petition
stringlengths 176
32.8k
| petition_length
int64 26
4.41k
|
---|---|
Esas Sayısı : 2013/55 Karar Sayısı : 2013/67 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Çankırı E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda hükümlü olarak cezasını infaz etmekte iken, İnsan Hakları Derneği'ne yönelik olarak yazmış olduğu mektup, cezaevi mektup okuma komisyonu tarafından uygun bulunmayarak anılan yere gönderilmemiş, bu durum hükümlüye bildirilmiş, hükümlü tarafından söz konusu işleme karşı süresinde infaz yargıçlığına itiraz yoluna başvurulmuştur. AÇIKLAMA Tutukluların yazılı haberleşmeleri 5275 sayılı Yasa'nın 114/3, 114/5 nci maddelerinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, tutukluların yazılı haberleşmeleri soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı, kovuşturma evresinde ise yargıç veya mahkemesince kısıtlanabilecektir. Ancak tutukluların avukatları ile olan haberleşmelerinin kurum düzeni içinde gerçekleşmesi hiç bir biçimde kısıtlanamaz. Bu konu aynı Yasanın 59 ncu maddesinde ayrıca düzenlenmiştir. 5275 sayılı Yasa'nın 116 ncı maddesinde, haberleşme veya iletişim araçlarından yoksun bırakma veya kısıtlama, avukat ve noterle görüşme hakkı, ifade özgürlüğü, mektup, faks ve telgrafları alma ve gönderme hakkı ile ilgili olarak bu yasada hükümlüler hakkında öngörülen kurallardan tutuklular hakkında uzlaşır nitelikte olanların, tutuklular hakkında da uygulanacağı belirtilmiştir. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü'nce 22.1.2007 tarih ve 45/1 sayılı genelgede de hükümlü veya tutukluların, bulundukları ceza infaz kurumundaki diğer kişilere yazdıkları mektupların posta aracılığıyla gönderilmeyeceği, bunların mektup okuma komisyonu tarafından incelenerek sonucuna göre işlem yapılacağı da ifade edilmiştir. 5275 sayılı Yasa'nın 42 nci maddesinde haberleşme ve iletişim araçlarından yoksun bırakma bir disiplin cezası olarakta öngörülmüş, mektuplar vb incelemeye tabi tutulduğu için yazılan mektuplardaki hakaret, tehdit gibi ifadeler kullanılması 39/2 a maddesinde kınama disiplin cezası olarak yer almıştır. 5275 sayılı Yasa'nın 83 ila 86 ncı maddelerinde ceza infaz kurumlarında hükümlüleri ziyaret konusundaki kurallar yer almaktadır. Ziyarette yazılı iletişimi kısıtlayıcı bir hüküm söz konusu değildir. Ayrıca ziyaret hakkı olanların ziyaretlerinin nasıl gerçekleşeceği de düzenlenmiş, bunlarla sözlü iletişime yönelik kısıtlayıcı bir hükme yer verilmemiştir. Bu hükümler uyarınca cezaevi sahası içinde sözlü iletişimin söz konusu olduğu kişilerden, cezaevi dışına çıktıklarında yazılı olarak gelen veya bu kişilere yazılı olarak giden iletişimin denetlenebilmesi ayrı bir çelişki ortaya çıkarmaktadır. 5275 sayılı Yasa'nın 68 nci maddesinde de, hükümlünün mektup, faks ve telgrafları alma hakkı düzenlenmiştir. Bu maddede hükümlülerin resmi makamlara, savunması için avukatına gönderdiği mektup, faks ve telgrafların denetime tabi olmadığı belirtilmiştir. Bu kapsamda kalmayan yerlere giden veya gelen mektup, faks ve telgraflar, cezaevinde varsa mektup okuma komisyonu, yoksa cezaevi yönetimi tarafından incelenmektedir. İşin ilginci, avukatlar konusunda savunma için olma ön koşulu konularak, savunma için olup olmadığı yolunda getirilen inceleme yetkisi, ayrıca hakkın özüne dokunmaktadır. Tek istisna resmi makamlar kalmaktadır ki, bu yönden de sonuçta hükümlüler hakkında iletişimin gizliliğinden söz etmek olanaksızdır.Esas Sayısı : 2013/55 Karar Sayısı : 2013/67 2 Yazılı haberleşme, temel bir insan hakkıdır. Bu temel hak hem Anayasa hem de İHAS kapsamında korunmaktadır. Yazılı haberleşme hakkı cezaevinde de olsalar hükümlü ve tutuklular için de söz konusu olan haklardandır. Yasada tutukluların yazılı haberleşmelerinin hangi koşullarda nasıl kısıtlanacağı açıkça düzenlenmiştir. Açıkça bu kısıtlama işlemi söz konusu olmadıkça, tutukluların yazılı haberleşmelerinin gizliliği esastır. Haberleşmede de gizlilik esas olduğu için bu gizlilik ihlal edilemez. Hükümlülerin yazılı haberleşmeleri konusu, 5275 sayılı Yasa'da çelişkili olarak düzenlenmiştir. Davada uygulanacak nitelikte kural olan 68 nci maddeye göre resmi kurumlara gönderilenler dışındaki iletişim, mutlaka denetime tabidir. Bu görevi varsa mektup okuma komisyonu, yoksa cezaevi yönetimi yapmaktadır. Çünkü hükümlü de olsa, bir yargı kararı olmadıkça, veya bilahare süresinde yargıç onayına sunulmak üzere idare tarafından haklı gerekçesi ortaya konulup bu hakkı kısıtlanmadıkça, haberleşme hakkı ve bu hakkın gizliliği esastır. Bu durum, insan onurunun bir gereğidir. Cezaevinde olmak, bu hakkı bütünüyle ortadan kaldıramaz. Belirtilen madde de avukatla yapılan yazılı iletişim konusunda da, savunma ile ilgili olup olmadığı kuralı getirildiği için yine denetime tabidir. Bunun dışındaki, belirli bir yakınlık derecesi olsun veya olmasın, yine mensubu olsun veya olmasın, tüm gerçek veya tüzel kişi ve kurumlarla hükümlülerin yapacağı yazılı iletişimlerin denetime tabi tutulması öngörülmüştür. Oysa ziyaret durumunda sözlü iletişimde her durumda denetim söz konusu değilken, cezaevi dışından aynı kişilerce yapılacak yazılı iletişimlerin bu şekildeki kurallara bağlanması ile ayrıca tutarsızlık ve çelişkide ortaya konulmuştur. Bu durum, temel hakların dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez niteliği ile, haberleşmenin gizliliği ilkesi ile, haberleşmenin kısıtlanması halinde, bunun haklı nedenlerinin mutlaka gösterilmesi ve ancak bir yargıç kararı söz konusu olması gerektiği, yasa ile düzenlenecek kurumlarda öngörülen koşulların oluşması halinde o kurumların kararı ile kısıtlama yoluna gidildiğinde daha sonra, idare tarafından süresinde yargı kararı alınması yoluna gidilmezse, bu kurum kararının mutlaka geçersiz hale gelip uygulanamayacağı yolundaki anayasal kurallarla bağdaşmamaktadır. Bakıldığında Anayasa'nın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin bir hukuk devleti olduğu, 12 nci maddesinde de, temel hak ve özgürlüklerin kişiliğe bağlı, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmezliği ifade edilmiştir. Anayasa'nın 13 ncü maddesinde de temel hak ve özgürlüklerin hangi durumlarda, nasıl sınırlandırılabileceği düzenlenmiştir. Anayasa'nın 17 nci maddesinde, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir. Yine Anayasa'nın 20 nci maddesinde özel yaşamın gizliliği ve korunması ve bu temel hakkın hangi durumlarda nasıl sınırlama konusu yapılacağı düzenlenmiş, Anayasa'nın 22 nci maddesinde de, herkesin haberleşme hakkına sahip olduğu ve bu hakkın gizliliğinin esas olduğu vurgulanmıştır. Bu hakkın hangi durumlarda ve nasıl kısıtlanabileceği anılan maddede ifade edilmiş, kısıtlamanın mutlaka yargıç kararı ile olma koşulu aranmıştır. Ancak gecikmesinde sakınca bulunan durumlarda, yasada yetkili kılınan merciin yazılı emri ile de kısıtlama yapılabileceği, istisnaları oluşturan bu mercilerin ise yasada belirtileceği açıkça düzenlenmiş, bu merci kararlarının da Anayasa'da öngörülen süre içinde mutlaka yargıç onayından geçirilmesi gerektiği aksi halde söz konusu idare kararların hükümsüz hale geleceği açıkça ifade edilmiştir. Anayasa'nın 25 ve 26 ncı maddelerinde düşünce ve ifade özgürlüğü düzenlenmiş olup, haberleşme özgürlüğünün kısıtlanması, bu özgürlüklerden yararlanmayı da doğrudan etkilemektedir. Yine Anayasa'nın 38/11 nci maddesinde idarenin kişi özgürlüğünü kısıtlayan bir yaptırım uygulayamayacağı ifade edilmiştir ki, haberleşme konusu kişisel özgürlükler kapsamında olup, bunun kısıtlanması veya engellenmesine yönelik işlemler, özde yaptırım sonucunu doğurduğundan, yargıç kararı olmadan idare tarafından gerçekleştirilmesi düşünülemez.Esas Sayısı : 2013/55 Karar Sayısı : 2013/67 3 Anayasal kurallar gözetildiğinde, hükümlü de olsa, hakkında haberleşmenin kısıtlanması yolunda alınmış özel bir yargıç kararı olmadıkça, haberleşmenin gizliliği kuralı esas olduğundan, bu kural gereği haberleşmesi denetlenemez ve kısıtlanamaz. Olayda bu kurala uyulmamıştır. Ayrıca Anayasa'nın 22/2 3 ncü maddesinde de belirtildiği üzere cezaevi yönetimince somut olayda ancak özel ve haklı nedenler ortaya konularak haberleşme hakkı engellenebilir ve kısıtlanabilir ki, bu yoldaki kararın da mutlaka süresinde yargıç onayına sunulması gerekmektedir. 5275 sayılı Yasa'nın 68 nci maddesindeki düzenleme, böyle bir aşamayı da öngörmeyerek ayrıca aykırılık oluşturmuştur. Olayda hükümlü hakkında alınmış bir kısıtlama kararı bulunmadığı, cezaevi mektup okuma komisyonu tarafından alınan kararın yargıç onayına sunulmadığı, hükümlünün İnsan Hakları Derneğine yönelik olarak yazmış olduğu mektuba, içeriği gerekçe gösterilerek 5275 sayılı Yasa'nın 68 nci maddesi uyarınca el konulduğu anlaşılmıştır. Bu şekilde davada doğrudan uygulanan 5275 sayılı Yasa'nın 68 nci maddesi hükmü Anayasa'nın yukarıda belirtilen nedenlerle 2 nci, 12 nci, 13 ncü, 17 nci, 20 nci, 22 nci, 25 nci, 26 ncı, 38/11 nci maddelerine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Ayrıca 5275 sayılı Yasa'nın 68 nci maddesi, İHAS'ın haberleşme hakkını düzenleyen 8 nci maddesi ile de çatışmaktadır. Bu yönüyle de Anayasa'nın 90/son maddesine de aykırılık söz konusudur. Şöyle ki, cezaevinde olan bir hükümlü için de haberleşmesinin gizliliği esastır. İHAS'ın 8 nci maddesi uyarınca kişinin cezaevinde (tutuklu veya) hükümlü olarak bulunması, başlı başına bu hakkının doğrudan kısıtlanması için yeterli bir neden ve gerekçe değildir. Burada yasa ile düzenleme konusu yapılarak, demokratik toplum çerçevesinde ulusal güvenlik, kamu güvenliği, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlık veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gerekçelerine dayanılarak kamu makamlarının müdahalesi söz konusu olabilecektir. Kişinin cezaevinde bulunması durumunda haberleşmesi, mutlaka kamu güvenliği ve düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, başkalarının hak ve özgürlükleri ile çatışır nitelikte değildir. Burada açıkça gerekçe gösterilmesi durumunda kısıtlama söz konusu olabilir. Haberleşme hakkının gizliliğinden mahrumiyet ve engellenme, cezaevinde bulunmanın doğal ve zorunlu bir sonucu değildir ve olamaz. Demokratik bir toplumda bu müdahale ise her durumda yargıç kararı ile olmalıdır. Diğer ülkelerdeki uygulamalara bakıldığında da, hükümlülerde haberleşmenin gizliliğinin esas olduğu hükümlü olmanın bu hakkı kendiliğinden ortadan kaldırma sonucu doğurmadığı yolunda Temel İnsan Hakları'nın niteliğine uygun düzenleme ve uygulamalar yapıldığı görülmektedir. Bu nedenle 5275 sayılı Yasa'nın 68 nci maddesi, Anayasa'nın 152 nci maddesi uyarınca davada uygulanacak kural niteliğinde olduğundan, anılan maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerekmiştir. Bu konuda Mahkememizin UYAP ekranından görülen bir başvuru örneği dosyaya konulan 2013/47 Esas sayılı dosyada Anayasa Mahkemesi'nin aynı gün başvuru yapılmış olduğu anlaşılmıştır. Anayasa'da aynı mahkemede aynı konuda bir başvuru yapılmış ise, aynı konuda aynı mahkemece diğer başvuru sonuçlanmadan tekrar başvuru yapılmasını engelleyen bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak 6216 sayılı Yasa'nın 41/2 maddesinde aynı mahkemece yapılmış bir başvuru var ise bu başvuru sonuçlanmadan Anayasa Mahkemesi'ne yeni başvuru yapılmasını engelleyen ancak diğer dosyanın bekletici mesele yapılması yolunda hüküm konulmuştur ki, bu hüküm yasal başvuru yollarını engellemesi yönünden Anayasa'nın 36. ve 152. maddelerindeki düzenlemelere açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Mahkemece aynı konuda yeni bir davada aynı veya ek bir gerekçe ile tekrar başvuru yapılmasını engelleyen bu düzenleme Anayasa'ya aykırıdır. Düzenlemenin varlığı yargılama ekonomisi ile açıklanamaz,Esas Sayısı : 2013/55 Karar Sayısı : 2013/67 4 Anayasa Mahkemesi önceki başvuruyu sonuçlandırarak diğer davaları bu çerçevede hükme bağlayabilecektir. Bekletici mesele yapması gereken yerel mahkemeler değil, Anayasa Mahkemesi iken, bu şekilde düzenlemede bulunulması hukuka uygun değildir. Bu nedenle hak arama özgürlüğünün etkinliği gözetildiğinde mahkememizin 2013/47 Esas sayılı davasında Anayasa Mahkemesince verilecek karar beklenici mesele yapılmamış, ayrıca bu kuralın Anayasa'ya aykırılığı karşısında Anayasa Mahkemesi'ne başvuruda bulunmak gerekmiştir. Dosyada örneği bulunan ve hükümlünün kendisi tarafından verildiği ifade edilen incelenen mektup içeriğinin ise Anayasa'nın 90/son maddesi ve yargılama süreci gözetilerek hakkın özünün kısıtlanmaması yönünden, bu aşamada davanın devam ettiği gözetilerek, 5275 sayılı Yasa'nın 68 nci maddesi uyarınca masrafı hükümlü tarafından karşılandığı takdirde tedbir yoluyla bir örneğinin muhatabına iletilmesine karar vermek gerekmiştir." | 1,552 |
Esas Sayısı : 1999/6 Karar Sayısı : 1999/13 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "1 TCK.nın diğer özel yasalarda suç olarak düzenlenen eylemlerde hürriyeti bağlayıcı cezaya hükmolunduğunda koşulları varsa 647 SY.nın 4. maddesi ile beher günü kabahatlerde 3000 5000TL cürümlerde 5000 10.000TL hesabı ile hafif yada ağır para cezasına çevrilmesi öngörülmüş ve infazda ödenmemesi halinde aynı şekilde hürriyeti bağlayıcı cezaya çevrilmesini ön gören 647 SY.nın 5. maddesinin 6. fıkrası ile uyum içerisindeyken her nasılsa 4108 SY.nın 9. maddesi ile hapis cezasının beher gününün asgari ücretin 1 aylık brüt tutarının yarısı üzerinden ağır paraya çevrilmesi ön görülmekle eşitsizlik yaratılmaktadır. Şöyle ki; Hiç bir hukuk sistemi suçları küçük büyük, önemli önemsiz.... gibi ayrım yapmaksızın sorunu genel hükümlerle çözmekte, ülkemizde de bunu karşılayan 647 SY.nın 4. maddesi var iken her nasılsa 213 SY.da da sadece bu suçlar için düzenleme ile bu ayrım yapılmakla Anayasamızın eşitlik ilkesine aykırı durum ortaya çıktığı, 1 Açıklanan hükümler uygulandığında 213 SY.nın 359. maddesi uyarınca ceza alt sınırdan tayini halinde ya 6 ay hapis cezası ile cezalandırılıp paraya çevrilemeyeceği yada paraya çevrilmesine karar verilmesi halinde elimizdeki dosya için hapis cezasının günlüğü sanayi kesimindeki asgari ücretin aylık tutarının yarısı olan 17.718.750 TL.den 3.189.375.000 TL ağır para cezasına çevrileceği ve bu para cezasının ertelenemeyeceğine dair 4108 SY.nın 5. maddesinin 6. fıkrası uyarınca 10.000 TL si bir gün olmak üzere 8736 sene gibi hapis cezasına dönüşeceğine ancak bu hapis cezasının yine 647 SY.nın 10. maddesi uyarınca 3 yıl tekerrür halinde 5 yıl hapis cezasına dönüştürülmesi karşısında başlangıçta yasa maddesi uyarınca hapis cezası 6 ay tayin edilmiş olmakla paraya çevrilmemesi halinde eşitlik ve adalet sağlandığı halde hapsin 4108 SY.nın ön gördüğü şeklinde asgari ücretten paraya çevrilmesi halinde ve bu para ertelenemez hükmü karşısında para cezasını ödeyen ile ödemeyen arasında büyük bir eşitsizlik ve adaletsizlik oluşacağı, ülkemizin sosyoekonomik koşulları karşısında az yada orta gelirli mükelleflerin yüksek oranda bulunmakla uygulamada yaygın şekilde uygulanacağı, 2 Diğer bir aykırılık 2 nolu açıklamalarda geçtiği üzere tekerrür hükmünün uygulanmasında doğan eşitsizliktir. 647/4 uygulandığında tekerrür olsa dahi para cezası ödenmediğinde hapse çevrilmesinde 647/5 10 fıkrasıyla 3 yıl hapse varmazken 4108 uygulandığında tekerrür halinde 5 yıl hapis olarak infazı gerekmekle Anayasamızın eşitlik ilkesine aykırı olacağı, Her ne kadar yüksek Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Yargıtay Kararlar Dergisinin 1991/7 sayı 1123 1124 sayfasında yayınlanan benzer bir cezanın infazında 25.4.1991 tarih 1301 esas 1397 karar sayılı kararı ile "... bir gün 10.000 TL den hapse çevrildiğinde hükmedilmiş hürriyeti bağlayıcı ceza süresinin aşılamayacağı infaz hukuku ile hak ve nesafet kurallarının gereği bulunduğundan para cezasından çevrilen hapis cezasının ... gün olarak belirlenmesine..." karar vererek bu olayda sorunu çözümlemişse de bu hukuki ve mantıki ise de yasal değildir. Çünkü, yüksek Daire yetkisini zorlayarak belki de aşarak soruna hak ve adalet adına bir çözüm getirmeye çalışmıştır. Ancak bu yorum yasa maddesinin ve yasa koyucunun iradesini değiştirmek anlamına gelir ki yorumla yapılacak bir iş değil yasa değişikliği gerekmektedir.Esas Sayısı : 1999/6 Karar Sayısı : 1999/13 2 Diğer yandan yüksek Yargıtay Dairelerinin kararlarının mahkemeleri bağlayıcılığı yoktur. Diğer dairelerin ve yüksek Genel Kurulun hatta İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun bu konuda nasıl bir karar vereceği dahi belli olmayıp aksi kararın çıkması da muhtemeldir. Hatta; daha önemlisi, içtihadı birleştirme kararlarının bile mahkemeleri bağlayıcılığının yargı bağımsızlığı ile bağdaşmadığı tartışılan günümüzde yüksek Yargıtay 9. Ceza Dairesinin bu kararını yeterli kılmak hukuki ve yasal olmayacağı kanaati oluşmakla; Yukarıda açıklanan nedenlerle 213 SY.nın 359. maddesinin uygulanması ile hapis cezası paraya çevrilmesi halinde doğabilecek aykırılığın giderilmesi için, 4108 SY.nın 9. maddesinin 1. fıkrasında yazılı "sanayi sektöründe çalışan 16 yaşından büyük işçiler için belirlenen yürürlükteki asgari ücretin bir aylık brüt tutarının yarısı alınır ve..." hükmün 1982 Anayasamızın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine aykırı olduğu düşüncesiyle iptaline karar verilmesi" istenilmiştir." | 604 |
Esas Sayısı : 2011/17 Karar Sayısı : 2011/171 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemini içeren 4.2.2011 tarihli dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'II. GEREKÇE 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 257 nci maddesinde 6086 sayılı Yasayla yapılan değişiklikte yer alan ve dava konusu bölümlerin, aşağıda gerekçesi açıklandığı üzere, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine aykırılığı söz konusudur. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda hukuk devletinde yasa koyucu yalnız yasaların Anayasaya değil, Anayasanın da hukukun evrensel temel ilkelerine uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Hukukun temel ilkleri arasın da yer alan eşitlik ilkesine ise Anayasanın 10 uncu maddesinde yer verilmiştir. Buna göre yasa önünde eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar arasında söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. 'Yasa koyucu Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerinde öngörüldüğü üzere Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlükleri koruma yükümü çerçevesinde temel hak ihlallerini yaptırım altına almak zorunda olduğu gibi, toplumsal ve siyasal yapıyı korumak amacıyla da bazı temel hak ve özgürlükleri sınırlamak suretiyle suç yaratabilir. Yasa koyucu bu çerçevede suç yaratırken koruma yükümünün gerekleriyle bağlı oldu gibi, yaratılan suçla kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sınırlandırıldığı durumda 13 üncü maddedeki kayıtlara bağlıdır. Yaratılan suçlara uygulanacak ceza miktarı da Anayasanın konuya ilişkin kuralları başta olmak üzere, ceza hukukunun ana ilkeleri ile ülkenin genel durumu, sosyal ve ekonomik hayatın gereksinimleri göz önüne alınarak saptanacak ceza politikasına göre belirlenir. Bu nedenle Yasa koyucunun ceza politikasının, öncelikle Anayasanın 2 nci maddesinde nitelikleri, 5 inci maddesinde de temel amaç ve görevleri belirtilen hukuk devleti ilkesine ve anılan maddelerde yer alan adalet ilkesine ve 38 inci maddedeki güvencelere uygun olması gerekir. Bu doğrultuda ceza önlemiyle toplumsal barışı amaçlayan Anayasa, suçların niteliği, işlenme biçimi ve kamu düzeni için yarattığı tehlikeyi gözeterek ne miktar ceza verileceğinin ve hangi ceza tedbirlerinin ne yolda uygulanacağının saptanmasını yasa koyucuya bırakmıştır. Yasaların kamu düzeninin kurulması ve korunması kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın bir gereğidir.' (AYMK. 27.09.2006 tarihli, E.2004/63, K.2006/94).Esas Sayısı : 2011/17 Karar Sayısı : 2011/171 2 Kamu görevi ile görevlendirilen kişi, bu kamu faaliyetinin yürütülmesi sırasında, görevinin gerekli kıldığı yükümlülüklere uygun hareket etmek zorundadır. Kamu düzeni ve yararını gözeten kamu faaliyetlerinin gerek eşitlik, gerek liyakatlilik açısından adalet ve ilkelerine uygun yürütüldüğü hususunda toplumda hakim olan güvenin, inancın sarsılmaması gerekir. Kamu görevinde, kişilerin mağdur olmaması, kamunun zarara uğratılmaması, görevi kötüye kullanılarak kişilerin haksız kazanç ve menfaat sağlamamaları esastır. Bu esas, yaptırım yoluyla caydırıcılık ilkesine bağlı olarak ceza hukukunun da konusunu oluşturmuş, Türk Ceza Kanununda görevi kötüye kullanma suçu kabul edilmiştir. Bu nedenlerle gerek yürürlükten kalkan 765 sayılı eski Ceza Kanununun 240 ıncı maddesinde yer alan, gerekse 5237 sayılı yürürlükteki Ceza Kanununun 257 nci maddesinde yer alan düzenlemelerde görevi kötüye kullanma suçunun cezası olarak bir yıldan üç yıla kadar hapis aynen korunmuştur. 5237 sayılı Yasa, önceki ceza yasasını yürürlükten kaldırarak yenilerken, bütünsel bir yaklaşımda hazırlanarak yasalaştığından, görevi kötüye kullanma suçunun cezasının farklılaştırılmayarak korunması, suç ve ceza politikası bakımından önem arz etmektedir. Ancak, 6086 sayılı Kanunda; Yüklendiği kamu görevinin gereklerine aykırı hareket ederek kişilerin mağduriyetine, kamunun zararına sebep olan, kişilere haksız kazanç sağlayan kamu görevlisine verilecek ceza alt sınırı bir yıldan altı aya, üst sınırı üç yıldan iki yıla indirilmektedir. Yine aynı şekilde yürürlükteki Ceza Kanununun 257 nci maddesinin ikinci fıkrasında, bir kamu görevlisinin kişilerin mağduriyetine sebep olması, kamunun zararına sebep olması, ya da kişilere haksız kazanç sağlaması 'görevin gereklerini yapmakta ihmal ve gecikme göstermek' suretiyle gerçekleşirse mevcut düzenlemedeki altı aydan iki yıla kadar olan hapis cezası, Yasayla üç aydan bir yıla kadar hapis cezası olarak değiştirilmiştir. Görevi kötüye kullanma suçu, ceza hukuku içindeki yapısıyla, önceki ve yürürlükteki Türk Ceza Yasalarının, memuriyet görevinin kötüye kullanılması suretiyle işlenen özel nitelikteki suçlara ilişkin ceza kuralları dışında, özel olarak düzenlenen suçlar dışında kalan genel bir suçtur. Anayasa Mahkemesi'nin de belirttiği gibi, Yasakoyucu bu düzenleme ile Türk Ceza Kanunu'nda özel olarak yer verilen zimmet, ihtilas, irtikâp, rüşvet, keyfi muamele gibi suçlar dışında kalan görevi kötüye kullanmaların da cezasız bırakılmasını önlemek istemiştir. Burada, suçun maddi unsuru görevin kötüye kullanılmış olmasıdır. 'Memurların görev ve yetkileri ile bunların nitelikleri, sınırları, gerekleri, yürütülen kamu hizmetini düzenleyen mevzuatta gösterildiğinden her davada memurun, bu mevzuatla çizilen sınırları aşıp aşmadığı saptanarak, görevi kötüye kullanma suçunun maddî unsuru belirlenecektir. Bunun yanı sıra, kuşkusuz suçun oluşmuş sayılabilmesi için failin memur olması, eylemin memurun göreviyle ilgili bulunması ve manevi bakımdan kastın varlığı gibi suçun diğer unsurları da aranacaktır' (AYMK. 21.11.2002 günlü, E.2001/332, K.2002/106). Görevin genel nitelikte kötüye kullanılmasını nitelendiren, görevi kötüye kullanma suçunun, kamu düzeni, yararı ve güvenliği yönlerinden önemi yadsınamaz. 257 nci madde kapsamındaki suça yönelik olarak, düzenlenmiş fezleke, açılmış, sürmekte olan veya kararı çıkmış davalar bulunmaktadır. 6086 sayılı Yasanın sürmekte olan soruşturma, kovuşturma ve davalara etki edeceği ve bu soruşturma, kovuşturma ve davalardaki kişilerin lehine çıkarıldığı, böylece Yasanın amacının kamu yararını ve geneli koruma yerineEsas Sayısı : 2011/17 Karar Sayısı : 2011/171 3 belirli kişileri korumaya yönelik olduğu kamuoyunda tartışma konusu olmuş, Yasaya güven daha baştan sarsılmıştır. Yasa ile TCK 257 nci maddede düzenlenen görevi kötüye kullanma suçunun cezasının üst sınırı 2 yıla çekilmek suretiyle 'hükmün açıklanmasının geriye bırakılması' olanağı getirilmiş olmaktadır. Ayrıca yine TCK'nın Hapis Cezasının Ertelenmesi başlıklı 51 inci maddesindeki düzenlemeye göre 'işlediği suçtan dolayı 2 yıl veya daha az süre ile hapis cezasına mahkum edilen kişinin cezası ertelenebilir'. Bu şekilde cezanın üst sınırı 2 yıla çekilmek suretiyle verilecek olan cezalar 'erteleme' kapsamına da sokulmaktadır. Aynı zamanda, 257 nci maddenin birinci fıkrasındaki ceza üst sınırının indirilmesinin yanı sıra, alt sınır da yarı oranda indirilmiş, maddenin ikinci fıkrasında da alt ve üst sınırlar yarı oranda indirilmiştir. Cezalarda indirim yapan bu değişiklikle birlikte, verilmiş olan cezaların infazı önlenecektir. Yapılan değişikliklerin, ceza hukuku yönünden özellikleri ve etkisi, ertelemenin yanı sıra zamanaşımı yoluyla yargılamayı ortadan kaldırma yönünden daha da önemli hale gelmektedir. Lehe kanunun tespitinde iki temel ölçüt vardır. Bunlardan ilki 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 9 uncu maddesinde belirtilen husus, diğeri de karma uygulama yasağıdır. 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 9 uncu maddesi, lehe kanunun belirlenmesinde en önemli düzenlemedir. Kanunun 9/3 maddesine göre, lehe olan hüküm, önceki ve sonraki kanunların ilgili bütün hükümleri olaya uygulanarak, ortaya çıkan sonuçların birbirleriyle karşılaştırılması suretiyle belirlenir. Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 9 uncu maddesinde ayrım yapılmaksızın 'önceki ve sonraki kanunların ilgili bütün hükümleri'nden bahsedildiğine göre lehe kanunun tespitinde 'önceki kanunlar' ve 'sonraki kanunlar' blok olarak karşılaştırılacaktır. Başka bir deyişle sadece ceza açısından değil cezanın infazı açısından da kanunlar arasında karşılaştırma yapmak gerekecektir. Doktrin ve yargı kararları da aynı görüşe işaret etmektedir. Nitekim 5237 sayılı TCK'nın 7/3 maddesi, erteleme, koşullu salıverme ve tekerrürü derhal uygulama kuralı dışında tutarak, lehe kanun uygulanmasında göz önüne alınması gereken bir düzenleme olarak belirlemiştir. Yüksek yargı kararlarına göre de, sanık hakkında lehe olan yasa tüm hükümleriyle birlikte olaya uygulanmalı, lehe olan yasanın belirlenmesi ve uygulanması sırasında içtima ve infaz hükümleri de dikkate alınmalıdır. (YCGK. 21.02.1994, 7 36/61 kararı, YKD Mayıs 1994), (YCGK. 30.03.2004, 46/78; Y.1.CDK. 15.03.2006, 4653/683). İki yasa arasındaki fark, yalnız ceza bakımından değil, başka bakımlardan da olabilir. Nitekim örneğin, önceki yasa cezanın ertelenmesini olanağını kabul etmediği halde, sonraki yasa bu olanağı tanıyabilir. (Artuk Mehmet Emin Gökçen Ahmet Yenidünya A. Caner, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2006, s.216). '... Her iki kanun, sorumluluğu veya cezayı etkileyecek erteleme, tekerrür, cezanın ağırlaştırılmasını veya azaltılmasını gerektiren nitelikli haller veya kovuşturma şartları bakımından farklı ise, somut olayda en lehe sonuç veren kanun, lehe kanundur... (Öztürk Bahri Erdem Mustafa Ruhan, Uygulamalı Ceza Hukuku ve Emniyet Tedbirleri Hukuku, Ankara, 2005, s. 86). Resen kovuşturulan suçu, şikayete bağlı suç haline getiren, zamanaşımı süresiniEsas Sayısı : 2011/17 Karar Sayısı : 2011/171 4 kısaltan yasa lehte yasadır. (Centel Nur Zafer Hamide Çakmut Özlem, Türk Ceza Hukukuna Giriş, İstanbul, 2005, s. 103; Özbek V. Özer, TCK İzmir Şerhi, Ankara, 2005, s. 183). Cezaların alt ve üst sınırlarındaki değişikliğe göre ise alt sınırları aynı, üst sınırları farklı olan cezalarda üst sınırı az olan, üst sınırları aynı alt sınırları farklı olan cezada alt sınırı az olan, üst ve alt sınırları birbirinden farklı ise somut uygulamaya göre belirlenecek ceza lehedir. (YCGK. 31.01.2006, 10 10/8, YKD Haziran 2006; Centel Zafer Çakmut, s. 103; Öztürk Erdem, s. 85; Özbek, s. 185). '...Bir suçun işlendiği zamanki yasa ile sonradan yürürlüğe giren yasa birbirinden farklı olduğu taktirde sanık hakkında lehe olan yasa tüm hükümleriyle birlikte olaya uygulanmalıdır. Her iki yasanın sadece lehe olan hükümleri alınıp uygulanamaz.' (YCGK. 21.02.1994, 7 36/61, YKD Mayıs 1994). '...Önceden verilip kesinleşmiş bulunan mahkumiyetlerin infazı sırasında da sonradan yürürlüğe giren lehteki hükümlerin uygulanacağı açıktır.' (YCGK4.10.1993, 9 185/224) 5728 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce kesinleşmiş hükümlerle ilgili olarak anılan yasanın geçici 1/2 inci maddesinde 'Bu Kanun yürürlüğe girdiği tarihten önce kesinleşmiş ve infaz edilmekte olan mahkûmiyet kararları hakkında, lehe kanun hükümleri, hükmü veren mahkemece 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 98 ilâ 101 inci maddeleri dikkate alınmak ve dosya üzerinden incelenmek suretiyle belirlenir. Ancak, hükmün konusunun herhangi bir inceleme, araştırma, delil tartışması ve takdir hakkının kullanılmasını gerektirmesi halinde inceleme, duruşma açılmak suretiyle yapılabilir.' şeklinde bir düzenleme getirilmiştir. Lehe olan kanun uygulamasının sadece ceza miktarları değil, suçun unsurları, takdiri hafifletici nedenler, erteleme, temel cezanın tespiti, cezanın bireyselleştirilmesi ve dava zamanaşımı hükümleri hakkında 765 sayılı Türk Ceza Kanunu ile 5237 sayılı Türk Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerinin karşılaştırılması, duruşmalı yapılacak incelemeyle işin esasına da girilerek sonuca varılması gerekmektedir. Lehe olan kanunun tespiti ve uygulaması aşamasında daha önce kesinleştiği ileri sürülen hükmün kesinliği ortadan kalkmakta, yeniden doğan yargı aşamasına dönülmekte, davanın esasına girilmek suretiyle yeni bir karar oluşturulması gerekmekte ve bu karara karşı temyiz yolunun açık olduğu kabul edilmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük Kanunu olan 5252 Sayılı Kanunun 10 uncu maddesi uyarınca daha önce kesinleşmiş mahkumiyet hükmü olsa bile, kesinleşmiş mahkumiyet hükmünün infazının ertelenmesi veya eğer başlanmışsa durdurulmasının gerekmekte ve bu konuda tartışmaya yer vermeyecek şekilde açık kanun hükmünün bulunmaktadır. Dolayısıyla TCK madde 257'de yer alan 'görevi kötüye kullanma' suçu nedeniyle hakkında daha önce hükmün açıklanmasının ertelenmesi kararı verilen kimseler açısından da yeni düzenleme lehe hüküm olarak değerlendirilecek ve ilgili madde son düzenlemesi ile uygulanacaktır. Bu durumda, mevcut yargı sisteminin işleyişi göz önüne alındığında ceza zamanaşımının dolması yüksek bir olasılık olarak ortaya çıkmaktadır. Önceki ve sonraki yasalar karşılaştırılarak sanık lehine olan hükmün uygulanacağına dair ceza hukukunun genel prensibi gereğince Yargıtay'da temyiz aşamasında bulunan davalar, dosyaların sanıklar yararına olan yasa hükmünün yeniden saptanması bakımından yerel mahkemelere geri gönderilmekte ancak, yerel mahkemelere gönderilen dava dosyalarının bu mahkemelerce tekrar karara bağlanıp yeniden temyiz incelemesine alınma süresi Yargıtay'ın ağır iş yükü nedeniyle 3 yıla kadar uzayabilmektedir. Özellikle 01.06.2005 tarihinden önce işlenen ve temel olarak 5 yıl, uzamış 7,5 yıllık zamanaşımı süresine tabi bulunan suçlara ilişkinEsas Sayısı : 2011/17 Karar Sayısı : 2011/171 5 olarak lehe uygulama için mahalline gönderilen dava dosyalarının da ceza zamanaşımına uğraması kaçınılmazdır. 6086 sayılı Yasayla yapılan, ceza alt ve üst sınırlarındaki indirim, bu yönüyle aklanma anlamına gelmekte olup adil yargılanma hakkını ihlal eden bir sonuç yaratmakta, hukuk devletinin olmazsa olmazı 'yargı' denetimi işlevsiz hale getirilmektedir. 257 nci maddedeki cezaların indirilme gerekçesi makul ve haklı bir nedene dayanmamaktadır. Değişiklik gerekçesinde, 'ayrıca, pek çok ülke ceza kanunlarında genel, tali ve tamamlayıcı bir suç olarak görevi kötüye kullanma suçuna yer verilmemiştir. Yeni Türk Ceza Kanununda ise, izlenen suç siyaseti gereğince, genel, tali ve tamamlayıcı bir suç olarak, görevi kötüye kullanma suçu tanımına yer verilmiştir. Ancak, bu suç için öngörülen ceza miktarları yüksek olmuştur. Aynı Bölümde yer alan suçlar arasındaki dengeyi sağlamak için, bu suça ilişkin ceza miktarlarında indirim yapılması gereği ortaya çıkmıştır' denilmiştir. Suç ve ceza arasındaki dengenin, her suçun kendi niteliğiyle değerlendirilmesi gerekirken, 'aynı bölümde yer alan suçlar arası denge' gerekçesiyle cezaların indirilmesi, bu indirimin ceza yasası yürürlüğe girdikten sonra yapılması, ne aynı bölümdeki bütünlükle ne de hukuk devleti ilkeleriyle örtüşmemektedir. Cezanın alt ve üst hadlerine dair yapılması öngörülen indirimler neticesinde gerek halen yargılaması devam eden gerekse yargılaması neticelenmiş ve infaz aşamasına gelmiş/infazına başlanmış suçlar açısından erteleme veya hükmün açıklanmasının geri bırakılması müesseselerinin söz konusu olabileceği dolayısıyla da görevi kötüye kullanma suçunun ve giderek yolsuzluğun teşvik edildiği ve ceza adaleti açısından olumsuz sonuçlar doğmasına neden olunabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır. Görevi kötüye kullanma suçuna ilişkin ceza hadleri açısından yapılacak indirimle genel olarak kanunların genelliği ve soyutluğu ilkesine aykırı kanunlaştırmaya neden olunmuştur. Ceza hukukunda, cezaların amaçlarından bir tanesi ve en önemlisi kuşkusuz kanunda suç olarak belirlenen fiillerin işlenmesinin engellenmesi, yani caydırıcılığıdır. Bu nedenle suç ile ceza arasında mutlak suretle bir orantı olmalıdır. Kamu görevi yapmakta olan kişilerin de, kanunda suç olarak sayılan fiilleri işlememesi için, caydırıcı ve orantılı bir cezanın olması kaçınılmazdır. Türkiye'de 'görevi kötüye kullanma' suçu çok sık işlenen bir fiildir ve bu fiilde azalma da gözükmemektedir. Bu nedenle, bu suçun cezasında indirime gitmek, hukuka ve nesnelliğe aykırı olacak, amaçla araç arasındaki ölçü bozulmuş olacaktır. Haklı bir neden yokken, ceza hukukunun genel bütünlüğü içinde belirlenmiş bir cezanın alt ve üst sınırı indirilerek, suç ve ceza arasında var olması gereken adil denge bozulmakta, hukuka ve yargıya güven sarsılmaktadır. Suçlar için değişik cezalar öngörülürken, bu suçlara verilecek cezalardan beklenen hukuksal yararın göz önünde bulundurulması gerekir. Suç ve ceza arasındaki dengeyi bozan düzenleme yasa koyucunun takdir yetkisi içinde kabul edilemeyeceğinden hukuk devletine aykırılık oluşturacaktır. Öte yandan, değişik 257 nci maddenin uygulamaya geçirilmesiyle, yargılaması gecikerek zamanaşımına uğrayanlarla, yargılaması gecikmeyenler ve davası ceza uygulamasıyla sonuçlananlar arasında da Anayasanın 10 uncu maddesindeki 'eşitlik' ilkesi zedelenmiş olacaktır. Açıklanan nedenlerle, 26.09.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 257. maddesinin; (1) numaralı fıkrasının, 6086 sayılı Kanunun 1. maddesi ile değiştirilen 'altı aydan iki yıla kadar' bölümü ile (2) numaralı fıkrasının, 6086 sayılı Kanunun 1.i maddesi ileEsas Sayısı : 2011/17 Karar Sayısı : 2011/171 6 değiştirilen 'üç aydan bir yıla kadar' bölümü, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine aykırı olup, iptalleri gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Hukuk devletine aykırı olan, temel hak ve özgürlükleri ölçüsüzce sınırlandıran ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin, uygulanması halinde, sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı çok açıktır. Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Anayasanın hükümlerine açıkça aykırılık taşıyan ceza düzenlemesinin uygulamaya geçmesi durumunda, evrensel hukuk ilkeleri, zamanaşımı ve eşitsiz ceza uygulaması nedenleriyle telafisi imkansız zararlar doğacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan iptali istenen bölümlerin, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 26.09.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 257 nci maddesinin; a) (1) numaralı fıkrasının, 08.12.2010 tarihli ve 6086 sayılı Kanunun 1 inci maddesi ile değiştirilen 'altı aydan iki yıla kadar', b) (2) numaralı fıkrasının, 08.12.2010 tarihli ve 6086 sayılı Kanunun 1 inci maddesi ile değiştirilen 'üç aydan bir yıla kadar' bölümlerinin; Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine aykırı olduklarından, iptallerine, Anayasaya açıkça aykırı olmaları ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'" | 2,600 |
Esas sayısı:1978/59 Karar sayısı:1979/11 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde, iptal isteminin gerekçesi olarak, özetle şunlar ileri sürülmektedir : 1 2162 sayılı Yasaya ilişkin tasarıya, başlangıçta, üniversite personelinin statüsü ile ilgili bir hüküm konulmuş olmayıp, iptali istenen hükümler, Millet Meclisi Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında eklendiğinden, bu konuda Üniversitenin görüşü alınmamıştır. Oysa Anayasa'nın 120. maddesinde düzenlenen "Üniversite özerkliği", hiç olmazsa Hükümetin uyarılması ve böylece Anayasa'ya aykırılığın önlenmesi yönlerinden, üniversitenin görüşünün alınmasını gerekli kılmaktadır. 2 Tam gün çalışan üniversite öğretim üyelerine 1765 sayılı Yasanın değişik 16. maddesi uyarınca verilen ödenek ile 2162 sayılı Yasanın öngördüğü ödeneklerin ayrı nitelikte olmaları nedeniyle, 2162 sayılı Yasanın kapsamına giren üniversite öğretim üyeleri ile girmeyenler arasında Ödenekler yönünden ayırım doğacak, ayrıca sağlık bilimleri fakültelerinin dekan, dekan yardımcıları ve bu fakülteler öğretim üyeleri arasından seçilen rektörler ve rektör yardımcıları yönetim ödeneği alamazken, öteki fakülteler dekan ve dekan yardımcılarına ve bu fakültelerden seçilen rektörlerle rektör yardımcılarına yönetim ödeneği verilecektir. Bu durum, Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırıdır. 3 2162 sayılı Yasa, üniversitelerin çeşitli fakültelerinin öğretim üyesi gereksiniminin başka fakültelerden karşılanması olanağını önemli ölçüde kısıtlamaktadır. 4 2162 sayılı Yasanın kapsamına alınan öğretim üyeleri, 1750 sayılı Üniversiteler Yasasının 38. maddesinin sağladığı, resmî çalışma saatları dışında mesleklerini serbest olarak yerine getirme olanağından yoksun kılınmakta, böylece ya 2162 sayılı Yasaya bağlı kalmak, ya da üniversitedeki görevlerinden ayrılmak zorunda bırakılmaktadırlar. Bu durum, 2162 sayılı Yasa ile üniversitede öğretim üyesi olma koşulunun düzenlendiği anlamına geldiği gibi, ortaya çıkardığı ayırım nedeniyle, Anayasa'nın eşitlik ilkesine de aykırıdır. 5 1765 sayılı Yasanın 15. maddesinde öngörülen "kuruluş ve gelişme ödeneği" 2162 sayılı Yasa ile kaldırılmıştır. Bu durum, yeni kurulan üniversiteleri olumsuz yönde etkileyecektir. 6 1750 sayılı Yasanın 39. maddesi ile üniversite öğretim üyelerine ve yardımcılarına döner sermayeden yapılması öngörülen Ödeme, 2162 sayılı Yasa ile bir kesim üniversite personeli bakımından Önlenmiştir. Bu kısıtlama Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı düşmektedir. 7 Çalışma saatlarının ayarlanması konusunda, 2162 sayılı Yasanın 6. maddesi ile valilere tanınan yetki, üniversitenin işleyişine ve çalışma düzenine karışma niteliğindedir. 8 2162 sayılı Yasa sağlık bilimleri ile ilgili fakülteler öğretim üyelerinin Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunda, Adlî Tıpta ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığında görevlendirilmelerini engellemektedir.Esas sayısı:1978/59 Karar sayısı:1979/11 2 9 Anayasa'nın değişik 120. maddesi, üniversite personel statüsünün üniversiteye Özgü bir yasa ile düzenlenmesini gerektirmektedir. Oysa 2162 sayılı Yasa, kimi öğretim üyelerinin statüsünü 657 sayılı Devlet Memurları Yasasına bağlı sağlık personeli ile birlikte ele almıştır. . Bu, Anayasa'ya aykırılık durumunu oluşturur." | 392 |
Esas Sayısı:1973/2 Karar Sayısı:1973/14 1 "... II ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİASI İLE İLGİLİ GEREKÇE VE SAVUNMA ÖZETLERİ : 1 Davalı vekilinin gerekçesi özeti : a) Anayasa'nın 40 inci maddesine göre herkes sözleşme hürriyetine sahiptir. Kanun bu hürriyeti ancak kamu yararı amacı ile sınırlayabilir. Müvekkilim Banka ile Onuncu Dönem milletvekili arasında o zamanki mevzuata uygun biçimde borç verme sözleşmesi yapılırken, ödeme şartları saptanmıştır. Bankanın rızası olmaksızın yasama yolu ile sözleşmede değişiklik yapılarak faiz ve masraf borçlarının bağışlanması, böylece işçi veya köylü gibi iktisatça zayıfmışçasına bir bölük milletvekilinin korunması kamu yararı güdüldüğü gibi bir gerekçeye dayandırılamaz. Bir Devlet Bankasının bu yoldan milyonlarca liralık alacağının silinmesinin kamu zararına olacağı ortadadır. b) 1313 sayılı Kanun, aynı durum ve koşullar altında borçlanıp borçlarını gününde ödemiş milletvekilleri ile ödememiş milletvekilleri arasında eşitsizlik ve ikincilerden yana bir ayrıcalık oluşturmakta ve böylece Anayasa'nın 12 nci maddesi ilkeleri ile de çelişkiye düşmektedir. c) Anayasa'nın 2 nci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. 1313 sayılı Kanunun çıkarılması yasama yetkisini Millet adına kullanmaları gerekli milletvekillerinin yetkilerini kendilerine ayrıcalık sağlama yönünde kullandıkları anlamını taşır ve demokratik devlet ilkesi ile bağdaşamaz. ç) Devletin, Anayasa'nın 35 52 nci maddeleri uyarınca öncelikle yardım etmek zorunda bulunduğu geniş yurttaş topluluğu bu yardımlardan gereği gibi yararlanamadığı halde daha iyi, durumda bulunan birkaç yüz borçlu milletvekilinin ana para dışındaki borçlarının 1313 sayılı Yasa ile bağışlanmasına gidilmesi sosyal devlet ilkesine de ters düşer. d) Bankanın mamelekine girmiş ve 6/8/1970 gününden önceki dönemde yürürlükte bulunan 444 sayılı Yasaya göre tahakkuk ettirilmiş % 6 muaccel faiz ve temerrüt giderleri alacaklarının borçlanma sözleşmesine Yasa ile müdahale edilerek borçlunun mamelekine aktarılması Anayasa'nın kazanılmış hakları koruyan ilkeleri ile uyuşamaz. e) Hukuk devletinde yasaların, genel nesnel ve soyut esaslara dayanması gerekir. Oysa 1313 sayılı Kanunla sayıları birkaç yüz kişiye ulaşabilen, kimlikleri önceden belli kimseler için özel ve somut kurallar getirilmiştir. f) 1313 sayılı Kanunun l inci maddesi yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2., 7., 12., 38. ve 40 ıncı maddelerine aykırıdır. 2 Karşı tarafın savunması özeti : a) 1313 sayılı Kanun bu konuda ilk çıkarılmış yasa değildir. Çiftçilerin Ziraat Bankasına olan borçlarının faizlerine ve borcun tsıksitlendirilmesine ilişkin olarak 2814, 4094, 1305 sayılı Kanunlar vardır. 444 sayılı Kanunla 11 inci Dönem milletvekillerinin Maliyeye olan borçEsas Sayısı:1973/2 Karar Sayısı:1973/14 2 faizleri kaldırılmıştır. Ziraat Bankası Devlet bankası olduğu için bu yönden Hazineden ayrımı yoktur. b) Ziraat Bankası ile borçlular arasında sözleşme bulunması durumu yasama meclislerinin Devlet malı ve Devlet bankası malı üzerindeki tasarruf yetkisini bertaraf etmez. c) 1313 sayılı Yasa bir ayrıcalık yasası değildir; yerine getirilmesi güç, hattâ olanaksız duruma gelmiş Devlet ve banka alacaklarının tasfiyesi ereğini gütmektedir. ç) Hukuk önünde herkes eşittir. Çiftçinin faizi kalkarsa milletvekilininki de kalkar. d) Bankanın zararı ileri sürüldüğü gibi 20 milyonun üstünde olamaz. Bu, ancak 4 5 milyonluk bir iştir. Kaldı ki azlık veya çokluk hukukî sonucu etkilemez. e) Borçlarını ödemiş olanların bunları geriye alamaması ödemeyenlerin borçlarının kaldırılmasına engellik edemiyeceği gibi eşitliği de bozamaz. Olsa olsa eşitliği sağlamak için ödeyenlerin de ödediklerini geriye almalarını gerektirir. 3 Mahkemenin Anayasa'ya aykırılık görüşünün özeti : a) Anayasa'nın 40 ıncı maddesine göre sözleşme hürriyeti vardır; bu hürriyet ancak kamu yararı nedeni ile sınırlanabilir. 10 uncu Dönem milletvekilleri davacı Banka ile o tarihte yürürlükte bulunan mevzuat uyarınca sözleşme yaparak Bankadan borç para almışlar, karşılığında borcun aslı ile birlikte faiz ödemeyi kabul etmişlerdir. Bir bölük milletvekilinin borçlarını ödemeyerek temerrüt durumuna düştükleri bir sırada Yasama Meclislerinin Bankanın rızası olmadan muaccellik kazanmış borç unsurlarından bir bölümünü kaldırmak üzere 1313 sayılı Kanunu çıkarması, ortada kamu yararı olmadığı için 40 ıncı maddeye aykırılığı oluşturur ve bir küme milletvekilinin korunması ereğini güder. b) 1313 sayılı Kanun, aynı koşullar altında borçlanıp borçlarını zamanında ödemiş iyi niyetli milletvekilleri ile mutemerrit duruma geçmiş milletvekilleri arasında eşitsizlik ve ikincilerden yana bir ayrıcalık doğurduğu için Anayasa'nın 12 nci maddesi ilkelerine de aykırıdır. c) Bir bölük eski milletvekiline özel nitelikte üstün haklar getiren 1313 sayılı Kanun yasaların genel ve nesnel esaslara bağlanması ilkesi ile dahi çelişmektedir." | 639 |
Esas Sayısı : 2001/380 Karar Sayısı : 2002/69 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: "Yasanın çerçeve 3 ncü maddesi, Anayasa'nın 10 uncu, 2 inci ve 130 uncu madde hükümlerine aykırıdır. Yasanın 3 üncü maddesinde, vakıf üniversitelerine yardımda, "sayısal (%50), sözel (%20) ve eşit ağırlık (%30) puanları" ölçü alınmıştır. Bu hüküm, herhangi makül bir nedene dayanmaksızın üniversitelere yardımda eşitsizliğe yol açmaktadır. Mevcut yasada olduğu gibi eşitliği bozmayacak öğrenci sayısı ve benzeri kriterler benimsenebilirdi. Bu yönüyle hüküm Anayasanın 10 uncu maddesine aykırıdır. Ayrıca yasa ile değiştirilen 4.11.1981 t, 2547 sayılı Yasanın Ek Madde 18 hükmü, "...Vakıf Üniversiteleri, merkezleri dışındaki illerde yükseköğretim kurumları kurabilirler" kuralını içeriyordu. Çerçeve 3 üncü madde ile yapılan değişiklik, bu hükmü yürürlükten kaldırmıştır. Çerçeve 3 ncü madde, sözügeçen hükmü yürürlükten kaldıran muhtevası ile Anayasa'ya aykırıdır (Any.Mad. 87, 148): a) Bu hüküm uygulanarak kurulan yüksek öğretim kurumlarının tasfiyesi mümkündür. Bu ise, hukuka güvene dayanarak gerçekleştirilen girişimleri cezalandırmak anlamına gelir. Bu durum hukuk devleti ilkesi ile çatışır (Any. Mad.2). b) Devlet üniversitesine tanınan, aynı paralellikte vakıf üniversitelere de tanınmış bir imkanın geri alınması, eşitlik ve istikrar ilkesine aykırıdır. Sözgelimi bir ODTÜ.'ne aynı gün Kıbrısta Kampüs açma yetkisini tanıyan parlamento, yasama tasarruflarının tesisinde eşitliğe uygun davranmak zorundadır. Tanınan imkanların ayrıcalık oluşturmamasının ön koşulu, benzer durumda olanlara da aynı imkanın tanınmasıdır (Any. Mad. 10) (28.3.1982 t. ve 2809 sayılı yasa, merkez dışındaki yüksek okul örnekleri) c) Yürürlükten kaldırılan hüküm, "üniversitelerin ülke sathına dengeli bir biçimde yayılması" yönündeki anayasa buyruğunun kısmen uyarlanması niteliğindeydi. Çerçeve yasa, ilga içeriğiyle öğretimin coğrafi zemine dengeli yayılması anayasa kuralını çiğnemiştir. Olası iptal halinde, yasama organının yürürlükten kalkan hüküm doğrultusunda düzenleme yapma gereği, davamız kapsamı dışında kalan anayasal bir yükümlülüktür (Any.Mad.153, 11)."" | 277 |
Esas Sayısı: 1991/39 Karar Sayısı: 1991/39 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin bu konudaki görüşünü açıklayan kararı şöyledir: "Sanığa uygulanması, ihtimali olan VUKnun 360. maddesinin Anayasa'nın "Başlangıç kısmı 8. paragrafı ile 2. ve 10. maddelerine" aykırı olduğu aşağıdaki gerekçelerle anlaşılmaktadır. 3506 sayılı Yasa ile değişik 647 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile Kısa süreli Hürriyeti bağlayıcı cezaların suç tarihi dikkate alındığında her bir gün karşılığı olarak kabahatlerde günlüğü 3000, cürümlerde ise 5000 lira hesabıyla paraya çevrilmesi esası ve bu hükmün bütün kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara uygulanabileceği kuralı getirilmiştir. Ancak; 213 sayılı VUKnun 358. maddesinde belirlenen vergi kaçakçılığına teşebbüs suçu için öngörülen cezai yaptırımı düzenleyen, 360. maddesindeki hapis cezasının alt sınırı 1 ay olmasına rağmen, bu hapis cezasının paraya çevrilmesinde 3505 sayılı Yasa'nın 9. maddesi ile eklenen fıkra gereğince; her bir gün için sanayi sektörü için belirlenen yürürlükteki asgari ücretin 1 aylık tutarının yarısının esas alınacağı hükmü getirilmiştir. Görüleceği üzere; VUKnun 360. maddesinde belirtilen 1 aylık hapis cezası kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezadır. Vergi kaçakçılığına teşebbüs suçu için sanığa alt sınır gözetilerek 1 ay hapis cezası verilmiş olsa ve bu cezanın kısa süreli hürriyeti bağlayıcı ceza olması sebebi ile paraya çevrilmesi halinde normal prosedür olan VUKnun 360. maddesi hükmü uygulandığından 1990 yılı için; 1990 yılı 2. döneminde asgari ücret aylık 414.000. lira olduğundan; 30 gün x 207.000 TL = 6.210.000 TL. Ağır Para cezasına hükmedilmesi. Oysa; Bir aylık hapis cezasının paraya çevrilmesinde 647 sayılı Yasa'nın 4. maddesi gereği uygulandığında, 30 gün x 5000 TL.= 150.000 TL. Ağır Para cezasına hükmedilmesi gerekecektir. VUKnun 360. maddesi uygulaması ile 647 sayılı Yasa'nın 4. maddesi uygulaması arasındaki fark pek fahiş olarak 6.060.000. TL. olmaktadır. Yasaların toplumda herkese eşit ve aynı şekilde uygulanacağı hukukun tartışılmaz temel prensiplerindendir. Oysa olayımızda VUKnun 360. maddesi uygulaması halinde; ticaretle uğraşan veya uğraşmayan kişi ayrımı yapılmış olmaktadır. Bir yerde tacir olan sanıklara daha ağır ceza verilmesi yoluna gidilmektedir. Bu durum ise; 1982 Anayasası'nın "Başlangıç" kısmının sekizinci paragrafında yer alan "Temel hak ve hürriyetlerden her türk vatandaşının eşitlik ve sosyal adalet ilkeleri gereğince faydalanma hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu" prensibi; yine 1982 Anayasasının 2. maddesinde sözü edilen "Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk devleti olduğu" ibaresi ve yine 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde sözü edilen "Kanun önünde eşitlik" ilkesi gereği "Herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacağı"Esas Sayısı: 1991/39 Karar Sayısı: 1991/39 2 şeklindeki Anayasal kurallara VUKnun 360. maddesi aykırıdır." denilerek maddenin iptaline karar verilmesi istenilmiştir." | 409 |
Esas Sayısı : 2001/303 Karar Sayısı : 2001/333 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Yasa koyucu, Cumhuriyet Hükümetinin ülkede uzun yıllardan beri yaşanan yüksek enflasyonu düşürmek için IMF destekli, 1999 yılında uygulamaya koyduğu ekonomik program doğrultusunda, görüşüp kabul ettiği ve 16.2.2000 tarihinde yürürlüğe giren 6570 sayılı Kanuna 7. geçici madde eklenmesine dair 4531 sayılı Kanunla, sözleşmelerde kararlaştırılan kira paralarının 2000 yılında % 25, 2001 yılında % 10 artırılabileceğini öngörmüştür. Hükümetin, ekonomik program ve hedefi 2000 yılı sonu itibariyle % 25 olarak belirlenmesine rağmen % 14 sapma ile 2000 yılı sonu itibariyle % 39 olarak gerçekleşmiştir. 2000 yılı için mahkemelerce karara bağlanan kira karşılıkları kararlaştırılan hedefin tutmaması nedeni ile, kiralayanlar açısından % 14 kayıpla kapanmıştır. Bu kayıp oranı, 2001 yılı için uygulanması öngörülen % 10'luk artış oranı ile karşılaştırıldığında, adaleti gerçekleştirmekle görevli olan hakimleri zor duruma düşürürken, 22 Şubat 2001 tarihinde çıkan ve devam eden ekonomik kriz nedeniyle hükümetin 1999 yılında uygulamaya koyduğu program çökmüş, Türk parası döviz karşısında değer kaybetmiştir. 1999 yılında uygulamaya konulan programın hedefleri altüst olmuştur. Cumhuriyet Hükümeti kriz sonrası yeni ekonomik program hazırlayıp yürürlüğe koymuştur. Krizden sonra 2001 yılı için hedeflenen % 10 enflasyon yerine % 50'nin üstünde bir rakam telaffuz edilmeye başlanmıştır. Kamu alacaklarına uygulanan faiz aylık % 5'den % 10'a çıkarılmış, 2001 yılı bütçesi tadil edilmiştir. Bütün bu ekonomik gerçeklere rağmen, 2001 yılında enflasyonun % 10 gerçekleşeceği varsayımı ile yasalaştırılan, sözleşme ile kararlaştırılan kiraları 2001 yılı için % 10 ile sınırlayan yasanın uygulama olanağı kalmamıştır. Mülkiyet hakkı demokrasinin vazgeçilmez en önemli unsuru olup, Anayasa'nın teminatı altındadır. Kira geliri, taşınmaz mülkiyetinin rantıdır. Kira miktarının belirlenmesinde mülkiyet hakkının özünü zedelemeyecek kuralların uygulanması gerekir. Dava sebebi ile 1.1.2001 yılı için uygulamak zorunda bulunduğumuz, 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkında Kanuna 4531 sayılı Kanunla eklenen geçici 7. maddenin, 2001 yılı için sözleşmelerde kararlaştırılan kira paralarının % 10 artırılabilir şeklindeki cümlesi, cumhuriyetin niteliklerini belirleyen Anayasa'nın 2. maddesinin '...sosyal bir hukuk devletidir' kuralına, Devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5. maddesinin, '...kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır' şeklinde belirtilen kuralına ve mülkiyet hakkı başlığını taşıyan 35. maddesine aykırıdır. Mahkemeler, kararlarında adaleti gerçekleştirmekle görevlidirler. İptalini istediğimiz yasa kuralının uygulanması halinde, adaletin gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır.Esas Sayısı : 2001/303 Karar Sayısı : 2001/333 2 Bu nedenle, 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkında Kanuna 4531 sayılı kanunla eklenen geçici 7. maddenin '...2001 yılında ise yıllık % 10...' cümlesinin iptali için dosyanın onaylı suretinin, Anayasa'nın 152. maddesi gereğince, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, davanın Anayasa Mahkemesi'nce karar verilene kadar ertelenmesine karar verilmiştir."" | 431 |
Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 1 "... I HÂKİMİN REDDİ, İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 inci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığını tamamlayan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik 'meslek ahlakı standartlarını' oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenmesine karar verilen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı 'Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri' de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hakimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hakim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır.Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 2 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir. Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hakim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimâllerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 3 Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, '4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeye muhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından, Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, kara vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizâtihî karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 8 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır.Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 4 Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oylar şöyledir: i) 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. ii) 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisi ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsam somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. iii) 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. iv) 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, 'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. v) 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. vi) 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulurak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır.Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 5 vii) 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. viii) 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27 Ekim 2011 Perşembe günü yapılan oturumunda, 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin kamuoyunda yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz. '' III. GEREKÇELER 1 653 Sayılı 'Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname'nin 1 inci, 2 nci, 3 üncü, 4 üncü, 5 inci, 20 nci ve 21 inci Maddelerinin Anayasaya Aykırılığı 637 sayılı Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 6 ncı maddesinin (1) numaralı fıkrasının (ğ) bendinde 'Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı' denilmiş; 15 inci maddesinde Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanlığının görevlerine yer verilmiş; Dış Ticaret Uzmanlığı başlıklı 33 üncü maddesi; '(1) Bakanlık, görev alanına giren konularda çalıştırılmak üzere Dış Ticaret Uzmanı ve Dış Ticaret Uzman Yardımcısı istihdam eder. (2) Dış Ticaret Uzman Yardımcılığına atanabilmek için 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde sayılan genel şartlara ek olarak aşağıdaki şartlar aranır:Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 6 a) En az dört yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumlarının siyasal bilgiler, hukuk, iktisadi ve idari bilimler, iktisat, işletme, mühendislik ve ziraat fakülteleri, diğer fakültelerin dış ticaret, uluslararası ticaret, matematik ve istatistik bölümleri ile Bakanlığın görev alanına giren konularda en az dört yıllık eğitim veren veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulu tarafından kabul edilen yurtiçindeki ve yurtdışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olmak, b) Yönetmelikle belirlenen yabancı dillerden en az birini iyi derecede bilmek, c) Yapılacak yarışma sınavında başarılı olmak, gerekir. (3) İkinci fıkraya göre Dış Ticaret Uzman Yardımcılığına atananlar, en az üç yıl fiilen çalışmak kaydıyla açılacak Dış Ticaret Uzmanlığı Yeterlik Sınavına girme hakkını kazanırlar. (4) Dış Ticaret Uzmanlığı Yeterlik Sınavında iki defa başarısız olanlar veya sınava girmeye hak kazandığı yılı izleyen iki yıl içinde geçerli mazereti olmaksızın iki sınav hakkını kullanmayanlar, Dış Ticaret Uzman Yardımcılığı unvanını kaybederler ve durumlarına uygun diğer kadrolara atanırlar. (5) Dış Ticaret Uzman Yardımcılığı yarışma sınavı, yazılı ve sözlü aşamalardan oluşur. Yazılı sınavda yüz tam puan üzerinden en az yetmiş puan almak kaydıyla en yüksek puan alandan başlamak üzere, sınav ilanında belirtilen kadro sayısının üç katı sözlü sınava çağrılır. Bu şekilde çağrılan en düşük puana sahip adayla aynı puanı alanlar da sözlü sınava alınır. (6) Dış Ticaret Uzmanı ve Dış Ticaret Uzman Yardımcılarının mesleğe alınmaları, yetiştirilmeleri, yeterlik ve yarışma sınavları ve bunların eğitime tabi tutulmalarına ilişkin esaslar ile diğer hususlar yönetmelikle düzenlenir.' şeklinde hüküm altına alınmış; Mali haklar başlıklı 35 inci maddesinde ise; '(1) Bakanlık merkez teşkilatında; Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Genel Müdür, Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkam, 1. Hukuk Müşaviri, Genel Müdür Yardımcısı, Bakanlık Müşavirleri, Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri, Özel Kalem Müdürü, Daire Başkanı, Hukuk Müşaviri, Dış Ticaret Uzmanı, İhracatı Geliştirme Uzmanı, Dış Ticaret Uzman Yardımcısı ve İhracatı Geliştirme Uzman Yardımcısı ile taşra teşkilatında Bölge Müdürü, Serbest Bölge Müdürü, Bölge Müdür Yardımcısı, Serbest Bölge Müdür Yardımcısı kadroları karşılık gösterilmek kaydıyla, 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak çalıştırılabilir. (2) Birinci fıkra kapsamına giren personele, bu Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (II) sayılı Cetvel'de unvanlar itibarıyla yer alan taban ve tavan ücretleri arasında kalmak üzere, Bakan tarafından belirlenen tutarda aylık ücret ödenir. Söz konusu personele, çalıştıkları günlerle orantılı olarak (hastalık ve yıllık izinleri dahil) Ocak, Nisan, Temmuz ve Ekim aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarında ikramiye ödenir. Bunlardan üstün gayret ve çalışmaları sonucunda emsallerine göre başarılı çalışma yaptıkları tespit edilenlere BakanınEsas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 7 onayı ile Haziran ve Aralık aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarına kadar teşvik ikramiyesi ödenebilir. (3) Birinci fıkrada belirtilen kadrolarda fiilen çalışanlara, 657 sayılı Kanunda belirtilen en yüksek Devlet memuru aylığının (ek gösterge dahil); a) 9 ila 7 nci derecelerden aylık alanlara % 25'ini, b) 6 ila 4 üncü derecelerden aylık alanlara % 30'unu, c) 3 ila 1 inci derecelerden aylık alanlara % 35'ini, geçmemek üzere, Bakanlıkça tespit edilen usul ve esaslar çerçevesinde her ay aylıkla birlikte damga vergisi hariç herhangi bir kesintiye tabi olmaksızın peşin olarak fazla çalışma ücreti ödenir. (4) Bakanlık merkez, taşra ve döner sermaye teşkilatında, kadro karşılığı sözleşmeli çalışanlar hariç olmak üzere, 657 sayılı Kanuna göre aylık alan memurlar ile anılan Kanunun 4 üncü maddesinin (B) fıkrası uyarınca sözleşmeli olarak çalışan personele en yüksek Devlet memuru aylığının (ek gösterge dahil) % 200'ünü geçmemek üzere her ay ek ödeme yapılabilir. Ek ödemenin oranı ile esas ve usulleri; görev yapılan birim ve iş hacmi, görevin önem ve güçlüğü, görev yerinin özelliği, çalışma süresi, personelin sınıfı, kadro veya görev unvanı, derecesi, atanma usulü ile emsali veya benzeri görev ve unvanlarda bulunan personele mali haklar kapsamında yapılan her türlü ödemeler dahil almakta oldukları toplam ödeme tutarları gibi kriterler birlikte veya ayrı ayrı dikkate alınarak, Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine Bakan tarafından belirlenir. Ek ödemenin hak kazanılmasında ve ödenmesinde aylıklara ilişkin hükümler uygulanır ve bu ek ödeme damga vergisi hariç herhangi bir vergiye tabi tutulmaz. Bu madde uyarınca yapılacak ek ödeme, ilgili mevzuatı uyarınca ödenmekte olan zam, tazminat, ödenek, döner sermaye payı, ikramiye, ücret ve her ne ad altında olursa olsun yapılan benzeri ödemelerin hesabında dikkate alınmaz.' denilmiştir. 653 sayılı Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin 1 inci maddesiyle 637 sayılı KHK'nin 6 ncı maddesinin (1) numaralı fıkrasının (ğ) bendindeki 'Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı', 'Denetim Hizmetleri Başkanlığı' olarak değiştirilirken; 2 nci maddesiyle 637 sayılı KHK'nin 15 inci maddesinde görevleri düzenlenen Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı yerine; '(1) Denetim Hizmetleri Başkanlığı, bir Başkan ile Başkanlığa tahsisli kadrolarda görev yapan yeterli sayıda Dış Ticaret Uzmanı ve Dış Ticaret Uzman Yardımcısından oluşur. (2) Denetim Hizmetleri Başkanlığının görevleri şunlardır: a) Bakanlık teşkilatının her türlü faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak inceleme, denetim ve soruşturma yapmak.Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 8 b) Bakanlık teşkilatının denetimi altındaki her türlü kuruluşun faaliyet ve işlemleri ile ilgili olarak Bakanlığın görev ve yetkileri çerçevesinde inceleme, denetim ve soruşturma yapmak. c) Özel anlaşmalara dayalı olarak Bakanlığa verilmiş görevlere ilişkin konularda ilgili merciler, gerçek ve tüzel kişiler nezdinde inceleme, denetim ve soruşturma yapmak. ç) Bakanlığın amaçlarını daha iyi gerçekleştirmek, mevzuata, plan ve programa uygun faaliyet göstermesini sağlamak üzere çalışma yapmak ve gerekli teklifleri hazırlamak. d) Mevzuatın Bakanlığa tanıdığı inceleme, denetim ve soruşturma yetkilerini kullanmak. e) Bakan tarafından verilen benzeri görevleri yapmak. (3) Denetime tabi gerçek ve tüzel kişiler, gizli dahi olsa bütün belge, defter ve bilgileri ibraz etmek, para ve para hükmündeki evrakı ve ayniyatı ilk talep halinde Başkanlıkta görevli Dış Ticaret Uzmanlarına göstermek ve bu Dış Ticaret Uzmanlarının saymasına ve incelemesine yardımcı olmak zorundadır. Başkanlıkta görevli Dış Ticaret Uzmanları, görevleri sırasında tüm resmi daire, kurum, kuruluş ve kamuya yararlı derneklerle, gerçek ve tüzel kişilerden gerekli yardım, bilgi, evrak kayıt ve belgeleri istemeye yetkilidir. Kanuni bir engel olmadıkça bu isteğin yerine getirilmesi zorunludur. (4) Denetim Hizmetleri Başkanı müşterek kararla atanır. (5) Denetim Hizmetleri Başkanlığına tahsisli kadrolara atanma, Başkanlığa tahsisli kadrolarda görev yapan Dış Ticaret Uzmanlarının görev, yetki ve sorumlulukları ile Başkanlığın çalışma usul ve esasları yönetmelikle belirlenir.' Şeklindeki hükümle Denetim Hizmetleri Başkanlığı getirilmekte; 3 üncü maddesiyle, 637 sayılı KHK'nin 35 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki 'Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanı' ibaresi, 'Denetim Hizmetleri Başkanı' olarak değiştirilmekte; 4 üncü maddesiyle, 637 sayılı KHK'nin geçici 3 üncü maddesine eklenen (16) numaralı fıkra ile Bakanlıkta Dış Ticaret Başkontrolörü ve Dış Ticaret Kontrolörü kadrolarında bulunanların Dış Ticaret Uzmanı kadrolarına, Stajyer Dış Ticaret Kontrolörü kadrolarında bulunanların ise Dış Ticaret Uzman Yardımcısı kadrolarına, bulundukları kadro dereceleriyle başkaca bir işleme gerek kalmaksızın atanmış sayılacağı; (17) numaralı fıkrasında, mevzuatta Dış Ticaret Kontrolörlerine yapılan atıfların, Denetim Hizmetleri Başkanlığına tahsisli kadrolarda görev yapan Dış Ticaret Uzmanlarına yapılmış sayılacağı; (18) numaralı fıkrasında, Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanının görevinin, bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihte sona ereceği ve bu personelin ekli (1) sayılı liste ile ihdas edilen Bakanlık Müşaviri kadrosuna halen bulunduğu kadro derecesiyle atanmış sayılacağı belirtilmiş; 5 inci ve 20 nci maddelerinde bu dönüşümden dolayı kadro değişikliğine ilişkin düzenlemeler yapılmış; 21 inci maddesinde ise 653 sayılı KHK'nin yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir. Bu düzenlemelerin tamamı, 'Dış Ticaret Kontrolörleri' unvanının 'Dış Ticaret Uzmanları' şeklinde değiştirilmesi nedeniyle yapılmıştır.Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 9 Dış Ticaret Kontrolörleri unvanının Dış Ticaret Uzmanları olarak değiştirilmesinin amacı ise, inceleme, denetim ve soruşturma görevlerini yürüten Dış Ticaret Kontrolörlerinin, Dış Ticaret Uzmanı yapılarak 637 sayılı KHK'nin 35 inci maddesine göre, kadroları karşılık gösterilmek suretiyle, 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak istihdam etmek ve böylece aylıklarını yükseltip Dış Ticaret Uzmanı seviyesine getirirken, görev güvencesinden mahrum bir şekilde çalışmalarını sağlamaktır. Teftiş Kurulu Başkanlığı/Denetim Hizmetleri Başkanlığı 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanunun 12 nci maddesinde danışma ve denetim birimi olarak düzenlenmiş ve 15 inci maddesinde belirtilen hiyerarşik kademe ve birim unvanları arasında yer almayıp; 23 üncü maddesinde doğrudan bakana bağlı olarak bakanın emri ve onayı üzerine bakan adına görev yapması öngörülmüştür. 637 sayılı KHK'nin 15 inci maddesindeki görevleri Bakan adına bakanın emri ve onayı üzerine yürütecek Dış Ticaret Kontrolörlerinin aylıklarının Dış Ticaret Uzmanları ile aynı seviyeye yükseltilmesinin yolu, Dış Ticaret Kontrolörlerini görev güvencesinden yoksun kılmak amacıyla kadro karşılık gösterilmek suretiyle 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli çalıştırılmasından geçmemektedir. Aksine, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen Denetim Hizmetleri/Teftiş Kurulu/Kontrolörler Kurulu Başkanları ile müfettiş/denetçi/kontrolörlerin tamamının, statülerine ve yaptıkları görevin önemi ile kullandıkları yetkinin gereklerine uygun mali ve sosyal haklara kavuşturulması, bu alanda bütünü kapsayıcı bir yasal düzenleme yapmaktan geçmektedir. Anayasanın 112 nci maddesinin ikinci fıkrasında, bakanların Başbakana karşı sorumlu olup, ayrıca kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden sorumlu olacağı kuralı getirilmiştir. Anayasanın bu emredici kuralına dayalı olarak 3046 sayılı Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrasında, bakanın, bakanlık teşkilatının en üst amiri olduğuna yer verilmiş; ikinci fıkrasında, bakanların, bakanlık hizmetlerini mevzuata, Hükümetin genel siyasetine, milli güvenlik siyasetine, kalkınma planlarına ve yıllık programlara uygun olarak yürütmekle ve bakanlığın faaliyet alanına giren konularda diğer bakanlıklarla işbirliği ve koordinasyonu sağlamakla görevli ve başbakana karşı sorumlu oldukları belirtilmiş; üçüncü fıkrasında ise, her bakanın ayrıca emri altındakilerin faaliyet ve işlemlerinden de sorumlu olup, bakanlık merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşların faaliyetlerini, işlemlerini ve hesaplarını denetlemekle görevli ve yetkili olduğu açıkça hüküm altına alınmıştır. Aynı hükümler 637 sayılı Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK'nin 4 üncü maddesinde değişik ifadelerle yinelenmiştir. 3046 sayılı Kanunun 21 inci ve 637 sayılı KHK'nin 4 üncü maddesinde belirtilen, Bakanlığın merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarının faaliyetlerini, işlemlerini ve hesaplarını denetleme görev ve yetkisini bakan kendi eliyle yapamayacağına göre, bu işleri doğrudan Bakana bağlı olarak ve Bakan adına yapmak üzere, 637 sayılı KHK'nin 15 inci maddesiyle Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı kurulmuştur. 637 sayılı KHK'nin 15 inci maddesinde yazılı olan ve doğrudan Bakana bağlı olarak Bakan adına yürütülen hizmetin niteliği ile görevin özelliği, Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanı ile Kontrolörlerin görevlerini tarafsız, bağımsız ve hukuki güvenlik içinde yapmalarınıEsas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 10 bunun için de görev güvencesine sahip olmalarını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla bakanın Anayasanın 112 nci maddesinde yer alan sorumluluklarını hukuka ve kamu yararına uygun olarak yerine getirebilmesi Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanı ve Kontrolörlerin her türlü etki ve yönlendirmeden uzak bir şekilde görev yapmasına olanak sağlayacak görev güvencesinden geçmekte; Dış Ticaret Kontrolörlerinin Dış Ticaret Uzmanı yapılarak, kadro karşılık gösterilmek suretiyle 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli istihdamını öngören düzenleme Anayasanın 112 nci maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir. Yasaların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasakoyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Anayasaya uygunluğun sağlanmasında, yasakoyucunun kamu yararı anlayışının isabetli olup olmadığı değil, konulan kuralın kamu yararı dışında belli bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup olmadığı önem taşımaktadır. Yurttaşlardan sağlanan kaynaklarla finanse edilen kamu hizmetlerinin süreç ve sonuçlarının yasal düzenlemelere, plan ve programlara uygun çalışmasını sağlamak üzere gerekli teklifleri hazırlamak ve Bakana sunmak; Bakanlık teşkilatı ile Bakanlık teşkilatının denetimi altındaki her türlü kuruluşun faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak teftiş, inceleme ve soruşturma yapma görevlerinin, görev güvencesine sahip kamu görevlilerince yürütülmesinde kamu yararı olduğu; buna karşın görev güvencesinden yoksunluğun bağımsızlık ve tarafsızlığın yitirilerek hizmetten yararlananlar ile hizmeti finanse edenler aleyhine ve çıkar grupları lehine sonuçlar doğuracağı inkar edilemez bir gerçektir. Bu bağlamda, Dış Ticaret Kontrolörlerinin sözleşmeli olarak görev güvencesinden yoksun bir şekilde Dış Ticaret Uzmanı unvanıyla çalıştırılmasını öngören düzenleme Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Öte yandan, görevden almaların atamadaki usule göre olacağı idare hukukunun temel ilkelerinden biridir. Nitekim, 23.04.1981 tarihli ve 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usullerine İlişkin Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasında, 2451 sayılı Kanuna ekli (1) sayılı Cetvel'de gösterilen unvanları taşıyan görevlere Bakanlar Kurulu kararı ile, (2) sayılı Cetvel'de gösterilen unvanları taşıyan görevlere ise müşterek kararla atama yapılacağı; ikinci fıkrasında ise, bunların nakilleri ve görevden alınmalarının da aynı usule göre olacağı kurala bağlanmıştır. 2451 sayılı Kanuna ekli (2) sayılı Cetvel'e göre, Teftiş Kurulu Başkanı müşterek kararla atanmaktadır. 653 sayılı KHK'nin 4 üncü maddesinin (18) numaralı fıkrasında, Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulu Başkanının görevinin, bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihte sona ereceği ve bu personelin ekli (I) sayılı liste ile ihdas edilen Bakanlık Müşaviri kadrosuna halen bulunduğu kadro derecesiyle atanmış sayılacağı belirtilmektedir.Esas Sayısı : 2011/126 Karar Sayısı : 2012/110 11 Anayasa Mahkemesinin birçok kararında belirtildiği üzere, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkelerinin bulunduğunun bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukukî güvenliğin bir sonucu da kazanılmış haklara saygı gösterilmesi ilkesidir. Kazanılmış hak, kişinin bulunduğu statüden doğan ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş olan haktır. Kişilerin hukuk düzenine güvenerek elde ettikleri hakların sonradan çıkarılacak yasal düzenlemelerle ihlal edilmemesi bu ilkenin gereğidir. Aksine düzenleme Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturur. 657 sayılı Kanunun Temel ilkeler ba | 4,213 |
Esas Sayısı : 2010/28 Karar Sayısı : 2011/139 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'A) MADDİ OLAY: Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesinde Teknik İşler ve Satın Alma memuru olarak görev yapan davacının, satın aldığı araca ilişkin (1) ay içinde ek mal bildiriminde bulunmaması sebebiyle verilen 1 yıl süreyle kademe ilerlemesinin durdurulması cezasına ilişkin Diyarbakır Valiliği tarafından tesis edilen 24.9.2009 tarih ve 2009/19 sayılı işlemin; cezaya konu aracı banka kredisiyle aldığı ve ödemenin devam etmesi sebebiyle mal varlığında kesin bir artış meydana gelmediği ileri sürülerek işlemin iptali ve yürütmesinin durdurulması istenilmektedir. B) İPTALİ İSTENEN KANUN MADDESİ: 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125. maddesinin (D) bendinin (j) fıkrasında yer alan; 'Belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak' hükmünün iptali istenilmektedir. C) ANAYASAYA AYKIRILIK SEBEPLERİ: 1 ANAYASANIN 2. MADDESİ YÖNÜNDEN: Anayasanın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu hükmüne yer verilmiştir. Hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesinin unsurlarından biri 'suç ve cezalar arasında ölçülülük' ilkesidir. Buna göre, öncelikle yasakoyucu norm koyarken insan hak ve özgürlüklerine getirilen sınırlandırmanın sınırı olarak ölçülülük ilkesi ile bağlıdır. İlke, ceza hukukuna ilişkin yasal düzenlemeler açısından bir suç için öngörülen cezanın, bu suçun işlenmesi sonucu bozulan kamu düzeninin yeniden tesisi amacına elverişli, gerekli ve bu amaçla orantılı olması şeklinde tanımlanabilir. Bir başka deyişle 'Yasakoyucunun ceza saptamadaki yetkisinin sınırını hukuk devleti ilkesi oluşturur. ... Cezaların, suçların ağırlık derecesine göre önleme ve iyileştirme amaçları da göz önünde tutularak, adaletli bir ölçü içerisinde konulması ceza hukukunun temel ilkelerindendir.' 'Suç ile ceza arasındaki oranın adalete uygun bulunup bulunmadığını, o suçun toplum hayatında yarattığı etkiye ve kamu vicdanında aldığı tepkiye göre takdir etme zorunluluğu vardır. Bu orantısallık bağının bulunması, hukuk devleti ilkesinin ve adalet anlayışının bir gereğidir. Yasakoyucu cezaların türünü seçerken ve sınırlarını belirlerken mutlak adalet ölçülerini izlemek zorundadır.' Yine kural olarak, suçun ve ortaya çıkan toplumsal ve şahsi zararın ağırlığına, failin kişiliğine ve fiilin özelliklerine göre cezanın şahsileştirilmesi olanağının hâkime verilmesi de ölçülülük ilkesinin gereğidir. Yasakoyucunun bu kuralları açıkça ihlal eder nitelikte yasa koyması Anayasa'ya aykırı olacaktır. İptali istenilen fıkrada; 'belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak' kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektirmektedir. 657 sayılı Yasada disiplin cezaları; uyarma, kınama, aylıktan kesme, kademe ilerlemesinin durdurulması ve Devlet Memurluğundan Çıkarma cezası olarak beş kategoride düzenlenmiştir. Maddedeki ceza sıralamasının en hafif olandan, en ağır olana şeklinde olduğu göz önünde tutulursa, kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının ağır bir disiplin cezası olduğu söylenebilir. NitekimEsas Sayısı : 2010/28 Karar Sayısı : 2011/139 2 cezayı gerektiren diğer eylemlere bakıldığında (örneğin; (b) fıkrasında; özürsüz ve kesintisiz 3 9 gün göreve gelmemek), sözü edilen disiplin cezasına konu edilen eylemlerin kamu görevlisi için, Devlet memurluğuyla ilişkisini kesebilecek nitelikte, ancak o kadar da ağır olmadığı söylenebilir. Şöyle ki 657 sayılı Yasanın Memurluğun Sona Ermesi başlığı altında yer alan 4. bölümde bulunan 94. maddesinde 'çekilme' konusu düzenlenmiş, buna göre; mezuniyetsiz veya kurumlarınca kabul edilen mazereti olmaksızın görevin terk edilmesi ve bu terkin kesintisiz 10 gün devam etmesi halinde, yazılı müracaat şartı aranmaksızın, çekilme isteğinde bulunulmuş sayılacağı kuralına yer verilmiştir. Özürsüz ve kesintisiz 9 gün göreve gelmemek kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektirirken, aynı şekilde 10 gün gelmemek ise Devlet memurluğundan çekilme sonucunu doğurmaktadır. Bu durum; kademe ilerlemesinin durdurulması cezası ile, kamu görevlisi için ne kadar ağır sayılabilecek eylemlerin düzenlendiğini göstermektedir. İdareci olarak atanabilmek için aylıktan kesme cezası ve kademe ilerlemesinin durdurulması cezası almamak koşulunun arandığı dikkate alındığında, bu cezanın ağır bir disiplin cezası olduğu söylenebilir. Sözü edilen cezanın diğer disiplin cezaları arasındaki ağırlığı bu şekilde ortaya konulduktan sonra, bu ağırlıkla iptali istenilen fıkrada yer alan eylemin karşılaştırması yapılabilir. Öncelikle belirtilmelidir ki, fıkrada düzenlenen; 'belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak' eylemi 'şekli' bir suçtur. Şekli suçların kasıttan soyut olamayacağı bilinen ceza kuralıdır. Mal bildiriminde bulunmamak ya da süresi içerisinde bulunmamak eylemleri olayına özgü değerlendirilmelidir. Memurun görevini yerine getirirken kamu görevi yapmanın verdiği yetkiyi kullanarak elde etmiş olduğu malvarlığını bildirmeme veya geç bildirmedeki kastı ve buradaki eylemin ağırlığı ile memurun kredi ile almış olduğu bir aracı bir ay geçtikten sonra (örneğin 31. Günde) bildirmesi aynı derecede ağır değildir. Bu iki örnekte, eylemin ağırlığını belirleyen bildirilmeyen malın niteliği ile memurun bildirmeme ya da süresinden sonra bildirmedeki kastı oluşturmaktadır. İlk örnekte eylemin ağırlığının kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının gerektirdiği tereddütsüz söylenebilir ise de, ikinci örnekte aynı yargıya varmak haksızlık olur. Kanun koyucu iptali istenen fıkrayı, suistimalleri önlemek için en ağır hali düşünerek düzenlemiştir. Halbuki hiç bir kötü niyet olmaksızın memurun sırf dikkatsizliği, özensizliği ya da kayıtsızlığından dolayı basit bir edinim kanunda yer alan süreden bir veya iki gün sonra bildirilmiş olabilir. Ya da; yine hiç bir kötü niyeti olmaksızın beyanda bulunulması gereken edinimin hukuken hangi tarihte gerçekleştiğini memur bilemeyebilir. (Örneğin; rehinli araba ne zaman gerçekte edinilmiş sayılır') Bu gibi durumlarda da aynı cezanın verilmesi, suç ile ceza arasındaki orantısızlığın göstergesi olup, bu sebeple maddenin iptali gerekir. 2 ANAYASANIN 38. MADDESİ YÖNÜNDEN: Anayasa'nın 38. maddesinin ilk fıkrasında, 'Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz', denilerek 'suçun yasallığı', üçüncü fıkrasında da 'ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur' denilerek 'cezanın yasallığı' ilkesi vurgulanmıştır. 'Suç ve cezanın yasallığı' ilkesi; Anayasa'nın yasaklayıcı ve buyurucu kuralları ile gerek toplum yaşamı, gerek kişi hak ve özgürlükleri yönlerinden getirdiği güvencelere aykırı olmamak koşuluyla bu konuda gerekli düzenlemeleri yapma yetkisinin yalnız yasa koyucuya ilişkin olmasını zorunlu kılar. Bu ilkenin esası, kişilerin yasak eylemleri ve bunlar karşılığında verilecek cezaları önceden bilmelerini sağlamak düşüncesine dayanmaktadır. Suç ve cezaların yalnızca yasayla konulup kaldırılması da yeterli olmayıp, kuralların kuşkuya yer vermeyecek biçimde açık ve sınırlarının da belli olması gerekir.Esas Sayısı : 2010/28 Karar Sayısı : 2011/139 3 Bununla birlikte ele alınabilecek bir başka hüküm; Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olan 'belirlilik' ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. İptali istenen fıkrada 'belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak' eylemi cezaya konu edilmekle birlikte, belirlenen durum ve sürelerin ne ya da neler olduğu ceza maddesinde açık ve net olarak düzenlenmemiştir. Her ne kadar 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanununda ve Mal Bildiriminde Bulunulması Hakkında Yönetmelik de, hangi durumlarda ve hangi sürede mal bildiriminde bulunulması gerektiği düzenlenmiş ise de, sözü edilen 'belirlilik' ilkesi gereği, bu durum ve sürelerin, başka kanun ve yönetmeliklerde değil, cezanın verildiği madde içerisinde yer alması gerekmektedir. Cezaya konu eylemin oluşup oluşmadığının ya da hangi hallerde oluştuğu konusunun açıklığa kavuşması için ilgililer mevzuatı araştırma gereği duyuyorsa, bu ceza maddesinin açık ve net olduğundan söz edilemez. Bununla birlikte, 3628 sayılı Kanunda yer almakla birlikte; hangi hallerin mal edinme sayıldığı ve hangi tarihte mal edinmenin gerçekleştiğinin tespiti noktasında da bir açıklık bulunmamaktadır. Maddi olayda olduğu gibi, kredi ile alınan dolayısıyla rehinli olan aracın, rehin kalktığında mı yoksa tescil tarihinde mi malın edinilmiş sayıldığı açıkça düzenlenmemiştir. Böyle bir durum kanunda açık ve net olarak düzenlenmeli ilgililerin hukuki yorumuna ve bilgisine bırakılmamalıdır. Yine; hisse senedi, tahvil, bono, gayrimenkul vs.nin hangi hallerde edinilmiş sayılacağı ve buna göre de bildirilmesi gerektiği konusu da ilgililerin hukuki yorum ve bilgisine bırakılmaktadır. Halbuki her bir mal çeşidine göre bildirim için geçerli olan sürenin hangi tarihte başlayacağının ceza maddesinin de net olarak belirlenmesi gerekmektedir. İptali istenen fıkrada, bu şekilde bir açıklık bulunmadığından bu fıkra, Anayasanın 2. ve 38. maddelerine aykırıdır ve iptali gerekir. SONUÇ VE İSTEM: Açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152/1. maddesi uyarınca; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125. maddesinin (D) bendinin (j) fıkrasında yer alan; 'Belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak' ibaresinin iptali istemiyle dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine ve anılan yasa hükmünün iptalinin istenilmesine, dava dosyasının tüm belgeleriyle onaylı suretinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesine sunulmasına, işbu karar aslı ile dosya suretinin yüksek mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay beklenilmesine, beş ay içinde netice gelmezse mevcut mevzuata göre dosyanın görüşülmesine, 10/02/2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'" | 1,344 |
