Bkz. Cem Eroğul, age. s.42). Zira Anayasanın 121. maddesinde öngörülen TBMM onayı, bir yasalaştırma işlemi değil, siyasal denetim işlemidir. Diğer bütün siyasal denetim işlemlerinde olduğu gibi bunun da bir kanunla değil, meclis kararı ile alınması gerekir. Ancak bu şekilde Anayasanın 148. maddesindeki OHAL KHKlerinin denetimi yasağı anlamlı hale gelir. Zira Anayasa Mahkemesinin yetkisi yasaları ve yasa gücündeki işlemleri denetlemektir. Anayasa koyucu maddi anlamda yürütme işlemi olan OHAL KHKlerini siyasi denetime tabi tutmuştur. TBMM onayının kanun şeklinde yapılması OHAL KHKlerinin geçici niteliği ile bağdaşmaz ve Anayasanın 121. maddesine aykırı olur. Çünkü kanun ile onaylanması OHAL KHKlerini OHAL süresini aşan sürekli ve genel düzenlemelere dönüştürür ki, bu yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve fonksiyon gaspı teşkil eder. Özellikle geçici tedbir niteliğinde olmayan ve sürekli uygulanma olasılığı bulunan ve yukarıda açıklandığı gibi esasen Anayasanın 121. maddesinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanımadığı kalıcı düzenlemelerin, TBMM tarafından kanun şeklinde onaylanması yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve Anayasanın 7. maddesine açık bir aykırılık oluşturur. İptali istenen düzenleme kanun adı altında onaylanmak ve yayımlanmakla hukuk düzeninde sürekli ve kalıcı bir nitelik kazanmıştır. Olağanüstü hal kalksa dahi bu kurallar uygulanmaya devam edecektir. Bu da açıkça fonksiyon gaspı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir.Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 9 Geçici tedbir niteliğindeki düzenlemelerin kanun şeklinde onaylanması ise onların geçici niteliği ile bağdaşmaz ve aşağıda açıklandığı üzere Anayasal normlar hiyerarşisini ve hukuk düzeninin tutarlı normlardan oluşması ilkesini altüst eder. Bu ise hukuk devleti ilkesinin temel koşullarından biri olan hukuk düzeninin öngörülebilir ve tutarlı olması gereği ile bağdaşmaz. Nitekim 2016 yılına kadar hukuk düzenimizde kanunlaştırma şeklinde onaylanmış herhangi bir OHAL KHKsi bulunmamaktadır. Onaylamanın kanun şeklinde yapılması ile OHAL KHKsinin akibetinin ne olduğu da belli değildir. OHAL KHKsinin hala yürürlükte olduğuna işaret eden bazı uygulamalar görülmektedir. Mesela, 8 Mart yasalarında daha önce yasalaştırılmış olmasına rağmen atıfların yasaya değil KHKye yapılmaya devam edildiği ve değişikliklerin yasalar üzerinde değil, KHKler üzerinde yapıldığı görülmektedir. Bu da hukuk düzeninin alt üst olduğunun en somut kanıtıdır. Diğer taraftan yukarıda açıklandığı gibi Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından geçerli olarak çıkarılmamış olan, dolayısıyla yok hükmünde olan düzenlemelerin TBMM tarafından onaylanmış olması onları kendiliğinden geçerli hale getirmez. Yani geçerli bir onaylama kararından söz edebilmek için öncelikle onaylanabilir nitelikte geçerli bir işlemin bulunması gerekir. Oysa yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi ortada onaylanabilecek nitelikte ve onaylamaya elverişli bir işlem bulunmamaktadır. Bu nedenle geçerli olarak var olmayan bir işlemin onaylanması mümkün değildir. Olmayan işlem onay ile varlık kazanmaz, yok olmaya devam eder. Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesinin Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar vermesi gerekir. C. Eylemli İçtüzük Değişikliği Dolayısıyla TBMMnin Onama Kararı Geçersizdir Olağanüstü kararnamelere ilişkin Anayasa ve İçtüzük özel bir yasalaşma süreci öngörmüştür. Bu yasalaşma sürecinde ilk göze çarpan husus yasalaşma sürecindeki süre şartıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır. Ancak 682 sayılı KHKnin görüşülmesinde içtüzüğün zorunlu kıldığı usule uyulmamıştır. 682 sayılı KHK, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sevk edilmesinin ardından 30 günlük sürede Genel Kurulda görüşülmemiştir. Yukarıda yokluğa ilişkin savlarımızın kabul edilmemesi halinde İçtüzükteki yoruma açık olmayacak netlikteki süre şartına uyulmaması, niteliği itibarıyla eylemli içtüzük değişikliğidir. Daha somut bir ifadeyle, TBMM OHAL KHKlerinin görüşülmesinde 30 günlük zaman sınırını ihlal etmek yoluyla konuya ilişkin İçtüzük hükmünü (md. 128) fiili olarak ilga etmiştir. Anayasa Mahkemesi T.B.M.M. İçtüzüğünü denetlemeye yetkili olduğuna göre, iş bu fiili İçtüzük değişikliği de Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenebilir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi parlamento kararlarını eylemli İçtüzük değişikliği adı altında denetlemiştir:Es | 4,098 |
Esas sayısı : 1985/24 Karar sayısı : 1987/6 1 "... I. İptal İsteminin Gerekçesi : Dava dilekçesinde iptal isteminin gerekçesi olarak özetle şunlar ileri sürülmüştür : Anayasa'nın 160. maddesine göre Sayıştay, genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarım Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemekle görevlidir. Devletin gelir ve giderlerinin bütçe yasalarına tabi tutulması da Türkiye Büyük Millet Meclisinin ulus adına yapacağı gerçek bir denetleme niteliğindedir. Anayasa'nın 160. maddesinin son fıkrasında, Silahlı Kuvvetler elinde bulunan Devlet mallarının Türkiye Büyük Millet adına; 165. maddesinde ise, sermayesinin yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete ait olan kamu kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince denetleneceğine ilişkin esasların benimsenmesi de Anayasa Koyucunun Türkiye Büyük Millet Meclisi denetimim esas aldığım göstermektedir. Oysa, Tanıtma Fonunda toplanacak paranın % 20'sinin bir yandan bütçeye gelir, öte yandan da Başbakanlık bütçesinin ilgili tertibine (1050 sayılı Kanunun 77 nci maddesine tabi hizmetler için) Maliye ve Gümrük Bakanlığınca ödenek kaydolunacağım öngören 10/6/1985 günlü, 3230 sayılı Yasanın 4. maddesine göre, fon'da toplanan Devlet gelirinin sadece % 20'si bütçeye aktarılmakta, kalan °/o 80'i ise bütçe ve Devlet denetimi dışında tutulmaktadır. Öte yandan aynı Yasanın 5. maddesinde, Devlet ve Sayıştay denetimi dışında, Anayasa'nın öngörmediği bir denetim sistemi yaratılmakta ve Tanıtma Fonu bu sistem uyarınca denetlenmektedir. Tanıtma Fonundan yapılacak harcamaların (4. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen % 20 dışındaki) Başbakanlık, Maliye ve Gümrük Bakanlığı ile Sayıştay Başkanlığınca iki yıl için seçilecek birer temsilci üyeden oluşan Kurulca denetleneceği bu sistemde; Başbakanlık ile Maliye ve Gümrük Bakanlığınca görevlendirilen, dolayısıyla Başbakanlığın buyruğu altında bulunan kişilere Başbakanın onayı ile yapılan harcamaların denetlenmesi görevi verilmiş olmaktadır. Sayıştay Başkanlığınca seçilecek bir temsilcinin denetim kurulunda yer alması ise, Fon'un Sayıştay tarafından denetlendiğim kabul için yeterli bir sebep sayılamayacaktır. Böyle bir denetimin Anayasa'nın öngördüğü denetim ile hiçbir ilişkisi yoktur. 10/6/1985 günlü, 3230 sayılı Yasanın 4. ve 5. maddeleri, belirtilen nedenlerle Anayasa'nın 160., 161. ve 165. maddelerine aykırıdır." | 308 |
Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Dava dilekçesindeki iptal isteminin gerekçeleri özetle şöyledir: Hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmenin, hukuk devletini oluşturmanın, diktayı ve keyfi yönetimi engellemenin, temel hak ve özgürlüklerin güvencesini sağlamanın en önemli aracı olan kuvvetler ayrılığı, demokratik rejimle yönetilen devletlerin çoğunun anayasalarında kabul edilip yer alan bir ilkedir. Bu ilkenin esası, egemenlik hakkının ulusa ait olduğudur. Egemenlik kudretini oluşturan yasama, yürütme ve yargı erklerinin verildiği organlar, yetkilerini kullanırlarken bir yandan birbirlerini sınırlandırırlar, bir yandan da birbirlerini denetlerler. Kuvvetler ayrılığı böylece hukuksal anlam ve içerik kazanarak özgürlükler güvenceye alınır. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin aynı elde ve organda birleşmesi durumunda, aynı organ zalimce uygulamak için baskı yasaları çıkaracağından, hürriyet yoktur. Ayrıca, yargı erkinin yasama ve yürütme erklerinden ayrı olmaması durumunda da hürriyet yoktur. Yargının yasama bağlı olmasında, hâkim aynı zamanda Yasakoyucu da olacağından, vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki gücü keyfî, yürütmeye bağlı olmasında ise hâkim bir müstebitin iktidarına sahip olacaktır. Bizim Anayasamız da kuvvetler ayrımı ilkesine yer vermiş, yasama, yürütme ve yargı yetkisini hangi organların kullanacağını açıkça belirlemiş, "yargı yetkisi" başlıklı 9. maddesinde de "Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır." demiştir. Mahkeme bağımsızlığının iki ana öğesi, yargıç bağımsızlığı ile yargıç güvencesidir. Yargıç bağımsızlığıyla yargıcın objektif bağımsızlığı, yargıç güvencesiyle de yargıcın kişisel bağımsızlığı anlatılmaktadır. Birbirini tamamlayan bu iki kavramdan biri olmadan öbürünün varlığından söz edilemez. Yargıç güvencesi, yargıcın kişiliğini, iradesini ve iç dünyasını her türlü dış etkiden korumayı amaçlayarak Anayasaya, yasaya, hukuka ve vicdanî kanaatine göre karar vermesi olanağını sağlar. Vicdanı kanaat deyimi, yargıç güvencesinin sübjektif içeriğe sahip olduğunu, yargıcın kişiliğini, iradesini, ahlâkını ve iç dünyasını özetlemektedir. Yargıçların azledileme meleri, emekliye sevk edilememeleri, aylık ve ödeneklerinden yoksun kılınamamaları, başka görev yapamamaları, olurları dışında görevlerinin ve görev yerlerinin değiştirilmemesi, görülmekte olan bir dava nedeniyle yasama meclislerinde yargı yetkisinin kullanılmasıyla ilgili soru sorula maması ve görüşme yapılamaması; yargıcın vereceği kararlardan dolayı herhangi bir endişe taşımamasına, etkiye kapılmamasına yönelik esaslardır. Yargıç güvencesini zedeleme yani yargıcı etki altında tutma, belli olaylarla sınırlı değildir. Onun, Anayasa'ya, yasaya ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatine göre karar vermesini engelleyip sakatlayacak her etken, yargıç güvencesini sarsıp yok edebilir. Bu nedenle güvence konusuyla ilgili etken ve olayların bir bölümünü değil tümünü dikkate almak gerekir. Hukuk devleti ilkesi, ancak anlamlı ve yaratıcı bir tutumla uygulandığı zaman vatandaşa güvence sağlayabileceğinden, hukuk kurallarını bu ilkeyi gerçekleştirmek savıyla uygulayanlar ve bu savla yeni hukuk kuralları oluşturanlar, büyük bir sorumluluk duygusuyla davranmak zorundadırlar.Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 2 İptal isteminin konusu olan 3454 sayılı Yasa'nın "Amaç" başlıklı 1. maddesiyle "Fon tesisi" başlıklı 2. maddesi birlikte değerlendirildiğinde, bu Yasa'yla, adalet hizmetlerinin hızlı ve etkin biçimde yürütülebilmesi için, Adalet Bakanlığı merkez ve taşra örgütüyle bağlı kuruluşları, ceza ve tutukevlerinin bina, eğitim tesisi, konut, araç, gereç ve tefriş ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı olacak kaynakların sağlanması amacıyla TC. Ziraat Bankası'nda, Adalet Bakanlığı emrinde "Adalet Teşkilatını Güçlendirme Fonu" kurulacağı öngörülmektedir. Öncelikle vurgulanması zorunlu husus şudur: Günün sosyal ve ekonomik koşullarında kamu görevlilerinin aylakları ve diğer özlük haklan görevlerini hakkıyla yerine getirebilmeleri için son derece önemli öğeler olmakla birlikte konut, dinlenme ve eğitim tesisi, hizmet binası, araç gereç de gereklidir. Bu katkılar küçümsenemez ve değişen yasam koşullarını gözetmemek gerçeklerle çelişki doğurur. Yargıçlar bakımından bu konuların anlam ve önemi daha da büyüktür. Ekonomik ve sosyal yaşamda önemi ve etkisi yadsınmayacak ve yargıcı da etkileyecek bu katkıların bir fonla gerçekleştirilmesi bir çok yönüyle düşündürücüdür. Hele bu fonun, tüm işlem ve eylemleri yargı denetiminde olan bir banka nezdinde kurulması, herkesten, gerçek ve tüzelkişilerden bağış ve yardım alması, yargının işlevi ve yargı bağımsızlığının anlamı karşısında büyük bir çelişki oluşturur ve onarılmaz sakıncalar yaratır. Bir anlamda özelleştirme düzenlemesi olan bu yasa ile son yıllarda ülkede önemli ölçüde egemenlik sağlamış ekonomik ve sosyal güçlerin gölgesinde yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin etkilenmeyeceğine inanmak hayaldir. Yasa'nın amaç maddesinde sağlanacağı belirtilen hususlardan, ulusal egemenlik gücünün bir bölümü olan adalet hizmetlerinin hızlı ve etkin biçimde yürütülmesi, doğrudan doğruya bir devlet görevi, ulusal egemenlik hakkının doğal bir sonucu ve özel bir belirleme biçimi olan yargı görevinin geçerlik kazanması ve güvence oluşturması bu görevin ancak Anayasa'ya göre doğrudan ulusal egemenlik yetkisini kullanacak bir organ eliyle yürütülmesine bağlıdır. Devletin, bu görevi başkasıyla paylaşması, başka bir kurula devretmesi olanaksızdır. Adalet dağıtımı ve adalet hizmetlerinin gerçekleştirilmesi gereksinimi devletin varolması, özellikle hukuk devletinin oluşması nedenidir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun Başkanı olan Adalet Bakanı'nın yargıç ve savcıların atanması konusunda yetkili kılınması, Bakanlık Müsteşarının da bu Kurulun üyesi olması yargı bağımsızlığına gölge düşüren, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı, yürütmeyi yargı üzerinde rol sahibi yapan bir durumdur. Adalet Bakanına, genel bütçe dışında tutulan bir fon aracılığıyla yeni ve etkili roller verilmesi durumu daha da vahimleştiren bir olgudur. Bir devlet görevi ve yararlanma yönünden bir hak olan adalet hizmetinin parayla sağlanması, onu hak olmaktan çıkaracaktır. Yasa'nın 1. ve 2. maddelerinin dışındaki hükümlerinin içerikleri bu anlamdadır. Anayasa'ya aykırılık yönünden yapılan değerlendirmelere göre: 1 Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri gerçekte bir bütün oluşturmakta, 1. madde amacı; 2. madde de fonun kuruluşunu düzenlemektedir. Aykırılıklar, iki madde birlikte ele alınarak saptanacaktır. a) Anayasa'nın 138. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın bu maddesinin öngördüğü ilkeler karşısında;Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 3 aa) Yargıç bağımsızlığı, yargıç güvencesi olmadan sağlanamayacağı için, önce değinilen nedenlerle bu düzenleme yargıcı etki altına tutabilecek, vicdanî kanaatine göre ve bağımsız olarak karar vermesi esas ve ilkesini tümüyle zedeleyecektir. bb) Yine yukarda değinildiği gibi yürütme organının bir üyesi olan Adalet Bakanı, yargıç ve savcıların atanmasında yetkili Kurulun Başkanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı da bu Kurulun üyesi bulunduklarına, Anayasa' nın 159. maddesi de bu Kurulun kararlarına karşı yargı mercilerine başvurmayı yasakladığına göre, bu da yetmiyormuş gibi söz konusu Yasa'nın iptali istenilen ilk iki maddesiyle yargıç ve savcıların ekonomik ve sosyal yaşamını doğrudan ilgilendiren, genel bütçe dışında parasal bir mekanizmanın kullanılma yetkisinin Adalet Bakanına verilmesi yargı bağımsızlığım engelleyecektir. cc) TC. Ziraat Bankası'nın ve fon yönetiminin tüm işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olduğundan, bu kuruluşların, denetimine bağlı oldukları yargıya kaynak sağlaması da yargı bağımsızlığıyla bağdaşamaz. dd) Bu durumda Adalet Bakanı'nın, fon idaresinin, hatta TC. Ziraat Bankası'nın yagıçlar üzerinde etkili olmaları olasılığı 1. ve 2. maddelerin içerikleri bakımından tavsiye ve telkine elverişli bulunmaları da bir başka sakıncadır. Bu nedenlerle Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri Anayasa'nın 138. maddesine aykırıdır. b) Anayasa'nın 140. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın bu maddesiyle öngörülen esaslara göre, özellikle yargıçlık güvencesi olmadan mahkemelerin bağımsızlığı düşünülemez. Yargıç güvencesini zedeleyecek ve ortadan kaldırabilecek her düzenleme, yukarda Anayasa'nın 138. maddesine aykırılık konusunda ileri sürülen nedenlerle birlikte Anayasa'nın 140. maddesine de aykırıdır. c) Anayasa'nın 9. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın "Yargı yetkisi" başlıklı bu maddesinde "Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır." denilmektedir. aa) Yargıç güvencesi olmayan yerde mahkeme bağımsızlığından süz edilemeyeceğinden daha önce belirtilen Anayasa'ya aykırılık gerekçeleri karşısında Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri, yargıç güvencesini zedeleyecek ve ortadan kaldıracak niteliktedir. bb) Anayasa'nın 9. maddesinin, yargının bağımsızlığını ve yargı gücünün ayrı bir organa verilmesini öngörerek kuvvetler ayrılığı ilkesini gerçekleştirmesine karşın yürütmeye etkinlik kazandıran inceleme konusu 1. ve 2. maddeleri kuvvetler ayrılığı ilkesine ters düşmüşlerdir. Bu nedenlerle Anayasa'nın 9. maddesine aykırı sayılmalıdırlar. d) Anayasa'nın 6. Maddesine Aykırılık: Türk Ulusu'nun, egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanacağını öngören bu maddede, egemenliğin kullanılmasının devri yasaklanmakta, kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisinin kullanılamayacağı belirtilmektedir. aa) Yargı hizmetlerini doğrudan ilgilendirecek konuların, yargı organları dışındaki organlarla yürütme organının bir üyesi olan Adalet Bakanına verilmesi, egemenliğin bir bölümüEsas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 4 olan yargı gücüne etkili olabilecek yetkilerin, devletin, ana işleviyle görevli organları dışındaki organlara bırakılması uygun değildir. bb) Yargı gücü ve yetkisi, bir banka nezdinde kurulan ve bütçe dışında tutulan bir fon yönetimiyle kullanılamayacağı gibi bu fonla da paylaşılamaz. Bu nedenlerle, 1. ve 2. maddeler, Anayasa'nın 6. maddesine aykırıdır. e) Anayasa'nın 5. Maddesine Aykırılık: Yasa'nın getirdiği düzenleme, önce belirtilen durumlar gözetildiğinde devletin temel amaç ve görevlerini açıklayan Anayasa'nın bu maddesine de aykırıdır. f) Anayasa'nın 2. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın bu maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Hukuk devleti çatısı altında her şeyin hukuka uygunluğu zorunludur. Yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, demokratik sistemin, özellikle hukuk devletinin vazgeçemeyeceği bir temel 'ilkedir. Bunların bulunmadığı bir yerde hukukun herhangi bir temel ilkesinin işlerliği düşünülemez. Önceki bölümlerde ileri sürülenlerle birlikte burada açıklanan nedenlerle Yasa'nın Ive2. maddeleri, Anayasa'nın 2. maddesine de aykırıdır. g) Anayasa'nın Başlangıç Bölümüne Aykırılık: Anayasa'nın Başlangıç Bölümü'nün altıncı paragrafında, kuvvetler ayrımının uygar bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve yasalarda bulunduğu belirtilmiştir. Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri ise, kuvvetlerden birinin diğerine üstünlüğü anlamına gelmeyeceği de açıklanan kuvvetler ayrımının gerekli gördüğü işbölümünü zedelediği gibi yürütmeye üstünlük sağlayan bir esas getirmiştir. Söz konusu iki madde, daha önce ve burada sunulan nedenlerle Anayasa'nın Başlangıç bölümüne de aykırıdır. h) Anayasa'nın 13. Maddesine Aykırılık: Kuvvetler ayrılığı ilkesi, devlet gücünün sınırlandırılması suretiyle kişi özgürlüklerinin güvence altına alınması istem ve gereğinden doğmuştur. Kuvvetlerin tek elde toplanması, diktayı ve keyfî yönetimi getireceğinden kişi özgürlüklerinin güvencesini kaldırmaktadır. Özellikle yargı gücünün bağımsız bir organda olmaması özgürlükler için en büyük sakıncayı oluşturmaktadır. Anayasa'nın 9. maddesinin gerekçesinde vurgulanan tarihsel bağımsız yargı olgusu, temel hak ve özgürlükler için güvence getiren Anayasa'nın 13. maddesindeki ilkelerin, yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin olmadığı yerde anlamsız kalacağını göstermektedir. Bu nedenlerle incelenen maddeler Anayasa'nın 13. maddesine aykırıdır. ı) Anayasa'nın 161. ve 163. Maddelerine Aykırılık: Hızlı ve etkin biçimde yürütülmesi bir devlet görevi, egemenlik gücünün bir bölümü olan yargı erkinin işi olan adalet hizmetlerinin, temelde bütçe dışı kamu harcaması olan fonla yerine getirilmesi olanaksızdır. Anayasa'nın 161. maddesinin birinci fıkrasının zorunlu kıldığı yıllık bütçeyle harcama yapılması zorunluluğu, 163. maddesinde de harcanabilecek miktarların sınırlarının gösterilmesi karşısında fon yöntemi uygun karşılanamaz. 163. maddenin Bakanlar Kurulu'na tanımadığı olanak, fon yönetimine sınırsız harcamayla tanınmıştır. DevletEsas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 5 hizmetlerinin ve bunlarla ilgili harcamaların bütçe dışı bir fonla yürütülmesini esas alan ve bunu oluşturan Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri Anayasa'nın 161. ve 163. maddelerine de aykırıdır. i ) Anayasa'nın 7. ve 87. Maddelerine Aykırılık: Anayasa'nın 7. maddesinde, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin devredilemeyeceği öngörülmüş, 87. maddesinde de, yasa koyma yetkisi TBMM'nin görev ve yetkilerinin başında sayılmıştır. Devlet harcamaları bütçe ile, bütçe de yasa ile yapılır, iptali istenilen Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri, yasayla düzenlenmesi gereken bir konunun yasayla düzenlenmesinden vazgeçilip bu yetkinin başkasına devrine neden olarak yasama etkinliğinin zayıflamasına yol açmaktadır. Ulusal egemenlik ilkesiyle, demokrasi ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bu durum, Anayasa'nın 7. ve 87. maddelerine aykırılık yaratmaktadır. 