Esas Sayısı:1978/9 Karar Sayısı:1978/9 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ ÖZETİ : Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarını iptal etmiş ve bu karar yayımlanmıştır. Bu durumda kamulaştırma için aynı ilkeleri öngören 1757 sayılı Toprak ve Tarım, Reformu Kanununun 36. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü Anayasal dayanaktan yoksun bulunmaktadır. Bu hüküm mülkiyet hakkının özünü zedelemekte ve emlâk beyannamesi verenlerle vermeyenler arasında eşitsizlik yaratmakta olduğundan Anayasa'nın 11., 12., 36. ve 2. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal edilmelidir." | 75 |
Esas Sayısı : 2018/61 Karar Sayısı : 2018/107 1 ... 6736 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Kanunun 3. maddesi ile kesinleşmemiş veya dava safhasında bulunan alacakların da kapsama alındığı, ancak bu kapsamda yapılacak başvurular açısından; ilk derece yargı mercileri nezdinde dava açılmış ya da dava açma süresi henüz geçmemiş olanlar ile ilgisine göre itiraz/istinaf veya temyiz süreleri geçmemiş ya da itiraz veya temyiz yoluna başvurulmuş ya da karar düzeltme talep süresi geçmemiş veya karar düzeltme yoluna başvurulmuş olan amme alacakları yönünden ikili bir ayrıma gidildiği, ilk durumda yani Kanunun yayım tarih itibarıyla dava açılmış ya da dava açma süresi henüz geçmemiş olan alacaklar yönünden vergilerin %50si ile bu tutara ilişkin faiz, gecikme faizi ve gecikme zammı yerine bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar Yİ ÜFE aylık değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarın; bu Kanunda belirtilen süre ve şekilde tamamen ödenmesi şartıyla vergilerin %50sinin, faiz, gecikme faizi, gecikme zammı ve asla bağlı olarak kesilen vergi cezaları/idari para cezaları ile bu cezalara bağlı gecikme zamlarının tamamının tahsilinden vazgeçildiği, ikinci durumda ise, Kanunun yayım tarih itibarıyla ilk derece mahkemesince bir karar verilmekle henüz ilgisine göre itiraz/istinaf veya temyiz süreleri geçmemiş ya da itiraz veya temyiz yoluna başvurulmuş ya da karar düzeltme talep süresi geçmemiş veya karar düzeltme yoluna başvurulmuş olan alacaklar yönünden bu maddeye göre ödenecek alacak asıllarının tespitinde, tarhiyatın/tahakkukun bulunduğu en son safhadaki tutarın esas alınacağı, ayrıca bu Kanunun yayımlandığı tarihten önce verilmiş en son kararın; terkine ilişkin karar olması hâli ile tasdik veya tadilen tasdike ilişkin karar olması hâli de birbirinden ayrı tutularak en son kararın terkine ilişkin karar olması hâlinde ilk tarhiyata/tahakkuka esas alınan vergilerin %20si ile bu tutara ilişkin faiz, gecikme faizi ve gecikme zammı yerine bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar Yİ ÜFE aylık değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarın; bu Kanunda belirtilen süre ve şekilde tamamen ödenmesi şartıyla vergilerin kalan %80inin, faiz, gecikme faizi, gecikme zammı ve alacak aslına bağlı olarak kesilen vergi cezaları/idari para cezaları ile bu cezalara bağlı gecikme zamlarının tamamının tahsilinden vazgeçileceği, en son kararın tasdik veya tadilen tasdike ilişkin karar olması hâlinde, tasdik edilen vergilerin tamamı, terkin edilen vergilerin %20si ile bu tutarlara ilişkin faiz, gecikme faizi ve gecikme zammı yerine bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar Yİ ÜFE aylık değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarın; bu Kanunda belirtilen süre ve şekilde tamamen ödenmesi şartıyla terkin edilen vergilerin kalan %80i, faiz, gecikme faizi, gecikme zammı ve alacak aslına bağlı olarak kesilen vergi cezaları/idari para cezaları ile bu cezalara bağlı gecikme zamlarının tamamının tahsilinden vazgeçileceği, ayrıca verilen en son kararın bozma kararı olması hâlinde yukarıda belirtilen ilk durumun yani %50lik oranın, kısmen onama kısmen bozma kararı olması hâlinde ise onanan kısım için ikinci durumun yani %20lik oranın, bozulan kısım için ilk durumun yani %50lik oranın uygulanacağı belirtilmiştir. Görüleceği üzere iptali istenen kanun metninde sadece bozma ve onama kavramları kullanılmış olup, bu ifadelerden, mükellef lehine verilen terkin kararının bozulmasını mı, yoksa mükellef aleyhine verilen tasdik kararının bozulması mı olduğu madde metninden anlaşılamamaktadır. Ancak sonra gelen tahsilinden vazgeçilen oranlarla önceki oranlardan kanun koyucunun amacını tespit etmek ve diğer madde ve fıkralarla bağ kurulmak suretiyle Kanun sistematiğine uygun yorum yapılarak Kanun metni açıklığa kavuşturulmuştur. Yukarıda işlenen Kanun maddesi, Kanunun amacı ve gerekçesi bir bütün olarak ele alındığında, mükellefler tarafından yeniden yapılandırma talep edilen amme alacaklarının yargı makamları nezdinde ihtilaflı hale getirilip getirilmemesi, dava açılmış ise yargılama aşaması ve verilen en son kararlar, ayrıca bu kararların vergi idaresi lehine mi yoksa aleyhine mi olduğu,Esas Sayısı : 2018/61 Karar Sayısı : 2018/107 2 söz konusu bu durumlar karşısında amme alacağının tahsilinin ne ölçüde mümkün olduğu ya da olacağı hususu gözönüne alınarak, sayılan bu nedenlerle yeniden yapılandırma başvurusu sırasında hukuki durumları farklı olan amme alacakları ve mükellefler bakımından başvuru kapsamında tahsilinden vazgeçilecek amme alacağının oranı konusunda farklı düzenleme yoluna gidilmiştir. Bu kapsamda vergi idaresinin kesinleşmemiş veya dava safhasında bulunan alacaklardan hukuki durumları gereği tahsil imkanını zayıf gördüğü alacaklar için başvuru yapılması halinde tahsilinden vazgeçilecek alacak oranını yüksek (%80) belirlenmek suretiyle tahsilatın hızlandırılması, yargının ve uzlaşma komisyonlarının iş yükünün azaltılması, tahsil imkanını güçlü gördüğü alacaklar için başvuru yapılması halinde ise tahsilinden vazgeçilecek alacak oranını düşük (%5.0) belirlemek suretiyle farklı hukuki durumda olan mükellefler arasında eşitlik ve adaletin sağlaması hedeflenmiştir. Yukarıda sayılan hususlar gözetilerek hukuki durumları birbirinden farklı olan mükellefler için farklı oranlar belirlemesi Kanunun amacına ulaşması bakımından yerinde bir uygulamadır. Ancak burada önemli olan husus bu amaca matuf olarak yapılan Kanun maddesinde yer alan ve yeterince açık olmayan ifade ve belirlemeler nedeniyle uygulamada eşitlik, hakkaniyet ve adalete aykırı sonuçlara yol açılmamasıdır. Bu açıklamalar ışığında 6736 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Kanunun 3. maddesi incelendiğinde, anılan maddenin 2. fıkrasının (b) bendinin son cümlesinde yazılı olan Ancak, verilen en son kararın bozma karan olması hâlinde birinci fıkra hükmü, kısmen onama kısmen bozma kararı olması hâlinde ise onanan kısım için bu fıkranın (b) bendi, bozulan kısım için birinci fıkra hükmü uygulanır hükmü nedeniyle Kanun maddesinin uygulanması sırasında hukuki durumları farklı olan mükellefler için tek bir oran (%50) belirlenmek suretiyle eşitlik ilkesine aykırı hareket edilmiştir. Bu durumu uyuşmazlık konusu olayda açıklamak gerekirse, davalı idarece davacının yeniden yapılandırma başvurusuna konu amme alacaklarına karşı açmış olduğu davalarda Kanunun yayım tarihinden önce verilmiş en son kararın bozma kararı olması nedeniyle bozma kararının davayı en başa döndüreceği fikriyle 6736 sayılı Kanunun 3. maddesinin 2. fıkrasının (b) bendi uygulanmak suretiyle henüz dava açma süresi geçmemiş veya ilk derece mahkemesinde yargılanan alacaklarda olduğu gibi vergilerin %50si ile bu tutara ilişkin faiz, gecikme faizi ve gecikme zammı yerine bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar Yİ ÜFE aylık değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarın; bu Kanunda belirtilen süre ve şekilde tamamen ödenmesi şartıyla vergilerin %50sinin, faiz, gecikme faizi, gecikme zammı ve asla bağlı olarak kesilen vergi cezaları/idari para cezaları ile bu cezalara bağlı gecikme zamlarının tamamının tahsilinden vazgeçilmesi suretiyle dava konusu ödeme tablosu işleminin tesis edildiği görülmekte olup, yukarıda söz edilen bozma kararları davacı lehine olmasına karşın Kanun metninin bu hali gözönüne alındığında bozma kararlarının davacı lehine mi yoksa aleyhine mi olduğu hususu düzenleme dışı bırakıldığından Kanunun uygulanması bakımından herhangi bir fark oluşturmamaktadır. Başka bir deyişle, anılan Kanun maddesi bozma kararı lehine ve aleyhine olan mükellefler için aynı şekilde uygulanmaktadır. Oysaki Kanun metninde belirtilen bozma kararı lehine olan mükellef ile aleyhine olan mükellefin yargılama süreci gözönüne alındığında aynı hukuki durumda olduklarından, dolayısıyla bu mükelleflere ait vergi borçlarının tahsil imkanının da aynı olduğundan söz edilemeyecektir. Buna rağmen iptali istenen maddenin her iki mükellef türü için de aynı şekilde (%50lik oran) uygulanması Anayasanın 10. ve 73. maddelerinde vücut bulan eşitlik ilkesine aykırı düşmektedir. Diğer taraftan, bozma kararı lehine olan mükellefe ait vergi borçlarının yargılama süreci sonunda tahsil imkanı bozma kararı aleyhine olan mükellefe göre daha zayıf olduğu bir gerçeği karşısında bozma kararı lehine çıkan mükellefin yeniden yapılandırma başvurusu yapmak yerine davaya devam etmesi ve yapılan yargılama sonucunda vergi borçlarının kaldırılması veEsas Sayısı : 2018/61 Karar Sayısı : 2018/107 3 bu suretle tahsilin sağlanamaması yüksek bir ihtimaldir. Bu durumda iptali istenen Kanun metnindeki düzenlemenin, Kanunun amacı doğrultusunda tahsilatın hızlandırılması, yargının ve uzlaşma komisyonlarının iş yükünün azaltılması için bozma kararı lehine olan mükelleflerin de 6736 sayılı Yasadan yararlanmalarını teşvik edici bir mahiyette olması gerekirken, bu mükelleflerin bozma kararı aleyhine olan mükellefler ile aynı uygulamaya, yani %50lik orana dahil edilmesi Kanunun yukarıda bahsedilen amacına ulaşmasını da güçleştirmektedir. 5 SONUÇ VE TALEP: Yukarıda yer verilen açıklamalar ışığında, 6736 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Kanunun 3. maddesinin 2. fıkrasının (b) bendinin son cümlesinde yazılı olan Ancak, verilen en son kararın bozma kararı olması hâlinde birinci fıkra hükmü, kısmen onama kısmen bozma kararı olması hâlinde ise onanan kısım için bu fıkranın (b) bendi, bozulan kısım için birinci fıkra hükmü uygulanır. hükmünün Anayasanın 10 ve 73. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasında yer alan tüm belgelerin onaylı suretlerinin oluşturulması suretiyle hazırlanacak gölge dosya ve karar aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasanın 152. maddesi gereğince iş bu karar aslı ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay süre ile davanın geri bırakılmasına, bu süre içinde karar verilmez ise davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, 20/02/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 1,319 |
Esas Sayısı : 2018/15 Karar Sayısı : 2018/78 1 ... 7063 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 7. maddesi ile 22/6/2004 tarihli 5193 sayılı Optisyenlik Hakkında Kanuna eklenen geçici madde 4ün ikinci fıkrasında yer alan Sağlık Bakanlığının daveti üzerine ibaresi ile üçüncü fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasaya Aykırılığı 7063 sayılı Kanunun 7. maddesiyle 22/6/2004 tarihli ve 5193 sayılı Optisyenlik Hakkında Kanuna geçici madde eklenmiştir. Eklenen bu madde Türk Optisyen Gözlükçüler Birliğine ilişkindir. Eklenen geçici madde ile ilk olarak maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce optisyenlik mesleği ile ilgili olarak faaliyette bulunan derneklerin, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren iki ay içinde genel kurullarını toplayarak Türk Optisyen Gözlükçüler Birliğinin ilk genel kurulu için meslek mensubu beşer mümessil seçilmesi öngörülmüştür. Düzenlemenin devamında ise Türk Optisyen Gözlükçüler Birliğinin kuruluşu, yönetim organları ile diğer usul ve esasları düzenlenmiştir. Türk Optisyen Gözlükçüler Birliği, niteliği itibarıyla, Kanunda belirtilen görevleri yapmak ve yetkileri kullanmak ve odaların üst kuruluşu olmak üzere kurulan tüzel kişiliğe sahip ve kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşudur. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, yasayla kurulmaları, belirli bir meslek grubunu kapsamaları, kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüslerinde asli ve sürekli görevlerde çalışanlar dışında kalan meslek mensuplarının üye olma zorunluluğu, organlarının kendi mensuplarınca ve kendi üyeleri arasından seçilmesi, seçimlerin yargı gözetiminde yapılması, yetkilendirildikleri ve görevlendirildikleri alanlara koşut olarak kamu gücü kullanmaları, kamu tüzelkişiliğine ve Anayasanın 124. maddesinde öngörülen yönetmelik çıkarma yetkisine sahip olmaları nedeniyle bir tür kamu hizmeti yaptıkları gözönünde tutularak Anayasanın yürütme bölümü içinde düzenlenmişlerdir. Anayasal güvence altında yasayla kurulma zorunlulukları nedeniyle, her meslek kuruluşuyla ilgili olarak özel yasa çıkarılmıştır. (Anayasa Mahkemesi Kararı : 2006/55E., 2008/145K., 18/09/2008, R.G. 26/02/2009 27153) İptali talep edilen düzenlemelerden ilki, maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen Türk Optisyen Gözlükçüler Birliğinin genel kurulunun toplanmasına ilişkindir. İptali talep edilen düzenleme uyarınca, Türk Optisyen Gözlükçüler Birliğinin ilk genel kurulu, maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren dört ay içinde Sağlık Bakanlığının daveti üzerine Ankarada toplanacaktır ve dokuz üyeli Birlik Merkez Yönetim Kurulunun, beş üyeli Yüksek Disiplin Kurulunun ve üç üyeli Denetleme Kurulunun asıl ve yedek üyelerini seçecektir. Türk Optisyen Gözlükçüler Birliği hukuki niteliği itibarıyla üst birliktir. Anayasamızın 135. maddesinde üst birliklerin ve kamu kurumu niteliğinde meslek örgütleri tanımlanarak tabii olacağı esaslar belirlenmiştir. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları; belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, meslekî faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hâkim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlâkını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzelkişilikleridir. Aynı maddenin beşinci fıkrasında ise bu kuruluşlar üzerinde Devletin idarî ve malî denetimine ilişkin kuralların kanunla düzenleneceği belirtilmiştir.Esas Sayısı : 2018/15 Karar Sayısı : 2018/78 2 İptali talep edilen düzenleme Türk Optisyen Gözlükçüler Birliğinin bir nevi yaşama geçmesi ile ilgili bir düzenlemedir. Birliğin kuruluşu yasa ile yapılırken genel kurulunun gerçekleşmesi yürütmeye, Sağlık Bakanlığının davetine bırakılmıştır. Sağlık Bakanlığının daveti ile genel kurulun toplanacak olması Anayasanın 135. maddesinin beşinci fıkrasında öngörülen vesayet yetkisinin aşılması anlamındadır. Nitekim; genel olarak kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları üzerindeki devlet denetiminin bir vesayet yetkisi olduğu kabul edilmektedir. Ancak, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında uygulanması gereken vesayet, Anayasanın 127. maddesinin beşinci fıkrasında öngörülen vesayet yetkisinden farklıdır. Bu maddede vesayet yetkisinin hangi koşullarda kullanılabileceği açıklanmakta olup, bu koşullar, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması olarak sayılmaktadır. Buna karşın, Anayasanın 135. maddesinin beşinci fıkrasında, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları üzerinde devletin idari ve mali denetiminden söz edilmektedir. Dolayısıyla, merkezî idarenin kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları üzerindeki denetimi idari ve mali denetimin ötesine geçmemelidir. (Anayasa Mahkemesi Kararı 2012/95E., 2013/9K., 10/01/2013, R.G. 25/05/2013 28657) Maddenin iptali talep edilen üçüncü fıkrasındaki düzenleme Birlik Merkez Yönetim Kurulunun, seçimden itibaren bir ay içinde toplanarak odalar ile Birliğin yurt içindeki ve yurt dışındaki faaliyetlerini, organlarını, görevlerini, toplantılarını, karar alış usullerini, gelirlerini, giderlerini, organlar için seçimi, seçilme yeterliliğini, seçimlerin yapılış usulünü, mesleki sicili, hizmet bedellerinin ve aidatın tespitinin, disiplin cezaları ile infaz ediliş usulünü, odalar ve Birlik ile ilgili diğer iş ve işlemlerle ilgili yönetmelikleri hazırlama görevi verilirken bu yönetmeliklerin Sağlık Bakanlığının uygun görüşüyle seçimden itibaren iki ay içinde Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulacağı düzenlenmiştir. Bir başka deyişle, Sağlık Bakanlığının uygun görüş vermediği durumlarda yönetmelikler yayınlanamayacak, hukuken varlık kazanamayacaktır. Anayasa Mahkemesi turist rehberleri odaları birliklerine ilişkin yaptığı değerlendirmede yönetmelikle düzenleme yapma yetkisini Kültür ve Turizm Bakanlığına verilmesini Anayasanın 135. maddesi ile bağdaşmayacağını belirtmiştir. Turist rehberleri odaları birlikleri, Kanunda belirtilen görevleri yapmak ve yetkileri kullanmak ve odaların üst kuruluşu olmak üzere kurulan tüzel kişiliğe sahip ve kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları olup, merkezî idarenin bu birlikler üzerindeki denetimi idari ve mali denetimle sınırlı olmalıdır. Dava konusu kural, idari ve mali denetim kapsamına girmeyen turist rehberliği niteliğindeki hizmet veya faaliyetler, meslekte uzmanlık ve ilgili sertifika programlarının düzenlenmesine ilişkin usul ve esaslar, turist rehberliği hizmetine yönelik sözleşmelerde bulunması gerekli asgari hususlar, disiplin, sicil, ruhsatname ve çalışma kartları ile Kanunun uygulanmasına ilişkin diğer tüm hususlar hakkında yönetmelikle düzenleme yapma yetkisini Kültür ve Turizm Bakanlığına vermektedir. Bu durum, idari ve mali denetimin ötesinde, merkezî idarenin vesayet denetimi yetkisini aşacak biçimde kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu olan turist rehberleri odaları birlikleri yerine geçerek faaliyet göstermesi anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle, Kanunun uygulanmasına ilişkin yönetmelikleri düzenleme yetkisinin idari ve mali denetim yetkisiyle bağdaşmayacağı açıktır. (Anayasa Mahkemesi Kararı 2012/95E., 2013/9K., 10/01/2013, R.G. 25/05/2013 28657) Her ne kadar iptali istenen düzenlemede yönetmeliklere ilişkin tüm yetki Sağlık Bakanlığına bırakılmamış olsa da, Sağlık Bakanlığının uygun görüşüne bağlanması Türk Optisyen Gözlükçüler Birliğinin özerkliğine doğrudan yürütmenin müdahalesi anlamındadır. Yine Genel Kurulun toplanmasına ilişkin davetin de Sağlık BakanlığınaEsas Sayısı : 2018/15 Karar Sayısı : 2018/78 3 bağlanması yürütmenin müdahalesidir. Ancak yukarıda da ayrıntılı olarak açıklandığı üzere idarenin vesayet yetkisi sınırsız değildir. Yönetmeliklere uygun görüş verme şartı vesayet yetkisinin sınırlarını belirsizleştirmiştir bu sebeplerle Anayasanın 135. maddesine aykırılık teşkil eder, iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptali talep edilen maddeler, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelere maruz bırakılması anlamına gelmemelidir. Hukuk devleti sayılmanın en önemli gereklerinden biri de Anayasaya aykırılık teşkil eden normların ivedilikle arındırılması, bireylerin haklarında telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açılmasının engellenmesi bir başka deyişle bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almayı ifade eder. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 20 Aralık 2017 tarihli ve 30276 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, 06/12/2017 tarihli ve 7063 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun; 7. maddesi ile 22/6/2004 tarihli 5193 sayılı Optisyenlik Hakkında Kanuna eklenen geçici madde 4ün ikinci fıkrasında yer alan Sağlık Bakanlığının daveti üzerine ibaresinin, üçüncü fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasanın 135. maddesine, aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz. | 1,171 |
Esas Sayısı : 2013/62 Karar Sayısı : 2013/115 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı vekili dava dilekçesinde, ' ile dahili davalı ' 2004 yılından itibaren gayri resmi olarak birlikte yaşamaya başladıklarını, bu birliktelikten 27.04.2006 doğumlu ' ve 20.03.2005 doğumlu ' isminde çocuklarının dünyaya geldiğini, davalı ' bu birliktelik sırasında ' ile evli olduğunu, eşinden boşanmadığı için çocukların ' üzerine kaydettirildiğini, çocukların şu anda babaları ile birlikte kaldıklarını, davalıların bu durumu kabul ettiklerini, küçüklerden ' ' kayyım olarak atandığını, ' ile küçükler ' ve ' arasında kurulan soy bağının reddine karar verilmesini dava ve talep etmiştir. Dahili davalı ' beyanında, davayı kabul ettiğini, ' ile boşanma aşamasındayken ' ile gayri resmi olarak evlendiğini, bu birliktelikteki ' adında iki çocukları olduğunu, ' boşanamadığı için çocukların onun üzerine kaydedildiğini, küçüklerin babasının ' olduğunu bildirmiştir. Davalı ' cevabında, davayı kabul ettiğini, davacı çocukların kendisinden olmadığını, halen çocukların babaları ' ile birlikte yaşadığını, çocukların kendi adına kaydedildiğini bir ay önce farkettiğini bildirmiştir. Mahkememizce yapılan yargılama sonucunda ' ve ', ' çocukları olmadığı tespit edildiğinden TMK 286/2. maddesi uyarınca soybağının iptaline karar verilmiş, bu karar Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 2013/278 3239 Esas/Karar sayılı ilamı ile 'Türk Medeni Kanununun 291/2. maddesinde, ergin olmayan çocuğa atanacak kayyımın atama kararının kendisine tebliğinden başlayarak bir yıl, her halde doğumdan başlayarak beş yıl içinde soybağının reddi davasını açabileceği hükme bağlanmış olup, dava tarihi itibariyle çocukların doğumundan itibaren beş yıllık hak düşürücü süre geçtiğinden davanın bu nedenle reddi gerekirken kabulü doğru görülmemiştir.' gerekçesi ile bozulmuştur. Mahkememizce Usul ve Yasaya uygun Yargıtay bozma ilamına uyulmuştur. TMK m.291/2'nin dava dosyamızda uygulama gereği bulunduğu açıktır. Ancak söz konusu hükmün Anayasaya aykırı olduğu davacı tarafça ileri sürüldüğü gibi mahkememizce de bu iddia ciddi bulunduğundan söz konusu hükmün Anayasa'ya aykırı olması nedeniyle iptali istemi ile Yüksek Mahkemenize başvurma gereği doğmuştur. 1 İtirazın Konusu TMK 282. maddesi uyarınca 'çocuk ile anne arasındaki soybağı doğum ile kurulur.' Kocanın babalığı karinesi TMK 285. ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. TMK 287. maddesi uyarınca 'çocuk evlilik içerisinde ana rahmine düşmüş ise davacı kocanın baba olmadığını ispat etmek zorundadır. TMK 289. maddesi kocanın baba olmadığını öğrendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde dava açma yükümlülüğünü düzenlemiştir. Bu maddede bulunan 'her halde doğumdan başlayarak beş yıl içerisinde dava açmak zorundadır' düzenlemesi Anayasa Mahkemesinin 2008/30 Esas, 2009/96 Karar sayılı ilamı ile Anayasa'nın 2, 5 ve 17. maddelerine aykırı kabul edilerek iptal edilmiştir.Esas Sayısı : 2013/62 Karar Sayısı : 2013/115 2 Benzer bir düzenleme diğer ilgililerin dava hakkı ile TMK 291. maddede düzenlenmiştir. Bu düzenlemede 'Madde 291 dava açma süresinin geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi hallerinde kocanın alt soyu, anası, babası veya baba olduğunu iddia eden kişi, doğumu ve kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı alındığını öğrenmelerinden başlayarak bir yıl içerisinde soybağının reddi davasını açabilir (2) Ergin olmayan çocuğa atanacak kayyım, atama kararının kendisine tebliğinden başlayarak bir yıl, her halde doğumdan başlayarak beş yıl içerisinde soybağının reddi davasını açabilir. (3) Kocanın açacağı soybağının reddi davasına ilişkin hükümler kıyas yolu ile uygulanır.' Bu düzenleme ile ergin olmayan kişinin kayyımına dava açma hakkı düzenlenmiş atanacak kayyım yönünden dava açma süresi 1 ve 5 yıllık hak düşürücü süreler ile sınırlandırılmıştır. Beş yıllık sürenin sınırı 'doğumdan başlayarak' olarak belirtilmiştir. T.C. Anayasası'nın 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içerisinde insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti' olduğu vurgulanmıştır. T.C. Anayasası'nın 5. maddesinde 'Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel ve hak hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak' olduğu vurgulanmıştır. T.C. Anayasası'nın 17. maddesinde 'Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme haklarına sahiptir' denilmektedir. Ergin olmayan çocuğa soybağının reddi davasını açma hakkı veren düzenlemenin kişinin genetik ve biyolojik olarak babası olmayan kişi ile arasındaki soybağını ortadan kardırmaya yönelik bir düzenleme olması sebebiyle Anayasa'nın 17. maddesindeki temel ilkeye uygun olduğu açıktır. Yasa koyucu ergin olmayan küçüğün kayyımına dava açma hakkını tanırken kayyum kararının verilmesinden itibaren bir yıl ve her halde doğumdan başlayarak beş yıl içerisinde soybağının reddi davası açılabileceği yönünde bir düzenleme yapmıştır. Bir yıllık hak düşürücü süre koşulu çocuğun nesebinin uzun süreler tartışma konusu olmasını engellemeye yönelik bir düzenleme olması sebebiyle yerinde olmakla birlikte doğumdan başlayarak beş yıl içinde davanın açılması, aksi halde hak düşürücü sürenin gündeme gelmesi düzenlemesi küçüğün temel hak ve hürriyetlerinden olan genetik ve biyolojik yönden soybağı bulunmayan kişi ile olan ilişkiyi ortadan kaldırma hakkının önünde bir engel olması, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının özünü zedeler nitelik taşıması sebebiyle sosyal hukuk devleti ve adalet ilkesinin özü ile bağdaşmadığı ve Anayasa'ya aykırı olduğu düşünülmüştür. Ergin olan çocuğun TMK m. 286/f.II ve m.289/f. II uyarınca dava açma hakkı mevcut ise de ergin olmadan önce de küçüğün kayyımına TMK 291/2. maddesi uyarınca dava açmaEsas Sayısı : 2013/62 Karar Sayısı : 2013/115 3 hakkı veren hukuk sisteminin bu hakkın etkin biçimde kullanılmasını engelleyecek düzenlemeleri de kaldırması gerekir. Nitekim Yargıtay 2. Hukuk Dairesi uygulamasında ergin olmayan çocuğa atanacak kayyımın atama kararının kendisine tebliğinden başlayarak bir yıl içerisinde soybağının reddi davası açabileceğini 1995 doğumlu çocuk yönünden bu şekilde 2005 yılında kayyım atanmış ise davanın süresinde olduğunu kabul etmiş, (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 23.11.2006 tarih, 8241 16217 Esas/Karar, Ömer Uğur Gençcan Aile Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2011 s.1093) doğumdan sonra beş yıl koşulunu aramamış, beş yıllık sürenin haklı bir nedenle kaçırılmış olması halinde bir yıllık sürenin geçerli olduğu düzenlemesi bu davalarda (TMK m.293/3 atıfı ile m.286/3 atıfı ile) uygulanmıştır. Ancak Kanunun m.291/2. fıkrasındaki her halde doğumdan başlayarak soybağının reddi davası açma koşulu Kanun'da yerini korumuş, nitekim davamızda da bu hüküm uygulanarak davanın reddedilmesi gerektiği yönünde yüksek Yargıtay'ca karar verilmiştir. Ergin olmayan küçüğün doğumdan başlayarak beş yıllık süre içinde atanacak kayyımının dava açabilmesi yönündeki düzenlemenin, o yaştaki bir çocuğun nesebin reddi davasında kendisini temsil ve iradesini ortaya koymasının fiilen mümkün olmaması, bu sürecin yönetilmesinde küçüğün temel haklarının zedelenebileceği gibi, küçüğün ergin olmadan mirasçı bırakarak vefatı halinde de mirasçıların dava açma hakkı bulunmadığından soybağının düzenlemesi yönünde doğumdan başlayarak beş yıllık süre kısıtlamasının önemli bir engel olarak kalacağı ve bu durumun biyolojik ve genetik soybağının düzenlenmesini, dolayısı ile bu yöndeki hakkın kullanılmasının özünü zedeleyeceği değerlendirilmiştir. İtiraza konu ibare Anayasa Mahkemesinin 2008/30 Esas, 2009/96 sayılı Kararında da belirtildiği üzere...kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının özünü zedeler nitelik taşıdığı gibi...', küçüğün '... temel hak ve özgürlüklerini hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlamakta...' olduğundan; TMK 291/2. maddesinde yer alan '... her halde doğumdan başlayarak beş yıl...' düzenlemesinin Anayasa'nın 2, 5 ve 17. maddelerine aykırılığı iddiası ile iptal istemidir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; TMK 291/2. maddesinde yer alan '... her halde doğumdan başlayarak beş yıl...' düzenlemesinin Anayasa'nın 2, 5 ve 17. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.'" | 1,159 |
Esas Sayısı : 2010/90 Karar Sayısı : 2012/4 1 "... II İTİRAZIN VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇELERİ A İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir: 'İ.İ.K.'nun 88/2. maddesinin üçüncü cümlesi 'üçüncü şahsın elinde bulunan taşınır mallar haczedilince, alacaklının muvafakati ve üçüncü şahsın kabulü halinde üçüncü şahsa yedi emin olarak bırakılır.' hükmünü içermektedir. Bu maddeye göre alacaklı muvafakat etmez ise üçüncü şahıs elinde haczedilen mallar muhafaza altına alınacaktır. Zira bu konuda haczi yapan icra memurunun herhangi bir takdir ve yetkisi yoktur. Dolayısıyla alacaklı veya vekilinin borçluya ait olduğunu iddia ettiği, borç ile hiç ilgili olmayan üçüncü kişilerin malları haczedilerek muhafaza altına alınması mümkün olmaktadır. Esasen üçüncü kişilerin elinde haczedilen mallar ile ilgili istihkak iddiasına itirazın nasıl olacağı İ.İ.K'nun 99. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre alacaklı üçüncü kişinin elinde bulunan bir mal haczedilince üçüncü kişi istihkak iddiasında bulunursa, icra müdürü alacaklıya merci hakimliğine dava açması için yedi günlük süre verir, bu süre içerisinde dava açılmaması durumunda, üçüncü kişinin istihkak iddiası kabul edilmiş sayılır. Bu maddede görüldüğü gibi esasen üçüncü kişi elinde mal haczedilince istihkak davası açma külfeti ve hacizli malın borçluya ait olduğunu ispat külfeti alacaklıdadır. Ancak 88/2. maddenin itiraz yoluna başvurulan kelimeleri nedeni ile alacaklının talebi üzerine borç ile hiç ilgili olmayan üçüncü kişinin malları haczedilmektedir. Malları haczedilen üçüncü kişi dava açma külfeti alacaklıya ait olmasına rağmen mallarını biran önce alabilmek için alacaklının dava açmak için yedi günlük süresini beklememekte istihkak davasını da kendisi açmaktadır. Bu nedenle iptal yoluna başvurulan kelimeler istihkak iddiasına itiraz başlığını düzenleyen İ.İ.K'nun hükümlerini uygulanmaz hale getirmektedir. Bunların dışında itiraz yoluna başvurulan kelimeler nedeni ile üçüncü şahıs zilyetliğinde bulunan zilyetlik karnesi ile korunun ve borç ile hiçbir alakası olmayan üçüncü şahsa ait menkul mallar haczedilerek muhafaza altına alınabilmekte, alacaklı tarafından malların borçluya ait olduğuna dair herhangi bir dava açarak bu husus ispatlaması gerekirken böyle bir dava açmadan üçüncü kişilerin mülkiyet hakkına dokunulmaktadır. Bu tür uygulama Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi ile kesinlikle bağdaşmamaktadır. Ayrıca Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması ancak Anayasasının ilgili maddelerinde belirtilen sebeplerine bağlı olarak ve ancak kanunlarla sınırlandırılabilir. Bu sınırlamalar Anayasanın sözüne, ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerini ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz, itiraz yoluna başvurulan kelimeler tamamen Anayasanın 13. maddesine aykırı şekilde mülkiyet hakkını sınırlamaktadır. Ayrıca itiraz yoluna başvurulan kelimeler Anayasanın mülkiyet hakkını düzenleyen 35. maddesine de aykırıdır. Yukarıda belirtilen gerekçe ve yüksek mahkemece resen nazara alınacak diğer gerekçeler ile itiraza konu 2004 sayılı İ.İ.K'nun 88/2. maddesinin üçüncü cümlesinde geçen 'alacaklının muvafakati ve' kelimelerini Anayasanın 2, 13 ve 35. maddelerine aykırı olması nedeniyle Anayasanın 152. maddesi gereğince; iptaline karar verilmesi arz olunur.' B Yürürlüğün durdurulması isteminin gerekçesi şöyledir: 'Mahkememiz tarafından İ.İ.K.'nun 88/2. maddesinin 'alacaklının muvafakatı ve' kelimelerinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiası ile iptali için başvuruda bulunulmuştur. Ancak bu maddenin halen yürürlükte olması ve iptal başvurusunda belirtilen gerekçeler ile üçüncü kişilerin halen mağduriyetine sebep olması nedeni ile aynı zamanda bu yasanın iptal yolunaEsas Sayısı : 2010/90 Karar Sayısı : 2012/4 2 başvurulan 'alacaklının muvafakatı ve' kelimelerinin yürütmesinin de durdurulmasına karar verilmesi arz olunur.'" | 498 |
Esas Sayısı : 2006/60 Karar Sayısı: 2006/51 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 1 Kararda belirtilen Anayasa ve yasa maddelerine göre Devletin çalışanların (Gerek kamu çalışanları ve gerekse özel sektörde çalışanların) yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri alması gerektiği, ancak bu tür davalarda talepte bulunanların veya avukatların yaptıkları iş dilekçe vermekten ibaret olmasına rağmen (Gerek mülga 466 sayılı Yasada ve gerekse CMK'nun 141 144. maddelerinde yapılacak işlemin subut delillerini ekleyerek dava dilekçesini vermekten ibaret olduğu, tüm inceleme ve araştırmayı mahkemenin yapacağı, CMK'ya göre duruşmalı olarak karar verilecek ise de tarafların duruşmaya gelme zorunlulukları dahi bulunmamaktadır.) 380,46 YTL olan asgari ücretin yaklaşık 3 katı olan 900 YTL vekalet ücretine hükmedilmesi, yapılan işe uygun adaletli bir ücret değildir. Aynı ücreti asgari ücretle çalışan bir kişi yaklaşık 3 ay çalışması gerektiği halde dilekçe yazım karşılığı vekalet ücreti olarak hükmedilmesi adalet ve eşitlik ilkelerine aykırıdır. Ayrıca bu uygulama işi gücü olmayan suçluluğu ihtiyat haline getirenler için şüpheli tavırlarla bir günlük ya da birkaç günlük gözaltına alınmalarına, tutuklanmalarına sebebiyet verip akabinde tazminata neden olabilecek sonuçlar doğuracak; yine beraat eden sanıkları avukatların araştırıp bularak kendi düşünceleri olmadığı halde tazminat davası açmaya yönlendirilmelerine sebebiyet verecek niteliktedir. Belki de sebebiyet vermektedir. Ve yine 5320 sayılı Yasa'nın 6. maddesine göre 1 Haziran 2005 tarihinden önceki haksız işlemler nedeniyle 466 sayılı Yasa uygulanmaya devam olunacağından, maddi ve manevi tazminat miktarlarından çok fazla miktarda vekalet ücretine hükmedilmesi de hakkaniyete ve Yasa'nın amaç ve ruhuna aykırıdır. 2 Yine Anayasa'ya göre kamu gelir ve giderlerinin kanun ve bütçe kanunları ile yapılması, kamu çalışanlarının ödeneklerinin kanunla düzenlenmesi, Anayasal zorunluluk olmasına, Hazine aleyhine hükmedilecek vekalet ücretinin de Devlet Hazinesi'nden ödenecek olmasına rağmen, ödenecek bu miktarı meslek kuruluşu olan Barolar Birliği'nin belirlemesi Anayasa'ya aykırılık teşkil etmektedir. 3 Kamu gelirleri ve giderlerinin kanunla yapılması zorunlu olmasına ve Anayasa'nın 7. maddesine göre kanun yapma yetkisi sadece TBMM'ye ait olup bu yetkinin devredilemez olmasına rağmen, Avukatlık Kanunu'nun 168. maddesi ile bir nevi yasama yetkisi devri mahiyetinde Hazine'den ödenecek miktarları belirleme yetkisi Barolar Birliği'ne devredilmiş, Adalet Bakanlığı'na sadece onama yetkisi verilmiş, iade edilmesi üzerine 2/3 oranında çoğunlukla kabul edilmesi halinde kesinleşeceği hükmü getirilmiştir ki, bu da Anayasa'ya aykırıdır. Sonuç: Açıklanan nedenlerle, Anayasa'ya aykırı olan Avukatlık Kanunu'nun 168. maddesi ile kamu giderlerinin kanunla yapılması ilkesine ters düşecek şekilde harcama yapılması sonucunu doğuran asgari ücret tarifesini düzenleme yetkisini barolara devreden hükmü ile buna dayanarak düzenlenen avukatlık asgari ücret tarifesinin 13/3. maddesinin iptaline karar verilmesi arz ve talep olunur.15.3.2006" | 405 |
Esas Sayısı : 2012/1 Karar Sayısı : 2012/147 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'I İDDİA: Hava Eğitim Komutanlığı Askeri Savcılığı'nın 11.10.2011 tarih ve 2011/563 198 Esas Karar sayılı iddianamesi ile sanığın 03.07.2011 08.09.2011 tarihleri arasında 'firar' suçunu işlediğinden bahisle Askeri Ceza Kanunu'nun 66/1 a madde ve fıkrası gereğince cezalandırılmasına ve tutukluluk ile gözetimde geçen sürelerin TCK'nın 63. maddesi uyarınca mahsubuna karar verilmesi talebiyle kamu davası açılmıştır. Askeri Savcı mütalaasında ; suçun sübut bulması halinde sanık hakkında TCK.nun 63 ncü maddesi bağlamında mahsup işlemi yapılabilmesi için As.C.K.nun 169'ncu maddesinde düzenlenen 'muvakkat tevkifin hukuki mahiyeti irdelendiğinde şahsi hürriyeti kısıtlama sonucu doğurduğu ancak bu durumun Anayasanın 2 ve 19 ncu maddelerine aykırı olduğu; diğer yandan sanığın beraat etmesi halinde CMK.nun 141/2 nci madde ve fıkrası uyarınca sanığa tazminat hakkı olduğunun bildirilmesinin gerekeceği, dolayısıyla her iki halde de bu Yasa maddesinin uygulanmasının gerekeceği, yukarıda açıklandığı üzere As.C.K.nun 169 ncu maddesinin Anayasanın 2 ve 19 ncu maddelerine aykırılık teşkil ettiği, iptal istemi ile Anayasa Mahkemesine başvurulmasını talep ve mütalaa etmiştir. II OLAY Balıkesir Bkm. Okl. Ve Eğt. Mrk. K.lığı emrinde vatani hizmetini ifa eden sanığın, 03.07.2011 08.09.2011 tarihleri arasında 'firar' suçunu işlediği iddiasıyla Hava Eğitim K.lığı Askeri Savcılığında hazır edilmek üzere üç gün süreyle (17/09/2011 20.09.2011) kaçma ihtimaline binaen 'muvakkat tevkif' edildiği (Dz. 7) ve bu karar doğrultusunda sanığın aynı birliğin 'Disiplin Ceza ve Tutukevi'nde tutulduğu (Dz. 8) anlaşılmıştır. III SAVUNMA Sanık Savunmasında: 'Balıkesir Bkm.Okl.ve Eğt.Mrk.Loj.Des.Bkm.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetimi ifa ederken, 03.07.2011 tarihinde çarşı izninden dönmeyerek ailemin yanına, İstanbul'a gitmek için Balıkesir otogarına gittim, oradan da İstanbul'a geçtim, ağabeyim '..ile annem arasında geçimsizlik olduğundan ağabeyim ' annemi sürekli olarak yaraladığından ben de annemi korumak düşüncesi ile birliğimden firar ettim, babam yaşlı ve işsizdir, evin geçimine bu süre zarfında katkıda bulundum, 08.09.2011 tarihinde polis ekiplerince Bağcılar'daki evimizde yakalandım, polisin eve neden geldiğini bilmiyorum, daha önce uyuşturucu kullanmıştım ancak o gün polisler bunun için gelmemişlerdi, zaten bende uyuşturucu kullanmayı bırakmıştım, akabinde Merkez K.lığına teslim edildim, 17.09.2011 tarihinde Birlik K.lığıma teslim edildim, on yedi gün boyunca daha önce kısa süreli kaçma eyleminden dolayı verilen cezanın infazını tamamladım, Askeri Savcılığa gönderilinceye kadar üç gün gözetimde tutuldum, sivilde ara sıra uyuşturucu kullanıyordum, askerde iken bıraktım, belli bir süre tedavi gördüm, ilaç kullandım, ilaçlarım bittikten sonra kontrole gitmedim, şu anda kullanmıyorum, herhangi bir psikolojik rahatsızlığım yoktur, pişmanım, tutuksuz yargılanmayı talep ederim' şeklinde beyanlarda bulunmuştur.Esas Sayısı : 2012/1 Karar Sayısı : 2012/147 2 IV İNCELEME ve DEĞERLENDİRME A Anayasaya Aykırı Olduğu Değerlendirilen Hüküm Askeri Ceza Kanunu'nun 169. maddesi şöyledir: Disiplinin temini için tevkif salahiyeti: Madde 169 168 inci madde hükümlerini bozmamak şartıyla, her mafevk emir altında olmayanları da disiplinin temini için muvakkat olarak tevkif etmeğe veya ettirmeğe salahiyetlidir. Ancak bu tevkif keyfiyeti gün ve saatiyle derhal mevkufun disiplin amirine bildirilmelidir. B Mahkememizce Dayanılan Anayasa Hükümleri Anayasa'nın, 2'nci maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk Devleti olduğu hüküm altına alınmıştır. 'Kişi Hürriyeti Ve Güvenliği' başlıklı 19. maddesi ise şöyledir: 'Madde 19 Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir. Şekil ve şartları kanunda gösterilen: Mahkemelerce verilmiş hürriyeti kısıtlayıcı cezaların ve güvenlik tedbirlerinin yerine getirilmesi; bir mahkeme kararının veya kanunda öngörülen bir yükümlülüğün gereği olarak ilgilinin yakalanması veya tutuklanması; bir küçüğün gözetim altında ıslahı veya yetkili merci önüne çıkarılması için verilen bir kararın yerine getirilmesi; toplum için tehlike teşkil eden bir akıl hastası, uyuşturucu madde veya alkol tutkunu, bir serseri veya hastalık yayabilecek bir kişinin bir müessesede tedavi, eğitim veya ıslahı için kanunda belirtilen esaslara uygun olarak alınan tedbirin yerine getirilmesi; usulüne aykırı şekilde ülkeye girmek isteyen veya giren, ya da hakkında sınır dışı etme yahut geri verme kararı verilen bir kişinin yakalanması veya tutuklanması; halleri dışında kimse hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hakim kararıyla tutuklanabilir. Hakim kararı olmadan yakalama,ancak suçüstü halinde veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yapılabilir; bunun şartlarını kanun gösterir. Yakalanan veya tutuklanan kişilere, yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar herhalde yazılı ve bunun hemen mümkün olmaması halinde sözlü olarak derhal, toplu suçlarda en geç hakim huzuruna çıkarılıncaya kadar bildirilir. Yakalanan veya tutuklanan kişi, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırksekiz saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hakim önüne çıkarılır. Kimse, bu süreler geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir. Kişinin yakalandığı veya tutuklandığı, yakınlarına derhal bildirilir.Esas Sayısı : 2012/1 Karar Sayısı : 2012/147 3 Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır. Serbest bırakılma ilgilinin yargılama süresince duruşmada hazır bulunmasını veya hükmün yerine getirilmesini sağlamak için bir güvenceye bağlanabilir. Her ne sebeple olursa olsun, hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kanuna aykırılığı halinde hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine başvurma hakkına sahiptir. Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir.' C Anayasaya Aykırı Olduğu Değerlendirilen As. Ceza Kanunu'nun 169. Maddesinin Bu Davada Uygulanacak Bir Kanun Maddesi Olup Olmadığı Sorunu Bilindiği üzere, itiraz yolunda Anayasa'nın 152 ve 6216 Sayılı Yasanın 40/1 maddesine göre, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görürse Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Anayasa Mahkemesi itiraz yoluna başvuran mahkemenin, bakmakta olduğu davada uygulayacağı kanun maddeleri, 'davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz etki yapabilecek nitelikte bulunan, tarafların istek ve savunmaları çerçevesinde karara varmakla göz önünde tutulması gereken kurallardır' (KANADOĞLU, Korkut: Anayasa Mahkemesi, İstanbul, 2004). Anayasa aykırı olduğu değerlendirilen As. Ceza Kanunu'nun 169. maddesinin bu davada uygulanacak bir kanun hükmü olup olmadığının anlaşılması için, daha önce aynı madde ile ilgili olarak verilmiş Anayasa Mahkemesi'nin 28.06.1966 tarihli ve E. 1965/42, K. 1966/30 sayılı kararının bu hususta ölçü alınması yerinde olacaktır. Sanığın, dosyadaki belgelerden (Dz.7 8 10) Askeri Ceza Kanununun 169. maddesi gereğince verildiği anlaşılan 'muvakkat tevkif' kararına istinaden 17/09/2011 20.09.2011 tarihleri arasında gözetimde geçirdiği sürelerin TCK'nin 63. maddesi uyarınca mahsubuna karar verilebilmesi için, 'muvakkat tevkif' kararının şahsî hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran bir hal olup olmadığının araştırılması gerekir. Bu bağlamda, Askeri Savcılıkça uygulanması talep edilen TCK'nin 63. maddesi ile Askeri Ceza Kanununun 169. maddesini birlikte ele alınmasında zorunluluk vardır. Anayasa Mahkemesinin yukarıda zikredilen kararında ayrıntıları belirtildiği üzere, Askeri Ceza Kanunu'nun 169. maddesinin tek başına uygulanma yeri yoktur. Hal böyle olunca da, bu maddeyi mahkememizce uygulanacak hükümler arasında saymak gerekir. Bu yorum tarzı ise, temel hak ve hürriyetler aleyhindeki Anayasaya aykırı durumların Anayasa Mahkemesi vasıtasıyla daha fazla denetlenir hale getirecek ve hak ihlallerinin önüne bir miktar geçilmiş olacaktır. Karşıtının kabulü, 'uygulama' kavramını son derece daraltmak ve Anayasanın 152. maddesinin uygulama alanını güç işler duruma getirmek olur. Diğer taraftan, 5271 Sayılı CMK'nın 141/1 2 maddelerine göre, '(1) Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında; ' e) Kanuna uygun olarak yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlerine karar verilen,Esas Sayısı : 2012/1 Karar Sayısı : 2012/147 4 ' Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler. (2) Birinci fıkranın (e) ve (f) bentlerinde belirtilen kararları veren merciler, ilgiliye tazminat hakları bulunduğunu bildirirler ve bu husus verilen karara geçirilir.' Somut olayda, sanığın beraat etmesi ipotezinde de, Askeri Ceza Kanununun 169. maddesi gereğince alınan 'muvakkat tevkif' kararına istinaden, sanığın 08/09/2011 17.09.2011 tarihleri arasında gözetimde geçirdiği sürelerin, kanuna uygun 'yakalama' veya 'tutuklama' olup olmadığı,sanığa tazminat hakkı bulunduğunun bildirilip bildirilmemesi, hakkı var ise bu hususun verilen karara geçirilip geçirilmeyeceği hususlarında Askeri Ceza Kanununun 169. maddesinin hukuki mahiyetinin irdelenmesi ile mümkün olabilecektir. Dolayısıyla, bu maddenin CMK'nın 141. maddesiyle birlikte ele alınmasında zorunluluk bulunduğu; hal böyle olunca da, bu ihtimal yönünden de, As.C.K'nın 169'uncu maddesinin mahkememizce uygulanacak hükümler arasında olduğunda şüphe bulunmamaktadır. D Anayasaya Aykırılık Durumunun Değerlendirilmesi Yasaların ceza hukukunun evrensel temel ilkelerine dayanması gereği kuşkusuz hukuk devletinin temel değerlerinden birini oluşturmaktadır. Hukuk Devleti ilkesi; Anayasa Mahkemesi'nin bir çok kararıyla kabul edildiği üzere, '... insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlet...' olarak tanımlanmakta; hukuk devletinde yasa koyucunun, ceza ve ceza muhakemesi hukuku alanında yasama yetkisini kullanırken, Anayasa'nın ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla, yargılama usullerinin belirlenmesi konusunda takdir yetkisine sahip olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca; Ayrıntıları Anayasa Mahkemesi'nin 28.01.2004 tarihli ve E.2003/86, K.2004/6 sayılı kararında belirtildiği üzere; hukuk devleti, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Burada çözümlenecek mesele, maddede söz konusu edilen 'muvakkat tevkif' kararının Anayasanın 19'uncu maddesinde belirtilen 'tutuklama' veya 'yakalama' kararları niteliğinde olup olmadığının tespitinde yatmaktadır. As.C.K.'nın 169'uncu maddesi ile her mafevke (üste) verilen yetki, kişiyi hürriyetinden yoksun kılacak şekilde, bir yere veya çoğunlukla da, dosyamız kapsamından da anlaşılacağı üzere (Dz. 10), Askeri Disiplin Cezaevine kapatılması sonucunu doğuran şahsî hürriyeti sınırlama neticesini doğuran bir durumdur. Bu yetkinin kullanılması, tutuklamanın doğuracağı netice ile aynı sonucu meydana getirmektedir. Hal böyle olunca, bu yetkinin de 'kişi hürriyeti ve güvenliği' ile ilgili Anayasamızdaki 'tutuklama' veya 'yakalama' hukuki işlemleri ile birlikte ve aynı nitelikte mütalaa edilmesinde zorunluluk vardır. Anayasamızın 19'uncu maddesi ile hangi hallerde kişi güvenliği ve dokunulmazlığının sınırlanacağı belirtilmiştir. Buna göre, usulüne uygun verilmiş hakim kararıolmadıkça kişinin hürriyetinin kısıtlanamayacağı kuralıEsas Sayısı : 2012/1 Karar Sayısı : 2012/147 5 konulmuştur. Halbuki As.C.K.'nun 169'uncu maddesi ile Askeri Savcı veya Cumhuriyet Savcısına dahi verilmemiş bir yetki, her üste (mafevke) verilmiştir. 'Muvakkat tevkif' ile kişi hürriyeti hakim kararı olmadan kısıtlanabilmektedir. Bu durumda söz konusu hükmün; insan haklarına dayanan, hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılmak anlamına gelen 'hukuk devleti' ilkesini düzenleyen Anayasamızın 2'nci maddesi ile 'kişi hürriyeti ve güvenliği'ni düzenleyen hakim kararı olmadan yakalamayı dahi, ancak suçüstü halinde veya gecikmesinde sakınca bulunan hallere indirgeyen 19'uncu maddesine aykırılık teşkil ettiğinde hiçbir şüphe yoktur. Her mafevkin emir altında olmayanları da 'disiplinin temini için' muvakkat olarak tevkif etmeye veya ettirmeye salahiyetli olması; suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin, ancak kaçmalarını, delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hakim kararıyla tutuklanabileceğini; hakim kararı olmadan yakalamanın dahi, ancak suçüstü halinde veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yapılabileceğini öngören Anayasanın 19'uncu maddesine açıkça aykırıdır. 'Hakim' niteliğinde olmayan her üste tanınan, As.C.K'nın 169'uncu maddesinde geçen 'tevkif' keyfiyetinin, Askeri Yargıtay Kararlarında da (06/06/2006 tarih ve E: 2006/918, K: 2006/917 sayılı; 03/06/2003 tarih ve E: 2003/684, K: 2003/681 sayılı) sıkça vurgulandığı üzere, tutuklama ile bir ilgisinin bulunmadığını, bu işlemin disiplin hukukunu ilgilendiren geçici bir yakalamadan ibaret olduğunu, askerlik hizmetinin özünü oluşturan 'disiplinin' sağlanmasında her üstün olaya elkoyması, eylemi durdurması ve disiplini yeniden tesisi anlamında olduğunu ve son olarak 'hükmün ereğini aşmış bir deyim' olduğunu iddia etmek Yasanın açık hükmü ve somut uygulamalar karşısında mümkün görülmemektedir. Dizi 7 8 10'daki belgelerden anlaşılacağı üzere, Loj. Des. Nöb. Amiri tarafından verilen karar doğrultusunda üç gün süreyle (17/09/2011 20.09.2011) kaçma ihtimaline binaen 'muvakkat tevkif' edildiği (Dz. 7) ve bu karar doğrultusunda sanığın aynı birliğin 'Disiplin Ceza ve Tutukevi'nde tutulduğu (Dz. 8) anlaşılmıştır. As.C.K.nın 169'ncu maddesi üste tanınan yetkiyi 'muvakkat tevkif' olarak nitelendirmiştir. Aynı maddenin üç yerinde 'muvakkat tevkif', 'bu tevkif keyfiyeti', 'mevkuf' terimlerinin tekrar edilerek kullanıldığı, bu itibarla kanun koyucunun bu işlemi 'tevkif' olarak kabul ettiğini açıkça göstermektedir. Yasakoyucu aynı terimi 765 sayılı TCK.nun 104, 170, 184, 285, 289 ve 296'ncı maddelerinde de kullanmıştır. Bu maddeler incelendiğinde 'tevkif'ten, 'tutuklama'nın kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Yasakoyucu aynı terimi farklı yasalarda farklı anlamlarda kullanıp abesle iştigal edemeyeceğinden ve As.C.K.nın 169'ncu maddesindeki 'muvakkat tevkif' tabirinin 'tutuklama' anlamında kullanmadığına dair herhangi bir hukuki dayanak da bulunmadığından, 'tevkif'ten, 'tutuklama'nın kastedildiği aşikardır. Bu itibarla, Anayasa'nın 19'ncu maddesinde öngörülmüş olan şartları taşımayan As.C.K.nun 169'ncu maddesindeki disiplinin temini için asker kişiyi geçici de olsa hürriyetinden yoksun bırakmaya karar verme yetkisini hakim olmayan üste tanınmış olması ve üst kararı ile tutuklanması Anayasamıza aykırıdır. Ve nihayet, bu hükmün Anayasa'da belirtilen 'tutuklama' veya 'yakalama' ile ilgisinin olmadığını söylemek ve usule ilişkin bu maddenin Askeri Ceza Kanununda düzenlendiğini, usul kanunlarında düzenlenmediğini bu görüşe delil olarak göstermek, pozitif hukukumuza uygun düşmez. Nasıl ki, gülün adı değiştirilirse değişik kokmayacağından, maddenin Askeri Ceza Kanunu'nda düzenlenmiş olması ve maddedeki tevkif terimini, 'hükmün ereğini aşmış bir deyim' olarak görüp yorumlamak, hükmün niteliğini değiştirmez.Esas Sayısı : 2012/1 Karar Sayısı : 2012/147 6 Mahkememizde oluşan kanaate göre, As.C.K.nın 169'ncu maddesinde üste tanınan yetki, 'tevkif', diğer bir deyişle 'tutuklama' yetkisidir ve Anayasa'nın 2 ve 19'ncu maddelerine aykırıdır. Tüm bu nedenlerle, Askeri Ceza Kanunun 169'ncu maddesinin Anayasa'nın 2 ve 19'ncu maddelerine aykırı olduğu değerlendirilerek, bu maddenin iptali için Anayasa'nın 152'nci maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilmiştir.'" | 2,084 |
Esas Sayısı: 1993/36 Karar Sayısı : 1993/35 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : 29.9.1993 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümünde aynen şöyle denilmektedir: "Bu Kanun Hükmünde Kararname ile 8 kadar Kanunda değişik hükümler değiştirilmiş ve Cezaevlerinin iç ve dış güvenliği ile alakalı hükümleri getirilmiş ve Cezaevlerinde kamu oyunda tartışılması gereken Adalet Bakanlığına bağlı adeta bir ordu gücünde silahlı bir güç teşkil edilmiştir. Bu meseleler yıllardan beri söylenilen leh ve aleyhinde münakaşalar yapılan Yüce Meclis tarafından kabule şayan görüleceği ihtimal dahilinde dahi olmayan hele Adalet Bakanlığındaki kadrolaşma iddialarının ayyuka çıktığı bir dönemde Meclisten geçirilmesi mümkün olmayan bir Kanundur. Ayrıca bu Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilen Kanunlar bir çok defa değiştirilmiş Meclis gündemine gelmiş, Komisyonlarda görüşülmüş ve halen görüşülmekte olan hususlardan olup müstaciliyetleri söz konusu değildir. Eğer bunlara müstacel dersek ülkenin bütün meseleleri müstaceldir. Bu Kanun Hükmünde Kararname 24.6.1993 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 3911 sayılı Yetki Kanununa istinaden çıkarılmıştır. Bu Yetki Kanunu çıkarıldığı gün henüz ortada bir Hükümetin varlığından bahsedilemez. Başbakan Süleyman DEMİREL Cumhurbaşkanı olmuş, Başbakan Yardımcısı ve Vekili Erdal İNÖNÜ politikadan çekileceğini ilan etmiş, hükümet istifa etmiş Tansu ÇİLLER tarafından Hükümet kurulma çalışmaları devam etmekte olup Hükümet 25.6.1993'de ilan edilmiştir. 1 3911 sayılı Kanun Hükmünde Kararname iptal edilmiş olduğu henüz Resmi Gazetede ilan edilmemiş olmakla birlikte iptal edilmiş olduğu kesin bir husustur. Bu Kararname sınırları, amacı ve kapsamı ve ilkeleri açısından belirli bir Yetki Kanunu değildir. Bu itibarla Anayasanın 91 nci maddesi gereğince usulüne uygun bir Yetki Kanunu olmadığından buna dayalı çıkarılacak Kararnamelerin dayanağı yoktur. 2 3911 sayılı Yetki Kanunu daha evvel Mahkemenizce iptal edilen 9.6.1991 tarih 3755 sayılı Yetki Kanunu ile aynı mahiyette olup daha ileri ve ilave hükümler de ihtiva etmektedir. Anayasamızın 153 ncü maddesinin son fıkrasına göre Anayasa Mahkemesi kararları yasama organı için de bağlayıcı olduğundan bu karara uyulmadan çıkarılan 3911 sayılı Yetki Kanunu yok hükmündedir. Ve iptal edildiği Resmi Gazetede ilan edilmeden önce dahi 3755 sayılı Yetki Kanununu iptal edilen Mahkeme Kararınızın bağlayıcılığı karşısında hukuki dayanağı yoktur. 3 Kanun Hükmünde Kararnameler acil hallerde çıkarılıp derhal Meclise sevkedilip Kanunlaşması öngörülen ve Anayasamızda 91 nci maddede bu istikamette tanzim edilmiş istisnai bir durum olmakla Anayasa 7 nci maddesindeki yasama yetkisinin sebepsiz devri söz konusu değildir. Hükümetin 3911 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak Meclis gündeminde müzakeresine başlanmış 12 Kanunu gündemden çekmeyerek Kanun Kuvvetinde Kararnamelerle Meclis iradesine rağmen Kanunlaştırması ve Kanun Hükmündeki Kararnamedeki tutumu ele alındığında Anayasanın 7 nci maddesine aykırı olarak yasama görevi ni üstlendiği, Anayasanın 91 nci maddesinin şumülü dışına çıkıp Meclisi dışladığı görülmektedir. Nitekim bu Kanun Hükmünde Kararnamedeki yeniden ihdas edilen 65.000 civarındaki kadroyu yetiştirip, zabıta gücünü eğitip oluşturması bir Kanun KuvvetindeEsas Sayısı: 1993/36 Karar Sayısı : 1993/35 2 Kararnamenin aceleliği içinde görülecek ve çözülecek bir mesele değildir. Açıkça yasama yetkisine el atılmıştır ve Anayasa'nın 87 nci maddesi dahi ihlal edilmiştir. 4 Henüz daha kurulmamış ne isteyeceği belli olmayan bir Hükümete Yetki Kanunu ile yetki devredilmiştir. Tansu ÇİLLER Hükümeti belli değildir. Kimlerden teşekkül etmektedir, isteyecekleri Yetki Kanunun sınırı, amacı, kapsamı, ilkeleri nedir' Nitekim bu Yetki Kanununda bu hususlar net olmadığı gibi mevcut olmayan bir Hükümete Yetki devredilmesi de Anayasanın 91 nci maddesine aykırıdır."" | 504 |
Esas Sayısı : 2005/61 Karar Sayısı : 2007/17 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Daireler Kurulu'nun E.2004/68 sayılı başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: TC Anayasasının, ‘Yargı' başlığını taşıyan Üçüncü Bölümünün 2 numaralı ‘Yüksek Mahkemeler' alt başlığı altında, A. Anayasa Mahkemesi (Mad.146 153), B. Yargıtay (Mad.154), C. Danıştay (Mad.155), D. Askeri Yargıtay (Mad.156), E. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (Mad.157), F. Uyuşmazlık Mahkemesi (Mad.158) şeklinde düzenlenmiştir. Anayasanın bu düzenlemesi gereğince, yüksek mahkemeler arasında yer alan Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin Başkanı, Başsavcısı, Daire Başkanları ve Üyelerinin, diğer yüksek mahkemelerin (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Uyuşmazlık Mahkemesi) başkanı, başsavcısı, daire başkanları ve üyeleri ile eşit düzey ve konumda olduğu belirtilmiştir. 1602 sayılı Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Kanunu'nun 80/a maddesi; ‘Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin hakim sınıfından olan başkan, başsavcı, daire başkanları ve üyeleri; aylık, ek gösterge, ödenek, yükselme ve yaş hadleri, emeklilik ve diğer özlük hakları yönünden, Askeri Yargıtay başkanı, başsavcısı, daire başkanları ve üyelerine uygulanan hükümlere tabidir.' şeklindedir. 1600 sayılı Askeri Yargıtay Kanunu'nun 42 nci maddesi: ‘Askeri Yargıtay Başkanı, Başsavcısı, İkinci Başkanı, Daire Başkanları ve Üyelerine Yargıtay Başkan ve Üyeleri ile Cumhuriyet Başsavcısının aldıkları ek göstergeler aylıkları ile birlikte verilir.' hükmünü içermektedir. 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun ‘Ödenek' başlıklı ve 20.03.1997 tarih ve 570 sayılı KHK'nin 3 ncü maddesi ile değişik 106 ncı maddesi: ‘Bu Kanunun 2 nci maddesinde belirtilenlerden; a)Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, Danıştay Başkanı, Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Danıştay Başsavcısı için brüt aylıkları tutarının % 240'ı ile bu kanuna göre hesaplanacak en yüksek aylık tutarının % 150'sinin, b) Anayasa Mahkemesi Üyeleri, Yargıtay Danıştay Birinci Başkan Vekilleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vekili, Yargıtay Danıştay Daire Başkanları, Yargıtay Danıştay Üyeleri ile Adalet Bakanlığı müsteşarı için aylıkları tutarının % 180'i ile bu kanuna göre hesaplanacak en yüksek aylık tutarının % 150'sinin, c) Diğerleri için brüt aylıkları tutarının % 175'i ile bu kanuna göre hesaplanacak en yüksek aylık tutarının % 150'sinin, toplamı kadar ödenek verilir...' şeklindedir. 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 13.07.1993 tarih ve 486 sayılı KHK'nin 13 ncü maddesiyle değişik Ek Geçici 2 nci maddesi: ‘Kendi kanunlarında gerekli değişiklik yapılıncaya kadar, ek gösterge, ödenek, mali, sosyal ve diğer özlük hakları bakımından, a) Askeri Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanları ve Başsavcıları, Askeri Yargıtay İkinci Başkanı ile bu yüksek yargı organlarının daire başkanları ve üyeleri, sırasıyla Yargıtay Başkanı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Birinci Başkan Vekili, Daire Başkanları ile Üyeleri, b) Birinci sınıfa geçirildikten sonra, bu sınıfta altı yılını tamamlamış ve askeri yüksek yargı organı üyeliklerine seçilme niteliklerini kaybetmemiş olan askeri hakim ve savcılar, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu hükümleri uyarınca 1 inci sınıf hakim veEsas Sayısı : 2005/61 Karar Sayısı : 2007/17 2 savcılar c) Birinci sınıfa geçirilmiş ve askeri yüksek yargı organı üyeliklerine seçilme hakkını kaybetmemiş olan askeri hakim ve savcılar; birinci sınıfa ayrılmış ve Yargıtay Danıştay üyeliklerine seçilme hakkını kaybetmemiş diğer hakim ve savcılar, d) Yukarıdakilerin dışında kalan askeri hakim ve savcılar, aldıkları aylık derecesine eşit bulunan sınıf ve derecedeki diğer hakim ve savcılar, e) askeri adalet müfettişleri, adalet müfettişleri, f) Askeri hakim adayları, hakim ve savcı adayları, hakkındaki hükümlere tabidirler.' hükmünü içermektedir. 357 sayılı Askeri Hakimler Kanunu'nun ‘Özlük Hakları' başlıklı 18 nci maddesinde: ‘Askeri hakimler ve askeri savcılar ile yardımcılarının ve adaylarının maaş dereceleri, maaş yükselmeleri ve diğer özlük hakları subaylar hakkındaki kanun hükümlerine tabidir. Askeri hakimler ve askeri savcılar ile yardımcılarına, almakta oldukları maaş derecesinin tekabül ettiği sınıf ve derecede bulunan adliye hakim ve savcıları ile yardımcılarına verilen ödenek miktarı esas olmak üzere adliye hakim ve savcıları hakkındaki kanun hükümleri gereğince hakim ödeneği verilir. Askeri Yargıtay Başkanı, II nci Başkanı, Daire Başkanları ve Üyeleriyle Askeri Yargıtay Başsavcısı, Milli Savunma Bakanlığı Askeri Adalet İşleri Başkanı, Askeri Adalet Teftiş Kurulu Başkanı ve Genelkurmay Adli Müşavirine aynı Kanun hükümlerine göre Yargıtay Başkan ve üyelerine verilen miktar kadar ödenek verilir. Ödeneğin verilmesi ve kesilmesinde aynı Kanun esasları uygulanır. Askeri hakimler ve askeri savcılar ile yardımcıları görevli bulundukları mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle maaşlarından yoksun kılınamaz. Adli müşavirlikler ile Milli Savunma Bakanlığı Askeri Adalet İşleri Başkanlığı, Askeri Adalet Teftiş Kurulu Başkanlığı kadrolarında ve askeri hakimler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.' hükmü öngörülmüştür. Yukarıda belirtilen yasa hükümleri Anayasadaki düzenlemeye uygun olarak, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısını tüm mali, sosyal ve diğer özlük hakları yönünden Askeri Yargıtay Başsavcısı ile, Askeri Yargıtay Başsavcısını da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile eşit haklara sahip kılmıştır. 270 sayılı ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 570 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 3 üncü maddesinde : ‘A) Askeri Yargıda aşağıda unvanları yazılı görevlerde bulunanlara hizalarında gösterilen gösterge rakamlarının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucu bulunan miktarda yüksek hakimlik tazminatı ödenir. Bu tazminat damga vergisi hariç herhangi bir vergiye tabi tutulmaz ve ödemelerde aylıklara ilişkin hükümler uygulanır. Bu tazminattan yararlananlara ayrıca 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu'nun Ek 18 inci maddesi gereğince makam tazminatı ödenmez' hükmüne yer verilmiş ve cetvelin 1 numaralı sırasında: görev unvanı ‘Askeri Yargıtay Başkanı, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı, Askeri Yargıtay Başsavcısı, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı (General Amiral rütbesinde olmak şartıyla)' şeklinde belirtilerek, tazminat göstergelerinin 15.000 olduğu, 2 numaralı sırasında: görev unvanı ‘Askeri Yargıtay İkinci Başkanı, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı, Askeri Yargıtay Daire Başkanları ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Daire Başkanları' şeklinde belirtilerek, tazminat göstergelerinin 8.000 olduğu düzenlemesi getirilmiştir.Esas Sayısı : 2005/61 Karar Sayısı : 2007/17 3 270 sayılı ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 570 sayılı KHK ile değişik 3 ncü maddesinde ‘yer alan cetvelin 1 numaralı sırasındaki ‘Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı' sözcüğünün yanında bulunan parantez içinde ‘General/Amiral rütbesinde olmak şartıyla' kaydından, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısının ‘General/Amiral rütbesinde' olması halinde 15.000 gösterge üzerinden yüksek hakimlik tazminatı alacağı, şayet ‘General/Amiral rütbesinde' değilse aynı cetvelin 2 numaralı sırasına göre 8.000 gösterge üzerinden yüksek hakimlik tazminatı alacağı belirtilmiştir. Ayrıca, 270 sayılı KHK'nin 570 sayılı KHK ile değişik 1 nci maddesinde yer alan cetvelde ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Danıştay Başsavcısına 15.000 gösterge üzerinden yüksek hakimlik tazminatı ödeneceği belirtilmiştir. 12.02.2000 tarih ve 23962 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 4505 sayılı ‘Sosyal Güvenlikle İlgili Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Temsil Tazminatı Ödenmesi Hakkında Kanun'un 5 nci maddesinin (a) fıkrasında: ‘Aylıklarını 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu ile 2914 sayılı Yüksek Öğrenim Personel Kanununa göre makam veya yüksek hakimlik tazminatı öngörülen kadrolarda bulunanlardan Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenecek olanlara 30.000 gösterge rakamının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucu bulunacak miktarı geçmemek üzere temsil tazminatı ödenir. Temsil tazminatı göstergelerini kadro ve görev unvanı itibariyle farklı olarak belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir.' şeklinde hüküm mevcuttur. 4505 sayılı Kanunun belirtilen hükmü gereğince düzenlenerek 26 Nisan 2000 tarih ve 24031 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 10.03.2000 tarih ve 2000/457 sayılı ‘Temsil Tazminatı Ödenmesi Hakkındaki Bakanlar Kurulu Kararı'nın 1 nci maddesinde: ‘Aylıklarını 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu ile 2914 sayılı Yüksek Öğretim Personel Kanunu hükümlerine göre almakta olan personelden ekli cetvelde yer alan gösterge rakamları üzerinden makam veya yüksek hakimlik tazminatı alanlara, hizalarında gösterilen gösterge rakamının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucu bulunan miktarda Temsil Tazminatı ödenir.' hükmü yer almakta olup, aynı karara ekli cetvelde ise Makam veya Yüksek Hakimlik Tazminatı Göstergeleri 30.000 olanların, Temsil Tazminatı Göstergelerinin 30.000 olduğu; 20.000 olanların, 20.000 olduğu; 15.000 olanların, 20.000 olduğu; 10.000 olanların, 19.000 olduğu; 8.000 olanların, 18.000 olduğu; 7.000 olanların, 7.000 olduğu belirtilmiştir. Davalı idare tarafından Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı olarak görev yapmakta olan davacı hakim albaya, ‘general/amiral' rütbesinde olmadığı gerekçesiyle, 270 sayılı ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 570 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 3 ncü maddesinde yer alan cetvelin 1 numaralı sırasında belirtilen 15.000 gösterge karşılığı yerine, aynı cetvelin 2 numaralı sırasında yer alan 8.000 gösterge karşılığı üzerinden ‘yüksek hakimlik tazminatı' ödenmiş, buna bağlı olarak da, yukarıda belirtilen 4505 sayılı Kanuna dayanılarak çıkarılan 10.03.2000 tarih ve 2000/457 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı gereğince davacıya 20.000 yüksek hakimlik tazminatı göstergesinin karşılığı olan, 20.000 gösterge yerine, 8.000 yüksek hakimlik tazminatı göstergesinin karşılığı olan 18.000 gösterge karşılığı ‘Temsil Tazminatı' ödenmiştir. 270 sayılı KHK'nin 570 sayılı KHK ile değişik 3 ncü maddesinde yer alan cetvelin 1 numaralı sırasında ‘Askeri Yargıtay Başsavcısı' yönünden ‘general/amiral' rütbesinde olma şartı aranmaksızın 15.000 gösterge üzerinden ‘yüksek hakimlik tazminatı' ödeneceği belirtilmişEsas Sayısı : 2005/61 Karar Sayısı : 2007/17 4 ve davacı tarafından ibraz edilmiş olan maaş bordrosundan da, davalı idarenin ‘albay' rütbesinde olan Askeri Yargıtay Başsavcısına 15.000 gösterge üzerinden ‘yüksek hakimlik tazminatı' ödediği ve buna bağlı olarak da 20.000 gösterge üzerinden ‘temsil tazminatı' ödediği anlaşılmıştır. Bu duruma göre, 270 sayılı KHK gereğince Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı dışındaki diğer yüksek mahkemelerin (Yargıtay, Danıştay ve Askeri Yargıtay) Başsavcıları, herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmaksızın 15.000 gösterge üzerinden ‘yüksek hakimlik tazminatı' ve buna bağlı olarak da 20.000 gösterge üzerinden ‘temsil tazminatı' almakta, sadece Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı ‘general/amiral' rütbesinde olduğu takdirde diğer yüksek mahkemelerin başsavcılarına uygulanan göstergeler üzerinden ‘yüksek hakimlik tazminatı' ve dolayısıyla ‘temsil tazminatı' alabilmekte, buna karşın ‘albay' rütbesinde olduğu takdirde ise daha düşük gösterge üzerinden ‘temsil tazminatı' almaktadır. Davacının rütbesi ‘albay' olmasına karşın, tüm yüksek mahkemelerin başsavcıları gibi değerlendirilerek onlar gibi % 240 oranı üzerinden ‘hakimlik tazminatı' almakta iken, ‘yüksek hakimlik tazminatına' rütbe engeli getirilmesi iki ayrı yasa arasında bir çelişki oluşturduğu gibi, 270 sayılı KHK'nin değişik 3 ncü maddesinde, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısına cetvelin hem 1 inci sırasında, hem de 2 nci sırasında iki kez yer verilmesinin haklı hiçbir nedeni bulunmadığı gibi, söz konusu KHK kendi içinde de çelişki taşımaktadır. Zira, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısının rütbesinin yasada öngörülen ‘tuğgeneral/tuğamiral' olmayıp da yine yasada öngörülen ‘albay' olması, yapılan görevin ‘Askeri Yüksek İdare Mahkemesi başsavcılık görevi' olduğu gerçeğini değiştirmemekte, her iki rütbe ile yapılan görevin tüm yetki ve sorumluluğu aynı bulunmaktadır. Anayasanın ‘Cumhuriyetin nitelikleri' ile ilgili 2 nci maddesinde: ‘Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.' hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın ‘Kanun önünde eşitlik' ile ilgili 10 ncu maddesinde: ‘Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' denilmektedir. Bu yasak, birbirinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme, eşitliğe aykırılık oluşturur. Anayasanın amaçladığı eşitlik mutlak ve eylemli eşitlik değil hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik çiğnenmiş olmaz. Başka bir anlatımla, kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında, yasalara konulan kurallarla değişik uygulamalar yapılamaz. Anayasanın ‘Hakimlik ve savcılık teminatı' ile ilgili 139 ncu maddesinde: ‘Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz, bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz. Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır.' hükmü yer almıştır.Esas Sayısı : 2005/61 Karar Sayısı : 2007/17 5 Anayasanın ‘Askeri Yargı' ile ilgili 145 nci maddesinde: ‘Askeri yargı, askeri mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin, askeri olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askeri mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler. Askeri mahkemeler, asker olmayan kişilerin özel kanunda belirtilen askeri suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askeri mahallerde askerlere karşı işledikleri suçlara da bakmakla görevlidirler. Askeri mahkemelerin savaş veya sıkıyönetim hallerinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili oldukları, kuruluşları ve gerektiğinde bu mahkemelerde adli yargı hakim ve savcılarının görevlendirilmeleri kanunla düzenlenir. Askeri yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askeri hakimlerin özlük işleri askeri savcılık görevlerini yapan askeri hakimlerin mahkemesinde görevli bulundukları komutanlık ile ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik teminatı, askerlik hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. Kanun ayrıca askeri hakimlerin yargı hizmeti dışındaki askeri hizmetler yönünden askeri hizmetin gereklerine göre teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerine de gösterir.' hükmü yer almıştır. Milli Güvenlik Konseyinin Anayasanın 145 inci maddesiyle ilgili değişiklik gerekçesinde de: ‘Savaş ve sıkıyönetim hallerinde askeri mahkemelerin iş hacminin artması, askeri hakim sayısının sınırlı olması sebepleriyle, bu mahkemelerde adli yargı hakim ve savcılarının görevlendirilmesine imkan veren hüküm ile askeri hakimlerin yargı hizmeti dışında, teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerinin kanunla düzenleneceğini belirten hüküm, madde metnine dahil edilmiştir. Askeri yargı organlarının kuruluş ve işleyişleri, askeri hakimlerin özlük işlerinde mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatına ilişkin genel hükümlerden aynen yararlanacakları, bunun yargı hizmetinin bağımsızlığının tabii bir sonucu olduğu benimsenmiş, ancak asker kişi olmaları ve silahlı kuvvetler bünyesi içerisinde görev yaptıkları hususları göz önünde tutularak, yargı hizmeti dışındaki ilişkilerinin kanunla düzenleneceği, bu düzenlemenin sadece bu hususa ait olduğu belirlenmiştir.' denilmek suretiyle adli ve idari yargı hakimleriyle askeri hakimlerin özlük işlerindeki eşitlik özellikle vurgulanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 27.04.1993 tarih ve E.1992/37, K.1993/18 sayılı kararında: ‘...Oysa generallik ve amirallik askerlik mesleğinin rütbesidir. Yüksek hakimlik tazminatı ise, adından da anlaşılacağı gibi, hakimlik mesleğinde belirli süreleri doldurmuş ve belirli makamlara gelmiş kişilere görevlerinin özellikleri göz önünde tutularak yapılmış bir gösterge sıralaması ile öngörülmüş bir yargı tazminatıdır...' denilmektedir (Resmi Gazete, tarih:12 Ekim 1995, Sayı:22431, sayfa:47 48). Yine, Anayasa Mahkemesinin 12.05.2004 tarih ve E.2003/57, K.2004/57 sayılı kararında: ‘...Anayasanın 145 nci maddesinin son fıkrasına ilişkin Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonunun Değişiklik Gerekçesinde de vurgulandığı gibi, askeri hakimlerin özlük işlerinde mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik güvencesine ilişkin genel hükümlerden aynen yararlanmaları, yargı bağımsızlığının doğal bir sonucudur. 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu'nun 19.04.2000 gün ve 4564 sayılı Kanunun 1 nci maddesiyle değişik 21 inci maddesi ve 23.05.1968 günlü Subay Sınıflandırma Yönetmeliğinin 3 üncü maddesi uyarınca Silahlı Kuvvetlerde görevli subaylar iki esas sınıfa ayrılmışlardır. Bunlardan biri ‘muharip sınıf' subaylar, diğeri de ‘yardımcı sınıf' subaylardır. Askeri hakimler, ikinci sınıfa dahil muvazzafEsas Sayısı : 2005/61 Karar Sayısı : 2007/17 6 subaylardır. Bu nedenle, asker kişi olmaları ve Silahlı Kuvvetler bünyesi içerisinde görev yaptıkları hususu göz önünde tutularak, yargı hizmeti dışındaki ilişkileri askerlik hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenecektir. Askerlik hizmetinin gereklerinin ise yargı hizmeti yönünden mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik güvencesi ilkelerinden önce geldiği düşünülemeyeceği gibi, bu nedene dayanılarak mahkemelerin bağımsızlığının ve hakimlik güvencesinin zedelenmesine de izin verilemez. Askeri hakim sınıfı subaylara, diğer subaylardan farklı tazminat ve ödenek verilmesi hakimlik görevinin gereğidir. Görev tazminatı, hakimlik görevinin niteliği ve özelliği göz önünde bulundurularak saptandığına göre rütbe, tazminatın belirlenmesinde etkileyici olmamalıdır. Başka bir anlatımla, bu tazminat ilgililere, belirli bir rütbede oldukları için değil, hakim ve savcı oldukları için verilmektedir.' denilmektedir (Resmi Gazete, tarih: 29 Temmuz 2004, Sayı: 25537, sayfa:61, 62). Hukuk Devleti, hukukun üstünlüğü temeline oturur. Bu temel de, ‘kanun önünde eşitlik' ana unsurlardan birini oluşturur. Belirtilen esas ve ilkeler ise ayrıcalığın her türünü reddetmektedir. Yüksek mahkeme olduğu Anayasa ile düzenlenmiş olan Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcılığı kadrosuna atanma ve fiilen bu görevi sürdürme şartlarını taşıyan davacı ile aynı durumda bulunan diğer yüksek mahkemelerin başsavcıları ve özellikle de Askeri Yargıtay Başsavcısının alacağı ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı' yönünden her hangi bir sınırlama/kademelendirme bulunmadığı halde, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısına ‘general/amiral' rütbesinde olmaması halinde daha düşük gösterge karşılığı ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı' ödeneceği şeklinde bir sınırlandırma getirilmesi, yapay ve sübjektif bir nitelikte bir düzenleme olup, yapılan görevin önemine ve üstlenilen sorumluluğun derecesine uygun olarak tanınan hakkın bütünlüğünü de bozmaktadır. Hakimlik ve savcılık teminatı, Anayasanın aynı başlığı taşıyan 139 uncu maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenleme, hakim ve savcıların görevlerinde herhangi bir düşünce ve fütura kapılmadan tamamen vicdan rahatlığı içerisinde görevlerini yapabilmelerinin garantisidir. Azlolunamazlık kendileri istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılmamak, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından her ne suretle olursa olsun yoksun bırakılmamak, hep hizmetlerini tarafsız bir surette kanunlara uygun yapabilmelerini sağlamaya matuftur. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısına ödenen ‘Hakimlik Tazminatı' miktarının tespitinde mevzuatta diğer yüksek mahkemelerin başsavcıları için öngörülen ‘Hakimlik Tazminatı' göstergesi esas alındığı halde, diğer yüksek mahkemelerin (Yargıtay, Danıştay ve Askeri Yargıtay) Başsavcılarının alacakları ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı' ile ilgili her hangi bir sınırlama söz konusu değilken, aynı şartlara haiz olan davacının alacağı ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı'na ‘general/amiral' rütbesinde olma yönünden sınırlama getirilmesi, davacının özlük haklarının bir kısmından yoksun bırakılması anlamına gelir ki, bu şekilde yapılan düzenleme, davacı açısından hakimlik ve savcılık teminatını zedeler mahiyette olup, söz konusu kısıtlayıcı hükümlerin Anayasanın yukarıda belirtilen ‘yargı bağımsızlığı', ‘hukuk devleti', ‘adalet anlayışı', ‘kuvvetler ayırımı' ve ‘eşitlik' ilkelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır Ankara 11. İdare Mahkemesi'nin E.2004/2718 sayılı başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Mahkememizce aynı kadroda görev yapan, aynı yetkileri kullanan ve aynı sorumluluğu taşıyan kişilerin farklı ‘Yüksek Hakimlik Tazminatı' ve dolayısıyla ‘Temsil Tazminatı,' almalarının Anayasanın eşitlik ilkesine açıkça aykırı olduğu sonucuna varıldığından, 570 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesinde yer alan cetvelin 1 numaralı sırasındaki Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı sözcükleri yanında bulunanEsas Sayısı : 2005/61 Karar Sayısı : 2007/17 7 ‘General/Amiral rütbesinde olmak şartıyla' kaydının ve bağlı olarak Cetvelin ikinci sıra numarasında bulunan ‘Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başsavcısı' kelimelerinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve dosyadaki belgelerin onaylı birer örneğinin anılan Mahkemeye gönderilmesine, 14.4.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi" | 2,792 |