2 Yasa'nın 3. Maddesi: Bu maddenin içeriğinde fonun kaynakları sıralanmıştır, a) Anayasa'nın 61, ve 163. Maddelerine Aykırılık: Belirtilen gelirlerin çok büyük bir bölümü bugüne kadar devlet bütçesine Hazineye intikal etmekte iken bütçeden çıkarılıp Hazinenin elinden alınarak fona aktarılmak suretiyle bütçe dışı harcama kaynağı yaratılmıştır. Gerçek ve tüzelkişilerin yapacakları bağışlar vergi matrahından düşüleceğinden bu bağışların büyük bölümü vergi gelirini de düşürecektir. Devlet harcamasına esas teşkil eden bu gelirler Yasa'nın 3. maddesiyle fonun kaynaklan arasına alınmıştır. Önceki bölümlerindeki konuyla ilgili gerekçeler ve şimdi açıklanan nedenlerle Yasa'nın 3. maddesi Anayasa'nın 161. ve 163. maddelerine aykırıdır. b) Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. Maddelerine Aykırılık: Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi, idarî nitelikteki para cezalarıyla, 5680 ve 1117 sayılı yasalara göre alınacak para cezaları dışındakilerin % 25'inin fona aktarılacağını öngörmekle, yargıçları; konut, araç, gereç ihtiyaçları, dinlenme ve görev yerlerinin donanımlarına harcanacak para cezalarını saptamak gibi sakıncalı bir konuma sokmuştur. Yargıcı böyle bir durumla karşı karşıya getirmek yanlış olup, adalete gölge düşürecek nitelik taşımaktadır. Hukuk devleti anlayışı, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesine ters düşen böyle bir düzenlemeye olur veremez. Anayasa'nın 5. maddesinin belirlediği, kişinin temel hak ve özgürlüklerini sosyal hukuk devleti ve adalet anlayışıyla bağdaşmayacak biçimde sınırlayan engelleri kaldırma ve yargıcın vicdan' kanaatine göre karar oluşturma ilkelerine de aykırı bir düzenlemedir. Önceki gerekçelerle bu nedenler karşısında Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. maddelerine aykırıdır. c) Anayasa'nın 2., 36. ve 73. Maddelerine Aykırılık: Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (d) ve (e) bentlerinde alınacağı belirtilen ücretler, maddenin son fıkrasına göre Adalet Bakanlığınca belirlenecektir. aa) Hak arama, yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak sav ve savunmada bulunmaktır. Devlet, vatandaşa verilen hakkı satmakla değil, sağlamakla yükümlüdür. Anayasa'nın 36. maddesinin öngördüğü hak arama özgürlüğü davacı ya da davalı olarak sav veEsas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 6 savunmayı içermektedir. Yargı hizmetleri için, başvuran ilgililerden harç alan devlet, iptali istenilen Yasa ile dosya gömleği, basılı kâğıt ve adlî sicil fişi satışını getirerek harçla karşıladığı hizmetleri fiatlandırmakta, yeni ve tümüyle değişik bir sistem kurmaktadır. Böylece devlet, resmen, adalet hizmetlerinden kâr yapma peşine düşmektedir. Bir hak olarak yararlanılması gereken adalet hizmetleri alınıp satılan bir meta olarak kullanılamaz. Bu nedenle Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (d) ve (e) bentleriyle son fıkrası, Anayasa'nın 36. maddesine, ayrıca hukuk etkinliğini zayıflatarak hukuk devleti anlayışıyla da bağdaşmadıklarından Anayasa'nın 2. maddesine de aykırıdırlar. Adlî sicil belgesinin niteliği alınma nedeni ve devletin bu konudaki yükümlülüğü gözetilince, para karşılığında verilmesi hukuksal açıdan ciddî karşılanamaz. bb) Yasa'nın 3. maddesinin yukarda belirtilen hükümleri vatandaşa malî yükümlülük getirmektedir. Anayasa'nın 73. maddesine göre, yasayla konulması gereken bu malî yükümlülüğün miktarının belirlenmesini Adalet Bakanlığına bırakan Yasa'nın ilgili hükümleri bu nedenle Anayasa'nın 73. maddesine de aykırıdır. d) Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. Maddelerine Aykırılık: Oluşturulan fona bağış ve yardımlarda bulunulmasını öngören Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (h) bendi de hukuk devleti anlayışı, devleti hukuku gerçekleştirme görevi, bağımsız yargı, yargıç güvencesi ve vicdanî kanaate göre karar verme ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Önceki gerekçelerle birlikte bu nedenlerle de (h) bendi, Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. maddelerine aykırıdır. 3 Yasa'nın 4. Maddesi: "Fondan yapılacak harcamalar" başlıklı bu madde, Adalet Bakanının ya da yetkili kılacağı kişilerin onayı ile harcama yapılacağını öngörmektedir. Anayasa'nın 161. ve 163. maddelerinde harcamaların yıllık bütçeyle yapılacağı ve sınırlarının ödeneklerle gösterileceği belirtilmektedir. Yasayla yapılması gereken hususları yürütme organının bir üyesine ya da onun yetkili kılacağı kişilere bırakan düzenleme Anayasa'nın 7., 87., 161. ve 163. maddelerine aykırıdır. 4 Yasa'nın 5. Maddesi: "Fonun çalışma usul ve esasları" başlıklı bu madde, Adalet Bakanlığınca çıkarılacak yönetmeliği öngörmektedir. a) Anayasa'nın 124. Maddesine Aykırılık: Kendi görev alanlarını ilgilendiren yasaların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere, bunlara aykırı olmamak koşuluyla Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzelkişilerinin yönetmelikler çıkarabileceğini bildiren Anayasa'nın 124. maddesine karşın, iptali istenilen Yasa'da fon çalışmalarıyla ilgili yöntem ve esaslara ilişkin, uygulamaya yönelik hiçbir hüküm yoktur. Fonda çalışacak kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, aylık ve ödenekleriyle diğer özlük işleri, gelir toplama ve gider yöntemleri ve ilgili öbür konular ancak yasayla düzenlenebilir. Bu konuların yönetmelikle düzenlenmesine olanak veren 5. madde, Anayasa'nın 124. maddesine aykırıdır.Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 7 b) Anayasa'nın 7. ve 87. Maddelerine Aykırılık: Dava konusu Yasa'nın 5. maddesi, yasama yetkisinin devri niteliğinde bir hüküm içerdiğinden Anayasa'nın 7. ve 87. maddelerine de aykırıdır. Yukarda kendi bölümlerinde açıklanan gerekçelerle 3454 sayılı Yasa'nın 1., 2., 3., 4. ve 5. maddeleri ile dava dilekçesinde belirtilen fıkra ve bentleri, Anayasa'nın Başlangıç bölümüyle 2., 5., 6., 7., 9., 13., 36., 73., 87., 124., 138., 140., 161. ve 163. maddelerine aykırı olduklarından iptallerine karar verilmelidir." | 2,412 |
Esas Sayısı:1974/40 Karar Sayısı:1975/4 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi özeti şöyledir. Anayasa Mahkemesi, Resmi Gazete'nin 12/7/1974 günlü, 14943 sayılı nüshasında yayımlanan esas:1374/19, karar: 1974/31 sayılı kararında belirtildiği üzere, Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi arasında uyuşmazlık konusu olan maddelerin Millet Meclisinde ayrı ayrı oylanmasının Anayasa'nın 92. maddesinin beşinci fıkrasına biçim yönünden aykırı olduğu sonucuna vararak, 1803 sayılı Af Kanununun beşinci maddesinin (A) bendinin iptaline karar vermiş bulunmaktadır. Bu durum karşısında aynı şekilde oylanan 2. maddenin (B) işaretli bendinin biçim yönünden Anayasa'ya ayları olduğu hakkındaki iddianın Mahkemelerince ciddî olduğu kanısına varılmıştır. Davada uygulanacak olan kurallar biçim yönünden Anayasa'ya aykırı olduğuna göre, esas yönünden Anayasaya aykırılık üzerinde durulmamıştır. Bu itibarla gerekli inceleme yapılarak 1803 sayılı Kanunun 2. maddesinin (B) bendinin Anayasa'nın 92. maddesinin beşinci fıkrası hükmüne biçim yönünden aykırılığı nedeniyle iptaline karar verilmesi istenmiş bulunmaktadır." | 137 |
Esas sayısı : 1987/23 Karar sayısı : 1987/27 1 "... I. İptal İsteminin Gerekçesi : 16/9/1987 ve 29/9/1987 günlü dava dilekçelerinde açıklanan iptal gerekçeleri özetle şöyledir : Ulus egemenliği fikrine dayanan, halkın kendi 'kendini yönetmesi amacına yönelik bir sistem olan demokraside halkın doğrudan doğruya karar alması ve iradesini belirtmesi asıldır. Tüm vatandaşların toplanıp kararlar alması ve bunları uygulaması olanaksız bulunduğundan kendi temsilcilerini seçerek onlar aracılığıyla devlet ve toplum yönetimini sağlamak zorunluluk ve gereksinimi seçim kurumunu doğurmuştur. Ulus iradesini ortaya çıkarıp egemen kılan bir yöntem olan seçimde katılım, siyasal özgürlük geniş boyutlarda uygulanmalıdır. Bunun ön koşulu yurttaşlar arasında her tür ayırımın kaldırılarak her yurttaşa seçmenlik hakkının tanınması, "genel oy"; her seçmenin bir oy kullanması, "eşit oy"; seçmenlerin hiçbir baskıyla karşılaşmadan oy kullanmaları, "serbest oy"dur. Anayasa'nın 67. maddesi bu ilkeleri getirmiştir. Hukuk bilimi katılımın, oyların yönetime yansıması ve sonuç doğurması için çoğunluk sistemi, nisbisistem vs. gibi belli sistemler oluşturmuştur. Her sistem kendi kuralları, anlayışı ve mantığı ile bir bütündür. Belli bir seçim sistemi öngörmeyen Anayasamız, 67. maddesiyle, seçim sisteminin düzenlenmesini yasaya bırakmıştır. Bu durum, yasakoyucunun getireceği seçim sisteminin Anayasa'nın ve hukukun temel ilkeleriyle çatışabileceği anlamına gelemez. Yetkisi sınırlı olan yasakoyucu, "hürriyetçi demokrasi", "millet iradesinin üstünlüğü", "demokratik toplum düzeninin gerekleri" ve "eşitlik, demokratik hukuk devleti" ilkeleriyle bağlı olup düzenlemeyi belli demokratik ilkeleri doğrultusunda yapacaktır. Ayrıca, seçmenlerin yaratılacak demokratik ortamda çeşitli seçenekleri algılamasına yardımcı olunmalı", serbestçe ulaşacağı belli bir bilinç düzeyiyle ve özgür iradesiyle oy kullanması sağlanmalıdır. Bunlar demokratik sistemde yapılacak seçimlerin vazgeçilmez koşulları olup, seçim yalnızca sandığa oy atma işlemi değildir. Kurallara biçimsel uygunluk yeterli olmayıp demokratik öz ve işlev aranmalıdır. İptali istenen yasa, ülkenin günümüzdeki koşullarından yararlanılarak belli sonuçlara ulaşabilmek için çıkarılmış özel amaçlı, genellik ve objektiflikten yoksun, demokratik hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bir yasadır. Seçimler ve Siyasi Partiler Yasalarında sistem, belli ve yeterli propaganda süresi, belli bir anlayışa göre de olsa genel ve objektif biçimde yer almıştır. Bu nedenle, gelenek olarak, seçime gidilirken özel seçim yasası çıkarılmayıp seçim kararı alınır. Yetkili organlar yukarda belirtilen ilgili yasalardaki düzenlemelere göre seçimi gerçekleştirirler. Dava konusu yasa ile genel ve objektif kurallar bir yana itilmiş, halkın serbest iradesini açıklama yollarını tıkayarak siyasal yaşamı tek partinin tekeline bırakacak ve çok partili rejimi yok edecek bir düzenleme getirilmiştir. Yasa, aynı doğrultuda kullanılan oyların belli bir sayıyı doldurmaması durumunda dikkate alınmayacağını, hattâ karşıtı çoğunluk partisinin kazancına yazılacağını bildirerek seçmeni manevi baskı altına alarak seçimlerin serbestliğine ve özgürlük anlayışına ters düşmektedir. Barajla ilgili hüküm, herhangi bir seçim sisteminin öngördüğü temel ilke olmayıp seçmenler arasında ayırım yaparak bir kısmının oylarını öbürlerinden daha değerli sayıp hak etmediği biçimde iktidarı kazandıran bir düzenlemedir. Kimi yurttaşların, haklı neden olmadan, başka koşullara bağlı utulmalarıyla yasa önünde eşitlik ilkesi çiğnenmiş, seçmen seçtiği kişiyi bilmeden oy vermek zorunda bırakılmıştır. Bu genel gerekçeden sonra maddelere gelince,Esas sayısı : 1987/23 Karar sayısı : 1987/27 2 l Yasanın 1. maddesinin, propaganda süresini 21 günden 10 güle düşürmesinin haklı hiçbir gerekçesi, savaş ya da benzeri olağanüstü bir nedeni yoktur. İktidar grubu sözcülerinin ileri sürdüğü ilân ve seçim günleri arasında çok zaman bulunmasının ülkede huzursuzluk yaratacağı, halkoylamasında söylenmesi gerekenlerin söylenip cevaplandığı, çok konuşmanın dinlenmediği yolundaki gerekçeler genel seçimin önemi, işlevi ve ağırlığı karşısında ciddiye alınmayacak, özden yoksun görüşlerdir. Halkoylaması sırasında, seçim yapılamayacağını iktidar, Başbakanın ağzından açıkladığı için muhalefet halkoylaması süresince yalnızca halkoylaması konusuyla sınırlı kalmış, iktidar ise tüm devlet olanaklarını kullanarak adeta bir seçim çalışması yapmıştır. Bu, doğrudan doğruya bir hiledir. İktidar, bu ivedi düzenleme ile, hileyi kendine avantaj biçimine dönüştürmüş, öbür siyasal partilere eşit yarışma olanağı vermemiştir. Partiler, seçmenlerine adaylarını tanıtıp benimseteceklerdir. Yeterli propaganda süresi içinde politika ve programlarını, öteki partilerle ayrıldıkları yönleri anlatarak seçmenlerinin değerlendirmelerine sunacaklar ve onlara benimsetmek için çaba harcayacaklardır. Bu olanakları vermeyen, genellik ve objektiflik ilkelerine uzak madde, demokratik hukuk devleti ilkesini zedelediğinden Anayasa'nın 2. maddesine eşitliği bozduğundan 10. maddesine, demokratik sistemlerdeki seçim anlayışına uygun düşmediğinden 67. maddesine, demokrasiyi koruma amacından sözeden 5. ve kamuoyunun serbestçe oluşumundan sözeden 31. maddesine aykırı bulunmaktadır. 2 Yasanın 4. maddesi, TBMM'nce seçimin yenilenmesine karar verilmesi durumunda, seçim tarihinin saptanmasında geçmesi zorunlu görülen üç aylık süre koşulunu kaldırarak iktidara seçim yasalarında yer alan süreleri anlamsız ve geçersiz kılma olanağını vermekle seçimlerin serbest, dürüst ve hakkaniyet ölçüleri içinde yapılmasını engellemiştir. Seçim gününün saptanmasında yasakoyucunun kendisini hiçbir kayıtla bağlı saymaması seçim güvencesini tehlikeye sokabileceği gibi seçimleri de muhalefet için elverişsiz duruma getirebilir. Genel gerekçe bölümünde değinilen nedenleri de yineleyerek bu maddenin Anayasa'nın Başlangıç'ında yer alan "hürriyetçi demokrasi" ilkesine, 2. maddedeki "demokratik hukuk devleti" ilkesiyle 5. maddedeki "demokrasiyi koruma amacına" aykırı bulunduğunu belirtiyoruz. 3 Yasanın 5. maddesi, hukukta ve öğretide öngörülmeyen bir seçim sistemi getirecek seçmen kitleleri arasında ayrıcalık yaratmıştır. 3, 4 ve 5 milletvekili çıkaracak seçim çevrelerinde geçerli oylar çıkarılacak milletvekili sayısına bölünerek baraj saptanırken, 6 milletvekili çıkaracak seçim bölgesinde barajın, çıkarılacak milletvekili sayısının bir noksanına bölünerek bulunması, seçmen grupları arasında eşitliği bozmakta, haklı bir gerekçeye dayanmamaktadır. Böylece, 6 milletvekili çıkaracak seçim bölgelerinde barajın yükseltilmesi amaçlanarak değişik uygulamayla bu bölgedeki seçmen oylarının öbür seçmenlerin oylarından daha az değerli olduğu sonucu yaratılmış, çoğunluğu ele geçirmenin tüm yasal koşullan hazırlanarak seçmen baskı altına alınmıştır. Ayrı koşullara bağlı tutmakla eşitlik ilkesi çiğnenmiştir. Ayrıca barajı aşamayan partinin yitirdiği milletvekilliğini en çok oyu alan parti, oylan milletvekili sayısına bölündüğünde daha düşük oy almasına karşın alabilecek, barajı aşamayan partinin oyları temsil edilmemiş olacaktır. Bu oylar, seçmen iradesinin tersine, karşıt olduğu partinin kazanç hanesine yazılacaktır. Hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bu durum yine genel gerekçe bölümündeki nedenlerle maddenin, Anayasa'nın 2., 5., 10. ve 13. maddelerine aykırı, olduğunu göstermektedir. 4 Yasanın 8. maddesi, önümüzdeki milletvekili genel seçimlerine özgü olarak önseçim yapılmasını yasaklamakta, aday saptanmasını siyasal partilerin tüzüklerine ya da merkez karar organlarınca belirlenecek yöntemlere göre seçim kurullarının yönetim ve denetimine bağlı olmaksızın yapılmasını öngörmektedir. Belli bir seçim için getirilen bu istisnai hüküm genel,Esas sayısı : 1987/23 Karar sayısı : 1987/27 3 objektif ve kalıcı düzenlemeden çok, bir seçimlik düzenlemedir. Her seçim için ayrı, özel hükümlerin getirilmesi seçim güvenliğine gölge düşürür. Bu açıdan düzenleme Anayasa'nın öngördüğü seçimlerin serbestliği ilkesine aykırıdır. Ulusal iradenin oluşmasında seçimler kadar önemi olan, aday saptanmasında önseçimin yasaklanması, siyasal partilerin ve bu yolla siyasal katılımın kısıtlanmasıdır. Bu da parti içi demokrasi ilkesine ters düşer. Anayasa siyasal partilerin parti içi çalışmalarının ve kararlarının demokrasi esaslarına aykırı olamayacağını öngörmüştür. Önseçimleri tüzüğüne koymuş bir siyasal parti istese de önseçim yapamayacak, adayları belirleme yetkisini merkez karar organlarına bırakacaktır. Bu da demokrasiyle bağdaşamaz. Önseçimi yasaklayan madde, adayların saptanmasını partilerin iç sorunu olmaktan çıkarmış demokratik ölçüleri aşmıştır. Anayasa Mahkemesi de önseçimi tümüyle dışlayan bir düzenlemenin Anayasa'ya ters düşebileceğini belirtmiştir. 