Esas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 1 ... 1) 06.04.2016 tarihli ve 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanununun 7. maddesinin birinci fıkrasının a ve b bendlerinin Anayasaya Aykırılığı 1. 6701 sayılı kanun 7. maddesi ile ayrımcılık yasağının ileri sürülemeyeceği halleri düzenlemiştir. Ayrımcılık yasağı, insan hakları arasında eşitlik ile beraber ana sütunu oluşturan, ayrımcılık temellerine dair ayrıntılı düzenlemeler ile ayrımcılık yasağı hukuku kavramının gelişmesini sağlayan ana ilke olup uluslararası hukukta, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmes0nde (AİHS) bel0rlenen d0ğer hakların kullanımında eş0t muameley0 garant0 eden AİHS 14. maddes0yle düzenlenm0şt0r. Ayrımcılık yasağının, Avrupa Konsey0 tarafından üret0len yasal belgeler0n şek0llenmes0nde etk0s0 açık olup korunması gereken b0r temel özgürlük olarak görülmekted0r. Avrupa Sosyal Haklar Şartı, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmes0, İnsan T0caret0ne Karşı Avrupa Konsey0 Sözleşmes0, Kadına Yönel0k Ş0ddet ve A0le İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İl0şk0n Avrupa Konsey0 Sözleşmes0, Çocukların C0nsel İst0smar ve Sömürüye karşı Korunmasına İl0şk0n Avrupa Konsey0 Sözleşmes0nde ayrımcılığa karşı ayrıca koruma düzenlenm0şt0r. B0rleşm0ş M0lletler nezd0nde ise, Uluslararası Medeni ve S0yas0 Haklar Sözleşmes0 Uluslararası Ekonom0k, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmes0, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Sözleşmes0, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına Da0r Sözleşme, İşkenceye Karşı Sözleşme, Çocuk Hakları Sözleşmes0, Engell0 Hakları Sözleşmes0nde ayrımcılık yasağı yer almaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin 18 Nolu Genel Yorumu1 Ayrımcılık Yasağına özgülenmiştir. 2. Ayrımcılık yasağı doğrudan ve dolaylı ayrımcılık olarak iki şekilde görünür olmaktadır. Doğrudan ayrımcılık belli kategoride olan kişilere, objektif ve makul bir sebep olmaksızın veya meşru bir amaç gözetmek veyahutta da gözetilen amaçla yapılan muamele arasında orantılılık ilişkisi bulunmaksızın, farklı muamelede bulunmaktadır (Willis, paragraf 48). Dolaylı ayrımcılıkta bir koşul, bir ölçüt ya da bir uygulama görünüşte tarafsız olmasına karşın, yasal bir amaç tarafından nesnel olarak meşrulaştırmaksızın, ırk ya da etnik köken ya da inanç, engellil0k, c0ns0yet, yaş ya da c0nsel yönel0me mensup k0ş0ler 0ç0n dezavantaj oluşması anlamına gelmekted0r. B0r başka dey0şle, dolaylı ayrımcılıkta muamele farklı değ0ld0r ama sonuç farklıdır. Ayrımcılık yasağı hukuku, aynı durumdak0 k0ş0ler0n veya grupların farklı muamele gördükler0 ve farklı durumlardak0 k0ş0ler0n veya grupların aynı şek0lde muamele gördükler0 tüm 0ht0maller0 yasaklar. Dolaylı ayrımcılıkta, görünüşte tarafsız olan düzenlemen0n, ölçüt veya uygulamanın korunan b0r grubu bell0 b0r dezavantaja sokması anlamındadır. 3. Düzenlemenin a bendinde istihdam ve serbest meslek alanlarında, zorunlu mesleki gerekliliklerin varlığı hâlinde amaca uygun ve orantılı olan farklı muamele istisna olarak düzenlenmiştir. İstihdam ve serbest meslek alanlarında çalışacak kişilere yönelik farklı muamelenin yasal dayanağı düzenleme ile oluşturulmuştur. Düzenlemede ifade edilen zorunlu mesleki gerekliliğin ne olduğu belli değildir. İşveren tarafından herhangi bir neden zorunlu mesleki gereklilik olarak değerlendirilebilecek ve ayrımcı muamele sayılmayacaktır. Her ne kadar muamelenin orantılı ve amaca uygun olması şartları kanunda düzenlenmiş olsa da bu hususların değerlendirilmesinin objektif yapılmaması ihtimali bulunmaktadır. Düzenlemenin b bendi ise sadece belli bir cinsiyetin istihdamını zorunlu kılan durumları istisna olarak düzenlemiştir. 1 Otuz Yedinci Oturum, 1989, 10/11/1989Esas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 2 4. Bu açıklamalar doğrultusunda Kanunun 7. maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) bendlerini tekrar değerlendirmek gerekirse, kanunda yer alan zorunlu mesleki gereklilikleri ibaresi belirsiz ve muğlaktır. Zorunlu mesleki gerekliliklerin sınırları ve kapsamının bireyler tarafından bilinmesi mümkün değildir. Bir işe başvurduğunda başvurusu reddedildiğinde, bireye yapılan açıklama sadece zorunlu mesleki gereklilikler olabilecektir. Yine aynı şekilde düzenlemede yer alan amaca uygun ve orantılı olan farklı muamele nesnel bir kavram değildir. Anayasanın 2. maddesi uyarınca Türkiye Cumhuriyeti devleti bir sosyal hukuk Devletidir. Kişilerin, devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir (2014/92 E. 2016/6K. 28/01/2016 R.G. Tarih Sayı : 03.03.2016 29642). Hukuk devletinin ön koşulları arasında, hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri bulunmaktadır. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Düzenlenen istisna belirsizliğe yok açmakta, hukuk güvenliği ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. 5. Kanun koyucu düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kurala uyulmaması nedeniyle kanun koyucu tarafından öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da ölçülülük ilkesi gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur. (Anayasa Mahkemesi Kararı : 2014/196 E., 2015/103K., 12.11.2015, R.G. Tarih – Sayı : 16.12.2015 – 29564). Hukuk devleti ilkesine aykırı olan, kamu yararını ve ölçülülük ilkesini gözetmeyen, kanun koyucunun takdir yetkisini anayasal sınırlar çerçevesinde kullanmamış olması gerekçeleri ile düzenleme, Anayasanın 2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. 6. (b) bendi düzenlemesi ise sadece belli bir cinsiyetin istihdamını zorunlu kılan haller tarifi mevcut pozitif normlardaki düzenlemeler ile dahi uyumsuzdur. İş Kanununda kadınların çalışmasının kısıtlandığı tek alan maden ocakları ile kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yer altında veya su altında çalışılacak işlerdir. Bunun dışındaki tüm düzenlemeler pozitif ayrımcılık hükümleridir. Somutlaştırmak gerekirse; İş Kanununda kadınlara yönelik istihdamdaki istisnai farklardan biri, gece postasında çalışma saatlerini yedi buçuk saatle sınırlayan Kadın Çalışanların Gece Postalarında Çalıştırılma Koşulları Hakkında Yönetmelikteki 4. maddedir ve söz konusu madde bir pozitif ayrımcılık hükmüdür. Benzer bir pozitif ayrımcılık hükmü de işvereni gece postasında çalışan kadın işçilere evi ile işi arasında servis sağlamakla yükümlü kılar. Ancak Anayasanın 10. maddesinde açıkça zikredildiği üzere kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Eşitliğin yaşama geçmesi maksadıyla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Ancak iptali talep edilen belirsiz ibareler ile düzenlenmiş normlar Anayasanın ve diğer iç hukuk normlarındaki eşitliği sağlayıcı düzenlemeler ile bireylere sağlanan güvenceleri bertaraf etmektedir. Ayrıca, kanunun kendisi ile güvence altına alınanEsas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 3 ayrımcılığa uğramama ve eşitliğin gerçekleşmesi işlevini de bu istisnalar bozmaktadır. Bu sebeple düzenleme Anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. 7. Ayrımcılık çalışma ve istihdam alanlarında çok sık görünür olmaktadır. Bazı mesleklerin sadece bazı cinsiyetler tarafından yapılabileceği, cinsel yönelimi nedeniyle bazı mesleklerin yapılamayacağı, engel durumu nedeniyle sadece belirli alanlarda istihdam edilme Türkiyede de yıllardır yargıya da taşınmış olan ayrımcılık deneyimleridir. AİHM cinsiyet kavramını, farklı muamelenin başvurucunun cinsiyetiyle soyut bir anlamda bağlantılı olduğu durumları da içerecek şekilde yorumlanmış ve böylece toplumsal cinsiyet kavramını da AİHS kapsamında koruma altında olduğuna hükmetmiştir. Toplumsal cinsiyet kavramı, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, bir kişinin sosyal veya psikolojik cinsiyetini ifade eder. Toplumsal cinsiyet kimliği, sadece cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirenleri (‘transseksüeller) değil, toplumsal cinsiyetlerini ifade etmek üzere diğer cinsin kıyafetlerini giymek veya normal olarak karşı cinsin üyeleriyle ilişkili sayılan bir konuşma tarzını veya kozmetiklerini benimsemek (travestilik) gibi başka tercihleri bulunan kişileri de kapsar (Prof. Dr. Osman Doğru, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, Legal yayınevi, sayfa 612).. AİHM, Türkiyedeki genel ve ayrımcı yargı pasifliğinin, kasıtlı biçimde olmasa da, esasen kadınları etkilediğini belirterek Türkiyeyi defaten mahkum etmiştir. Devletin ayrımcılık yapmama yükümlülüğünün yanı sıra, üçüncü kişilerin ayrımcı muamelelerine karşı da önleme ve ayrımcılığın yaşandığı durumlarda etkili soruşturma yükümlülüğü bulunmaktadır. AİHMe göre devlet muhtemel ayrımcılık saiklerini özel olarak soruşturmakla yükümlüdür. (Nachova ve Diğerleri). Düzenleme uluslararsı sözleşmelerde güvence altına alınan eşitlik ilkesine, ayrımcılık yasağına ve AİHM kararlarına aykırılık teşkil etmektedir. Bu sebeple Anayasanın 90. maddesine de aykırılık taşımaktadır. 8. Açıklanan bu sebeplerle iptali talep edilen düzenleme Anayasanın 2., 10. ve 90. maddelerine aykırılık teşkil ettiğinden iptal edilmesi zorunludur. 2) 06.04.2016 tarihli ve 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanununun 10. maddesinin ikinci fıkrasının ikinci ve üçüncü cümleleri ile sekizinci fıkrasında yer alan Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayıyla ibaresi 9. Kurul, kurumun karar organı olarak öngörülmüştür. Her ne kadar 10. maddenin birinci fıkrasında Kurulun, bu Kanunla ve diğer mevzuatla verilen görev ve yetkilerini kendi sorumluluğu altında, bağımsız olarak yerine getireceği ve kullanacağı düzenlenmiş olsa da kurul üyeleri yürütme tarafından belirlenmektedir. Görev alanına giren konularla ilgili olarak hiçbir organ, makam, merci veya kişi, Kurula emir ve talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz düzenlemesi bu bakımdan sadece kağıt üzerinde kalan, işlevi olmayan bir düzenleme olacaktır. Nitekim kurul üyesi olarak birden fazla defa seçilmek mümkündür. Seçimi yapacak olan yürütmeye karşı kurul üyeleri hiyerarşik olarak olmasa da organik olarak bağımlıdır. 10. İptali talep edilen düzenleme uyarınca, Kurulun sekiz üyesi Bakanlar Kurulu, üç üyesi Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek; Bakanlar Kurulunca seçilecek bir üye Yükseköğretim Kurulu tarafından insan hakları alanında çalışmalar yapan öğretim üyelerinden önerilecek iki aday arasından; yedi üye ise dördüncü fıkrada aranan şartları taşımak kaydıyla, insan hakları alanında çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları, sendikalar, sosyal ve mesleki kuruluşlar, akademisyenler, avukatlar, görsel ve yazılı basın mensupları ve alan uzmanlarının göstereceği adaylar veya üyelik başvurusu yapanlar arasından belirlenecektir.Esas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 4 11. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu, insan hakları alanında evrensel standartların yakalanmasına katkı sağlayacak, insan hakları alanında kamuoyunun bilincini arttıracak ve bireyin insan hakkı ihlallerine karşı kendini daha fazla güvende hissedebileceği bir anlayışla hazırlanmamıştır. Aksine; Paris prensiplerinde yer alan bağımsızlık, mali özerklik ve çoğulculuk gibi çok önemli ilkelere tatmin edici düzeyde yer verilmeyerek, sağlanmak istenen hukuki menfaati sağlamaktan oldukça uzak, göstermelik bir kanun olarak düzenlenmiştir. 12. İşkenceyi Önleme Sözleşmesi'nin Seçmeli Protokolü (OPCAT) uyarınca oluşturulması gereken ulusal önleme mekanizmasını oluşturmuş gibi görünmek, Avrupa Birliği üyeliği sürecinde Katılım Ortaklığı Belgesi ve İlerleme Raporlarında Türkiye'nin yerine getirmesi gereken bir yükümlülüğü yerine getiriyormuş gibi görünmek; vize muafiyeti sürecindeki istenilen kriterleri yerine getirmiş gibi görünmek amacıyla kanunlaşan bu düzenlemeler iktidar tarafından görevini bir an önce yerine getirmenin aceleciliği ve özensizliği ile, bu konuda yapılan tüm eleştiriler görmezden gelinerek ve geniş tabanlı bir müzakere sürecinin ortaya çıkaracağı ortak akıldan yeteri kadar faydalanılmadan yapılmıştır. 13. İşkenceye Karşı Komite, 26, 27 Nisan 2016 tarihlerinde düzenlenen 1406. ve 1409. toplantılarında (CAT/C/SR.1406 ve 1409) Türkiyenin dördüncü periyodik raporunu değerlendirmiş (CAT/C/TUR/4) ve 10, 11 Mayıs 2016 tarihlerinde yaptığı 1424. ve 1426. toplantılarında aşağıdaki sonuç gözlemlerini kabul etmiştir. Sonuç gözlemlerde Komite, Türkiye İnsan Hakları Kurumunun yerini alacak Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunu kuran yeni yasaya göre kurum üyelerinin sekizinin kabine tarafından, üçünün ise Cumhurbaşkanı tarafından atanmasının öngörülmesini bu yeni insan hakları kurumunun bağımsızlığını zedelemesi nedeniyle kaygıyla karşılamaktadır (paragraf 27). 14. Komite sonuç gözlemlerinde ayrıca Türkiye, İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun işlevsel, yapısal ve mali bağımsızlığını sağlamak ve üyelerin atanması işleminin insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için kurulan ulusal kurumların statüsü ile ilgili İlkelerle (Paris İlkeleri) tam uyumlu olmasını sağlamak için gerekli yasal önlemleri almalıdır demektedir (paragraf 28). 15. Sekizinci fıkra düzenlemesinde Başkan, İkinci Başkan ve üyelerin süreleri dolmadan herhangi bir nedenle görevlerine son verilemeyeceği düzenlenerek göreve son verilmesinin istisnaları yedi bend halinde sayılmıştır. Bu yedi istisnanın birinin olması hallerinin Kurul tarafından tespit edilmesi üzerine Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayıyla üyeliğine son verilecektir. Kurulun bağımsızlığına ilk engel kurul üyelerinin belirlenmesi iken ikinci büyük engel üyelerin görevlerine son verilmesi halinin Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayına tabi kılınmasıdır. 16. Kurulun Kurul üyelerinin Kanunda sayılan hallerden birisinin tespit etmiş olması halinde üyeliğine son verilmesi hususu düzenlenmiştir. Üyenin seçilmesi için gerekli şartları taşımaması ya da sonradan kaybetmesi, Kurul kararlarını süresi içinde imzalamaması, Kurul tarafından kabul edilebilir mazereti olmaksızın bir takvim yılı içinde toplam beş Kurul toplantısına katılmaması, ağır hastalık veya engellilik nedeniyle iş göremeyeceğinin sağlık kurulu raporuyla belgelenmesi, görevi ile ilgili olarak işlediği suçlardan dolayı hakkında verilen mahkûmiyet kararının kesinleşmesi, geçici iş göremezlik hâlinin üç aydan fazla sürmesi, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin (5) numaralı alt bendinde belirtilen suçlardan mahkûm edilip de cezasının infazına fiilen başlanması hâllerinin Kurul tarafından tespit edilmesi üzerine üyenin görevine son verilebilecektir. Ancak üyeliğe sonEsas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 5 verme yetkisi, iptali talep edilen, Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayına tabi kılınmıştır. Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayı ile bir üyenin görevine son verilmesi, bağımsız olması gerken yapının ve üyelerin yürütmeye bağlanması anlamına gelmektedir. Bu bakımdan Kurulun bağımsızlığına ilişkin yukarıda ayrıntılı olarak açıkladığımız hususlar, üyelerin görevine son vermesi hususu ile de doğrudan ilintilidir. Bu bağlamda, üyelerin görevine yürütmenin onayı ile son veriliyor olması; Anayasanın 90. maddesi uyarınca taraf olunan uluslararsı sözleşmelerdeki insan hak ve özgürlüklerine ilişkin yapıların özerkliği ve bağımsızlığı ilkesine aykırılık teşkil etmesinden hareketle Anayasanın 90. maddesine, Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen insan haklarına saygılı hukuk devleti olma niteliği ile uyumsuz olmasından hareketle Anayasanın 2. maddesine, Anayasanın 5. maddesiyle düzenlenen kişilerin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan engeli oluştumasından hareketle Anayasanın 5. maddesine aykırıdır ve iptal edilmesi gerekir. 17. B.M. İnsan Hakları Komisyonunun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve B.M. Genel Kurulunun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilen ve Paris İlkeleri olarak bilinen insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için kurulan ulusal kuruluşların statüsüne ilişkin ilkeler, bu kurulun bağımsızlık ve çoğulculuk temelinde kurulmasının esas alması zorunludur. Paris İlkeleri gereğince, kurulacak kurulun bağımsız ve özerk olması gerekir. İptali talep edilen düzenlemeler uluslararası ilke ve standartlarla uyumsuzdur. Bu sebeple Anayasanın 90. maddesine aykırılık teşkil eder. 18. Anayasanın Devletin temel amaç ve görevlerini saydığı 5. maddesi uyarınca kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin amaç ve görevleri arasındadır. İnsan hakları ihlallerinin tarafı devlettir. Hak ihlalli yapan, ayrımcılık uygulayan birimlerin veya kişilerin etkili soruşturularak cezalandırılması, benzer olayların tekrarlanmasını önlemek Anayasanın 5. maddesi uyarınca devletin sorumluluğu arasındadır. Bu görevi yerine getirebilmesi için etkili bir araç olabilecek kurulun yapısı, üyelerin kompozisyonu önemlidir. Bağımsız ve tarafsız olmayan, Kurulun tamamının yürütme tarafından şekillendirildiği, görevlerine yürütmenin onayıyla son verilmesi hususları kişilerin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan engelin kendisi olmuştur. Bu sebeple iptali talep edilen düzenleme Anayasanın 5. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. 19. Anayasanın Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesi uyarınca Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. İnsan haklarına saygılı olmak, hakkı ihlal etmemek, hak ihlallerinin olmasını önlemeye yönelik tedbirleri almak ve hakların etkin kullanımını sağlamak anlamına gelmektedir. Bireylerin haklarının ihlal edildiği iddiasıyla başvurabilecekleri mekanizma, hakların kullanımının güvencesi anlamına gelmektedir. Ancak bu mekanizma işlevsel olduğu takdirde bir anlam taşıyacaktır. Aksi takdirde yürütmenin taraf olduğu hak ihlallerini aklama mekanizması olarak çalışabilir. İptali talep edilen mevcut düzenlemeler, kurulun yürütmeye bağlı olarak yapılandırılması anlamına gelmektedir. Hak ihlali yapanın, kendisini soruşturması evrensel ilke ve standartlarla uyumsuz olduğu kadar insan haklarına saygılı olma kavramı ile de örtüşmemektedir. Bu sebeple düzenleme Anayasanın 2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. 20. Açıklanan bu sebeplerle iptali talep edilen düzenlemeler Anayasanın 2., 5. ve 90. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir.Esas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 6 3) 06.04.2016 tarihli ve 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanununun 21. maddesinde yer alan başvuranın iddiasının gerçekleğine ilişkin kuvvetli emarelerin ve karine oluşturan olguların varlığını ortaya koyması halinde ibaresi 21. Kanunun 21. maddesi münhasıran ayrımcılık yasağının ihlali iddiasıyla Kuruma yapılan başvurulardaki ispat külfetini düzenlemektedir. Ayrımcılık yasağında ispat külfeti ayrımcılığa uğrayan değil, ayrımcı fiili işleyen, uygulamayı yapan taraftadır. Bir başka deyişle ayrımcılık iddialarında, ispat külfeti iddiada bulunan tarafta değildir, ispat yükü tersine döner ve karşı tarafa yüklenir. Çünkü ayrımcılığı kanıtlamak güçtür. Ayrımcılık kendini kolayca tespit edilebilir şekilde göstermez. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Sözleşme tarafından belirlenen usülün her zaman sıkı bir şekilde addirmanti incumbit probatio (iddia eden iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür) ilkesini uygulamayı gerektirmediğini kabul etmiştir (Aktaş, paragraf 272). 22. AİHM, bir başvurucunun farklı muameleye tabi tutulduğunu (ayrımcılık karinesini) ortaya koyması durumunda, bu farklı muamelenin haklı olup olmadığını ispatlama görevinin hükümete ait olduğunu belirtmiştir (Chassagnou ve Diğerleri, paragraf 91 92). Mahkeme D.H. ve diğerleri Çek Cumhuriyeti Davası kararında, ayrımcı muamelenin ispatlanması sözkonusu olduğu zaman başvurucuların içinde bulundukları zorluğu kabul etmiş ve başvurucuların haklarının etkili bir şekilde kullanımını güvence altına almak için, dolaylı ayrımcılık konusunda kanıtlarla ilgili kuralların daha az sert bir şekilde uygulanması gerektiği sonucuna varmıştır (paragraf 186). Türkiye, Anayasanın 90. madde uyarınca temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası hukuku esas almak zorundadır. Uluslararası hukukta bağlayıcı olan uluslararası sözleşmeler ile yargı yetkisinin kabul edildiği mahkeme kararları da bulunmaktadır. AİHS uyarınca yargılama yetkisine haiz olan AİHM kararları da Türkiye bakımından bağlayıcıdır. Bu sebeple iptali talep edilen düzenleme yukarıda değinilen AİHM kararları ile uyumsuzdur ve Anayasanın 90. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. 23. İptali talep edilen düzenlemede, başvuranın sadece ayrımcılığa uğradığını ileri sürmesi ispat külfetinden kurtulmasını sağlamamaktadır. Ayrımcılık iddiasında bulunan kişiden, iddiasının gerçekliğine ilişkin kuvvetli emarelerin ve karine oluşturan olguların varlığını ortaya koyması beklenmektedir. Eğer ayrımcılık iddiasında bulunan kişiden, iddiasının gerçekliğine ilişkin kuvvetli emarelerin ve karine oluşturan olguların varlığını ortaya koyabilirse, ispat külfeti uluslararası hukuktaki kabul edildiği hale dönüşmektedir. Bu kısıtlama bireylerin eşitliğinin sağlanmasının en önemli unsuru olan ayrımcılığa uğramama güvencesini doğrudan ihlal eder niteliktedir. Bir başka deyişle, ayrımcılık yasağı eşitlik ilkesinin bir unsurudur ve Anayasamızın 10. maddesi ile düzenlenmiştir. İspat külfetine dair getirilen bu kısıtlama Anayasanın 10. maddesine, ve ayrıca Anayasanın 13. maddesine aykırıdır. Nitekim 13. madde temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasında kanunla olmasının dışında, demokratik bir toplum düzeninde gerekli olması ve ölçülü olması kıstaslarını getirmiştir. Ancak yapılan düzenleme eşitlik ilkesinin yaşama geçmesinde, ayrımcılık ile mücadelede ve önlenmesinde yeni bir kriter, sınırlama getirmektedir. Bu sınırlama ayrımcılığa uğrayan birey bakımından hakkını aramasını güçleştiren bir düzenlemedir. Eşitliğin gerçekleşmesine yönelik doğrudan bir engelleyici müdahaledir ve hakkın özüne dokunmaktadır. Başvurucudan iddianın gerçekliğine ilişkin kuvvetli emareler ile karine oluşturan olguları sunması neredeyse imkansızdır. Ayrımcılığa maruz kalan kişinin elinde kimi zaman sadece kendi yaşanmışlığı vardır. Bu sebeple düzenleme iptal edilerek, münhasıran ayrımcılık yasağının ihlali iddiasıyla Kuruma yapılan başvurularda, ayrımcı muamelede bulunanların ayrımcılık yasağını ve eşit muamele ilkesini ihlal etmediğini ispat etmesi gerekmektedir.Esas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 7 24. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Kanun koyucu düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise "elverişlilik", "gereklilik" ve "orantılılık" olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. "Elverişlilik", başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, "gereklilik" başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, "orantılılık" ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kurala uyulmaması nedeniyle kanun koyucu tarafından öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da "ölçülülük ilkesi" gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur. İptali talep edilen düzenlemede bu denge gözetilmemiş, ayrımcılığa uğramış olan birey bakımından eşitliğin tesisini sağlayacak mekanizma bakımından bir kısıtlılık daha getirilerek güçleştirilmiştir. Nitekim, ölçülülük, aynı zamanda yasal önlemin sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olmasını, amaç ve aracın ölçülü bir oranı kapsamasını ve sınırlayıcı önlemin demokratik toplum düzeni bakımından zorunluluk taşımasını da içeren bir ilkedir. (Anayasa Mahkemesi Kararı : 2014/196 E., 2015/103 K., 12.11.2015, R.G. Tarih Sayı: 16.12.2015 – 29564). Unutulmamalıdır ki, öze dokunma yasağını ihlal etmeyen müdahaleler yönünden gözetilmesi öngörülen "demokratik toplum düzeninin gerekleri" kavramı, öncelikle ilgili hak yönünden getirilen sınırlamaların zorunlu ya da istisnai tedbir niteliğinde olmalarını, başvurulabilecek en son çare ya da alınabilecek en son önlem olarak kendilerini göstermelerini gerektirmektedir. "Demokratik toplum düzeninin gerekleri"nden olma, bir sınırlamanın demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın karşılanması amacına yönelik ve ölçülü olmasını ifade etmektedir. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ve aralarında sıkı bir ilişki bulunan, "temel hak ve hürriyetlerin özü", "demokratik toplum düzeninin gerekleri" ve "ölçülülük ilkesi" kavramları, bir bütünün parçaları olup, "demokratik bir hukuk devleti"nin özgürlükler rejiminde gözetilmesi gereken temel ölçütleri oluşturmaktadır. (2015/29 E., 2015/95K., 22.10.2015, R.G. Tarih Sayı : 12.11.2015 29530). İptali talep edilen düzenleme demokratik toplumda gerekli olmaması, hakkın özüne müdahele niteliği taşıması ve ölçülülük ilkesi ile bağdaşmamakta ve bu sebeplerle Anayasanın 13. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Yine ölçülülük ilkesi hukuk devletinin unsurlarından biridir ve kanun koyucu düzenleme yaparken Anayasanın 2. maddesinde ifade edilen hukuk devleti ile bağlıdır. Bu sebeple iptali talep edilen düzenleme eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlet olma ile bağdaşmadığı için Anayasanın 2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. 25. İptali talep edilen düzenleme açıklanan sebeplerle Anayasanın 2., 10., 13. ve 90. maddesine aykırılık teşkil ettiğinden iptal edilmesi gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 20 Nisan 2016 tarihli ve 29690 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, 06.04.2016 tarihli ve 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanununun; 7. maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) bendleri, 10. maddesinin ikinci fıkrasının ikinci ve üçüncü cümleleri ve sekizinci fıkrasında yer alan Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayıyla ibaresi, 21. maddesinde yer alan başvuranın iddiasının gerçekleğine ilişkin kuvvetli emarelerin ve karine oluşturan olguların varlığını ortaya koyması halinde ibaresi, Anayasaya açıkça aykırıdır.Esas Sayısı : 2016/132 Karar Sayısı : 2017/154 8 İptali talep edilen düzenlemeler, ayrımcılık ile mücadelede olmazsa olmaz hususlardır. Bireyler arasındaki eşitliğin sağlanamadığı veya ayrımcı muameleye maruz kalmaları halinde bir çözüm mercii olabilecek Kurulun bağımsızlığı tarafsızlığı, ayrımcılık alanlarına ilişkin istisnaların belirsizliği, ispat külfetindeki düzenlemeler Anayasamız ve uluslararası insan hakları hukuku ile çelişmektedir. Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 20 Nisan 2016 tarihli ve 29690 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, 06.04.2016 tarihli ve 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanununun; 1) 7. maddesinin birinci fıkrasının a ve b bendlerinin Anayasanın 2., 10. ve 90. maddelerine, 2) 10. maddesinin ikinci fıkrasının ikinci ve üçüncü cümleleri ve sekizinci fıkrasında yer alan Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayıyla ibaresinin Anayasanın 2., 5. ve 90. maddelerine, 3) 21. maddesinde yer alan başvuranın iddiasının gerçekliğine ilişkin kuvvetli emarelerin ve karine oluşturan olguların varlığını ortaya koyması halinde ibaresinin Anayasanın 2., 10., 13. ve 90. maddelerine, aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz. | 3,662 |
Esas Sayısı : 1999/20 Karar Sayısı : 1999/21 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçesi şöyledir : "Sanık Hakkı Göl'ün 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanununun 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 26. ve TCK.nın 119. maddesi ile cezalandırılması istemiyle mahkememize kamu davası açılmıştır. Sanık vekili mahkememize verdiği 05.03.1999 tarihli dilekçesinde 539 sayılı KHK.nin 01.06.1994 tarihli 3991 sayılı Yetki Yasasına dayanılarak çıkarıldığını, mezkur yetki yasasının ise 29.10.1994 gün ve 1994/68 80 sayılı Yüksek Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edildiğini, bu nedenle 539 sayılı KHK.nin Anayasal dayanaktan yoksun olduğunu, yok hükmünde olan bir kurala göre ceza verilemeyeceğini belirterek, 7397 sayılı Yasa'nın 26. maddesi hükmünün iptali için mahkememizin Anayasa Mahkemesi'ne başvuruda bulunmasını istemiştir. 7397 sayılı Yasanın 26. maddesini değiştiren 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname 01.06.1994 günlü, 3991 sayılı Yetki Yasasına dayanılarak çıkarılmış olup, kararnamenin dayanağı olan Yetki Yasası, Anayasa Mahkemesi'nin 29.11.1994 tarih ve 1994/68 80 sayılı kararıyla iptal edilmiş ve 539 sayılı KHK Anayasal dayanaktan yoksun kalmış olduğundan 539 sayılı KHK Anayasanın Başlangıcında yer alan kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olan egemenliği; "Millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı," 2. maddesindeki hukuk devleti, 6. maddesindeki; "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz" ilkeleriyle KHK çıkarma yetkisine ilişkin 91. maddesine aykırı olduğundan, 7397 sayılı Yasanın 539 sayılı KHK ile değişik 26. maddesinin 3. fıkrasının da Anayasaya aykırı olması sebebiyle, iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, Bu konuda karar verilmek üzere başvuru kararı ve ilgili evrakların Yüksek Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmek üzere C. Başsavcılığına tevdiine ve Anayasa Mahkemesi kararının beklenmesine,"" | 264 |
Esas Sayısı : 2010/12 Karar Sayısı : 2011/135 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ 1 E.2010/12 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: ''Türkiye İstatistik Kurumu tarafından 5.7.2009 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı gereğince '2009 Yılı Hane Halkı İşgücü' anketi yapılmasına dönük resmi istatistik çalışması başlatıldığı, bu nedenle İzmir TÜİK Bölge Müdürlüğü tarafından İzmir iline ait 30 ilçede çalışmanın sürdürülmesi bakımından itiraz edenin de aralarında bulunduğu hanelerin tespit edildiği,' 209 hane halkı işgücü anketi' kapsamında belirlenen hanelere istatistiki çalışma yapılacağına ve bu çalışma için iki yıl içinde çeşitli zamanlarda olmak üzere toplam 4 görüşme yapılacağına, istenen bilgilerin verilmemesi halinde idari para cezası uygulanacağına dair hanelere tebligat gönderilerek durumun bildirildiği, itiraz edene de bu mahiyetteki tebligatın 27.07.2009 tarihinde gönderildiği, itiraz eden hanesinin 25.04.2008 tarihinden başlayarak 3 kez görevliler tarafından çalışma kapsamında ziyaret edildiği, çalışmanın tamamlanması için son kez itiraz edenin evine 13.08.2009 tarihinde gidildiğinde, itiraz edenin aynı mahiyetteki sorulara 3 kez cevap verdiğinden görüşmeyi kabul etmemesi üzerine itiraz eden ile anketörün telefonla görüştüğü, çalışma gereği son kez görüşülmesi gerektiği, çalışmanın resmi çalışma olup cevap vermekle yükümlü olduğu, aksi halde hakkında idari ceza uygulanabileceği bildirilmesine karşın itiraz edenin ankete katılmayı reddettiği, 5429 sayılı Kanun'un 54/2. maddesi gereğince yedi gün içerisinde son çalışmaya esas olmak üzere bilgileri vermesi veya eksik ve hataları gidermesi için uyarı mektubunun itiraz edene 22.08.2009 tarihinde usulüne uygun tebliğ edildiği, ancak itiraz edenin verilen sürede cevap vermemesi nedeniyle 5429 sayılı Kanun'un 54/2. maddesi gereğince 708 TL idari yaptırım uygulanarak verilen kararın 07.10.2009 tarihinde itiraz edene tebliğ edildiği, itiraz edenin de süresinde Mahkememize itirazda bulunduğu görülmüş, dosyamızdan bir suret başvuruya eklenmiştir. İtiraz edenin eyleminin sabit olması halinde itiraza konu olan kuralın itiraz eden hakkında uygulanması mutlaktır. Çünkü 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 8. maddesinde İstatistiksi birimlerin kendilerinden istenen veri veya bilgileri başkanlığın belirleyeceği şekil, süre ve standartlarda eksiksiz ve doğru olarak ücretsiz vermekle yükümlü oldukları, 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 54/2. maddesinde Başkanlık veya kurum ve kuruluşlar tarafından program kapsamında istenen bilgileri, geçerli bir mazereti olmaksızın belirlenen şekil ve sürede vermeyen veya eksik veya hatalı verenlerin, bir kereye mahsus olmak üzere uyarılarak yedi gün içerisinde bilgileri vermeleri veya eksik ve hataları gidermelerinin isteneceği, bu uyarıya rağmen, bilgileri hiç vermeyen veya talep edildiği hâlde eksikleri gidermeyen ve hataları düzeltmeyen gerçek kişilerin idari yaptırım kararı ile cezalandırılacakları hükme bağlanmıştır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Başlangıç hükümleri ve 2. ve 5. maddelerinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Hukuk devleti olup kimsenin hukuk devleti dışına çıkamayacağı, devletin amaç ve görevlerinin kişilerin ve toplumun refahı, huzur ve mutluluğunu sağlamak ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak olduğu, Anayasa'nın 10. maddesinde herkes din, ırk, renk, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağının, 11. maddeye göre Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organları ile tüm idari makamları bağlayan tüm temel kuralların olduğu ve kanunun Anayasa'ya aykırı olamayacağının, 12. maddesindeEsas Sayısı : 2010/12 Karar Sayısı : 2011/135 2 herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunun, temel hak ve hürriyetlerinin kişinin topluma ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını ihtiva ettiğini, 13. maddesinin temel hak ve hürriyetlerinin özlerine dokunulmaksızın Anayasa'nın ilgili maddesinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği ve bu sınırlamanın Anayasa'nın sözüne, ruhuna, demokratik toplum düzenine ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağının, 17. maddesinde herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğunu, 19. maddesinde ise kişi hürriyeti ve güvenliğini düzenlediği herkesin kişi hürriyeti ve güvenliğine sahip olduğunu, 20. maddesinin herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı göstermesinin isteme hakkına sahip olduğunun, 25. maddesinde ise herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahip olduğunun, her ne sebep ve amaçla olursa olsun herkes düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağını emreden amir hükümlerdir. Özel olarak belirtilen amir kurallar gereğince temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanması ancak kanunla tayin edileceği ve bu sınırların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı ve her ne sebeple ve amaçla olursa olsun kimseye düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı dikkate alındığında 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 8. maddesindeki istatistiksi birimler kendilerinden istenen veri veya bilgileri başkanlığın belirleyeceği şekil ve süre ve standartlarda eksiksiz ve doğru olarak ücretsiz vermekle yükümlüdür, hükmünü belirleyen Anayasa hükümlerine aykırılık teşkil ettiği, itiraz edenin hane halkı iş gücüne dair bilgi vermeye zorlandığı, iki yıl içinde en fazla 4 kez ziyaret edilerek benzer mahiyetteki sorulara cevap verilmesinin öngörüldüğü, itiraz edenin her görüşmede aynı tip sorulara 3 kez cevap verip sonuncu kez ziyaret edildiğinde bu bilgileri defalarca verdiğinden bu kez vermek istemediğini belirttiği bu nedenle idari yaptırım kararına muhatap olduğu, oysa ki düşünceyi açıklama ve kanaat hürriyetine sahip olup kişilerin kişisel bilgi, düşünce kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacakları ve bundan dolayı da cezai bir müeyyide ya da idari bir yaptırımla karşı karşıya kalınmasının hukuk devleti ilkesi ile ve temel hak ve hürriyetlere aykırılık teşkil edeceği, devletin kurumsal sistemlerine kayıtlı olması gereken işgücü, çalışan kişiler ve çalıştıkları yer bilgilerinin kurumsal sisteme kayıtlı olmayıp kayıt dışı olmasının neticesi kişilerin çeşitli kez ziyaret edilerek kişilerin beyanı usulüne göre belirlemeye çalışması ve buna uymak istemeyen kişilerin idari yaptırım kararına muhatap kılınmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, bir kurumun yapacağı bir konuda istatistiksi veri veya bilgileri ücret karşılığında aynı durumda olan başka kişilerden ya da özel hukuk tüzel kişilerin yetkili organlarından isteyebilmesinin hukuk devleti ilkesinde geçerli olacağı, zorla kişi ya da özel hukuk tüzelkişiliğinin yetkili temsilci ve organlarından veri veya bilgi istemenin devletin temel amaçları ve görevleri, temel hak ve hürriyetleri niteliği, düşünce kanaat hürriyeti, özel hayatın gizliliği ve korunması ve Hukuk Devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır ve yine 5429 sayılı Yasa'nın 8. maddesine muhalefet nedeni ile ilgili kişi ya da kurumların yetkili organ ve temsilcilerinden idari para cezası verilmesi de yine hukuk devleti ilkesi, temel hak ve hürriyetlerin korunması, kişi güvenliği ve hürriyeti, düşünce kanaat hürriyeti ilkeleri ile de bağdaşmamaktadır. Devletin temel amaç ve görevleri, Anayasa'da yer alan eşitlik ilkesi, temel hak ve hürriyetleri niteliği, kişi hürriyeti ve güvenliği özel hayatın gizliliği, düşünce ve kanaat hürriyetine ilişkin düzenlemelere aykırı olan söz konusu hükümlerin belirtilen ve Yüksek Mahkeme'ce re'sen nazara alınacak diğer gerekçelerle itiraza konu 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 8. maddesi ile 5429 sayılı Kanun'un 54. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinin Anayasa'ya aykırı olmasının nedenleri ile Anayasa'nın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi'nce re'sen iptaline karar verilmesi itiraz ve arz olunur.'Esas Sayısı : 2010/12 Karar Sayısı : 2011/135 3 2 E.2010/76 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'İdarenin tahakkuk ettirdiği idari para cezasının iptali istemiyle Mahkememizin 2010/883 Değişik İş sayılı dosyasında açılan davanın yargılaması sırasında uygulanması gereken Yasa metninin Anayasaya aykırı olduğu kanısına varılarak bu konuda karar verilmesi için Yüksek Mahkemenize başvurulmasına karar verilmiştir. Şöyle ki; Mahkememizde Görülen Dava: Davacı, Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı Bursa Bölge Müdürlüğü tarafından 5429 sayılı Yasanın 8. maddesine aykırı davranmaktan dolayı aynı Yasanın 54. ve 5326 sayılı Yasanın 17/7. maddelerine istinaden hakkında 709,00 TL idari para cezası uygulanmasına karar verildiğini, buna ilişkin idari para cezası karar tutanağını 11.12.2009 tarihinde tebellüğ ettiğini, ancak bu idari para cezasına dayanak işlemlerin kendisine hukuka uygun olarak tebliğ edilmediğini belirterek verilen idari para cezasının iptaline karar verilmesini talep etmiştir. Başlangıçta Bursa 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 2009/1882 Değişik İş sayılı dosyası ile yapılan söz konusu itiraz ile ilgili olarak yapılan yargılama sırasında anılan Mahkemenin 15.03.2010 tarihli kararıyla itiraza konu kabahatin Eskişehir'de işlenmiş olduğu gerekçesiyle evrakın Eskişehir Sulh Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş, bu kapsamda gönderilen evrak Mahkememizin 2010/883 Değişik İş numarasına kaydedilmiştir. Mahkememizce Davada Uygulanacak Olan ve İptali İstenen Yasa Hükmü: 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 54/2. maddesine göre; 'Başkanlık veya kurum ve kuruluşlar tarafından program kapsamında istenen bilgileri, geçerli bir mazereti olmaksızın belirlenen şekil ve sürede vermeyen veya eksik veya hatalı verenler, bir kereye mahsus olmak üzere uyarılarak yedi gün içerisinde bilgileri vermeleri veya eksik ve hataları gidermeleri istenir. Bu uyarıya rağmen, bilgileri hiç vermeyen veya talep edildiği hâlde eksikleri gidermeyen ve hataları düzeltmeyen gerçek kişiler veya özel hukuk tüzel kişilerinin organ ve temsilcileri hakkında, fiilin; 'a) Hanehalkı veya bireylerle yapılan araştırmalarda işlenmesi durumunda beşyüz Yeni Türk Lirası, b) Hanehalkı veya bireyler dışında kalan diğer istatistikî birimlerle yapılan araştırmalarda işlenmesi durumunda binbeşyüz Yeni Türk Lirası, c) Sayımlarda işlenmesi durumunda ikibin Yeni Türk Lirası, İdarî para cezası uygulanır.' İptali İstenen Yasa Hükmünün Aykırı Olduğu Düşünülen Anayasa Hükümleri: Madde 2 Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.Esas Sayısı : 2010/12 Karar Sayısı : 2011/135 4 Madde 10 Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 07/05/2004 5170 S.K./l. mad) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (...) (İptal ibare: Anayasa Mahkemesinin 05/06/2008 tarihli ve E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı Kararı ile) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Madde 11 Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Madde 20 Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Mülga cümle: 03/10/2001 4709 S.K./5. md.) (Mülga fıkra: 03/10/2001 4709 S.K./5. md.) Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kağıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulur. Hakim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar. Madde 24 Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır. Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Madde 25 Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.Esas Sayısı : 2010/12 Karar Sayısı : 2011/135 5 Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. Yüksek Mahkemeye Başvuru Gerekçesi: Yukarıda belirtilen dava ile ilgili olarak Mahkememizce başlangıçta başvuru üzerine yapılan ön inceleme sonucunda Mahkememizin yetkili olduğunun ve başvurunun süresi içinde yapıldığının, başvuru konusu idari yaptırım kararının sulh ceza mahkemesinde incelenebilecek kararlardan olduğunun ve başvuranın buna hakkı olduğunun anlaşılması sebebiyle başvurunun usulden kabulüne, ancak idari yaptırımın uygulanmasına dayanak teşkil eden hükmün Anayasaya aykırı olması sebebiyle bu konuda Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. Zira; Dava, davalı idarenin tahakkuk ettirdiği idari para cezasının iptali istemine ilişkindir. Resmî istatistiklerin üretimine ve organizasyonuna ilişkin temel ilkeleri ve standartları belirlemek; ülkenin ihtiyaç duyduğu alanlarda veri ve bilgilerin derlenmesini, değerlendirilmesini, gerekli istatistiklerin üretilmesini, yayımlanmasını, dağıtımını ve Resmî İstatistik Programında istatistik sürecine dâhil kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere, Türkiye İstatistik Kurumunun kuruluş, görev ve yetkilerine ilişkin esasları düzenlemek amacıyla 10.11.2005 tarihinde kabul edilerek 18.11.2005 tarihli ve 25997 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 7/1. maddesine göre 'Başkanlık, Kurumun görev alanına giren konularla ilgili sayım ve araştırmalarda, istatistik üretimi için gerekli gördüğü her türlü ortamdaki veri ve bilgiyi, tüm istatistikî birimlerden, Başkanlıkça belirlenen şekil, süre ve standartlarda doğrudan isteme yetkisine sahiptir.' Kanun'un 7/2. maddesine göre de 'Başkanlık, gerektiğinde verilen veri veya bilgilerin doğruluğunu araştırmaya, kontrol etmeye, ilgililerden ek bilgi ve belge istemeye, araştırma ve kontroller sonucu düzenlenecek belgelerle gerçek veri ve bilgiyi belirlemeye yetkilidir.' 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 8. maddesine göre 'İstatistikî birimler, ülkenin ekonomi, sosyal, demografi, kültür, çevre, bilim, teknoloji ve ihtiyaç duyulan diğer alanlardaki resmi istatistikleri üretmek üzere, Anayasa'da belirlenen temel haklar ve ödevler çerçevesinde, kendilerinden istenen veri veya bilgileri, Başkanlığın belirleyeceği şekil, süre ve standartlarda eksiksiz ve doğru olarak ücretsiz vermekle yükümlüdür.' 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 54/2. maddesine göre 'Başkanlık veya kurum ve kuruluşlar tarafından program kapsamında istenen bilgileri, geçerli bir mazereti olmaksızın belirlenen şekil ve sürede vermeyen veya eksik veya hatalı verenler, bir kereye mahsus olmak üzere uyarılarak yedi gün içerisinde bilgileri vermeleri veya eksik ve hataları gidermeleri istenir. Bu uyarıya rağmen, bilgileri hiç vermeyen veya talep edildiği hâlde eksikleri gidermeyen ve hataları düzeltmeyen gerçek kişiler veya özel hukuk tüzel kişilerinin organ ve temsilcileri hakkında, fiilin; a) Hanehalkı veya bireylerle yapılan araştırmalarda işlenmesi durumunda beşyüz Yeni Türk Lirası, b) Hane halkı veya bireyler dışında kalan diğer istatistikî birimlerle yapılan araştırmalarda işlenmesi durumunda binbeşyüz Yeni Türk Lirası, c) Sayımlarda işlenmesi durumunda ikibin Yeni Türk Lirası, İdarî para cezası uygulanır.' Toplumsal düzene aykırı görülen eylemlerin idare tarafından men edilmesi, kişilerle idare arasındaki uyuşmazlığın bir tür anlaşmayla Mahkemeye taşınmadan çözümlenmesi idariEsas Sayısı : 2010/12 Karar Sayısı : 2011/135 6 yaptırımlardan beklenen amaçtır. Ancak somut durumda uygulanan yaptırıma ilişkin hüküm Anayasaya aykırıdır. Zira; 18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı 1982 Anayasasının 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri belirtilirken Türkiye Cumhuriyetinin bir 'hukuk Devleti' olduğu vurgulanmıştır. 10. maddeye göre herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. 11. maddeye göre kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. 20. maddeye göre herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. 24. maddeye göre herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. 25. maddeye göre herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Oysa hakkında idari yaptırım kararı uygulanan davacıya Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı Bursa Şube Müdürlüğünce 2009 Hanehalkı Bütçe Anketi yapılırken davacının hanesi Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı personeli tarafından ziyaret edilmiş davacı ile anket yapılmak istenmiş, davacı kendisiyle anket yapılmasını kabul etmemiş, bunun üzerine posta yoluyla anket sorulan davacıya gönderilerek ankete katılarak soruları cevaplaması istenmiş, davacı buna da cevap vermeyince 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 54. maddesine göre hakkında 709,00 TL idari para cezası uygulanmıştır. Türkiye İstatistik Kurumunca 2009 Hanehalkı Bütçe Anketi yapılırken bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ankete katılma zorunluluğu getirilmemiş, yalnızca davacı veya davacıyla beraber sınırlı sayıda kişi/hane seçilmiştir. Bütün vatandaşlara belli konulardaki anket sorularına cevap verme zorunluluğu getirilmediği halde davacıya veya sınırlı sayıda kişiye böyle bir zorunluluk getirilmesi ve buna uymamanın da ciddi bir yaptırıma bağlanması Anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Kaldı ki, bir anket kapsamında bireyleri belli konularda sorulacak sorulara cevap vermeye zorlamak herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu; herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğu ve bu dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı; herkesin düşünce ve kanaat hürriyetine sahip olduğu, her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimsenin düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağına ilişkin yukarıda belirtilen Anayasa hükümlerine aykırıdır. Zaten kanunlar Anayasaya aykırı olamayacağına göre belirtilen sebeplerle Anayasaya aykırı olan söz konusu Kanun hükmünün iptali gerekmektedir. Sonuç ve İstem : Yukarıda açıklanan gerekçe ve nedenlerle; Mahkememizde idari para cezasına itiraz olarak açılan davanın yargılaması sırasında uygulanması gereken 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 54/2. maddesinin Anayasanın 2., 10., 11., 20., 24. ve 25. maddelerine aykırı olması sebebiyle İPTALİNE karar verilmesi arz olunur.'" | 2,585 |
Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 1 "... I HÂKİMİN REDDİ, İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 inci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığına gerekçe oluşturan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik 'meslek ahlakı standartlarını' oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı 'Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri'de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hâkimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır.Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 2 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir. Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimâllerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 3 Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186 18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeye muhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir:Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 4 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.' Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 inci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde sürdürülen güncel siyasi tartışmalar esnasında, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Bu bağlamda, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanların da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partiler olacağında kuşku yoktur. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yok sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde Anamuhalefet Partisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, Anamuhalefet Partisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarakEsas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 5 açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir: 1) 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2) 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası,'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3) 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4) 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını,'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 5) 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır.Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 6 6) 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7)29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi','verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8) 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 inci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, 'idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 inci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9) 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun59 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesiniEsas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 7 ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz.' '' III. GEREKÇELER 1) 26.09.2011 Tarihli ve 660 Sayılı 'Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumunun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümü ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Ekindeki (I) Sayılı Cetvelin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Anayasanın 91 inci maddesinin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, '... çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ...' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli,Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 8 her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun birlikte bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E.1988/62, K.1990/3). Yüksek Mahkeme, 16.10.1993 günlü ve E.1993/26, K.1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'lar, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Nitekim; 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvurulardan, sonuncusu olan 6223 sayılı Yetki Yasası hariç, 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı,24.06.1993 günlü ve 3911 sayılı, 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı,31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı, 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı, 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı, 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Yasaları; Anayasa Mahkemesinin sırasıyla 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı;16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı; 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı; 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı; 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı; 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı; 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27, 20.03.2001 günlü ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı kararları ile iptal edilmiştir. Yüksek Mahkemenin anılan 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında; 'Anayasanın 87 nci maddesine göre, ancak, belli konularda KHK çıkarma yetkisi verilmesi gerekirken dava konusu Yasa'yla her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki verilmiştir. Bakanlar Kurulu, ayrık tutulan iki kurum dışında tüm kamu kurum ve kuruluşlarını yeniden örgütleyebilecek, bunların görev ve yetkilerini yeniden düzenleyebilecek, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ücret, aylık, disiplin ve cezaları ile emeklileri hakkında kanun ve KHK'lerde değişiklik yapabilecek, Devletin gelirleri ve harcamalarına ilişkin tüm mevzuatı 'kamu malî yönetimi' kavramı içinde değerlendirerek yeni kurallar getirebilecektir. Sınırları geniş ve belirsiz konularda düzenleme yapmak üzere Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasanın 87 nci maddesinde belirtilen 'belli konu'larda verilen yetki olarak değerlendirilemez. Öte yandan, yasa, Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen öğeleri de içermemektedir. Yasa'nın 1 inci maddesinde çıkarılacak KHK'lerin 'kapsam' ve konusu içiçe girmiş, kapsamının çok geniş ve sınırsız olması nedeniyle de verilen yetkinin 91 inci maddede öngörülen yasak alana girip girmediğinin denetimi olanaksız hale gelmiştir. Konu ve kapsamdaki bu sınırsızlık ve belirsizlik, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Amaç, konu, ilke ve kapsamla ilgili sınırların belirli olması gerekirken bunlara uyulmadan KHK çıkarma yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur.Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 9 Yasa'nın 2 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin ivedi ve zorunlu hallerde kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarla sınırlandırılması, dava konusu Yetki Yasası'nda olduğu gibi bunun takdirinin Bakanlar Kuruluna bırakılmasıyla değil, amacın, kapsamın ve konunun içeriği yönünden ivedi ve zorunlu olduğunun yasakoyucu tarafından saptanmasıyla olanaklıdır. Niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeler ivedi ve zorunlu olarak nitelendirilemez. Dava konusu Yasa'nın amaç ve kapsamındaki genişlik ve sınırsızlık, verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemektedir. Açıklanan nedenlerle Yetki Yasası'nın 1 inci maddesiyle 2 nci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' denilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta teşkilatlanmaya ilişkin tüm yasa ve yasa gücünde kararnameler kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi,Esas Sayısı : 2011/144 Karar Sayısı : 2013/23 10 yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir. Oysa yetki yasalarının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi hiçbir tartışmaya yol açmayacak açıklıkta belirleyerek Bakanlar Kurulu'na çerçeveyi çizmesi ve niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeleri kapsamaması gerekmektedir. Çünkü, Yetki Yasası'nda Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulu'nun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak, 6223 sayılı Yetki Yasasının, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla geçiştirilerek, her okuyanın değişik şekillerde yorumlamasına açık hale getirilmiştir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Herhangi bir yetki yasasının Anayasaya aykırı olmaması için Anayasadaki öge ve ölçütlere, Anayasa Mahkemesi kararları ile getirilen yorumlara uygun olması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi kararlarda açıklanan gerekçelerin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Tüm bunlara ve kanun hükmünde kararnamenin, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinden sonra 20.09.1971 tarihli ve 1488 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle Anayasanın 64 üncü maddesine girdiğinden bu güne kadarki Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına rağmen; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10. 2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bulunulan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı o | 4,152 |
Esas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ 5.2.2007 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I. OLAY Türk Ceza Kanunu, Kabahatlar Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, Adli Sicil Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu ve Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kuralları Kanununun uygulanmasında ortaya çıkan bazı tereddütlerin giderilmesi ve farklı uygulamaların ortadan kaldırılması yönünde sözü edilen kanunlarda değişiklikler yapan 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun 19.12.2006 tarihli ve 26381 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Kanunda Anayasaya aykırı düşen hükümlere yer verildiğinden bu hükümlerin iptalleri için, yürürlüklerinin de durdurulması istemiyle Yüksek Mahkemenize başvurulması zorunlu görülmüştür. Aşağıda önce, 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun iptali istenen hükümlerine yer verildikten sonra, iptali istenen hükümlerle ilgili olarak Anayasaya aykırılık gerekçeleri açıklanmıştır. II. İPTALİ İSTENEN HÜKÜMLER 1) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 21 inci Maddesinin Değiştirdiği 5271 Sayılı Kanunun 150 nci Maddesinin Üç ve Dört Numaralı Fıkraları 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 21 inci maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 150 nci maddesinin üç ve dört Numaralı fıkraları aynen şöyledir: '(3) Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruş turma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü uygulanır. '(4)Zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususlar, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.' 2) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 22 nci Maddesinin Değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 171 inci Maddesinin (2), (3), (4) ve (5) Numaralı Fıkraları 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 22 nci maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 171 inci maddesinin (2), (3), (4) ve (5) numaralı fıkraları aynen şöyledir: '(2) 253 üncü maddenin ondokuzuncu fıkrası hükümleri saklı kalmak üzere, Cumhuriyet savcısı, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olup, üst sınırı bir yıl veya daha azEsas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 2 süreli hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı, yeterli şüphenin varlığına rağmen, kamu davasının açılmasının beş yıl süreyle ertelenmesine karar verebilir. Suçtan zarar gören, bu karara 173 üncü madde hükümlerine göre itiraz edebilir. (3) Kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilebilmesi için, uzlaşmaya iliş kin hükümler saklı kalmak üzere; a) Şüphelinin daha önce kasıtlı bir suçtan dolayı hapis cezası ile mahkûm olmamış bulunması, b) Yapılan soruşturmanın, kamu davası açılmasının ertelenmesi halinde şüphelinin suç işlemekten çekineceği kanaatini vermesi, c) Kamu davası açılmasının ertelenmesinin, şüpheli ve toplum açısından kamu davası açılmasından daha yararlı olması, d) Suçun işlenmesiyle mağdurun veya kamunun uğradığı zararın, aynen iade, suçtan önceki hale getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi, koşullarının birlikte gerçekleşmesi gerekir. (4) Erteleme süresi içinde kasıtlı bir suç işlenmediği takdirde, kovuşturmaya yer olmadığına karar verilir. Erteleme süresi içinde kasıtlı bir suç işlenmesi halinde kamu davası açılır. Erteleme süresince zamanaşımı işlemez. (5) Kamu davasının açılmasının ertelenmesine ilişkin kararlar, bunlara mahsus bir sis teme kaydedilir. Bu kayıtlar, ancak bir soruşturma veya kovuşturmayla bağlantılı olarak Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme tarafından istenmesi halinde, bu maddede belirtilen amaç için kullanılabilir.'» 3) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 23 üncü Maddesinin Birinci Fıkrasındaki 've hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını' İbaresi ile 5271 Sayılı Kanunun 231 inci Maddesine eklenen (5), (6), (7), (8), (9), (10), (11), (12), (13) ve (14) Numaralı Fıkraları 5271 sayılı Kanunun 231 inci maddesinin başlığını değiştiren ve bu maddeye fıkralar ekleyen 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 23 üncü maddesinin birinci fıkrası aynen şöyledir: '5271 sayılı Kanunun 231 inci maddesinin başlığı 'Hükmün açıklanması ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması' şeklinde değiştirilmiş ve maddeye aşağıdaki fıkralar eklenmiş tir.' İptali istenen, 've hükmün açıklanmasının geri bırakılması' ibaresidir. 23 üncü maddenin 5271 sayılı Kanunun 231 inci maddesine eklediği iptali istenen diğer fıkralar ise aynen şöyledir: '(5) Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, bir yıl veya daha az süreli hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geriEsas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 3 bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade eder. (6) Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesi için; a) Sanığın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamış bulunması, b) Mahkemece, sanığın kişilik özellikleri ile duruşmadaki tutum ve davranışları göz önünde bulundurularak yeniden suç işlemeyeceği hususunda kanaate varılması, c) Suçun işlenmesiyle mağdurun veya kamunun uğradığı zararın, aynen iade, suçtan önceki hale getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi, gerekir. (7) Açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen hükümde, mahkûm olunan hapis cezası ertelenemez ve kısa süreli olması halinde seçenek yaptırımlara çevrilemez. (8) Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının verilmesi halinde sanık, beş yıl süreyle denetim süresine tâbi tutulur. Bu süre içinde bir yıldan fazla olmamak üzere mahkeme nin belirleyeceği süreyle, sanığın denetimli serbestlik tedbiri olarak; a) Bir meslek veya sanat sahibi olmaması halinde, meslek veya sanat sahibi olmasını sağlamak amacıyla bir eğitim programına devam etmesine, b) Bir meslek veya sanat sahibi olması halinde, bir kamu kurumunda veya özel olarak aynı meslek veya sanatı icra eden bir başkasının gözetimi altında ücret karşılığında çalıştırılmasına, c) Belli yerlere gitmekten yasaklanmasına, belli yerlere devam etmek hususunda yü kümlü kılınmasına ya da takdir edilecek başka yükümlülüğü yerine getirmesine, karar verilebilir. Denetim süresi içinde dava zamanaşımı durur. (9) Altıncı fıkranın (c) bendinde belirtilen koşulu derhal yerine getiremediği takdirde; sanık hakkında mağdura veya kamuya verdiği zararı denetim süresince aylık taksitler halinde ödemek suretiyle tamamen gidermesi koşuluyla da hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilebilir. (10) Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği ve denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun davranıldığı takdirde, açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararı verilir. (11) Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlemesi veya denetimli serbestlik tedbi rine ilişkin yükümlülüklere aykırı davranması halinde, mahkeme hükmü açıklar. Ancak mah keme, kendisine yüklenen yükümlülükleri yerine getiremeyen sanığın durumunu değerlendire rek; cezanın yarısına kadar belirleyeceği bir kısmının infaz edilmemesine ya da koşullarının varlığı halinde hükümdeki hapis cezasının ertelenmesine veya seçenek yaptırımlara çevrilme sine karar vererek yeni bir mahkûmiyet hükmü kurabilir.Esas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 4 (12) Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararına itiraz edilebilir.' (13) Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı, bunlara mahsus bir sisteme kaydedilir. Bu kayıtlar, ancak bir soruşturma veya kovuşturmayla bağlantılı olarak Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme tarafından istenmesi halinde, bu maddede belirtilen amaç için kullanılabilir. (14) Bu maddenin hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin hükümleri, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı suçlarla ilgili olarak uygulanabilir.' 4) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 24 üncü Maddesinin Değiştirdiği 5271 Sayılı Kanunun 253 üncü Maddesi 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 24 üncü maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 253 üncü maddesi aynen şöyledir: 'MADDE 253 (1) Aşağıdaki suçlarda, şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar gören ger çek veya özel hukuk tüzel kişisinin uzlaştırılması girişiminde bulunulur: a) Soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı suçlar. b) Şikâyete bağlı olup olmadığına bakılmaksızın, Türk Ceza Kanununda yer alan; 1. Kasten yaralama (üçüncü fıkra hariç, madde 86; madde 88), 2. Taksirle yaralama (madde 89), 3. Konut dokunulmazlığının ihlali (madde 116), 4. Çocuğun kaçırılması ve alıkonulması (madde 234), 5. Ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi veya belgelerin açıklanması (dördüncü fıkra hariç, madde 239), suçları. (2) Soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olanlar hariç olmak üzere; diğer kanunlarda yer alan suçlarla ilgili olarak uzlaştırma yoluna gidilebilmesi için, kanunda açık hüküm bulunması gerekir. (3) Soruşturulması ve kovuşturulması şikayete bağlı olsa bile, etkin pişmanlık hükümlerine yer verilen suçlar ile cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda, uzlaştırma yoluna gidilemez. (4) Soruşturma konusu suçun uzlaşmaya tâbi olması halinde, Cumhuriyet savcısı veya talimatı üzerine adlî kolluk görevlisi, şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar görene uzlaşma tek lifinde bulunur. Şüphelinin, mağdurun veya suçtan zarar görenin reşit olmaması halinde, uzlaş ma teklifi kanunî temsilcilerine yapılır. Cumhuriyet savcısı uzlaşma teklifini açıklamalı tebligat veya istinabe yoluyla da yapabilir. Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar gören, kendisine uzlaşmaEsas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 5 teklifinde bulunulduktan itibaren üç gün içinde kararını bildirmediği takdirde, teklifi reddetmiş sayılır. (5) Uzlaşma teklifinde bulunulması halinde, kişiye uzlaşmanın mahiyeti ve uzlaşmayı kabul veya reddetmesinin hukukî sonuçları anlatılır. (6) Resmî mercilere beyan edilmiş olup da soruşturma dosyasında yer alan adreste bulunmama veya yurt dışında olma ya da başka bir nedenle mağdura, suçtan zarar görene, şüp heliye veya bunların kanunî temsilcisine ulaşılamaması halinde, uzlaştırma yoluna gidilmeksi zin soruşturma sonuçlandırılır. (7) Birden fazla kişinin mağduriyetine veya zarar görmesine sebebiyet veren bir suçtan dolayı uzlaştırma yoluna gidilebilmesi için, mağdur veya suçtan zarar görenlerin hepsinin uzlaşmayı kabul etmesi gerekir. (8) Uzlaşma teklifinde bulunulması veya teklifin kabul edilmesi, soruşturma konusu su ça ilişkin delillerin toplanmasına ve koruma tedbirlerinin uygulanmasına engel değildir. (9) Şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar görenin uzlaşma teklifini kabul etmesi halinde, Cumhuriyet savcısı uzlaştırmayı kendisi gerçekleştirebileceği gibi, uzlaştırmacı olarak avukat görevlendirilmesini barodan isteyebilir veya hukuk öğrenimi görmüş kişiler arasından uzlaştır macı görevlendirebilir. (10) Bu Kanunda belirlenen hâkimin davaya bakamayacağı haller ile reddi sebepleri, uzlaştırmacı görevlendirilmesi ile ilgili olarak göz önünde bulundurulur. (11) Görevlendirilen uzlaştırmacıya soruşturma dosyasında yer alan ve Cumhuriyet savcısınca uygun görülen belgelerin birer örneği verilir. Cumhuriyet savcısı uzlaştırmacıya, so ruşturmanın gizliliği ilkesine uygun davranmakla yükümlü olduğunu hatırlatır. (12) Uzlaştırmacı, dosya içindeki belgelerin birer örneği kendisine verildikten itibaren en geç otuz gün içinde uzlaştırma işlemlerini sonuçlandırır. Cumhuriyet savcısı bu süreyi en çok yirmi gün daha uzatabilir. (13) Uzlaştırma müzakereleri gizli olarak yürütülür. Uzlaştırma müzakerelerine şüpheli, mağdur, suçtan zarar gören, kanunî temsilci, müdafi ve vekil katılabilir. Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar görenin kendisi veya kanunî temsilcisi ya da vekilinin müzakerelere katılmaktan imtina etmesi halinde, uzlaşmayı kabul etmemiş sayılır. (14) Uzlaştırmacı, müzakereler sırasında izlenmesi gereken yöntemle ilgili olarak Cumhuriyet savcısıyla görüşebilir; Cumhuriyet savcısı, uzlaştırmacıya talimat verebilir. (15) Uzlaşma müzakereleri sonunda uzlaştırmacı, bir rapor hazırlayarak kendisine veri len belge örnekleriyle birlikte Cumhuriyet savcısına verir. Uzlaşmanın gerçekleşmesi halinde, tarafların imzalarını da içeren raporda, ne suretle uzlaşıldığı ayrıntılı olarak açıklanır. (16) Uzlaşma teklifinin reddedilmesine rağmen, şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar gören uzlaştıklarını gösteren belge ile en geç iddianamenin düzenlendiği tarihe kadar Cumhuri yet savcısına başvurarak uzlaştıklarını beyan edebilirler.Esas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 6 (17) Cumhuriyet savcısı, uzlaşmanın, tarafların özgür iradelerine dayandığını ve edimin hukuka uygun olduğunu belirlerse raporu veya belgeyi mühür ve imza altına alarak soruşturma dosyasında muhafaza eder. (18) Uzlaştırmanın sonuçsuz kalması halinde tekrar uzlaştırma yoluna gidilemez. (19) Uzlaşma sonucunda şüphelinin edimini def'aten yerine getirmesi halinde, hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilir. Edimin yerine getirilmesinin ileri tarihe bırakılması, takside bağlanması veya süreklilik arzetmesi halinde, 171 inci maddedeki şartlar aranmaksızın, şüpheli hakkında kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararı verilir. Erteleme süresince za manaşımı işlemez. Kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararından sonra, uzlaşmanın ge reklerinin yerine getirilmemesi halinde, 171 inci maddenin dördüncü fıkrasındaki şart aranmak sızın, kamu davası açılır. Uzlaşmanın sağlanması halinde, soruşturma konusu suç nedeniyle tazminat davası açılamaz; açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır. Şüphelinin, edimini ye rine getirmemesi halinde uzlaşma raporu veya belgesi, 09.06.1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 38 inci maddesinde yazılı ilam mahiyetini haiz belgelerden sayılır. (20) Uzlaştırma müzakereleri sırasında yapılan açıklamalar, herhangi bir soruşturma ve kovuşturmada ya da davada delil olarak kullanılamaz. (21) Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar görenden birine ilk uzlaşma teklifinde bulunulduğu tarihten itibaren, uzlaştırma girişiminin sonuçsuz kaldığı ve en geç, uzlaştırmacının raporunu düzenleyerek Cumhuriyet savcısına verdiği tarihe kadar dava zamanaşımı ile kovuşturma koşulu olan dava süresi işlemez. (22) Uzlaştırmacıya Cumhuriyet savcısı tarafından çalışma ve masraflarıyla orantılı bir ücret takdir edilerek ödenir. Uzlaştırmacı ücreti ve diğer uzlaştırma giderleri, yargılama giderle rinden sayılır. Uzlaşmanın gerçekleşmesi halinde bu giderler Devlet Hazinesi tarafından karşı lanır. (23) Uzlaşma sonucunda verilecek kararlarla ilgili olarak bu Kanunda öngörülen kanun yollarına başvurulabilir. (24) Uzlaştırmanın uygulanmasına ilişkin hususlar, yönetmelikle düzenlenir.' 5) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 25 inci Maddesinin Değiştirdiği 5271 Sayılı Kanunun 254 üncü Maddesi 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 25 inci maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 254 üncü maddesi aynen şöyledir: '5271 sayılı Kanunun 254 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 'MADDE 254 (1) Kamu davası açıldıktan sonra kovuşturma konusu suçun uzlaşma kapsamında olduğunun anlaşılması halinde, uzlaştırma işlemleri 253 üncü maddede belirtilen esas ve usûle göre, mahkeme tarafından yapılır.Esas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 7 (2) Uzlaşma gerçekleştiği takdirde, mahkeme, uzlaşma sonucunda sanığın edimi ni def'aten yerine getirmesi halinde, davanın düşmesine karar verir. Edimin yerine getirilmesi nin ileri tarihe bırakılması, takside bağlanması veya süreklilik arzetmesi halinde; sanık hakkın da, 231 inci maddedeki şartlar aranmaksızın, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilir. Geri bırakma süresince zamanaşımı işlemez. Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildikten sonra, uzlaşmanın gereklerinin yerine getirilmemesi halinde, mahkeme tara fından, 231 inci maddenin onbirinci fıkrasındaki şartlar aranmaksızın, hüküm açıklanır.' 6) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 30 uncu Maddesinin Kenar Başlığı ile Birlikte Değiştirdiği 5230 Sayılı Kanunun 13 üncü Maddesi 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 30 uncu maddesinin kenar başlığı ile birlikte değiştirdiği 5230 sayılı Kanunun 13 üncü maddesi aynen şöyledir: 'Müdafi ve vekil ücreti MADDE 13 (1) Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile, avukatlık ücret tarifesinden ayrık olarak, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınarak Adalet ve Maliye bakanlıkları tarafından birlikte tespit edilecek ücret, Adalet Bakanlığı bütçesinde bu amaçla yer alan ödenekten ödenir. Bu ücret, yargılama giderlerinden sayılır. (2) Bu madde uyarınca yapılacak ödeme ve uygulamaya ilişkin usûl ve esaslar Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınmak suretiyle Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.' III. GEREKÇE 1) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 21 inci Maddesinin Değiştirdiği 5271 Sayılı Kanunun 150 nci Maddesinin Üç ve Dört Numaralı Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 21 inci maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 150 nci maddesinin üçüncü fıkrasında, alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruş turma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmünün uygulanacağı; dördüncü fıkrasında da, zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususların, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak yö netmelikle düzenleneceği öngörülmüştür. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 150/3 üncü maddesindeki istem aranmaksızın müdafi görevlendirilmesi gerektiren (zorunlu müdafilik) suçların alt sınırını beş yıldan fazla suçlar olarak sınırlayan düzenleme, kişinin Anayasanın 36 ncı maddesinde belirtilen savunma hakkını Anayasanın 13 üncü maddesinde ifade edilen ilkelere aykırı olarak ölçüsüzce ve özünden zedelemekte ve bu nedenle Anayasanın 13 üncü ve 36 ncı maddelerine aykırı düşmektedir. Zorunlu müdafilikle ilgili hususların düzenlenmesi yetkisini Türkiye Barolar birliğinden alan (4) numaralı fıkra ise savunma ve adil yargılanma hakkını yürütmeninEsas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 8 denetimi, diğer bir anlatımla vesayeti altına sokmaktadır. Bu durum hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı,eşitlik ve ölçülülük ilkeleriyle bağdaşmadığından aşağıda (2) ve (6) numaralı başlık altında etraflıca belirtilen nedenlerle Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 11 inci ve 36 ncı maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 2) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 22 nci Maddesinin Değiştirdiği 5271 Sayılı Kanunun 171 inci Maddesinin (2), (3), (4) ve (5) Numaralı Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 22 nci maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 171 inci maddesinin iptali istenen (2), (3), (4) ve (5) numaralı fıkraları ile; Ceza Yargılaması Hukukumuza 'kamu davasının açılmasının ertelenmesi' adı altında yeni bir müessese getirilmiştir. 5560 sayılı Kanunun 22 nci maddesi ile yapılan düzenlemeye göre; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun yine 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Kanunun iptali istenen 24 üncü maddesi ile değiştirilen 253 üncü maddesinin ondokuzuncu fıkrası hükümleri saklı kalmak üzere, Cumhuriyet savcısının, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olup, üst sınırı bir yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı, yeterli şüphenin varlığına rağmen, kamu davasının açılmasının beş yıl süreyle ertelenmesine karar verebilmesi öngörülmüştür. Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu; 13 üncü maddesinde de temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği öngörülmüştür. İptali istenen kural ile yapılan düzenleme, Anayasa md. 36'da ifade edilen 'hak arama hürriyeti' ni ölçüsüzce sınırlandıran ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi md. 6'da güvence altına alınan adil yargılanma hakkına açıkça aykırı düşen ve dolayısıyla Anayasanın 90 ıncımaddesiyle de bağdaşmayan bir düzenlemedir. Değişiklikten önceki hükümlere göre, kuvvetli delil ve şüphe bulunduğunda kamu davasının açılması zorunluyken, yeni getirilen sistemle yeterli şüphenin varlığına rağmen, diğer bir anlatımla değişiklikten önceki koşullar gerçekleşmiş olsa bile kamu davasının açılması ertelenebilecektir. 04.12.2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun yürürlüğe konulmasına ve uygulanmasına ilişkin esas ve usulleri belirleyen 23.03.2005 tarih ve 5230 tarihli Kanunun 9 uncu maddesi ile 'şahsi dava' açma hakkı kaldırılmış, özel kanunlarda öngörülen şahsi davaların kamu davasına dönüşeceği halen şahsi dava usulüne göre yürütülen davaların da kamu davası olarak sürdürüleceği şahsi davacıların, katılan sıfatını alacağı öngörülmüştür. Bu durumda, iptali istenen söz konusu ikinci fıkra ile yapılan düzenlemeye göre; Cumhuriyet sav cısının, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olup, üst sınırı bir yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı, yeterli şüphenin varlığına rağmen, kamu davasının açılmasının beş yıl süreyle ertelenmesine karar vermesi halinde bu hüküm kapsamına giren suçtan zarar görenlerin haklarını aramaları için başka hiçbir yol kalmayacaktır. Suçtan zarar görenin, Yasanın 173 üncü maddesine göre itiraz hakkını kullanması da sonucu değiştirmeyecektir. Zira, yine iptali istenen üçüncü fıkrada belirtilen erteleme koşullarının bulunması halinde yeterli şüphenin varlığına rağmen, kamu davasının açılması ertelenebilecektir.Esas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 9 Böyle bir durumun ise Anayasanın 36 ncı maddesinde ifade edilen hak arama özgürlüğü ile bağdaşmayacağı ve hak arama özgürlüğünü Anayasanın 13 üncü maddesinde belirtilen ilkelere aykırı olarak ölçüsüzce ve özünden zedeleyerek sınırlandırmak anlamına geleceği açıktır. Diğer taraftan hapis cezası, kamu davasının açılması sonucunda mahkemece uygulanan bir yaptırımdır ve suçun işlenmesinde önleyicilik ve caydırıcılık ögelerini taşır. Anayasa Mahkemesinin 15.08.1995 gün ve Esas No: 1995/21, Karar No: 1995/36 sayılı kararına karşı kullanılan karşı oy yazısında, '... Cezanın amacı, suçları önlemektir. Cezanın önleyici etkisini sağlayabilmesi, kişilerin suç işlerse ne gibi ceza yaptırımı ile karşılanabileceğini önceden bilmeleri ile olanaklıdır.' denilmiştir. Ancak bunun sağlanması için suç ve cezanın yasada açıkça belirlenmesi yeterli olmayıp, bir suç işlendiğinde karşılığı olan cezanın uygulanacağının da bilinmesi gerekir. İptali istenen kural ise, böyle bir gerekliliği karşılamayacağı için madde kapsamındaki suçların yaptırımlarının caydırıcı bir nitelik taşımamasına yol açacaktır. Bunun ise, hak arama özgürlüğünün özünden zedelenmesinin yanısıra, hukuk devleti adı verilen yönetim biçiminin gerçekleşmesini olanaksızlaştırılması gibi sonuçlara neden olacağı açıktır. Bu nedenlerle 5560 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 171 inci maddesinin iptali istenen ikinci fıkrası, Anayasanın 2 nci, 13 üncü ve 36 ncı maddelerine aykırıdır. Öte yandan iptali istenen bu kural, Anayasanın 10 uncu maddesinde ifade edilen 'eşitlik ilkesi' ile de bağdaşmamaktadır. Anayasanın 10 uncu maddesine göre, herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Bu madde ile amaçlanan, mutlak değil hukuksal eşitliktir. 'Yasa önünde eşitlik' ilkesi, yasalar karşısında herkesin eşit olmasını, ayırım yapılmamasını, kimseye ayrıcalık tanınmamasını gerektirir. Durumlarındaki farklılıklar, kimi kişi ve toplulukların değişik kurallara bağlı tutulmasına neden olabilirse de, farklılık özelliklere dayandığı için, bu tür düzenlemeler eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Oysa iptali istenen kural; 'suçtan zarar gören' ve sanık sıfatıyla aynı hukuki durumda olanları takip usulüne ve cezanın üst sınırına göre farklı hükümlere tâbi tutmuştur ve bu farklı uygulamayı haklı kılacak bir neden de yoktur. Bu nedenle söz konusu kural; suçtan zarar görenlere ve sanıklara erteleme kararı verilip verilmemesi farklı hak ve yükümlülükler getirdiği, aynı hukuki durumdaki kimseler arasında ayırım yapılmasına imkan verdiği için, Anayasanın kanun önünde eşitlik ilkesini düzenleyen 10 uncu maddesine aykırıdır. Anayasanın 5 inci maddesi, Devletin temel amaç ve görevlerini belirlerken, Devlete, kişilerin refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyalEsas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 10 hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insana maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak görevini vermiştir. Bu maddenin gerekçesinde de ''Devlet aynı zamanda milletin huzurunu sağlamak ve fertleri mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür.' ifadesine yer verilmiştir. O halde, Devlet, toplumsal barışı, kamu düzenini, bireylerin güven ve huzurunu sağlayacak; kimi durumlarda bu yükümlülüğünü alacağı ceza önlemleri ile yerine getirmeye çalışacaktır. 'Yeterli şüphenin varlığına rağmen', kamu davasının açılmasının ertelenmesi halinde ise yaptırımların etkinliği kalmaz, suç işlenmesine özendirici bir etki yaratılır. Bunun yanı sıra suçtan zarar görenler korunamadığı gibi suçlu suçsuza karşı daha güvenceli ve ayrıcalıklı bir konuma girer. Böyle bir durumu ise kamu yararı ve hukuk devleti anlayışının yanı sıra, Anayasanın 5 inci maddesinde Devlete verilen görevlerle de bağdaştırmak mümkün değildir. Bu nedenle, iptali istenen kural Anayasanın 2 nci ve 5 inci maddelerine de aykırıdır. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 11 inci ve 36 ncı maddelerine aykırı olan (2) numaralı fıkranın iptali gerekmektedir. 5271 sayılı Kanunun 171 inci maddesini değiştiren 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 22 nci maddesinin değiştirdiği 5271 sayılı Kanunun 171 inci maddesinin iki numaralı fıkrası ile üç, dört ve beş numaralı fıkraları arasında uygulama bakımından ayrılmaz bir beraberlik vardır. Bu nedenle bu fıkraların da (2) numaralı fıkra için belirtilen gerekçelerle iptal edilmesi gerekmektedir. 3) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 23 üncü Maddesinin Birinci Fıkrasındaki 've hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını' İbaresi ile 5271 Sayılı Kanunun 231 inci Maddesine eklediği (5), (6), (7), (8), (9), (10), (11), (12), (13) ve (14) Numaralı Fıkraların Anayasaya Aykırılığı İptali istenen kurallar ile yapılan düzenlemelerle; sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza 1 yıl veya daha az süreli hapis veya adli para cezasıysa, mahkemece hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verebileceği, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının kurulan hükmün sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade edeceği ve bu durumda sanığın 5 yıl denetim süresine tabi tutulacağı, denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği takdirde hüküm ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararı verileceği esasları getirilmiştir. 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 23 üncü Maddesi ile 5271 sayılı Kanunun 231 inci Maddesine eklenen iptali istenen beşinci fıkrada, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının kurulan hükmün sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade edeceği belirtilmiştir. Bunun anlamı, hükmolunan ceza 1 yıl veya daha az süreli hapis veya adli para cezası ise suçlu hakkında bu cezanın uygulanmayacağıdır. Böyle bir hükmün ise, yukarıda (1) numaralı başlık altında etraflıca açıklanan nedenlerle hak arama hürriyetini özünden zedelediğinden Anayasanın 13 üncü veEsas Sayısı: 2007/14 Karar Sayısı : 2009/48 11 36 ncı maddelerine; eşitlik ilkesine aykırı olduğundan Anayasanın 10 uncu maddesine; toplum barışını, bireylerin güven ve huzurunu sağlamadığından ve kamu yararına dayanmadığından Anayasanın 2 nci ve 5 inci maddelerine; Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmadığından Anayasanın 11 inci maddesine aykırı düştüğü açıktır. Bu nedenle söz konusu beşinci fıkranın iptali gerekmektedir. 5560 sayılı Kanunun 23 üncü maddesinin 5271 sayılı Kanunun 231 inci maddesine eklediği beşinci fıkra ile, yine 231 inci maddeye eklediği (6), (7), (8), (9), (10), (11), (12), (13) ve (14) numaralı fıkralar ve 23 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan 've hükmün açıklanmasının geri bırakılması' ibaresi arasında uygulama bakımından ayrılamaz bir beraberlik olduğu için, beşinci fıkra için söz konusu olan Anayasaya aykırılık nedenleri, bu fıkralar açısından da geçerlik kazanmakta; bu nedenle de iptal edilmeleri gerekmektedir. 4) 06.12.2006 Tarih ve 5560 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanununun 24 üncü Maddesinin Değiştirdiği 5271 Sayılı Kanunun 253 üncü Maddesinin Anayasaya Aykırılığı İptali istenen 253 üncü madde ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 'uzlaşma' başlığını taşıyan 253 üncü maddesinde değişiklik yapılmakta; TCK'daki uzlaşma ile ilgili hükümler çıkarılarak uzlaşma kurumu Ceza Muhakemesi Kanunu içinde düzenlenmekte; soruşturulması ve kovuşturulması şikayete bağlı suçlar ile şikayete bağlı olup olmadığına bakılmaksızın aile içi şiddet hariç TCK'nın 'kasten yaralama', 'taksirle yaralama', 'konut dokunulmazlığının ihlali', 'çocuğun kaçırılması ve alıkonulması', 'ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi veya belgelerin açıklanması' suçları uzlaşma kapsamına alınmaktadır. 253 üncü maddenin ondokuzuncu fıkrasında 'Uzlaşma sonucunda şüphelinin edimi ni def'aten yerine getirmesi halinde, hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilir. Edimin yerine getirilmesinin ileri tarihe bırakılması, takside bağlanması veya süreklilik arzetmesi ha linde, 171 inci maddedeki şartlar aranmaksızın, şüpheli hakkında kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararı verilir.' hükmüne yer verilmiştir. Bu hükümden de anlaşılacağı üzere, uzlaşma müessesi de, kamu davasının açılmaması, başka bir anlatımla ceza yaptırımının uygulanmaması sonucunu doğurmaktadır. Bu durumda yukarıda (1) numaralı başlık altında etraflıca açıkladığımız nedenlerle iptali istediğimiz bu kural da, Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 11 inci ve 36 ncı maddelerine aykırı düşmektedir. İptali istenen bu düzenleme ile getirilen uzlaşma müessesesinin parası olana suçu satın alma olanağını verdiği de yadsınamaz. Böyle bir durumu hukuk devletinin gerekleriyle bağdaş tırma olanağı yoktur. Zengin ve fakir arasında kanunun uygulanmasında farklılık yaratmak, parası olana kimi ceza kanunu maddelerini uygulamamak, toplumsal barışı bozucu nitelikte olduğundan yasaların kamu yararına dayanması ilkesi ile de bağdaşmaz ve dolayısıyla bu nedenle de Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesine ters düşer. Öte yandan bu maddenin yirmiikinci fıkrasının son cümlesinde, uzlaşmanın gerçekleş mesi halinde, bu giderlerin Devlet Hazinesi tarafından karşılanacağı öngörülmüş, ancak uzlaşmanın gerçekleşmemesi halinde söz konusu giderlerin ne şekilde karşılanacağı bu maddede belirtilmemiştir. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda be | 4,184 |