8. madde, ayrıca, önseçimi yasaklamakla partisinden istifa etmiş milletvekillerinin merkez karar organlarınca aday gösterilmesi olanağını tanımaktadır. Öte yandan bu durumda bulunan kimselere aday olmaları için başka bir seçenek bırakmadığından Anayasa'nın 67/1. maddesine aykırı bulunmaktadır. Madde, Anayasa'nın Başlangıç 'kısmındaki özgürlükçü demokrasi, 2. maddesindeki demokratik hukuk devleti ilkelerine, 5. maddesindeki devletin demokrasiyi koruma amacına 69. maddesindeki parti içi çalışmaların ve kararların demokrasi esaslarına aykırı olamayacağı ilkesiyle 84/2. maddesindeki esaslara aykırı olduğundan iptali gerekmektedir. 5 Yasanın 9. maddesi bu seçimlere özgü olarak müşterek oy pusulasında adayların adlarına yer vermeyerek seçmen iradesini sınırlamış, özellikle seçmeni bir araç durumuna düşürmüştür. Bu antidemokratik hüküm, seçmeni yalnızca parti seçmek zorunda bırakmakta, birden çok parti adayları arasında seçme ve seçmek istediği adaya göre partiyi düşünmek olanağını kaldırmaktadır. Listeyi başka yerde okumak seçim işlemi dışında bir olaydır. Seçilecek kişi belli olmayan bir seçim düşünülemez. Tüm gerekçeler karşısında maddeyi Anayasa'nın 2., 5., 13. ve 67. maddelerine aykırı buluyoruz. 6 Yasanın 18. maddesi, seçim gününü Anayasa'nın 77. maddesine aykırı olarak kararla değil, yasayla saptayarak konuyu anayasa yargısına bağlı kılmıştır. Anayasa, TBMM'nin seçimlerin yenilenmesi konusundaki iradesini karar biçiminde açıklamasını öngörerek Meclisin sırf siyasal takdir yetkisini kullandığım kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin 21/4/1977 günlü, Esas 1977/61, Karar 1977/47 sayılı kararı da bu doğrultuda olup alman kararı bir yasama tasarrufu ya da içtüzük hükmü olarak nitelendirme olanağı bulunmadığım göstermiştir. Yasa yolu izlenirse TBMM'nin siyasal takdir yetkisi Cumhurbaşkanınca irdelenir. Bu yöntem, Anayasa'nın güttüğü amaca ters düşer. Madde ayrıca, seçim süresini, haklı ve zorunlu neden olmadan olağan süreye göre önemli ölçüde kısaltmıştır. Birinci maddeye ilişkin iptal gerekçeleriyle genel gerekçeleri birlikte yineleyerek bu maddenin Anayasa'nın 2., 5., 10., 67. ve 77. maddelerine aykırı olduğu savındayız. Bu nedenlerle, öncelikle ele alınmasını isteyerek davamızı açıyoruz." | 1,328 |
Esas Sayısı:1974/18 Karar Sayısı:1974/42 1 "... II Tarafların konuya ilişkin iddia ve savunmaları: A Davacının iddiasının özeti: Kadro üstünde aylık alanlar, üst derece aylıklarını kazanılmış hak olarak almaktadır. 1327 sayılı Kanunun ek geçici 2. maddesinin (b) fıkrası hükmü, kazanılmış bu hakkı tanımadığı için Anayasa Mahkemesince iptal olunmuştur. 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin getirdiği yeni düzenleme ile, bir taraftan 30/11/1970 tarihindeki hukuki duruma göre 1/3/1970 tarihinden geçerli olmak üzere intibakların düzeltilerek yeniden yapılması kabul edilmişken, öte yandan geçici 1. maddenin birinci fıkrasiyle bu yeni intibaklara ilişkin ödemelerin 1/6/1973 tarihinden başlatılması ile çelişkiye düşülmüş ve aynı kararnamenin geçici 2. maddesinin ikinci fıkrasiyle de yeni intibaka göre saptanan aylıklardan dolayı eski sürelere ait farkların verilmemesi yolunda hüküm konulmak suretiyle Anayasa'nın 2. maddesine aykırılık yaratılmıştır. Bundan başka, aynı kararnamenin geçici 2 maddesinin son fıkrasında, kararnamenin yürürlüğe girdiği tarih ile 1/6/1973 tarihi arasında, yaş haddi, maluliyet veya ölüm sebebiyle haklarında emeklilik işlemi uygulananların yeni intibakları sonunda aylıkları yükselmiş bulunduğu takdirde emekli aylık ve ikramiyelerinin yeni tutarlara göre hesaplanacağı kabul edildiği halde aynı tarihlerde veya daha önceleri kendi istekleriyle emekliye ayrılmış olanların bu haktan faydalandırılmamış olmaları da Anayasa'nın 12. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı bulunmuştur. B Davalı içişleri Bakanlığının savunması özeti: Bu konudaki takdirin Danıştaya ait bulunduğundan ibarettir, III Danıştay 5. Dairesinin gerekçesi ; Danıştay 5. Dairesinin 30/3/1974 günlü esas 1973/5926, karar 1974/1525 sayılı kararının gerekçesi aynen şöyledir : (Davacının, 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 2 nci maddesinin yukarda belirtilen 2. fıkrasındaki hükmünün, Anayasa'nın 2. maddesindeki müktesep hak ve 12. maddesindeki eşitlik ilkelerine aykırı bir uygulamaya yol açacak şekilde düzenlendiği yolundaki iddiası üzerine bu talebi muhtevi Danıştay Beşinci Dairesinin 1973/5926 esas sayısına kayıtlı dava dosyası incelenerek gereği düşünüldü. Anayasa'ya aykırılığı dolayısiyle Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olan bir hükmün yerine ve yine Anayasa Mahkemesi karan gereği olarak yasa koyucu tarafından yeni bir düzenleme yapılması halinde bu düzenlemenin de Anayasaya ve Anayasa Mahkemesi kararına uygun olarak yapılması gerekmektedir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile memleketimizde yeni bir personel rejimi uygulanmaya başlanmış ve bu Kanuna 1327 sayılı Kanunla konulan geçici ve ek geçici maddelerle, mevcut kamu görevlilerinin 30/11/1970 gününden itibaren bu yeni rejime intibakEsas Sayısı:1974/18 Karar Sayısı:1974/42 2 ve intikalleri sağlanmış, 1/3/1970 ile 30/11/1970 tarihleri arasındaki maaş farklarının da kendilerine ödenmesi yoluna gidilmiştir. Anayasa Mahkemesi, 13/7/1972 günlü ve 14244 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanan 9/5/1972 tarih ve esas: 1971/58, karar: 1972/22 sayılı karariyle, 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla getirilen ek geçici 2 nci maddenin (b) bendi hükmünü Ânayasa'nın 2 nci ve 12 nci maddelerine yani eşitlik ilkesine aykırı bularak iptal etmiş; ancak bu iptal sonucunda eski kanuna göre kadroları üstünde aylık alanların yeni kanuna intibakları konusunda kural ortadan kalkmış olacağından ve kanunda bu gibilerin intibakını sağlayacak nitelikte başkaca bir hüküm de bulunmadığından uygulamada oluşacak boşluğun yasa koyucu tarafından Anayasa'ya uygun nitelikte yeni bir düzenleme ile doldurulması gerekeceği nedeniyle iptal kararının Resmî Gazete'de yayınlanması gününden başlayarak altı ay sonra, yürürlüğe girmesine karar verilmişti. Kanunlarda yer alan intibak hükümleri, kamu görevlilerinin maaş ve ücretlerinin yeni esaslara göre düzenlenmesini ve bu görevlilerin belirli bir tarihte bu yeni düzenlemeye intikallerini sağlayan hükümlerdir. Bu hükümlerden bir kısmının, Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı görülerek iptal edilmesi halinde eşitliğe aykırı durumun telâfi edilebilmesi, ancak, yasa koyucu tarafından getirilecek yeni hükmün de intibakın yapıldığı tarihten geçerli olarak uygulanma alanına konulması ile mümkün olabilir. 