Esas Sayısı:1978/42 Karar Sayısı:1978/56 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Danıştay 12. Dairesinin gerekçesi : ".......... tarafından Maliye Bakanlığına karşı açılan, müvekkiline sağlanan nakti ve aynî menfaatların yıllık miktarların onikide birinin gayri safi miktarının 20.000 lirayı aşan kısmın 6183 sayılı Yasa hükümlerine göre ve 1975 yılı Bütçe kanununun 35/B maddesi uyarınca geri istemesi yolundaki işlemin iptali isteği ile açılan dava yürütmenin durdurulması isteği ile incelendi : Davacı toplu sözleşme ile çalışmakta olduğu Türk Hava Yollarının dava konusu işleme dayanak olan 1975 yılı Bütçe Kanununun 35 B bendi kapsamında olmadığını ileri sürmekte ise de 6623 sayılı Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığı Kanununun 4. maddesi uyarınca Hazine tarafından karşılanan hisse senetlerinin %90,2 sinin halen Hazineye, % 1.67 sinin PTT ye ve % 0. 17 sinin TCDD ye ait olması karşısında bir kamu iktisadi teşebbüsü olduğu saptanan Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığının anılan madde kapsamında olduğunu kabul zorunluğu bulunmaktadır. 1975 yılı Bütçe Kanununun 35/B bendi "genel bütçe dahil daireler, katma bütçeli idareler, döner sermayeli kuruluşlar, belediyeler, özel idareler, kamu iktisadi teşebbüslerinde (sermayenin yarısından fazlası yukarıda sayılan kuruluşlara ait olanlar dahil) özel ve toplu sözleşmelerle istihdam olunan personele ödenecek ücretler ile sağlanan nakdi ve ayni menfaatların yıllık tutarının onikide birinin gayri safi miktarı 20.000 lirayı geçemez. Ayni menfaatlar, sözleşmeler itibariye, Maliye Bakanlığınca görevlendirilecek üç kişilik bir kurul tarafından değerlendirilir. Limiti aşan sözleşmelerin yeniden düzenlenmesi mümkün olmadığı takdirde, limiti aşan kısım gelir bütçesinde açılacak özel bir tertibe gelir kaydolunmak üzere Hazineye yatırılır. Bu madde hükümlerine uyulmaması halinde 6183 sayılı Kanun hükümlerine göre takibat yapılır." şeklindedir. Davacı değinilen bendin Anayasanın 64, 92, 93, 94 ve 126. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürerek iptali için Anayasa Mahkemesine gönderilmesini istemiş olduğundan Anayasanın 151. maddesi gereğince işin gereği görüşüldü. Anayasa'nın değişik 64. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisinin (Kanun koymak değiştirmek ve kaldırmak) işi ile (Devletin bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek) işlerini ayrı ayrı belirtmiştir. Bütçe Kanununu öteki kanunlardan ayrı tutan Anayasa ilkesi karşısında 1975 Bütçe Kanununun 35/B maddesinin ayrı bir kanun hükmüne konu olabileceği kuşkusuz olduğundan maddenin, Anayasa'nın 64. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmaktadır. Yine Anayasa'nın 92, 93 ve 94 maddeleri kanunların görüşülmesi ve kabulü ile bütçenin görüşülmesi ve kabulü arasında gerek meclislerin görüşme sıraları ve gerekse Cumhurbaşkanı'nın yayın görevi yönünden farklı bir uygulama göstermektedir. Bu nedenle kanun ile düzenlenecek bir hususun Bütçe Kanunu ile düzenlenmesi de 1975 yılı Bütçe Kanununun 35/B maddesinin Anayasaya aykırı olduğu sonucunu doğurmaktadır.Esas Sayısı:1978/42 Karar Sayısı:1978/56 2 Anayasa'nın 126. maddesinin 3. fıkrasının son cümlesinde "Bütçe kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz." hükmü yer almıştır. Bütçe ile hükümler ile malî hükümleri birbirinden ayrı tutmak gerekmektedir. Aksi hal bir kanun konusu olabilecek gider ve gelir ile ilgili hükümlerin bütçe kanununda yer alması sonucunu doğurabilecektir. Oysa 126. maddedeki kuralın tek amacının Bütçe Kanunlarını kendi yapısına yabancı hükümlerden ayıklamak, gerçek anlamda bütçe kavramı dışında kalan konulara Bütçe Kanunlarında yer vermemek olduğu kuşkusuzdur. Nitekim 1976 yılı Bütçe Kanununun aynı nitelikteki 12. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu iddiası incelendikten sonra Anayasa Mahkemesinin E. 1976/34, K. 1976/52 ve 9/12/1976 günlü kararında da aynı görüş kabul edilmiştir. Yukarıda belirtilen nedenlerle 1975 yılı Bütçe Kanununun 35. maddesinin B bendinin, Anayasa'nın 64, 92, 93, 94, ve 126. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, Anayasa'nın 151. maddesi uyarınca dosyadaki dava dilekçesi ve savunma dilekçesinin bir örneğinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesince bu konuda bir karar verilinceye kadar bakılan davanın bekletilmesine 25/4/1978 gününde oybirliğiyle karar verildi." biçimindedir." | 560 |
Esas Sayısı : 2019/27 Karar Sayısı : 2019/56 1 İptali İstenilen Kanun Hükmü : İşlemlerin tesis edildiği tarihte yürürlükte olan hâliyle, 5393 sayılı Belediye Kanununun Belediyenin görev ve sorumlulukları başlıklı 14. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan, Belediye, mahallî müşterek nitelikte olmak şartıyla; imar, su ve kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı; coğrafî ve kent bilgi sistemleri; çevre ve çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans; şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut; kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik ve spor; sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma; ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırır. kuralındaki yaptırılır ibaresinin itfaiye hizmeti yönünden Anayasanın 128. maddesinin birinci fıkrasına aykırı olduğu görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvurulmaktadır. İptali İstenilen Kanun Hükmünün Anayasaya Aykırılığının Değerlendirilmesi : Anayasanın 128. maddesinin birinci fıkrasında, Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. kuralına yer verilmiştir. Bu kural uyarınca, fıkrada belirtilen nitelikteki görevlerin, memurlar veya diğer kamu görevlileri dışındaki kimseler tarafından yürütülmesi mümkün değildir. 5393 sayılı Kanunun Belediye teşkilâtı başlıklı 48. maddesinde, Belediye teşkilâtı, norm kadroya uygun olarak yazı işleri, malî hizmetler, fen işleri ve zabıta birimlerinden oluşur. Beldenin nüfusu, fizikî ve coğrafî yapısı, ekonomik, sosyal ve kültürel özellikleri ile gelişme potansiyeli dikkate alınarak, norm kadro ilke ve standartlarına uygun olarak gerektiğinde sağlık, itfaiye, imar, insan kaynakları, hukuk işleri ve ihtiyaca göre diğer birimler oluşturulabilir. Bu birimlerin kurulması kaldırılması veya birleştirilmesi belediye meclisinin kararıyla olur. düzenlemesi yer almaktadır. Aynı Kanunun Norm kadro ve personel istihdamı başlıklı 49. maddesinin üçüncü fıkrasında, belediye ve bağlı kuruluşlarında, norm kadroya uygun olarak çevre, sağlık, veterinerlik, teknik, hukuk, ekonomi, bilişim ve iletişim, plânlama, araştırma ve geliştirme, eğitim ve danışmanlık alanlarında avukat, mimar, mühendis, şehir ve bölge plâncısı, çözümleyici ve programcı, tabip, uzman tabip, ebe, hemşire, veteriner, kimyager, teknisyen ve tekniker gibi uzman ve teknik personelin yıllık sözleşme ile çalıştırılabileceği; İtfaiye başlıklı 52. maddesinde, itfaiye teşkilâtının çalışma usûl ve esaslarının, çalışanların görev ve yetkilerinin, memurluğa alınması için taşımaları gereken niteliklerin, alacakları meslek içi eğitimin, görevde yükselmenin, meslekten çıkarılmanın, giyecekleri kıyafetin ve savunma amaçlı olarak kullanacakları aletler ile itfaiye teşkilâtında hizmet gereklerine göre oluşturulacak birimlerin, İçişleri Bakanlığının görüşü alınarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği, belediyenin bu yönetmeliğe aykırı olmamak üzere ek düzenlemeler yapabileceği, itfaiye hizmetlerinin kesintisiz olarak yürütüleceği, itfaiye personelinin çalışma süresi ve saatlerinin 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda belirtilen çalışma süre ve saatlerine bağlı olmaksızın, hizmetin aksatılmadan yürütülmesini sağlayacak şekilde düzenleneceği, belediye itfaiye teşkilâtında fiilen çalışanlara fazla mesai ücreti MerkeziEsas Sayısı : 2019/27 Karar Sayısı : 2019/56 2 Bütçe Kanununda belirlenen üst sınırı aşmamak kaydıyla belediye meclisi kararı ile, tespit edilen maktu tutarın ödeneceği kurala bağlanmıştır. İtfaiye hizmetinin idarenin doğrudan kamu güvenliğini sağlamak adına yerine getirilmesi gereken hizmetlerden olması sebebiyle asli bir kamu hizmeti olduğu ve bu hizmette devamlılık arz etmesi ve düzenli bir şekilde gerçekleştirilmesinden dolayı sürekli bir kamu hizmeti olduğu sonucuna varılmıştır. Bu kapsamda, anılan yasal düzenlemeler karşısında, yangınların ve olası bir yangın anında can ve mal kaybının en aza indirilmesi ve yangın anında ortaya çıkabilecek riskleri ortadan kaldırmak amacıyla kamu güvenliğinin söz konusu olduğu itfaiye hizmetinin, idarenin asli ve sürekli etkinlikleri içinde yer aldığı ve bu konuda yapılacak faaliyetlerin özel bir meslek bilgisini ve uzmanlığı gerektiren tecrübeli personel tarafından yerine getirilmesi zorunluluk arz ettiğinden dolayı ancak memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Kaldı ki, itfaiye hizmetine ilişkin 5393 sayılı Kanunun 52. maddesi ile Belediye İtfaiye Yönetmeliğinde itfaiye teşkilâtının kuruluş, görev, yetki ve sorumluluklarının, itfaiye memurlarının niteliklerinin, görevde yükselme ve mesleki eğitimlerinin, kıyafetlerinin, kullanacakları araç, teçhizat ve malzeme ile denetim usul ve esaslarının düzenlendiği, anılan Kanunun 49. maddesinde ise hangi çalışma alanlarındaki personelin sözleşme ile istihdam edileceğinin açıkça belirtildiği ve sayılan unvan grupları arasında itfaiye personelinin bulunmadığı görülmektedir. Buna itibarla, itfaiye hizmetinin genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken asli ve sürekli kamu hizmeti olduğu anlaşıldığından, dava konusu işlemlerin dayanağını oluşturan 5393 sayılı Belediye Kanununun 14. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan kuraldaki yaptırır ibaresinin itfaiye hizmeti yönünden Anayasanın 128. maddesinin birinci fıkrasına aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görürse ilgili kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabileceğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 5393 sayılı Belediye Kanununun 14. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan kuraldaki, yaptırır ibaresinin itfaiye hizmeti yönünden Anayasanın 128. maddesinin birinci fıkrasına aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle bu ibarenin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, iptali İstenen ibarenin Anayasanın hangi maddesine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLİĞINA GÖNDERİLMESİNE, 14/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 801 |
Esas Sayısı : 2016/35 Karar Sayısı : 2016/31 1 İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğünde sözleşmeli statüde hukuk müşaviri olarak görev yapan davacı tarafından, 1.6.2012 tarihli ve 28310 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 29.5.2012 tarihli ve 2012/1 sayılı Kamu Hakem Kurulu kararı dikkate alınarak hazırlanan Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğünün 28.6.2012 tarih ve 5 Sıra Nolu Mahalli İdare Sözleşmeli Personeli Ücret Tavanları konulu Genelgesinin ekinde yer alan 3 sayılı Cetvelin Hukuk Müşaviri unvanı için hizmet yılı altında yer alan (a) 13 yıl ve daha fazla olanlar, (b) 0 12 (dahil) yılları arasında olanlar ile hukuk müşaviri unvanı için oran bölümünde yer alan 130 ibarelerinin iptali istemiyle Maliye Bakanlığına karşı açılan dava dosyası, Danıştay Onbirinci Dairesince incelenerek işin gereği görüşüldü: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının, 152. maddesinde yer alan, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakacağı kuralı uyarınca, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek 9. maddesinin 9. fıkrasında yer alan çeşitli statülerde istihdam edilen sözleşmeli personele, ibaresi, 5393 sayılı Belediye Kanunun 49. maddesi uyarınca çalışan sözleşmeli personel açısından Anayasaya aykırı bulunarak dava dosyası incelendi: 5393 sayılı Belediye Kanununun 49. maddesinin 3. fıkrasında; Belediye ve bağlı kuruluşlarında, norm kadroya uygun olarak çevre, sağlık, veterinerlik, teknik, hukuk, ekonomi, bilişim ve iletişim, plânlama, araştırma ve geliştirme, eğitim ve danışmanlık alanlarında avukat, mimar, mühendis, şehir ve bölge plâncısı, çözümleyici ve programcı, tabip, uzman tabip, ebe, hemşire, veteriner, kimyager, teknisyen ve tekniker gibi uzman ve teknik personel yıllık sözleşme ile çalıştırılabilir. Sözleşmeli personel eliyle yürütülen hizmetlere ilişkin boş kadrolara ayrıca atama yapılamaz. Bu personelin, yürütecekleri hizmetler için ihdas edilmiş kadro unvanının gerektirdiği nitelikleri taşımaları şarttır. Bu fıkra uyarınca sözleşmeli olarak istihdam edileceklere ödenecek net ücret, söz konusu kadro unvanı için birinci derecenin birinci kademesi esas alınmak suretiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa göre tespit edilecek her türlü ödemeler toplamının net tutarının yüzde 25 fazlasını geçmemek üzere belediye meclisi kararıyla belirlenir. Genel hükümlere göre birinci dereceden kadro ihdas edilemeyen kadro unvanları için ise o kadro unvanından ihdası yapılmış en yüksek kadro derecesinin birinci kademesi esas alınır ve yapılacak ödemenin azami tutarı yukarıda belirtilen usûle göre tespit olunur. Bu fıkra hükümlerine göre çalıştırılacak personel için İçişleri Bakanlığı unvanlar itibarıyla sınırlama getirebilir. kuralına yer verilmiştir. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek 9. maddesinin 9. fıkrasında; Kadro karşılığı sözleşmeli personel ile 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (II) sayılı Cetvele dahil pozisyonlarda istihdam edilen sözleşmeli personel hariç olmak üzere, çeşitli statülerde istihdam edilen sözleşmeli personele, çalıştıkları birim ve bulundukları pozisyon unvanı itibarıyla aynı veya benzer unvanlı memur kadrosunda çalışan, hizmet yılı ve öğrenim durumu aynı olan emsali personel için belirlenmiş olan ek ödeme oranını aşmamak üzere, statüleri ile mali haklar kapsamında yapılan her türlü ödemeler dahil almakta oldukları toplam ödeme tutarları gibi kriterler birlikte veya ayrı ayrı dikkate alınarak bu madde hükümleri çerçevesinde ek ödeme yapılıp yapılmayacağını, yapılacak ek ödeme oranını sözleşme ücreti ile ilişkilendirilmeksizin belirlemeye, Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu ödeme tutarıEsas Sayısı : 2016/35 Karar Sayısı : 2016/31 2 damga vergisi hariç herhangi bir vergi ve sigorta prim kesintisine tabi tutulmaz. kuralına yer verilmiştir. Anayasanın Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verme başlıklı 91. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez. Yetki kanunu, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını gösterir. Bakanlar Kurulunun istifası, düşürülmesi veya yasama döneminin bitmesi, belli süre için verilmiş olan yetkinin sona ermesine sebep olmaz. kuralına yer verilmiştir. Anılan kural uyarınca, kanun hükmünde kararnamelerin öncelikle, yetki kanununa aykırı olmaması; yetki kanunu ile belirtilen çerçeve ve sınırları aşmaması gerekmektedir. Çeşitli hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu ileri sürülen 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 6223 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak yürürlüğe konulmuş bulunmaktadır. 3.5.2011 tarihli ve 27923 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren, 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanununun 1. maddesinde Kanunun amacı; kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere; kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek; mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya dışında teşkilatlanma esaslarına, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere; Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek olarak belirtilmiştir. Görüleceği üzere; 6223 sayılı Yetki Kanunu, amaç, kapsam ve ilkeleri bakımından kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna doğrudan bir düzenleme yapma yetkisi vermediğinden, anılan yetki kanununa istinaden yürürlüğe konulan 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesi söz konusu olmadığı sürece, personelin mali haklarına ilişkin olarak doğrudan düzenleme yapılması mümkün bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2016/35 Karar Sayısı : 2016/31 3 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Belediyelerin teşkilat yapılarında, hiyerarşik ilişkilerinde bir değişiklik yapılmadığı, yeni bir birim kurulmadığı gibi, 5393 sayılı Kanunun 49. maddesi uyarınca çalışan sözleşmeli personelin görev unvanı ile ilgili olarak herhangi bir düzenleme de yapılmadığı; ancak anılan Kanun Hükmünde Kararname ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek 9. maddenin 9. fıkrasında, çeşitli statülerde istihdam edilen sözleşmeli personele, ibaresine yer verilmek suretiyle Belediyelerde 5393 sayılı Kanunun 49. maddesinin 3. fıkrası kapsamında görev yapan sözleşmeli personele ek ödeme yapılması yolunda düzenleme yapılmıştır. Bu itibarla, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek 9. maddenin 9. fıkrasında yer alan çeşitli statülerde istihdam edilen sözleşmeli personele, ibaresi 5393 sayılı Kanunun 49. maddesinin 3. fıkrası uyarınca çalışan sözleşmeli personel yönünden 6223 sayılı Yetki Kanununa aykırı olduğundan Anayasaya da aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin 1. fıkrası ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca; 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek 9. maddenin 9. fıkrasında yer alan çeşitli statülerde istihdam edilen sözleşmeli personele, ibaresinin 5393 sayılı Kanunun 49. maddesinin 3. fıkrası uyarınca çalışan sözleşmeli personel yönünden Anayasanın 91. maddesine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan ibarenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dava dosyasının görüşülmesinin Anayasa mahkemesince bu konuda karar verilinceye kadar bekletilmesine, 19.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 1,167 |
Esas Sayısı : 2015/81 Karar Sayısı : 2015/75 1 a) Usuli Değerlendirme: Derdest olan davamıza Anayasaya aykırılığı iddia edilen 5510 sayılı Yasanın 32/2 a maddesi uygulanacağından, aykırılığın değerlendirilmesine usulen engel bulunmamaktadır. Zira; somut norm denetimine başvurma yetkisinin ancak bir Mahkeme tarafından yerine getirilebileceği şartının taşındığı, Anayasaya aykırılığı iddia edilen hükümlerin eldeki dosyaya uygulanacak olması şartının taşındığı, aşağıda ayrıntılı olarak zikredilecek olan hükümlerin Mahkememizce Anayasaya aykırı görüldüğü ve ayrıca davacı vekilinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varıldığı, neticeten Anayasanın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına usulen bir engel bulunmadığı görülmüştür. b) Esasa İlişkin Değerlendirme: 5510 sayılı Yasanın 32/2 a maddesi, 506 sayılı Yasanın 66/1 c maddesinden farklı olarak her türlü borçlanma süresi hariç ibaresini getirmiştir. Bu ibarenin getirilmesiyle 5510 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden önce ölen sigortalılar ile 5510 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra ölen sigortalılar arasında ayrım meydana gelmiştir. Şöyle ki; toplam sigortalılık süresi, askerlik süresi ve diğer gerekli şartları aynı olan iki sigortalıdan 5510 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden önce ölen sigortalının mirasçıları sigortalının askerlik süresini borçlanmak suretiyle aylık almaya hak kazanabilecek iken, 5510 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra ölen sigortalının mirasçıları bu haktan mahrum kalacaktır. Halbuki her iki sigortalının da toplam sigortalılık süreleri ve toplam askerlik süreleri aynı olmasına, 506 sayılı Yasa döneminde sigortalılıklarının başlamış olmasına ve yine 506 sayılı Yasa döneminde askerlik yapmış olmalarına rağmen (yani tüm şartları aynı iken) salt ölüm tarihlerinin farklı olmasından ötürü farklı muameleye tabi tutulmaları en başta Anayasanın Eşitlik ilkesine ve Sosyal Güvenlik İlkesine aykırıdır. Bu açıklamalar doğrultusunda Anayasaya aykırı olduğu düşünülen hükmün iptali için Anayasanın 152. maddesi gereğince başvuru yoluna gidilmiştir. TALEP SONUCU: Anayasaya aykırılık hususu ciddi görüldüğünden ve mahkememizde bu konuda kanaat hasıl olduğundan gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; Mahkememizce 5510 sayılı Yasanın 32/2 a maddesinde yer bulan her türlü borçlanma süreleri hariç ibaresinin, Anayasanın 10. maddesinde yer alan Eşitlik ilkesine ve 60. maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkı hükmüne aykırı olduğu düşünüldüğünden, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152/1. maddesi gereğince 5510 sayılı Yasanın 32/2 a maddesinde yer bulan her türlü borçlanma süreleri hariç ibaresinin somut norm denetimine tabi tutulmasını arz ederim. | 341 |
Esas Sayısı : 2015/76 Karar Sayısı : 2017/153 1 1 Genel Açıklama Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun bünyesinde bulunan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), Türkiyede telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin içeriğini kontrol etmekle görevlidir. TİB, ayrıca 5651 sayılı Kanuna göre internet içeriğinin izlenmesi/denetlenmesinden ve hâkim, mahkeme ve Cumhuriyet savcıları tarafından verilmiş erişimi engelleme kararlarının uygulanmasından da sorumludur. TİB, 5651 sayılı Kanun kapsamına giren suçları oluşturan içeriğe sahip faaliyet ve yayınları önlemeye yönelik çalışmalar yapmak, internet ortamında yapılan yayınların içeriklerini izleyerek, 5651 sayılı Kanun kapsamına giren suçların işlendiğinin tespiti hâlinde, bu yayınlara erişimin engellenmesine yönelik olarak anılan Kanunda öngörülen gerekli tedbirleri almakla da görevlidir. Erişimi engelleme, internet ortamında yayın yapan bir siteye girişin çeşitli yöntemlerle önlenmesidir. Başka bir ifadeyle, çeşitli tekniklerle kullanıcıların bir internet sitesine ulaşımının engellenmesidir. Hakkında erişim engelleme kararı verilen bir sitenin internet ortamında yayını kapatılmamakta, birtakım teknik yollar izlenerek ve yalnızca Türkiye sınırları içerisinden siteye ulaşılmasının önüne geçilmektedir. 5651 sayılı Kanun, esasen internet yayıncılığına ilişkin hükümler ve önemli tanımlamalar getirmekle birlikte, daha çok sitelerin erişime engellenmesi konusu öne çıkmaktadır. Kanun, 8. maddesi sitelere erişimin engellenmesi kararının verilmesi, bu karara konu olabilecek suçları ve bu kararın uygulanmasını düzenlemektedir. Erişim engelleme kararına konu olabilecek suçlar, anılan maddenin birinci fıkrasında sınırlı olarak sayılmıştır. Bir internet sitesi hakkında erişim engelleme kararı vermeye, soruşturma safhasında hâkim (ve gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısı); kovuşturma aşamasında ise mahkeme yetkilidir. Ayrıca Kanunun 8. maddesinin dördüncü fıkrasında öngörülen bazı durumlarda TİB tarafından da erişim engelleme kararı verilebilecektir. Soruşturma aşamasında hâkim, kovuşturma aşamasında mahkeme, 8. maddede sayılan katalogdaki suçlardan dolayı her zaman erişim engelleme tedbirine hükmedebilir. Ayrıca yine soruşturma aşamasında Cumhuriyet savcısı da gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde erişim engelleme kararı verebilir. Cumhuriyet savcısı, bu yetkisini kullandıktan sonra kararı yirmi dört saat içinde hâkim onayına sunar ve bu karar, hâkim tarafından yirmi dört saat içerisinde onaylanmazsa, kendiliğinden ortadan kalkar. Kanun, erişim engelleme kararı verebilecek yetkili bir organ olarak, ayrıca dava konusu fıkrada TİBi belirlemiştir. TİB, katalogda sayılan suçlardan dolayı içerik ve/veya yer sağlayıcının yurt dışında olması hâlinde, kendiliğinden erişim engelleme kararı verebilecektir. Ayrıca, çocukların cinsel istismarı, müstehcenlik ve fuhuş suçlarını oluşturan içerikler söz konusu ise, içerik ve/veya yer sağlayıcı yurt içinde bulunsa dahi, TİB tarafından erişim engelleme kararı verilebilecektir. Öte yandan; 8. maddede, erişim engelleme kararlarının iki şekilde uygulanacağı düzenlenmiştir. Şayet erişim engelleme kararı hâkim/mahkeme yâhut Cumhuriyet savcısı tarafından verilmişse, kararın bir örneği gereği yapılmak üzere TİBe gönderilir. TİB ise kararıEsas Sayısı : 2015/76 Karar Sayısı : 2017/153 2 erişim sağlayıcılara bildirerek uygulanmasını sağlayacak mercidir. TİBin resen engelleme kararı verdiği durumlarda da yine bu karar TİB tarafından erişim sağlayıcılara bildirilmektedir. Erişime engelleme kararı, erişim sağlayıcı tarafından kendisine bildirilmesinden itibaren dört saat içinde yerine getirilmek zorundadır. Bunun aksine hareket edenler için cezai hükümler getirilmiştir. Kanunun 8. maddesine göre, koruma tedbiri niteliğindeki erişim engelleme kararını yerine getirmeyen erişim sağlayıcı sorumluları için para cezası öngörülmüştür. İdari tedbir niteliğindeki erişim engelleme kararlarının uygulanmaması durumunda ise idari para cezasının yanında yetki belgesinin iptaline de karar verilebilecektir. 5651 sayılı Kanunun 8. maddesine 11.09.2014 tarih ve 29116 Mükerrer sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 6552 sayılı Kanunun 127. maddesi ile eklenen on altıncı fıkrasında ise, millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, erişimin engellenmesinin Başkanın talimatı üzerine Başkanlık tarafından yapılacağı, Başkan tarafından verilen erişimin engellenmesi kararının, yirmi dört saat içinde sulh ceza hâkiminin onayına sunulacağı, hâkimin, kararını kırk sekiz saat içinde açıklayacağı öngörülmüşken; anılan fıkranın, Anayasa Mahkemesinin 02.10.2014 tarih ve E:2014/149, K:2014/151 sayılı kararı ile iptali üzerine; iptal kararına uygun olarak 6639 sayılı Kanunun 29. maddesi ile 5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinde, yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, Başbakanlık veya ilgili bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından internet ortamında yer alan yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verilebileceği şeklinde düzenleme yapılmıştır. Bunun yanında, 5651 sayılı Kanunun 6518 sayılı Kanunun 93. maddesi ile değişik 9. maddesinde, kişilik haklarının ihlâl edildiğini iddia eden ilgililerin talepte bulunması durumunda erişimin engellenmesine hâkim tarafından karar verilebileceği kurala bağlanmış ve hâkimin bu kararları uygulanmak üzere Erişim Sağlayıcıları Birliğine göndereceği belirtilmiştir. 5651 sayılı Kanuna 6518 sayılı Kanunun 94. maddesi ile eklenen 9/A maddesinde ise, özel hayatın gizliliğinin ihlali hâlinde ilgililer tarafından talep edilmesi durumunda erişimin engellenmesine Başkanlık tarafından karar verilebileceği, ancak, talepte bulunan tarafından TİBe talepte bulunulmasının ardından, aynı talebini 24 saat içerisinde sulh ceza hâkiminin kararına sunması öngörülmüş ve hâkimin erişimin engellenmesine karar vermemesi ya da 48 saat içinde kararını açıklamaması hâlinde erişimin engellenmesi tedbirinin kalkacağı düzenlenmiş ve hâkimin kararını uygulanmak üzere TİBe göndereceği kuralına yer verilmiştir. 2 Anayasaya Aykırılık Erişimin engellenmesi, Anayasanın 22. maddesindeki haberleşme hürriyeti ve 26. Maddesindeki düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti ile doğrudan ilgili olup, Anayasanın 22. maddesinde, Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır. Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlıEsas Sayısı : 2015/76 Karar Sayısı : 2017/153 3 olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi hâlde, karar kendiliğinden kalkar. İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunda belirtilir.; Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti başlıklı 26. maddesinde de, Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet, resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir. kuralına yer verilmek suretiyle temel hak ve özgürlükler arasında yer alan ifade özgürlüğü güvence altına alınmıştır. İfade özgürlüğü, sadece düşünce ve kanaate sahip olma özgürlüğünü değil, aynı zamanda sahip olunan düşünce ve kanaati (görüşü) açıklama ve yayma, buna bağlı olarak haber veya görüş alma ve verme özgürlüklerini de kapsamaktadır. Bu çerçevede ifade özgürlüğü, bireylerin serbestçe haber ve bilgilere, başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanmaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade edebilmesi, anlatabilmesi, savunabilmesi ve yayabilmesi anlamına gelir. İfade özgürlüğünün, toplumsal ve bireysel işlevini yerine getirebilmesi için AİHMin de ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarında sıkça belirttiği gibi, sadece toplumun ve devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü haber ve düşüncelerin değil, devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları rahatsız eden haber ve düşüncelerin de serbestçe ifade edilebilmesi ve bireylerin bu ifadeler nedeniyle herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacağından emin olmaları gerekir. İfade özgürlüğü, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin temeli olup, bu özgürlük olmaksızın demokratik toplumdan bahsedilemez. İnternet, modern demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılması bakımından önemli bir değere sahip bulunmaktadır. İnternetin sağladığı zemin, bilgiye ulaşma, kişilerin bilgi ve düşüncelerini açıklama, karşılıklı paylaşma ve yaymaları için vazgeçilmez niteliktedir. Bu nedenle, sadece düşünceyi açıklamanın değil, aynı zamanda bilginin elde edilmesi açısından günümüzde en etkili ve yaygın yöntemlerden biri hâline gelen internet konusunda yapılacak düzenleme ve uygulamalarda devletin ve idari makamların çok hassas davranmaları gerektiği açıktır.Esas Sayısı : 2015/76 Karar Sayısı : 2017/153 4 Türkiyede telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin içeriğini kontrol etmekle yükümlü TİBin oluşturulmasındaki temel amaç, iletişimin izlenmesi ve tespit edilmesi uygulamalarında yetkileri merkezileştirmektir. 5651 sayılı Kanuna göre, TİB, internet içeriğinin izlenmesi/denetlenmesi ile hâkim, mahkeme ve Cumhuriyet savcıları tarafından verilmiş erişim engelleme kararlarının uygulanmasından sorumludur. Ayrıca TİBin, internetteki içerik izleme sistemlerinin yapısı, zamanlaması ve yöntemlerini, filtreleme, engelleme ve izleme için kullanılacak yazılım ya da donanımın üretimine ilişkin asgari ölçütleri belirleme yetkisi de vardır. Demokratik ülkelerde çocuk pornografisi, çocukların cinsel istismarı ve ırkçılık gibi ağır suçlar için konulan erişimin engellenmesi tedbiri, yargı kararı ile yargılama sürecinin bir parçası olarak uygulanan zorunlu ve istisnai bir tedbir olarak düzenlenmektedir. Anayasanın 22. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen durumlarda, kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emriyle haberleşmenin engellenebileceği belirtilmekle birlikte; yetkili merciin kararının yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulacağı kurala bağlanmıştır. Dava konusu kuralda ise, katalogda sayılan suçlardan dolayı içerik ve/veya yer sağlayıcının yurt dışında olması hâlinde; ayrıca, çocukların cinsel istismarı, müstehcenlik ve fuhuş suçlarını oluşturan içerikler söz konusu ise, içerik ve/veya yer sağlayıcı yurt içinde bulunsa dahi, TİB tarafından erişim engellemesi kararının resen verilebileceği düzenlenmektedir. Bu itibarla; katalogda sayılan suçlarla ilgili olarak, hâkim onayına sunmayı aramaksızın, Telekomünikasyon İletişim Başkanına temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması sonucunu doğuran erişimin engellenmesi yetkisini vermesi nedeniyle dava konusu kuralda Anayasanın 22. maddesine uygunluk bulunmamaktadır. Öte yandan, Kanunun 8. maddesinin altıncı fıkrasında, Başkanlık tarafından verilen erişimin engellenmesi kararının konusunu oluşturan yayını yapanların kimliklerinin belirlenmesi hâlinde, Cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacağı düzenlenmekle birlikte; bu kuralın, Anayasanın 22. maddesinde yer alan, gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde yetkili merci tarafından verilen haberleşmenin engellenmesine yönelik kararın 24 saat içerisinde hâkimin onayına sunulması gerektiğine ilişkin güvenceyi sağlamadığı açıktır. Açıklanan nedenlerle; bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görürse ilgili kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabileceğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 8. maddesinin 4. fıkrasının, Anayasanın 22. maddesine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle bu fıkranın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; bu hükmün Anayasaya aykırılığı ve uygulanması durumunda telafisi güç veya imkânsız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine; iptali istenilen hükmün Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 24.06.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 1,674 |
Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü aynen şöyledir: I. OLAY 5310 sayılı Denizcilik Müsteşarlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 02.03.2005 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilmiş ve Cumhurbaşkanınca 15.03.2005 tarih ve 25756 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanunda, gemi adamlarının eğitimine ilişkin hususlar düzenlenmiştir. Yapılan düzenlemeler ile Yükseköğretim Kurumlarında verilenler de dahil olmak üzere her düzeydeki belge ve yeterliğe yönelik denizcilik eğitiminin, özel ve tüzel kişilerce açılmış özel öğretim kurumlarınca da verilebilmesine imkan tanınmıştır. Bu düzenleme aslında bundan önce Denizcilik Müsteşarlığı tarafından çıkarılan Gemi Adamları Yönetmeliklerinde de bir çok defa yer almış fakat her seferinde yürütmesi yargı organlarınca durdurulmuştur. Denizcilik Müsteşarlığınca son olarak 28.02.2002 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan yönetmelikte de yer verilen bu düzenlemeye karşı İstanbul Teknik Üniversitesi Denizcilik Fakültesi tarafından iptal davası açılmış ve Danıştay 10. Daire bu düzenlemeyi oy birliği ile ve örgün eğitimde yer alan ve Fakülte ile Yüksekokul düzeyinde verilen bir eğitimin, kurs düzeyindeki bir eğitime dönüştürülerek verilmesinin 4915 sayılı Yüksek Denizcilik Okulu ve Denizcilik Meslek Okul ve Kursları Hakkındaki Kanuna, Anayasaya ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa aykırı olduğu gerekçesine dayanarak 23.06.2003 tarihli kararı ile iptal etmiştir. (Bkz. 2003/1226 sayılı dosya) Bu kez, Danıştay 10 uncu maddesinin iptal ettiği yönetmelik hükmü 5310 sayılı Kanuna taşınarak, okul düzeyinde verilen bir eğitimin, özel kurs düzeyinde verilmesinin önü açılmıştır. Ancak yapılan düzenleme, yasama erkinin kullanılması yoluyla mahkeme kararının değiştirilmesi niteliğini taşıdığı gibi, 5310 sayılı kanunda yer alan diğer bazı hükümlerle birlikte Anayasaya da aykırı düşmektedir. Bu nedenle söz konusu Anayasaya aykırı düzenlemelerin iptali için Anayasa Mahkemesinde dava açılması gereği doğmuştur. Aşağıda önce 5310 sayılı Kanunun iptali istenen hükümlerine yer verildikten sonra, Anayasaya aykırılık gerekçeleri açıklanacaktır. II. İPTALİ İSTENEN HÜKÜMLER 1) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 9'un Birinci Fıkrasının (b) Bendi 02.03.2005 tarih ve 5310 sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 9'un Birinci Fıkrasının (b) bendi hükmü aynen şöyledir:Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 2 b) Kuruluş amaçları gemiadamlarına eğitim vermek olan ve Denizcilik Müsteşarlığının uygun görüşü üzerine Millî Eğitim Bakanlığının izni ile gerçek ve tüzel kişiler tarafından açılan özel öğretim kurumları, 2) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un Birinci Fıkrasının Birinci Cümlesi 02.03.2005 tarih ve 5310 sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un Birinci Fıkrasının birinci cümlesi hükmü aynen şöyledir: Gemiadamlarının eğitimi, sınavları ve belgelendirilmelerine ilişkin usûl ve esaslar, Millî Eğitim Bakanlığının görüşü alınarak Denizcilik Müsteşarlığı tarafından hazırlanacak yönetmelikle belirlenir. 3) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un Üçüncü Fıkrası 02.03.2005 tarih ve 5310 sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un üçüncü fıkrası hükmü aynen şöyledir: Gemiadamları Sınavları Merkezinin oluşturulması, görevleri ve merkezle ilgili her türlü faaliyet, sınavda görev alacak kişiler ile alınacak ücretler ve diğer malî konulara ilişkin usûl ve esaslar Maliye Bakanlığının görüşü alınarak Denizcilik Müsteşarlığı tarafından hazırlanacak yönetmelikle belirlenir. 4) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un Dördüncü Fıkrasının (b) Bendi 02.03.2005 tarih ve 5310 sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un dördüncü Fıkrasının (b) bendi hükmü aynen şöyledir: b) Özel öğretim kurumları tarafından her seviyedeki yeterlik belgesine yönelik verilen eğitimler, Denizcilik Müsteşarlığının uygun görüşü alınarak Millî Eğitim Bakanlığınca onaylanan öğretim programına, 5) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Birinci Fıkrası 02.03.2005 tarih ve 5310 sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Birinci Fıkrası aynen şöyledir: Gemiadamlarına ilişkin eğitim, öğretim, sınav ve belgelendirme yapan kamu veya özel kurum ve kuruluşları denetlemek; denetleme faaliyetlerinin planlanması, yürütülmesi ve değerlendirilmesi işlemlerini gerçekleştirmek üzere Denizcilik Müsteşarlığında Denizcilik Eğitimi Denetleme Kurulu oluşturulmuştur 6) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Beşinci Fıkrası 02.03.2005 tarih ve 5310 Kanununun 2 nci Maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Beşinci Fıkrası aynen şöyledir: Kurul başkan ve üyelerinin seçimi, görev süreleri ve görevlerinin sona ermesi, denetleme görevini yerine getireceklerin seçimi, görev ve yetkileri, denetlemenin esas veEsas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 3 usûlleri, denetleme ücretleri ve diğer giderler, malî hususlarda Maliye Bakanlığının görüşü alınmak suretiyle Denizcilik Müsteşarlığınca hazırlanarak yürürlüğe konulacak yönetmelikle belirlenir. 7) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Altıncı Fıkrasındaki İle Özel Öğretim Kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığınca İlgili Oldukları Mevzuat Hükümlerine Göre Denetimi İbaresi 02.03.2005 tarih ve 5310 sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Altıncı Fıkrası aynen şöyledir: Üniversitelere bağlı fakülte ve yüksek okullar ile Millî Eğitim Bakanlığına bağlı orta öğretim okulları ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığına bağlı öğretim kurumlarının tâbi oldukları mevzuata göre denetimi ile özel öğretim kurumlarının, Millî Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığınca ilgili oldukları mevzuat hükümlerine göre denetimine ilişkin hükümler saklıdır. İptali istenen, söz konusu fıkradaki ile özel öğretim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığınca ilgili oldukları mevzuat hükümlerine göre denetimi ibaresidir. III. GEREKÇE 1) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 9'un Birinci Fıkrasının (b) Bendinin Anayasaya Aykırılığı Söz konusu (b) bendine göre, gemi adamları eğitimi, üniversitelere bağlı fakülte ve yüksekokullar, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ortaöğretim kurumları, Deniz Kuvvetleri Komutanlığına bağlı öğretim kurumları yanında, kuruluş amaçları gemi adamlarına eğitim vermek olan ve Denizcilik Müsteşarlığının uygun görüşü ve Milli Eğitim Bakanlığının izni ile özel ve tüzel kişilerce açılacak özel öğretim kurumları tarafından da verilebilecektir. Söz konusu (b) bendi, yükseköğretim düzeyini ayrık tutmadığı için, yükseköğretim düzeyindeki gemi adamı eğitiminin de özel ve tüzel kişilerce açılacak özel öğretim kurumları tarafından yapılabilmesine imkan tanımaktadır. Özel kurs yoluyla lisans düzeyinde eğitim verilemeyeceği yukarıda belirtilen Danıştay kararı ile hükme bağlanmış iken yapılan böyle bir düzenlemenin, verilmiş bir yargı kararını yasama erki kullanarak değiştirmek anlamını taşıdığı açıktır. Böyle bir durum ise, Anayasanın 138 inci maddesinin son fıkrasına aykırıdır. Diğer yandan 5310 sayılı Kanunla, özel kurslarla veya özel öğretim kurumlarınca yükseköğretim dahil her düzeyde denizci yetiştirilmesine imkan tanınması, Anayasanın 10 uncu maddesinde ifade edilen eşitlik ilkesi ile de çelişmektedir. Çünkü bu düzenleme yoluyla, Yüksek Öğretim Kurumu kapsamında kurulan ve eğitim veren bir yüksek okul veya üniversiteden mezun olanlarla, idareden izin almak suretiyle açılan bir özel kurstan veya öğretim kurumundan mezun olanlar yeterlilik ve ehliyet bakımından aynı konuma yerleştirilmiş olacaklardır. Halbuki bunların, müktesebat bakımından farklı durumda bulunduğu ve bulunacağı ortadadır.Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 4 Anayasamızın 10 uncu maddesinde ifade edilen eşitlik ilkesi, farklı durumda bulunanların farklı hükümlere tabi tutulmasını öngörür. Söz konusu düzenleme, yeterlik ve ehliyet bakımından farklı durumda bulunanları, yeterlik ve ehliyet bakımından aynı konuma yerleştirdiği için Anayasanın 10 uncu maddesine aykırıdır. Türkiye'de denizcilik eğitimi 2809 sayılı Yükseköğretim Teşkilatı Kanunu kapsamındaki Denizcilik Yüksekokulu ile diğer fakülte ve yüksekokullarca verilmektedir. Anayasamız, yükseköğretim verecek yükseköğretim kurumlarının hangileri olduğunu, bu kurumların kuruluş ve yönetimlerine ilişkin esasları 130 ve 132 nci maddelerinde göstermiştir. Anayasanın 130 ve 132 nci maddelerinde belirtilen nitelikleri taşımayan, ve bu maddelerde gösterilen usullerle kurulmayan gerçek veya tüzel kişiler tarafından açılacak özel öğretim kurumlarında yükseköğretim düzeyinde eğitim verilmesi, kuşkusuz Anayasanın 130 ve 132 nci maddelerine aykırıdır. Denizcilik eğitimi ve öğretimi, her geçen gün artan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, nitelikli işgücüne artan ihtiyaçlar gözönüne alındığında titizlikle üzerinde durulması gereken bir alandır. Ülkemizde lisans düzeyinde dört yıllık eğitim veren İTÜ Denizcilik Fakültesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, İzmir 9 Eylül Üniversitesi ve pek çok ön lisans düzeyinde yüksekokul bulunmakta; bu kurumlardan her yıl 800'ün üzerinde Uzakyol Güverte ve Makine zabiti mezun olmaktadır. Türk Deniz Ticaret Filosu 2004 sonu itibariyle 7.288.034 DWT olup 1200 adet gemi bulunmaktadır. Lisans düzeyinde mezun olanların çalışabileceği 300 Grosstonun üzerinde gemi sayısı 2004 yılında 284 adete düşmüştür. Bir gemide zabit sayısı en fazla 6 kişidir. Bu nedenle sektörde ihtiyaç duyulan zabit sayısı 1705 kişi olmaktadır. Denizcilik Müsteşarlığı tarafından bugüne kadar 40.000 kişiye yeterlik verilmiştir ve bu rakamın 15.000 ini lisan düzeyindeki mezunlar oluşturmaktadır. Tüm bu fazlalığa rağmen Türk armatörleri 1994 yılından beri gemi personel sayısının % 49 una kadar yabancı uyruklu gemi adamı çalıştırma hakkını elde etmişlerdir. 5310 sayılı Kanunun yasalaşma sürecinde Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporundaki muhalefet şerhlerinde yer alan bu bilgiler, en fazla 1700 kişi civarında personel ihtiyacı olan sektör için ülkemizde örgün öğretim kurumları her yıl 800 ün üzerinde mezun vermektedir. Bu gerçek karşısında, sanki eğitilmiş personel açığı varmışçasına özel öğretim kurumlarınca da eğitim verilmesine yönelik bir düzenleme yapılması, ülke ihtiyaçlarına aykırı olup, istihdam ve eşgüdüm sorunlarına yol açacaktır. Durum böyle iken yapılan söz konusu düzenlemenin bir kamu yararını karşılamak amacından ziyade mahkeme kararlarını etkisizleştirmek amacına yönelik olduğu ortadadır. Halbuki bir hukuk devletinde tüm devlet erklerinin nihai amacı kamu yararıdır ve kamu yararı olmak durumundadır. Bu nedenle söz konusu düzenleme Anayasanın hukuk devleti ilkesini ifade eden 2 nci maddesine de aykırıdır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasanın 11 inci maddesindeki Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle de bağdaşmaz. Anayasanın 2, 10, 11, 130, 132 ve 138 inci maddelerine aykırı olan söz konusu düzenlemenin iptal edilmesi gerekmektedir.Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 5 2) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un Birinci Fıkrasının Birinci Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı Söz konusu Ek Madde 10'un birinci fıkrasının birinci cümlesinde, gemi adamlarının eğitimi, sınavları ve belgelendirilmelerine ilişkin usul ve esasların Milli Eğitim Bakanlığının görüşü alınarak Denizcilik Müsteşarlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirleneceği ifade edilmiş; ancak maddede yönetmelikle belirleneceği belirtilen hususlara ilişkin esas ve ilkeleri gösteren asli bir düzenleme yapılmamıştır. Bu durum, söz konusu hususlarda asli düzenlemenin yönetmelikle yapılacağını göstermektedir. Halbuki Anayasanın 8 ve 123 üncü maddelerinden yürütmenin Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bu yetki Anayasanın 7 nci maddesine göre yasamanındır ve devredilemez. Devredildiği taktirde bu yetki Anayasadan kökenlenmediği için Anayasanın 6 nci maddesine aykırı bir nitelik taşır. İptali istenen söz konusu birinci cümlede de Anayasanın 6, 7, 8 inci maddelerine aykırı şekilde, asli bir düzenleme yetkisinin Denizcilik Müsteşarlığına devredildiği görülmektedir. Diğer yandan Anayasanın 130 uncu maddesi yükseköğretime girişin ve devamın kanunla düzenleneceğini bildirmektedir. Yükseköğretim kurumlarının öğretiminin ve eğitiminin planlanması, düzenlenmesi, yönlendirilmesi gibi hususlar ise Anayasanın 131 inci maddesine göre Yükseköğretim Kurulunun yetkilerindendir. Yükseköğretim düzeyinde eğitim alacak gemi adamlarının eğitimine ilişkin usul ve esasların belirlenmesinin Denizcilik Müsteşarlığınca çıkarılacak yönetmeliğe bırakılması, bu bakımdan da Anayasanın 130 ve 131 inci maddelerine aykırıdır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 2 ve 11 inci maddelerinde ifade edilmiş olan hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkelerine de aykırı düşeceği açıktır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle Anayasanın 2, 6, 7, 8, 11, 130 ve 131 inci maddelerine aykırı olan söz konusu birinci cümlenin iptal edilmesi gerekmektedir. 3) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un Üçüncü Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı Söz konusu üçüncü fıkrada Gemiadamları Sınavları Merkezinin oluşturulmasının, görevlerinin, merkezle ilgili her türlü faaliyetin, sınavda görev alacak kişiler ile alınacak ücretlerin ve diğer mali konulara ilişkin usul ve esasların Maliye Bakanlığının görüşü alınarak Denizcilik Müsteşarlığı tarafından hazırlanacak yönetmelikle belirleneceği bildirilmiştir. Üçüncü fıkradan, yönetmelikle yapılacak düzenlemenin asli bir düzenleme olacağı anlaşılmaktadır; çünkü yönetmeliğe bırakılan hususlarla ilgili esaslar, üçüncü fıkrada veya 5310 sayılı Kanunun diğer hükümlerinde belirlenmemiştir. Anayasanın 8 inci maddesi yürütmenin Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılıp, yerine getirileceği bir yetki ve görev olduğunu ifade etmekte; 123 üncü maddesi ise,Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 6 idarenin kuruluş ve görevlerinin kanunla düzenleneceğini açıklamaktadır. Bu hükümler, yürütmenin ve idarenin Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli bir düzenleme yetkisi olmadığını ortaya koymaktadır. Asli düzenleme yetkisi yasamanındır ve Anayasanın 7 nci maddesine göre devredilemez. Halbuki söz konusu üçüncü fıkrada yürütmeye asli düzenleme yetkisi verilmektedir. Böylesi bir yetkilendirmenin Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devri oluşturduğu; bu yetkinin Anayasadan kökenlenmediği için Anayasanın 6 ncı maddesine de aykırı düşeceği açıktır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerinde ifade edilen hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle de bağdaşmaz. Anayasanın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine aykırı olan söz konusu üçüncü fıkranın iptal edilmesi gerekmektedir. 4) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 10'un Dördüncü Fıkrasının (b) Bendinin Anayasaya Aykırılığı Söz konusu (b) bendinde, özel öğretim kurumları tarafından her seviyedeki yeterlik belgesine yönelik verilen eğitimlerin, Denizcilik Müsteşarlığının uygun görüşü alınarak Milli Eğitim Bakanlığınca onaylanan öğretim programına göre gerçekleştirileceği bildirilmiştir. Bu ifadede yer alan her seviyedeki yeterlik belgesine yönelik verilen eğitimler ibaresinin, yükseköğretimi de içerdiği açıktır. Bu ifade, özel öğretim kurumları kurslar tarafından, Denizcilik Müsteşarlığının uygun gördüğü ve Milli Eğitim Bakanlığınca onaylanan öğretim programları çerçevesinde, yükseköğretim düzeyinde gemi adamı eğitimi yapılmasına imkan tanımaktadır. Bunun, Anayasanın 131 inci maddesi ile çelişeceği açıktır. Çünkü yükseköğretimi programlamak, Yüksek Öğretim Kurumuna Anayasanın 131 inci maddesinin verdiği bir yetki ve görevdir. Diğer yandan özel öğretim kurumlarına her seviyedeki yeterlik belgesine yönelik eğitim verme yetkisinin tanınması, yükseköğretim kurumlarından eğitim alanlarla özel kurslardan eğitim alanları yeterlik belgesi almak bakımından aynı konuma getirecek bir düzenlemedir. Halbuki yükseköğretim kurumlarında eğitim alanlarla özel öğretim düzeyinde eğitim alanların müktesebatlarının aynı olamıyacağı ortadır. Bu durumun Ek Madde 9'un birinci fıkrasının (b) bendi ile ilgili Anayasaya aykırılık gerekçesinde açıklanan nedenlerle Anayasanın 10 uncu maddesine aykırı düşeceğinde kuşku yoktur. Kaldı ki, yükseköğretim düzeyinde eğitim verme olanağının Ek Madde 9'un birinci fıkrasının (b) bendinde gösterilen nitelikteki özel öğretim kurumlarına hem de Ek Madde 10'un dördüncü fıkrasının (b) bendindeki eğitim ilkeleri çerçevesinde verilmesi, daha önce Ek Madde 9'un birinci fıkrasının (b) bendinin Anayasaya aykırılık gerekçesinde belirtilen nedenlerle Anayasanın 130 ve 132 nci maddesi ile de çelişmektedir.Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 7 Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme Anayasanın 2 ve 11 inci maddelerinde belirtilen hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle de bağdaşmaz. Yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasanın 2, 10, 11, 130, 131 ve 132 nci maddelerine aykırı olan söz konusu (b) bendinin iptal edilmesi gerekmektedir. 5) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Birinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı Anayasanın 131 inci maddesi yükseköğretim kurumlarının öğretim ve eğitimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek görev ve yetkilerini Yükseköğretim kuruluna vermiştir. 5310 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin 491 sayılı kanuna eklediği Ek Madde 9 ve Ek Madde 10'da yer alan hükümler, her düzeyde yeterlik belgesine yönelik eğitimin gerçek eğitim ve tüzel kişiler tarafından açılacak özel eğitim kurumlarınca verilebilmesine imkan tanımaktadır. Her düzeyde yeterlik belgesine yönelik eğitim kavramının yükseköğretim düzeyini de içereceği açıktır. Anayasanın 130 uncu ve 132 nci maddelerindeki koşullara uygun olmayan kurumların yükseköğretim düzeyinde yeterlik belgesine yönelik eğitim vermelerine imkan tanımanın Anayasanın 130 ve 132 nci maddelerine aykırı düşeceği yukarıda iptali istenen diğer hükümlerin Anayasaya aykırılık gerekçelerinde ifade edilmiştir. Aynı aykırılık gerekçelerinde yükseköğrenim düzeyinde yeterlik belgesine yönelik eğitimi üniversitelerin ve yükseköğretim kurumlarının yanısıra özel öğretim kurumlarının da vermesinin Anayasanın 10 uncu maddesinde ifade edilen eşitlik ilkesiyle çelişeceği de belirtilmiştir. Bu tür yükseköğretim düzeyinde yeterlik belgesine yönelik eğitim veren kurumların denetiminin Anayasanın 131 inci maddesine uygun ayrık bir düzenleme yapılmaksızın Denizcilik Eğitimi Denetleme Kuruluna verilmesi de, Anayasanın 131 inci maddesine açıkça aykırıdır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme Anayasanın 2 ve 11 inci maddelerinde ifade edilmiş olan hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle de bağdaşmaz. Yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasanın 2, 10, 11, 130, 131 ve 132 nci maddelerine aykırı olan söz konusu birinci fıkranın iptali gerekmektedir. 6) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Beşinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı Ek Madde 11'in Beşinci Fıkrasında, Denizcilik Eğitimi Denetleme Kurulunun üyelerinin görev süreleri, görevlerinin sona ermesi, denetleme görevi yerine getireceklerin seçimi, görev ve yetkileri, denetlemenin esas ve usulleri, denetleme ücretleri ve diğer giderlerinin, mali hususlarda Maliye Bakanlığının görüşü alınmak suretiyle Denizcilik Müsteşarlığınca hazırlanacak yönetmelikle belirleneceği ifade edilmiş; ancak yönetmelikleEsas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 8 belirlenecek hususlara ilişkin herhangi bir ilke ve esas gösterilmemiş yani asli düzenleme yapılmamıştır. Anayasanın 8 inci maddesi yürütmenin Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilecek bir görev ve yetki olduğunu göstermektedir. Anayasanın 123 üncü maddesinde de ibarenin görev ve yetkilerinin kanunla gösterileceği belirtilmiştir. Bu hükümler Anayasada gösterilen ayrık haller dışında yürütmenin idarenin asli düzenleme yetkisinin olmadığını ortaya koymaktadır. Asli düzenleme yetkisi Anayasanın 7 nci maddesine göre yasamanındır ve devredilemez. Devredildiği taktirde Anayasadan kökenlenmeyen bir yetki görünümüne girer ve Anayasanın 6 ncı maddesine aykırı bir nitelik taşır. İptali istenen düzenlemede yönetmelikle düzenlenecek alanla ilgili temel unsur, ilke ve esasları gösterilmeden yürütmeye düzenleme yetkisi verildiği için, bu yetki asli düzenleme yetkisi niteliği taşımaktadır ve Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerinin yanısıra 6 ncı maddesine de aykırı bir yetki devri yapılmış olmaktadır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 2 ve 11 inci maddelerinde belirtilmiş olan hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle bağdaşması da mümkün değildir. Yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasanın 2, 6, 7, 8, ve 11 inci maddelerine aykırı olan söz konusu beşinci fıkranın iptal edilmesi gerekmektedir. 7) 02.03.2005 Tarih ve 5310 Sayılı Kanununun 2 nci Maddesinin 491 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği Ek Madde 11'in Altıncı Fıkrasındaki özel öğretim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığınca ilgili oldukları mevzuat hükümlerine göre denetimine İbaresinin Anayasaya Aykırılığı Ek Madde 11'in altıncı fıkrasında üniversitelere bağlı fakülte ve yüksekokulların denetiminde tabi oldukları mevzuatın geçerli olacağı ve yine her düzeyde yeterliğe yönelik gemi adamı eğitimi veren özel öğretim kurumlarının da Milli Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığınca ilgili mevzuat hükümlerine göre denetleneceği ifade edilmiştir. Söz konusu Ek Madde 9 ve 10 hükümlerine göre özel öğretim kurumlarına her düzeyde yeterliğe yönelik gemi adamı eğitimi vermek imkanı tanındığı için, bu kurumlar yükseköğretim düzeyinde ehliyete yönelik eğitim de verebileceklerdir. Yükseköğretim düzeyinde eğitim verilmesine imkan tanınan özel eğitim kurumlarının Anayasanın 130 ve 132 nci maddelerindeki esaslar dışında kurulabilmesine imkan tanınması kadar, bu düzeyde eğitim yerlerinin denetiminin yukarıda belirtilen Anayasanın 131 inci maddesine rağmen Milli Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığı tarafından yapılmasına izin verilmesi de Anayasaya ve Anayasanın 131 inci maddesine aykırıdır. Hatta bu durumun, Anayasanın 130 uncu maddesinde belirtilen üniversite özerkliğine müdahale niteliği taşıyacağı ve bu nedenle Anayasanın 130 uncu maddesiyle çelişeceği de belirtilmelidir. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme Anayasanın 2 ve 11 inci maddelerinde ifade edilen hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle de bağdaşmaz.Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 9 Yukarıda belirtilen gerekçelerle Anayasanın 2, 11, 130 ve 131 inci maddelerine aykırı olan Ek Madde 11'in altıncı fıkrasındaki söz konusu ibarenin iptal edilmesi gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptali istenen Ek Madde 9'un birinci fıkrasının (b) bendinin uygulanması halinde Anayasanın 130 ve 132 nci maddelerine aykırı biçimde, özel öğretim kurumları da yükseköğretim düzeyinde yeterliğe yönelik eğitim verebileceklerdir. Yükseköğretim özel yapısal nitelikte öğretim kurumları tarafından verilmesi gereken bir eğitimdir. Bu nitelikte olmayan eğitim kurumların yükseköğretim düzeyinde yeterliğe yönelik eğitim vermeleri Anayasaya aykırı bir durumdur. Bu tür bir uygulamaya imkan tanınması aynı zamanda daha önce verilmiş mahkeme kararlarını da değiştirme sonucu vermektedir. Anayasanın 2, 10, 11, 130, 132 ve 138 inci maddelerine aykırı bu düzenlemenin uygulanması halinde giderilmesi olanaksız hukuki durum ve zararlar ortaya çıkacaktır. Ek Madde 10'un birinci fıkrasının birinci cümlesi Anayasanın 2, 6, 7, 8, 11, 130 ve 131 inci maddelerine aykırı olarak yetki devri yapmaktadır. Bu yetkinin kullanılmasına, maddenin uygulanmasına engel olunmayarak imkan tanınması halinde, giderilmesi olanaksız hukuki durum ve zararlar doğacaktır. Aynı durum Anayasanın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine aykırı yetki devri yapmış olan Ek 10 uncu maddenin üçüncü fıkrası ve Ek 11 inci maddenin beşinci fıkrası için de söz konusudur. Ek 10 uncu maddenin dördüncü fıkrasının (b) bendi, yükseköğretim düzeyindeki yeterliğe yönelik eğitim veren özel öğretim kurumlarının eğitim programlarını da Milli Eğitim Bakanlığının onayına tabi tutarak Anayasanın 2, 10, 11, 130, 131, 132 ve 138 inci maddelerine aykırı bir durum yaratmıştır. Maddenin yürürlüğü halinde, giderilmesi olanaksız zarar ve durumlar doğacak; yükseköğretim düzeyinde gemi adamlığı eğitimi Anayasa çizgisi dışında yürütülecektir. Ek Madde 11'in birinci fıkrası Anayasanın 2, 10, 11, 130, 131 ve 132 nci maddelerine aykırı biçimde, yükseköğretim düzeyinde yeterliğe yönelik eğitim veren özel öğretim kurumlarını Denizcilik Eğitimi Denetleme Kurulunun denetimine tabi tutmuştur. Aynı durum Ek Madde 11'in altıncı fıkrasındaki ile özel öğretim kurumlarının, Milli Eğitim bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığınca ilgili oldukları mevzuat hükümlerine göre denetimi ibaresi için de söz konusudur. Bu ibare ile de Anayasanın 2, 11, 130 ve 131 inci maddelerine aykırı biçimde yükseköğretim düzeyinde yeterliğe yönelik eğitim veren özel öğretim kurumları, verdikleri eğitimin niteliğine bakılmaksızın Milli Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığının denetimine tabi kılınmıştır. Bu hükümlerin yürürlüğü halinde Anayasaya aykırı durumlar, sonradan giderilemeyecek durum ve zararlar doğacaktır. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle 02.03.2005 tarih ve 5310 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin 491 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklediği; 1) Ek Madde 9'un birinci fıkrasının Anayasanın 2, 10, 11, 130, 132 ve 138 inci maddesine aykırı olan (b) bendinin, 2) Ek Madde 10'un birinci fıkrasının Anayasanın 2, 6, 7, 8, 11, 130 ve 131 inci maddelerine aykırı olan birinci cümlesinin,Esas Sayısı : 2005/44 Karar Sayısı : 2007/31 10 3) Ek Madde 10'un üçüncü fıkrasının Anayasanın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine aykırı olan üçüncü fıkrasının, 4) Ek Madde 10'un dördüncü fıkrasının Anayasanın 2, 10, 11, 130, 131 ve 132 nci maddelerine aykırı olan (b) bendinin, 5) Ek Madde 11'in Anayasanın 2, 10, 11, 130, 131 ve 132 nci maddelerine aykırı olan birinci fıkrasının, 6) Ek 11 inci maddesinin Anayasanın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine aykırı olan beşinci fıkrasının, 7) Ek 11 inci maddesinin altıncı fıkrasındaki Anayasanın 2, 11, 130 ve 131 inci maddelerine aykırı olan ile özel öğretim kurumlarının, Milli Eğitim Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığınca ilgili olduğu mevzuat hükümlerine göre denetimi ibaresinin iptallerine ve iptal kararı verilinceye kadar yürürlüklerinin durdurulmasına ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz." | 3,623 |
Esas Sayısı : 2007/39 Karar Sayısı : 2007/53 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri Kemal ANADOL ve Haluk KOÇ ile 118 Milletvekili tarafından verilen 12.8.2004 günlü dava dilekçesinin yürürlüğün durdurulması istemini de içeren gerekçe bölümü şöyledir: "III. GEREKÇE ... İptali istenen düzenlemeler ile, kanun gereği tüzel kişilikleri ilk mahalli idareler genel seçimlerinde kalkacak olan yerel yönetimlerin mevcut planlarda yapılması zorunlu görülen değişiklikleri yapma ve her türlü imar uygulamasını yapma ehliyetleri katılınacakbelediyenin uygun görüşünün alınmasına, diğer bir anlatımla onayına bağlanmak suretiyle sınırlandırılmaktadır. Böyle bir sınırlandırma yapılmasının nedeni ise, Kanunun Genel Gerekçesinde kamu yararına dayandırılmış ve aşağıdaki şekilde ifade edilmiştir: "Kanunun bu düzenlemesi, geçici de olsa bu süre içinde her türlü konuda yetkili olacak olan birimlerin, tüzel kişiliklerinin kaldırılmasının gerekçesi olan sebepler göz ardı edilerek ileriye dönük alt yapı ve imar bütünlüğü bozacak kararların alınmasını, güncel rant düşüncesi ile sahip oldukları değerli taşınmazların elden çıkarılmasını veya çok uzun vadeli borçlanma yapılmasını engelleyen bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle tüzel kişiliği kalkacak olan bu yerlerde, Kanunun amaçladığı hizmetlerdeki etkinlik ve verimliliğin ortadan kalkmasına sebep olacak kararlar alınarak, kamu yararı göz ardı edilebilecektir." Yasakoyucunun Anayasada belirtilen amacı ya da kamu yararını gerçekleştirmek için siyasi tercihlerine uyan çözümleri benimsememekte serbesttir. Ancak bunu, Anayasaya ve evrensel hukuk ilkelerine uygunluğu gözeterek yapmalıdır. Çünkü, Anayasamızın 2 nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu ifade edilmiştir. "Hukuk devleti" tüm etkinliklerinde hukuka, Anayasaya ve evrensel hukuk kurallarına ve ilkelerine uyan devlettir. Mevcut planlarda yapılması gereken zorunlu değişiklik ve her türlü imar uygulaması için katınılacak belediyenin uygun görüşünün alınması zorunluluğunun; katılma sonucu tüzel kişiliği ilk mahallî idare seçimlerine kadar devam edecek olan mahalli idareler üzerinde katınılacak belediyeye idari vesayet yetkisi tanındığı anlamına geleceği açıktır. İdarî vesayetin tanımı Anayasamızda yapılmamıştır; tanım İdare hukukunda önemli yeri olan öğreti ile geliştirilmiştir. Anayasanın 127 nci maddesinin beşinci fıkrasında "Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usullerEsas Sayısı : 2007/39 Karar Sayısı : 2007/53 2 dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir" denilmek suretiyle idarî vesayetin ne olduğu değil amacı ve kanuni niteliği vurgulanmıştır. Sıddık Sami Onar'ın tanımına göre idarî vesayet merkezin, ademi merkeziyet idarelerinin icrai kararlarını, idarî fiil ve hareketlerini murakabe etmek ve bu kararları bozabilmek salahiyetidir (bkz. İdare Hukukunun Umumi Esasları, İstanbul, 1966, Cilt 2, s.622) Georges Vedel ise şöyle tanımlamaktadır: Devlet yetkililerinin yersel yönetim ve kamu hizmeti yönetimi tüzelkişilerinin organlarının işlemleri üzerinde, kanuna saygıyı temin etmek, kamu yararı dışında ve yetki kötüye kullanılarak yapılması mümkün işlemlerden kaçınmak ve yersel ve teknik çıkarları korumak için yaptıkları deneyimdir (bkz. DroitAdministratif, Georges VEDEL, Paris, 1973, s.642). Metin Günday'ın tanımına göre devletin bütünlüğünü ve kamu hizmetlerinin tüm ülke düzeyinde uyumlu bir biçimde yürütülmesini sağlamak için, devlet tüzelkişiliğinin ve bu tüzelkişiliği temsil eden merkezi idarenin yerinden yönetim kuruluşları üzerinde sahip olduğu denetim yetkisine idarî vesayet denir (bkz. Metin GÜNDAY, İdare Hukuku, Ankara, 2004, s.74). Sabri Coşkun idarî vesayeti konu yaptığı kitabında yönetsel vesayeti şöyle tanımlamaktadır: Kamu düzenini, yurt bütünlüğünü sağlamak için kamu yararı amacıyla kanunların verdiği yetkiye dayanarak merkezi yönetim örgütünün yersel yönetim ve kamu hizmeti yönetimi tüzel kişilerinin organları, işlemleri ve parasal kaynakları üzerindeki denetimdir (bkz. Sabri COŞKUN, İdarenin İdarî Denetiminde İdarî Vesayet, Ankara, 1976, s.16 ). Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi idarî vesayet devletin bütünlüğünü korumak ve kamu hizmetlerinin tüm ülke düzeyinde dengeli biçimde yerine getirilmesi için merkezi yönetim organlarının yerinden yönetim kuruluşlarının organları, işlemleri ve parasal kaynakları üzerinde kanunların verdiği yetki dahilindeki denetim yetkisidir. Anayasanın 127 nci maddesinin beşinci fıkrasının öngördüğü "idari vesayet" de, merkezden yönetimin yerel yönetimler üzerinde yapabileceği ve yasa ile düzenlenmesi gereken bir denetim yetkisidir. Halbuki İptali istenen düzenlemeler ile bu denetim yetkisi merkezi idareye değil katınılacak belediyeye verilmektedir. Anayasanın 6 ncı maddesinde hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağı belirtilmiş, 127 nci maddesinde ise, kamu tüzelkişileri olan yerel yönetimlerin kuruluş, görev ve yetkilerinin yerinden yönetim ilkesine uygun olarak yasa ile düzenleneceği belirtildikten sonra aynı maddenin beşinci fıkrasında, "Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir." hükmüyle de sadece merkezi idareye mahalli idareler üzerinde idari vesayet yetkisi tanınmış, bir mahalli idareye diğer bir mahalli idare üzerinde idari vesayet yetkisi verilmemiştir. Diğer yandan iptali istenen düzenlemenin Anayasanın 127 nci maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen "yerinden yönetim" ilkesiyle bağdaştığı da söylenemez. Yerinden yönetim ilkesinin içeriği Anayasa Mahkemesinin kararları ve uluslararası sözleşme hükümleri ile somutlaşmıştır ve bu ilkenin dayandığı en temel unsurun, yerinden yönetim idaresinin yetkilerini kendi organları aracılığı ile kullanması ve kararlarını kendi organlarının alması olduğu görülmektedir.Esas Sayısı : 2007/39 Karar Sayısı : 2007/53 3 "Yerinden yönetim ilkesi"nin içeriğini somutlaştıran en önemli sözleşme Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartıdır. Bilindiği gibi, 3723 sayılı Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 08.05.1991 tarihinde kabul edilerek 21.05.1991 tarih ve 20877 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanmıştır. Bakanlar Kurulu, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartını, 06.08.1992'de 92/3398 sayılı Karar ile onaylamış ve Bakanlar Kurulu Kararı 03.10.1992 tarih ve 21364 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanmıştır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının "Yerel makamların faaliyetlerinin idarî denetimi" başlıklı 8 inci maddesinin birinci fıkrasında, "Yerel makamların her türlü idarî denetimi ancak kanunlarla veya Anayasa ile belirlenmiş durumlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir" denilmiştir. Yukarıda da açıklandığı üzere Anayasamızın 127 nci maddesinin beşinci fıkrasının öngördüğü "idari vesayet" merkezden yönetimin yerel yönetimler üzerinde yapabileceği ve yasa ile düzenlenmesi gereken bir denetim yetkisi olup, yerel yönetimlere tanınmış bir yetki değildir. Yine, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının "Özerk yerel yönetim kavramı" başlıklı 3 üncü maddesinde, "1. Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır. 2. Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır. Bu hüküm, mevzuatın olanak verdiği durumlarda, vatandaşlardan oluşan meclislere, referandumlara veya vatandaşların doğrudan katılımına olanak veren öteki yöntemlere başvurulabilmesini hiç bir şekilde etkilemeyecektir." kuralına yer verilmiştir. Bu durumda, Katılan yerel yönetimlerin tüzel kişilikleri ilk mahalli idareler genel seçimlerin yapılacağı tarihe kadar devam edeceğinden, yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanının da bu yönetimlere ait olması ve bu hakkın ancak katılan yerel yönetimlerin seçtiği üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya organları tarafından kullanılması. İptali istenen düzenlemeler ise, kanun gereği tüzel kişilikleri ilk mahalli idareler genel seçimlerinde kalkacak olan yerel yönetimlerin mevcut planlarda yapılması zorunlu görülen değişiklikleri yapma ve her türlü imar uygulamasını yapma ehliyetlerini ve yetkilerini katılınacak belediyenin uygun görüşünün alınmasına, diğer bir anlatımla onayına bağlamak suretiyle sınırlandırdığından söz konusu uluslar arası andlaşmaya, Anayasanın 6 ncı maddesi ile 127 nci maddesindeki yerel yönetim ilkesine aykırı düşmektedir.Esas Sayısı : 2007/39 Karar Sayısı : 2007/53 4 Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ve dolayısı ile Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi ile bağdaşması düşünülemez (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E. 1987/28, K. 1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225). Üçüncü fıkranın iptali istenen son cümlesi de, katılman belediyenin uygun görüş vermemesi halinde plan değişikliğinin yapılamayacağı doğrultusunda bir düzenleme getirdiği için, katılan yerel yönetim biriminin uygun gördüğü plan değişikliğini kendi iradesi doğrultusunda gerçekleştirmesine, yetkilerini iradesi doğrultusunda kullanmasına imkan bırakmamakta; yukarıda açıklanan nedenlerle yerel yönetim ilkesine ve dolayısıyla Anayasanın 127 nci, 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı düşmektedir. Açıklanan nedenlerle 06.03.2007 tarih ve 5594 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, Belediye Kanunu, İl Özel İdaresi Kanunu ve Mahalli İdare Birlikleri Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin 03.07.2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 12 nci maddesine ikinci fıkrasından sonra gelmek üzere eklediği üçüncü fıkranın ilk cümlesindeki "mevcut planlarda yapılması gereken zorunlu değişiklik ve her türlü imar uygulaması katınıiacak belediyenin uygun görüşü alınarak yapılır." ibaresi ile bu fıkranın son cümlesi Anayasanın 2 nci, 6 nci, 11 inci ve 127 nci maddeleri hükümlerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Yukarıda Anayasa açıkça aykırı olduğu belirtilen kuralların uygulanması halinde mevcut planlarda yapılması gereken zorunlu değişiklikler ile her türlü imar uygulamasının yerinde ve zamanında yapılması engelleneceğinden belirtilen kamu hizmetleri aksayabilecektir. Yerel yönetimlerde ise bu tür aksamaların sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararlara yol açabileceği kuşkusuzdur. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır."" | 1,407 |
Esas Sayısı : 2015/71 Karar Sayısı : 2015/79 1 Anayasanın 133 üncü ve 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanunun 35 inci maddeleri uyarınca, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu 9 üyeden oluşmaktadır. 24. Dönemde siyasi partilerin üye sayılarına göre, Ak Partiye 5, CHPye 2, MHP ve HDPye 1er üyelik düşmüştür. 7 Haziran 2015 günü gerçekleştirilen 25. Dönem Milletvekili Genel Seçimlerinin sonucunda, Adalet ve Kalkınma Partisi 258, Cumhuriyet Halk Partisi 132, Halkların Demokratik Partisi 80, Milliyetçi Hareket Partisi de 80 milletvekili ile TBMMde temsil edilme hakkı kazanmıştır. Bu sonuçlar itibariyle RTÜKte boşalan 3 üyelikten biri AKPye diğeri ise MHPye düşmekte, eşit milletvekili sayısı nedeniyle 1 üyeliğin ise kura yöntemi ileHDPve MHP gruplarından hangisine düşeceğinin belirlenmesi gerekmektedir. TBMMnin yerleşik uygulamaları incelendiğinde komisyonların ve Başkanlık Divanının oluşumuna ilişkin olarak milletvekili sayıları eşit olan partiler arasında kura çekme yönteminin dışında herhangi bir usule başvurulmadığı görülmektedir. TBMM Başkanlığının Prof. Dr. Ergun Özbudundan RTÜK üyelerinin dağılımına ilişkin olarak istemiş olduğu aşağıda aynen yer verilen görüşte de bu durum vurgulanmıştır: () Görülüyor ki, partilere düşen üye sayısının belirlenmesinde tek kriter siyasi partilerin gruplarının üye oranıdır. Bunun dışında herhangi bir kriter, mesela üyeliklerin dağılımının DHondt usulüne başvurulması ya da milletvekili sayısında eşitlik halinde oy oranlarına bakılması, Anayasanın bu hükmüne açıkça aykırıdır. Üye sayısı deyimi, anlamı üzerinde herhangi bir tartışmaya imkan vermeyecek derecede açık bir ifadedir. Somut olayda, Kurulda bir münhal üyelik olması ve iki partinin eşit sayıda milletvekiline sahip bulunması durumunda, bu iki parti arasında kura çekilmesi zorunludur. Seçimlerdeki oy oranı gibi, Anayasada hiçbir dayanağı olmayan yeni bir kriter ihdas edilmesi mümkün değildir. TBMM Başkanlığı RTÜKte boşalan 3 üyelik için başvuran adayları ilan etmiş; bu duyuruda 1 üyenin Ak Partinin göstereceği 2 üye arasından, 1 üyenin MHPnin göstereceği 2 üye arasından, 1 üyenin iseHDP ve MHP bildirdiği 4 üye arasından seçileceği belirtilmiştir. Bu duyuru çerçevesinde TBMM Genel Kurulu, siyasi partilerin gösterdiği adayların seçimi gündemi ile 14 Temmuz 2015 Salı günü toplanmıştır. Oturumu yöneten Başkanın adayları okutmasının ardından HDP ve MHPye düşen üyelik için adayların belirlenmesine yönelik yöntem konusunda Başkanlığın tutumu üzerinde usul tartışması açılmıştır. Usul tartışması sonucunda, oturumu yöneten Başkan 2 siyasi parti grubu arasında eşit üye oranının söz konusu olduğu, 1 üyelik için üyeliğin her 2 siyasi parti grubuna birden düştüğü varsayılarak her 2 grubun bildirdiği ikişer aday arasından 1 üyenin seçiminin yapılması TBMM Başkanlığınca uygun bulunmuştur. Seçim bu şekilde gerçekleştirilecektir. Başkanlığın tutumunda herhangi bir değişiklik yoktur. açıklamasında bulunarak seçimlere geçmiştir. Seçimlerde kullanılan bir örneği ekte yer alan Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanuna Göre Düzenlenen Radyo ve Televizyon Üst Kurulundaki 3 Üyelik İçin Yapılacak Seçime Ait Birleşik Oy Pusulasında Hakların Demokratik Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi Grupları Aday Listesi başlıklı alanın altına 2 üye MHP grubu, 2 üye de HDP grubunun bildirdiği 4 kişinin adına yer verilmiştir. TBMM Başkanlığının kura yöntemi ile önce aday gösterme hakkına sahip siyasi parti grubunu belirlemek yerine, her iki partinin gösterdiği adayları seçimlerde aday olarak belirlemesi, Anayasanın 133 üncü maddesi ile 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanunun 35 inci maddesine aykırılık taşıdığından, yapılan işlem yeni bir İçtüzük kuralı ihdası niteliğindedir. TBMM Başkanlığının seçimlere ilişkin yeni bir İçtüzük kuralı ihdası niteliği taşıyan işlemi sonucunda, bu işlemle bağlantılı ve bu işleminEsas Sayısı : 2015/71 Karar Sayısı : 2015/79 2 ayrılmaz parçası niteliğindeki 14.07.2015 tarihli ve 1096 sayılı Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Üyelikleri İçin Yapılan Seçime Dair Kararın Arif Fırtınanın Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçilmesine ilişkin bölümü de yeni bir İçtüzük kuralı ihdası niteliğindedir. TBMM Başkanlığının işlemi ile şekillenen ve bu işlemden sonra gerçekleştirilen RTÜK üyesi seçme işlemi bir Meclis kararıdır. TBMM İçtüzüğü, TBMM'nin çalışmasını düzenleyen yazılı kurallar bütünü olarak tanımlanabilir. İçtüzükte TBMM faaliyetiyle ilgili uygulanacak bir norm olmadığı takdirde, uygulamayla yeni bir kural öngörülmesi ve İçtüzükte bulunan bir kurala aykırı bir uygulamayla farklı bir yol benimsenmesi halleri, eylemli içtüzük değişikliği olarak adlandırılmaktadır. TBMM İçtüzüğünde RTÜK üye seçimine ilişkin bir hüküm olmadığı halde, Anayasanın 133 üncü ve 6112 sayılı Yasanın 35inci maddesine aykırı olarak siyasi parti gruplarına tanınmış olan aday gösterme hakkının, diğer siyasi parti grupları tarafından engellenmesine olanak tanıyacak bir karar alınması açıkça TBMM İçtüzüğünün eylemli olarak değiştirilmesi anlamına gelmektedir. Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 148 inci maddesiyle kendisine verilmiş olan İçtüzüğün Anayasaya şekil ve esas bakımından uygunluğunu denetleme yetkisini kullanırken yalnızca ilgili işlemin tasarrufta bulunan organ tarafından nasıl nitelendirildiğine, nasıl adlandırıldığına veya bu işlemin nasıl bir yöntem izlenerek yapıldığına bakmakla yetinmeyerek, yapılış yöntemi ve adı ne olursa olsun hukuksal niteliği, etkisi ve doğurduğu sonuçları da gözetir. Buna uygun olarak Anayasa Mahkemesi, "hukuksal nitelikleri, etkileri ve meydana getirdikleri sonuçlar bakımından, Anayasaya uygunluk denetimine tabi tutulan kanun, KHK ve TBMM İçtüzüğü ile eşdeğerde bulunan ve bu nedenle de belirtilen işlemlere özgü yöntem ve isimlerle tesis edilip, hukuki varlık kazanması gereken bazı yasama tasarrufları, farklı yöntem ve isimlerle hukuk sistemine dahil edilerek Anayasaya uygunluk denetiminin kapsamı dışına çıkarılabilir" endişesiyle, "(...) adı yeni bir İçtüzük düzenlemesi veya değişikliği olmadığı ve İçtüzük yapılması ve değiştirilmesindeki yöntem uygulanmadığı halde değer ve etkisi bakımından birer İçtüzük kuralı niteliğinde olan TBMM kararları Anayasal denetime bağlı tutulabilir" demektedir. (E.2007/45, K.2007/54, k.t.1.5.2007) Anayasa Mahkemesinin 12.12.1991 günlü ve E.1991/50 ve K.1991/50 Sayılı Kararında, Anayasanın 85 inci maddesi uyarınca sadece TBMM üyelerinin yasama dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ya da üyeliklerinin düşmesine ilişkin TBMM Kararlarının denetiminin yapıldığı vurgulandıktan sonra aynen şu yoruma yer verilmiştir: Dava dilekçesinde 6.6.1991 günlü TBMM kararının iptali istenildiğine ve bu karar dokunulmazlığın kaldırılması ya da üyeliğin düşürülmesiyle ilgili olmadığına göre, iş bir içtüzük düzenlemesi niteliğinde ise kuşkusuz Anayasa Mahkemesi'nce denetlenebilecektir. Bu durumda, anılan kararın içeriğinin içtüzük düzenlemesi niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekmektedir. TBMM kararının İçtüzük düzenlemesi niteliğinde sayılabilmesi için o kararın "Meclis'in çalışmasıyla ilgili yöntem ve esaslara" ilişkin olması gerekir. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihatları da bu doğrultudadır. Buna göre çalışma yöntem ve esaslarına ilişkin konuları içeren kararlar içtüzük düzenlemesi niteliğinde olup, bunun dışındakiler ise bu nitelikte değildir. Kararın devam eden bölümlerinde şu yorum yapılmıştır: İçtüzüğün yasa tasarılarının görüşülmesine ilişkin öngördüğü yöntemden farklı bir biçimde oluşturulan dava konusu TBMM kararı, doğrudan Meclis'in çalışma yöntem ve esası ile ilgili bulunmakta ve 53. maddeyi değiştirir nitelik taşımaktadır. Böyle bir uygulamanın,Esas Sayısı : 2015/71 Karar Sayısı : 2015/79 3 içtüzük değişikliği olarak görülmemesi TBMM'nin çalışmalarında içtüzükteki kurallara uyma zorunluluğunu giderek zayıflatacak ve bu da eylemli uygulamaların yerleşik duruma geçmesine neden olacaktır. denilerek, TBMM Kararının eylemli bir içtüzük değişikliği niteliğinde olduğu kararına varmıştır. Dolayısıyla Yüce Mahkeme eylemli bir içtüzük değişikliği niteliğinde olan TBMM kararlarının Anayasa Mahkemesinin denetimi kapsamında olduğuna karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin Meclis kararlarının denetimine dair verdiği bir başka karardaaçıkça "kural iradesinin Meclis kararı örtüsü altında gerçekleştirilmesi, hukuk devleti ve özgürlükler bakımından kimi zararlar doğurabilir" denmekte ve Meclis kararlarının bu nitelikleri haiz olduğu hallerde denetlenme zorunluluğunun altı çizilmektedir. Böylelikle Mahkeme, kendi ifadesiyle "Anayasayı dolanma girişimlerinin" hukuksal korumadan faydalanma imkanının önüne geçmek istemiştir.(E.2007/62, K.2007/66, k.t.05.7.2007) Anayasa Mahkemesi bu tavrı 1961 Anayasası döneminden beri benimsemiştir. Mahkeme, görev hususunu değerlendirirken bu nokta üzerinde durmaktadır. Anayasanın 133 üncü maddesinde; radyo ve televizyon faaliyetlerini düzenlemek ve denetlemek amacıyla kurulan Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun dokuz üyeden oluşacağı, üyelerin, siyasi parti gruplarının üye sayısı oranında belirlenecek üye sayısının ikişer katı olarak gösterecekleri adaylar arasından, her siyasi parti grubuna düşen üye sayısı esas alınmak suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca seçileceği ile Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun kuruluşu, görev ve yetkileri, üyelerinin nitelikleri, seçim usulleri ve görev sürelerinin yasayla düzenleneceği kurala bağlanmıştır. TBMM Başkanlığının anılan işlemi ile bu işlemin ayrılmaz parçası olan 1096 sayılı TBMM Kararının Arif Fırtınanın seçilmesine ilişkin bölümü, seçimlerin ilkelerinin belirlendiği Anayasanın 133 üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Üyeler, siyasî parti gruplarının üye sayısı oranında belirlenecek üye sayısının ikişer katı olarak gösterecekleri adaylar arasından, her siyasî parti grubuna düşen üye sayısı esas alınmak suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca seçilir. hükmünün ihlali niteliğindedir. Bu noktada, önce ilgili normların lafzı, ardından ruhu dikkate alınmalı ve bu iki yorum birlikte değerlendirilerek, Anayasanın amacına uygun bir sonuca varılmalıdır. Yukarıda izah edildiği gibi, normların lafzı hiçbir şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla, oy oranını değil, siyasi parti grubuna düşen üye sayısını esas almaktadır. Anayasanın ve ilgili kanun hükmünün ruhunu incelediğimizde ve böyle bir düzenleme getirmekle neyi hedeflediğine baktığımızda şu tabloyla karşılaşılmaktadır: Kanun tasarı metninde belirtildiği gibi, genel olarak Avrupa Birliği mevzuatı ve özelde Avrupa Birliği Görsel İşitsel Hizmetler Direktifi'yle uyumluluğu gözetilerek ihdas edilen 6112 sayılı kanun, yayıncılık esaslarını düzenlerken, bunları denetlemekle görevli kamu otoritesinin, kamunun farklı tüm dil, din, cins, eğilim, kanaatlerine saygılı bir biçimde teşkilini hedefler. Bu açıdan yayıncıyı denetlemekle yükümlü olan kamu otoritesi bu denetim faaliyetini yürütürken, ayrıksı, eleştirel, hatta şok edici fikirlerin hakim siyasi görüş lehine törpülenmesini değil, aksine bunların Anayasayla ve diğer uluslararası insan hakları mevzuatıyla da korunan ifade özgürlüğü ve yayın hakkı çerçevesinde korunmasını sağlamakla yükümlüdür. Bu meyanda RTÜK faaliyeti bir kamu hizmetidir ve demokratik devlet ilkesine uygun olarak icra edilmelidir. Anayasa, düşünce ve ifade özgürlüğü, yayın özgürlüğü ve hakkı gibi hükümleriyle beraber düşünüldüğünde, RTÜK'ün teşkilinde bu dengeyi gözetmektedir. Anayasanın RTÜK üye seçimlerinde her siyasi parti grubuna düşen kişi sayısını esas alması, ülkede yayıncılıkEsas Sayısı : 2015/71 Karar Sayısı : 2015/79 4 faaliyetlerini denetlemekle yükümlü kamu otoritesinin, hakim siyasi görüş boyunduruğuna girmesinin önüne geçme amacı güttüğünü bize gösterir. Böylelikle mecliste temsil imkanı bulan her siyasi parti, RTÜK'te de temsil edilecek, Anayasanın öngördüğü çoğulculuk esasına bu şekilde yaklaşılacaktır. Tam da bu nedenle, boşalan yerin hangi siyasi parti tarafından doldurulacağına karar vermek, meclisin kahir ekseriyetine bırakılmamalıdır. Bırakıldığı takdirde mecliste hakim olan çoğunluk, kendi partisinden olmasa da, savunduğu siyasi ilkeler lehine bir tercihte bulunarak, kendi görüşünü veya kendine yakın görüşü benimseyen bir kimseyi bu göreve atayacaktır. Böylelikle RTÜK'teki temsili eşit şekilde hak eden iki parti arasındaki denge, siyasi hakim irade lehine bozulacaktır. Bu durum açıklanan sebeplerle uluslararası mevzuata, Anayasanın ve ilgili kanunun lafzına ve ruhuna uygun değildir. Öte yandan, boşalan üyeliğin yerine doğrudan parlamentoda çoğunluğu elde bulunduran siyasi partinin ve dolayısıyla siyasi iktidarın tercih etmeyeceği bir adayın yerleştirilmesi için de herhangi bir hukuki dayanak bulunmamaktadır. Anayasanın 95 inci maddesinde; Türkiye Büyük Millet Meclisinin, çalışmalarını kendi yaptığı içtüzük hükümlerine göre yürüteceği kurala bağlanmıştır. TBMM İçtüzüğünde, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliklerinin seçimi sürecinde, siyasi parti gruplarının üye sayısının eşitliği halinde hangi yöntemle üyelik seçiminin gerçekleştirileceğine ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. TBMM İçtüzüğünün, ‘İçtüzüğün değiştirilmesi başlıklı 181 inci maddesinde; MADDE 181– İçtüzükte değişiklik yapılmasını öngören teklifler, milletvekillerince yapılabilir. Bunlar hakkında, kanun teklifleri hakkındaki hükümler uygulanır. Bu teklifler, Anayasa Komisyonunda incelendikten sonra, bu Komisyonun raporu esas olmak üzere, Genel Kurulda görüşülür ve sonuçlandırılır. Anayasa Komisyonu, İçtüzükte gördüğü boşluk ve aksaklıkları ve bunların doldurulması ve düzeltilmesi için uygun gördüğü tedbirleri, bir rapor halinde Meclis Başkanlığına sunar. Bu rapordaki görüşler Başkanlık Divanınca da benimsenirse, Meclis Başkanı İçtüzükte gerekli değişiklik tekliflerinin yapılması için Genel Kurulu uyarır. İçtüzük değişiklikleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı olarak Resmî Gazetede yayımlanmakla yürürlüğe girer; kararda, ileriye ait başkaca bir yürürlük tarihi de gösterilebilir. hükmüne yer verilmiştir. İçtüzükteki boşlukların nasıl doldurulacağı ve İçtüzüğün nasıl değiştirileceği yine İçtüzükte açıkça düzenlenmiştir. TBMM Başkanlığı, başvuru konusu işlem ve kararla, İçtüzükteki bir boşluğu, yine İçtüzüğe aykırı olarak ve eylemli biçimde doldurmuş/değiştirmiştir. Anayasasının 148 inci maddesinde; yasaların, yasa hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamak Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. Başvuru konusu TBMM Başkanlığı işlemi ile bu işlemin ayrılmaz parçası olan 1096 sayılı TBMM Kararının Arif Fırtınanın seçilmesine ilişkin bölümüEsas Sayısı : 2015/71 Karar Sayısı : 2015/79 5 Anayasanın 95 inci ve 133üncü maddelerine aykırıdır. Bu nedenle öncelikle TBMM Kararının anılan bölümü yürürlüğü durdurulmalı, daha sonra TBMM Başkanlığının işlemi ile 1096 sayılı TBMM Kararının Arif Fırtınanın seçilmesine ilişkin bölümünün iptaline karar verilmelidir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Kamu Hukukunda yürütmeyi durdurma kararı verilebilmesi için, bir düzenlemenin uygulanması hâlinde telâfisi güç veya imkânsız zararların doğması ve bu düzenlemenin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Dava konusu olayda, 1096 sayılı Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Üyelikleri İçin Yapılan Seçime Dair Kararın Arif Fırtınanın Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçilmesine ilişkin bölümü yönünden, bu iki şart birlikte gerçekleşmiştir. Anayasanın RTÜK üye seçimlerinde her siyasi parti grubuna düşen kişi sayısını esas alması, ülkede yayıncılık faaliyetlerini denetlemekle yükümlü kamu otoritesinin, hakim siyasi görüş boyunduruğuna girmesinin önüne geçme amacını taşımaktadır. 1096 sayılı Meclis Kararının 21 Temmuz 2015 tarihli Resmi Gazetede yayımının ardından, 22 Temmuz 2015 tarihinde RTÜK Başkanının belirlenmesine ilişkin yapılan seçimde, hiçbir aday yeterli oy alamamıştır. Bu nedenle, 29 Temmuz 2015 Çarşamba günü saat 11:00da başkanlık seçimi için yeniden toplanılmasına karar verilmiştir. Bu bakımdan 1096 sayılı Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Üyelikleri İçin Yapılan Seçime Dair Kararın Arif Fırtınanın Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçilmesine ilişkin bölümünün yürürlüğünün durdurulması başkanlık seçiminde ortaya çıkacak iradeyi belirlemesi açısından telâfisi güç veya imkânsız zararların doğmasına neden olacaktır. Kurulun diğer kararları açısından da değişik bir iradenin ortaya çıkmasına neden olacağından Anayasanın 133 üncü maddesinde öngörülen amaçlar bakımından da telâfisi güç veya imkânsız zararların doğması kaçınılmaz olacağından yürürlüğün durdurulması talebinde bulunulmuştur. V. SONUÇ VE İSTEM TBMM Genel Kurulunun 14 Temmuz 2015 tarihli 7. Birleşiminde açılan usul tartışması sonucunda ortaya çıkan Radyo ve Televizyon Üst Kurulunda boşalacak Halkların Demokratik Partisi Grubu ile Milliyetçi Hareket Partisi Grubunadüşen üyelik için yapılacak seçimde her iki partiden de ikişer adayın adına birleşik oy pusulasında yer verilmesine ilişkin eylemli İçtüzük değişikliği niteliğindeki TBMM Başkanlığı işlemi ile bu işlemin ayrılmaz parçası ve eylemli İçtüzük değişikliğinin devamı niteliğindeki14.07.2015 tarihli ve 1096 sayılı Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Üyelikleri İçin Yapılan Seçime Dair Kararın Arif Fırtınanın Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçilmesine ilişkin bölümü Anayasanın 95 inci ve 133 üncü maddelerine aykırı olduğundan şekil bakımından iptaline ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar 1096 sayılı Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Üyelikleri İçin Yapılan Seçime Dair Kararın Arif Fırtınanın Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçilmesine ilişkin bölümünün yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesini saygı ile arz ve talep ederiz. | 2,249 |
Esas Sayısı: 1986/16 Karar Sayısı : 1986/25 1 "... I İTİRAZIN GEREKÇESİ : Mahkeme, 10/4/1986 günlü başvurma kararının gerekçesinde : "...Davaya konu işlemin ölçümleme borcundan doğduğu anlaşılmaktadır. Ölçümleme, yasal nedenlerin varlığı durumunda sigorta primleri hesabına esas tutulacak kazançlar toplamının bulunmasına ilişkin bir işlemdir. Ölçümlemenin belirleyici ve ayırıcı özelliklerinden birisi, ölçümlemenin kazançlar toplamının bulunmasına ilişkin bir işlem oluşudur. Buradaki kazançlar toplamındaki maksat sigortalıların sigorta primleri hesabına esas ücretler toplamıdır. Ölçümlemenin yasal koşulları, 506 sayılı SSK. nun 79. maddesinde, sınırlı olarak belirlenmiştir. Bunlardan biride, işverenin ölçümleme döneminde sigortalı çalıştırması ve ücret ödemesidir. Ölçümleme, prim kaçağına engel olacak bir işlem olarak yasaca öngörülmüştür. Bunun için SSK. nun 79. maddesinde, yapılacak işlemler gösterilmiştir. Çalıştırılan işçilerin primlerinin ve kazançlar toplamının yapılan işe göre, eksik bildirildiğinin anlaşılması halinde, kurumca prime esas tutulacak kazançlar toplamının belirlenmesi amacı ile, ölçümleme işlemi yapılarak, çalıştırılan işçi sayısına göre, kazançlar toplamı ile, alınması gereken primler belirlenmektedir. Bu primlerin, belirlenip alınması hali işçilerin durumunu da etkilemektedir. Şöyle ki, SSK. nun 79/5. maddesinde, çalışma sürelerinin tesbitinde 5 yıllık hak düşürücü süre kabullenilmiştir. Ancak, "Yargıtay 10. Huk. Dairesinin 25/5/1984 gün ve 2877/2944 sayılı kararında belirtildiği gibi, işverene ait işyerinde işçi çalıştırılması nedeni ile ölçümlerine yapılıp, prim alacağı tahsil edilmiş bulunduğuna göre, bu dönem için SSK. nun 79/5. de yazılı hak düşürücü süre uygulanamaz" denilmektedir. Yine, aynı dairenin 1/4/1983 gün ve 1499/1639 sayılı kararında, "5 yıllık hak düşürücü süre içinde kurumun anılan işyerinde ölçümleme yaptığı, giderek davacının çalışması nedeni ile ödenmesi gereken primleri tahsil ettiği saptandığı takdirde, hak düşürücü süreden bahsedilemez" denilmektedir. Bu kararlardan görüleceği şekilde, ölçümleme işleminin işçilerle, doğrudan doğruya ilişkisi bulunmaktadır. Ölçümleme işlemi, çalıştırılan işçilerin bir kısmını ve dolayısı ile bunlarla ilgili kazançlar toplamının ve primlerin ödenmesinin kaçınılmasına engel olan bir işlemdir.Esas Sayısı: 1986/16 Karar Sayısı : 1986/25 2 İşverenin sigortasız işçi çalıştırmasına ve dolayısı ile bir kısım işçilerin sosyal güvenlik haklarından mahrum kalınmasına engel olunabilmesi için yasa koyucu tarafından ölçümleme işlemi yasaya konulmuştur. Şöyle ki, primi ödenmeyen hiçbir gün sigortalının çalışma gün sayısına eklenemez. SSK. nun ilgili maddeleri incelendiğinde, prim ve prim gün sayısının önemi anlaşılabilmektedir. SSK. nun 72. maddesinde, iş kazaları ile, meslek hastalıkları, hastalık, analık, malûllük, yaşlılık, ölüm sigortalarının gerektirdiği her türlü yardım ve ödemelerle her çeşit yönetim giderlerini karşılamak üzere kurumca bu kanun hükümlerine göre prim alınacağı belirtilmiştir. Yasanın belirlediği SSK. olaylarının gerektirdiği yardım ve ödemelerle bunları sağlamakla yükümlü kurumun yönetim giderlerinin karşılığı olarak zorunlu biçimde sigortalıca ve onun için işverence sigortalının kazancı üzerinden, belli yüzde hesabı ile aylık ve o ayı izleyen ayın sonuna kadar ödediği para, yani SSK. ücretinin yasaca ismi, prim alacağı olmaktadır. SSK. primi, yasa gereğince sigortalı ile, kurum arasında zorunlu olarak kurulmuş bulunan SSK. ilişkisinde sigortalının borcudur. Bu borcun yasanın belirlediği biçimde yerine getirilmemesi birçok sosyal sigorta yardımından yararlanmama ve bazı sigortaların uygulanmasında sigortalılık niteliğinin yitirilmesi sonuçlarını doğurur. Gerçi, primlerin önemli bir kesimi işverence ödenmektedir. Ne var ki, bu ödeme yasanın öngördüğü bir zorunlulukla sigortalı adına ve hesabınadır. Toptan ödemelerde sigortalıya ve ölümü durumunda yakınlarına hem kendisinin hem işverenin ödediği primlerin ayrımsız verilmiş bulunması bunun sonucudur. Zira, işveren, eğer primi kendi adına ve hesabına ödemiş olsa idi, toptan ödemede, işveren payının da sigortalıya veya yakınlarına verilmemesi gerekir idi. Nitekim SSK. 84. maddesinde yer alan yanlış ve yersiz prim ödemelerinde sigortalı adına ve hesabına zorunlu bir prim ödeme zorunluluğu bulunmadığı için işveren ödemiş olduğu primi kendisi alır. Bunun için yürürlükte bulunan hükümlere göre, SSK. primi SSK. aracılığı ile sağlanan SSK. güvenliğinin karşılığı olup, bir tür sigorta ücretidir. Bu nedenle temelde özel sigortalardakinden ayrımsızdır. Prim ödeme yükümü kişisel olup, devrolunamaz. Bilindiği üzere SSK. primleri, sigortalı ve işveren paylarından oluşmaktadır. Sigortalı, anılan paydan sorumlu, ancak bu payı kuruma ödemekle yükümlü değildir. İşveren, kendi prim payı ile beraber sigortalının payını da kuruma yatırmakla yükümlü bulunduğu için aynı zamanda sigortalının prim payını ücretinden kesmekle de yükümlü tutulmuştur. Prim kesmenin işveren için bir yüküm niteliğini taşımasının başta gelen sonucu, kesmediği sigortalı prim payımda kuruma bizzat ödemek zorunda bulunuşudur. Yoksa, kurum işverenin kesmediği ve kendisine ödemediği sigortalıya ait prim payını sigortalıdan isteyemez.Esas Sayısı: 1986/16 Karar Sayısı : 1986/25 3 Prim kesmenin yüküm niteliğinde oluşu, işverenle kurum ilişkileri açısındandır. Yoksa prim kesme işveren ve sigortalı bakımından bir yasal yetki niteliğindedir. Bu nedenle sigortalı işverene karşı prim payını kesemeyeceği yollu bir iddiada bulunamaz. İşveren yalnız kendi prim payını değil, sigortalının ücretinden kestiği ona ait payıda kuruma yatırmakla yükümlüdür. Kurumun asıl gelir kaynağı primlerden oluşmaktadır. Bu yönden kurum için primleri zamanında tahsil etmek yaşamsal önemdedir. Bunun tersi durumlarda, kurumun özellikle sigortalıların yasaca tanınan ve güven altına alınan sosyal haklarını kurumun sağlayamaz bir duruma düşmesi kaçınılmazdır. Kurumun gelirleri, esas olarak işçi ve işveren primlerinden oluşmaktadır. SSK. nun 19. maddesinde gösterilen diğer kaynaklar uygulamada bir önem taşımamaktadır. Maddede, genel bütçeden yapılacak yardımlardan söz edilmesini, ameli yönden devlet güvencesi anlamında değerlendirmek gerekmektedir. Davalı SSK. 2981 sayılı Yasanın muaflıklar başlıklı 19. maddesinde belirtilen ve bu kanun kapsamına giren ve inşaası tamamlanan yapılara SSK. prim ve cezaları uygulanamaz hükmünün yukarıda belirtildiği şekilde Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürmektedir. Anayasa'nın 5. maddesinde "Devletin temel amaç ve görevleri arasında toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak ve sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette refah, huzur ve mutluluğu sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak ve insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır" hükmü getirilmiştir. Yine Anayasa'nın 10. maddesinde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı, devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır hükmü yer almaktadır. Anayasa'nın 60. maddesinde ise, herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilâtı kurar denilmektedir. Yine, Anayasa'nın 65. maddesinde Devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini ekonomik istikrarın korunmasını gözeterek mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir denilmektedir. Bir toplumu teşkil eden fertlerin refah, huzur ve mutluluk içerisinde bulunabilmeleri için geleceklerinin ve sosyal güvenliklerinin teminat altında bulunması şarttır. Fertlerin geleceklerinden ve ilerideki yaşam tarzlarından huzursuzluk duymaları ve çalışamayacakları dönem ve olaylar için yaşam tarzlarının garanti altına alınmamasının bir şahsın veya toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamadığı ve sağlayamayacağı bilinen bir husustur. Fertlerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, Anayasa'nın 5. maddesine göre devletin temel amaç ve görevi olup, bu refah, huzur ve mutluluğun devamlı olarak sağlanabilmesi için fertlerin geleceklerinin güvenlik altına alınması gerekçesi ile, Anayasa'nınEsas Sayısı: 1986/16 Karar Sayısı : 1986/25 4 60. maddesinde devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alıp, teşkilât kuracağı açıkça belirtilmiştir. Devlet bir kısım fertlerinin sosyal güvenlik haklarını sağlamak için gerekli tedbiri alıp, SSK. nü meydana getirmiştir. Anayasa'nın 65. maddesinde belirtildiği şekilde, devlet sosyal görevini mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getireceği belirtilmiş olup, devlet Anayasa'nın bu maddesine aykırı olarak sosyal görevini yerine getirebilmesi için kurmuş olduğu sosyal güvenlik teşkilâtının mali kaynaklarının yeterliliğini ortadan kaldırmak hakkına sahip değildir. Yine, Anayasa'nın 5. maddesinde belirtildiği şekilde, devlet insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmakla sorumlu olup, bu şartların gelişmesi için kurulan sosyal güvenlik kuruluşlarının kaynaklarının azaltılması gibi bir yetki Anayasa'ca devlete verilmemiştir. 2981 sayılı Yasanın 19. maddesinde belirtildiği şekilde, SSK'na prim ve cezalarının alınmayacağı şeklindeki bir hüküm, devletin sosyal güvenlik hakkını sağlamak ve geliştirmek işlerini bir tarafa bırakmasının karşılığı anlamındadır. Yukarıda belirtildiği şekilde sosyal güvenlik kuruluşu olan SSK'nun temel gelir kaynağı primler olup, bu primlerin alınmama yönüne gidilmesi ve 2981 sayılı Yasanın 19. maddesinde belirtilen hususun yasalarla genişletilmesi halinde sosyal güvenlik görevini yerine getirmeye çalışan ve görevini Anayasa'nın 60. maddesinden alan SSK'nun görevini yapamaz veya eksik yapar gibi bir duruma düşürülmesi sonucuna ulaşılacaktır. Yine Anayasa'nın 10. maddesinde belirtildiği gibi herkes kanun önünde eşit olup, hiçbir kişiye imtiyaz tanınamaz. Yine, aynı maddenin son fıkrasında devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar denilmektedir. 2981 sayılı Yasanın 19. maddesinin konuya esas alınan hükmünde görüleceği şekilde yasaya aykırı olarak bina inşa etmiş olan şahısların borçlu oldukları prim ve cezaların uygulanması önlenmekte ve buna karşılık, tamamen devletin çıkarttığı yasalara uygun olarak yapılan inşaatlarla ilgili primlerin ve cezaların uygulanacağı şeklinde kişiler arasında Anayasa'ya aykırı olarak bir ayrım yapılmaktadır. Yine, ilgili maddenin son fıkrasında, müteahhit veya taşeron vasıtası ile yaptırılan kamu inşaatları için bu madde uygulanmaz denilmektedir. Görüldüğü şekilde kamu inşaatını yapan bir müteahhit veya taşeron prim ve gerektiğinde cezasını ödeyecek ve yine, imar yasası içerisinde ve yasaya uygun olarak inşaat yapan bir işveren yine prim ve gerektiğinde cezasını ödeyecek ve buna karşılık tamamen yasadan kaçarak, iş yapan ve kaçak işçi çalıştıran ve bu işçilerin ücretlerinden kestiği primleri sosyal güvenlik kuruluşuna yatırmayan işveren prim ve cezasını ödemeyecektir. Bu durumların Anayasa'nın 10. maddesinin tüm fıkralarına aykırı olduğu yönünde herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.Esas Sayısı: 1986/16 Karar Sayısı : 1986/25 5 Devlet organı olan SSK. bu yasanın mevcudiyeti karşısında, işlem yaparken, kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket edemeyecek ve Anayasa'nın 10. maddesine aykırı bir durum yaratacağından SSK'nun ilgili hükmün Anayasa'ya aykırı olduğu yönündeki iddiası ciddi ve temel görevleri arasında görülmüştür. Yukarıda belirttiğimiz şekilde, fertlere sosyal güvenlik haklarının tanınması için primlerin ödenmesi şart olup, çalışma süreleri kuruma bildirilmeyen işçilerin çok seneler sonra sosyal sigortalar kurumunun sağladığı haklardan faydalanabilmek için kuruma başvurmaları halinde, eksik kalan sürelerinin karşılığı olarak ölçümleme yapılıp, prim tahakkuk ettirilmiş ise, bu durumda bu fertlere sosyal güvenlik hakları tanınacak ve fertler sosyal güvenlik haklarından istifade edebileceklerdir. Bu husus dahi konunun Anayasa'nın 5. ve 60. maddelerine ne kadar aykırı olduğunu açıkça göstermektedir. Yukarıda belirttiğimiz hususlar mahkememizde görülen davanın konusu ile ilgili bulunduğundan ve SSK'nun 2981 sayılı Yasanın 19. maddesinin "inşaası tamamlanan yapılara SSK. prim ve cezalan uygulanmaz" hükmünün Anayasa'nın ilgili maddelerine aykırı olduğu yönündeki iddia ve savunmalarına Mahkememizce de değer verilmiş ve ilgili hükmün Anayasa'nın 5., 10., 11., 13., 36., 60. ve 65. maddelerine aykırı olduğu gerekçesi ile, konunun Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş olup, 2981 sayılı Yasanın 19. maddesinin ".Bu Kanun kapsamına giren ve inşaatı tamamlanan yapılara SSK. prim ve cezaları uygulanmaz." hükmünün Anayasa'nın yukarıda belirtilen maddelerine aykırı olduğu ve iptali gerektiği"ni öne sürmüştür." | 1,606 |
Esas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 1 ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde Bir davaya bakmakta olan Mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, davacının Adana İli, Çukurova İlçesi, Kireçocağı Mahallesi 2852 ada 2 parsel numaralı taşınmazına davalı idare tarafından kamulaştırmasız el atıldığından bahisle, fazlaya ilişkin talep ve dava hakkı saklı kalmak kaydı ile 10.000 TL zararın ödenmesi ile ilgili dava konusu uyuşmazlığa 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasına eklenen geçici 11. maddesinde belirtilen cümlesi uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama olanağı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasanın Hak arama hürriyeti başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasında, Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunda ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilerek, herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme olanağı sağlanmıştır. Böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir korunma mekanizmasına kavuşturulmuştur. Bir uyuşmazlığı Mahkeme Önüne götürme, Mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Hak arama özgürlüğünün bir gereği olan Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonunda verilen kararın etkili bir şekilde aynen ve gecikmeksizin uygulanmasını da gerektirmektedir. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarım geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması hukuk devletinin asgari gereklerindendir. Bu nedenle, davaya taraf olan kişinin Anayasal güvencelerinin etkin olarak korunması ve hukuka uygunluğunun sağlanması için, idarenin kendisi hakkında karar verebileceği konuyu yargı mercileri önüne uyuşmazlık şeklinde getirebilmesiyle olanaklıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ BaşlıklıEsas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 2 ANAYASANIN 2. MADDESİ; Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru Milli Dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yaran düşüncesi olmaksızın başka bir deyimle yalnızca özel çıkar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamıyacağıdır. Buna göre çıkarılması için kamu yaran bulunmayan bir yasa kuralı Anayasanın 2. maddesine aykırı olur ve dava açıldığında iptali gerekir. (Any.Mah. 22.6.1972, Es.1972/14, K. 1972/34; R.G.11.1.1973). Hukuk devletinin temel unsuru bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu da dahil olmak üzere devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde Kanun Koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır. (Any.Mah. 11.10.1963, Es.1963/124. Ka.1963/243, AMKD.sy.l,sh.429; aynı yönde: Any.Mah.3.7.1986, Es.1963/3, Ka. 1986/15, R.G.10.12.1986 Sayı:19307). Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunları devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan, başka bir deyimle devlet organlarının tüm işlemlerinin bağımsız yargı denetiminden geçirilmesini ve böylece hukuka ve Anayasaya uygun olmalarını sağlayan devlet dermektir. (Any.Mah. 13.1.1977, Es. 1976/45, Ka. 1977/1; AMKD.sy.15.sy.44; R;G.28.3.1978 Sayı: 16242) Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da açıklandığı üzere, hukuk devleti demek, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi, hukuk devleti ilkesinin öteki öğelerinin de güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi, bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah. 27.1.1977, Es. 1976/43,Ka. 1977/14, AMKD.sy. l5,sh.ll7; R.G.21.4.1977 Sayı: 15916). Yasaların üstünde yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu Anayasa ve temel hukuk ilkeleri vardır. Anayasada öngörülen devletin amacı ve varlığıyla bağdaşmayan, hukukun ana ilkelerine dayanmayan yasalar kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır... Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. (Any.Mah. 20.10.1988, Es. 1988/19, Ka. 1988/33; R.G. 11.12.1988, Sayı 20016) tespit ve yorumları bulunmaktadır. Anayasa 2. madde içeriğindeki Hukuk Devlet kavramı açısından bilimsel görüş;Esas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 3 Yürütme işlemlerinin yargısal denetimi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, tek başına hukukun üstünlüğünü ve vatandaşların hukuki güvenliğini sağlamaya yeterli değildir. Çünkü bu denetim, nihayet yürütme işlemlerinin kanunlara uygunluğunu sağlayabilecektir. Oysa kanunların kendisi Anayasaya aykırı olduğu takdirde, vatandaşların Anayasal haklarının çiğnenmesi yine önlenemeyecektir. Şu halde hukuk devletinin tam anlamıyla gerçekleşebilmiş sayılabilmesi için, sadece yürütme organının işlemlerinin kanunlara uygunluğunun değil, yasama işlemlerinin de Anayasa uygunluğunun yargı organlarınca denetlenebilmesi gerekir... Hukuk devleti denilince, ilk olarak yürütmenin hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir. Hukuk devleti bakımından önemli olan nokta, yürütmenin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı organlarınca denetlenip denetlenememesidir. Bu denetim sağlandıktan sonra, denetimi yapan Mahkemenin genel Mahkeme veya İdare Mahkemesi oluşu, hukuk devleti açısından önem taşımaz. Nitekim hukuk devleti, adli idareyi benimseyen Anglo Sakson ülkelerinde olduğu kadar, idari yargıyı benimseyen Kara Avrupası ülkelerinde de mevcuttur. (Özbudun, sh.96 ve) şeklindedir. 2 DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ Başlıklı 5. MADDESİ; Anayasanın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmünü içermektedir. Anayasanın 5. maddesinin gerekçesinde: ...Devletin... milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet, ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracaktır. Ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal devletin görevidir... olarak belirtilmektedir. Anayasa 5. madde içeriğindeki kavramlar açısından bilimsel görüş; 1982 Anayasası, 5. madde ile, devletin amaç ve görevlerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Bu maddede devletin görevleri üç grupta toplanmıştır. 1 Türk milletinin bağımsızlığını ye bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, 2 Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, 3 Kişi hak ve hürriyetleri için sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmak. (Dal,sh. 141) şeklindedir. 3 YARGI YETKİSİ Başlıklı 9. MADDESİ; Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız Mahkemelerce kullanılır. Gerekçe: Yargı yetkisi, fert, hak ve hürriyetleri sorununun ortaya çıktığı günden beri kabul edildiği üzere bağımsız organlar tarafından bağımsız Mahkemelerce yerine getirilecektir.Esas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 4 Anayasanın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uygun işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi unsuru, hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah 2.5.1976, Es. 1976/1, Ka. 1976/8; E.G. 16.8.1976) 4 MÜLKİYET HAKKI Başlıklı 35. MADDESİNDE; Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Gerekçe: Madde, birbirine yakın ve birbiriyle ilgili iki temel hakkı, mülkiyet ve miras haklarını birlikte düzenlemiştir. Bu birlikte düzenleme 18 inci yüzyıldan beri geleneğin sonucudur. Anayasa hem mülkiyet hakkını hem miras hakkını Anayasal bir müessese olarak teminat altına almaktadır. Maddede mülkiyet ve miras haklarının, diğer temel haklan gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlamıştır. Madde bundan sonra mülkiyet ve miras haklarının kamu yararı amacı ile sınırlandırabileceğine işaret etmiş; daha sonra mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Mülkiyet hakkı Devletten önce de var olan bir gerçek olması itibariyle (Maunz Durig Herzog Scholz, Gmudgesetz, Kommentar, Art. 14, N.5) ekonomik ve sosyal haklar arasında değil de, kişinin temel hakları arasında düzenlenmesi düşünebilirse de, Komisyon şimdiki düzenlemenin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması, yine Anayasanın komünizmi, faşizmi ve din temeline dayanan Devlet kurmayı yasaklayan hükümleriyle birlikte karşılaştırılınca, mülkiyetin bu şekilde himayesinin bir ölçüde ekonomik sistem tercihi bakımından da bir gösterge teşkil etmektedir. Kısaca, özel mülkiyetin özellikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, inkar edilmesi de önlenmiştir. Kamu yararına bulunduğu hallerde büyümenin gerçekleşmesi suretiyle toplumunun refahını arttıracağı genellikle kabul edilmektedir. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No.7) Mülkiyeti Anayasa teminatı altına alan bu madde doğrudan devlete hitabetmektedir. Mülkiyetin şahıslara karşı korunması Medeni Kanun ve 5917 sayılı Gayri Menkule Tecavüzün Meni Hakkında Kanun gibi mevzuatla sağlanmaktadır. Mülkiyetin münferit himayesini fert Mahkemelerden ve idareden talep etmektedir. Mülkiyetin müessese olarak güvence altına alınması ise kanun koyucu, başka açıdan Devlet, Anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan Anayasa yargısı, tarafından sağlanacaktır. (MangoIdt Klein I, S. 422)Esas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 5 Mülkiyetin Anayasa teminatı altına alınması kimlerin yararlanacağı ise bir problem doğurmaz. Malik sıfatım taşıyan gerçek ve tüzelkişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Gerçek kişilerin fiil ehliyetlerinin farklı olması sebebiyle bu temel hakkın sahipliği bakımından bir ayırım yapılamaz. Başka deyişle mülkiyete sahip olmak bakımından hiçbir ehliyet ayrımı gözetilemez. Kişinin, şahsiyetini geliştirebilmesinde mülkiyetin, Anayasaca güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü vardır. Çünkü klasikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçası ekonomik şahsiyet olarak adlandırılmaktadır. Anayasanın Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir diyen 16 ncı maddesinin 1 inci fıkrası ile mülkiyet güvencesi getiren 43 üncü madde arasında bu açıdan irtibat vardır. Başka deyişle, mülkiyet hakkım Anayasa teminatı altında tutan 43 üncü madde, 16 ncı maddenin 1 inci fıkrasına nazaran özel hüküm niteliğindedir. Mülkiyetin korunması, hürriyeti de güvence altına alır. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No. 15/16) Mülkiyetin, güvencesi ile ilgili 43 üncü madde, konut dokunulmazlığını güvence altına alan 21 inci madde birlikte uygulanır. 48 inci maddede düzenlenen devletleştirmenin mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması ile çelişir bir yanı yoktur. Bu noktaya yukarıda temas edilmemiştir. Mülkiyetin anayasal güvencesi ile 13 üncü maddedeki temel hakları kötüye kullananların o haklan kaybedecekleri hükmü arasında bir uyumsuzluk bulunmamaktadır. Türk Ceza Kanunundaki müsadere hükümleri ile Anayasanın 30 uncu maddesindeki müsadere hükümleri 13 üncü madde anlamında o hakkın kaybedilmesi değildir. Kanun koyucu 13 üncü maddedeki şartlarda mülkiyet hakkının kaybedilmesinin şartları ve karar verecek mercileri özel bir kanunla düzenleyebilir. Mülkiyet Anayasal güvence altına alınması tek tek menkul ve taşınmaz mallan, para ile değerlendirebilen hakları ve mal varlığını toplu olarak ve tabii olarak üretim araçlarını içeren bir teminattır. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yaran amacıyla sınırlanmasına engel değildir. Ağır vergilendirme, peşin olmayan ödemelerle kamulaştırma ve devletleştirmelerin, mülkiyet güvencesine aykırı düşer. Miras hakkı, mülkiyet hakkının bir devamıdır, özel bir şekildir. Bu nedenle mülkiyet ve miras aynı maddede ardarda düzenlenerek Anayasal güvence altına alınmıştır. Miras hakkının ağır vergilendirme yolu ile muhtevasız hale getirilmesi, mira hakkının ortadan kaldırılması önlenmek istenmiştir. M.G.K. ANY. KOM. DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ: Danışma Meclisince kabul edilen 43 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan Bu haklar, diğer temel haklar gibi AnayasanınEsas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 6 güvencesi altındadır. cümlesi maddeden çıkarılmış ve madde redaksiyona tabi tutulmuştur. Anılan hükmün maddeden çıkarılmasının nedeni, Anayasada sayılan tüm temel hak ve hürriyetler gibi mülkiyet ve miras hakkının da herhangi bir açıklamaya gerek olmaksızın Anayasanın güvencesi altında olmasıdır. Kaldı ki, diğer temel hak ve hürriyetler için ilgili maddelerinde bu kurala yer verilmemiştir. Mülkiyet ve miras haklarının önemi ve Türk toplumunun köklü gelenekleri göz önünde tutularak bu haklar ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir hükmü aynen korunmuştur. Metindeki bu ancak ibaresi sınırlayıcı nitelikte görülmemiş, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddede belirtilen genel sınırlama sebeplerinin tümü anılan 13üncü maddenin son fıkrasında yer alan açık hükümlere göre, bu haklar bakımından da geçerli olduğundan, maddede yer alan bu hüküm, sınırlama sebepleri arasında öncelikle uygulanabilecek bir sebebi belirtir nitelikte kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin değişik kararlarında çağımızda mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Toplum yaran ise, yerine göre mülkiyet hakkının tümüyle kişinin elinden alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Anayasada kamulaştırma ve devletleştirme kurumlan düzenlenmiştir. (Any.Mah.19.2.1985, Es.1984/15, ka.1985/5, R.G. 11.6.1985 Sayı:18781) Anayasa, 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkına, ekonomik haklar arasında değil, kişi haklan arasında yer vermiştir. Bu değişiklik, Anayasanın Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmesi sırasında oluşmuştur. Mülkiyet hakkı, devletten önce var olan, devlete karşı da korunması gereken, kişi haklan ağır basan haklardan sayılmıştır. (Gözübüyük, sy.156) 1961 Anayasası mülkiyet hakkım sosyal ve ekonomik haklar arasında düzenlemişti. Bu bir yerde mülkiyete değişik yorumlarla, mahiyetinden değişik yaklaşmalara neden olabiliyordu. 1982 Anayasası mülkiyet hakkını kişinin haklan bakımından değeri olan bir hak değil, ferdi niteliği ve tabii haklar arasında oluşu yeniden vurgulanmıştır... Anayasa mülkiyet hakkını özel mülkiyet olarak düşünmüştür. Bu mülkiyet anlayışı, teşebbüs serbestisini üretim vasıtaları üzerindeki özel mülkiyeti de ihtiva etmektedir. Bu nedenle faşişt, komünist veya dini esaslara dayanan bir sistem tercihi Anayasanın diğer hükümleri ile olduğu kadar mülkiyet hakkındaki hükümleri ile de mümkün değildir. 5 HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. MADDESİNDE; Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünden davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSUNUN VE UYGULAMASI BULUNAN YASA MADDESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi yönünden Yasanın uygulanması açısından 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 6745 sayılı Yasanın 34. maddesiyle 20/08/2016 günü kabul edilen maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir. yasalEsas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 7 hükmünün bu kısmının süre belirtmek gerekirse uyuşmazlığımızı da etkileyecek şekilde 2021 yılma kadar dava açılmasının Önlenmesine yol açtığı, bu nedenle dava konusuna uygulanacak Yasanın değerlendirilmesi devletin yükümlülükleriyle bağdaşmamaktadır. Anayasa 5. madde yönünden; yasal düzenlemelerin hukuk devletinde adaletli ve adaletin yerine getirilmesi açısından başvuru yollarını sınırlayıcı düzenlemelerde Yasa koyucu tarafından kaçınılması gerekliliğini öngörmektedir. Anayasa 9. madde yönünden; yargı yetkisinin kullanılamaması genel hukuk ilkelerine göre uygun olmayan sınırlamalar dışındaki bir uygulamanın kabul edilmediği sonucu bulunmaktadır. Anayasa 35. madde yönünden; Açık bir biçimde mülkiyet hakkının özüne dokunulması ve bu hususta denge gözetilmeden kişi haklarına aykırılığın oluşturulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Anayasa 36. maddesi yönünden; idari itiraz veya dava yolu tanımadan önlenmesine yol açıcı yasal düzenleme getirilmesi nedeniyle Anayasanın bu hükmüne aykırılık mevcuttur. Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün Mülkiyetin korunması başlıklı 1. maddesinde, Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. düzenlemesi yer almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), mülkiyet hakkı ihlali iddialarıyla açılmış olan, Hakan Arı Türkiye, Hüseyin Kaplan Türkiye davalarında Mahkeme, imar planında kamusal kullanıma ayrılan ve kullanımı kısıtlanan taşınmazların yukarıda sözü edilen hukuki düzenlemeler sonucunda, kamu yararının gerekleri ile temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini irdelemiştir. Kararlarda, ilgililerin imara açık taşınmazlarında inşaat ruhsatı elde etme haklarının meşru haklan olduğu, oysa bu nitelikteki taşınmazların imar yasağına tabi tutulması sonucunda mülkiyet hakkının akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiği ve mülkiyet hakkından yararlanmanın engellendiği sonucuna ulaşmıştır. SONUÇ : Dava konusu kamulaştırmama nedeniyle tazminat isteminin; uzun yıllar sonuç alamamasına neden olan yasal düzenlemeyle mülkiyet hakkının kullanımının kısıtlanmasıyla beraber tamamiyle kurumların insiyatifıne bağlı olarak bir gelişme gösterdiği Anayasaya aykırılık yönündeki itiraz konusu kısımla beraber 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda 20/08/2016 gün 6745 sayılı Yasayla satınalma usulü başlıklı 8. maddesi ek madde 1 (... yapılacak ödemelerin toplam tutarının idari olarak ayrılan ödeneğinin toplamını aşması halinde, ödemeler, en fazla 10 yıl da ve geçici 6. maddenin 8. fıkrasına göre yapılır, kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti başlıklı geçici 6. maddesindeki hükümler özellikle son fıkra Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez beraber değerlendirildiğinde taşınmazın kısıtlılığı hatta kullanılamaz hale getirdiği açıktır.Esas Sayısı : 2017/71 Karar Sayısı : 2017/53 8 Kamu hizmetinin yürütülmesi toplum yararı ile kişilerin maddi ve manevi menfaatleri arasındaki dengenin gözetilmesinde kamu hizmetinin verimliliğinin ön planda tutulması mutlak olmakla beraber bu dengenin tamamiyle bir taraf yönünde gözetilmemesi sonucunu doğurmaması gerekliliği kamu vicdanı ve adalet açısından zorunluluktur. Bu bağlamda kurumların kamu hizmeti nedeniyle imar planlarında bir kısım taşınmazları kısıtlaması gerekliliği kişilerin toplum yararına bu menfaatlerinden vazgeçmesinde toplum düzeninin oluşmasındaki mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmesinin mülkiyet sahipleri açısından da en azından tazmini gerekeceği tabi olmakla bu dengeyi gözeten ve hak arama özgürlüğünü yıllara yayılı olarak ortadan kaldırmayan mevzuat hükümleri getirilmesi kurumların sonuç itibariyle de taşınmazın mülkiyetini uhdelerine de aldığı düşünüldüğünde Anayasaya aykırılık teşkil ettiği görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulması gerektiği sonucuna varılmıştır. HÜKÜM : Açıklanan nedenlerle, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasanın geçici madde 11in Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır. ibaresinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 5 9 35 ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali istemi ilgili Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleri ile onaylı suretlerinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte, Anayasa Mahkemesine sunulmasına bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine karardan bir suretinin taraflara tebliğine 29/12/2016 günü karar verildi. | 3,035 |
Esas Sayısı : 2011/47 Karar Sayısı : 2012/87 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '' II. GEREKÇE A Uluslararası Anlaşmaların Uygun Bulunmasına İlişkin Yasaların Anayasal Denetimi Dava konusu maddenin yer aldığı 6118 sayılı Yasa, bir uluslararası anlaşmayı 'uygun bulma' yasasıdır. Konu daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmiş ve 27.02.1997 tarihli, E.1996/55, K.1997/33 sayılı kararda; 'Anayasanın 'Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma' başlığını taşıyan 90 ıncı maddesinin birinci fıkrasında, '... andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır' denilmekte, maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında da, kimi durumlarda önceden bir yasa ile uygun bulma zorunluluğu olmaksızın andlaşmaları yürürlüğe koyma yetkisi yürütme organına verilmektedir. Maddenin dördüncü fıkrasında da, 'Türk Kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır' denilerek onaydan önce bir yasayla uygun bulma koşulu aranmayan andlaşmalar, yasalarda değişiklik gerektiriyorsa bunlar için de onaylamadan önce TBMM'nden 'uygun bulma' yasasının çıkarılması öngörülmektedir. Anayasanın 90 ıncı maddesinin gerekçesinde, uygulamada iyi işlediği ve ihtiyacı karşıladığı için 1961 Anayasası'ndaki kuralın aynen alındığı belirtilmiştir. Bu nedenle, 1961 Anayasası'nın yasalaşma evresine bakılarak 1982 Anayasası'nın 90 ıncı maddesinin kabulünü gerektiren gerekçeleri saptamak olanaklıdır. Kurucu Meclis tarafından oluşturulan Anayasa Komisyonu'nca hazırlanan metinde, andlaşmaların Anayasaya aykırılığının ileri sürülmesini önleyici bir usul benimsenmiş; madde gerekçesinde de, '... Milletlerarası andlaşmaların Anayasaya uygunluğunun murakabesi konusunda, kanunlarla ilgili murakabeye nazaran farklı bir usul getirilmektedir. Gerçekten bir anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra Anayasaya aykırılığı dolayısıyla iptalinin Devletin milletlerarası sorumluluğunu doğurmaması için, bu murakabenin teşri organın tasvibinden geçmeden önce tahkik edilmesi ve sonuçlandırılması zaruridir' denilmiştir. Millî Birlik Komitesi tarafından yapılan incelemede, tasarının ikinci fıkrasında yer alan, yukarıda sözü edilen hüküm maddeden çıkarılmış ve maddenin son fıkrası, 'usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında 149 uncu ve 151 inci maddeler gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulamaz' biçiminde düzenlenmiştir. Anayasanın 90 ıncı maddesinin aynı olan 1961 Anayasası'nın 65 inci maddesinin gerekçesinden, milletlerarası ilişkilerin siyasî yönünün ağır basması nedeniyle dış ilişkilerin sürekliliği bakımından doğabilecek sakıncaların önlenmesi amacıyla milletlerarası andlaşmaların iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasının engellendiği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2011/47 Karar Sayısı : 2012/87 2 Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasında, 'usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz' denilmektedir. Uluslararası ilişkilerde sürekliliği sağlama amacı gözeterek getirilen 'andlaşmaların yargı denetimi dışında tutulması'na ilişkin bu kuralla anayasal denetimin dışında tutulmak istenen, yöntemince yürürlüğe konulmuş olan 'uluslararası andlaşmalar'dır. Bu nedenle, andlaşmadan bağımsız olarak onay yasalarına karşı Anayasa Mahkemesi'ne başvurulabilir.' Denilmiştir. Aynı gerekçeyle, 6118 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesinde bir sorun bulunmamaktadır. B 22.02.2011 Tarihli ve 6118 Sayılı 'Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu Kurucu Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun'un 1 inci Maddesinin Anayasaya Aykırılığı İslam Kalkınma Bankası (İKB) bünyesinde yer alan ticaretin finansmanı ile ilgili muhtelif programların birleştirilerek ayrı bir tüzel kişiliği haiz olmak üzere Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu adı ile yeni bir kurum kurulmasına ilişkin kurucu antlaşma 2006 yılı başında İKB tarafından Hazine Müsteşarlığına iletilerek Türkiye'nin oyunu yazılı olarak vermesi istenmiştir. Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu Kurucu Anlaşması'nın kabulüne dair karar taslağına ilişkin ülkemizin olumlu oyu, Anayasamızın ve taraf olduğumuz uluslararası anlaşmaların hükümlerinin saklı tutulduğu, Kurucu Antlaşmanın bu anlayışla imzalanacağı ve onaylanacağı kaydı konularak 31 Mart 2006 tarihinde İKB'ye iletilmiştir. Bahse konu Kurucu Anlaşma 30 ' 31 Mayıs 2006 tarihlerinde Kuveyt'te yapılan İKB Grubu Yıllık toplantısı sırasında üye ülkelerin imzasına açılmış, Türkiye Cumhuriyeti adına 30 Mayıs 2006 tarihinde imzalanmış ve iptali istenen Yasa ile de TBMM tarafından 'Onaylanması uygun bulunmuştur'. 6118 sayılı Yasanın 1 inci maddesiyle, Türkiye Cumhuriyeti adına 30 Mayıs 2006 tarihinde Kuveyt şehrinde imzalanan 'Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu Kurucu Anlaşma'nın onaylanması; Anlaşma'nın giriş bölümünün birinci ve üçüncü paragrafları ile 8 inci maddesinin (2) numaralı fıkrasının (b) bendi ve 18 inci maddesine 'Anayasamız, kanunlarımız ve bağlı olduğumuz anlaşmalar hükümlerinin saklı olduğu' şeklinde ihtirazi kayıt derpiş olunmak üzere uygun bulunmuştur. Maddeden, hükümetin 'Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu Kurucu Anlaşma'nın (Anlaşma) bazı maddelerinde, Anayasaya, yasalara ve Türkiye'nin bağlı olduğu uluslararası anlaşmalara aykırı noktalar gördüğü ve bu nedenle, bu konuda ihtirazi bir kayıt 'derpiş etme' gereksinimi duyduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, 'ihtirazi kayıt derpiş olunan' maddeler incelendiğinde anlaşılmaktadır: Anlaşmanın, ihtirazi kayıt derpiş olunan; a) Giriş Bölümünün birinci paragrafı; 'İslam Kalkınma Bankası'nın hedefinin, Şeriat ilkelerine uygun olarak, üye ülkelerdeki ekonomik kalkınmayı ve sosyal gelişmeyi güçlendirmek olduğunu ONAYLADIĞINDAN,' b) Giriş Bölümünün üçüncü paragrafı; 'İslam Kalkınma Bankası'nın üyeleri vasıtasıyla İslamî ticaret finansmanı için geniş bir potansiyel piyasanın varlığını ve modern İslamîEsas Sayısı : 2011/47 Karar Sayısı : 2012/87 3 bankacılık ürünleri vasıtasıyla ticari işletmelerini finanse etmek için müşterilerin isteklerini DİKKATE ALDIĞINDAN,' c) 8 inci maddesinin (2) numaralı fıkrasının (b) bendi; 'İslam Konferansı Örgütü üyesi ülkelerin hükümetleri ve kuruluşlarından mevduat kabul edebilir ve Şeriat ilkelerine uygun olarak çeşitli enstrümanlarla ticaret finansmanı için fon toplayabilir ve toplanan fonların veya Kurum tarafından verilen garantilerin ödenmemiş toplam tutarı, uluslararası geçerli standartlara ve uygulamalara uygun olarak Yönetim Kurulu tarafından belirlenmek üzere bu amaçla Kurumun kararlaştıracağı şekilde teminat veya benzeri garanti sağlayabilir;' d) 18 inci maddesi; 'Kurumun tüm aktiviteleri ve faaliyetleri Şeriat ilkeleri ile uyumlu olacaktır.' şeklindedir. Yukarıda sayılan ve çekince koyulan hükümlerin, Türkiye Cumhuriyetinin 'lâik devlet' ilkesini değiştirilemeyecek şekilde koruyan Anayasa ile çelişki içinde olduğu açıktır. Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü anayasal bir zorunluluk iken, tüm aktiviteleri ve faaliyetleri şeriat ilkeleri ile uyumlu bir İslamî Kurumun parçası olmak ve Anlaşmadaki hususlar üzerinde anlaşmak hem hukuksal olarak hem de uygulamada mümkün değildir. Ancak çekince konulan hükümler, İslamî Kurumun temel niteliğini ve özünü oluşturmaktadır. Diğer deyişle, Kurum, çekince konulmasına bakılmaksızın, Anlaşmada gösterilen temel niteliklere bağlı olarak çalışacaktır. Türkiye'nin imzaladığı Anlaşmanın niteliğini ve özünü aslında çekince konulan hükümler oluşturmaktadır. Uluslararası hukuka göre bir anlaşmanın özünü oluşturan konusuna ve amacına çekince konulması kabul edilmediği için Türkiye tarafından konulan çekincenin kabul edilmeyerek etkisiz kılınması yanında, çekinceler geçerli kabul edilse dahi anılan antlaşmanın fiilen Türkiye Cumhuriyeti'nin organ, kurum, kuruluş ve vatandaşlarına şeriat ilkeleri uyarınca uygulanmasına mani olmayacağı açıktır. Bu anlaşmanın 18 inci maddesinde; sözü edilen Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumunun tüm faaliyetlerinin şeriat ilkeleri ile uyumlu olacağı belirtilmektedir. Bu hüküm yalnız bu madde ile ilgili olmayıp, kurumun tüm faaliyetlerine şamil bir nitelik taşımaktadır. O nedenle şeriat ilkelerinden bahseden bu maddeye ve şeriat hukukundan bahseden diğer maddelerine Türkiye'nin çekince koyması, kurumun diğer maddelerde öngörülen faaliyetlerinin şeriat hukukuna uygun olmadan yürütülmesi sonucunu doğurmayacaktır. 1969 yılında Viyana'da kabul edilen Milletlerarası Anlaşmalar Hukuku Hakkında Sözleşmenin 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendine göre çekince, bir devletin anlaşmayı imza, onaylama, kabul ve uygun bulunması durumunda anlaşmanın kimi kurallarının hukuksal etkisini kendisi hakkında kaldırmak veya değiştirmek amacıyla tek taraflı yaptığı bir bildirimdir. Oysa dava konusu kuralla kabul edilen Anlaşmadaki çekince maddeleri, söz konusu Anlaşmanın özünü değiştirmemekte, kimi kuralların hukuksal etkisini Türkiye hakkında kaldırma veya değiştirme etkisini göstermemektedir. 'Tüm aktiviteleri ve faaliyetleri Şeriat ilkeleri ile uyumlu' bir Kurum ile 'şeriat ilkelerine' çekince konulduğunu belirterek karşılıklı ilişkide bulunmak, Kurumun niteliğini ve özünü değiştirmeyecektir. Bu durumda, çekince; somut, belirli, öngörülebilir, açık ve net bir sonuç içermemekte, eylemli olarak uygulanma olanağı bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2011/47 Karar Sayısı : 2012/87 4 Çekince konulan maddeler, özellikle de 18 inci madde, 'Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu'nun niteliğini oluşturmaktadır. Türkiye'nin imzaladığı anlaşmanın özünü de bu maddeler oluşturmaktadır. Uluslararası hukuka göre bu anlaşmanın özüne Türkiye tarafından konulan çekincenin geçerli olması ya da Türkiye lehine hukuksal etki doğurması ihtimali fiilen bulunmayacağı için bu anlaşmanın, çekincelerle de olsa uygun bulunması Anayasamızın amir hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir. Anlaşmaya konulan ihtirazi kayıt, açık ve net olarak anayasal güvenceyi sağlayacak nitelikte olmalıdır. Dava konusu olan Yasa, uluslararası bir anlaşmayı uygun bulma yasasıdır. Yasanın Anayasaya aykırı maddeler taşıdığı bizzat Hükümet ve TBMM tarafından da kabul edilmiş, bunu önlemek amacıyla 'ihtirazi kayıt derpiş olunması' öngörülmüştür. İptal davasının temel nedeni, bu kaydın Anayasaya aykırılığı önleyemeyeceği ve Türkiye'nin Anayasanın 2 nci maddesindeki ilkelere karşın, şeriat hükümlerini uygulamak zorunda kalacağıdır. Bazı maddelerine 'ihtirazi kayıt derpiş olunan' Anlaşma ile kurulan 'İslâmi Kurum'un, şer'i hükümlere göre faaliyet göstermesini engelleyecek hiçbir hüküm bulunmadığı gibi, Anlaşmanın bütünlüğünden, Türkiye tarafından konulan çekincenin Kurum'un faaliyetleri yönünden bir anlam ifade etmeyeceği de açıktır. Kaldı ki, çekince konulan hükümler yönünden, bir boşluğun ortaya çıkacağı, bu boşluğun doldurulması konusunda yasal önlemin alınmadığı da açıktır. Bu açıdan, 6118 sayılı Yasanın, Anayasanın 2 nci maddesinde açıklanan ve 4 üncü maddesine göre değiştirilmesi bile teklif edilemeyecek olan 'lâik devlet' ilkesi ile bağdaşması olanaksızdır. Öte yandan, Anayasanın 7 nci maddesi gereğince, yasama yetkisi devredilemez bir yetki olduğuna göre, TBMM, yürütme organının, kendini yasama organı yerine koyarak 'yorumlayabileceği', 'muğlak' bir düzenleme yapamaz. Çekince konulan hükümlerin ortaya çıkaracağı boşluğun kimin tarafından nasıl doldurulacağı, böyle bir işlemin Anlaşma taraflarınca kabul edilip edilmeyeceği de belli değildir. Uluslararası anlaşmaların, Anayasamız açısından taşıdığı farklılık bilinmektedir. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş bir uluslararası anlaşmanın Anayasaya aykırılık denetimi yapılamamaktadır. Anlaşmanın onaylanması ve yürürlüğe girmesi durumunda Türkiye, bundan geriye dönemeyecek ve İslami Kurum ile ilişkilerini Anayasaya aykırı olarak devam ettirmek, yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda kalacaktır. Anlaşmanın, özellikle üye ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerde ortak hedefleri belirleyen giriş bölümüyle ilgili çekinceler, doğal olarak bütünü etkileyecek niteliktedir. Bunların sadece ilgili oldukları hükümlerle sınırlı bir uygulama alanına sahip oldukları düşünülemez. Onay Yasasının, uygun bulduğu anlaşmanın incelenmesi Anayasanın 90 ıncı maddesine göre olanaklı olmamakla birlikte, Anayasanın 7 nci maddesine göre TBMM'de olan yasama yetkisinin devredilip devredilmediği ve yasama organının kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanıp kullanmadığının saptanması da, ancak uygun bulunan anlaşmanın anlam ve içeriğinden ortaya çıkacaktır. Yasama organı 90 ıncı maddeye göre uygun bulma yasasını kabul ederken Anayasa hükümlerine aykırı davranamaz. Anayasa, bu tür yasaların kabulünde TBMM'ye Anayasa dışına çıkma gibi bir istisnai yetki tanımamıştır. Anlaşmanın içeriğine bakmadan, yasama organının anayasal sınırlar içinde kalıp kalmadığının saptanması mümkün değildir. Uygun bulma yasasının amacı, aslında, yasama organının anlaşma hükümlerinin anayasal denetimini yapmasıdır. Bu denetimin tamamlayıcısı ise Anayasa Mahkemesi denetimidir. Anlaşma hükümleri, burada Anayasaya aykırılığı ileri sürülen norm değil, Anayasaya aykırılığın denetlenebilmesi için gerekli destek norm niteliğindedir. Bu destek norm olmadan onay yasası somut ya da soyut olarak denetlenemez. Kaldı ki, Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasında sözü edilen ve Anayasa aykırılık iddiası ile AnayasaEsas Sayısı : 2011/47 Karar Sayısı : 2012/87 5 Mahkemesine başvurulamayan anlaşma, 'usulüne göre yürürlüğe konulmuş' olan anlaşmadır. Bir anlaşmanın onaylanmasının, TBMM'ce onaylamayı bir yasayla uygun bulması, o anlaşmanın yürürlüğe girmesi için nihai koşul değil ön koşuldur. Anlaşmalar, uygun bulma yasasının yürürlüğe girmesiyle, yürürlüğe girmezler. Bu yönüyle de, destek norm olarak kullanılan anlaşma hükümlerinin, Anayasanın 90 ıncı maddesi kapsamında anayasal denetiminin yapılmaması kuralının ihlalinden söz edilemez. Çekince konularak kabul edilen maddeler yönünden inceleme yapabilen Anayasa mahkemesinin, aynı gerekçeyle çekince konulmayan maddeler yönünden de inceleme yapması mümkündür. Nitekim, çekince konulan maddeler de uygun bulma Yasasına alınmamış, madde numaralarına gönderme yapmakla yetinilmiştir. Çekince konulmayan maddelerin tek tek gönderme yapılmadan kabulü ile çekince konulan maddelerin Yasa metninde gösterilmesi arasında hukuksal yönden fark bulunmamaktadır. Çekince nedeniyle gönderme yapılan hükümler nasıl, Anlaşma metnine bakılarak yorumlanıyorsa, çekince konulmayan maddeler de aynı şekilde yorumlanabilir. Çekince konulmayan maddeler, tek tek sayılmasa bile, tıpkı çekince konulan maddeler gibi, uygun bulma Yasasının içine yerleşmiştir. Çekince konulsa da konulmasa da, Anlaşma hükümleri, uygun bulma Yasasının içeriğinin belirlenmesi yönünden destek normdur. Çekince konulan maddeler, Anayasa mahkemesinin E.1996/55 sayılı kararında olduğu gibi, destek norm olarak görülebiliyorsa, çekince konulmayan maddeler de destek norm olarak görülmelidir. Esasen, böyle bir ayrımın yapılması da hukuk devleti yönünden doğru değildir. Her iki durumda da Anlaşma maddelerinin dolaylı denetiminden söz edilemez. Aksi halde, uygun bulma Yasasının denetimi yapılamamış olur ki, bu durum Anayasa ile bağdaşmaz. Bu yönden bakıldığında, Anayasa Mahkemesinin, E.1996/55 sayılı kararında, incelemeyi çekince konulan ya da konulmayan şeklinde ayrıma tabi tutması çelişkilidir ve bu çelişkinin Anayasanın 148 inci maddesi kapsamında kabul edilmesi mümkün değildir. Anlaşma metninden destek norm olarak yararlanılmadığında, uygun bulma Yasasının denetiminin önü, Anayasaya aykırı olarak, kapatılmış olur. Anayasal denetim yapılamaz hale gelir. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğunun bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti, siyasal iktidarı hukukla sınırlayarak ve devlet etkinliklerinin düzenli sürdürülebilmesi için gerekli olan hukuksal alt yapıyı oluşturarak aynı zamanda istikrara da hizmet eder. Bu istikrarın özü hukuki güvenlik ve öngörülebilirliktir. Hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik sağlanabilmesi ise, kuralların genel, soyut, açık ve anlaşılabilir olmalarına bağlıdır. Hukuk devleti, yasaların kamu yararına dayanması ilkesini de içerir. Hukuk devleti olabilmenin bir başka göstergesi de 'genellik' ilkesine uyulmasıdır. 'Yasaların genelliği' ilkesi, özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan, aynı statüde olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar. Ortada imzalanmış bir Anlaşma olması, uygun bulma yasasını kabul eden yasama organının kamu yararı ve lâik hukuk devleti ilkelerinin yok saymasını gerektirmez. Uluslararası anlaşmaların yürürlüğü, imzalanmasına bağlı değildir. 1969 yılında Viyana'da kabul edilen Milletlerarası Anlaşmalar Hukuku Hakkında Sözleşme'nin 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendine göre çekince, bir devletin anlaşmayı imza, onaylama, kabul ve uygun bulunması durumunda anlaşmanın kimiEsas Sayısı : 2011/47 Karar Sayısı : 2012/87 6 kurallarının hukuksal etkisini kendisi hakkında kaldırmak veya değiştirmek amacıyla tek taraflı yaptığı bir bildirimdir. Ancak, çekincenin, çekince konulmayan maddelerin Anayasaya aykırılığını ortadan kaldırması halinde anlamı vardır. Çekinceye rağmen aykırılık devam ediyorsa, uygun bulma yasası da Anayasaya aykırı hale gelir. Anayasanın Başlangıç bölümünde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, 'dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi' olduğu, aynı zamanda da, 'millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkılamayacağı' belirtilmiştir. Bu ilkeleri, aynı zamanda, Anayasanın Başlangıç kısmında 'hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, ... karşısında koruma göremeyeceği' ilkesi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Anayasadaki hukuk düzeni, temel ilkeleri 2 nci maddesinde gösterilen esaslar olup, 7 nci maddesine göre de yasama yetkisi, 'Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir' ve 'devredilemez'. TBMM'nin bu yetkisini kullanırken, kaynağını Anayasadan almayan bir yetki kullanamayacağı da açıktır. Anayasanın 90 ıncı maddesinde de bu kaynağın ve yetkinin istisnası gösterilmemiştir. Yasama organı, nasıl herhangi bir alanı Anayasaya uygun olmak koşuluyla düzenleyebilirse, uygun bulma yasasını da aynı şekilde, Anayasaya uygun olmak koşuluyla kabul edebilir. Anayasanın 2 nci maddesindeki 'demokratik, lâik hukuk devleti ilkesi' bu anlamda yasaların olduğu gibi uluslararası anlaşmaların da çerçevesini çizer. Nasıl yasalar, lâik hukuk devletine aykırı olamazsa, uluslararası anlaşmalar da olamaz. Bu değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez kuralı gözetecek ve yaşama geçirecek olan mercii 'yasama organı', kural ise uluslararası anlaşmayı 'uygun bulma yasası'dır. 6118 sayılı Yasayla, Anlaşmanın kimi hükümlerine çekince konulmasına karşın, lâik hukuk devleti ilkesinin ihlali engellenememiştir. Lâik hukuk devletini ihlal eden Anlaşmanın TBMM tarafından uygun bulunması Anayasanın Türkiye Cumhuriyetinin lâik bir hukuk devleti olduğunu ifade eden 2 nci ve yasama yetkisini belirleyen 7 nci maddeleri ile bağdaşmaz. Lâik hukuk devleti yasal güvence altına alınmayarak, Anayasanın Başlangıç'ı ve Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden 174 üncü maddesi de ihlal edilmiştir. Anayasanın 2 nci ve 7 nci maddelerine ve Başlangıç Bölümüne aykırılığı açık bir uluslararası anlaşmaya konulan 'ihtirazi kayıt', 'açık' ve 'bağlayıcı' olmadığı, yürütme organınca değişik biçimlerde yorumlanmaya elverişli olduğu için, 6118 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin uygulanması olanaksız hale gelmiştir. Açıklanan nedenlerle, 22.02.2011 tarihli ve 6118 sayılı 'Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu Kurucu Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun'un 1 inci maddesinin Anayasanın Başlangıç'ı ile 2 nci, 4 üncü, 7 nci ve 174 üncü maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİEsas Sayısı : 2011/47 Karar Sayısı : 2012/87 7 Hukuk devletine aykırı olan, temel hak ve özgürlükleri ölçüsüzce sınırlandıran ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin, uygulanması halinde, sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı çok açıktır. Öte yandan, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Dava konusu olan Yasa, uluslararası bir anlaşmayı uygun bulma yasasıdır. Yasa'nın Anayasaya aykırı maddeler taşıdığı bizzat Hükümet ve TBMM tarafından da kabul edilmiş, bunu önlemek amacıyla 'ihtirazi kayıt derpiş olunması' öngörülmüştür. Anayasaya aykırılık savının temel nedeni de, bu ihtirazi kaydın Anayasaya aykırılığı önleyemeyeceği ve Türkiye'nin zaman zaman Anayasanın 2 nci maddesindeki ilkelere karşın, şeriat ilkelerini uygulamak zorunda kalacak olmasıdır. Anayasal denetim sırasında, Anlaşma hükümleri uygulanmaya başlarsa Türkiye giderilmesi mümkün olmayan zararlarla karşılaşacağı yükümlülük altına girmiş olacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 22.02.2011 tarihli ve 6118 sayılı 'Uluslararası Ticaret Finansmanı İslami Kurumu Kurucu Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun'un 1 inci maddesinin, Anayasanın Başlangıç'ı ile 2 nci, 4 üncü, 7 nci ve 174 üncü maddelerine aykırı olduğundan iptaline, Anayasaya açıkça aykırı olması ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'" | 2,785 |
Esas Sayısı : 1995/50 Karar Sayısı : 1996/19 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Danıştay Onuncu Dairesi'nin başvuru gerekçesi şöyledir: "1211 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu, 3182 sayılı Bankalar Kanunu, 2983 sayılı Tasarrufların Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkında Kanun, 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu, 7.11.1985 Tarihli ve 3238 sayılı Kanun, 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılması ve 1177 sayılı Tütün Tekeli Kanununun Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılması ve Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Özelleştirilmesi Hakkında 3291 sayılı Kanun'un 17. maddesinde; "Tütün ve tütün mamullerinin üretimi, ithalatı ve satışı ile ekici tütünlerin borsalarda veya yazılı sözleşme yapılarak satılabilmesine ilişkin usul ve esaslar ve üretilen tütün mamullerinde kullanılan tütün cinslerine göre fon alınması ve bu fonun kullanma usul ve esasları Bakanlar Kurulunca tespit edilir. Bu fonun denetimi Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu tarafından yapılır" hükmü yer almıştır. Dava konusu işlemle tahakkuk ettirilen tütün fonu alacağı, aktarılan Yasa hükmüyle verilen yetkiyi kullanan Bakanlar Kurulu'nun tütün ithalinde koyduğu mali yükümlülüğe ilişkindir. 2.5.1991 tarih ve 91/1755 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının 4. maddesiyle, 30.7.1988 tarih ve 88/13208 sayılı kararname eki kararın 1. maddesi değiştirilmiş ve "Yabancı tütün ve yurt içinde harmanlanmış ve imal edilmiş (blended) sigaraların bünyesine giren yabancı tütünün ithali sırasında CIF bedel üzerinden 5000 $/Ton fon alınır" hükmü getirilmiştir. Kurulumuzca, uyuşmazlığın kaynaklandığı ve dava konusu işlemle tahakkuk ettirilen ek mali yükümlülüğün dayanağı olan 3291 sayılı Yasanın 17. maddesi son fıkrasındaki "... üretilen tütün mamullerinde kullanılan tütün cinslerine göre fon alınması ve bu fonun kullanma usul ve esasları Bakanlar Kurulunca tespit edilir. Bu fonun denetimi Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu tarafından yapılır" hükmünün Anayasa'ya uygunluğunun, davacının iddiası da dikkate alınarak incelenmesi gerekli görülmüştür. Anayasa'nın; 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiş, 73. maddesinde vergi, resim, harca ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulup değiştirileceği veya kaldırılacağı, 7. maddesinde de yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğu ve yetkinin devredilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Yine Anayasanın 167. maddesi uyarınca, dış ticaret işlemleri üzerine vergi ve benzeri yükümlülükler dışında ek mali yükümlülükler koymaya ve bunları kaldırmaya kanunla Bakanlar Kuruluna yetki verilebilecektir. Her ne kadar, Devletin ve kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzel kişilerinin harcamalarının yıllık bütçelerle yapılması esası yanında, yasayla kalkınma planları ile ilgili yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve usullerin konulabileceği hükmünü de içeren Anayasanın 161. maddesinde; ek mali yükümlülükleri koyma veya kaldırma yolunda yasayla Bakanlar Kuruluna yetki verilebileceği yolunda açık ve ayrık bir kural yer almamakta ise de; Anayasa Mahkemesi kararlarıyla belirlendiği üzere, bu Anayasa hükmüyle, yıllık bütçenin sınırlı olanakları ve kendisine özgü bürokrasisi içinde çözümlenemeyecek veya uzun sürede çözümlenecek önemli sorunlara köklü ve kalıcı çözümler getirebilmek amacıyla, kamu harcamalarının yıllık bütçeler dışında da yapılabilmesi ve yıllık bütçe dışında gerçekleştirilecek bu kamu harcamalarının kaynaklarının belirlenmesi için yasal düzenleme yapılmasına olanak tanınmıştır. Dolayısıyla vergi ve benzeri mali yükümlülüklerEsas Sayısı : 1995/50 Karar Sayısı : 1996/19 2 dışındaki ek mali yükümlülükler yasa konusu olabilecek ve yasayla, mali yükümün esaslı unsurları belirlenerek Bakanlar Kuruluna bu sınırlar içinde düzenleme yetkisi verilebilecektir. Malî yüküm, matrahı, oran veya miktarı, tahakkuk ve tahsil usulleri, yaptırımları gibi esaslı unsurlardan oluşmaktadır. Bir mali yüküm koyan yasanın o malî yükümünün esaslı unsurlarını da açık bir biçimde ve kesin çizgileriyle belirlemesi zorunludur. Yasayla sadece malî yükümün konusunun belirlenmesi mali yükümün yasayla konulduğu anlamına gelmeyecektir. Sonuçta; dış ticaret işlemleri üzerine konulanlar dışındaki ek malî yükümlülükler, yasayla esaslı unsurlarıyla açık ve yeterli biçimde belirlendikten sonra; belirlenen bu sınırlar içinde Bakanlar Kuruluna düzenleme yapma yetkisi verilebilecektir. Yasanın ek mali yükümün sadece konusunu belirleyerek Bakanlar Kuruluna diğer esaslı unsurlarını belirleme yetkisi vermesi; Anayasanın 2. maddesine güçler ayrılığı ilkesinin doğal sonucu olan 7. maddesine ve 161. maddesine aykırı olacaktır. 3291 sayılı Yasanın 17. maddesinde ise, sadece üretilen tütün mamullerinde kullanılan tütün cinslerine göre fon alınması ve bu fonun kullanma usul ve esaslarını belirleme konusunda Bakanlar kurulu yetkili kılınmış, malî yükümün esaslı unsurları belirlenmemiştir. Açıklanan nedenlerle, 3291 sayılı Yasanın 17. maddesi son fıkrasındaki "...üretilen tütün mamullerinde kullanılan tütün cinslerine göre fon alınması ve bu fonun kullanma usul ve esasları Bakanlar Kurulunca tespit edilir. Bu fonun denetimi Başbakanlık, Yüksek Denetleme Kurulu tarafından yapılır" hükmünün, Anayasanın 27. ve 161. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verildi."" | 684 |