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla getirilen ek geçici 2 nci maddenin (b) bendi hükmü yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesince Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı görülerek iptal edilmiş ve bu iptal kararında, "uygulamada oluşacak boşluğun yasa koyucu tarafından Anayasaya uygun nitelikte yeni bir düzenleme ile doldurulması" için iptal kararının yayınlanması gününden başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesi belirtilmiş, başka bir deyişle eşitliğe aykırı durumun yasa koyucu tarafından tüm olarak telâfi edilmesi uygun görülmüştür. 30/12/1972 gün ve 14407 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanmış bulunan 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede, Anayasa Mahkemesinin yukarıda sözü edilen kararının uygulanması amaciyle, ek geçici 2 nci maddenin iptal edilen (b) bendi hükmü yemden düzenlenmiş, ancak bu kararnamede yer alan geçici 2 nci maddenin ikinci fıkrasında; "Bu kararname ile getirilen intibak hükümlerinin uygulanması sonunda Devlet memuru (her ne suretle olursa olsun görevlerinden ayrılmış bulunanlar dahil) lehine doğan durumlar dolayısiyle 1/3/1970 tarihinden 1/6/1973 tarihine kadar geçen süre için bir fark ödemesi yapılmaz. Aynı süre içinde haklarında emeklilik hükümleri uygulanmış olanlara da aylık veya ikramiye farkı ödenmez" denilmek suretiyle 1/6/1973 tarihine kadar maaş farklarının ödenmemesi hükme bağlanmış ve bu hükümle Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olan durumun tüm olarak telâfi edilmesi yoluna gidilmemiştir. Bu nedenlerle 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 2. maddesinin ikinci fıkrasındaki bu hükmün 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla getirilen ek geçici 2 nci maddenin (b) bendi hükmünün Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi üzerine 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yeniden düzenlenen ek geçici 2 nci maddesinin (A) fıkrası hükmü ile ilgili kısmı Anayasa'nın 2. ve 12. maddelerine ve Anayasa Mahkemesinin yukarıda sözü edilen 9/5/1972 günlü ve Esas 1971/58, Karar 1972/22 sayılı kararına aykırı olduğu ve iptali gerektiği sonucuna varılmıştır.Esas Sayısı:1974/18 Karar Sayısı:1974/42 3 Anayasa'nın 151. maddesi gereğince davanın geri bırakılarak Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 44 sayılı Kanunun 27. maddesi gereğince, dava dosyasındaki evrakın onaylı suretlerinin bu konuda bir karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesine gönderilmesine 30/3/1974 tarihinde oybirliği ile karar verildi.)" | 852 |
Esas Sayısı:1976/51 Karar Sayısı:1977/16 1 "... II. MAHKEMENİN ANAYASA'YA AYKIRILIK GEREKÇESİ : Mahkeme 13/10/1976 günlü, 15 sahife ve 5 bölümden oluşan kararında ilk 3 bölümde sırası ile dava ile ilgili mevzuatı, davacının durumunu ve idarenin davacı hakkındaki uygulamasını belirttikten sonra, IV. bölümde sonuca varma nedenlerini ve V. bölümde de sonucu açıklamıştır. Buraya kararın IV. ve V. bölümleri aynen alınmıştır. (IV Hukukî mevzuat ve idarenin uygulaması karşısında durumun tahlili:) Davalı idare, yeni kanuna göre uygulamanın kazanılmış hakları ihlâl ettiği iddiasının varit olmadığını ileri sürmektedir. Kazanılmış hak nedir' Bunun cevabını Türk Hukuk Kurumu tarafından hazırlanmış olan 1956 basımlı "Türk Hukuk Lügatı" nda şu şekilde buluyoruz: Müktesep hak, evvelce yürürlükte olan hükümlere göre bir şahıs lehine sabit olan hak demektir. Yargıç bu hakkı yeni bir kanun hükmünü tatbik ile ihlâl edemez. Evvelce yürürlükte olan hükümlere göre davacı "yapar" sicilleri almak suretiyle 30 Ağustos 1972 tarihinde yarbaylığa terfi etmiştir. Bu rütbe artık, davacı için kazanılmış bir haktır ve dolayısıyla "yapar" sicilleri, rütbe terfiine esas ittihaz olunan geçerli siciller olarak muteberiyet kazanmış ve bu şekilde tescil edilmiş bulunmaktadır. Davacının yarbaylığa terfi ettiği 30 Ağustos 1972 tarihînden 1923 sayılı Kanunun Yürürlüğe girdiği 11 Temmuz 1975 tarihine kadar not esasına göre aldığı sicillere gelince; 926 sayılı Kanunun 38/d. maddesinin atıfta bulunduğu Subay Sicil Yönetmeliğinin 25. madde esasları ve 34. maddesinde mündemiç "kuvvet personel başkanlıkları l Temmuz tarihinde Teğmen Yarbay rütbelerindeki subayların rütbe terfi işlemlerine başlarlar. Bu tarihten sonra gelen siciller o yıl terfi işlemlerinde dikkate alınmaz..." hükmü muvacehesinde davacıya 1972, 1973, 1974 ve 1975 yıllarında gerek 1. ve gerekse 2. sicil üstlerince verilmiş olan notlu siciller de onun için kazanılmış hak kavramına dahil olup, bunlar % 60 oranı 120 ve daha yukarı değerde bulunduklarından geçerli notlar olduklarında şüphe yoktur. Duyulan ihtiyaç nisbetinde zaman zaman kanunlarda değişiklik yapılması ve yeni kanunların çıkartılması elbetteki normal karşılanması gereken bir husustur. Ancak, şahıs için kazanılmış bir hakkın ihlâl edilmemesini gözönünde tutmak, kanun yapma tekniğinin zorunlu bir sonucu olmak icabeder. Nitekim kanunlarda buna uygun misaller pek çoktur. Meselâ 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 578. maddesinde "iş bu kanun müktesep hakları ihlâl etmemek şartı ile makabline şâmildir..." denilmek suretiyle uygulama yapılmamıştır. 10 Ağustos 1967 tarihinde yürürlüğe giren 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun Geçici 2. maddesinde ise, iki yıl için daha 4273 sayılı Kanun ile sicil yönetmeliğinin uygulanmasına devam edileceği ve bilâhare de aynı maddede 11/6/1970 gün ve 1301 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle 31 Ağustos 1971 tarihine kadar daha uzatıldığı hükümleri getirilmek suretiyle eski statülerdeki hakların korunmasına itina edilmiştir. Hal böyle iken, ilgilinin normal terfiinden bir ay önce 11 Temmuz 1975 tarihinde yürürlüğe giren 1923 sayılı Kanunla 926 sayılı Kanundaki terfi esaslarında değişiklik yapılarak 38. maddenin (b 1) bendinde yarbayların terfilerinin ne şekilde yapılacağı hükme bağlanmıştır.Esas Sayısı:1976/51 Karar Sayısı:1977/16 2 İki kademeli baraj usulü getiren bu yeni sisteme göre, yükselme sırasına giren yarbayların önce o rütbedeki sicil notu ortalamasının, sicil tam notunun % 60 ve daha yukarısı olması gerekmektedir. Bu durumda olanların ikinci defa da, hem binbaşılık ve hem de yarbaylık rütbelerinde aldıkları sicil notları toplanıp sicil notu adedine bölünüyor. Bu son durumda sicil notu ortalaması sicil tam notu olan 200 notun % 70 ve daha yukarısı olanların (yani 140 ve daha fazla) diğer şartlarıda tutuyorsa terfileri yapılıyor. Davalı idare, sicilleri tekemmül etmiş ve l ay sonra terfii yapılacak olan davacı hakkında bu yeni sistemi uygulayarak binbaşılık ve yarbaylık rütbelerinde aldığı sicil notları toplamının sicil notu adedine bölünmesinden hasıl olan not ortalamasının 140 notun altında kaldığından bahisle 30 Ağustos 1975 tarihinde Albaylığa terfi işlemini yapmamıştı: Daha önce hukuki mevzuata göre geçerli olduğu kabul edilen sicil tam notunun asgarî % 60 olması oranının yani 120 ve daha fazla sicil notu ortalamasının, bu son kanunla geçersiz hale getirilmiş olması hak ve nasafet kurallarına Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi kazanılmış hakların da tam olarak ihlâli niteliğinde bulunmaktadır. Zira davacı gibi eski statüye tâbi davacıdan bir sene daha kıdemli yarbaylardan bu rütbelere ait sicil notu ortalaması asgarî 120 olanların 30 Ağustos 1974 tarihinde albaylığa terfiileri