Esas Sayısı:1976/43 Karar Sayısı:1977/4 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Danıştay 5. Dairesince öne sürülen Anayasa'ya aykırılık gerekçesinin özeti şöyledir: Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının değişik 144. maddesinin birinci fıkrasında "Yüksek Hâkimler Kurulu, Adliye Mahkemeleri Hâkimlerinin özlük işleri hakkında kesin karar verir. Bu kararlar aleyhine başka mercilere başvurulamaz. Ancak, disiplin ve meslekten çıkarma cezaları ile ilgili kararların bir defa daha incelenmesini, Adalet Bakanı veya hakkında karar verilen hâkim isteyebilir." hükmü yer almıştır. Bu hükmün gerekçesinde de, "Mahkemelerin bağımsızlığının ve hâkimlik teminatının güçlendirilmesi ve dış etkenlerden tamamen korunması için, Yüksek Hâkimler Kurulunun, hâkimlerin özlük işleri ve disiplin işlemleri hakkında kesin karar verebilmesi zorunlu görülmüştür. Esasen yüksek dereceli hâkimlerden meydana gelen bu kurulun kararlarına karşı başkaca teminat yolu düşünülmesine de ihtiyaç görülmemiştir. Bu sebeple, kurul kararları aleyhine başka mercilere başvurulamıyacağı, ancak disiplin ve meslekten çıkarma cezaları ile ilgili kararların bir defa daha incelenmesinin Adalet Bakanı ve hakkında karar verilen hâkim tarafından işlenebilmesi hükme bağlanmıştır. Böylece hâkim, ilk atanmasından emekliliğine kadar geçecek süre içinde Yüksek Hâkimler Kurulu dışında bir makam ve mercie muhatap olmaksızın tam bir güven içerisinde görevini yapma imkânına kavuşmuş olacaktır. Disiplin ve meslekten çıkarma cezalarının bir defa daha incelenmesine ait istemin şekli ve süresi kanunla düzenlenecektir." denilerek Adlîye Mahkemeleri hâkimlerinin özlük işleri ile ilgili, idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi 15/4/1975 günlü. Esas: 1973/19, Karar: 1975/87 sayılı kararında Anayasa'da gösterilen başlıca şekil şartlarının Anayasa'nın 9., 85., 91., 92. ve 155. maddelerin de yer aldığı belirtilmiştir. Anayasa'nın 9. maddesinde "Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez." denilmektedir. Buna göre, 9. madde içeriği bakımından biçime ilişkin bulunan iki yönlü bir kuraldan meydana gelmektedir. "Değişmezlik" ilkesi sadece Cumhuriyet sözcüğünü amaç almayıp Cumhuriyeti oluşturan diğer ilke ve kuralları da kapsamaktadır. Bu itibarla değişmezlik ilkesi, Anayasa'nın 1. ve 2. maddeleri ile ikinci maddesinin göndermede bulunduğu Anayasa'nın başlangıç bölümünde yer alan temel ilke ve kurallarla niteliği belirtilmiş "Cumhuriyet" sözcüğü ile adlandırılan Devlet sistemidir. Bu nedenle Anayasa'nın öteki maddelerinde yapılan değişikliklerde doğrudan doğruya veya dolaylı yollardan bu ilkeleri değiştirmeyi amaç güden herhangi bir yasa önerilemez ve kabul edilemez. Anayasa'nın 1. maddesinde Cumhuriyet olduğu belirtilen Türkiye Devleti, 2. maddesinde açıklandığı üzere, insan haklarına ve ayrıca Anayasa'nın Başlangıç bölümünde belirtilen temel ilkelere dayanan millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. O halde, yalnız Cumhuriyet sözcüğünün değil, Türkiye Devletinin dayandığı bu ilkelerin ve onun insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımı yapılan niteliklerini değiştirmeyi öngören bir Anayasa değişikliğinin teklif edilmesi, Anayasa'nın sözü geçen kuralı karşısında olanaksızdır. ÇünküEsas Sayısı:1976/43 Karar Sayısı:1977/4 2 bunlarda yapılacak bir değişiklik yukarıda tanımlanan nitelikte bir Cumhuriyet olan Türkiye Devletinin temel kuruluşunda ve işleyişinde değişiklik olması sonucunu doğurur. Anayasa değişikliğini teklif etmeyi düzenleyen Anayasa hükümleri de birer biçim kuralları olduklarına göre bunu yasaklayan kuralın da biçim kuralı olduğunda kuşku yoktur. 20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Kanunun 1. maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 144. maddesinin l .fıkrası "Yüksek Hâkimler Kurulu, Adliye Mahkemeleri Hâkimlerinin özlük işleri hakkında kesin karar verir. Bu kararlar aleyhine başka mercilere başvurulamaz. ..." şeklinde değiştirilmiştir. Yapılan bu değişiklikle kişinin temel haklarından olan ve kişiye güvence sağlayan idarî yargı yerlerine başvurma hakkı yok edilmiştir. Anayasa'nın 31. maddesinde; "Herkes, meşru bütün vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri Önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir." kuralı konulmuş, insan hakları evrensel beyannamesinin 8. ve 10. maddelerinde bu ilkeye daha geniş bir biçimde yer verilmiş 10/3/1954 günlü, 6366 sayılı Yasayla onaylanmış olan "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi" nin 6. maddesinde de bu ilkeler benimsenmiştir. Söz konusu fıkra hükmü, Anayasa'nın Cumhuriyetin insan Hak ve Hürriyetlerine dayalı olduğunu belirleyen başlangıç bölümü ile 2. maddesinde gösterilen İnsan Haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayalı bir hukuk devleti olma niteliğine aykırı bulunduğundan, Anayasa'nın 9. maddesindeki "değişmezlik" ilkesine ve dolayısiyle "teklif" yasağına aykırı düşmektedir. Bu bakımdan Anayasa'nın 9. maddesi kuralına biçim yönünden aykırı düşen bu hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına oybirliği ile karar verilmiştir." | 645 |
Esas Sayısı: 1992/42 Karar Sayısı : 1992/53 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şöyledir. "Sanığın; T.C.K.nun 202/2, 80, 219/son maddeleri gereğince neticeten 12 yıl ağır hapis, Hapis, 1.038.656. TL. Ağır Para Cezası ile cezalandırılmasına ve Memuriyetten müebbeden mahrumiyetine, hakkında T.C.K.'nun 40. maddesinin tatbikine, 9.4.1992 tarih ve 1992/60 Karar sayılı ilamla hükmedilmiştir. İş bu ilam kesinleşmiş olup, infaza verilmiş ve sanık vekilinin de belirttiği gibi infaz edilmektedir. İnfazda da 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesindeki 1/3 oranındaki şartla tahliye hükmünün uygulanması tabiidir. Zira işlenen suç geçici 4. maddenin (1.) fıkrasının (c) bendi kapsamında yer alan "Devlet İdaresi Aleyhinde İşlenen Cürümler" faslında yer almaktadır. Mahkûm, müvekkilinin 3713 sayılı Kanunun geçici 1. maddesindeki 1/5 oranındaki şartla tahliye hükmünden yararlanmasını sağlamak amacıyla 22.6.1992 tarihli dilekçesini mahkememize vermiş bulunmaktadır. Bu dilekçe üzerine Cumhuriyet Savcısından yazılı mütalaa alınmış ve mütalaada, 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinin (c) bendinin Anayasaya aykırı olmadığına dair kanaat serdedildiği görülmüştür. Bir kişi kesinleşmiş hükümle mahkûm olana kadar yargılanması sırasında sanık statüsündedir. Yargılama sırasında da suçu işleyip işlemediği, ayrıca işlemiş ise, işlediği suçun mahiyet ve önemi, kamu üzerinde yarattığı tesir, sanığın kişiliği, suçun işlenmesindeki özellikler tartışılacak, suçu işlediği sabit görülen her sanık, eylemi ve kişiliği ile mütenasip ceza ile cezalandırılacaktır. Yani sanığın kişiliği ve eyleminin niteliği verilecek cezanın niteliğine ve süresine etkili olacaktır. Ancak, hüküm verildikten ve kesinleştikten sonra bu kişiler mahkûm sıfatını alacaklardır. Bu aşamadan sonra uygulanacak infaz hükümlerinde ise, artık işlediği suçun niteliğinin ve hükümden önceki kişiliğinin bir önem taşımaması gereklidir. Zira; sanık hükümlülük statüsüne girmekle aynı durumda bulunan diğer hükümlülerle eşit muameleye tabi tutulmak hakkına sahiptir. Bu sebeple infaz sırasında sırf işlediği suça bakılarak diğer mahkûmlardan ayrı bir işleme tabi tutulması ve sırf işlediği suçun niteliği gözönüne alınarak hakkında değişik hükümlerin uygulanması hukukun genel ilkelerine ve hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Zira, işlediği suçun niteliği zaten yargılama aşamasında gözönüne alınıp cezası da işlediği suçun mahiyet ve önemine göre tayin edilmiştir. İşlenen suçun niteliği ile ilgili bulunmayıp, cezasının infazına, kişinin topluma kazandırılmasına yönelik şartla salıverme kurumunun işlenen suça göre uygulanması hukuk vicdanına aykırı düşmektedir. Zira, cezanın çektirilmesi, işlenen suçun türüne bağlı olmaksızın suçlunun topluma uyum sağlamasını ve topluma yeniden kazandırılmasını amaçlar. Bu amacın gerçekleştirilmesi ise, işlenen suça bağlı kalmadan ayrı bir proğramın uygulanmasını gerektirir. Bu da hakkındaki mahkûmiyet hükmü kesinleşerek suç ile ilişkisi kesilen ve hükümlü statüsüne giren kişilerin aynı koşullar içinde cezalarını çekmesini ve şartla salıvermenin aynı konum ve statüdeki tüm hükümlülere aynı biçimde uygulanmasını gerektirir. Bu sebeple infaz yönünden eşit ve aynı durumda bulunan hükümlüler arasında şartlı salıverme bakımından ayrı ayrı uygulama yapılmasının Anayasanın 10. maddesinde yer alan "Yasa önünde eşitlik" ilkesine uygun düşmediği kanaatindeyiz. AyrıcaEsas Sayısı: 1992/42 Karar Sayısı : 1992/53 2 bu çeşit bir uygulama hiç bir haklı hukukî gerekçeye dayanmadığından "Hukuk Devleti" ilkesine yani Anayasanın 2. maddesine de aykırı bulunmaktadır. Nitekim; Yüksek Anayasa Mahkememizde 19.7.1991 tarih ve 1991/15 Esas, 1991/22 Karar; 8.10.1991 tarih ve 1991/34 Esas, 1991/34 Karar, 8.10.1991 tarih ve 1991/36 Esas, 1991/35 Karar sayılı ilamlarında bu aykırılığı açık bir biçimde tesbit etmiş ve başvuruları kabul ederek, başvuru ile sınırlı şekilde iptal kararları vermiş bulunmaktadır. Bu kararlar dosyamız için de emsal karar teşkil etmektedir. Yukarıda açıklanan neden ve gerekçelerle; 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinin (1.) fıkrasının (c) bendinin mahkememizin baktığı ve neticelendirdiği T.C.K'nun 202/2. madde ve fıkrası ile sınırlı olmak üzere Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ve bu maddelerle bağdaşmadığı sonucuna ulaşılmış olmakla, bu maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, ... karar verildi."" | 569 |
Esas Sayısı : 2000/39 Karar Sayısı : 2002/35 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Kınık Cumhuriyet Başsavcılığının 21.03.2000 tarihli iddianamesiyle evli, 2 çocuklu olan sanığın müştekiyi 1999 yılı Temmuz ayından itibaren mektup ve telefonla bir çok kez rahatsız ederek kendisiyle ilişki kurmak istediği, hareketlerinin sırnaşık bir hal aldığı, müştekinin şikayetçi olduğu, sanığın atılı bulunan sarkıntılık suçunu işlediği, TCK 421 madde gereğince cezalandırılması istemi ile açılan davanın yapılan açık yargılaması sonunda ; 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 421. maddesinde düzenlenen sarkıntılık ve söz atma suçunun metninde yer alan "genç erkek" tabirinin anayasaya aykırı olduğuna re'sen karar verildi. Madde metninde yer alan "genç" tabirinin Anayasaya aykırılığı savına geçmeden önce suçun hukuki niteliği üzerinde durmakta yarar vardır. Anayasaya aykırılık savı suçun hukuki niteliğinin ardından ele alınmalıdır. Suçun hukuki nitelemesi Madde, kısmen 1858 tarihli eski ceza kanunundan alınmıştır. Kısmen diyoruz çünkü maddenin aslında sarkıntılık suçuna dair bir düzenleme yoktur. Sarkıntılık fiilini işleyenlerin cezalandırılmamaları yada 419. maddeye göre cezalandırılmaları nedeniyle 1933 tarihli 2257 sayılı Kanun ile sarkıntılık, maddeye dahil edilmiştir CGK'nun kararlarında sarkıntılık, "şehvet hissi ile belirli bir kimseye karşı işlenen ve o kişinin edep ve iffetine dokunan ani, hareketler yönünden süreklilik ve kesiklik gösteren, rahatsız edici edepsizce davranışlar" olarak tanımlanmıştır. Kadınlara ve genç erkeklere söz atmak ve sarkıntılık etmek, suçun maddi unsurudur. Maddede düzenlenen her iki suçta da failin erkek yada kadın olacağı konusunda tartışma vardır. Madde, kaleme alınış tarzı itibariyle hem erkekler hem de kadınlar açısından düzenleme yapmış olsa da failin kim olacağını açıkça yazmamıştır. Gözübüyük ve Bakıcı'ya göre fail hem erkek hem de kadın olabilir. Dönmezer ve Önder'e göre ise maddede belirtilen suçların faili ancak erkek olabilir. Uygulamada genellikle sarkıntılığın faili erkek mağduru kadındır. Genç erkeklere söz atmak ise pek karşılaşılan bir durum olmasa bile doktrine göre erkek de fail olabilir. Maddede yer alan "genç erkek" tabiri açık değildir. 5. CD 15.02.1983 gün ve 5076/474, sayılı kararında suç tarihi itibariyle 36 yaşında olan mağduru "genç erkek" olarak kabul etmemiştir. Malkoç Güler'e göre mağdur erkek 30 yaşın altındaysa genç erkek olarak kabul edilebilir; 30 yaşın üstündekiler genç erkek olarak kabul edilemez Maddede yer atan genç erkek tabiri, Gözübüyük'e göre isabetsiz bir tabirdir. Çünkü genç olmayan bir erkeğe de pek ala söz atılabilir. Yine aynı yazara göre genç erkek sarkıntılık suçunun da mağduru olabilir.Esas Sayısı : 2000/39 Karar Sayısı : 2002/35 2 Çağdaş ceza hukuku anlayışı, korunan hukuki değerlerde mağdurun yaşına göre bir ayrım yapmamaktadır. Şehvet hissi ile belirli bir kimseye karşı işlenen ve o kişinin edep ve iffetine dokunan ani, hareketler yönünden süreklilik ve kesiklik gösteren, rahatsız edici edepsizce davranışlara maruz kalan bir kişinin bu eylemlerden dolayı, namus, iffet ve edep hislerinin rencide olacağı aşikardır. Buna rağmen, kanunda açıkça da belli olmayan bir yaş grubuna mensup olduğu için, kendisini rencide eden eylemlerde bulunan failin cezasız kalması mümkün olmamalıdır. Bu nedenle Türk Ceza Kanununun 1997 tasarısı da aynı suçu düzenleyen 317. maddesinin gerekçesinde suçun mağdurunun "genç" olmasına gerek bulunmadığı, genç olmayan erkeklerin de sarkıntılık suçunun mağduru olabileceğini belirtmektedir. Anayasaya aykırılık savı 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 421. maddesinde geçen "genç" tabiri Anayasanın 2, 10 ve 12 maddelerine aykırıdır. 2. maddeye aykırılık : Anayasanın 2. maddesi "Türkiye Cumhuriyetinin adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı ... hukuk devleti" olduğundan bahsetmektedir. TCK'nun 421. maddesinde yer alan "genç" tabiri, mağdurun yaşını açıkça belli etmemekle birlikte etmiş olsa dahi, bu düzenleme ile adalet gerçekleşmiş olmayacak, mağdur sarkıntılık eylemi ile, toplumsal bazda ve kendi kişilik alanında yaptırımı olmayan bir saldırıya uğramış olacaktır. 10. maddeye aykırılık : Eşitlik ilkesini düzenleyen Anayasa'nın 10. maddesi "herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacağını" ifade etmektedir. TCK'nun 421. maddesinde geçen "genç" tabiri, erkek mağdurları kendi arasında ayırıma tabi tutmaktadır. Sarkıntılık eylemi, kişinin cinsel özgürlük alanına müdahale eden bir suçtur. Genç yada yaşlı her kadın gibi her erkeğin de kendine has, dokunulmaz bir cinsel özgürlük alanı vardır. Belirli bir mağduru hedef alarak şehvet hissi ile yapılan cinsel içerikli edep dışı davranışlardan, genç olmayan bir erkek de rahatsız olabilir. Erkeğin genç olmaması, suçun mağduru olmamasını gerektirmez. Madde mevcut haliyle eşitlik ilkesine aykırıdır. 12. maddeye aykırılık : Anayasanın bu maddesi "herkesin kişiliğine bağlı, devredilemez, vazgeçilemez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu" belirtmektedir. Cinsel özgürlük de maddede anılan temel haklardandır. Cinsel özgürlük alanına saldırı sayılan sarkıntılık eyleminde mağdurun "genç" olmaması sanığın eyleminin cezasız kalmasını temin etmemelidir. TCK 421. maddede düzenlenen suç, belirtilen vasıfları ile kadın erkek ve yaş ayırımı yapmadan herkesi rencide edecek niteliktedir. TCK 421 maddede geçen "genç" kelimesi, suçun niteliği ve anılan gerekçelerle Anayasanın belirtilen maddelerine aykırıdır. HÜKÜM 1 Somut olayımızda Kınık Cumhuriyet Başsavcılığının 21.03.2000 tarihli 2000/60 Esas sayılı iddianamesiyle sanık hakkında TCK 421 maddesiyle cezalandırılması istemiyle dava açılmıştır. TCK 421. maddede geçen "genç" kelimesinin Anayasaya aykırılığına re'sen karar verilmekle anılan maddede geçen "genç" kelimesinin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına,Esas Sayısı : 2000/39 Karar Sayısı : 2002/35 3 2 44 sayılı Kanunun 27. maddesi gereğince dosyada bulunan esasa etkili evrakların onaylı suretlerinin çıkartılarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 3 Her ne kadar 44 sayılı Yasanın 27. maddesinde Anayasa Mahkemesine başvurulduktan sonra Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karar resmen vakıf oluncaya kadar davanın geri bırakılmasına karar verilir denilmiş olsa bile, CMUK'da davanın geri bırakılması diye bir karar olmadığı için, Anayasa Mahkemesinin vereceği karara resmen vakıf oluncaya kadar CMUK 253. maddesi gereğince yargılamanın durdurulmasına, 4 Verilen karar CMUK 305 ve 307. maddeleri gereğince hüküm olmadığından temyiz yolu kapalı olarak 1 nolu ara kararı gereğince Anayasa Mahkemesine iptal kararı için başvurulmasına bu sebeplerle yargılamanın 20.10.2000 günü saat 9.30'a bırakılmasına karar verildi. 9.6.2000"" | 907 |
Esas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 ... 1) 15/11/2018 tarihli ve 7151 sayılı Sağlıkla İlgili Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5. maddesinin Anayasaya Aykırılığı İptali talep edilen düzenleme; 11/4/1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna Terör örgütlerine veya Millî Güvenlik Kurulunca Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilerek ilgili mevzuat çerçevesinde kamu görevinden çıkarılan veya güvenlik soruşturması sonucuna göre kamu görevine alınmayan tabiplerden Devlet hizmeti yükümlüsü olanlar, çıkarılma veya göreve alınmama kararının verildiği tarihten itibaren, 7/5/1987 tarihli ve 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununun ek 3 üncü maddesinin birinci fıkrasında üçüncü grup ilçe merkezlerine bağlı yerleşim yerleri ile dördüncü grup ilçe merkezleri için belirlenen Devlet hizmeti süresinin sonunda mesleklerini icra edebilirler. Devlet hizmeti yükümlülüğünü yerine getirirken kamu görevinden çıkarılanların hizmet süreleri bu süreden düşülür. şeklinde ek yapmaktadır. Özetle; yaptırım işleminin bir yargısal karar olmayışı bir yana, icrai nitelikte bir idari karar özelliği bile bulunmamaktadır. İptal talebinin konusunu oluşturan madde, birçok bakımdan anayasaya ve Türkiyenin taraf olduğu uluslararası normlara aykırılık teşkil etmektedir. İptali talep edilen düzenleme ile öncelikle Devlet hizmeti yükümlüsü olan tabiplerden; terör örgütlerine veya Millî Güvenlik Kurulunca Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilerek ilgili mevzuat çerçevesinde kamu görevinden çıkarılan veya güvenlik soruşturması sonucuna göre kamu görevine alınmamış olanların kamu görevinden çıkarılmaları veya göreve alınmamalarına ilişkin kararı müteakip mesleklerini icra etmeleri hüküm altına alınmaktadır. Ayrıca, iptali talep edilen düzenleme uyarınca, Devlet hizmeti yükümlülüğünü yerine getirirken kamu görevinden çıkarılanların hizmet süreleri bu süreden düşülecektir. Bir başka deyişle, iptali talep edilen düzenleme; 1. Terör örgütlerine veya Millî Güvenlik Kurulunca Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilerek ilgili mevzuat çerçevesinde kamu görevinden çıkarılan hekimlerden devlet hizmeti yükümlüsü olanlar ile 2. Güvenlik soruşturması sonucuna göre kamu görevine alınmayan hekimlerden devlet hizmeti yükümlüsü olanlara ilişkindir. Bu hekimlerin görev yapabilmelerine ilişkin kapsamının ne olduğu belirsiz olan ilgili mevzuat doğrultusunda çıkarılma veya göreve alınmama kararının verildiği tarihi esas alınarak görev yapmaları düzenlenmektedir. Aşağıda ayrıntılı olarak açıklayacağımız gerekçelerimiz öncelikle olağanüstü hal dönemi ile hukuk düzenimize giren defaten Yüce Mahkemenize itiraz ettiğimiz belirsiz kavramlar ile usuli güvencelerden yoksun olarak yapılan ihraç kararlarının esas alınması ile başlamaktadır.Esas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 Akabinde yine hukuk düzenimizde devlet memurları kanununa da eklenen güvenlik soruşturması hususu ile ilgili mevzuat kavramının belirsizliğinin evrensel hukuka ve anayasamıza aykırılığı ve bu hususların yaratacağı telafisi mümkün olmayan zararlar aktarılacaktır. İptali talep edilen düzenleme ile terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen tabiplere ilişkin başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın kamu görevinden çıkarılma veya güvenlik soruşturması sonucuna göre göreve alınmamasına ilişkin kararın esas alınarak mesleklerini icra edebilmeleri düzenlenmiştir. Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı kavramı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından mevzuatta yer verilen ve en çok kullanılan ibare olmuştur. Bu ibare, olağanüstü hal süresince, her meslek grubu için kamudan ihraç veya kamu hizmetine alınmamanın gerekçesi olarak müteaddid defa kullanılmıştır. Bu sebeple, iptali talep edilen düzenlemenin geride kalan olağanüstü hal süreci ile bütüncül değerlendirilmesi gerekmektedir. OHAL sürecinde çok sayıda anayasal hak ihlal edilmiş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi Türkiyenin uymakla yükümlü olduğu uluslararası düzenlemeler geçici süreli askıya alınmıştır. Bu süreçte en yaygın ve kapsamlı olarak ihlal edilen haklardan biri, çalışma hakkı olmuştur. Sağlık emekçileri ve hekimler, bu hak ihlalinden yoğun şekilde etkilenen meslek grubudur. OHAL döneminde çıkartılan KHK ek listelerinde adlarına yer verilerek görevden uzaklaştırılan hekim sayısı, 1.927si Sağlık Bakanlığından, 1.417si tıp fakültelerinden olmak üzere toplam 3.344dür. Ayrıca, güvenlik soruşturması nedeniyle atanmayan 1.500 kadar yeni mezun tıp doktoru bulunmaktadır. Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması ön şartı devam ettiği sürece, bu sayının daha da artacağı öngörülmektedir. Aşikar olduğu üzere, Anayasanın 121. maddesine göre olağanüstü hal süresince, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda KHK çıkarılabilir ve bu nitelikteki KHKler TBMM tarafından onaylanabilir. Yurttaşların kamudan ihraçlarına veya göreve başlatılmamalarına ilişkin düzenlemeler, OHAL KHKsi niteliği taşımadığı gibi olağan dönemde de alınması gereken ölçülü bir tedbir değildir. Nitekim iptali talep edilen düzenleme, suç ve cezaların geçmişe yürütülemezliği ilkesi ve masumiyet karinesini de ihlal etmektedir. Suç ve cezaların geçmişe yürütülemezliği ilkesini ve masumiyet karinesi Anayasanın 15. maddesinde olağanüstü hallerde dahi dokunulamayacak haklar arasında sayılmaktadır. Buna rağmen olağan dönemde anılan güvencelerin ortadan kaldırılması kabul edilemez. Düzenlemenin olağanüstü halde bile belirlenen sınırları olağan dönemde aştığının bir diğer göstergesi de Anayasanın 125/6 maddesinde kendini göstermektedir. Yukarıdaki paragrafta belirtilen nedenleri açıklamak gerekirse öncelikle Anayasanın 121/3 maddesine göre KHK ile alınacak tedbirlerin olağanüstü halin neden ve amacıyla sınırlı olması gerekir. Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından 20.7.2016 tarihinde, Anayasanın 120. maddesi ile 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3/1. maddesinin (b) bendine göre ülke genelinde 21.7.2016 tarihinden itibaren doksan gün süreyle olağanüstü hal ilan edilmesine Milli Güvenlik Kurulunun 20.7.2016 tarihli ve 498 sayılı tavsiye kararı göz önünde bulundurularakEsas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 karar verilmiştir. Bu karar 21.7.2016 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. TBMM, olağanüstü halin ilanına ilişkin 2016/9064 sayılı söz konusu Bakanlar Kurulu kararını 21.7.2016 tarihli 117. birleşiminde onaylamıştır. TBMM kararı 22.7.2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Daha sonra OHAL yedi kez uzatılmıştır. Olağanüstü hal ilanının 15 Temmuz 2016 tarihinde Fethullahçı Terör Örgütünün yaptığı belirtilen darbe girişimi nedeniyle şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin bozulması karşısında hukuk devletine, vatandaşların hak ve özgürlüklerine yönelik olarak ortaya çıkan tehditlerin ortadan kaldırılması amacıyla karara bağlandığı anlaşılmaktadır. Anayasanın 120. ve 121. maddeleri uyarınca, OHAL döneminde çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnamelerin amaç ve kapsamı, 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ilan edilen olağanüstü hal ilan sebebine uygun olmalı, bu sebebi ortadan kaldırarak en kısa sürede olağan yönetime dönmeyi amaçlamalıdır. Bakanlar Kurulunun 2016/9064 sayılı kararıyla olağanüstü hal ilan edilmesinin sebebi ve amacı her türlü terörle mücadeleyi olağanüstü hal rejimi altında yürütmek değil, Fethullahçı terör örgütünün yaptığı belirtilen darbe girişimi sonucunda bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmektir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal, başarısız darbe girişimine katılan, bunu düzenleyen ve destekleyenlere karşı etkili ve hızlı önlem alma amacıyla ilan edilmiştir. OHAL KHKlerinin ana maddelerinden biri kamudan ihraçları ekli liste usulü düzenlenmesiydi. OHAL KHKleri ve devamında bu KHKlerin kanunlaşmasıyla ilgili kanun maddelerinin de iptal istemlerinde belirtildiği üzere, ilgili düzenlemelerde darbe girişimine katılan, bunu düzenleyen ve destekleyenlerden söz edilmemekte, terör örgütleriyle veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan kişilerden söz edilmektedir. Dolayısıyla getirilen bu düzenlemelerin kapsamı olağanüstü halin ilan edilme amacından çok daha geniş tutulmuştu. Olağanüstü halin ilan edilme amacını aşan bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarıldığını söylemeye olanak bulunmamaktaydı. Bu nedenle kural Anayasanın 121/3. maddesine aykırılık taşımaktaydı. Diğer taraftan olağanüstü hal geçici süreli bir yönetim biçimi olup, olağanüstü hal KHKları ile alınan önlemlerin sadece olağanüstü hal süresince geçerli olması geçici yönetimin doğası gereğidir. Ancak kişiler hakkında alınan önlemler, OHAL süresiyle sınırlı olmamış, aksine bu kişilerin ömür boyu statüsünü etkileyeceği anlaşılmıştır. Olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini devam ettirecek bu tedbirleri düzenleyen kuralların olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarıldığını söylemeye olanak bulunmamaktadır. Bu nedenle de Anayasanın 121/3 maddesine aykırıdır. Diğer taraftan, OHAL KHKleri ile alınan önlemlerin ölçülü olması, yani kamu düzeni için oluşan tehdidi ortadan kaldırmaya yönelik ve bu tehdidi ortadan kaldırmak için zorunlu olması gerekir. Alınan önlemlerin mevcut tehlikeyi ortadan kaldırmaya elverişli ve daha hafif başka bir tedbir ile tehlikeyi bertaraf etmenin mümkün olmaması gerekir. Yukarıda belirtildiği gibi düzenleme kapsamına alınan kişilerin darbe teşebbüsü ile ilgisinin bulunması aranmadığı gibi, kamu düzeni için herhangi bir tehdit oluşturacak görevlerde bulunmayan akademisyen, doktor, öğretmen, imam, ebe, hemşire, müstahdem, hizmetli, şoför, teknisyen vb. meslekleri icra edenlerde düzenlemeEsas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 kapsamında kamu görevinden çıkarılmış ve ömür boyu kamu görevinde ve kamu hizmetinde çalışmaları yasaklandığı gibi pek çoğu için özel sektörde çalışmak da imkânsız hale gelmiştir. Belirtilen nedenlerle, alınan önlemler ölçülülük ilkesini oluşturan üç öğeye aykırılık oluşturmaktadır: önlem için müdahalenin zorunlu olması, amaca ulaşmak için elverişli araç kullanılması ve kullanılan araç ile amaç arasında orantılı bir dengenin bulunması. Objektif, tarafsız ve şeffaf bir soruşturma yapmadan ve ilgili kişilere savunma hakkı tanınmadan, hangi ölçü ve delillere dayalı olarak alındığı belli olmayan bir karara dayalı olarak kişiler hakkında uygulanan bu yaptırımların kişilerin hayatını sürdürmesini olanaksız hale getirdiği açıktır. Ne kamu görevinden çıkarmaların ne de iadelerin hangi ölçülere göre yapıldığı, nasıl bir usul uygulandığı bilinmemektedir. Hal böyle iken, iptali talep edilen düzenlemede bu kararların esas alınması kabul edilemez. İptali istenen kural ile söz konusu kişilerin pek çok temel hakkına sınırlama getirildiği görülmektedir. Başta Anayasanın 70. maddesinde düzenlenen kamu hizmetine girme hakkı olmak üzere, Anayasanın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı ile insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele yasağına , 20. maddede güvence altına alınan özel ve aile hayatına saygı hakkı, 38. maddede güvence altına suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ve masumiyet karinesi, 48. ve 49. maddelerde güvence altına alınan çalışma ve sözleşme özgürlüğüne doğrudan ya da dolaylı olarak sınırlamalar getirilmiştir. Ayrıca dolaylı olarak hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkına da önemli kısıtlamalar getirilmiştir. İptali istenen düzenleme, terör örgütlerine veya Millî Güvenlik Kurulunca Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilerek ilgili mevzuat çerçevesinde kamu görevinden çıkarılan veya güvenlik soruşturması sonucuna göre kamu görevine alınmayan tabiplerden Devlet hizmeti yükümlüsü olanlar, çıkarılma veya göreve alınmama kararının verildiği tarihi esas alarak belirlenen süreler doğrultusunda Devlet hizmeti süresinin sonunda mesleklerini icra edebilecekleri düzenlenmektedir. Bu düzenleme, adil yargılanma hakkı açısından bir ceza normu niteliği taşımaktadır. Belirtmek gerekir ki, iptali istenen kuralın öngördüğü işleme benzer vakalar, Doğu Avrupa Devletlerindeki ayıklama (lustration) uygulamaları kapsamında AİHMin önüne gelmiş, Mahkeme özellikle Polonya vakalarında gerçekleştirilen işlemleri, yaptırımın niteliği ve ağırlığı gibi unsurlar çerçevesinde cezai isnat kapsamında değerlendirmiştir (Matyjek/ Polonya (dec.), no. 38184/03, 30.05.2006, para. 48 59). AİHM, bu değerlendirmeyi yaparken Polonya ayıklama vakalarında izlenen muhakeme usulünün ceza muhakemesine yakın olması ile birlikte işlenen suçun niteliği ve verilen cezanın ağırlığını dikkate almıştır. Bu davalarda, başvurucular, hapis cezasına mahküm edilmediği gibi para cezasına da çarptırılmamıştır. Ne var ki, Komünist geçmişi ile ilgili yalan söylediği saptanan kişiler, 10 yıla kadar kamu hizmetinde çalışma ve siyasete katılma hakkından mahrum bırakılmıştır. AİHM, bu yaptırımları diğer unsurlarla birlikte değerlendirerek, yaptırımların cezai bir isnat olduğu yönünde karar vermiştir Diğer taraftan, Anayasa Mahkemesi içtihatlarına da yansıdığı gibi disiplin suç ve cezaları da Anayasanın ceza normları için öngördüğü kurallara tabidirler. Anayasanın 38. maddesindeki suç ve cezalara ilişkin ilkeler, hem ceza hukuku hem de disiplin hukuku kapsamındaki suçlar açısından geçerlidir. Anayasa Mahkemesi pek çok kararındaEsas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 Anayasanın 38. maddesindeki ilkelerin disiplin suç ve cezaları için de geçerli olduğuna karar vermiştir (bkz. E.2014/100, K.2015/6, K.T. 14.1.2015; E. 2010/28, K. 2011/139, K.T. 20.10.2011). İptali istenen kuralda yer alan aidiyet, iltisak ve irtibat kavramları yürürlükteki hukukumuza ilk defa 22 Temmuz 2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 667 sayılı KHKnin 4. maddesiyle girmiştir. Bu tarihten önce hukukumuzda bu fiiller tanımlanmadığı gibi suç ya da disiplin suçu olarak da düzenlenmiş değildir. Bu kavramların içeriği ne 667 sayılı KHKde ne de daha sonra çıkarılan KHKlerde tanımlanmamış, herhangi bir kanunda da tanımlamaya yer verilmemiştir. Nitekim iptali istenen kuralda da tanımlanmamıştır. Hangi fiillerin bu kavramın kapsamına girdiğini açıklayan bir yargı kararı ya da alt bir düzenleme de bulunmamaktadır. Bu nedenle kurala tabi olanlar açısından hangi fiillerin yasaklanmış olduğunu öngörmek mümkün değildir. Bu yönüyle düzenleme, kanunilik ilkesini ihlal ettiği gibi bu kurallar geçmişe yürürlü olarak da uygulanmıştır. Geçmişe yürürlülüğün de iki boyutu bulunmaktadır. Bir taraftan bu kavramlar hukukumuza ilk defa girdiği 22.07.1016 tarihinden önceki fiillere de uygulanmıştır. Diğer taraftan terör örgütü ya da Milli Güvenlik Kurulunca milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen, yapı oluşum ve grupların tespiti açısından da geçmişe yürürlü olarak uygulanmıştır. Hukukumuzda bir örgütün terör örgütü olduğuna kesinleşmiş yargı kararı ile karar verildiği tarihten sonra üye olan ya da üyeliğini sürdürenler yaptırıma tabi tutulur. Aynı şekilde bir yapı, oluşum veya grubun milli güvenliğe tehdit oluşturduğu Milli Güvenlik Kurulunca tespit edildikten sonra hala bu yapılara üyeliğini devam ettirenler açısından yaptırım uygulanması gerekir. Bu tespit geçmişe yürürlü olarak uygulanmaz. Burada, bir anayasal düzenlemenin yanlış kullanıma işaret etmek gerekir: MGK, icrai nitelikte idari karar almaya yetkili olmayıp, sadece Bakanlar Kuruluna tavsiye niteliğinde karar almaya yetkilidir (Any., md.118). Dolayısıyla bu kararlar uyarınca hekimlerin mecburi hizmetlerine ilişkin yapılan düzenlemeler anayasamıza aykırılık teşkil etmektedir. Sorunlu bir diğer alan da hakkında karar alınmış olan hekimlerin tespitinde açık bir soruşturma yürütülerek ilgililere savunma hakkı tanınmadığından bu kişilerin tespitinde sadece belirtilen tarihten sonraki fiillerin esas alınıp alınmadığı da anlaşılamamaktadır. AİHM içtihadına göre, eğer devam eden bir durum söz konusu ve kanundan önce ve sonra işlenmiş fiiller mevcut ise, yargılama ve mahkûmiyetin sadece kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonraki eylemler için verildiği açıklanmamışsa 7. maddenin ihlali ortaya çıkacaktır (Ecer ve Zeyrek/Türkiye, nos. 29295/95 and 29363/95, 27.02.2001, para. 33 37; Veeber/Estonya (No.2), no. 45771/99, 21.01.2003, para. 35 38; Puhk/Estonya, no. 55103/00, 10.02.2004, para. 38 41). Dolayısıyla sadece belirtilen tarihten sonraki fiillerin esas alınarak yaptırım uygulandığı açıklanmadığına göre suç ve cezaların geçmişe yürürlü uygulandığını kabul etmek kaçınılmazdır. İkinci olarak, Anayasanın 38. maddesinde güvence altına alınan suçluluğu bir mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı ilkesi de ihlal edilmektedir. Binlerce kişi ile ilgili herhangi bir soruşturma ve yargı kararı olmaksızın terör örgütü ile ilişkili oldukları şeklinde kararlar alınmıştır. Bu kararları esas almak, haklarında hiçbir yargı kararı bulunmayan hatta pek çoğu hakkında herhangi bir idari ya da adli soruşturma olmayan kişilerin terör örgütleri ile ilişkili olmakla damgalanması anlamına gelmektedir. Bu şekilde masumiyet karinesine müdahale edildiği açıktır.Esas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 Sonuç olarak, Anayasanın 121/3 maddesinde öngörülen olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılmamış, kapsamı, süresi ve konusu itibariyle olağanüstü halin gereklerini aşmış olan kamudan ihraç kararlarını esas alarak yapılan düzenleme olağanüstü dönem için bile yetkisiz, dokunulamayacak haklara müdahale niteliği taşıyan bir düzenlemedir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 1996 yılında Eski Komünist Totaliter Sistemlerin Mirasını Ortadan Kaldırmaya Yönelik Tedbirlere ilişkin 10961 sayılı kararı kabul etmiştir. Bu çerçevede demokratik bir hukuk devletinin totaliter komünist sistemden kurtulmak için hukuk devletinin usulü gereklerine uyması gerektiği, aksi halde kurtulmaya çalıştığı totaliter sistemden farkının kalmayacağına işaret edilmiştir. Demokratik bir hukuk devletinin suçluları cezalandırarak, adaleti sağlayacak yeterli imkânlara sahip olduğu ve öç alma arayışına giremeyeceği belirtilerek, hukuk devletinde yöneticilerin geçmiş rejimde kendilerine tanınmayan adil yargılanma ve savunma temel haklarını yönetimdeyken kendilerine tanımayanlara da tanımaları gerektiği vurgulanmıştır. Bir hukuk devletinin komünist tehlikeyle hukuk devleti ilkelerine uyarak mücadele edebileceği bunun için ceza ve idare hukuku olanaklarının yeterli olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca karar ekinde yer alan dokümanda Arındırma Yasaları ve benzer tedbirlerin hukuk devleti gereklerine uygunluğunu sağlayacak rehber ilkelere de yer verilmiştir. 7568 sayılı Dokümanın2 46. paragrafında 13 ilke yer almaktadır. Bu ilkelerden başlıcaları şunlardır: arındırma bağımsız bir komisyon tarafından gerçekleştirilmelidir; arındırma yalnızca sağlıklı bir demokrasi kurulması için tehdit oluşturan ve bulunduğu pozisyon itibariyle insan haklarını ihlal edebilecek ya da demokratikleşmeyi engelleyebilecek konumda olanları hedef almalıdır; arındırma cezalandırma ya da öç veya intikam alma amacıyla kullanılmamalı, geçmiş fiiller için cezalandırma ancak olağan ceza yasalarına uygun olarak tüm usulü güvencelere uyulması suretiyle mümkün olmalıdır; arındırma sadece demokrasi ve insan haklarına ciddi tehdit oluşturduğuna inanmak için yeterli sebep olan makamlarla sınırlı olarak uygulanmalıdır; seçimle gelinen makamlar arındırmaya tabi tutulmamalıdır; özel ve yarı özel kurumlar arındırmaya tabi tutulmamalıdır, arındırmaya dayalı görevden uzaklaştırma beş yıldan daha uzun olmamalıdır; ciddi insan hakları ihlali fiillerini işleyenler, emir verenler ya da yardım edenler kamu görevinden yasaklanabilir; hiç kimse işlendiği zaman hukuka uygun bir fiil ya da hukuka uygun olarak kurulmuş bir derneğe üyelik dolayısıyla arındırmaya tabi tutulmamalıdır; gönüllü işbirlikçilerin arındırması yalnızca kamu görevine fiilen katılan kişiler için söz konusu olmalıdır; fiili işlediği zaman 18 yaşın altında olanlar, arındırmaya tabi tutulmamalıdır; usule ilişkin güvencelere ve savunma haklarına riayet edilmeden kimse arındırmaya tabi tutulmamalıdır. 1 27 Haziran1996 (22. Oturum Tartışma, 23. Oturum Kabul) (Hukuki İşler ve İnsan Hakları Komitesi raporu Doc. 7568). http://assembly.coe.int/nw/xml/XRef/Xref XML2HTML EN.asp?fileid=16507&lang=en 2 http://assembly.coe.int/nw/xml/XRef/X2H Xref ViewHTML.asp?FileID=7506&lang=ENEsas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından benimsenen bu ilkeler 2006 yılında yeni bir AKPM kararıyla tekrarlanmıştır. 1481 sayılı AKPM kararında3 totaliter komünist rejimlerin suçlarının kınanmasına ilişkin kararda yapılacak arındırmalarda 1096 sayılı karar ve eki dokümanda belirtilen ilkelere uyulması gerektiği vurgulanmıştır. Venedik Komisyonu, çeşitli ülkelerde hazırlanan arındırma yasalarıyla ilgili olarak verdiği görüşlerde yukarıda açıklanan ilkelere vurgu yaparak hazırlanan yasalarda yer alan bu ilkelere aykırı hükümlerin yasalardan çıkarılması yönünde görüş vermiştir4. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde kamu görevine girme hakkı düzenlenmemiş olmakla birlikte AİHM kamu görevinden çıkarmalarla ilgili şikâyetleri Sözleşmenin 8. maddesi kapsamında incelemiştir. Bu çerçevede temel usulü güvencelere ve savunma haklarına saygı göstermeden gerçekleştirilen kamu görevinden çıkarma işlemlerinin Sözleşmenin 8. maddesini ihlal ettiği yönünde karar vermiştir (bkz. Niemietz/Almanya, B. No: 13710/88, 16/12/1992, para. 29; Sidabras ve Džiautas/Litvanya, nos. 55480/00 ve 59330/00, 27.07.2004; Pfeifer/ Avusturya, no. 12556/03, 15.11.2007, para. 35; Özpınar/Türkiye, no: 20999/04, 19/10/2010, para. 45; D.M.T. and D.K.I./Bulgaristan, no. 29476/06, 24.07.2012; Oleksandr Volkov/Ukrayna, no. 21722/11, 09.01.2013, para.165 166; Şahin Kuş/Türkiye no. 33160/04, 07.06.2016; Kulykov ve Diğerleri/Ukrayna, nos. 5114/09, 19.01.2017, para.138). AİHM aynı şekilde arındırma uygulamalarında müdahalenin usulü güvencelere uyulmaksızın gerçekleştirilmiş olması ya da müdahalenin hukuka uygunluğunu denetletmek için gerekli yargısal olanakların etkili ve yeterli bir şekilde sağlanmamış olması dolayısıyla hakkın ihlal edildiğine karar vermiştir. Mesela Turek v. Slovakia5 davasında başvurucunun adının işbirlikçi olarak tespiti aleyhine açtığı davanın çok uzun sürmesi, açtığı davada belgelere ulaşmasına olanak tanınmamış olması ve iddialarını etkili bir şekilde mahkemeler önünde dile getirmesine olanak sağlanmamış olması dolayısıyla özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, Slovakya aleyhine yapılan birkaç başvuruya ilişkin kararında arındırma konusunu inceleme olanağı bulmuştur. Söz konusu başvurular, Slovak İstihbarat Servisinde çalışırken yeni çıkan arındırma kanunu kapsamında 2003 yılında amirleri tarafından istifaya zorlanan kişilerce yapılmıştır. Komite kararında özellikle insan hakları ve demokrasiye ciddi tehdit oluşturduğu gerekçesiyle kamu görevlilerinin devletten arındırılmasının kategorik olarak Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine aykırı olmadığını belirtmiştir. Ancak bu uygulamaların Sözleşmeye uygun olabilmesi için belli koşulların sağlanması gerekir. 3 http://assembly.coe.int/nw/xml/XRef/Xref XML2HTML en.asp?fileid=17403&lang=en 4 Venedik Komisyonu Arnavutluk, Makedonya ve Ukrayna Arındırma Yasalarına ilişkin görüş vermiştir. Bu görüşlerde 1096 sayılı AKPM kararı, AİHM içtihatları ve ulusal Anayasa Mahkemelerinin içtihatlarına uygun olarak görüşlerini oluşturmuştur. Bkz. Venice Commission, CDL AD(2009)044, Amicus Curie on the Law on the Cleanliness of the Figure of High Functionaries of the Public Administration and Elected Persons of Albania, Opinion no. 524/2009, 13 October 2009; 20 Venice Commission, CDL AD(2012)028, Amicus Curie Brief on Determining a Criterion for Limiting the Exercise of Public Office, Access to Documents and Publishing, the Co operation with the Bodies of the State Security, Opinion no. 694/2012, 17 December 2012; Venice Commission, CDL AD(2015)012, Final Opinion on Law on Government Cleansing (Lustration Law) of Ukraine, Opinion no. 788/2014, 19 20 June 2015. 5 Turek v. Slovakia, Application No. 57986/00, 14 February 2006.Esas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 Buna göre bu uygulamalar ancak, meşru amaca ulaşmak için objektif ve makul ölçütlere dayalı olarak adil yargılanma güvencelerine uyularak yapılacak bireysel değerlendirme sonucu yapılabilir (M.K., et. al v. Slovakia, Communication No. 2062/2011, 23.03.2016, §§ 9.3 9.4 ). 6 Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri N. Muiznieks, KHK'ler ile ilgili olarak idare ve yürütmeden sorumlu kişilere sınırsız takdir yetkisi tanındığı, uygulamada erkler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve insan hakları temel ilkelerinden ayrıldığını tespit etmiştir. KHK'lerin uygulanmasındaki keyfiliğe dikkat çeken Komiser, ihraçların basmakalıp ve kişisel nedenler belirtilmeden yapıldığına dikkat çekmiştir. Komiser, KHK'lerin uygulanması, ihraçlardaki hukuksuzluk ve keyfiliğe özellikle vurgu yapmıştır (Memorandum on the human rights implications of the measures taken under the state of emergency in Turkey, by Nils Muižnieks, Council of Europe Commissioner for Human Rights, CommDH(2016)35, 07.10.2016). Venedik Komisyonu, OHAL uygulamalarını değerlendirdiği raporunda, OHAL uygulamalarında çok ileri gidildiği, alınan tedbirlerin, Türk Anayasası ve Uluslararası hukukun çok ötesine geçtiği, kamu görevlilerinin atılmasına ilişkin kararların doğrulanabilir kanıtlardan yoksun olduğu, ihraç listelerinin hazırlanma hızının işten çıkarmalarda asgari usul teminatlarına uyulmadığına işaret ettiği tespiti yapılmıştır (Turkey Opinion on Emergency Decree Laws N°s 667 676 adopted follo wing the failed coup of 15 July 2016, 9 10 December 2016, [CDL AD(2016)037 e]). Tüm bu tespitlere rağmen, olağanüstü hal rejiminin sona erdiği dönemde, OHAL dönemi kararlarını esas alarak hekimlerin görev yapmalarının engellenmesi insan haklarına saygılı hukuk devleti ile bağdaşmaz. Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu hükme bağlanmış ve 4. maddesinde bu kuralın değiştirilmesi yasaklanmıştır. Hukuk devleti, keyfi yönetimin karşıtı olup yönetimin hukuka tabi olması anlamına gelmektedir. Yöneticilerin tabi olacağı hukukun da yönetilenlere hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik sağlayacak nitelikte olması gerekir. Bu çerçevede hukuk kurallarının bireyler açısından açık, erişilebilir ve öngörülebilir olması, hukuk devleti ilkesinin en temel gerekleri arasında yer almaktadır. Bu kuralın devamı olarak Anayasanın 38. maddesinde suç ve cezaların kanuniliği ilkesi düzenlenmiştir. Buna göre bireyler ancak işlendiği zaman yürürlükteki kanunların suç saydığı fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilirler ve ancak fiil işlendiği zaman kanunda öngörülen ceza ile cezalandırılabilirler. Bu kuralın gereği olarak ceza ve ceza yerine geçen tedbirler ancak kanun yoluyla konulabilir. Kanun altı düzenlemeler, hatta KHKler ile ceza normu konamaz. İkinci olarak suçlar ve cezalar geçmişe yürütülemezler. Aynı şekilde suç ve cezaların kanuniliğinden söz edilebilmesi için bunu düzenleyen yasa hükmünün bireyler açısından en azından bir hukukçunun yardımıyla anlaşılabilir olması, yani bireylerin hangi fiillerin yasaklandığını ve yaptırıma tabi tutulduğunu öngörebilmesi gerekir. Yukarıda açıklandığı gibi iptali istenen düzenleme, terör örgütlerine veya Millî Güvenlik Kurulunca Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen 6 M.K., et. al v. Slovakia, Communication No. 2062/2011, 23.03.2016, §§ 9.3 9.4 https://www.mzv.sk/documents/10182/2093446/Stanovisko+V%C3%BDboru+OSN+pre+%C4%BEuds k%C3%A9+pr%C3%A1va+2062_2011/14e6d04c 70e2 4b28 b228 4b631c8f2922Esas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilerek ilgili mevzuat çerçevesinde kamu görevinden çıkarılan veya güvenlik soruşturması sonucuna göre kamu görevine alınmayan tabiplerden Devlet hizmeti yükümlüsü olanlar, çıkarılma veya göreve alınmama kararının verildiği tarihi esas alınarak görev yapmalarını düzenlemektedir. Bu bağlamda iptali talep edilen düzenleme, Anayasanın 38. maddesini ihlal etmektedir. İkinci olarak, getirilen düzenlemenin içeriği belirsiz ve öngörülemezdir. Dava konusu kuralda suç olarak düzenlenmiş olan milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen, yapı, oluşum ve gruplara ya da terör örgütlerine aidiyet veya iltisak ya da bunlarla irtibat fiilleri oldukça muğlâk olup bunların içeriğini öngörmek tamamen imkânsızdır. Hangi somut eylemlerin bu suçları oluşturduğu ve bu suçlar arasındaki farkın ne olduğunu ortaya koyan hiçbir düzenleme ya da açıklık bulunmamaktadır. Yine aynı şekilde, ilgili mevzuat kavramı da belirsizdir. Oysa bir hukuk devletinde hukuk kurallarının belli ve öngörülebilir olması asgari koşuldur. Hangi fiilleri dolayısıyla bireylerin yaptırıma tabi tutulabileceklerini önceden öngörebilmeleri gerekir. Adı geçen kavramların içeriği ve ağırlığı belirli olmamakla birlikte uygulanacak yaptırımın ağırlığı bakımından da bir belirleme bulunmayıp tamamı aynı yaptırıma tabi tutulmuştur. Bu derece muğlâk ve belirsiz bir düzenlemenin öngörülebilir olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Bu nedenle de hukuk devletine, temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesine ve suç ve cezaların kanuniliği ilkesine aykırılık mevcuttur. Bir başka nokta da Anayasanın 15. maddesine göre olağanüstü hallerde temel hakları sınırlayıcı nitelikteki tedbirlerin durumun zorunlu kıldığı ölçüyü aşmaması gereğidir. Burada öngörülen ölçülülük ilkesi Anayasanın 13. maddesinde olağan dönemler için öngörülen ölçülülük ilkesine göre daha sıkı kurallara tabidir, zira burada zaten olağan dönemde alınamayacak tedbirler alınmaktadır. Aşağıda ayrıca açıklanacağı gibi bireylerin itibar, özel hayat, çalışma, kamu görevine girme gibi pek çok anayasal hakkını esaslı bir şekilde etkileyen ve yukarıda belirtildiği gibi oldukça muğlâk ve içeriği belirsiz bir düzenleme ile bu derece ağır bir yaptırımın öngörülmesi hiç bir şekilde olağanüstü halin zorunlu kıldığı bir tedbir olmadığı gibi olağan dönem açısından da kamu yararı ile birey hakları arasında makul bir denge gözettiğini söylemeye olanak yoktur. Bu nedenle iptali istenen düzenleme ve bu düzenleme çerçevesinde uygulanan kamu görevinden çıkarma işlemi ölçüsüz olup Anayasanın 13. maddesine aykırıdır. Öte yandan yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi iptali istenen kural ile Anayasanın 15/2. maddesinde öngörülen olağanüstü hallerde dahi dokunulamayacak haklara müdahale edilmiştir. Hem ceza normlarının geçmişe yürütülmezliği, hem de masumiyet karinesine müdahale edilmiştir. Diğer taraftan iptali istenen kural ile Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı da ihlal edilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki yukarıda açıklandığı gibi iptali istenen kural ile görevine son verilen ve diğer yaptırımlara tabi tutulan kişilerin yargıya başvuru hakkı ortadan kaldırılmıştır ve bu durum adil yargılanma hakkının temel unsurlarından biri olan mahkemeye erişim hakkını ihlal etmektedir. Diğer taraftan iptali istenen kural ile uygulanan yaptırımlar, adil yargılanma hakkı kapsamında cezai yaptırım niteliği taşımaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Sözleşmenin 6. maddesine ilişkin içtihadına bakıldığında suç ve ceza kavramlarınınEsas Sayısı : 2019/13 Karar Sayısı : 2021/31 özerk yorumlandığı ve iç hukukta ceza hukuku alanında kabul edilmese bile suçlamaların niteliği, uygulanan usul, uygulanan yaptırımların ağırlığı vb unsurları dikkate alarak Sözleşmenin ilgili güvenceleri kapsamında değerlendirdiği görülmektedir. Bu çerçevede kamu görevlilerinin görevine son verilmesi de suçlamanın niteliği ve yaptırımın ağırlığı dikkate alınarak Sözleşmenin 6. maddesi kapsamında değerlendirilmiştir (Maty | 4,057 |
Esas Sayısı : 2016/130 Karar Sayısı : 2016/197 1 Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 2863 sayılı Kanunun 7. maddesinde 6498 sayılı Kanun ile getirilen değişikliğin amacının, korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı ya da sit alanı olarak tescil kararlarının, ilgililerince öğrenilmesini sağlamak olduğu, başka bir deyişle, tek yapı ölçeğindeki kültür ve tabiat varlıkları yönünden tebliğ; sit alanları yönünden Resmi Gazetede yayım ve internet üzerinden duyuru kurallarının, kişilerin, sahip oldukları taşınmazların durumunu bilmelerini ve ona göre hareket etmelerini sağlama amacı taşıdığı, belirtilen kuralların, 2863 sayılı Kanunun 65. maddesinde düzenlenen suçun oluşumu için şekil şartı niteliği bulunmayıp, aksi yöndeki kabulün, 6498 sayılı Kanunun amacına da ters düşeceği; Dolayısıyla, sözü edilen değişiklik öncesinde yapılan tescjl işlemleri bakımından, tek yapı ölçeğindeki kültür ve tabiat varlıkları ile korunma alanlarına ilişkin olarak, taşınmaza ait tapu kaydının beyanlar hanesinde tescil şerhi bulunup bulunmadığına; sit alanları, tabiat varlıkları ve tek yapı ölçeğinde tescil edilen taşınmazlar da dâhil olmak üzere malikleri idarece tespit edilemeyen taşınmazlara ilişkin olarak, tescil kararının mahallinde mutat vasıtalarla ilan edilip edilmediğine bakılması gerektiği; Diğer yandan, taşınmaz bir varlığın korunması gerekli kültür ve tabiat varlığı olarak tescil edilmesinin ya da bir bölgenin, doğal, tarihi ve kültürel özellikleri nedeniyle sit alanı olarak belirlenmesinin, taşınmazın veya bölgenin özel bir statüye tabi tutulması gerektiği ve taşınmaz üzerinde ya da bölge içerisinde keyfi uygulamalarda bulunulamayacağı anlamına geldiği, bu bakımdan kural olarak, 6498 sayılı Kanun değişikliği sonrası tebliğ yayım internette duyuru; anılan değişiklik öncesi ise şerh ilan yöntemleri ile taşınmazın ya da bölgenin tescilinden ilgililerin haberdar olmalarının sağlanması gerektiği, bununla birlikte, Türk Medeni Kanununda yer alan iyi niyet kuralının genel bir hukuk ilkesi olarak kabul edilip, 2863 sayılı Kanunun 65. maddesinde düzenlenen suç tiplerine yönelik sübut değerlendirmesinde de dikkate alınmasının zorunlu olduğu, başka bir deyişle, 6498 sayılı Kanun değişikliği öncesinde yapılan tescil işlemleri yönünden, taşınmaza ait tapu kaydının beyanlar hanesinde şerh bulunmayıp, tescil kararı mahallinde mutat vasıtalarla ilan edilmemiş olsa dahi, failin, taşınmazın ya da bölgenin tescilinden haberdar olduğuna dair beyanının göz ardı edilemeyeceği, zira, maliki olduğu taşınmazın korunması gerekli nitelik taşıdığını ya da sit özelliğiyle bölgesel bazda koruma altına alman bir alanda bulunduğunu bilen kişinin, taşınmazı üzerinde dilediği zaman dilediği şekil ve kapsamda uygulama yapamayacağını, taşınmazın ya da bölgenin özel statüsünün mümkün kıldığı ölçüde, kamu kurumlarınca yürütülecek izin prosedürü çerçevesinde inşai ve fiziki müdahalelerde bulunabileceğini de bilmesi gerektiği, yapı ya da bölge bazında tescil kararından haberdar olduğu halde, ilgili kurumlara başvurarak, gerçekleştirmeyi düşündüğü inşai uygulamaya yönelik izin almayıp keyfi hareket eden kişinin iyi niyetinden söz edilemeyeceği, dolayısıyla, taşınmazın ya da bölgenin niteliğini bilerek izinsiz inşai ve fiziki müdahalede bulunan ya da başlangıçta bilmeyip, kamu görevlilerince düzenlenen zabıt ve tutanaklar ile durumu öğrendiği halde müdahalesine devam eden failin, hukuki koruma altına alınamayacağı; Bu kapsamda somut olay değerlendirildiğinde; sanıkların, İstanbul 111 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 15/11/1995 tarih ve 7755 sayılı kararı ile 3. derece doğal sit alanı olarak tescilli bölgede yer alan, sanık ın 10 adet konteynır ve kaçak yapı yaptığı, tek katlı 100 metrekare ebatlarında bina yaptığı, sanık un bina inşa ettiği, arazi etrafını metal levhalarla çevirdiği, yine aynı mevkide Değirmen sokak üzerindeki arazi içerisineEsas Sayısı : 2016/130 Karar Sayısı : 2016/197 2 dört adet konteynır tabir edilen yapı inşa ettiği ve bu eylemlerin inşai ve fiziki müdahale kapsamında olduğu, sanıklar inşai ve fiziki müdahalede bulunduğu yerin aynı zamanda Beykoz ilçesinin bağlı olduğu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı bünyesinde suç tarihi itibariyle faaliyette olan koruma uygulama ve denetim bürosu bulunduğu gözetilerek, eylemin niteliği dikkate alınmak suretiyle sanıkların, 2863 sayılı Kanunun 6498 sayılı Kanun ile değişik 65/4 maddesinin uygulanmasının şart olduğu ve Yargıtay 12. Ceza Dairesinin yerleşik içtihatlarının bu yönde olduğu; 2863 sayılı Kanunun 6498 sayılı Kanun ile değişik 65/4. maddesinde suçun maddi unsuru, aynı Kanunun 57. maddesinin yedinci fıkrasına atıf yapılmak suretiyle düzenlenmiştir. Sözü edilen maddeye göre, taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları, bunların koruma alanları ve sit alanlarında, 3194 sayılı İmar Kanununun 21. maddesi kapsamına giren ruhsa ta tabi olmayan tadilat ve tamiratlar; özgün biçim ve malzemeye uygun olarak, bünyesinde koruma, uygulama ve denetim büroları kurulmuş idarelerin izin ve denetimi ile yapılır. Bunların dışında her türlü inşai ve fiziki müdahale, koruma bölge kurulunun izni ile yapılır. Koruma, uygulama ve denetim bürosu kurulmamış yerler^fSl94 sayılı İmar Kanununun 21. maddesi kapsamına giren ruhsata tabi olmayan tadilat ve tamiratlar koruma bölge kurulu müdürlüğünün izin ve denetiminde yapılır. Görüldüğü gibi, tamirat ve tadilat kapsamındaki faaliyetler söz konusu olduğunda, izin vermeye yetkili mercii yönünden ikili bir ayrıma gidilmiştir. Koruma, uygulama ve denetim bürosu kurulmuş ise, bünyesinde anılan büroyu barındıran idareden; kurulmamış ise, koruma bölge kurulu müdürlüğünden alınacak izin ile tamirat ve tadilat işlerini yapmak mümkündür. İzin alınmaksızın ya da izne aykırı olarak sözü edilen faaliyetler gerçekleştirilirse, 2863 sayılı Kanunun 65/4. maddesinde düzenlenen suç oluşur. Her ne kadar kanunun lafzından aksi yönde bir anlam çıkmakta ise de, 65/4. maddesindeki suçun oluşumu açısından önemli olan, gerçekleştirilen eylemin niteliği olup, idari teşkilatlanma nedeniyle izin alınacak mercinin değişmesi, suç tasnifinde etkili değildir. 57. maddede, taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları, bunların koruma alanları ve sit alanlarında yapılacak tamirat ve tadilat faaliyetleri için hangi kurum ya da kurumla ra başvurulması gerektiği konusunda yol gösterilmektedir. Kanuna göre izin vermeye yetkili mercilerden izin alınmaksızın ya da izne aykırı ola rak tamirat ve tadilat yapılması, 2863 sayılı Kanunun 65/4. maddesinde düzenlenen suçun oluşumu için gerekli ve yeterlidir. Bununla birlikte, maddenin uygulama alanı sadece tamirat ve tadilat kapsamındaki faaliyetler ile sınırlandırılmamıştır. İzinsiz inşai ve fiziki müdahale yapanlar veya yaptıranların da aynı madde hükmüne göre cezalandırılmaları öngörülmüştür. Anılan düzenlemenin uygulamada karışıklığa yol açması kaçınılmazdır. Şöyle ki, 2863 sayılı Kanunun 6498 sayılı Kanun ile değişik 65. maddesine bakıldığında, iki farklı fıkrada inşai ve fiziki müdahale ibaresine yer verildiği görülmektedir. Bunlardan birincisi, 65/1 2. maddesindeki, koruma bölge kurullarından izin alınmaksızın inşai ve fiziki müdahale yapılmasına; İkincisi, 65/4. maddesindeki, bünyesinde koruma, uygu lama ve denetim büroları kurulan idarelerden izinsiz inşai ve fiziki müdahale yapılmasına ilişkin düzenlemelerdir. 2863 sayılı Kanunun 57/7. maddesinde, 3194 sayılı İmar Kanununun 21. maddesi kapsamına giren ruhsata tabi olmayan tadilat ve tamiratlar dışındaki her türlü inşai ve fiziki müdahalenin, koruma bölge kurulunun izni ile yapılacağı hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla, tamirat ve tadilat boyutunu aşıp, inşai ve fiziki müdahale niteliği taşıyan bütün faaliyet1er, ancak koruma bölge kurulunun izni ile yapılabilir. Kanuna göre, başka bir kurumun bu konuda izin verme yetkisi yoktur. Sözü edilen düzenleme doğrultusunda 2863 sayılı Kanunun 65/1 2. maddesinde, koruma bölge kurullarından izin alınmaksızın inşai ve fiziki müdahale de bulunulması yaptırım altına alınmıştır. Açıklanan kanun maddeleri birbiriyle uyumlu ve aralarında tutarlıdır. Ancak, 2863 sayılı Kanunun 65/4. maddesinde yer alan izinsiz inşai ve fiziki müdahale yapanlar veya yaptıranlar ibaresini değerlendirmek ve kanun koyucunun anılan düzenlemeyi getirmektekiEsas Sayısı : 2016/130 Karar Sayısı : 2016/197 3 amacını ortaya koymak, bu kadar kolay değildir. Zira, inşai ve fiziki müdahale ibaresi, yukarıda da açıklandığı üzere, birinci fıkrada tanımlanan ve esaslı nitelik taşıyan fiiller için kullanılan bir ibaredir. Bu ibarenin 65. maddenin son fıkrasında da kullanılmış olması bizi şu sonuca götürmektedir: inşai ve fiziki müdahale gerçekleştirilen idarenin bünyesinde koruma, uygu lama ve denetim bürosu varsa 2863 sayılı Kanunun 65/4. maddesi; sözü edilen büro yoksa aynı Kanunun 65/1 2. maddesi uygulanır. Başka bir deyişle, esaslı müdahalede bulunulan taşınmaz; koruma, uygulama ve denetim bürosunun yetki alanı içinde ise 65/4. maddesi; yetki alanı dışında ise 65/1 2. maddesi uygulama alanı bulur. Örneğin, 1. derece doğal sit alanı içerisine izin alınmaksızın villa tipi bir ev inşa edilmiş ve taşın mazın bulunduğu belediyede koruma, uygulama ve denetim bürosu varsa, fail altı aydan üç yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılacak; buna karşılık, yine 1. derece doğal sit alanı içerisindeki eskiden mevcut evinin önüne beton dökerek merdiven yapan fail, taşın mazın bulunduğu belediyede koruma, uygulama ve denetim bürosu yoksa, iki yıldan beş y ila kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası yaptırımı ile karşılaşacaktır. Görüldüğü gibi, inşai ve fiziki müdahale eylemleri yönünden, idarenin bünyesinde koruma, uygulama ve denetim bürosu bulunup bulunmamasını yasal sonuca bağlamak, eşitliğe aykırı bir uygulamaya yol açmaktadır. Eylemin vasıflandırılması konusunda esas alınacak tek kriter, niteliği olmalıdır. Esaslı inşai ve fiziki müdahale daha ağır bir yap tırım ile; basit tamirat ve tadilat daha hafif bir yaptırım ile karşılanmalıdır. Koruma, uygulama ve denetim bürosunun bulunduğu yerdeki inşai ve fiziki müdahale yi daha az ceza ile cezalandırmak, aynı nitelik teki eylemlerin farklı yaptırıma tabi tutulmasına neden olmaktadır. Halbuki aynı nitelikteki eylemlere, aynı yasal düzenleme uygulanmalıdır. Bu çerçevede yapılması gereken, 2863 sayılı Kanunun 65/4. madde sinde yer alan izinsiz inşai ve fiziki müdahale yapanlar veya yaptıranlar ibaresinin madde metninden çıkartılmasıdır. Zira, sözü edilen ibare zaten aynı Kanunun 65/1 2. maddesinde tanımlanan suçun maddi unsurunu açıklamaktadır. Anılan ibareye 65/4. maddesinde de yer verilmesi, yukarıda izah edildiği üzere, aynı eylemin bir yerde daha az, başka bir yerde daha fazla cezalandırılmasına sebebiyet vermektedir. 2863 sayılı Kanunun 65/4. maddesinde düzenlenmesi gereken tek suç, basit tamirat ve tadilat kapsamındaki fiillerin izinsiz veya izne aykırı yapılması olmalıdır. Böylece eşitliğe ve hakkaniyete uygun bir düzenleme getirilmiş olacaktır. Anayasanın eşitlik ilkesine açıkça aykırı bulduğumuz bu düzenlemeden kaynaklanan sorunlar, Yargıtay uygulamaları ile giderilmeye çalışılmaktadır. Ancak, kanun metninin açıklığı karşısında, verilen kararlarda sınırların zorlandığı eleştirisi de getirilmektedir. 1 İTİRAZ KONUSU FIKRA ANAYASANIN 2. MADDESİNE AYKIRIDIR. Anayasanın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu hükmüne yer verilmiştir. Hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesinin unsurlarından biri ‘belirlilik ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.Esas Sayısı : 2016/130 Karar Sayısı : 2016/197 4 İtiraz konusu fıkrada izinsiz inşai ve fiziki müdahalelerin hem 2863 sayılı Yasanın 65/1 hem de 65/4. fıkrada düzenlendiği, ayrıca bünyesinde koruma uygulama ve denetim bürosu bulunan yerlerde izinsiz inşai ve fiziki müdahalede bulunanlara 2863 sayılı Yasanın 65/4. fıkrasının uygulanacağı bünyesinde koruma, uygulama ve denetim bürosu bulunmayan yerlerde ise 2863 sayılı Yasanın 65/1. fıkranın uygulanacağı bunun ise hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu bu nedenle iptali gerekmektedir. 2 İTİRAZ KONUSU FIKRA ANAYASANIN 10. MADDESİNE AYKIRIDIR. Anayasanın 10. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen eşitlik ilkesinden yararlananlar açısından bir temel hak, yani eşit işlem görmeyi ya da ayrım gözetilmemesini isteme hakkını doğurduğu tartışmasızdır. Bununla birlikte eşitlik, aynı zamanda, muhataplarını yani devlet organları ve idare makamları anayasal bir buyruk ile devlet yönetiminde benimsenmesi gereken, egemen temel bir ilkeyi vurgulamaktadır. Eşitlik ilkesi, şekli hukuki eşitlik ve maddi hukuki eşitlik olarak iki anlamda yorumlanabilir. Şekli hukuki eşitlikten kastedilen kanunların genel ve soyut nitelik taşıması, yani kapsadığı herkese eşit olarak uygulanmasıdır. Anayasanın 10uncu maddesinin, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa ‘‘imtiyaz tanınamayacağı yolundaki ikinci fıkrası da bu anlamda bir eşitliği hedeflediği anlaşılmaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi 06.07.2000 tarih ve E. 2000/21, K. 2000/16 sayılı kararında, Anayasanın 10. maddesinde belirtilen yasa önünde eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusu olduğunu; bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörüldüğü; eşitlik ilkesinin aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemek olduğu; bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesinin yasaklandığı; durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabileceği; aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi çiğnenmiş olmayacağı ifade edilmiştir. Ancak şüphesiz ki, eşitlik ilkesinin anlamını şekli hukuki eşitlikle sınırlandırmak mümkün değildir. Maddi hukuki eşitlik, şekli eşitliğin ötesinde, aynı durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranma zorunluluğunu içermektedir. Bu anlamda eşitlik ilkesinin ihlal edilmiş olup olmadığının anlaşılabilmesi için Anayasaya uygunluk denetiminde sadece kanunların genel ve soyut nitelik taşıyıp taşımadıklarının değil, onların içeriklerinin de araştırılması gerekir. Bu kapsamda; itiraz konusu fıkrada izinsiz inşai ve fiziki müdahalelerin hem 2863 sayılı yasanın 65/1 hem de 65/4. fıkrada düzenlendiği, ayrıca bünyesinde koruma uygulama ve denetim bürosu bulunan yerlerde izinsiz inşai ve fiziki müdahalede bulunanlara 2863 sayılı yasanın 65/4. fıkrasının uygulanacağı bünyesinde koruma, uygulama ve denetim bürosu bulunmayan yerlerde ise 2863 sayılı yasanın 65/1.fıkranın uygulanacağı bunun ise Anayasanın 10. maddesinde bahsedilen eşitlik ilkesine aykırılık oluşturduğu bu nedenle iptali gerekmektedir. SONUÇ:Esas Sayısı : 2016/130 Karar Sayısı : 2016/197 5 Açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin o dava sebebiyle uygulanacak olan bir kanun hükmünün Anayasaya aykırı olduğu kanısını gösteren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektirdiğini düzenleyen 6216 sayılı Kanunun 40. maddesi gereğince 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 65. maddesinin 4. fıkrasında yer alan ile izinsiz inşai ve fiziki müdahale hükmünün Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu kanaati ile iptali ile Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve dosyadaki belgelerin onaylı birer örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, davanın Anayasa Mahkemesinin vereceği karara kadar bekletilmesine, 16/05/2016 tarihinde karar verildi. | 2,137 |
Esas Sayısı:1977/130 Karar Sayısı:1978/13 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkeme, itirazın dayanağını şöyle açıklamaktadır : "Devletin Askerî Kuvvetlerini alenen tezyif ve tahkir etmek suçundan sanık ...... Gazetesi Sorumlu Müdür ve Yazarı ......., in 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 8/6/1972 gün ve 1596 sayılı Kanunla değişik 11. maddesinin D fıkrasındaki "Asker olmayan kişilerin Devletin Askerî Kuvvetlerini tahkir ve tezyif suçlarını" işlemeleri halinde askerî mahkemelerde yargılanmalarının gerekeceğine ilişkin hükmün ve Askerî Ceza Kanununa 1590 sayılı Kanunla eklenen ve anılan suçu Askerî Ceza Kanunu kapsamına alan hükmün 334 sayılı T.C. Anayasasının 12., 32. ve 138. maddelerine aykırı olduğuna ilişkin talebi üzerine konu incelenmiş olmakla : Askerî Mahkemelerin görev sahaları T.C. Anayasa'sının 138. maddesinde hükme bağlanmış olup, asker olmayan kişilerin hangi suçlarından ötürü askerî mahkemelerde yargılanacakları da anılan maddenin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Buna göre; Asker olmayan kişilerin : a) Özel Kanunda belirtilen askerî suçlarına, b) Asker kişilerin, Kanunda gösterilen görevlerini yaptıkları sırada onlara karşı işlenen suçlarına, c) Kanunda gösterilen askerî mahallerde askerlere karşı işlenen suçlarına askerî mahkemelerde bakılabilecektir. 25/5/1972 gün ve 1590 sayılı Kanunla Askerî Ceza Kanununa ilâve edilen, (Ek madde 2) ile Devletin Askerî Kuvvetlerini alenen tahkir vs tezyif suçlarını işleyenlerin Türk Ceza Kanununun 159. maddesi gereğince cezalandırılacağı hükme bağlanmış ve dolayısıyle bu suça da atıf yoluyla "Askerî suç" niteliği kazandırılmıştır. 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 8/6/1972 gün ve 1596 sayılı Kanunla değişik 11. maddesinin (D) fıkrası da yukarda belirtilen suçu işleyen asker olmayan kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmasını hükme bağlamıştır. Bu suçun basın yolu ile işlenmiş olması halinde de durum değişmemektedir. Her ne kadar Basın Kanununun 36. maddesine nazaran basın yoluyla işlenmiş bütün suçlarından ötürü sivil şahısların umumi adliye mahkemelerinde yargılanmaları öngörülmüş ise de; Askerî Ceza Kanununa 1590 sayılı Kanunla ilâve edilen (Ek Madde 2) nin son fıkrasındaki "Bu maddedeki suçun basın yolu ile işlenmesi halinde ceza arttırılarak verilir." hükmünden, kanun koyucunun, bu suçun basın yolu ile işlenmesinde dahi askerî mahkemeleri görevli kıldığı anlaşılır. Ayrıca 353 sayılı Kanunun 11. maddesinin (D) bendinde anılan suçun basın yoluyla işlenmesi halinde genel kuraldan hariç tutulduğu hususunda bir açıklık bulunmamaktadır.Esas Sayısı:1977/130 Karar Sayısı:1978/13 2 Basın Kanununun ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun her ikisi de özel kanundur. İki özel kanunun hükümleri arasındaki çatışma halinde ise, yürürlük tarihi daha yeni olan özel kanuna uygulama önceliğinin tanınacağı genel hukuk prensiplerinin bir gereğidir. 1590 sayılı Kanun 25/5/1972, 1956 sayılı Kanun da 8/6/1972 tarihlerinde yürürlük kazanmış olup Basın Kanununa nazaran daha yeni olmaları dolayısiyle bu kanun hükümlerinin uygulanacağı da izahtan varestedir. Bu nedenledir ki; T.C. Anayasasının 138/2. maddesi Askerî Ceza Kanununa 1590 sayılı Kanunla eklenen (Ek madde 2) ve 353 sayılı Kanunun 11/D. maddesinin ifadelerine nazaran askeri mahkemelerin, asker olmayan kişilerin "Devletin Askerî Kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif" suçlarına bakmaya görevli oldukları anlaşılmakta ve sanığın Anayasaya aykırılık iddiası bu yönlerinden ciddi görülmemektedir. Ancak durumu bir de Anayasanın 138. maddesinin ikinci fıkrasının özüne, ruhuna ve keza askerî yargının maksadına göre değerlendirmek icap eder. Askerî hizmetlerin ahenk içinde ve aslî gayesine uygun olarak yürütülmesindeki özellikler, disiplin anlayışı ve asker kişilerin birbirleriyle olan münasebetlerinin hususiyet arzetmesi karşısında, genel yargı yanında bir de askerî yargıya ihtiyaç duyulmuş ve bu husus da Anayasada hükme bağlanmıştır. Bunun bir neticesi olarak da Türk Ceza Kanununda suç sayılmayan bazı eylemler Askerî Ceza Kanununda suç sayılmış ve cezaî müeyyide altına alınmış, ayrıca Türk Ceza Kanununda suç olarak tavsifle müeyyide altına alınmış bazı eylemler de daha değişik bir ceza anlayışı ve unsurlarla Askerî Ceza Kanununda düzenlenmiştir. Bu düzenleme yapılırken de "Askerî hizmetlerin özelliği ve disiplinin korunması" ana prensip olarak benimsenmiştir. Bu prensiplere uygun düşmeyen ve Türk Ceza Kanununda hükme bağlanmış bir suçun Askerî Ceza Kanununa ithal edilerek buna "askerî suç" niteliğinin kazandırılması yukarıda açıklanan ana prensip ve gayeye ters düşmekte, bir noktada Anayasanın 138. maddesi, dolayısıyle kanun koyucunun esas maksadı zorlanarak genişletilmektedir. Bu nedenledir ki, Türk Ceza Kanununun 159. maddesinde ifadesini bulan ve askerî hizmetin özellikleri ve askerî disiplin kavramı ile hiçbir ilgisi bulunmayan "Devletin Askerî Kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif" suçunun Askerî Ceza Kanununa ithal edilerek ona "askerî suç" niteliği kazandırmak T. C. Anayasasının askerî yargının görevini gösteren 138. maddesine şekil yönünden uygun düşmesine rağmen, anılan hükmün konuluş gayesine, özüne ve ruhuna aykırı düşmekte ve bu noktalardan sanığın Anayasaya aykırılık iddiası mahkemece de ciddi görülmektedir. Eşitlik ilkesi noktasına gelince : Türk Ceza Kanununun 159. maddesinde çeşitli mercilere (Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükümet, Bakanlıklar, Adliye gibi) karşı işlenmiş tahkir ve tezyif suçları hükme bağlanmış olup, aynı maddenin kapsamında bulunan, ancak hedef alınan mercileri değişik olan aynı mahiyetteki suçu işleyen şahıslardan bir kısmının umumi adliye mahkemelerinde yargılanması, sadece Devletin Askerî Kuvvetlerini tahkir ve tezyif edenlerin ise askerî mahkemelerde yargılanmalarının Anayasanın "eşitlik" ilkesine aykırı bulunduğu kanaatına varılmakla sanığın bu husustaki Anayasaya aykırılık iddiası da mahkemece ciddî görülmüştür. Yukarıdaki nedenlerle sanığın 353 sayılı Kanunun 11. maddesinin 1596 sayılı kanunla değişik (D) fıkrasının ve 1590 sayılı kanunla Askerî Ceza Kanununa eklenen (Ek madde 2) nin Anayasanın 12., 32. ve 133. maddelerine aykırılık iddiası mahkemece ciddi görülerek T.C. Anayasa'sının 151/1. maddesi gereğince Anayasa mahkemesinin bu konuda vereceği kararaEsas Sayısı:1977/130 Karar Sayısı:1978/13 3 kadar davanın geri bırakılmasına, bu nedenle suç dosyasının onaylı suretlerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmek üzere Jandarma Genel Komutanlığı Askerî Savcılığına tevdiine, 27/10/1977 günü oybirliğiyle karar verildi."" | 858 |