yapılmıştır. Şimdi 30 Ağustos 1975 tarihinde albaylığa terfi ettirilecek yarbaylar için geriye dönüp binbaşılık rütbesindeki notları da dahil ederek daha önce kazanılmış hak olarak ve olumlu şekilde tescil edilmiş bulunan asgarî 120 notu bu defa olumsuz addetmek hem eşitlik ilkesine ve hem de hukukun koruduğu "kazanılmış hak" ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu da idarî istikran önemli derecede bozan bir husustur. Statü değişikliği getiren kanunların, bu ilkeleri ihlâl etmemesi, hukukun temel esaslarından biridir. Bundan önce çıkarılmış bulunan kanunlar, daima; kazanılmış hakların ihlâl edilmemesi, eşitlik ve idarî istikrarın bozulmaması için hassasiyet gösterilerek, yürürlük tarihleri, kazanılmış statüyü koruyucu fıkralarla (926 sayılı T.S.K. Per. Kanununun 209/C madde ve fıkralarında olduğu gibi) veya geçici maddelerle takviye ve irtibatlandırılmak suretiyle (10 Ağustos 1967 tarihinde yürürlüğe giren 926 sayılı T.S.K. Fer. Kanununun 208/i maddesi ile 4273 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılmışken terfi ve sicil esasları bakımından ilk defasında üç 30 Ağustos daha eski hükümlerin uygulanmakta devam edileceğini ve ikinci defa 11 Haziran 1970 tarih ve 1301 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle bu uygulamanın 31 Ağustos 1971 tarihine kadar uzatıldığını belirten geçici 2. maddesinde olduğu gibi) vaz edilmiş iken, yukarıdan beri açıklanan davadaki olaya tatbik edilen 1923 sayılı Kanunda, sadece yayımı tarihinde yürürlüğe girdiğinin belirtilmesi ile yetinilip kazanılmış statüyü koruyucu bir fıkra ilâve edilmemiş olmak veya bir geçici madde ile irtibatlandırılmamak suretiyle eski sistem gereği sicil alanlara uygulanması terfileri yönlerinden hukuka aykırı işlemlerin husule gelmesine sebebiyet vermiş bulunmaktadır. 1923 sayılı Kanunun yürürlük maddesinin iyi saptanması ve hukuka aykırı işlemlere sebebiyet verilmemesi, ancak sicil ve terfi yönlerinden kazanılmış statüyü koruyucu bir fıkra ilâvesi veya bir geçici madde vaz edilip illiyet rabıtası kurulmak suretiyle mümkün olabilecektir. Aksi halde, hukuka aykırı işlemlere sebebiyet vermekte devam edilecektir. Bubakımdan ,1923 sayılı Kanunun yürürlük tarihinin iyi saptanmaması sonucu, eski sistem gereği sicil alanlara uygulanması yönünden Anayasa'ya aykırılığı yolundaki davacı vekilinin iddiasının heyetimizce, ciddi olduğu kanısına varılmıştır. V. NETİCE:Esas Sayısı:1976/51 Karar Sayısı:1977/16 3 Yukarıda açıklanan sebeplerden dolayı, 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi, Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılması ve Bu Kanuna Ek ve Ek Geçici Maddeler eklenmesi Hakkında 3/7/1975 tarihinde kabul edilerek 11/7/1975 tarihli Resmî Gazete ile yayımlanan 1923 sayılı Kanunun 53. maddesindeki (...diğer hükümleri yayımı tarihinde yürürlüğe girer) hükmünün, kanunun tedvini esnasında sicil ve terfi yönlerinden kazanılmış statüyü koruyucu bir fıkra ilâve edilmeden veya geçici bir madde ile takviye ve irtibatlandırılmadan çıkartılmış olması ve binnetice bu hali ile eski sistem gereği sicil alan davacı ve emsali subaylara uygulanarak terfileri yönlerinden kazanılmış hakları ihlâl etmesi, eşitlik ve idarî istikrar ilkelerini bozması ile hukuk dışı işlemlere sebebiyet vermek suretiyle Anayasa'nın lâfız ve ruhuna aykırı olduğu kanısına varıldığından bu hususta karar ittihazı için Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 151/1 ve 44 sayılı Kanunun 27. maddeleri gereğince daya dosyası muhteviyatının ilgili suretlerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına tevdiine; ...13 Ekim 1976 günü oybirliğiyle karar verildi.)" | 1,105 |
Esas Sayısı : 2011/132 Karar Sayısı : 2012/82 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'ANAYASANIN BAŞLANGIÇ, 2. VE 5. MADDELERİNE AYKIRILIK: Bilindiği gibi Anayasamızın Başlangıç bölümünde 'Her Türk Vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu' belirtilmektedir. Yine Anayasa'nın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetini Sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Keza Anayasa'nın 5. maddesi kişilerin refah, huzur ve mutluluğu sağlamak için Sosyal Hukuk Devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette temel hak ve hürriyetlerini sınırlayan ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmayı, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı devletin temel amaç ve görevleri arasında saymaktadır. Bugün için elektrik enerjisinin her bir ferdin ve ailenin onurlu bir hayat sürdürme, maddi ve manevi varlığını medeniyet düzeni içerisinde geliştirilmesinin olmazsa olmaz, zaruri ihtiyaçları içerisinde bulunduğu tartışmasızdır. Kişinin ve bakmakla yükümlü olduğu ailesinin medeniyet ve hukuk düzeni içerisinde onurlu bir hayat sürdürmesinin imkanlarından olan asgari elektrik ihtiyacını sağlama, Devletin, sosyal devlet olma gereğidir. Devletin böyle bir yükümlülüğü karşısında geliri olmayan vatandaşlarına asgari elektrik ihtiyacını karşılama mecburiyeti dikkate alındığında TCK'nın 141. maddesinin 2. fıkrası ile 142. maddelerinin 1. fıkrasının f bendindeki düzenlemenin sosyal devlet ilkesi ile bağdaşmayacağı aşikardır. Dolayısıyla Anayasa'nın Başlangıç, 2. ve 5. maddeleri gereğince iptali gerekmektedir. ANAYASANIN 2. VE 27. MADDESİNE AYKIRILIK: Bilindiği gibi hırsızlık taşınır mal varlığına yönelik ihlal eyleminin adıdır. Olayımızda elektrik enerjisinin taşınır mal olup olmadığı konusunda belirleme yetkisi Eşya Hukukunun da içinde yer aldığı Medeni Hukuka aittir. Elektrik enerjisinin taşınır mal olup olmadığı konusunda Medeni Hukuk alanında tartışma bulunmaktadır. Medeni Hukuk bu konuda kesin ve net bir belirleme yapmış değildir. Olayımızda TCK'nu, elektrik enerjisine yönelik ihlali, taşınır mal mülkiyeti ihlalini düzenleyen hırsızlık suçu kapsamına dahil etmek için, 141/2. maddesine 'ekonomik bir değer taşıyan her türlü enerji de taşınır mal sayılır' hükmünü koyma ihtiyacı hissetmiştir. Bu şekilde bir tarif Eşya Hukukunun da içinde bulunduğu Medeni Hukuk alanına girmek ve o alanın belirlemesi gereken bir hususta kendini yetkili addetmektir. Bu da hukuk devletine vurgu yapan Anayasanın 2. maddesi ile bilim ve sanat hürriyetini düzenleyen Anayasanın 27. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. ANAYASANIN 41. VE 42. MADDELERİNE AYKIRILIK: Anayasanın 41. maddesi aileyi toplumun temeli saymakta, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ana ve çocukların korunmasını devlete yüklemektedir. Keza Anayasanın 42. maddesi kimsenin eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağını ve bu hakkın kullanılması için gerekli tedbirlerin alınmasını devlete yüklemektedir. Bir ailenin özellikle ana ve çocukların hayatiyetini devam ettirmesi, yine aile içerisinde çocukların eğitim ve öğrenimlerini sürdürebilmeleri için temel ve zaruri ihtiyaçlarının temin edilmesi gerekmektedir. Elektrik enerjisi bu temel ve zaruri ihtiyaçlar arasında bulunmaktadır. Dolayısıyla asgari seviyedeEsas Sayısı : 2011/132 Karar Sayısı : 2012/82 2 ihtiyaç miktarının belirlenerek bunun devlet tarafından aileye sağlanması, Anayasa'nın 41 ve 42. maddelerinin devlete yüklediği bir vecibedir. Bu vecibeye aykırı olan TCK'nın 141. maddesinin 2. fıkrası ile 142. maddelerinin 1. fıkrasının f bendinin iptali gerekmektedir.'" | 490 |