Esas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 1 "... II İTİRAZ BAŞVURULARININ GEREKÇELERİ A E.2013/68 Sayılı Başvurunun Gerekçe Bölümü Şöyledir : A İtiraz Konusu Yasa Kuralı; Davada uygulanması gereken 11.1.2011 günlü, 6099 sayılı Kanun'un 14. maddesi ile değiştirilen 13.10.1983 günlü, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 110. maddesi: Görevli ve Yetkili Mahkeme Madde 110 (Değişik: 11/1/2011 6099/14 md.) İşleteni veya sahibi Devlet ve diğer kamu kuruluşları olan araçların sebebiyet verdiği zararlara ilişkin olanları dâhil, bu Kanundan doğan sorumluluk davaları, adli yargıda görülür. Zarar görenin kamu görevlisi olması, bu fıkra hükmünün uygulanmasını önlemez Düzenlemesi Anayasa'nın 2., 37., 125., 140. ve 155. maddelerine aykırı olduğuna kanaat getirilmiştir. B Dayanılan Anayasa Kuralları; Başvurumuzda, Anayasa'nın 2., 125, 140, 142 ve 155. maddelerine dayanılmıştır. Anayasaya aykırılığı iddia edilen düzenlemede 2918 sayılı kanundan doğacak olan sorumluluğa ilişkin hukuki uyuşmazlıklarla ilgili davaların tamamının kapsamına alması bakımından işleteni veya sahibi devlet ve diğer kamu kuruluşları olan araçların sebebiyet verdiği zararlara ilişkin olan davaları da kapsamına alacak şekilde Adli Yargı mahkemeleri görevli mahkeme olarak belirlenmiştir. Bunun yanında cümlenin devamında ise bu kanundan doğan sorumluluk davalarının da tamamında yine adli yargı mahkemeleri görevlendirilmiştir. Ayrıca zarar görenin kamu görevlisi olmasının bu hükmün uygulanmasını önlemeyeceği belirtilmiştir. 2918 sayılı kanunun 2.12 maddesinde bu kanunun öncelikle karayollarında uygulanacağı belirtilmiş, Karayolunun tarifi ise 3/3 maddesinde Karayolu : Trafik için, kamunun yararlanmasına açık olan arazi şeridi, köprüler ve alanlar olduğu şeklinde düzenlenmiş, Aynı kanun 7. maddesinde ise Karayolları Genel müdürlüğünün görev ve yetkileri düzenlenerek 7/1 a mad Yapım ve bakımdan sorumlu olduğu karayollarında can ve mal güvenliği yönünden gerekli düzenleme ve işaretlemeleri yaparak önlemleri almak ve aldırmak, olarak kamusal hizmet niteliği ağır basan görevlendirme yapılmıştır. 85 vd maddelerinde ise hukuki sorumluluk ve sigorta düzenlenmiştir. 110. maddeside bu kısımda düzenlenip bu kısımdaki hukuki sorumluluk hükümlerinden dolayı açılacak davalardaki görevli ve yetkili mahkemeleri belirlemesi gerekirken kanunda bu kanundan doğan sorumluluk davaları... Denilerek Adli yargı mahkemeleri hem 2918 sayılı kanunun 85 vd. maddelerinde hukuki sorumluluk kurumlarının düzenlendiği bölümde ve hemde kanunun tamamından doğacak sorumluluk ile ilgili bütün uyuşmazlıkları kapsayacak şekilde adli yargı mahkemeleriEsas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 2 görevlendirilerek aynı kanunun 7/1 a maddesine göre kamu kurumu olan ve görevi kamusal hizmetlerin idari işlem ve eylemlerle yerine getirmek olan Kara yollan Genel Müdürlüğünün görevinde kalan Yapım ve bakımdan sorumlu olduğu karayollarında can ve mal güvenliği yönünden gerekli düzenleme ve işaretlemeleri yaparak önlemleri almak ve aldırmak görevlerinin yerine getirilmemesi veya kusurlu olarak yerine getirilmesinden doğacak sorumluluk halleride dolayısıyla Uyuşmazlık Mahkemesinin 04/02/2013 Tarih 2012/57' E.,2013/179 K. Sayılı kararı gereğince Anayasanın 2,125,142,145 ve 155. maddesine göre İdari Yargı mahkemelerinin Görevinde olması gerekirken bu anayasa hükümlerine aykırı olarak 110/lf 1 ve 2 cüm. Mad kapsamında olduğu kabul edilerek adli yargı mahkemelerinin görevi kapsamında görülmüş mahkememizin aksı yöndeki yargı yoluna ilişkin görevsizlik kararı bu Anayasaya aykırılığı ileri sürülen ve itiraza konu edilen 110. maddedeki düzenleme dayanak gösterilerek kaldırılmıştır. . Anayasanın 2 nci maddesindeki düzenlemeye göre hukuk devleti olmak, Cumhuriyet'in nitelikleri arasında sayılmış; 11 inci maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarım ve öbür kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu vurgulanmıştır. Bu kuralların doğal gereği olarak da 125 inci maddesinde, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, 140 ıncı maddenin birinci fıkrasında da hakimler ve savcıların adli ve idari yargı hakim ve savcıları olarak görev yapacakları belirtilmiştir. Anayasanın 155 inci maddesinin birinci fıkrasında, Danıştay, idarî mahkemelerce yerilen ve kanunun başka bir idarî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar kurallarına yer verilmiştir. Anayasa'nın 125 nci, 140 ıncı ve 155 inci maddeleri birlikte incelendiğinde idari eylemlerin işlemlerin ve kamusal hizmetlerin yargısal denetiminin idarî yargının görev alanına girdiği sonucuna varılır. Anayasanın Kanunî Hakim Güvencesi başlığını taşıyan 37 ncı maddesinde ise Hiç kimse kanunen tab olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz denilmektedir. Anayasa'nın kurallarına uygun yapılmayan yasal düzenlemelerin Anayasaya aykırılık oluşturacağı açıktır. Anayasamız Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik bir hukuk devleti olduğunu vurgularken, Devlet içinde tüm kamusal yaşam ve yönetimin yargı denetimine bağlı olmasını amaçlamıştır. Çünkü yargı denetim demokrasinin ‘olmazsa olmaz' koşuludur. Anayasanın ‘idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır' kuralıyla benimsediği husus da etki bir yargısal denetimdir. Anayasanın 125 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan bu kural, yönetimin kamu hukuku ya da özel hukuk alanına giren tüm eylem ve işlemlerini kapsamaktadır. Kural olarak bunlardan kamu hukuku alanındaki eylem ve işlemler için idarî yargının, özel hukuk alanındakiler için de adlî yargının görevli olduğu şüphe götürmez . Anayasa kurallarının açıkça belirleyip yetkilendirme yaptığı hallerde yasama organı, idare hukuku alanına giren bir idarî eylem ya da işleme karşı adlî yargı yolunu seçme hakkına sahip değildir. Tersine bir düzenleme. Anayasanın ‘Kanunî hâkim güvencesi' başlığı altındaki 37 nci maddesinin birinci fıkrasında ‘Hiç kimse kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz' biçimindeki buyurucu kurala aykırılık oluşturur. Bunun içindir ki, Anayasanın 155 inci maddesinin ikinci fıkrasında, idarî uyuşmazlıkları çözümleme Danıştay'ın görevleri arasına alınmıştır.Esas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 3 Anayasa'nın 2 nci maddesinde anlamını bulan hukuk devleti ilkesinin vazgeçilmez ölçülerinden biri, idarenin yargısal denetimidir. İdarenin yargısal özellikleri, idarî uğraşın sınırları çizilemeyen görev alanı ve farklılıklar içeren denetimi ve uzmanlaşma ihtiyacı, tarihsel gelişim içinde özel yargı yerlerini gerektirmiştir. İdarenin konumu, yargısal denetimini yapacak hakim ve yargı yerlerinin adlî yargı alanı dışında oluşturulması gerçeğini doğurmuştur. Anayasada idari ve adli yargı ayrımı esas alınmıştır. Bu ayrımın ilkeleri Anayasada gösterilmiş, idari ve adli yargıda görev konusu yasa koyucuya bırakılmamıştır. İdari yargının görev alanına giren uyuşmazlıkların çözümünü adli yargı yerlerine bırakan yasal düzenlemeler Anayasanın belirlediği ayrıma aykırılık oluşturur. Niteliği gereği idari olan eylem ve işlemler ile yerine getirilen kamu hizmetlerinin ifasından dolayı idarenin sorumlu olduğu durumlarda ortaya çıkan maddi ve manevi zarar tazminine ilişkin davaların, Anayasa gereği, idari yargı yerlerinde görülmesi gerekir. Anayasa Mahkemesinin de emsal kararlarında belirttiği gibi Anayasada idarî ve adlî yargının ayrılığı kabul edilmiştir. Bu ayrım uyarınca idarenin kamu gücü kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemleri idarî yargı, özel hukuk alanına giren işlemleri de adli yargı denetimine tâbi olacaktır. Buna bağlı olarak idarî yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde adlî yargının görevlendirilmesi konusunda yasa koyucunun geniş takdir hakkının bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. Dava konusu olan 2918 sayılı kanun 110. maddesindeki kural, idari yargının görev alana giren aynı kanunun 7/1 a maddesine göre idari işlemlerle ve eylemlerle yerine getirilen kamu hizmetlerinden dolayı veya eksik ve ayıplı hizmet ifasından doğan hukuki uyuşmazlıkların çözümünü adli yargı yerlerine bırakmakla Anayasanın belirlediği idari ve adli yargı ayrımına aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle, 13.10.1983 günlü, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 11.1.2011 günlü, 6099 sayılı Kanun'un 14. maddesi ile değiştirilen 110. maddesinin birinci fıkrasının işleteni veya sahibi Devlet ve diğer kamu kuruluşları olan araçların sebebiyet verdiği zararlara ilişkin olanları dâhil, bu Kanundan doğan sorumluluk davaları, adli yargıda görülür. Zarar görenin kamu görevlisi olması, bu fıkra hükmünün uygulanmasını önlemez. biçimindeki birinci ve ikinci cümlelerinin, Anayasanın 2, 37., 125. 140. ve 155. maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. B E.2013/117 Sayılı Başvurunun Gerekçe Bölümü Şöyledir : 1 Uygulanacak Yasa Kuralı Sorunu (Bakılmakta Olan Davada, Mahkememizin Görevli ve Yetkili Olup Olmadığı Yönünden) Anayasa'nın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesine göre, bir davaya bakmakta olan mahkeme, o dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, bu hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkilidir. Anayasa'nın 152. ve 6216 sayılı Kanun'un 40. maddesine göre, bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi'ne başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve mahkemenin görevineEsas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 4 giren bir davanın bulunması ve iptali istenen kuralların da o davada uygulanacak olması gerekir. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 6099 sayılı Kanun'un 14. maddesi ile değiştirilen 110. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle yapılan itiraz başvurusu hakkında, Anayasa Mahkemesi'nin 08/12/2011 tarih ve E:2011/124, K:2011/160 sayılı kararında, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 110. maddesinin birinci fıkrasında, bu Kanun'dan doğan sorumluluk davalarının adlî yargıda görüleceği öngörülmektedir. İtiraz başvurusunda bulunan mahkeme ise idare mahkemesi olup davaya bakmakta görevli ve yetkili mahkeme değildir. gerekçesiyle; aynı gün ve E:2012/118, K:2012/170 sayılı kararlarında ise, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 110. maddesinin birinci fıkrasında, bu Kanun'dan doğan sorumluluk davalarının adlî yargıda görüleceği öngörülmektedir. İtiraz yoluna başvuran Mahkemedeki bakılmakta olan dava ise itiraz konusu kural nedeniyle adlî yargıda görülebilecek bir davadır. Dolayısıyla bakılmakta olan dava, itiraz başvurusunda bulunan Mahkemenin görev alanına girmemektedir. Buna göre, itiraz yoluna başvuran Mahkemede, yöntemine göre açılmış bir dava bulunmadığı gibi kuralın uygulanması sonucu görevsizlik kararı verilecek olması da bu durumu değiştirmemektedir. gerekçesiyle başvurunun, Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle reddine kararı verilmiştir. Bakılmakta olan davada ise, davacı şirkete sigortalı aracın tek taraflı olarak seyir halinde iken yolun sol şeridindeki refüj taşlarına çarparak hasarlandığını, mahkememizin görevli olduğundan bahisle davanın açıldığı, davanın derdest olduğu, görev açısından uygulanacak yasa kuralının 2918 sayılı Kanun olduğu anlaşılmıştır. 2 İtiraza Konu Yasa Kuralı 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 19/01/2011 tarih ve 27820 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 6099 sayılı Tebligat Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 14. maddesi ile değişik Görevli ve Yetkili Mahkeme başlıklı 110. maddesinin, işleteni veya sahibi Devlet ve diğer kamu kuruluşları olan araçların sebebiyet verdiği zararlara ilişkin olanları dâhil, bu Kanundan doğan sorumluluk davaları, adli yargıda görülür. Zarar görenin kamu görevlisi olması, bu fıkra hükmünün uygulanmasını önlemez. Hemzemin geçitte meydana gelen tren trafik kazalarında da bu Kanun hükümleri uygulanır. şeklindeki 1. fıkrasının iptali ve yürütülmesinin durdurulması istenilmektedir. 3 Dayanılan Anayasa Kuralları a) Anayasa'nın 125. maddesinin 1. fıkrasında yer alan, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. b) Anayasa'nın 155. maddesinin 1. fıkrasında yer alan, Danıştay, idarî mahkemelerce verilen kanunun başka bir idarî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar hükümleri yer almaktadır. 4 İtiraza Konu Yasa Kuralının Kapsamı ve Sonuçları A) KapsamıEsas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 5 İtiraza konu olan 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 6099 sayılı Kanun'un 14. maddesi ile değişik Görevli ve Yetkili Mahkeme başlıklı 110. maddesinin 1. fıkrasında; işleteni veya sahibi Devlet ve diğer kamu kuruluşları olan araçların sebebiyet verdiği zararlara ilişkin olanları dâhil, bu Kanundan doğan sorumluluk davaları, adlî yargıda görülür. Zarar görenin kamu görevlisi olması, bu fıkra hükmünün uygulanmasını önlemez. Hemzemin geçitte meydana gelen tren trafik kazalarında da bu Kanun hükümleri uygulanır. hükmüne yer verilmiştir. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun Amaç başlıklı 1. maddesinde; bu Kanunun amacının, karayollarında, can ve mal güvenliği yönünden trafik düzenini sağlamak ve trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri belirlemek olduğuna yer verildikten sonra, 7. maddesinde, Karayolları Genel Müdürlüğünün görev ve yetkilerine yer verilmiş, anılan maddede, Yapım ve bakımdan sorumlu olduğu karayollarına ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Hangi yolların yapım ve bakımından sorumlu olduğuna ilişkin hükümlere ise 6001 sayılı Karayolları Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'un 4. maddesinde belirtilmiş olup, otoyol, Devlet ve il yolları ağına giren karayolları güzergâhları ile bunların değişikliklerine ilişkin planları hazırlamak veya hazırlatmak, hazırlayacağı programlar uyarınca karayollarını yapmak, yaptırmak, emniyetle kullanılmalarını sağlayacak şekilde sürekli bakım altında bulundurmak, bakımını yaptırmak, onarmak, onarımını yaptırtmak, işletmek, işlettirmek Karayolları Genel Müdürlüğünün görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. B) Sonuçları Yapım ve bakımdan sorumlu olduğu karayollarından ve hemzemin geçitte meydana gelen kazalar nedeniyle uğranılan maddî manevî zararların tazmini istemiyle açılan davalarda, 2918 sayılı Kanun'un 6099 sayılı Kanunla değişik 110. maddesi uyarınca, adlî yargı yerleri görevli ve yetkili kılınmış, değişikliğin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren açılan davalar adlî yargı yerlerinde görülmeye başlanılmıştır. Konuyla ilgili Uyuşmazlık Mahkemesi kararları incelendiğinde; 06/02/2012 tarih ve E:2012/3, K:2012/29 sayılı kararı; yol kusurundan kaynaklanan ölüm nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan davada, Yukarıda açıklanan nedenler ve 2918 sayılı Yasanın 19.1.2011 tarihinde yürürlüğe giren 110. maddesi gözetildiğinde meydana gelen zararın tazmini istemiyle açılan davanın adlî yargı yerinde çözümlenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. gerekçesiyle adlî yargının görevli olduğuna, 06/02/2012 tarih ve E:2011/256, K:2012/25 sayılı kararında; aracın seyir halinde iken yolda bulunan çukura düşmesi sonucu uğranıldığı öne sürülen zararın tazmini istemiyle açılan davada, yukarıda anılan kararda (E:2012/3) belirtilen gerekçe ile adlî yargının görevli olduğuna, 04/06/2012 tarih ve E:2012/101, K:2012/133 sayılı kararı; resmî aracın, seyir halinde iken yoldaki logar kapağına çarpması sonucu araçta oluştuğu öne sürülen maddi zararın tazmini istemiyle açılan davada, yukarıda anılan kararda (E:2012/3) belirtilen gerekçe ile adlî yargının görevli olduğuna,Esas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 6 06/02/2012 tarih ve E:2012/31, K:2012/33 sayılı kararı; hemzemin geçitte, davalı Belediye Başkanlığına ait motosikletle trene çarpması sonucu ölümü nedeniyle oluştuğu ileri sürülen maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan davada, Buna göre ve idare personelinin dikkatsizlik ve tedbirsizliği sonucu oluşan kişisel kusura değil de, zararın kamu hizmetinin yürütülmesi sırasında doğduğu nedeniyle idarenin hizmet kusuruna dayanılmış olması karşısında, kamu hizmeti yürüten davalı idarelerin hizmeti yürüttüğü sırada kişilere verdiği zararın tazmini istemiyle açılan davada, olayda kamu hizmetinin yöntemine ve hukuka uygun olarak yürütülüp yürütülmediğinin hizmet kusuru veya başka nedenle idarenin sorumluluğu bulunup bulunmadığının saptanmasını gerektirmektedir. Bu hususların saptanması ise idare hukuku ilkelerine göre yapılabileceğinden, 2577 sayılı Yasa'nın 2/1 b maddesi kapsamında bulunan tam yargı davasının görüm ve çözümünde idarî yargı yerlerinin görevli olduğu açıktır. Buna karşın, 2918 sayılı Yasanın 19.1.2011 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasanın 14. maddesiyle değişik 110. maddesinde... gerekçesiyle, adlî yargının görevi olduğuna, 24/12/2012 tarih ve E:2012/523, K:2012/422 sayılı kararı; davacıya ait aracın, davalı idarenin sorumluluğundaki yolda kaza yapması sonucu oluşan zararın tazmini istemiyle açılan davada, ...İdare Mahkemesi 2918 sayılı Yasanın 110. maddesinin 1. fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin Anayasaya aykırı olduğu kanısına varmış, idare Mahkemesinin bu iki cümlenin iptali istemiyle yaptığı başvuruyu inceleyen Anayasa Mahkemesi 8.12.2011 gün ve E:2011/124, K:2011/160 sayı ve 8.11.2012 gün ve E:2012/118, K:2012/170 sayılı aynı içerikli iki kararı ile; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 110. maddesinin birinci fıkrasında, bu Kanun'dan doğan sorumluluk davalarının adlî yargıda görüleceği öngörülmektedir. İtiraz başvurusunda bulunan mahkeme ise idare mahkemesi olup davaya bakmakta görevli ve yetkili mahkeme değildir. Başvurunun Mahkeme'nin yetkisizliği nedeniyle reddi gerekir. kararına varmıştır. Bu durumda, 2918 sayılı Yasanın 19.1.2011 tarihinde yürürlüğe giren 110. maddesi ile Anayasa Mahkemesi'nin benzer bir konuda İdare Mahkemesi'nin davaya bakmakla görevli bulunmadığı yolundaki kararları gözetildiğinde, bahsi geçen Kanun maddesinin karayollarında, can ve mal güvenliği yönünden trafik düzeninin sağlanarak trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri kapsadığı ve Kanunun, trafikle ilgili kuralları, şartları, hak ve yükümlülükleri, bunların uygulanmasını ve denetlenmesini, ilgili kuruluşları ve bunların görev yetki ve sorumlulukları ile çalışma usullerini kapsadığı, dolayısıyla oluşan trafik kazası nedeniyle açılacak sorumluluk davalarının görüm ve çözümünde adlî yargının görevli olduğu; meydana gelen zararın tazmini istemiyle açılan bu davanın da adlî yargı yerinde çözümlenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. gerekçesiyle, adlî yargının görevli olduğuna, 04/02/2013 tarih ve E:2013/104, K:2013/228 sayılı kararında; meydana gelen trafik kazası nedeniyle olay mahallinde emniyet ve asayiş görevini yürütmek amacıyla bulunduğu sırada, başka bir aracın çarpması sonucu, kardeşinin şehit olması nedeniyle uğranıldığı öne sürülen maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle açılan davada, yukarıda anılan karardaki (E:2012/523) gerekçeyle, adlî yargının görevli olduğuna karar verilmiştir.Esas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 7 Dolayısıyla, idarî yargı yerlerinde açılan 2918 sayılı Kanundan kaynaklanan sorumluluk davaları hakkında, idarî yargı yerlerince idarenin hizmet kusuru yönünden herhangi bir değerlendirme yapılamayacaktır. 5 Anayasaya Aykırılık Nedenleri a) İdari Yargının Görev Alanına İlişkin Anayasa Mahkemesi Kararlarının Değerlendirilmesi Anayasanın 145. maddesinde, askerî yargının açıkça düzenlenmesi ve görev alanının tanımlanmasına karşın, idarî yargı yolunun kabul edildiği 125 ve 155. maddelerinde, idarî yargının görev alanının tanımlanmaması, ayrıca idarî yargının görev alanını koruyan hükümlere de yer verilmemesi nedeniyle, yasakoyucu tarafından hukukî ihtilâflar hakkında idarî adlî yargının görev alanına yönelik yapılan değişiklikler hakkında Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu kararlar önem kazanmaktadır. Bu nedenle, Mahkemenin konuya ilişkin yaklaşımını gösterir kararların, bakılan davada göz önünde bulundurulması gerekmektedir. 1) İdarî Yargının Görevli Olduğu Yönündeki Kararları 16/02/2012 tarih ve E:2011/35, K:2012/23 sayılı kararı; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 3. maddesinin birinci cümlesi hakkında, 20/10/2011 tarih ve E:2010/55, K:2011/140 sayılı kararı; 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 102. maddesinin dördüncü fıkrasının dördüncü cümlesi hakkında, 04/10/2006 tarih ve E:2006/75, K:2006/99 sayılı kararı; 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 140. maddesinin dördüncü fıkrasının üçüncü tümcesi hakkında, 2) Adlî Yargının Görevli Olduğu Yönündeki Kararları 22/12/2011 tarih ve E:2010/65, K:2011/169 sayılı kararı; 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 101. maddesinde yer alan ...bu Kanun hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili ortaya çıkan uyuşmazlıklar iş mahkemelerinde görülür bölümü hakkında, 01/03/2006 tarih ve E:2005/108, K:2006/35 sayılı kararı; 5326 sayılı Kabahatler Kanunu (görevli yargı yeri belirleme kısmı) hakkında, 22/12/2006 tarih ve E:2001/226, K:2006/119 sayılı kararı; 1608 sayılı Umuru Belediyeye Müteallik Ahkâmı Cezaiye Hakkında 16 Nisan 1340 Tarih ve 486 Numaralı Kanunun Bazı Maddelerini Muaddil Kanun'un 5. maddesinin birinci fıkrasının ilk tümcesi hakkında, Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda belirtilen kararları değerlendirildiğinde, Yüksek Mahkeme, genel olarak idare hukuku alanına giren konularda idarî yargı, özel hukuk alanına giren konularda adlî yargı görevli olacağını kabul etmektedir. Ayrıca, idarî yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde adlî yargının görevlendirilmesi konusunda yasakoyucunun mutlak bir takdir hakkının bulunmadığı da vurgulanmaktadır. Ancak, idarîEsas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 8 yargının denetimine bağlı olması gereken idarî bir uyuşmazlığın çözümünde, haklı neden ve kamu yararının bulunması halinde yasakoyucu tarafından adlî yargıya bırakılabileceğini kabul ettiği görülmektedir. b) İdarî Yargının Görev Alanına İlişkin Genel Değerlendirme Anayasanın 140, 142 ve 155. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, Anayasa ile adlî idarî yargı ayrılığının açıkça benimsendiği görülmektedir. Bunun sonucu olarak da, idarî uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi mahkemeleriyle Danıştay yetkili kılındığından, idarenin kamu gücü kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemleri idarî yargı, özel hukuk alanına giren işlemleri de adlî yargı denetimine tabi olacaktır. Anayasa ile kabul edilen idarî adlî yargı ayrılığı nedeniyle, idarî yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde, ancak kabul edilebilir haklı neden bulunması halinde adlî yargının görevlendirilebileceği, bunun dışında yasa koyucunun takdir hakkının bulunduğunu kabule olanak bulunmamaktadır. Doktrinde de, idare hukukunun uygulanmasından doğan bir dava veya uyuşmazlığın adlî yargı yerine bırakılmasında yasakoyucunun takdir ve seçme serbestisinin bulunmadığı, idarî davaların adlî yargının kapsamına sokulmasının Anayasayla çeliştiği gibi, kurduğu idarî yargı düzenin varlık sebebini ve işlevini reddetmesi anlamına geleceği (GÜRAN, Sait. Yargı Denetiminin Kapsamı, İHFM, Sulhi Dönmezer'e Armağan, C.LII, S. 1 4, s.39), idarî yargının görev alanına girdiği açık ve seçik olan bir işte adliye mahkemelerinin görevli kılınması hâlinde, Anayasanın idare hukuku ilkelerine aykırılık oluşturacağı (ERKUT, Celal. İptal Davasının Konusunu Oluşturması Bakımından İdari İşlemin Kimliği, Danıştay Yayınları, Ankara 1990, s. 155) kabul edilmektedir. Aksi yöndeki, Anayasada idare hukukundan kaynaklanan davaların Danıştayda veya idare mahkemelerinde çözümlenmesine ilişkin bir hüküm bulunmadığından, hangi uyuşmazlıkların hangi esaslara göre çözümleneceği konusunda kanun koyucuyu sınırlayan herhangi bir kuralın bulunmadığı yönünde görüş (GÖZLER, Kemal; KAPLAN, Gürsel. İdari Eylemlerden Kaynaklanan Zararlara İlişkin Davalar Adlî Yargının Görev Alanına Sokulabilir Mi' (HMK m.3 ve TBK, m.55/2 Hakkında Eleştiriler) Terazi Aylık Hukuk Dergisi, S.63, s.40) bulunsa da, bu durumun isabetsizliğine yönelik eleştirilerin bulunduğu ifade edilmiştir. 6 Sonuç Olarak Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda belirtilen kararlarında da ifade edildiği üzere, niteliği gereği idarî eylem ve işlemlere ilişkin davaların, Anayasa gereği, idarî yargı yerlerinde görülmesi esastır. Yasaların, belirsizlik ve kargaşa yaratması değil önlemesi esas olduğuna göre, yasa koyucunun da Anayasa'daki idarî ve adlî yargı ayrılığını esas alması, idarenin kamu gücü kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemlerinin, idarî yargı denetimine tabi olması Anayasa'ya uygunluğun gereğidir. İptali istenen kuralla, bu Kanun'dan doğan sorumluluktan kaynaklanan maddî ve manevî zararların tazmini konusu kapsama alınmakta ve bu tazminat davalarına bakma görevi adlî yargıya verilmektedir. İdare hukukunda var olan hizmet kusuru ve kusursuz sorumluluk kavramları, kişilerin gördüğü zararların tazmininde kullanılan ve kişilerin idare karşısında korunma kapsamını genişleten kavramlardır. İdare hukukunda, idarenin hiçbir kusuru olmasa da sosyal risk, terör eylemleri, fedakârlığın denkleştirilmesi gibi kusursuz sorumluluğa ilişkin kavramlara dayanılarak kişilerin uğradığı zararların tazmin edilmesi mümkündür. Özel hukukEsas Sayısı : 2013/68 Karar Sayısı: 2013/165 9 alanındaki kusursuz sorumluluk halleri ise belirli konular için düzenlenmiş olup sınırlıdır. İdarenin idare hukuku esaslarına dayanarak tesis ettiği tartışmasız bulunan eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerden kaynaklanan zararlara ilişkin davaların idarî yargı yerlerinde görülmesi gerektiği kuşkusuz olup, idarî eylem, işlem veya sorumluluk sebebinden kaynaklanan zararların tazminine ilişkin davaların farklı yargı yerlerinde görülmesinde kamu yararı ve haklı neden olduğu söylenemez. Belirtilen nedenlerle; Anayasa'nın yukarıda yer verilen 125. ve 155. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır." | 3,285 |
Esas sayısı:1970/39 Karar sayısı:1971/44 1 "... l İptal gerekçeleri özeti : a) Usul bakımından iptal nedeni : Anayasa Mahkemesi 18/12/1967 günlü, 1966/31 1967/45 sayılı kararı ile Yüksek Hâkimler Kurulu Kanununun 77. ve 2556 sayılı Hâkimler Kanununun 63. maddelerini Anayasanın 137. maddesine aykırı bularak iptal etmiştir. İptal kararına dayanak olarak, Adalet Bakanlığında oluşan bir kuruldan düşünce alınmasının Anayasanın 137. maddesinde savcılar için öngörülen özlük işleri güvencesini sağlayıcı nitelikte bir kural olmadığı ilkesi ileri sürülmüştür. Şimdi iptali istenilen kurallar ile öngörülen ve savcıların atanmaları ve görev yerlerinin değiştirilmesi konularında karar veren kurulun dahi kuruluş bakımından eski kurul ile aynı biçimde olması dolayısiyle son çıkarılan Yasa, Anayasa Mahkemesi kararında ileri sürülen gerekçelere ve benimsenen hukukî görüşlere aykırıdır. İptali istenilen Yasadaki kuralları kapsayan başka bir yasanın Cumhurbaşkanlığınca Anayasa Mahkemesinin az önce anılan kararında gösterilen gerekçeler doğrultusundaki nedenlerle Türkiye Büyük Millet Meclisine geri çevrilmiş olması üzerine Yasama Meclislerinde çoğunluğu elinde bulunduran iktidar partisi, bu doğru görüşleri önemsemediği gibi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde kurulmuş bulunan bilimsel bir kurulun vermiş olduğu kesin raporda ve Türkiye Barolar Birliğince yayınlanmış bulunan bildiride bu kuralların gerek Anayasa Mahkemesi kararma, gerekse Anayasa kurallarına açıkça aykırı olduğunun belirtilmesine karşın bu düşüncelere dahi hiçbir değer verilmemiştir. Böylece Yasama Meclisleri Anayasanın kendileri için çizmiş olduğu yetki sınırlarını açıkça aşarak bu yasayı çıkarmışlardır. Oysa Anayasanın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi kararlan kesin olup yasama, yürütme organları ile bütün kişileri bağlar. Bu demektir ki Anayasa Mahkemesi kararları gerek hüküm fıkrası, gerekse gerekçeleri bakımından bağlayıcıdır. Kaldı ki bir iptal kararının ayrılmaz dayanağı olan gerekçeler genel hukuk kuralları gereğince de bağlayıcı niteliktedir ve iptal üzerine işlem yapacak Devlet organlarının veya resmî yerlerin bu iptal kararının gerekçelerinde gösterilen görüşlere uygun biçimde işlem yapmaları zorunludur. Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki dâva konusu Yasa kuralları konulmamış, yani yok hükmünde kurallardır. Anayasa Mahkemesinin bu yokluk durumunu bir karar ile saptaması gerekir. b) Esasa ilişkin gerekçeler : 1 Atama ve Yer Değiştirme Kurulunda görev alanların çoğu hukukî durumca Bakana karşı doğrudan doğruya idarî müratebe zinciri İçinde bulunan görevlilerdir. Böyle bir kuruldan kararın çıkmış olması Anayasanın öngördüğü özlük işleri güvencesini sağlayacak bir etken sayılamaz.Esas sayısı:1970/39 Karar sayısı:1971/44 2 Şu da belirtilmelidir ki kurul üyelerinin birinci sınıf hâkim ve savcı sayılmaları, az önce anılan Anayasa Mahkemesi kararında da yazıldığı üzere, bir teminat oluşturmaz, Çünkü bu kimselerin güvenceli oluşu emekliye ayrılmalarını, ya da Bakanlık buyruğuna alınmalarını olanaksız kılmakta ise de bulundukları idari görevlerden alınıp başka bir yere verilmelerini önleyememektedir. 2 Atama ve Yer Değiştirme Kurulu kararlarının kesin olup atama ve yer değiştirmeye ilişkin kararname taslağının son biçimini almasında esas tutulacağı deyimi dahi güvence sağlayan bir kural değildir. Burada bağlayıcıdır anlamına gelen bir deyim benimsenmediği gibi böyle olsa bile Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararında açıklandığı üzere kuruluşu güvence sağlayacak nitelikte bulunmayan bir kurulun kararının bağlayıcı olması dahi herhangi bir güvence oluşturmaz. Bakanlık kararlarına karşı yargı yolunun açık bulunması dahi Anayasa Mahkemesinin önceki kararında da belirtildiği gibi, güvence kurallarının konulmasını hiçbir zaman gereksiz kılmaz. 3 Savcıların yargı alanı dışında kalan birtakım görevlerinin bulunması dahi Bakanın onlar üzerinde salt biçimde etkili olmasını haklı göstermez. Anayasa Mahkemesinin anılan kararında da belirtildiği gibi Anayasa savcıların özlük işlerindeki güvençlerini onların yalnızca yargıyı ilgilendiren çalışma alanları ile sınırlandırmayıp salt olarak öngörmüştür. Yönetime ilişkin işlemlerle, yargıya ilişkin işlemler bakımından özlük işlerini ilgilendiren güvence kurallarının bölünmesi, hem eylem yönünden olanaksız, hem de güvencenin zedelenmesine yol açılması bakımından çok sakıncalı bulunmaktadır. 4 Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 148. maddesinin ikinci fıkrasında Adalet Bakanının savcılara ceza dâvası açmaları yolunda buyruk verme yetkisini tanıyan kuralın Anayasaya aykırı olmadığına ilişkin kararda ileri sürülen gerekçeler dahi savcıların salt biçimde Bakanlığa bağlı birer görevli sayılmalarını doğru göstermez. Nitekim Anayasa Mahkemesinin yukarıdan beri dayanılan iptal kararının dokuzuncu bendinde anıldığı üzere Anayasa Mahkemesi Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 148. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin kararında savcılara uygulanan bütün kuralların Anayasanın 137. maddesinde öngörülen güvence ilkelerine uygun olduğu anlamına gelen bir düşünce birdirmiş değildir." | 627 |
Esas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 1 I. İtirazın Nedenini Oluşturan Vakıaların Özeti 1 Muratpaşa Belediyesi, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu hükümlerine göre çeşitli şirketlerden temizlik hizmeti satın almaktadır. Davalı şirketlerden de temizlik hizmeti satın almıştır. Bu amaçla ile 04/10/2013 31/12/2013, ile 01/01/2014 31/12/2014, ile 01/01/2015 29/12/2015 ve ile 30/12/2015 01/02/2016 tarihleri arasında geçerli olmak üzere hizmet satın alma sözleşmeleri akdetmiştir. 2 Dava dışı işçi ..., anılan şirketlerin sigortalı işçisidir. Hizmet alımı sözleşmeleri uyarınca Muratpaşa Belediyesinde çalışmıştır. İş akdi 01/02/2016da feshedilmiştir. Başvurusu üzerine, Muratpaşa Belediyesi, 20/04/2016da üst işveren sıfatıyla adı geçen işçiye 4.860,11 TL kıdem tazminatı ödemiştir. 3 Muratpaşa Belediyesi vekili,12/01/2018de eldeki davayı ikame ederek, belediye ile hizmet sunan şirketler arasında alt işveren üst işveren ilişkisi bulunduğunu, hizmet sözleşmeleri ve eklerindeki şartnamelere göre hizmet sunan şirketlerin istihdam ettikleri işçilerin tüm işçilik haklarından sorumlu olduğunu açıklayarak ödedikleri kıdem tazminatı tutarının işçinin her bir alt işveren nezdinde geçen dönemi ile sınırlı olması kaydıyla davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini istemiştir. 4 Tahkikat devam ederken, 21/2/2019da 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun kabul edilmiştir. Bu Kanunun 11 inci maddesi ile 4857 sayılı İş Kanununun 112 nci maddesine beşinci fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir. 4734 sayılı Kanunun 62 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi uyarınca alt işverenler tarafından çalıştırılan işçilere, 11/9/2014 tarihinden sonra imzalanan ihale sözleşmeleri kapsamında, kamu kurum ve kuruluşlarına ait işyerlerinde 11/9/2014 tarihinden sonra geçen süreye ilişkin olarak kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılan kıdem tazminatı ödemeleri için sözleşmesinde kıdem tazminatı ödemesinden ötürü alt işverene rücu edileceğine dair açık bir hükme yer verilmemişse alt işverenlere rücu edilmez. Aynı Kanunun 12 inci maddesi ile ise 4857 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. Geçici Madde 9 Bu maddenin yürürlük tarihi itibarıyla kamu kurum veya kuruluşları tarafından alt işverene rücu edilmek üzere yürütülen davalarda, 112 nci maddenin altıncı fıkrası kapsamında rücu edilmeyecek kısmı için ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmedilir, yargılama gideri ve vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. İcra takiplerinde rücu edilmeyecek kısma ilişkin olarak harç alınmaksızın düşme kararı verilir, takip giderleri ile vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. Ancak, bu kapsamda alt işverene rücu edilerek takip ve tahsil edilmiş olan tutarlar, alt işverenler lehine hiçbir şekilde alacak hakkı doğurmaz ve tahsil edilmiş tutarlar iade edilmez. 5 Muratpaşa Belediyesi vekili, 17/05/2019 günlü oturumda 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 inci maddelerinin Anayasanın 2 ve 36 ncı maddelerine aykırı olduğunu açıklayarak Anayasaya aykırılık iddialarının ciddiye alınmasını ve Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusuEsas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 2 yapılmasını istemiştir. Anayasaya aykırılık iddiasına havi dilekçesini de aynı oturumda ibraz etmiştir. Anayasaya aykırılık nedenleri, özce, rücu haklarının ortadan kaldırılması ve kanunun geçmiş sözleşmelere de etki etmesinin sağlanarak hak arama özgürlüklerinin ihlal edilmesi şeklindedir. II. İtiraz Başvurusunun Şekli Koşulları 1 a)Anayasanın, Anayasaya Aykırılığın Diğer Mahkemelerde İleri Sürülmesi başlıklı 152 inci maddesi şöyledir. Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia, temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmî Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz. b) 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun, Anayasaya Aykırılığın Mahkemelerce İleri Sürülmesi başlıklı 40 ıncı maddesi şöyledir. 1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir.Esas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 3 (3) Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. (4) Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvuruları, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir. (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. 2 Muratpaşa Belediyesi vekilinin, 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Anayasanın ve 2 ve 36 ıncı maddelerine aykırı olduğu yönündeki iddiası ciddi bulunmuştur. Ayrıca, anılan normların Anayasanın 10 nuncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 3 21/02/2019da kabul edilen ve 22 Şubat 2019 tarihli ve 30694 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun itiraz konusu maddeleri şunlardır. Madde 11 – 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununun 112 nci maddesine beşinci fıkrasından sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir. 4734 sayılı Kanunun 62 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi uyarınca alt işverenler tarafından çalıştırılan işçilere, 11/9/2014 tarihinden sonra imzalanan ihale sözleşmeleri kapsamında, kamu kurum ve kuruluşlarına ait işyerlerinde 11/9/2014 tarihinden sonra geçen süreye ilişkin olarak kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılan kıdem tazminatı ödemeleri için sözleşmesinde kıdem tazminatı ödemesinden ötürü alt işverene rücu edileceğine dair açık bir hükme yer verilmemişse alt işverenlere rücu edilmez. Madde 12 4857 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. Geçici Madde 9 Bu maddenin yürürlük tarihi itibarıyla kamu kurum veya kuruluşları tarafından alt işverene rücu edilmek üzere yürütülen davalarda, 112 nci maddenin altıncı fıkrası kapsamında rücu edilmeyecek kısmı için ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmedilir, yargılama gideri ve vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. İcra takiplerinde rücu edilmeyecek kısma ilişkin olarak harç alınmaksızın düşme kararı verilir, takip giderleri ile vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. Ancak, bu kapsamda alt işverene rücu edilerek takip ve tahsil edilmiş olan tutarlar, alt işverenler lehine hiçbir şekilde alacak hakkı doğurmaz ve tahsil edilmiş tutarlar iade edilmez. 4 Görülmekte olan davanın niteliği, yargısal uygulama ilkeleri ve itiraz konusu olan normlarla ilişkisi ise şöyledir. a) Hizmet satın alan davacı Muratpaşa Belediyesi ile hizmet sunan davalı şirketlerin dava dışı işçi karşısındaki hukuksal konumları alt işveren üst işveren kurumlarına vücut vermektedir. İşçilerin iş akdiyle çalıştıkları şirketler alt işveren, işin sürdürüldüğü belediyeler ve diğer kamu kurumları ise üst işverendir. Üst işveren kavramı 4857 sayılı İş Kanununun 2 inci maddesinde Bir işverenden, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojikEsas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 4 nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren alt işveren ilişkisi denir. Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur. şeklinde tanımlanmıştır. Buradaki sorumluluğun türü müteselsil sorumluluktur. b) Müteselsil sorumlulukta bir dış ilişki, bir de iç ilişki mevzubahistir. Dış ilişkide, işçi, hakettiği işçilik alacaklarını müteselsil sorumlulardan birinden veya hepsinden isteyebilir. ( Türk Borçlar Kanununun 163 üncü maddesi) İç ilişki ise, müteselsil borçluların kendi aralarındaki ilişkidir ve bu da Türk Borçlar Kanununun 167 ve 168 inci maddelerinde düzenlenmiştir. Paylaşım başlıklı 167 inci maddedeki düzenleme Aksi kararlaştırılmadıkça veya borçlular arasındaki hukuki ilişkinin niteliğinden anlaşılmadıkça, borçlulardan her biri, alacaklıya yapılan ifadan, birbirlerine karşı eşit paylarla sorumludurlar. Kendisine düşen paydan fazla ifada bulunan borçlunun, ödediği fazla miktarı diğer borçlulardan isteme hakkı vardır. Bu durumda borçlu, her bir borçluya ancak payı oranında rücu edebilir. Borçlulardan birinden alınamayan miktarı, diğer borçlular eşit olarak üstlenmekle yükümlüdürler. şeklindedir. Muratpaşa Belediyesi, hizmet sunan şirketlerle düzenledikleri sözleşmelerde, istihdam edilen işçilerin her türlü işçilik haklarının istihdam eden şirketlerin sorumluluğunda olduğunu açıklayarak ödediği kıdem tazminatını işçiyi istihdam eden şirketlerden istemektedir. İstemin dayanağı evvela sözleşme hükmü, saniyen kanun hükmüdür. Sözleşmede herhangi bir hüküm olmasa, bu takdirde, Muratpaşa Belediyesi ödediği kıdem tazminatının yarısını kanun hükmü icabı işçiyi istihdam eden şirketlerden isteyebilecektir. Yargıtayın bu tür uyuşmazlıklardaki yerleşik uygulaması da bu minval üzeredir. Yargıtay, bir kararında, görüşünü şu şekilde açıklamıştır: Dava, asıl işveren davacı kurumun, davalı şirket tarafından çalıştırılan işçinin açmış olduğu dava sonrasında ödemek zorunda kaldığı miktarın rücuen tahsili istemine ilişkindir. 4857 sayılı İş Kanununun 2/6. maddesinde, Bir işverenden, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren alt işveren ilişkisi denir. Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur. hükmü bulunmaktadır. Dava konusu olayda da davacı ile davalı arasında asıl işveren alt işveren ilişkisi mevcut olup, davacı asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak İş Kanunundan kaynaklanan yükümlülükler nedeniyle, alt işverenle birlikte müteselsilen sorumludur. Burada Kanundan kaynaklanan bir teselsül hali söz konusu olup, asıl ve alt işverenler, dış ilişki itibariyle (dava dışı işçiye karşı) müseselsilen sorumludurlar. Bu düzenleme, işçi alacağının güvence altına alınması amacıyla yapılmış olup, sadece işçilere karşı bir sorumluluktur. Asıl ve alt işveren arasındaki ilişkide ise iş hukuku değil, Borçlar Kanunu ve sözleşme hukuku esas alınacağından, uyuşmazlığın taraflar arasındaki sözleşme hükümlerine göre çözümlenmesi gereklidir. Alacaklıya karşı müteselsilen sorumlu olan borçlular, kendi aralarındaki iç ilişkide, bu husustaki nihai sorumluluğun hangi tarafa ait olduğu konusunda bir anlaşma yapabilirler. Nitekim 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 167. maddesinde düzenlenen, Aksi kararlaştırılmadıkça veya borçlular arasındaki hukuki ilişkinin niteliğinden anlaşılmadıkça, borçlulardan her biri, alacaklıya yapılan ifadan, birbirlerine karşı eşit paylarla sorumludurlar. Kendisine düşen paydan fazla ifada bulunan borçlunun, ödediği fazla miktarı diğer borçlulardan isteme hakkı vardır. şeklindeki hükümde de, müteselsil borçlulardan herEsas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 5 birinin alacaklıya yapılan ifadan birbirlerine karşı genel olarak eşit paylarla sorumlu oldukları, ancak bunun aksinin kararlaştırılabileceği de açıkça belirtilmiştir. İşte müteselsilen sorumlu olan borçlular arasındaki iç ilişkide, bu konudaki sorumluluğun tamamen borçlulardan birine ait olacağı yönünde bir sözleşme yapılmış ise, tarafların serbest iradeleri ile düzenlemiş oldukları sözleşme hükümleri kendilerini bağlayacağından, dış ilişkide kanundan doğan teselsül gereğince borcu ödemiş olan müteselsil borçlunun, ödediği miktarın iç ilişkide borcun nihai yükümlüsü olan borçludan rücuen tahsilini talep edebileceği kabul edilmelidir. (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, 19/12/2017 gün ve E. 2016/2957, K.2017/12716) c) İtiraz konusu kurallarla, 11/09/2014den sonra kurulan sözleşmelerde, belediye ve diğer kamu idarelerinin kıdem tazminatını alt işverenlere rücu edebilmeleri, sözleşmede açık hüküm bulunması koşuluna bağlanmıştır. Yine bu koşulun görülmekte olan tüm davalarda uygulanacağı, bu davaların ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına kararlarıyla sonuçlandırılacağı öngörülmüştür. Muratpaşa Belediyesinin dayandığı hizmet satın alma sözleşmelerinin hiç birinde kıdem tazminatının rücuuna dair açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Davalı alt işverenlerle kurulan sözleşmelerin yukarıda gösterilen tarihlerine göre itiraz konusu kurallar görülmekte olan davada tatbik alanı bulmaktadır. Dolayısıyla başvuru koşulları gerçekleşmiştir. III. Anayasaya Aykırılık Nedenleri 1 Muratpaşa Belediyesinin 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 ve 36 ıncı maddelerine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmuştur. Mahkemece, itiraz konusu kuralların aynı zamanda Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 2 a)Anayasanın Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2 inci maddesi şöyledir. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. b)Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti bahsinde, bu kavramın ne şekilde anlaşılması gerektiğine dair bir çok karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin internet sitesi aracılığıyla erişilen bu kararlarla ortaya konulan görüşler kısaca şöyledir: Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Kanunların ilke olarak genel ve nesnel olmaları gereğini ifade eden kanunların genelliği ilkesi ise hukuk devleti ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucudur. Kanunların genelliğinden anlaşılan, belli kişileri hedef almayan, özel bir durumu gözetmeyen, önceden saptanıp soyut biçimde herkese uygulanabilecek kurallar içermesidir. Buna göre yasa kurallarının her şeyden önce genel nitelikte olması, herkes için objektif hukuki durumlar yaratması ve aynı hukuki durumda bulunan kişilere ayırım gözetilmeksizin uygulanabilir olması gerekir.Esas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 6 Anayasa Mahkemesince kamu yararı konusunda yapılacak inceleme, kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığının araştırılmasıyla sınırlıdır. Anayasanın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasada bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi kamu yararı; bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yarardır. Kamu yararı düşüncesi olmaksızın yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli kişilerin yararına olarak kanun hükmü konulamaz. Böyle bir durumun açık bir biçimde ve kesin olarak saptanması hâlinde söz konusu kanun hükmü Anayasanın 2. maddesine aykırı düşer. Açıklanan ayrık hâl dışında bir kanun hükmünün ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı, hangi araç ve yöntemlerle kamu yararının sağlanabileceği bir siyasî tercih sorunu olarak kanun koyucunun takdirinde olduğundan bu kapsamda kamu yararı değerlendirmesi yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır. Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. Kanunların geriye yürümezliği olarak adlandırılan bu ilke uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı dışında kalır. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. c) Hizmet alımı sözleşmeleri ile kamu idarelerinde çalışan işçiler, hizmeti sunan şirketlere bağlıdır. Bu işçilerin istihdamından asıl yararı, karlılık amacıyla faaliyet gösteren bu şirketler elde etmektedir. Kamu idareleri, istihdam edilen işçilerin sunduğu hizmetin karşılığını şirketlere ödemektedir. Şirketler, kamu idarelerinden aldıkları hizmet bedeliyle, istihdam ettikleri işçilerin ücretlerini, kıdem tazminatlarını ve diğer kanuni haklarını ödemek ödevi altındadırlar. 4857 sayılı Kanunun 2 inci maddesinde düzenlenen alt işveren üst işveren kurumları, iş hukukunda egemen olan işçinin korunması, işçi yararına yorum ilke ve amaçlarına matuftur.. Ne ki, itiraz konusu kurallarla, işçi lehine yorum ve işçinin korunması ilke ve amaçlarından, kar elde etmek amacıyla hareket eden, çoğu tacir sıfatına haiz alt işverenler de yararlandırılmış olmaktadır. 11/06/2014den sonra kurulan hizmet alımı sözleşmelerinde kıdem tazminatının alt işverenlere rücu edileceğine dair bir düzenleme yoksa, kıdem tazminatlarını ödeme yükü sadece kamu idarelerine geçecektir. Oysaki hizmet sunan şirketler birer tacirdirler ve her tacir gibi basiretli davranmak zorundadırlar. Kamu idareleri ile akdettikleri sözleşmelerde, kıdem tazminatı ve diğer işçilik alacaklarının kendilerince karşılanmasına olanak sağlayan düzenlemeleri, en azından müteselsil borçluluk düzenlemesini kendi ticari politikalarına uygun bulmuyorlarsa o sözleşmeleri imzalamayabilirler. Bu sözleşmeleri ve eklerindeki şartnameleri önceden görme imkanına da sahiptirler. Kıdem tazminatlarının kamu idarelerince ödenmesi, işveren şirketlerin bu yasal ödevlerinin onların uhdesinden alınarak kamu idarelerinin uhdesine geçirilmesi sonucunu doğurur. Bu sonucun,Esas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 7 hukuk devletinin temelini oluşturan adalet düşüncesiyle, keza kamu yararı amacıyla bağdaştığı söylenemez. Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesi, müteselsil borçlulukta iç ilişkinin öncelikle sözleşmeye göre belirleneceğini öngörmektedir. Müteselsil borçlular bu ilişkiyi diledikleri şekilde düzenleyebilirler. Eğer düzenlememişlerse, o takdirde, yasa hükmü uygulanır ve müteselsil borçlular iç ilişkide yarı yarıya sorumlu olurlar. İşte itiraz konusu kurallarla genel bir kanun olan Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesinin kamu idarelerine bahşettiği yarı yarıya rücu imkanı da ortadan kalkmaktadır. Ama bu imkan, sadece kamu idareleri yönünden ortadan kalkmaktadır. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler, sözleşmeye ve yasaya göre önceden olduğu gibi alt işverenlere rücu edebileceklerdir. İtiraz konusu kurallar, bu nitelikleriyle kanunların genelliği ilkesine de aykırıdırlar. İtiraz konusu kuralların geçmişe yürütülmeleri, 11/09/2014den sonra kurulan tüm sözleşmeleri etki alanına almaları, kanunların geriye yürümezliği ve bağlantılı olarak hukuki güvenlik ilkelerine de aykırılık oluşturur. Belirlilik ilkesi de ihlal edilmiştir. Çünkü, 11/09/2014den itibaren kurulan hizmet alımı sözleşmelerinin kamu idarelerine bahşettiği, en azından yasal yarı yarıya rücu hakkı yaklaşık beş yıl sonra kabul edilen bu kurallarla geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır. Halbuki, geçmiş beş yılda kurulan bu sözleşmeler, yasalara, irade ve sözleşme özgürlüğüne, kısaca hukuk düzenine uygun ve meşrudurlar. 3 Anayasanın Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10 uncu maddesi şöyledir. Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Anayasa Mahkemesi bir çok kararında kanun önünde eşitlik ilkesinin şu şekilde yorumlanması gerektiğine işaret etmektedir. Anayasanın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlâli yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlardaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir.Esas Sayısı : 2019/65 Karar Sayısı : 2019/48 8 Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlâl edilmiş olmaz. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesiyle bahşedilen yar yarıya rücu hakkından şartsız ve kısıtlamasız yararlanabilirken, kamu idarelerinin bu haktan yoksun kalması, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olur. Çünkü, örneğin, alt işverenlerden temizlik hizmeti satın alan bir özel sağlık kuruluşu ile, Sağlık Bakanlığına bağlı bir kamu sağlık kuruluşu arasında hukuki konum açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de bedelini ödeyerek hizmet satın almaktadırlar. Keza, özel sağlık kuruluşlarının kıdem tazminatını alt işverenlere rücu için sözleşmede açık bir düzenlenme bulunması aranmazken, kamu sağlık kuruluşları için aranması da, aynı şekilde kanun önünde eşitlik ilkesini ihlal eder. 4 Anayasanın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36 ncı maddesi ise şöyledir. Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. 11/09/2014den, itiraz konusu kuralların yürürlüğe girdiği 22/02/2019a kadar bakanlıklar, üniversiteler, belediyeler ve diğer birçok kamu kurum ve kuruluşu çeşitli şirketlerle hizmet alım sözleşmeleri akdetmişlerdir. Bu sözleşmelerin bazılarında kıdem tazminatının alt işverenlere rücu için özel bir düzenleme yer almasa da, kamu idareleri yasa gereği yarı yarıya rücu hakkına sahiptir. Halihazırda ülkemizdeki asliye hukuk mahkemelerinde, 11/09/2014den sonra kurulan sözleşmeler sebebiyle kamu idarelerinin açtığı ve devam eden çok sayıda rücu davası bulunmaktadır. İtiraz konusu geçici madde 9, bu davalarda, ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına şeklinde kararlar verilmesini buyurmaktadır. Oysaki kamu idareleri bu davaları meşru yasal ve yargısal ilkelere dayanarak açmışlardır. İtiraz konusu kural geçmişe yürütülmeyecek olsa, bu davalar önceden olduğu gibi kamu idareleri lehine sonuçlanacak ve idareler alt işverenlerin yasal borcu olan kıdem tazminatını onların yerine ödemek yükünden kurtulacaklardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yürürlükteki kurallara uygun olarak açılmış bir dava devam ederken, yasamanın yeni düzenleme yaparak davayı etkisizleştirmesinin mahkemeye başvurma hakkını zedeleyebileceğini benimsemektedir. (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Kapsamında Bir inceleme. Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU. Avrupa Konseyi. 2013. 1. baskı.) İtiraz konusu kurallarla Anayasanın 36 ncı maddesinin de ihlal edildiği belirgindir. III. Sonuç ve İstek Açıklanan nedenlerle, 22 Şubat 2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 21 Şubat 2019 kabul tarihli ve 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin T.C Anayasasının 2, 10, 36 ıncı maddelerine aykırı olmaları nedeniyle iptalleri, yüksek takdirlerinize saygıyla arz olunur. | 3,427 |
Esas Sayısı : 2021/48 Karar Sayısı : 2022/7 1 ... Olayın özeti; Sanık ...hakkında Diyarbakır CBS 2018/14243 Esas sayılı iddianamesiyle PKK/KCK terör örgütüne maddi destek verdiği ve eyleminin 6415 sayılı Terörizmin Finansmanını Önlenmesi Hakkındaki Kanuna Muhalefet suçunu oluşturduğu gerekçesiyle aynı kanunun 4/1 maddesi gereğince cezalandırılması gereğince dava açılmış, Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2019/12 84 EK sayılı kararıyla sanığın beraatine karar verilmiş, dairemizin 2019/758 2021/21 EK sayılı kararıyla istinaf başvurusunun esastan reddine dair CMKnın 286. maddesi gereğince kesin olarak karar verilmiş, Gaziantep BAM Başsavcılığının 27/01/2021 tarihli itiraz dilekçesiyle CMKnın 308/A gereğince yapılan itiraz başvurusu üzerine Gaziantep Ceza Dairesi Başkanlar Kurulunun 2021/6 6 EK sayılı kararıyla itirazın kabulüne karar verilerek dosya dairemize gönderilmiştir. Dairemizin kanaati, CMKnın 308/A maddesinin kesin nitelikli hükümlerinin sanık aleyhine değerlendirilmesinin adil yargılanma ilkesine aykırı olduğu yönündedir, dolayısıyla CMKnın 308/A hükmü anayasaya ve AİHSnin adil yargılanma ilkesini düzenleyen 6. maddesine aykırıdır. Şöyle ki; CMKnın 2. Kısmında olağan kanun yolları düzenlenmiş, birinci bölümde itiraz (CMKnın 267 271) ikinci bölümde istinaf (CMKnın 272 285) üçüncü bölümde temyiz (CMKnın 286 307) düzenlenmiş, üçüncü kısımda olağanüstü kanun yolları düzenlenmiş, birinci bölümde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itiraz yetkisi (CMKnın 308) ve BAM Cumhuriyet Başsavcılığının itiraz yetkisi (CMKnın 308/A) ikinci bölümünde kanun yararına bozma (309 310), üçüncü bölümde yargılanmanın yenilenmesi (CMKnın 311 323) düzenlenmiştir. CMKnın 267. maddesi gereğince hakim kararlarıyla kanunun gösterdiği halllerde mahkeme kararına karşı itiraz yoluna gidilebilir. CMKnın 268 ve devamı hükümlerinde itirazın usulü, itiraz üzerine verilebilecek kararlar belirlenmiştir. CMKnın 271/4 maddesi gereğince merciin itiraz üzerine verdiği kararlar kesindir. İkinci bölümde CMKnın 272. maddesi gereğince ilk derece mahkemelerinden verilen hükümlere karşı istinaf yoluna başvurulabileceği ancak 15 yıl ve daha fazla hapis cezasına ilişkin hükümlerin resen inceleneceği belirlenmiştir. Aynı maddenin 3. fıkrasında bir kısım hükümlerin kesin olduğu belirtilmiştir. İstinaf istem ve süresi, istinaf mahkemelerinin vereceği kararlar CMKnın 273 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. CMKnın 286. maddesi gereğince Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairelerinin bozma dışındaki kararlarının temyiz edilebileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla kural olarak bozma hükümleri temyiz edilemez. Aynı maddenin 2. fıkrasında Bölge Adliye Mahkemesince verilen bir kısım kararların temyiz edilemeyeceği belirtilerek tüm kararların temyiz edilebileceği kuralına istisna getirilmiştir. Aynı maddenin 3. fıkrasında ise belli suçlar sayılarak verilen ceza miktarı veya hüküm ne olursa olsun temyiz edilebileceği belirtilerek Bölge Adliye Mahkemelerince verilen bozma dışındaki tüm kararların temyiz edilebileceği kuralına geri dönülmüştür. Nihai olarak Bölge Adliye Mahkemelerince verilen bir kısım kararların temyiz edilemeyeceği, bu kararların bir kısmının itiraza tabi olabileceği, bir kısmının itiraza da tabi olmadığı anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2021/48 Karar Sayısı : 2022/7 2 CMKnın 308. maddesi gereğince Yargıtay Başsavcılığının Yargıtay Ceza Dairelerinden birinin vermiş olduğu kararlara karşı 30 gün içinde Ceza Genel Kuruluna itiraz edilebileceği belirtilmiştir. Sanığın lehine olan itirazlarda süre aranmaz. Verilen kararın bozma, onama, düzelterek onama vs. herhangi bir karar olması mümkündür. Başsavcılığın itiraz yetkisi tüm kararlara karşı tanınmıştır. Bu durumda sanığın lehine olan bir kararın aleyhine dönme ihtimali mümkündür. Ancak bunun için ilk derece mahkemesince veya Bölge Adliye Mahkemelerince verilen ve temyize tabi bir kararın olması gerekir. Dolayısıyla Yargıtayın temyiz yolu ile inceleme yetkisi olan bir kararla ilgili vermiş olduğu herhangi bir karara karşı Yargıtay Başsavcılığı itiraz yoluna gidebilir. Ancak CMKnın 272/3. maddesinde belirtilen ve verildiği anda kesin olduğu kanunda belirtilen kararların temyiz yoluyla incelenmesi mümkün olmadığından bu kararların herhangi bir şekilde temyizi halinde Yargıtayın temyizi kabil bir karar olmadığı gerekçesiyle vereceği karar Yargıtay Başsavcılığının itiraz yetkisinde değildir. Verildiği anda kesin olan bu kararın hukuka aykırılığının ileri sürülmesi ancak CMKnın 309 ve 310. maddelerinde düzenlenen kanun yararına bozma kurumunun işletilmesiyle mümkündür. Buna göre bir mahkeme veya hakim tarafından verilen ve istinaf ve temyiz incelemesinden geçmeden kesinleşen kararlara karşı kanun yararına bozma yoluna gidilmesi mümkündür. Sanığın aleyhine bir durumun kanun yararına bozma yoluyla düzeltilmesi de mümkündür. Davanın esasını çözüp de mahkumiyet dışındaki hükümlere ilişkin bir karar söz konusu ise kanun yararına bozma sanığın aleyhine sonuç doğurmaz ve sanığın yeniden yargılanmasını gerektirmez (CMKnın 309/4 c). CMKnın 308/A maddesi gereğince BAM Başsavcılığına verilen itiraz yetkisi ise BAM Ceza Dairelerinin kesin nitelikli kararlarına karşı tanınan bir yetkidir. Buna göre BAM Başsavcılığı resen veya istem üzerine kararın kendisine verildiği tarihten itibaren 30 gün içinde kararı veren daireye itiraz edebilir. Sanığın lehine itirazda süre aranmaz. Daire mümkün olan en kısa sürede itirazı inceler ve yerinde görürse kararını düzeltir; görmezse dosyayı itirazı incelenmek üzere Ceza Daireleri Başkanlar Kuruluna gönderir. İtiraz hakkında, kararına itiraz edilen dairenin başkanı veya görevlendireceği üye kurula sunulmak üzere rapor hazırlar, kurulun itirazın kabulüne dair kararları gereği için dairesine gönderilir. Kurulun verdiği kararlar kesindir. Görüldüğü üzere CMKnın 308/A maddesinde Bölge Adliye Mahkemelerinin kesin nitelikli kararlarına karşı BAM Başsavcılığına itiraz yetkisi tanınmıştır. CMKnın 286/1 maddesi gereğince bozma ilamları temyiz edilemez. Yine aynı maddenin 2. fıkrasında belirtilen hükümler (aynı maddenin 3. fıkrasında belirtilen suçlar dışında verilen hükümler) temyiz edilemez. CMKnın 308/A maddesi kanaatimizce bu kararların kesin nitelikte kararlar olduğunu belirtmektedir. Uygulamada da Başkanlar Kuruluna giden dosyalar incelendiğinde aynı şekilde BAM Ceza Dairelerinin bozma kararlarının ve CMKnın 286/2. maddesinde belirtilen hükümlere karşı itiraz yetkisinin kullanıldığı görülmektedir. Kanaatimizce, CMKnın 308/A maddesinde kesin nitelikli hükümlerden bahsettiği için bu hükmün sanığın lehine olması halinde Başkanlar Kurulunda verilecek bir karar ile aleyhe dönmesi adil yargılanma ilkesine aykırıdır. Şöyle bir örnekle açıklarsak; CMKnın 272/2 c maddesi kapsamında ilk derece mahkemesince kesin nitelikte verilen bir beraat kararına karşı Cumhuriyet Savcılığının veya katılanın ya da sanığın istinaf yoluna başvurma yetkisi yoktur. Kanun maddesinde açıkça bu hükme karşı istinaf yoluna başvurulamayacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla CMKnın 272/2 c maddesi kapsamında verilen bir beraat kararının Yargıtay Başsavcılığının, BAM Başsavcılığının talebiyle sanığın aleyhine dönmesi mümkün değildir. Bu şekilde Yargıtay ve istinaf incelenmesinden geçmeden kesinleşen kararlara karşı ancak CMKnın 309. maddesi gereğince kanun yararına bozma yoluna gidilebilir. Kanun yararına bozma kararı ise mahkumiyet dışında bir karar ise aleyhe sonuç doğurmaz ve sanığın yeniden yargılanmasını gerektirmez. CMK m. 272/2 c kapsamında bir kararın ilk derece sıfatıyla BAMEsas Sayısı : 2021/48 Karar Sayısı : 2022/7 3 Dairelerince de verilmesi mümkündür. Gerçekten istinafı kabil bir kararın BAM Dairelerince incelenmesi ve duruşma açılması neticesinde verilen hüküm CMK m. 272/2 c kapsamında kesin nitelikte bir hüküm olabilir. Bu durumda ilk derece mahkemesince sanık lehine verilen karar kanun yararına bozma sonrası dahi sanık aleyhine değişmez ve yeniden yargılanmasını gerektirmezken, aynı kararın BAM Dairelerince verilmesi halinde, BAM Başsavcılığının itirazı neticesinde sanık aleyhine değişmesi ve sanığın yeniden yargılanması sonucunu doğurması eşitlik ilkesine aykırıdır. Ayrıca dosyamızda olduğu gibi sanık hakkında istinafa tabi bir karar ile sanık hakkında beraat kararı verilebilir. Bu beraat kararına karşı istinaf yoluna başvurulunca Bölge Adliye Mahkemesi yapacağı inceleme sonucu istinaf başvurusunun esastan reddine karar verdiğinde CMKnın 286. maddesi gereğince bu karara karşı temyiz yoluna başvurulamaz. Dolayısıyla verilen beraat kararı sanık için kesin hükmündedir. CMKnın 308/A maddesinde kesin nitelikli tabirinin kullanılmış olması bu kararın kanun açısından kesin olduğu anlamına gelir. Gerçekten CMKnın 286/2 maddesi kapsamında verilen bir beraat kararının verildiği anda sanık açısından kesinlik arz eden bir karar olduğu CMKnın 308/A ve 286/2 maddesinden açıkça anlaşılmaktadır. Dosyamızda olduğu gibi sanık aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde itiraz yetkisinin kullanılması, Başkanlar Kurulunun sanık aleyhine bir karar vererek dosyayı daireye göndermesi, devamında yapılacak bir yargılamada sanığın eyleminin sabit olması halinde sanık hakkında mahkumiyet hükmü kurulabilir. Bu da beraat eden ve hakkındaki hüküm istinaf kararıyla kesinleşen sanığın yeniden aynı eylemden yargılanması ve ceza alması anlamına gelir. İlk derece mahkemesince verilen ve verildiği anda kesin olan bir hükmün sanık aleyhine herhangi bir şekilde değişmesi mümkün değil iken, Bölge Adliye Mahkemesinde verilen ve kesin olan bir hüküm Cumhuriyet Başsavcılığının itirazı üzerine sanık aleyhine değişmesi eşitliğe de aykırıdır. CMKnın 308/A maddesi aynı kanunun 308. maddesiyle karşılaştırıldığında; CMKnın 308. maddesinde Yargıtay Ceza Dairelerinden birinin kararına karşı Başsavcılığın resen veya istem üzerine itiraz yetkisi düzenlenmiştir. Dolayısıyla kesin tabiri burada kullanılmamıştır. Zaten CMK sisteminde Yargıtay Ceza Dairelerinin temyiz incelemesi sonucu verdikleri kararlar kesin nitelikli değildir ve bir kısım kararlarına karşı mahkemelerin direnme yetkisi de bulunmaktadır. Kararın türü ne olursa olsun Yargıtay Başsavcılığın bütün kararlara karşı itiraz yetkisi vardır. Söz konusu karar mahkumiyete ilişkin olup onandığı için infaza verilmiş bile olsa Başsavcılığın aleyhe yapacağı bir itiraz üzerine Ceza Genel Kurulu veya itiraz edilen dairenin yeni bir kararıyla sanığın aleyhine bir karar verilmesi mümkündür. Zira CMKnın 308. maddesinde kesin nitelikli tabiri kullanılmamıştır. Ancak CMKnın 308/A maddesinde Bölge Adliye Mahkemelerine kesin nitelikli karar verme yetkisi tanınmıştır. Gerçekten Bölge Adliye Mahkemelerinin vermiş olduğu bir kısım kararlar itiraza veya temyize tabiyken bir kısım kararlarına karşı temyiz yolu kapalıdır. Başsavcılığa Bölge Adliye Mahkemelerinin kesin nitelikli kararlarına karşı itiraz yolu tanınmak isteniyorsa bunun sanık lehine tanınması gerekir. Sanık aleyhine itiraz yetkisinin tanınması kesin hükmün sanık aleyhine değişmesi sonucunu doğurabilir. CMK m. 308/A bu haliyle uygulandığında sanığın lehine verilen ve kesin nitelikli kabul edilen bir hükmün sanık aleyhine değişmesi hem eşitliğe hem de adil yargılanma ilkesine aykırıdır. Somut norm denetimi yoluyla bir hükmün Anayasa Mahkemesince incelenebilmesi için bu hükmün mahkeme dosyasında uygulanabilmesi gerekir. Dosyamızda açıkça anlaşıldığı üzere CMKnın 308/A maddesi gereğince Başkanlar Kurulunun verdiği kabul kararı üzerine aynı maddede açıkça belirtilen Kurulun itirazın kabulüne ilişkin kararları gereği için dairesine gönderilir, kurulun verdiği kararlar kesindir. hükmüne binaen beraat eden sanık aleyhine yeniden yargılama yapılması Başkanlar Kurulunun kararı doğrultusunda eksikliklerinEsas Sayısı : 2021/48 Karar Sayısı : 2022/7 4 giderilmesi ve sanık aleyhine hüküm tesisi mümkündür. Dolayısıyla kanun hükmünün dosyada uygulanma ihtimali bulunmaktadır. Sonuç olarak, CMKnın 308/A maddesi gereğince yapılan itiraz üzerine sanık hakkında verilen ve kesin nitelikli olan beraat kararlarının veya mahkumiyet kararlarının sanığın aleyhine olacak şekilde Başkanlar Kurulu kararıyla değişmesi adil yargılanma ve eşitlik ilkesine bu nedenle AİHSnin 6. Maddesi, Anayasanın 2., 10., 13. ve 36. maddelerine aykırı olduğu için iptali gerektiği kanaatindeyiz. GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1 ) 2709 sayılı 1982 Anayasasının 2., 10., 13., 36. maddelerine aykırılık teşkil eden; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun 308/A maddesinin iptali için 2709 sayılı 1982 Anayasasının 152. maddesi gereğince ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, 2) Anayasaya açıkça aykırılığı hususunda, güçlü belirtilerin bulunduğu; Türkiyede tüm Bölge Adliye Mahkemelerinde benzer mahiyette başvuruların bulunduğu, yürürlüğünün başlaması ile hukuk yargılamalarında uygulanmalardan doğacak, sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların önlenmesi için esas hakkında karar verilinceye kadar, yukarıdaki kanun maddesinin; ÖNCELİKLE YÜRÜRLÜKLERİNİN DURDURULMASI HAKKINDA KARAR VERİLMESİ, 3 ) Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın GERİ BIRAKILMASINA, 4 ) Anayasaya aykırılığın değerlendirilmesi için dosya içeriği ve belgelerin onaylı birer suretinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 5 ) 2709 sayılı 1982 Anayasasının 152/3. maddesinin hükmü gereği dosyanın Anayasa Mahkemesine, gelişinden başlamak üzere beş ay içinde karar verilmesinin beklenmesine, bu süre içinde karar verilmezse davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına oy birliğiyle karar verildi. | 1,695 |
Esas Sayısı : 2017/136 Karar Sayısı : 2018/7 1 5894 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 5/2. maddesinin T.C. Anayasanın 9., 10. 11., 36., 59/2 ve 142. maddelerine aykırı olması nedeni ile T.C. Anayasanın 152. maddesi gereğince iptali istemine yöneliktir. İstinaf incelemesi hususunda Dairemize gelen dosyada: Davacı ile davalı arasında 21.01.2014 tarihli Futbolcu Temsilcisi Sözleşmesi akdedilmiştir. Davacı söz konusu sözleşme gereğince davalıdan alacaklı olduğunu ve bu alacağının ödenmediği gerekçesi ile davalı aleyhine Bursa 10. İcra Müdürlüğünün 2015/8787 Esas sayılı dosya ile 06/08/2015 tarihinde icra takibi başlatmıştır. Davalının borca ve takibe itiraz etmesi üzerine davacı tarafından davalı aleyhine İlk Derece Bursa 6. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2016/361 Esas sayılı dosyasıyla görülen itirazın iptali davası açılmıştır. İlk Derece Bursa 6. Asliye Hukuk Mahkemesi yaptığı yargılama neticesinde 13/10/2016 gün ve 361/818 sayılı Kararı ile taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümünde TFF Uyuşmazlık Çözüm Kurulunun yetkili olduğu gerekçesi ile Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle HMK m. 114/1 c ve 115/2 hükümleri uyarınca davanın usulden reddine yönelik karar tesis etmiştir. İlk Derece Mahkemesinin Kararına karşı, davalı tarafından süresinde istinaf talebinde bulunulmuş ve dosya istinaf incelemesi hususunda Dairemize gönderilmiştir. İlk Derece Mahkemesinin Kararma dayanak yapılan 5894 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun m. 5, f. 2 hükmü T.C. Anayasa m. 59 ek fıkra 2 hükmü ile 9 ncu, 10 ncu, 11 nci, 36 ncı ve 142 nci maddelerine aykırılık teşkil etmektedir. Şöyle ki: Zorunlu tahkim, bir uyuşmazlığın çözümünün tarafların iradesi dışında, bir yasal düzenleme ile devlet mahkemeleri dışında belirlenen kişilere ya da kurullara bırakılmasını ifade eder. TBMMde 17.03.2011 tarihinde kabul edilen ve 29.03.2011 tarih ve 27889 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkında 6214 sayılı Kanun ile Anayasanın 59 ncu maddesine ek 2 nci fıkra eklenmiştir. Bu fıkraya göre, Spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlarına karşı ancak zorunlu tahkim yoluna başvurulabilir. Tahkim Kurulu kararları kesin olup bu kararlara karşı hiçbir yargı merciine başvurulamaz. Hemen belirtelim ki, bu hüküm ile spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin uyuşmazlıkların zorunlu tahkime götürülmesine Anayasal dayanak oluşturulmuştur. Bu hükmün gerekçesi aynen şöyledir: Sporun kendine özgü yapısı, hızlı ve süratli bir şekilde yönetimini, disiplin yargılamasını ve denetimini beraberinde getirmektedir. Bu sürat spor faaliyetlerinin icra edilmesi için olmazsa olmaz şarttır. Belirli bir zaman diliminde yapılması planlanan spor faaliyetlerine ilişkin ihtilafların çok kısa bir zaman sürecinde kesin ve nihai olarak karara bağlanmaması halinde, o faaliyetin başarılı bir şekilde sonuçlandın İması mümkün değildir. Spor faaliyetlerinin kendine özgü ihtiyaçları, uzun zamana yayılan bir denetime müsaade etmemektedir. Bu ihtiyaçların çok kısa sürede çözümEsas Sayısı : 2017/136 Karar Sayısı : 2018/7 2 gerektiren yapılan, bu faaliyetlerle ilgili ihtilafların süratle ve kesin olarak son uçlandın İmasını gerektirmektedir. Anayasada yapılan bu değişiklikle, sportif faaliyetlerin yönetilmesine ve disiplinine ilişkin ihtilafların süratle ve yargı denetimine tabi olmaksızın kesin olarak çözüme kavuşturulması amaçlanmıştır. Bu çerçevede ilgili kurulların müsabakalarla, kulüplerle, sporcularla ve sporla ilgili diğer kişiler hakkında verdikleri müsabakadan men, küme düşürme, ligden ihraç, ihraç, seyircisiz oynama ve puan tenzili gibi kararlarına karşı süratli ve kesin bir denetim yolu öngörülmektedir. Bununla birlikte, kulüpler ile sporcu ya da teknik adamlar gibi diğer kişiler arasındaki alacak uyuşmazlıkların bu şekilde çözüme kavuşturulmasına dair bir zorunluluk bulunmamaktadır. Dolayısıyla, spor kulüpleri ile sporcu, teknik adam ve sporla ilgili diğer kişiler arasındaki alacak haklarına dair uyuşmazlıklar yetki ve göreve ilişkin genel hükümler çerçevesinde adli yargı yerlerinde görülecektir. Böylece, sporla ilgili hizmet, vekalet veya benzeri diğer sözleşmelerden kaynaklanan ifa, ifa etmeme, fesih ve tazminat gibi uyuşmazlıklar ile diğer alacak hakları, genel hükümlere tabi alacaktır. Anılan hüküm ve gerekçesinden anlaşıldığına göre, yalnız spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlarına karşı zorunlu tahkim yoluna başvurabilecektir. Bunun dışında kalan ve kulüpler ile, sporcular, teknik direktörler, antranörler, oyuncu temsilcileri, sağlık personelleri, müsabaka organizatörleri gibi ilgili kişiler arasındaki spor sözleşmesinden doğan uyuşmazlıklar ise zorunlu tahkimin kapsamı dışında tutulmuştur. Anayasanın bu hükmüne rağmen, 5894 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun İlk Derece Hukuk Kurulları kenar başlıklı m. 5, f. 2de, TFFnin İlk Derece Hukuk Kurullarının Uyuşmazlık Çözüm Kurulu, Disiplin Kurulları, Kulüp Lisans Kurulu ve Etik Kurulundan oluşacağı, f. 2de ise, İlk Derece Hukuk Kurulları kulüp lisansı ile ilgili kararlar almaya veya bu Kanun, TFF statüsü, TFFnin diğer talimat ve düzenlemeleri ile diğer yetkili TFF kurul ve organları tarafından alınacak kararlara ilişkin olarak çıkacak ihtilaflarda karar vermeye münhasıran yetkili kılınmıştır. TFF, 5894 sayılı Yasa m. 5, f. 2 hükmüne dayanarak, 11.07.2015 tarihli ve 29413 sayılı Resmi Gazetenin Çeşitli İlanlar başlığı altında yayınlanan 25/06/2015 tarihli Genel Kurul Kararı ile TFFnin statüsüne ilişkin 55 nci ve 56 ncı maddelerini değiştirmiştir. Bu GK Karan ile değişik 56 ncı madde ile Uyuşmazlık Çözüm Kurulunun görev ve yetkileri düzenlenmiştir. Bu yeni düzenlemeye göre, kulüpler ile futbolcular, profesyonel teknik adamlar, antranörler, futbol menejerleri, futbol menejerleri ile futbolcular, profesyonel teknik adamlar, antranörler arasında sözleşmeden doğan futbolla ilgili tüm uyuşmazlıkları, tarafların başvurusu üzerine münhasıran görevli ve yetkili olarak inceler ve karara bağlar olarak düzenlenmiştir. Değişiklik uyarınca Uyuşmazlık Çözüm Kurulu Talimatı yeniden hazırlanmış ve 01.08.2015 tarihinde yürürlüğü girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkında 6214 sayılı Kanun ile Anayasanın 59 ncu maddesine eklenen 2 nci fıkra gereğince, ancak spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlara karşı zorunlu tahkim yoluna başvurulabilir. Bu 2 nci fıkranın gerekçesinden de anlaşıldığına göre, spor kulüpleri ile sporcu, teknik adam ve sporla ilgili diğer kişiler arasındaki alacak haklarına ilişkin uyuşmazlıklaraEsas Sayısı : 2017/136 Karar Sayısı : 2018/7 3 dayalı açılacak davalar, yetki ve göreve ilişkin genel hükümler kapsamında adli yargı yerlerinde görülecektir. Başka bir ifade ile sporla ilgili hizmet, vekalet vb. sözleşmelerden kaynaklanan alacak, sözleşmenin feshi ve tazminat gibi davalar genel hükümlere tabi olmalıdır. Bu durumda, hem TFF Statüsüne ilişkin 56 ncı ve 56 ncı maddelerini değiştiren TFF Genel Kurulunun 25/06/2015 tarihli Kararına hem de istinaf edilen Mahkeme Kararına dayanak gösterilen Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında(TFFKGH) 5894 sayılı Kanun m.5, f. 2 hükmü T.C. Anayasa m. 59, ek f. 2, m. 9, m. 10, m. 11, m. 36 ve m. 142 hükümlerine aykırıdır. Nitekim öğretide de bu hususun Anayasaya aykırı olduğu görüşü kabul edilmektedir. (Bkz. Ekşi, Nuray, Spor Tahkim Hukuku, Beta Yayınlan, İstanbul 2015, s.125 339) Tekrar etmek gerekirse, futbola ilişkin sözleşmelerden doğan uyuşmazlıkların zorunlu tahkime tabi tutulması Anayasanın 59. maddesine eklenen ek 2 nci fıkra hükmüne, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını düzenleyen Anayasa m.9 hükmüne, Anayasanın 10 ncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine, Anayasanın 36 ncı maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğü ilkesine, Anayasanın 11 nci maddesinde düzenlenen Anayasa hükümlerinin bağlayıcılığı ilkesine ve Anayasanın 142 nci maddesinde düzenlenen mahkemelerin kuruluşunun kanunla olacağı ilkesine aykırıdır. Yukarıda açıklana ve resen gözönüne alınacak nedenlerle; 5894 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun madde 5 fıkra 2 hüküm ile T.C. Anayasa md. 59, ek f. 2.m, 9.m, 10., 11.m, 36. ve m.142 hükümlerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesi arz olunur. | 1,115 |
Esas Sayısı:1976/23 Karar Sayısı:1976/33 1 "... I DAVACININ GEREKÇESİNİN ÖZETİ: 1 Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerini genel olarak belirleyen Anayasa'nın 64. maddesi "kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak" ile "devletin bütçe ve kesin hesap tasarılarını görüşmek ve kabul etmek" görevlerini ayrı ayrı saymış bulunmaktadır. Öte yandan, iktisadi devlet teşekkülleriyle müesseselerinin ve iştiraklerinin kendi özel kanunları vardır. Kamu iktisadi teşebbüsleri hisselerinin satışının bütçe kanununa bir madde konarak yapılması tamamen yasalara ve usullere ters düşer. Bu nedenle, 1976 yılı Bütçe Kanununun 72. maddesi Anayasa'nın 64. maddesine aykırıdır. 2 Bütçe Kanunları ile diğer kanunların Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmeleri ve kabul edilmeleri, Anayasa'nın 92. ve 94. maddeleri ile tamamen değişik yöntemlere bağlanmıştır. Buna göre, dava konusu 72. maddedeki hükmün. Bütçe Kanununda yer alması ve Anayasa' nın 92. maddesinde gösterilen usulle meclislerden geçirilip kanunlaşması gerekirdi. Böyle yapılmamış olması, Anayasa'nın 92. maddesine aykırı düşer. 3 Anayasa'nın 126. maddesi "Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz" kuralını getirmiştir. "Bütçe ile ilgili hüküm" deyiminden ise, bütçenin uygulanması İle ilgili, uygulamayı kolaylaştırıcı, tamamlayıcı, ya da kanun konusu olabilecek yeni bir hüküm olmamak şartıyle açıklayıcı nitelikteki hükümleri anlamak gerekir 72. madde hükmü ise bu kuruluşların kanunlarında değişiklik yapan bir hükümdür. Bu nedenle, Anayasa'nın 126. maddesinin son cümlesine açıkça aykırıdır. 4 Sosyal Devlet ilkesinin bir gereği olarak, toplumun bütün kesimlerinin katkılariyle kurulmuş olan kamu iktisadi teşebbüslerine ve bunların ortaklıklarına ilişkin payların bir bölümünün özel girişim sahiplerine satılmasının, "kamu yararı" ve "sosyal devlet" kavramlarıyle bağdaşır yanı yoktur. 5 Devlet, Anayasa'nın üçüncü bölümünde belirtilen iktisadi ve sosyal amaçlara ulaşma ödevlerini önemli oranda kamu iktisadi teşebbüsleriyle yerine getirebilecektir. Bunların satılması halinde ise mali kaynaklar büsbütün yetersiz hale getirilmiş olacaktır. Kamu yararının gerektirdiği hallerde "Devletleştirme" için 39. maddeyi getiren Anayasa, kamu iktisadi teşebbüslerinin satılması ve bunun sınırları konusunda herhangi bir madde getirmemiştir. Çünkü kamu iktisadi teşebbüslerinin satışını istememiştir. Bunların satışına girişmek, Anayasa'nın ruhuna ve düzenlemesine ters düşer. Sonuç olarak; 1976 yılı Bütçe Kanununun 72. maddesi, esas bakımından Anayasa'nın, sosyal devlet ilkesine ve çeşitli maddelerine dağılmış hükümlerine ve 64., 92., ve 126. maddesinin son cümlesine aykırı olduğundan iptal edilmelidir". | 338 |
Esas Sayısı : 2016/6 Karar Sayısı : 2016/7 1 Davalı idarede Uzman Yardımcısı olarak görev yapan davacı ... tarafından, mali ve sosyal haklarının 15.01.2012 tarihinden önce işe başlayan Sermaye Piyasası Kurulu meslek personeli ile eşitlenmesi talebiyle yaptığı 25.06.2015 günlü başvurunun reddine dair 03.07.2015 gün ve E.509 sayılı işlemin iptali istemiyle SERMAYE PİYASASI KURULU'na karşı 01.09.2015 tarihinde açılan davada, dava konusu işleme dayanak teşkil eden 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen ek 11 maddesi ile oluşturulan düzenlemenin Anayasanın 10, 49, 55. maddeleri ile 6223 sayılı yetki kanunu kapsamında olmadığından 91. maddesine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunarak Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. Anayasaya aykırılık olduğu iddia edilen düzenleme 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin Ek Madde 11.maddesi olup, ilgili düzenleme; Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra; a) Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari Teşkilatı*1* kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanacak personel için uygulanacak ek gösterge ve makam tazminatları bu Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (IV) ve (V) sayılı Cetvellerde belirlenmiştir. Bunların zam ve tazminatları, hizmet sınıfı, kadro unvan ve derecesi dikkate alınmak kaydıyla 657 sayılı Kanunun 152 nci maddesi uyarınca Bakanlar Kurulu kararıyla aynı hizmet sınıfındaki aynı veya benzer unvanlı kadrolar için belirlenen puan ve oranlar aşılmamak kaydıyla ilgisine göre Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği*1* ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı tarafından belirlenir. b) 5018 sayılı Kanuna ekli (III) sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun *2* kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile murakıp ve uzman unvanlı meslek personeline, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdi ödemelerin bir aylık toplam net tutarı; kurul başkanı için bakanlık müsteşarı, kurul üyesi için bakanlık müsteşar yardımcısı, başkan yardımcısı için bakanlık genel müdürü, murakıp ve uzman unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez ve bunlar, emeklilik hakları bakımından da emsali olarak belirlenen personel ile denk kabul edilir. c) (Değişik bent: 12/07/2013 6495 S.K./73. md.) Türk Akreditasyon Kurumu Genel Sekreterliği, Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü Başkanlığı, Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı, Türk Standardları Enstitüsü Başkanlığı, kalkınma ajansları ve Mesleki Yeterlilik Kurumu kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan genel müdür, genel sekreter, genel müdür yardımcısı ve genel sekreter yardımcısı unvanlı personel ile uzman unvanlı meslek personeline, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdî ödemelerin bir aylık toplam net tutarı; genel müdür ve genel sekreterler için bakanlık genel müdürü, genel müdür yardımcısı ve genel sekreter yardımcıları için bakanlık genel müdür yardımcısı, uzman unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak malî haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez.Esas Sayısı : 2016/6 Karar Sayısı : 2016/7 2 ç) (Değişik bent: 12/07/2013 6495 S.K./73. md.) (b) ve (c) bentlerinde yer alan idarelerde istihdam edilen personelden anılan bentlerde emsali belirlenmemiş olan personele, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdî ödemelerin bir aylık toplam net tutarı, ilgili kurumun önerisi Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca belirlenecek emsali Devlet memuruna ilgili mevzuatında kadrosuna bağlı olarak malî haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez. Emsal alınacak memur unvanlarının tespitinde, kadro veya pozisyon unvanları ile ifa ettikleri görevler itibarıyla 657 sayılı Kanuna göre girebilecekleri sınıflardaki aynı veya benzer görevlerin aynı veya benzer kadro, unvan veya derecesi dikkate alınır. d) (Değişik bent: 12/07/2013 6495 S.K./73. md.) Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanacak personelin zam ve tazminatları hakkında 657 sayılı Kanunun 152 nci maddesi uyarınca yürürlüğe konulan Bakanlar Kurulu kararı hükümleri uygulanır. (Değişik fıkra: 12/07/2013 6495 S.K./73. md.) Diğer mevzuatın bu maddeye aykırı hükümleri uygulanmaz. şeklinde iken Anayasa Mahkemesinin 22/10/2015 tarihli ve E.: 2015/1, K.: 2015/91 sayılı Kararı ile, (b) bendinde yer alan murakıp ve ibareleri; 3/12/2015 tarihli ve E.: 2015/101, K.: 2015/111 sayılı Kararı ile de, sırasıyla ile uzman unvanlı meslek personeline,, uzman unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına ibareleri iptal edilmiştir. Somut olayda uygulanacak hükmün tespiti; Davacı, 5018 sayılı Kanuna ekli (III) sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumlardan biri olan Sermaye Piyasası Kurulu'nda Uzman Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin Ek Madde 11.maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde, (Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda tarih ve sayıları belirtilen iptal kararlarından önceki hali ) ilk defa veya yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile murakıp ve uzman unvanlı meslek personeline denilmek suretiyle hangi meslek personeline ne kadar ödemenin yapılacağı tahdidi olarak belirlenmiştir. Maddenin (ç) bendinde ise, b) ve (c) bentlerinde yer alan idarelerde istihdam edilen personelden anılan bentlerde emsali belirlenmemiş olan personele, denilmek suretiyle (b) bendinde emsali belirlenmemiş personelin ne kadar ödemeden faydalanacağı düzenlenmiştir. Maddenin devamında, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdî ödemelerin bir aylık toplam net tutarı, ilgili kurumun önerisi Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca belirlenecek emsali Devlet memuruna ilgili mevzuatında kadrosuna bağlı olarak malî haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez. Emsal alınacak memur unvanlarının tespitinde, kadro veya pozisyon unvanları ile ifa ettikleri görevler itibarıyla 657 sayılı Kanuna göre girebilecekleri sınıflardaki aynı veya benzer görevlerin aynıEsas Sayısı : 2016/6 Karar Sayısı : 2016/7 3 veya benzer kadro, unvan veya derecesi dikkate alınır. hükmü düzenlenmek suretiyle kullanılacak yetkinin çerçeveleri çizilerek bu yetkiyi Bakanlar Kurulu'na bırakmıştır. Davacının Uzman Yardımcısı olarak görev yapması, (b) bendinde de uzman yardımcılarının emsali belirlenmemesi nedeniyle dava konusu uyuşmazlıkta uygulanacak hüküm (ç) bendidir. Bu nedenle Anayasa'ya aykırılık oluşturan hüküm, b) ve (c) bentlerinde yer alan idarelerde istihdam edilen personelden anılan bentlerde emsali belirlenmemiş olan personele, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdî ödemelerin bir aylık toplam net tutarı, ilgili kurumun önerisi Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca belirlenecek emsali Devlet memuruna ilgili mevzuatında kadrosuna bağlı olarak malî haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez. Emsal alınacak memur unvanlarının tespitinde, kadro veya pozisyon unvanları ile ifa ettikleri görevler itibarıyla 657 sayılı Kanuna göre girebilecekleri sınıflardaki aynı veya benzer görevlerin aynı veya benzer kadro, unvan veya derecesi dikkate alınır. düzenlemesidir. 2709 sayılı T.C. Anayasasının 10. maddesinin 1. fıkrasında; Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. hükmüne, 5. fıkrasında ise; Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek zorundadırlar. hükmüne yer verilmiştir. Yine Anayasa'nın 49. maddesinde; Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır. hükmü, 55. maddesinde; Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır. hükmü, 90/5 maddesinde; Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır. hükmü, 138/1. maddesinde; Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler. hükmü yer almaktadır. 6.4.1949 gün ve 9119 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca 27.5.1949 gün ve 7217 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin: 23. maddesinde; 1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.Esas Sayısı : 2016/6 Karar Sayısı : 2016/7 4 2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. hükmü yer almaktadır. Mahkememiz nezdindeki ihtilaf konusu işleme dayanak alındığı görülen itiraz konusu kural uyarınca, Sermaye Piyasası Kurulu'nda Uzman Yardımcısı olarak görev yapan davacının, 15.01.2012 tarihinden önce işe başlayan aynı unvan ve sorumluluklara sahip kişilerden çok daha az maaş aldığı, bu nedenle ücrette farklılık getiren düzenlemenin Anayasanın 10. ve 55. maddelerine, kamu hizmetinin eşit iş yapılarak verilmesine karşın, aynı ücreti alamayan çalışanların motivasyon ve verimliliğini olumsuz etkilemesi nedeniyle de çalışma barışının sağlanmasını öngören Anayasanın 49. maddesine ayrıca yukarıda yer verilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 23/2 maddesinde yer alan eşit işe eşit ücret ilkesine aykırılık taşıdığı anlaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle, 2709 sayılı T.C. Anayasasının 10, 49, 55 maddelerine ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 23/2 maddesine aykırılık teşkil eden 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen ek 11 maddesinin 1. fıkrasının (ç) bendinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerektiğine, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu Ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40/5 maddesi uyarınca 5 ay süreyle Anayasa Mahkemesi kararının beklenmesine, 24/12/2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 1,610 |
Esas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 ... 1. 9.5.2018 Tarihli ve 7141 Sayılı Yükseköğretim Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5. maddesi ile 2547 sayılı Kanuna eklenen GEÇİCİ MADDE 77nin birinci cümlesinin Anayasaya Aykırılığı İptali istenen madde ile sadece İlahiyat ön lisans programlarından mezun olanlara ilahiyat ve aynı programı uygulayan fakültelerde, lisans tamamlama yaptırılacağı hükme bağlanmıştır. Bu eğitimin usul ve esasları ile ilgili düzenleme yetkisi de Yükseköğretim Kuruluna bırakılmıştır. Getirilen bu düzenleme sadece ilahiyat önlisans mezunlarına yönelik olması nedeniyle Anayasa ve Kanunlarda tanımlanmış olan eşitlik ve sosyal hukuk devleti ilkelerine aykırıdır. Anayasanın 10. maddesinde, Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. denilmiştir. Bu maddede yer verilen eşitlik ilkesi ile hukuksal durumları aynı olanlar için ayrı uygulama yapılamayacağını kesin olarak açıklanmaktadır. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, haklı bir nedene dayanmayan ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Ayrımcılık, isteyerek veya istemeyerek, icrai ya da ihmali biçimde, bir hukuk sisteminde eşit durumda olduğu kabul edilen kişilere, bir hak veya yükümlülükle ilgili olarak, aralarında geçerli bir neden olmaksızın eşit davranılmaması olarak tanımlanabilir. Başka bir anlatımla, kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında, kanunlara konulan kurallarla değişik uygulamalar yapılamaz. Kanunlar, eşitlik İlkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını sağlayacak kurallar içermelidir. Lisans programları olan, önlisans programlarının tamamı aynı durumda bulunmaktadır. Örneğin, Adalet Meslek Yüksekokulu mezunları Hukuk Fakültesine geçebilmek için Dikey Geçiş Sınavına girmektedirler. Bu sınavda başarılı olanlara Hukuk Fakültesine devam edebilme hakkı tanınmaktadır. Ayrıca, ilahiyat önlisans mezunları dışındaki öğrenciler lisans tamamlamak için sınava girerken, sadece ilahiyat önlisans mezunlarına hiçbir şart aranmaksızın lisans tamamlama hakkı verilmesi tamamen ayrıcalıklı bir sınıf oluşmasına neden olacaktır. AİHSnin 14 üncü maddesinde Bu Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır denmiştir. Maddede yer alan yasaklar ve taraf Devletlerin yükümlülükleri bu sayılanlarla sınırlı tutulmamıştır. Madde metninde veyaEsas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 2 diğer statüler gibi herhangi bir temelde ifadesine yer verilmesi ile birlikte ayrımcılığın yasaklandığı temeller madde metninde geçen ifadelerle sınırlı olarak kabul edilmemiştir. Anayasanın 10. maddesinin son fıkrasında Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. şeklinde bir cümleye yer verilmiştir. Bu ifade sonucunda öncelikle yasama, yürütme ve yargı organları ve idari makamlar açısından bir yükümlülük ortaya çıkmıştır. İptali istenen düzenleme de de doğrudan ayrımcılık yapıldığı görülmektedir. Bu düzenleme ile hukuksal durumları aynı olan önlisans mezunlarına ayrı uygulama yapılarak Anayasanın 2. ve 10. maddesi çiğnenmiştir. Ayrıca ilahiyat önlisans mezunlarının, lisans programlarına geçişleri ile ilgili hükümler kanun metninde tam olarak açıklanmamıştır. Belirsizlik içermektedir. Anayasa, TBMMye yasama erkini, netice itibariyle, kamu yararını sağlamak üzere vermiştir. Yapılan yasama işlemlerinin, kamu yararı amacına değil, öznel (subjektif) amaçlara yönelik olarak yapılması halinde ise yasama yetkisinin saptırıldığı belirtilmektedir. Madde metninde belirsizlik hakimdir. Halbuki, hukuk devleti olmanın birincil koşulu düzenlemelerin belirli olması anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri de belirlilik ilkesidir. Önlisans programından lisans programına geçiş koşullarının şekli net olarak açıklanmamıştır. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Belirli ve öngörülebilir kurallara bağlanmaksızın verilen yetkiler hukukî güvenlik sağlayamayacağı için Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Kanunlar nihayetinde, devlet etkinliklerinin düzenle sürdürülebilmesi için gerekli olan hukuksal alt yapıyı oluşturmak, kamu yararını gerçekleştirmek ve uygulanmak amacıyla çıkarılır. Devlet etkinliklerinin düzenle sürdürülmesine engel olan, kamu yararına amacı taşımayan, kamu hizmetinin nitelikleriyle bağdaşmayan, hak, hukuk ve adalet anlayışına aykırı, makul olmayan ve uygulanabilirliği bulunmayan bir düzenlemenin, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi ile de bağdaştırılması imkansızdır. Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti ilkesini; hukuk güvenliği, kamu yararı, yasaların öngörülebilir olmaları ölçütleriyle birlikte açıkladığı kararında şu tespitlerde bulunmuştur: Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu güçlendirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumları benimsemeyen, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. (Anayasa Mahkemesi Kararı, 2003/86 E., 2004/6 K., 28.1.2004 tarih). Bu açıdan da bakıldığında yapılan düzenlemelerin Anayasaya aykırılık içermemesi gereklidir. İlahiyat önlisans mezunlarına lisans tamamlama hakkı verilmesi Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi ile de çelişmektedir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Düzenleme Anayasanın 2. ve 10. maddelerine açıkça aykırıdır, iptali gerekir.Esas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 3 2. 7. maddesi ile 2547 sayılı Kanuna eklenen EK MADDE 179un ikinci fıkrasının (a) bendinde yer alan Selçuk Üniversitesine bağlı Mühendislik Fakültesinin adı ve bağlantısı değiştirilerek Rektörlüğe bağlanan Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesinden, Selçuk Üniversitesine bağlı Mimarlık Fakültesinin adı ve bağlantısı değiştirilerek Rektörlüğe bağlanan Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, ibaresi ile (b) bendinin Anayasaya Aykırılığı İptali talep edilen düzenleme, Selçuk Üniversitesinin bölünmesini hedeflemektedir. Bölünme özellikle; Selçuk Üniversitesinin Mühendislik Fakültesinin adı ve bağlantısı değiştirilerek Rektörlüğe bağlanan Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Selçuk Üniversitesine bağlı Mimarlık Fakültesinin adı ve bağlantısı değiştirilerek Rektörlüğe bağlanan Mimarlık ve Tasarım Fakültesi ile Selçuk Üniversitesine bağlı iken bağlantısı değiştirilerek Rektörlüğe bağlanan Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulunu kapsamaktadır. Ancak bir üniversitenin bazı bölümlerinin ayrılarak bir başka üniversite oluşturulmasını bütüncül değerlendirmek gerekir. Kamuoyu nezdinde üniversitelerin bölünmesini hedefleyen bu düzenleme, bilim özgürlüğüne doğrudan bir müdahaledir. Bilim özgürlüğü, sanat özgürlüğü ile birlikte Anayasanın 27. maddesinde düzenlenmiştir. Bilim özgürlüğü, üniversiteler dışında ve içinde bilimsel faaliyette bulunan herkesi koruma alanı içine almaktadır. Nitekim maddenin formülasyonunda herkes ibaresi kullanılmıştır. Bir başka deyişle Anayasamız herkes için bilim özgürlüğünü güvenceye almıştır. Bir özgürlük alanı olarak güvenceye alınan bilim; araştırma ve öğreti ögelerinden oluşmaktadır. Bilimin iki ortaya çıkış biçimi olan araştırma ve öğretinin içeriği Devlet tarafından katı kurallara bağlanamaz ve onların Devlet tarafından bilimsel denetimi yapılamaz (Maier W. Staats und Verfassungsrecht, 3 B md.1, Achim 1993, s.141). Devlet tarafından denetim yapılmaması aslında bilimsel özerkliğe dairdir. Anayasamızda yer alan bilim ve sanat özgürlüğüne ilişkin 27. madde, eğitime ilişkin 42. madde ve üniversitelere dair 130. madde bütüncül değerlendirildiğinde Devlet ile bilim arasındaki bir ilkenin belirgin olarak anayasa koyucu tarafından düzenlendiği ve vurgulandığı kolaylıkla tespit edilmektedir. Bu ilke devletin, personel ve finansal kaynakların sağlanması yoluyla fonksiyon yeteneğine ve bilimsel özerkliğe sahip bir bilim örgütünü güvence altına alma yükümlülüğüdür. Her ne kadar 1971 değişikliği ile soyut niteliğe bürünmüş olsa da 1982 Anayasasında açıkça herkesin, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahip olduğu güvence altına alınmıştır. Ayrıca Anayasanın bütünlüğü ilkesi dikkate alınarak yapılan sistematik yorum ile 1982 Anayasasının bilimsel özerkliği güvence altına aldığını belirtmek yerinde olacaktır. Nitekim sistematik yorum, normun anlamının araştırılmasında salt o norm metnine değil, normun diğer normlarla birlikte oluşturduğu bağlamdan çıkan anlama odaklanmayı ifade eder (ODER, Bertil Emrah, Anayasa Yargısında Yorum Yöntemleri, Kasım 2010, İstanbul, s. 55). Hukuksal normların oluşturduğu bağlamla birbirini tamamladığı bir kurgudur ve bu kurgu normatif bir bütünlük oluşturur. Söz konusu normatif bütünlük onların anlamlarını ortaya çıkmasında belirleyicidir. Üniversitelerin bölünmesini bilimsel özerklik ve bilim özgürlüğü bağlamında değerlendirirken de bu normatif bütünlük esas alınmalıdır. Sistematik yorumun hiyerarşik bakımdan eş düzeydeki normlar esas alınarak yapılması zorunludur. Bu sebeple Anayasa madde 27de düzenlenen bilim özgürlüğünün eğitimEsas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 4 özgürlüğü ve üniversitelere daire düzenlemeler ile beraber yorumlamak sistematik yorumun doğası gereğidir. Nitekim temel hak ve özgürlüklere ilişkin anayasa normlarını yorumunda sistematik yorum çerçevesinde kanunlara uygun yorum esas alınamaz ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir anayasa normunun yorumunda (a) normun kendi maddesinde güvence altına alınan özgül nitelikleri (b) anayasanın sınırlama ve sınırlamanın sınırına ilişkin oluşturduğu ölçütler (c) ilgili normun diğer normlar ile oluşturduğu bağlam ve özellikle normun diğer hak ve özgürlük normları ile ilişkisi dikkate alınmalıdır. Yukarıda belirtildiği üzere bir temel hak ve özgürlük olan bilim özgürlüğünün yorumunda bilim özgürlüğüne getirilecek sınırlamalar maddede güvenceye alınan özgül nitelikler ile anayasanın sınırlama ve sınırlamanın sınırına ilişkin oluşturduğu ölçütler de değerlendirilmelidir. Bu bağlamda Anayasanın bilimsel araştırma ve yayın da bulunma serbestliğine getirdiği tek sınırlamayı 27. maddenin ikinci fıkrasındaki sınırlama oluşturmaktadır. Söz konusu bilim özgürlüğünü, üniversiteler bağlamında değerlendirdiğimizde; üniversitelerin evrenseli aramak ve öğretmek gerekçesi karşısında geçersizleşir. Bu sınırlama düşünceye değil eyleme yöneliktir (GÖREN, Zafer, Anayasa Hukukuna Giriş, İzmir, 1999, s. 464 466). Bilim özgürlüğü üniversitelerin bilimsel özerkliği birlikte değerlendirilmelidir. Günümüzde bilimsel özerkliği korumak daha fazla özeni gerektirmektedir. Çünkü yükseköğrenim kurumlarının teşkilat ve denetimine ilişkin anayasal düzenlemeler yasal düzenlemelerle birlikte ayrıntılı bir sınırlama korsesi oluşturmaktadır. Bilim özgürlüğü devletin desteğine diğer özgürlüklerden daha çok gereksinim duyar. Nitekim, siyasal etki tehlikesi bilim özgürlüğünü zayıflatır. Bilimsel özerkliğe müdahale niteliği taşıyabilecek herhangi bir düzenleme bu bağlamda, bilim özgürlüğünün sınırı olarak değerlendirilemez. Nitekim üniversitelerin, üniversite vasfı taşıyabilmesi ancak bilimsel özerkliğe sahip olmaları ile mümkündür. 1961 Anayasası bağlamında Anayasa Mahkemesi üniversitelerin sahip olması gereken ilkeleri şu şekilde belirlemiştir: Anayasa açısından üniversite kavramını belirleyecek ölçülerden birisinin yasa ile üniversite adı altında kurulmuş bulunma ölçüsü olduğu, yasa ile kurulmuş olsalar bile üniversite adı altında kurulmuş bulunmayan yükseköğretim ve eğitim kurumlarının üniversite sayılamayacağı ileri sürülebilir. Şunu belirtelim ki, yasalarla üniversite adı altında ve Anayasanın 120. maddesindeki ilkeler doğrultusunda kurulan kurumların Anayasa açısından üniversite sayılacakları herkesin tartışmasız kabul edeceği bir gerçektir. Ancak bunun dışında kalan belli nitelikteki bir takım yükseköğretim kurumlarının dahi üniversite sayılıp sayılmayacaklarının belirlenmesi için Anayasanın 120. maddesindeki ilkelerin neye dayanılarak konulmuş bulundukları araştırılmalıdır. a) Çağdaş uygarlığın temeli, insanların davranışlarında, eylemlerinde aklı egemen kılmalarıdır. Bunun yolu ise bilimsel çalışma yoludur; bu yolun kılavuzu olan ilke de bilimin insanların yaşamasında gerçek yol gösterici sayılması ilkesidir. Bu ilkenin eylemli olarak uygulanabilmesi için toplumun yapısının kilit yerlerinde bilimsel gerçeği arayıp bulabilecek, uygulayabilecek ve bütün düşünce ve davranışlarında bilimsel gerçeğin isterlerinden ayrılmayacak kişilerin bulunması, bunun sağlanması için de bu nitelikte kişilerin yetiştirilmiş olması zorunludur. Bilimsel çalışma, yalnız aklın ve gözlemin biçimlendirdiği bir çalışma olması dolayısıyla böyle bir çalışmaya ve bilimsel yolda eyleme yönelecek kişilerin bilimselEsas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 5 gerekler dışında bir etki ile karşılaşmaksızın yetiştirilmeleri temel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yalnızca bilimsel ve nesnel ölçülere göre biçimlendirilmiş bir öğretim ve eğitimin gerçekleştirilmesi, toplumsal açıdan büyük önem gösteren alanlardaki yükseköğretim ve eğitimin gerek siyasal çevrelerin ve özellikle siyasal iktidarın, gerekse toplumdaki çeşitli kümelerin etkilerinin dışında tutulmuş bir öğretim ve eğitim düzeni ile olabilir. Bu düzenin gerçekleştirilmesi düşüncesi üniversitelerin Devletçe ve yasa ile kurulması ve üniversitelerin yönetimsel ve bilimsel özerklikle donatılması ilkelerinin ortaklaşa gerekçesidir. Aşağıdaki b bendinde Devletçe kurulma ilkesine, başka deyimle Devlet tekeli ilkesine, c bendinde özerklik ilkesine temel olan Özel gerekçeler açıklanacaktır. b) Toplumdaki çeşitli kümelerin toplum açısından önemli alanlardaki yükseköğretimi etkilemesini önlemek için Anayasanın 120. maddesinde üniversitelerin ancak Devlet eli ile ve yasa ile kurulması öngörülmüştür. Gerçekten üniversitelerin ancak Devletçe ve yasa ile kurulabileceği ilkesi, özel kişilerin üniversite açmalarını yasaklamakta ve böylelikle bir takım yarar veya düşünce topluluklarının kendi çıkarlarına uygun ve tek yanlı bir yüksek eğitim ve öğretim vermelerini önlemektedir. Temsilciler Meclisindeki görüşmelerden anlaşıldığı üzere (Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi, cilt 4, S. 28 45 ve 389 400) üniversite açılmasının Devlet tekeline verilişinin bir gerekçesi de yabancıların Türkiyede yüksek eğitim yerleri açma yolu ile Türk kültürünün zararına ve kendi kültürleri yararına işleyen bir eğitim ve öğretim sağlamalarım önlemektir. c) Üniversitelere yönetim ve bilim açısından özerklik tanınmasının gerekçesi ise siyasal çevrelerin ve özellikle iktidarın üniversite çalışma, öğretim ve eğitimini etkisi altında bulundurması yolunu kapamak ve üniversite çalışmalarıyla öğretim ve eğitimini her türlü dış etkiden uzak bir ortam içinde sürdürmektir. Her siyasal kuruluşun kendisine göre birtakım görüşleri ve anlayışları vardır ve bu kuruluşlar eğitim ve öğretimi kendi görüş ve anlayışları doğrultusunda etkileme eğilimini gösterebilirler. Oysa toplumsal açıdan çok önemli bulunan alanlarda görev alacak yetenekli kimselerin yetiştirilmesi, (Az yukarıda da belirtildiği gibi) bunların yalnızca nesnel ve bilimsel düşüncelere dayanan bir eğitim ve öğretimden geçmiş bulunmalarına bağlıdır. Her ne kadar bilimin ilerlemesi ile bilimsel gerçeklerde de birtakım değişmeler olabilmekte ve olmakta ise de bu değişmelerin nedeni siyasal çevrelerin ve özellikle iktidarların ya da çeşitli kümelerin düşünceleri değildir ve bu türlü değişmeler, toplum için zararlı değil, ancak yararlı olabilir. ç) Anayasanın 120 nci maddesindeki üniversitelerin Devletçe ve yasa ile kurulması, yönetim ve bilim yönlerinden özerk olması ilkelerinin, bilimsel gerekler dışındaki etkilerden uzak tutulmuş bir çalışmayı öğretimi ve eğitimi sağlamak ereği ile benimsendiği. Anayasa Mahkemesinin bundan önce vermiş olduğu iki kararının gerekçelerinde de açıkça bildirilmiştir. (Esas 65/32,.Karar 66/3 sayılı, 4/2/1966 günlü karar Resmî Gazete sayı 12317, gün 8/6/1966, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi sayı 4, S. 33 ve sonra; Esas 67/32, Karar 68/57 sayılı, 3/2/1968 günlü karar Resmî Gazete sayı 13346, gün 8/11/1969, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi sayı 7, S. 84 ve sonrası) Böylece Anayasa Mahkemesinin bu konuda, şimdiki kararda belirtilen görüşü, bundan önce belirtmiş olduğu düşüncelerinin aynıdır. d) Anayasanın 120 nci maddesindeki Devlet tekeli ve özerklik ilkelerinin benimsenmesine temel olan düşünce, toplum yapısının kilit yerlerinde görev alacak kişilerin yalnızca bilimsel gereklere uygun biçimde ve bilimsel isterler dışında kalan etkilerden uzakEsas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 6 olarak yetiştirilmesi olunca, toplumun kilit yerlerinde görev alacak kişileri yetiştiren ve fakat adı üniversite olmayan bütün kurumların Anayasanın 120 nci maddesine göre üniversite niteliğinde sayılması gerekir, başka deyimle üniversite diye anılmayan, ancak verdiği yükseköğretim, nitelikçe üniversite öğretimi olan veya bu öğretimin sonuçlarını sağlayan bütün kurumlar, Anayasanın 120 nci maddesi açısından üniversite kavramı içinde sayılmak gerekir. e) Hukuk düzeni bir kurum için kural koyarken bu kurumu tanımlamazsa, koyduğu kurala o kurumun toplumsal alanda geçerlikte bulunan tanımını temel tutmuş ve o kurumun toplum içindeki görevini yapan bütün kurumlan o kurala bağlamak istemiş demektir. Gerçekten hukuk kuralları toplumsal ilişkileri düzenleyen ve genellikle yaptırıma bağlayan kurallardır. Öğretim ve eğitim kurumlarının toplumsal görevi ise genellikle nitelikli adam yetiştirmek ve yetişenlere belli yetkiler sağlayan belgeler vermektir. Nitelikli adam yetiştirilmesi, belli dersleri okutmak, belli uygulamaları yaptırmak yoluyla, yetişenlere belge verilmesi ise belli öğretim dönemi içinde ve sonunda öğrencileri belli kuramsal ve uygulamaya ilişkin sınavlardan geçirmek ve sınavların sonucunda başarıyı saptamak yolu ile olur. Eğitim ve öğretim kurumlarının toplumsal görevi belli dersleri okutmak ve belli sınavlardan geçirdikten sonra belli yetkiler sağlayan belgeler vermek olduğuna, Anayasanın 120 nci maddesinde üniversitenin her şeyden önce bir öğretim kurumu olarak göz önünde tutulmuş bulunduğuna ve onun tanımının ancak toplumsal görevine bakılarak yapılmasının zorunlu olmasına göre Anayasanın 120 nci maddesince üniversite demek, yalnız üniversite adını taşıyan kurumlar demek değildir; üniversitelerin toplumsal görevini yapan, başka deyimle, hiç olmazsa temel çizgileri bakımından üniversite öğretim ve eğitimini sağlayan, üniversite diplomasına eşit değerde diploma veren ve ancak adı üniversite olmayan yüksek öğretim ve eğitim kurumları da bu tanımın kapsamına girmektedir (Anayasa Mahkemesi Kararı, 1969/31 E., 1971 /3 K., 12/1/1971 tarih). Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde oluşturduğu bu çerçeveyi defaten vurgulamıştır. 1982 Anayasasının Yükseköğretim Kurumları başlıklı 130. maddesinin birinci fıkrası Çağdaş eğitim öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler Devlet tarafından kanunla kurulur şeklindedir. 1982 Anayasasının Yükseköğretim Kurumları başlıklı 130. maddesinin gerekçesi ise şu şekildedir; Üniversitelerin bilimsel özerkliğe sahip kamu tüzelkişileri olarak Devlet eliyle ve kanunla kurulabileceği ilkesi getirilmiştir. Üniversitelerin, Devletin gözetim ve denetimi altında, kendi organları eliyle yönetilmesi, öğretim üye ve yardımcılarının göreve alınmaları, yükseltilmeleri ve görevlerine son verilmesinin kendi organları tarafından yürütülmesi de bilimsel özerkliğin bir gereği olarak belirtilmiştir. Üniversitelerde öğretim ve eğitimin özgürlük ve güvenlik içinde yürütülmesi, yurt düzeyinde yaygınlaşan üniversitelerin öğretim üye ihtiyaçlarının dengeli biçimde, ülke ihtiyaçları ve kalkınma planı gerekleri dikkate alınarak karşılanması konularının ve genel olarakEsas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 7 Devletin üniversiteler üzerindeki gözetim ve denetim yetkilerinin düzenlenmesi konuları, bilimsel özerklik dikkate alınmak suretiyle kanun koyucuya bırakılmıştır. Getirilen düzenleme ile üniversiteler ve diğer yükseköğretim kurumlan, Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Türk Milletinin millî değerleri ile çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine uygun eğitim ve öğretime hizmet eden kurumlar olarak düşünülmekte; Türkiye Cumhuriyeti Devleti hizmetinde hür, bilimsel düşünme yeteneğine ve geniş dünya görüşüne sahip bir kuşak yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, Anayasanın 130. maddesinin birinci fıkrasında amacı ve işlevi belirtilen üniversitelerin taşıması gereken zorunlu niteliklerin yine bu fıkrada şu şekilde yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır; a. Değişik birimlerden oluşmak, b. Kamu tüzelkişiliğine, c. Ve bilimsel özerkliğe sahip olmak, d. Devlet tarafından, e. Ve yasayla kurulmak, Bir yapının yasa ile kurulup adına üniversite denilmesi ile o yapı üniversite niteliği taşımaz. Ancak iptali talep edilen düzenlemede oluğu gibi üniversiteleri bölerek bir başka deyişle nitelikleri değiştirilerek sahip oldukları köklü üniversite vasıfları siyasal erk tarafından yok edilmektedir. Yasama organındaki sandalye sayısındaki çoğunluğun oylamasıyla ülkenin bilimsel, teknik, ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki gelişmesine katkıda bulunan üniversitelerin yok edilmesi en hafif ifade ile kamu yararının gözetilmemesi anlamına gelmektedir. Nitekim Üniversiteler, sadece günlük teknik gereksinmeleri karşılayan bir yüksekokul durumunda da değildirler; ülkenin içindeki ve dışındaki bilimsel hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve incelemek kurumlar hakkında bilimsel araştırmalar, değerlendirmeler ve eleştiriler yapmak, böylece ülkenin bilimsel, teknik, ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki gelişmesine katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu günün üstüne çıkamayan, yurttaki hareketleri izleyip eleştirmeyen bilimsel verileri yayınlama gücünden yoksun ve sadece olanı öğretmekle yetinen, yaratıcılık gücü olmayan kuruluşlar, adı ne olursa olsun, gerçek anlamda üniversite sayılamazlar.(Anayasa Mahkemesi Kararı, 1976/1 E., 1976/28 K., 25/5/1976 tarih). Anayasa Mahkemesi daha yakın tarihli bir kararında üniversiteler ve bilimsel özerkliği şu şekilde yorumlamıştır; Anayasanın 130. maddesi, üniversitelerin yine bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde, uygar ve evrensel karakterde öğretim eğitim, araştırma ve yayın konularında bilimsel özerkliğe sahip bir kamu tüzelkişisi biçiminde kurulmasını ve Cumhuriyetin temel organları içinde bu niteliğiyle yer almasını istemiş, üniversitelerin öğretim üyeleri ve yardımcılarını kapsayan kendine özgü önem ve değerde bir meslek sınıfı düşünmüş ve buna göre düzenlemeler yapmıştır. Anayasanın 130. maddesinde, üniversitelerin, bilimsel özerkliğe sahip kamu tüzelkişileri olarak tanımlanması ve bunların ancak Devlet tarafından yasayla kurulabileceklerinin saptanması ile güdülen ereğin, siyasal çevrelerin, özellikle iktidarların ve ayrıca çeşitli baskı gruplarının, üniversite çalışmalarıyla öğretim ve eğitimini etki altında tutabilmeleri yolunu kapatmak ve bu faaliyetlerin bilimsel gerekler ve gereksinmelerden başka,Esas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 8 herhangi bir dış etkiden uzak kalacak bir ortamda sürdürülmesini sağlamak olduğunda kuşku yoktur. Anayasa üniversitelere bilimsel özerklik tanımıştır. Üniversitelerin, Anayasal ilke ve gereklere bağlı olacaklarından, devrim yasalarına, bu arada özellikle Öğretim Birliği Yasasına özenle uyacakları kuşkusuzdur. Üniversitelerin bilimsel özerkliği benimsenirken güdülen erkek, üniversite öğretimi niteliğindeki yükseköğretimi siyasal çevrelerin ya da çeşitli çıkar veya düşünce kümelerinin dışında tutmaktır. Her türlü bilimsel görüş ve düşüncelerin öğrenilmesi ve öğretilmesi, bunun yayılması ve özgürlük olarak demokratik düzende yerini bulmuş ve düşünce özgürlüğünün varlığım ortaya koymuştur. Eğitim ve öğretim özgürlüğü düşünce özgürlüğünün bir bölümünü oluşturmaktadır. Anlaşılmaktadır ki, Devletin sadece eğitim ve öğretim özgürlüğünü kabul etmesi yeterli bulunmayıp, bu özgürlükten bütün kişilerin yararlanabileceği bir düzen kurmakla yükümlü kılınması öngörülmüştür. . Anayasanın 130. maddesinde açıklanan bu hükümler; maddenin birinci fıkrasında sayılan amaçlar ile yasayla kurulma, kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip olma, üniversitelerin ülke sathına dengeli bir biçimde yayılmasının gözetilmesi kuralları ve üniversite elemanlarının serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilmeleri ve bunun sınırı, üniversite yönetim ve denetim organlarının ve öğretim elemanlarının Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılmayacaklarına ilişkin güvence ile yükseköğretim kurumlarının örgütlenmeleri ve işleyişleriyle ilgili olarak maddenin dokuzuncu fıkrasında sayılan konuların da yasayla düzenlenmesi zorunluluğu olarak gösterilebilir. Bu ilkeler, ister Devlet, isterse vakıflar tarafından kurulsun, tüm yükseköğretim kurumlarına yönelik kurallardır. Anayasanın 130. maddesi, üniversite çalışmalarını, eğitim ve öğretimin her türlü dış etkiden uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve baskısız bir ortam içinde yapılmasını sağlayacak biçimde düzenlenmiştir. Anayasada, üniversiteler konusunda yasama organını bağlayan ilkeler ve hükümler 130. maddede ö/el olarak belirtilmiştir. Bu ilkelere dayanarak kurulan ve Devlet yapısıyla bilim kuruluşları içinde yer alan üniversiteye, Devletin herhangi bir yönetim kademesinin, bu kurallarla bağdaşmayacak müdahaleler yapmasına ve böyle bir karışmaya olanak verecek yasal düzenlemelerde bulunulmasına yer yoktur. (Anayasa Mahkemesi Kararı, 1990/2 E., 1990/10 K., 30.5.1990 tarih) Anayasanın 130. maddesinin birinci fıkrasında, üniversitelerin bilimsel özerkliğe sahip kamu tüzelkişileri olarak tanımlanması ve bunların ancak Devlet tarafından yasayla kurulabileceklerinin saptanması ile güdülen ereğin, siyasal çevrelerin, özellikle iktidarların ve ayrıca değişik baskı gruplarının, üniversite çalışmalarıyla öğretim ve eğitimini etki altında tutabilme yolunu kapatmak ve bu çalışmaların bilimsel gerekler ve gereksinmelerden başka, herhangi bir dış etkiden uzak kalacak bir ortamda sürdürülmesini sağlamak olduğunda kuşku bulunmamaktadır (Anayasa Mahkemesi Kararı, 1993/25 E., 1994/2 K., 25.1.1994 tarih). Ancak iptali talep edilen düzenleme tam olarak siyasal iktidarın bilimsel gerekler ve gereksinimleri dikkate almadan bilimsel özerkliği yok sayarak bilim özgürlüğüne müdahaledir. Bilimsel özerklik, kuruluştan işleyişe değin, bilimin gerektirdiği özgürlük ortamının tüm çalışmalarla yönetimde bir yaşam biçimi olarak sağlanmasıdır. Üniversiteler, en üst düzeydeki bilim kuruluşlarıdır. Özgür toplumun bilim alanındaki simgeleridir. Yönetim yapısı ve biçimi, üniversitenin niteliğini açıklar. Bilgi edinme, bilgi üretme ve insan yetiştirme amacının ortaya çıkardığı yapının, araştırma, deneyim ve tüm çabalarla gerçeği bulma ereğine özgün bir kurumEsas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 9 olduğu göz ardı edilemez. Özetlenen bu özellikleriyle üniversite, bilimi yaşama katan, usun öncülüğünü, düşüncenin aydınlığını somutlaştıran kurumlardır. Varlığının temeli kendi toplumu olmakla birlikte, amaç ve işlevinin gerektirdiği atılımlar ve devingenlikle onun önünde yürürler. Kurumlaşmış gelenek ve ilkeleriyle toplumun itici gücüdürler. Anayasa gerekleriyle uyumsuz bir üniversite yapısına geçerlik tanınamaz. Üniversitede devlet yönetimindeki sıralama türünde bir yönetim biçimi, düşünce üretimine, özgür düşünce ve özgür çalışmaya elverişli bir ortama engeldir. Bilimsel çalışmalarının, bilimsel yönetim ve bu özelliğe uyumlu olmak gerekir. Danışmanın, dayanışmanın ve kimi günde yarışmanın yerini akçalı olanaklara dayanan biçimsel üstünlük çabaları alırsa, bilgi ve bilim yerine görüntü egemen olur. Nesnel kurallara uymayıp öznel kuralları yeğleyerek özel konumlu üniversite oluşturmak Anayasanın öngördüğü üniversite yapısıyla bağdaşmamaktadır (Anayasa Mahkemesi Kararı, 1991/21 E., 1992/42 K., 29.6.1992 tarih). Yaygın olarak kabul gören, OECDnin belirlediği üniversite özerkliği kriterleridir. Buna göre bir üniversitenin özerkliği şu koşullara bağlıdır: • Gayrimenkul ve diğer donanımların mülkiyetine sahip olabilmek • Borçlanarak fon yaratabilmek • Yaratılan kaynakları, kendi amaçları doğrultusunda bağımsız harcayabilmek • Akademik program ve ders içeriklerini belirleyebilmek • Akademik personelin işe alınmasına ve işten çıkarılmasına karar verebilmek • Çalışanların ücretlerini belirleyebilmek • Öğrenci kontenjanlarını belirleyebilmek • Öğrenci harçlarını belirleyebilmek • Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, akademik özgürlük ile üniversite (kurumsal) özerkliğinin birbirinden ayrılmaz unsurlar olduğunu saptamış ve özerkliği şu ilkeler çerçevesinde tanımlamıştır (Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, Academic Freedom and University Autonomy Rapor, Doc.10943, 2 Haziran 2006.) • Araştırma ve eğitimde akademik özgürlük, ifade ve eylem özgürlüğünü, bilgi yayma özgürlüğünün yanında bilgi ve hakikatin peşinde ve dağıtımında sınırsız sorgulama özgürlüğünü garanti etmelidir. • Üniversitelerin kurumsal özerkliği, üniversitelerin geleneksel ve temel kültürel ve sosyal misyonuna bağlılık demektir. Üniversitelerin entelektüel üretimlerine ilişkin faydalı politika ile iyi ve etkin yönetim de bu bağlılıktan doğan kurumsal bağımsızlıkla bir anlam kazanabilir. • Tarih, akademik özgürlük ve üniversite özerkliğine yönelik ihlallerinin her zaman entelektüel seviyedeki düşüşe ve bunun sonucu olarak sosyal ve ekonomik durgunluğa neden olduğunu kanıtlamıştır. Bu noktada üniversite özerkliği kavramı ile kamu yararı kavramı arasındaki ilişkiye değinmek gerekir. Yükseköğretim bağlamında kamu yararı, yükseköğretim çıktılarının (eğitim ve araştırma) daha iyi, entelektüel kapasitesi gelişmiş ve etkin bir şekilde üretilmesi ve bununEsas Sayısı : 2018/105 Karar Sayısı : 2019/71 10 da toplumun tüm kesimleri tarafından ulaşılabilirliğinin sağlanması olarak özetlenebilir. Rapor bu çerçevede kamu yararıyla üniversite özerkliği arasındaki dengeyi şu şekilde incelemektedir: • Kimi dönemlerde ortaya çıkan zorlayıcı koşullar üniversitelerin kendilerini fildişi kulelerine hapsetmelerine ve eğitim ve gelişimine katkı sağlamaları gereken toplumun değişen ihtiyaçlarını karşılayamamalarına neden olabilmektedir. Bu üniversiteler, temel sorunların çözülmesine katkıda bulunabilecek kadar topluma yakın olmalı ancak daha uzun vadeli bir bakış açısı elde edebilmek ve kritik bir mesafeyi koruyabilmek için de toplumdan bağımsız olmalıdır. • Akademik misyonun, modern dünyanın ve çağdaş toplumların gereksinimlerini ve ihtiyaçlarını karşılayabilmesi; üniversiteler ahlaki ve entelektüel anlamda tüm siyasi veya dini otoritelerden ve ekonomik güçlerden bağımsız olursa en iyi şekilde gerçekleştirilebilir. • Üniversitelerin akademik özgürlük ve özerkliği tarih boyunca gelişimini sürdüren bir kurumun özgüllüğü ve özgünlüğüne duyulan güven ve saygıyla doğrudan alakalıdır. Ancak bu kavram, akademik dünya ile toplum arasında ortaklık ruhuyla sürekli ve açık bir diyalogun konusu olarak kalmalıdır. Üniversitelerin, belli toplumsal ve politik hedefleri karşılayabilmesi ve hat | 3,978 |
Esas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Dava dilekçesinin gerekçe bölümü özetle şöyledir: A. Konunun Analizi: Her iki Kanun Hükmünde Kararname (KHK)nin ilk paragraflarında, bunların Anayasa'nın 121 maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen KHK'lerden oldukları belirtilmektedir. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasına göre çıkartılan KHK'lere ilişkin olarak Anayasa'nın 148. maddesinde, "Ancak olağanüstü hallerde sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiası ile Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz." denilmektedir. Oysa, 424 ve 425 sayılı KHK'ler; Anayasa'nın 121. maddesinin öngördüğü ve yine Anayasa'nın 148. maddesi ile Anayasa Mahkemesi'nin denetimi dışına çıkartılan KHK niteliğini taşımamaktadırlar. Bunların giriş paragraflarında "Anayasanın 121. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak çıkartılmıştır." denilmesi bu KHK'lerin, Anayasa'nın 121. maddesinin öngördüğü ve yine Anayasa'nın 148. maddesi ile Anayasa Mahkemesi'nin denetimi dışına çıkartılan KHK niteliği kazanmalarına yetmemektedir. Bunlar, Anayasa'nın 121. maddesinin tanımladığı KHK'lerden değildir. 424 ve 425 sayılı KHK'ler Anayasa'nın 121. maddesinde öngörülenin dışında bir amacı gerçekleştirecek biçimde düzenlenmiştir: 1 KHK'ler konu bakımından yalnızca olağanüstü hal durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içermeleri gerekirken, yasa veya KHK değiştirmenin ve bunlara ekler yapmanın bir aracı olarak kullanılmışlardır. 2 KHK'ler, yalnızca olağanüstü hal rejimi uygulamasına neden olan şiddet olaylarının ortaya çıktığı bölgelerde değil, olağanüstü hal durumuna tümüyle yabancı olan, bu durumla ilgisi bulunmayan bölgelerde de, olağanüstü durumlara ilişkin uygulamalar yapılmasını, o bölgelerde de temel hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulabilmesi düzenlemesini getirmektedirler. Bu ve buna benzer durumlar nedeniyle 424 ve 425 sayılı KHK'leri Anayasa'nın 121. maddesinde tanımlanan ve Anayasa'nın 148. maddesine göre hakkında Anayasa Mahkemesi'ne iptal için başvurulamayacak KHK'ler yerine koymak olanaksızdır. B. Anayasa'nın 121. Maddesi: Anayasa'nın, "Olağanüstü hallerle ilgili düzenleme" başlığını taşıyan 121. maddesinin birinci fıkrası, olağanüstü hale karar verilmesi ve kararla birlikte yapılması gereken işlemleri belirlemektedir. Maddenin ikinci fıkrasında; "... olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasanın 15 inci maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibiEsas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 2 değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim biçimleri, olağanüstü hal kanununda düzenlenir." denilmektedir. Görülüyor ki, bu paragrafta ayrı ayrı, açık ve net biçimde belirtilen konular ancak yasayla düzenlenebilecektir. Anayasa'nın 13. ve 15. maddelerini değerlendirdiğimiz zaman görüleceği gibi, maddelerin metinlerinde ve gerekçelerinde belirlenen görüşler nedeniyle 121. maddenin ikinci fıkrasında belirlenen konular, 121. maddede yasayla düzenleneceği belirtilmemiş olsaydı dahi yine de Anayasa'nın 13. ve 15. madde hükümlerine göre bu konuların yasayla düzenlenmesi gerekecekti. Kaldıki, 121. maddede, belirtilen konuların yasayla düzenleneceğinin açıkça belirtilmiş olması, konuyu tartışılmaz duruma getirmiştir. Bu durumlar karşısında, Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen KHK'nin konusu, "olağanüstü halin gerekli kıldığı konular" olarak saptanmış ve sınırlandırılmıştır. Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının aynı madde içinde düzenlendiğini dikkate alarak, diyebiliriz ki, üçüncü fıkrada sözü edilen KHK, olağanüstü hal yasası çerçevesinde olayın niteliğine göre ancak somut önlemleri düzenleyecek ve saptayabilecektir. Anayasa'nın 121. maddesindeki, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılacak KHK'ye başkaca işlevler tanımak olanaksızdır. Böyle bir durum her şeyden önce Anayasa'nın 121. maddesinde yasayla düzenlenecek konuların tek tek belirlenmesini tümüyle anlamsız kılacaktır. Ayrıca, Anayasa'nın 13. ve 15. maddeleri ile bunların gerekçelerinde belirtilen esasları da inkâr etmek gibi bir sonuç doğacaktır. 424 ve 425 sayılı KHK'ler Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında belirtilen konulan değil, 121. maddesinin ikinci fıkrasında yasayla düzenlenmesi açıklanan konuları düzenlemişlerdir. Bu nedenle, KHK'ler Anayasa'nın 121. maddesinin de üçüncü fıkrasında öngörülen kararnameler niteliğini taşımamaktadırlar. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen KHK'nin çıkartılma yöntemi ve konusu bir bütündür. KHK'nin başlığına ''Anayasa'nın 121. maddesine göre çıkartılmıştır" tümcesi yazılarak, yine aynı paragrafta gösterilenlerden başka konulan düzenlemek ve böylece Anayasa Mahkemesi'nin denetiminden kaçmak olanaklı değildir. KHK'lerin Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasındaki yasayla düzenlenmesi gereken konuları içerdikleri tartışma götürmeyecek biçimde açıktır: 1 Daha önce yürürlüğe konulan 413 sayılı KHK'nin ilk üç maddesi, 423 sayılı KHK yürürlükten kaldırıldıktan sonra yeniden 424 sayılı KHK'ye alınmıştır. Bu üç madde, 424 sayılı KHK'nin 1. maddesi olarak düzenlenmiştir. Böylece, Olağanüstü Hal Yasası'na eklenen bu üç madde, daha sonra bu yasadan çekilerek 285 sayılıEsas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 3 KHK'ye eklenmiştir. Öncelikle bu durum dahi, 424 sayılı KHK'nin 1. maddesi ile düzenlenen konuların, yasayla düzenlenmesi gerekli olan konular olduğunu göstermektedir. 2 2935 sayılı Olağanüstü Hal Yasası'nın 11. maddesi, "Şiddet hareketlerinde alınacak tedbirler" başlığını taşımaktadır. Yasa'nın bu maddesi, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasındaki yasayla düzenlenmesi öngörülen konulardan; "Halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı" biçimindeki bölümün gösterdiği konuları içermektedir. Bir başka deyişle, 2935 sayılı Yasamam 11. maddesi, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrası gereği olarak düzenlenmiştir. O gereği, karşılamak üzere çıkartılmıştır. Tamamen, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasındaki konu, Yasa'nın 11. maddesindeki düzenleme ile karşılanmış ve gerçekleştirilmiştir. Görüldüğü gibi, 424 sayılı KHK'nin 1. maddesi 2935 sayılı Yasa'nın 11. maddesini doğrudan ilgilendirmektedir. Bu nedenler karşısında, görülmektedir ki, 424 sayılı KHK Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında belirlenenler dışında ve yasayla düzenlenmesi zorunlu olan konuları düzenlemiştir. 3 424 sayılı KHK'nin 4. maddesi, 285 sayılı KHK'de değişiklikler yapmaktadır. İşin gerçeğinde 285 sayıl) KHK'nin düzenlediği konular da yasayla düzenlenmesi gereken konulardır. Bu konular, "Olağanüstü yönetim usullerine" ilişkin olup, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında yasayla düzenlenmesi öngörülen konuları kapsamaktadır. Alınması gereken önlemlerin çerçevesini çizmek, belli konularda olağanüstü hal yönetimini yetkilendirmek, yetkinin konularını ve sınırlarını çizmek ayrı bir konu, bu yetkiler çerçevesinde, pratikteki duruma göre, yapılacak işleri somut olarak saptamak ayrı bir konudur. 424 sayılı KHK'nin diğer hükümleri Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ihdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'ye ek ve değişiklikler yaparak olağanüstü hal yönetimine verilen yetkileri belirlemektedir. Oysa ki, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında; "kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri, Olağanüstü Hal Kanununda düzenlenir." denilmektedir. Görülüyor ki bu konular da yasayla düzenlenmesi gereken konulardır. 4 425 sayılı KHK'nin, 1., 2. ve 3. maddeleri 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu'nda değişiklikler yapmaktadır. Bu değişikliklerin doğrudan doğruya yasayla yapılması gerekirdi. Kararname'nin 4. maddesi 285 sayılı KHK'de değişiklik yapmaktadır. Maddenin düzenlediği konu "Olağanüstü yönetim usullerine" ilişkin olup, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında yasayla düzenlenmesi gereken konular kapsamındadır. 5 424 ye 425 sayılı KHK'lerin tüm hükümleri, Olağanüstü Hal Yasası'nda daha öncede... düzenlenmemiş hususlardır. Getirilen bu hükümler, olağanüstü hal dışında yeni sınırlamalar ve sistem oluşturduğu gibi, yasanın öngördüğü kısıtlamalardan çok daha ağır kısıtlamaları içermektedir.Esas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 4 Bu durum 424 ve 425 sayılı KHK'lerin düzenledikleri konuların yasayla düzenlenmesindeki zorunluluğu ortaya koymaktadır. Sunulan tüm bu nedenler karşısında 424 ve 425 sayılı KHK'ler, Anayasa'nın 121/3. maddesinde belirlenen KHK niteliğini taşımadıklarından Anayasa Mahkemesi'nin denetimine bağlıdırlar. C. Anayasa'ya Aykırılık Gerekçeleri: 1 Anayasa'nın 91. ve 121. Maddelerine Aykırılık Gerekçesi: a) Yukarıda da belirtildiği her iki KHK'nin ilk paragraflarında Anayasa'nın 121. maddesi ile 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak karar1 aştırıldığı belirtilmektedir. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası ve 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesine göre, olağanüstü hallerde kararlaştırılacak olan KHK'nin düzenleme konusu "Olağanüstü halin gerekli kıldığı konular"dır. 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile, Anayasanın 121. maddesinin üçüncü fıkrası arasında konu yönünden bir farklılık yoktur. Yasa'nın 4. maddesi Anayasadaki sözcükleri aynen yinelemektedir. Demek ki, 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesi de olağanüstü hal yönetimi ve olağanüstü hal yönetiminin yetkileri ile ilgili başkaca bir düzenleme getirmemektedir. Oysa, 424 ve 425 sayılı KHK'ler düzenlediği konular yukarıda da belirtildiği gibi Anayasa'nın 121 maddesinin ikinci fıkrasında belirlenen ve tümüyle olağanüstü hal yönetimi ve olağanüstü hal yönetiminin yetkileri ile bu yetkilerin genel çerçevesi ve genel kapsamı ile ilgili bulunmaktadır. Kaldıki, 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesi, Anayasa'nın 91. maddesinde belirlenen yetki yasası niteliğini de taşımamaktadır. Bu nedenle, KHK'ler Anayasa'nın 121. maddesine aykırı olduğu gibi, Anayasa'nın 91. maddesine de uygun bulunmamaktadır. b) 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesinde; "... Anayasa'nın 91. maddesindeki kısıtlamalara ve usule bağlı olmaksızın ..." sözcükleri yer almaktadır. Anayasa'nın 121. ve 91. maddelerinde Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında çıkartılacak KHK'nin bir yetki yasasına dayanmayacağı konusunda bir hüküm yoktur. Anayasa'da böyle bir hüküm bulunmadığına göre, 91. maddenin getirdiği nitelikte bir yetki yasasına dayanmayan 424 ve 425 sayılı KHK'lerin 91. maddeye aykırı biçimde oluşturulmaları nedeniyle iptal edilmeleri gerekir. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen KHR\un tamamen ivedi ve özel bir durumla ilgili ve Anayasa'nın ayrı bir maddesi ile sağlanan bir yetki olması nedeniyle herhangi bir yetki yasasına dayanması gerekmediği; ayrıca, Anayasa'nın 91. maddesinde yer alan; "Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan BakanlarEsas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 5 Kurulu'nun kanun hükmünde kararname çıkarmasına ilişkin hükümleri saklıdır." biçimindeki hükmü yorumlanarak Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen kanun hükmünde kararnamenin, 91. maddeye aykırılık oluşturduğu söylenebilir. O durumda, Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen KHK'yi bu ayrıklığın tüm öğelerini anayasal dayanaklarını dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası, Anayasa'nın 91. maddesindeki; "kararnameler Resmi Gazetede yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur." tümcesi yerine, "Bu kararnameler, Resmi Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur." biçimindeki bir anlatımı benimsemiştir. "Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur" tümcesi ile "Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur" tümcesi birbirinden çok farklı anlam ve nitelik taşımaktadırlar. "Onay" kamu hukukunda işlemi tamamlayan, işlemi gerçekleştiren bir olaydır. Onaydan önce yönetsel işlem meydana gelmez ve geçerlilik kazanmaz. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasına göre çıkartılan KHK'lerin kararlaştırılmaları öncesinde TBMM'nin bir rolü ve katkısı olmadığı için, yürürlüğe konduktan sonra, artık TBMM'nin kesin onayına gereksinim vardır. Bu KHK'lerin kararlaştırılıp yayımlanmasından sonra TBMM'nin iradesinin, devreye sokulmaması durumunda, KHK'ler yasa hükmünde ve bağlayıcı olma niteliği kazanamaz, işte, bu nedenlerle "TBMM'nin onayına sunulur." esası getirilmiştir. Yine, Anayasanın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında bunların Meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve yöntemin içtüzükte belirleneceği öngörülmektedir. Ayrıca, 91. maddede; "Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ivedilikle görüşülür." denilmesine karşın Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası, bu maddeye göre çıkartılacak KHK'lerin onaylanmasını sağlayacak ve bu onayın belli bir süre içerisinde gerçekleştirilmesini olanak verecek özel bir yöntem öngörmektedir. Bu yöntem, temel hak ve özgürlükler yönünden son derece önem taşıyan bir düzenlemenin, TBMM'nce en kısa zamanda karara bağlanmasına, olanak vermek amacıyla oluşturulan tamamen özel bir yöntemdir. Bunların Mecliste onaylanmasına ilişkin süre, kuşkusuz bu onaylanmayı gerçekleştirmeye yeterli bir süre olacaktır. Ancak, 424 ve 425 sayılı KHK'lerin onay işlemlerinin gerçekleşmesini sağlayacak uygun süre çoktan aşılmıştır. 424 ve 425 sayılı KHK'ler doğrudan TBMM'nin onayına sunulacağı yerde, TBMM'nin İçişleri Komisyonuna sevk edilmek suretiyle, diğer KHK yöntemine bağlı tutulması ve halen komisyonlarda bekletilmesi Anayasa'nın 121 maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen yöntem ve amaca, olayın özelliğine ve niteliğine tümüyle aykırıdır. Tüm bu nedenlerle Anayasa'nın 91. ve 121. maddelerine her koşulda aykırı düşen 424 ve 425 sayılı KHK'lerin iptaline karar verilmesi gerekir.2 Anayasa'nın 5., 6., 7. ve 120. Maddelerine Aykırılık Gerekçesi: Anayasa'nın 120. maddesinden açıkça anlaşılacağı üzere; Olağanüstü hal bölgesi; "Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmayaEsas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 6 yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıktığı veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi, şekilde bozulduğu" bölgelerdir. Yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkmadığı bir bölgede, olağanüstü hal rejimi uygulamasının ne gerekçesi, ne de hukuksal dayanağı vardır. Anayasa'nın 120. maddesinde ayrıca; "... yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde..." denilerek olağanüstü hal rejiminin duruma göre coğrafi sınırları da çizilmektedir. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında "olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda" denilerek alınacak önlemleri bir bakıma olağanüstü hal bölgesi ile sınırlanacağını belirlemektedir. Olağanüstü hal rejiminin, olağanüstü hal taşımayan bölgelere uygulanması böyle bir durumun sözde neden sayılarak ülkenin tümünü olağanüstü hal rejimi ile yönetmek kapısını açar ki, bu durum Anayasaya aykırılıktan öte doğrudan doğruya Anayasa'yı bozma niteliğini kazanır. Böyle bir yetkinin anayasal dayanağı olduğu biçiminde bir savda bulunmaya olanak yoktur. O nedenle, böyle bir durum, "Hiç bir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz." denilen Anayasa'nın 6. maddesine de aykırıdır. Anayasa'nın "Devletin temel amaç ve görevleri" başlığım taşıyan 5. maddesi, Devlete "Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak" görevini vermiştir. Oysa, yukarıda sunulan anlayış, demokrasiyi korumak değil, her olanaktan yararlanarak demokrasiden uzaklaşmayı adeta amaçlamıştır. Bu nedenle, böyle bir durum Anayasa'nın 5. maddesine de aykırıdır. 424 sayılı KHK olağanüstü hali yaratan şiddet hareketlerinin ortaya çıktığı veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulduğu ve bu nedenle olağanüstü hal uygulaması yapılan bölge dışında da olağanüstü hal kurallarını uygulama esasını getirmektedir. KHK mücavir alan diye bir bölge yaratmaktadır. Oysa, Anayasa, olağanüstü hal rejimi uygulaması yapılacak bir mücavir alan öngörmemiştir. Mücavir alan, kuşkusuz şiddet hareketlerinin ortaya çıkmadığı bir alandır. Öyle olsaydı, bu alanda ela şiddet hareketleri nedeniyle olağanüstü hal ilân edilirdi. Ünlem düşüncesi ile de olsa, şiddet hareketlerinin ortaya çıkmadığı bir bölgede olağanüstü hal rejiminin uygulanması yetkisini Anayasa vermemektedir. 285 sayılı KHK, mücavir alanın kimler tarafından saptanacağı konusunda bir hüküm getirmiştir. Bunlar diledikleri her alam, mücavir alan ilân ederek oralarda olağanüstü hal rejiminin uygulanmasını sağlayabilirler. Böyle bir durum, tüm anayasal sistemi, temel hak ve özgürlükleri etkisiz kılabilecek ve hiç bir güvencesi olmayan bir yöntem oluşturur. 424 sayılı KHK'nin 1/c, 3., 4., 5., 6., 7., 8. ve 9. maddelerinde öngörülen olağanüstü hale ilişkin kurallar yine bu maddelere göre mücavir alanda da uygulanacaktır. Anayasa'nın 7. maddesi, yasama yetkisinin devredilmeyeceğini vurgulamaktadır. Oysa, böyle bir içerik taşıyan KHK ile ülkenin tümünde de olağanüstü hal sözkonusu olmadığı durumlarda tüm ülkeyi olağanüstü hal rejimi ile yönetmek olanağı doğacaktır. Bu durum ise yasama yetkisinin devredilemezliğinin anlam ve etkisini tüketebilecektir.Esas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 7 Bu nedenlerle 424 sayılı KHK'nin 1/c, 3., 4., 5., 6., 7., 8. ve 9. maddeleri Anayasa'nın 5., 6., 7., 13., 15., 120. ve 121. maddelerine aykırıdır: iptal edilmeleri gerekir. 424 sayılı KHK, olağanüstü hal bölgesinde hasınla ilgili olarak uygulanacak olağanüstü hal rejiminin ülke düzeyinde olağanüstü hal bölgesi dışında da uygulama esasını getirmektedir. KHK'nin 1/a maddesinde; "Bunların bölge içinde veya bölge dışında basılmış olup olmadıklarına bakılmaksızın; basılmalarını, çoğaltılmamalarını, yayımlanmalarını, dağıtılmalarını süreli veya süresiz yasaklamak, gerektiğinde bunları basan matbaaları kapatmak" denilerek 1/a maddesiyle getirilen olağanüstü hale ilişkin uygulamaların, olağanüstü hal bölgesi dışında da uygulanacağını açıkla belirlemektedir. 424 sayılı KHK'nin 1/a maddesi bu yönden Anayasa'nın 5., 6., 7., 13., 15., 120., 121. maddelerine aykırı olduğu gibi Anayasa'nın, basın hürriyetine ilişkin 28. ve 29. maddesine de aykırı bulunmaktadır. Daha ileride de vurgulayacağımız gibi Anayasa'nın 15. maddesi düşünce özgürlüğü ile ilgili olarak bu tür bir KHK'nin çıkarılamayacağını öngörmektedir. Basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle, KHK ile böyle bir düzenleme yapmanın anayasal bir dayanağı yoktur. 424 sayılı KHK'nin l /b maddesi, olağanüstü hal bölgesi dışında zorunlu yerleşim yaptırımını getirmektedir. Bir kimse, olağanüstü hal bölgesi dışına çıkarılmış ise, artık o kişiye zorunlu yerleşim uygulamak olanağı kalmayacaktır. Artık, o kişiye, o bölgede olağanüstü hal yaptırımı ve rejimi uygulanması Anayasa'nın temel düzeni karşısında olanaksızdır. Bu nedenle, bu KHK'nin 1/b maddesi de Anayasa'nın 5., 6., 7., 13., 15., 120., 121. maddelerine aykırı olduğu gibi, Anayasa'nın "Yerleşme \e seyahat hürriyeti" başlığını taşıyan 23. maddesine de aykırı bulunmaktadır. Tüm bu nedenler karşısında Anayasa'ya aykırı olan bu hükmün de iptali gerekir. 424 sayılı KHK'nin 4. maddesi; Türk Medeni Kanunu ve Borçlar Kanunu'na göre hükmedilmedi gereken manevi tazminat miktarını, olağanüstü hal için yeniden düzenlemekte bunun olağanüstü hal bölgesi dışında da uygulanması esasını getirmektedir. Yukarıdaki nedenler karşısında 424 sayılı KHK'nin 4. maddesi de Anayasa'nın 5., G., 7., 13., 15., 120., 121. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir. 424 sayılı KHK'nin 5. maddesi; kimi suçlarla ilgili olarak yeni cezalar getirmekte ve bu cezaların olağanüstü hal bölgesi dışında da uygulanmalarını öngörmektedir. Böylece, KHK'nin 5. maddesi, yasa ile düzenlenmesi gereken bir konuda düzenleme yapmaktadır. Oysa, ceza yaptırımı ancak ve ancak bir yasa ile olanaklıdır. Bütün bu nedenler karşısında 424 sayılı KHK'nin 5. maddesi bu yönden de Anayasa'nın 5., 6., 7., 13., 15., 120. ve 121. maddelerine aykırılık oluşturduğu gibi, Anayasa'nın "Suç ve cezalara ilişkin esaslar" başlığını taşıyan 38. maddesindeki "Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur." hükmüne de açıkça aykırı bulunmaktadır; iptali gerekir. 3 Anayasa'nın 13. Maddesine Aykırılık Gerekçesi:Esas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 8 Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması'' başlığını taşıyan 13. maddesinin 1. fıkrasında; "Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünme/ bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacıyla ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabilir." denilmektedir. Bu fıkra, temel hak ve özgürlüklerin genel nitelikte olan sınırlama nedenlerini belirttiği gibi, temel hak ve özgürlüklerin özel maddelerinde gösterilen nedenlerle de sınırlanabileceğini öngörmektedir. Maddenin gerekçesinde; "Temel hak ve hürriyetler, genel sınırlama nedenleri yanında ve bunlara ilâveten her bir hak veya hürriyeti mahsus özel maddede açıkça öngörülen "özel sebeplerle" de sınırlanabilecektir. Meselâ "Düşünce açıklama ve yayma hürriyeti", genel sınırlama nedenlerine eklenmek suretiyle, suçların, önlenmesi, meslek sırrının korunması, yargılama görevinin amacına uygun olarak yerine getirilmesi nedenleriyle de sınırlanabilecektir. Bu maddenin birince fıkrasında yer alan "... korunması amacıyla ve aynı zamanda Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen özel sebeplerle ve ancak kanunla sınırlanabilir" ibaresinin anlamı budur. Ayrıca ilâve etmek gerekir ki, yukarıda belirtildiği gibi, "özel sınırlama sebebi" yalnız bir hak veya hürriyetle ilgili maddede değil, Anayasa'nın herhangi bir maddesinde de yer alabilecektir. Maddenin birinci fıkrasında "ancak kanunla" denilmek suretiyle, hak ve hürriyet sınırlamalarının münhasıran kanun konusu olduğu; yani yasama tasarrufundan başka bir düzenleyici tasarrufla (tüzük, yönetmelik vb.) hak ve hürriyetlerin sınırlanmayacağı belirtilmiştir. Hak ve hürriyetlerin sınırlanmasında mümkün tek amaç olarak kanun yani yasama tasarruflarının seçildiğini gösteren bu hüküm dahi "genel" niteliktedir. Diğer bir deyimle hak ve hürriyetlere ait bütün maddelere sâri bir genel hükümdür. Bu nedenle herhangi bir hak veya hürriyete ait maddede, o hak ve hürriyetin ''kanunla'' sınırlanabileceğini ayrıca belirtmeye ihtiyaç yoktur: ve maddelerin yazımında bu hususa sadık kalınmıştır." denilmektedir. 424 ve 425 sayılı KHK'lerin içerdikleri konular temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ile ilgili oldukları gibi, bu KHK'lerin dayanağını teşkil ettiği belirtilen Anayasa'nın 121. maddesi ve özellikle konumuz yününden ilgisi dolayısıyla üçüncü fıkrası esasında bir temci hak ve özgürlük sınırlandırılması yöntemi ve hükmünden ibarettir. Bu nedenle, Anayasa'nın 15. maddesinin ve bu maddenin gerekçesinin belirlediği ve yukarıda sunduğumuz ilkeler Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası ve haliyle 424 ve 425 sayılı KHK'lerin konuları için de geçerlidir. Yine 13. maddenin gerekçesinde; "maddenin 2. fıkrası, son satırı, hak ve hürriyetlerin sınırlanmasında öngörülen genel ve özel nedenlerin belli amaçlara yönelik bulunduğu; binnetice ancak bu amaçları gerçekleştirmek için bu nedenlerin öngörüldüğünü vurgulamaktadır. Öngörülen amaçlar, nedenler bahane edilerek, başka bir amaca ulaşmak için hak ve hürriyetler sınırlanmayacak; yahut meşru amaç güdülerek sınırlanmış olsalar bile, getirilen sınırlama bu amacın zorunlu, yahut gerekli kıldığından fazla olmayacaktır. Diğer bir deyimle, amaç ve sınırlama orantısı her halde korunacaktır." denilmektedir.Esas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 9 Oysa, 424 ve 425 sayılı KHK'ler Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasındaki amacı gerçekleştirmek için öngörülmüş olmasına karşın, bu amacın zorunlu veya gerekli kıldığından çok fazla sınırlamalar getirilmekte, amaç ve sınırlama orantısı ortadan kaldırılmaktadır. Yine şunu da vurgulamak gerekir ki, Anayasa'nın 13. maddesinde genel veya özel sebeplerle yapılacak kısıtlamaları Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna uygun olarak yasa ile sınırlanacağını ve bu sınırlamaların demokratik toplum düdeninin gereklerine aykırı olmayacağı vurgulanmakladır. Bütün bu nedenler karşısında 4 24 ve 125 sayılı KHK'ler hem içerikleri ve hem de çıkarılma yöntemleri bakımından Anayasa'nın 13. maddesine açıkça aykırıdır. 4 Anayasa'nın 15. Maddesine Aykırılık Gerekçesi: "Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması" başlığını taşıyan Anayasa'nın 15. maddesinin birinci fıkrasında "Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde . . . durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir." denilmektedir. Maddeden anlaşıldığı gibi, olağanüstü durumlarda temel hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulması, durumun gerektirdiği ölçüde olacaktır. Bu durum, gerekçede daha da açık anlatılmakta ve; "Fıkra içinde, öngörülen ağır tedbirlerin, ("durdurma" yahut "güvencenin kaldırılması") sınırı da gösterilmiş; bu suretle, bunların hak ve hürriyetler için dayanaksız bir tehdit teşkil etmeleri önlenmek istenmiştir. Ezcümle, hak ve hürriyetlerin durdurulması yahut bunlar için öngörülen güvencelere aykırı tedbirler getirilmesinde "durumun gerektirdiği ölçü içinde kalınacak" yani "istisna" da orantı korunacak; aynı zamanda, hak ve hürriyetlere getirilecek "istisnalar" uluslararası hukuktan doğan yükümlülükleri ihlâl etmeyecektir." denilmektedir. Yine maddenin gerekçesinde, "Savaş veya sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilanında uyulacak hükümler, bu durumlarda sahip bulunulan olağanüstü yetkiler; kısaca bu durumlara ilişkin temel hükümlerin Anayasada; ayrıntıların ise özel yasalarda gösterileceği" belirtilmektedir. Şu hususu da önemle vurgulamanın gereğine inanmaktayız. Anayasa' nın 15. maddesi, savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hal durumlarında dahi kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağını ve bundan dolayı suçlanamayacağını belirtmektedir. Bunlar, yani Anayasa'nın 15. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen hususlar hiç bir biçimde geçilemeyecek, aşılamayacak, sınırları oluşturmaktadır. 424 ve 425 sayılı KHK'ler, basın özgürlüğüne ilişkin olarak geniş kısıtlama olanakları getirdiği gibi, yorum yapmayı dahi yasaklayan ve suç sayan hükümler içermektedir. Bütün bu durumlar karşısında 424 ve 425 sayılı KHK'ler Anayasa'nın 15. maddesinde belirtilen şuurları da aşan düzenlemeler yaparak Anayasa'nın 15. maddesine açıkça aykırılık oluşturmakla ve im madde ile de çatışmaktadırlar, iptal edilmeleri gerekir.Esas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 10 5 Anayasa'nın 2. Maddesine Aykırılık Gerekçesi: Anayasa'nın "Cumhuriyetin nitelikleri" başlığını taşıyan 2. maddesinde, "Türkiye Cumhuriyetinin adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokratik ... sosyal bir hukuk devleti" olduğu belirtilmektedir. Hukuk devleti ile bağdaşmayan düzenlemeleri, Anayasa'nın herhangi bir hükmünü şu veya bu şekilde yorumlayarak, Anayasa'ya dayalı bir işlem gibi sunmaya, meşru ve geçerli kılmaya olanak yoktur. Hukukun temel ilkelerine dayanmayan, hukuk devletinin varlığı ve aman ile bağdaşmayan ve Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkartılan. 424 ve 425 sayılı KHK'leri hukuk devletinin tasarrufu niteliğinde saymak olanaksızdır. a) Anayasa Mahkemesi'nin hukuk devleti tanımında arıkça belirtildiği üzere; hukuk devleti, "bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı bulunan devlet demektir. 424 sayılı KHK'nin 10. maddesinde; "Bu kanun hükmünde kararname ile içişleri Bakanlığına, Olağanüstü Hal Bölge Valisine ve il valilerine tanınan yetkilerin kullanılması ile ilgili her türlü karar ve tasarruflarından dolayı, bunlar hakkında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz." denilmektedir. 425 sayılı KHK'nin 4. maddesinde ise, "En kanun hükmünde kararname ile Olağanüstü Hal Bölge Valisine tanınan yetkilerin kullanılması ile ilgili idari işlemler hakkında iptal davası açılamaz." denilmektedir. 425 sayılı KHK'nin 1. maddesinde; 2935 sayılı Kanun'un ek 1. maddesini değiştiren bölümde; "Ek Madde 1. Olağanüstü hal kanununun verdiği yetkilerin kullanılmasından dolayı tazminat görevlisine şahsi kusurdan dolayı rücu edebilmesi, şalisi kusurun çok açık ve ağır olmasına tâbidir, İçişleri Bakanının uygun görüşü olmadıkça rücu davası açılamaz" denilmektedir. Burada rücu davası kişisel kusurun çok ağır ve çok açık olmasına ve İçişleri Bakanının uygun görüş bildirmesine bağlanmıştır. Kişisel kusurun çok açık, çok ağır olması öznel değerlendirmeye olanak vereceği gibi, İçişleri Bakanının uygun görüş bildirmesi de takdirine bırakılmıştır. Bunlar rücu davası açılmasını her zaman engelleyebilecek koşullardır. Bu hükümle, rücu davası açılması değil de, sanki açılmaması öngörülmektedir. b) 424 sayılı KHK'nin 1. maddesinin (a) bölümünde; bölgedeki faaliyetleri yanlış aksettirmek veya gerçek dışı haber ve yorumlar yapmak suretiyle bölgedeki kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına veya bölge halkının heyecanlanmasına neden olacak veya güvenlik kuvvetlerinin görevlerini gereği gibi yerine getirmelerini engelleyecek biçimde yayımlanan basılmış eserlerin yasaklanması öngörülmektedir. Maddedeki kavramlar, içeriği, kapsamı ve sınırlan belli olmayan öznel değerlendirmelere tamamen elverişli olan kavramlardır. Bu hükmün olağanüstü hal bölgesi dışında da uygulanacağı düşünülürse bunun hukuk devleti açısından tehlikesi daha da açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. Böyle bir düzenleme, hiç bir hukuksal esasa bağlı olmadan, dilediği gibi uygulamaları yönünden yetkililere olanak verenEsas Sayısı: 1990/25 Karar Sayısı: 1991/1 11 ve tümüyle keyfiliği getiren bir düzenlemedir. Keyfilik, hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmaz. Bu nedenle bu hüküm Anayasa'nın 2. maddesine de aykırıdır, iptali gerekir. c) 424 sayılı KHK ile yürürlükten kaldırılan 413 sayılı KHK, içerik olarak hemen hemen 424 ve 425 sayılı KHK'lerle aynı hükümleri taşımakta idi. 413 sayılı KHK'nin pek çok hükmü olağanüstü hal yasasında değişiklik veya yasaya ek yapmak için düzenlenmişti. Yasayla düzenlenecek konuları düzenlemesi ve getirilen hükümlerin hukuk, demokrasi ve Anayasa ile bağdaşmadığı dikkate alınıp 413 sayılı KHK. yürürlükten kaldırılarak 424 ve 425 sayılı KHK'ler oluşturulmuştur. Belirtilen tüm durumlar karşısında hem içerik ve hem de yöntem açısından her iki KHK, hukuk devletine ilişkin olarak yukarıda sunduğumuz tanımlama ve değerlendirmelere ters bulunduğundan 424 ve 425 sayılı KHK'ler Anayasa'nın 2. maddesi ile de çelişki ve çatışmaktadır. Anayasa'nın bu maddesine de aykırıdır; iptali gerekir. 6 Anayasa'nın 103. ve 104. Maddelerine Aykırılık Gerekçesi: Yukarıdan beri sunduğumuz durumlar karşısında görülmektedir ki; KHK'lerin gerek yöntemi ve gerekse içeriğini düzenleyen anlayış, hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne ters düşen, demokrasiyi yadsıyan bir anlayışın ürünüdür. Böylesine, hukuk, demokrasi ve Anayasa dışı bir düzenlemeye Cumhurbaşkanı imza koymuştur. Cumhurbaşkanı görevine başlarken, Anayasa'nın 103. maddesine göre; "Cumhurbaşkanı sıfatı ile ... Anayasaya, hukukun üstünlüğü: e, demokrasiye ... lâik cumhuriyet ilkesine bağa kalacağına ... adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağına ... Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda namusu ve şerefi üzerine and" içmiştir. Cumhurbaşkanının ceza! sorumluluğu yüktür. Ancak, demokrasinin, hukuk üstünlüğünün ve Anayasa'nın temel kuralları ile bağlı bulunmaktadır. Diğer taraftan, Anayasa'nın "görev ve yetkileri" başlığını taşıyan 104. maddesinde; "Cumhurbaşkanı Devletin başıdır . . . Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir." denilmektedir. Hukuk devleti yönünden içeriği ve çıkarılma yönteminin, ne denli sakıncalar taşıdığı yukarıdan beri sunulan, 424 ve 425 sayılı KHK'lere Cumhurbaşkanının imza koyması, içtiği and ve yükümlü bulunduğu görevle ilgili Anayasa'nın 103. ve 104. maddelerine açıkça aykırıdır. .Belirtilen nedenlerle bu KHK'ler Anayasa'nın 103. ve 104. maddelerine aykırılık oluşturmaktadırlar; iptalleri gerekir." | 4,070 |
Esas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '' 1) 633 Sayılı 'Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 32 nci Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasındaki, '' Denetim Hizmetleri Başkanı '' İbaresinin Anayasaya Aykırılığı 03.06.2011 tarihli ve 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasında, Bakanlık merkez teşkilatında kadroları karşılık gösterilmek suretiyle, 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak çalıştırılabilecek Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Genel Müdür, Strateji Geliştirme Başkanı, Bakanlık Müşaviri, I. Hukuk Müşaviri, Genel Müdür Yardımcısı, Daire Başkanı, Özel Kalem Müdürü, Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri, Aile ve Sosyal Politikalar Uzmanı, Hukuk Müşaviri, Aile ve Sosyal Politikalar Uzman Yardımcısı kadrolarına atanacaklar arasında Denetim Hizmetleri Başkanına da yer verilmiştir. Aynı fıkrada, bu şekilde çalıştırılacak personele, bu Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (II) sayılı cetvelde unvanlar itibarıyla yer alan taban ve tavan ücretleri arasında kalmak üzere, Bakanın onayı ile belirlenecek tutarda aylık brüt sözleşme ücreti ve sözleşme ücretine ek olarak Ocak, Nisan, Temmuz ve Ekim aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarında ikramiye ödeneceği ile bunlardan üstün gayret ve çalışmaları sonucunda emsallerine göre başarılı çalışmalar yaptıkları tespit edilenlere, Bakanın onayı ile Haziran ve Aralık aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarına kadar teşvik ikramiyesi ödeneceği hükümleri dikkate alındığında; Bakanlık personeli arasında yıllık ücret kazançları farklılaştırılarak artırılan söz konusu personel arasına Denetim Hizmetleri Başkanının dahil edilmesinin nedeninin aynı statüde olduğu varsayılan Strateji Geliştirme Başkanı ile arasında ücret eşitliğini sağlamaya yönelik olduğu anlaşılabilmektedir. Ancak, Strateji Geliştirme Başkanlığı 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanunun 15 inci maddesinde belirtilen hiyerarşik kademe ve birim unvanları arasında yer alırken; Denetim Hizmetleri Başkanlığı ise hiyerarşik kademe ve birim unvanları arasında yer almayıp, doğrudan bakana bağlı olarak görev yapmakta ve müfettişlik mesleği ise kariyer mesleğin prototipini oluşturmaktadır. Dolayısı ile Strateji Geliştirme Başkanı ile Denetim Hizmetleri Başkanı aynı statüde olmadığı gibi, ücrette adaletin sağlanmasının yolu da Denetim Hizmetleri Başkanını görev güvencesinden yoksun kılmak amacıyla kadro karşılık gösterilmek suretiyle 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli çalıştırılmasından geçmemektedir. Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen Denetim Hizmetleri Başkanları ile müfettişlerin tamamının, statülerine ve yaptıkları görevin önemi ile kullandıkları yetkinin gereklerine uygun mali ve sosyal haklara kavuşturulması, bu alanda bütünü kapsayıcı bir yasal düzenleme yapmaktan geçmektedir. Anayasanın 112 nci maddesinin ikinci fıkrasında, bakanların Başbakana karşı sorumlu olup, ayrıca kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden sorumlu olacağı kuralı getirilmiştir.Esas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 2 Anayasanın bu emredici kuralına dayalı olarak 3046 sayılı Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrasında, bakanın, bakanlık teşkilatının en üst amiri olduğuna yer verilmiş; ikinci fıkrasında, bakanların, bakanlık hizmetlerini mevzuata, Hükümetin genel siyasetine, milli güvenlik siyasetine, kalkınma planlarına ve yıllık programlara uygun olarak yürütmekle ve bakanlığın faaliyet alanına giren konularda diğer bakanlıklarla işbirliği ve koordinasyonu sağlamakla görevli ve başbakana karşı sorumlu oldukları belirtilmiş; üçüncü fıkrasında ise, her bakanın ayrıca emri altındakilerin faaliyet ve işlemlerinden de sorumlu olup, bakanlık merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşların faaliyetlerini, işlemlerini ve hesaplarını denetlemekle görevli ve yetkili olduğu açıkça hüküm altına alınmıştır. Aynı hükümler 633 sayılı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK'nin 4 üncü maddesinde değişik ifadelerle yinelenmiştir. 3046 sayılı Kanunun 21 nci ve 633 sayılı KHK'nin 4 üncü maddesinde belirtilen, Bakanlığın merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarının faaliyetlerini, işlemlerini ve hesaplarını denetleme görev ve yetkisini bakan kendi eliyle yapamayacağına göre, bu işleri doğrudan Bakana bağlı olarak ve Bakan adına yapmak üzere, 633 sayılı KHK'nin 12 nci maddesiyle Denetim Hizmetleri Başkanlığı kurulmuştur. 633 sayılı KHK'nin 12 nci maddesinde yazılı olan ve doğrudan Bakana bağlı olarak Bakan adına yürütülen hizmetin niteliği ile görevin özelliği, Denetim Hizmetleri Başkanının görevini tarafsız, bağımsız ve hukuki güvenlik içinde yapmasını bunun için de görev güvencesine sahip olmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla bakanların Anayasanın 112 nci maddesinde yer alan sorumluluklarını hukuka ve kamu yararına uygun olarak yerine getirebilmeleri Denetim Hizmetleri Başkanının her türlü etki ve yönlendirmeden uzak bir şekilde görev yapmasına olanak sağlayacak görev güvencesinden geçmekte; aksine düzenleme Anayasanın 112 nci maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Öte yandan, Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir. Yasaların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasakoyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Anayasaya uygunluğun sağlanmasında, yasa koyucunun kamu yararı anlayışının isabetli olup olmadığı değil, konulan kuralın kamu yararı dışında belli bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup olmadığı önem taşımaktadır. Yurttaşlardan sağlanan kaynaklarla finanse edilen kamu hizmetlerinin süreç ve sonuçlarının yasal düzenlemelere, önceden belirlenmiş amaç ve hedeflere, performans ölçütlerine ve kalite standartlarına göre analiz edilmesi, karşılaştırılması, kanıtlara dayalı olarak değerlendirilmesi, hataların önlenmesi, yönetim ve kontrol sistemlerinin geçerli, güvenilir ve tutarlı olmasının sağlanması, kamusal faaliyetlere rehberlik edilmesi ve iyi uygulama örneklerinin ortaya çıkarılarak teşvik edilmesi görevlerinin, görev güvencesine sahip kamu görevlilerince yürütülmesinde kamu yararı olduğu; buna karşın görev güvencesinden yoksunluğun bağımsızlık ve tarafsızlığın yitirilerek hizmetten yararlananlar ile hizmeti finanse edenler aleyhine ve çıkar grupları lehine sonuçlar doğuracağı inkar edilemez bir gerçektir. Bu bağlamda, Denetim Hizmetleri Başkanının sözleşmeli olarak görev güvencesinden yoksun birEsas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 3 şekilde çalıştırılmasını öngören düzenleme Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer alan '' Denetim Hizmetleri Başkanı '' ibaresi, Anayasanın 2 nci ve 112 nci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 2) 03.06.2011 Tarihli ve 633 Sayılı 'Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Geçici 3 üncü Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (a), (b), (c), (ç), (d) ve (f) Bentlerinin Anayasaya Aykırılığı 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinde, 633 sayılı KHK ile Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğüne dönüştürülen Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğünde genel müdür ile şube müdürü arasındaki kadrolarda ve (f) bendi ile taşra teşkilatında il müdürü ve il müdür yardımcısı kadrolarında; (b) bendinde, Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğüne dönüştürülen Özürlüler İdaresi Başkanlığında Başkan ile Şube Müdürü arasındaki kadrolarda; (c) bendinde, ismi aynı kalan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünde Genel Müdür ile Şube Müdürü arasındaki kadrolarda; (ç) bendiyle, Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğüne dönüştürülen Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğünde Genel Müdür ile Şube Müdürü arasındaki kadrolarda; (d) bendinde, Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğüne dönüştürülen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğünde Genel Müdür ile Müdür arasındaki kadrolarda; (e) bendinde ise, 5502 sayılı Kanunun 633 sayılı KHK'nin 35 inci maddesinin (3) numaralı bendiyle yürürlükten kaldırılan 15 inci maddesindeki Primsiz Ödemeler Genel Müdürlüğünde Genel Müdür ve Daire Başkanı kadrolarında bulunanların; görevlerinin hiçbir işleme gerek kalmaksızın sona ereceği; bunlardan Döner Sermaye Merkez Müdürü, Müşavir, Şube Müdürü, Müdür, Özel Kalem Müdürü, İl Müdürü, İl Müdür Yardımcısı kadrolarında bulunanların ekli (3) sayılı listede ihdas edilen araştırmacı kadrolarına, diğerlerinin ise aynı listede ihdas edilen Bakanlık Müşaviri kadrolarına halen bulundukları kadro dereceleriyle hiçbir işleme gerek kalmaksızın atanmış sayılacakları hükme bağlanmaktadır. Özetle, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı altında birleştirilen kurum, başkanlık ve genel müdürlüklerin müdür yardımcısı ve üstü kadrolarının tamamı Yasayla boşaltılmakta; müdür ve müdür yardımcıları bulundukları kadro derecesiyle ihdas edilen 'araştırmacı' kadrolarına, daire başkanı ve üstü kadrolarda bulunanlar ise 'Bakanlık Müşaviri' kadrolarına atanmaktadır. Anayasa Mahkemesinin birçok kararında belirtildiği üzere, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukukî güvenliğin bir sonucu da kazanılmış haklara saygı gösterilmesi ilkesidir. Kazanılmış hak, kişinin bulunduğu statüden doğan ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş haktır. KişilerinEsas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 4 hukuk düzenine güvenerek elde ettikleri hakların sonradan çıkarılacak yasal düzenlemelerle ihlal edilmemesi bu ilkenin gereğidir. 657 sayılı Kanunun Temel ilkeler başlıklı 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (B) bendinde kariyer, Devlet memurlarına yaptıkları hizmetler için lüzumlu bilgilere ve yetişme şartlarına uygun şekilde, sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme imkanını sağlamaktır şeklinde; liyakat ise, Devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini liyakat sistemine dayandırmak ve bu sistemin eşit imkanlarla uygulanmasında Devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmaktır şeklinde tanımlanmıştır. Primsiz Ödemeler Genel Müdürlüğü dışında kalan kurum, başkanlık ve genel müdürlükler kapatılmayıp ismi değiştirilerek Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı altında genel müdürlükler olarak teşkilatlandırıldığına ve ismi değiştirilen ve değiştirilmeyen söz konusu teşkilatlardaki başkan, başkan yardımcısı, genel müdür, genel müdür yardımcısı, daire başkanı, müdür ve benzeri üst düzey kadrolara kamu görevlileri, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kariyer ve liyakat ilkeleri çerçevesinde yükseldiğine ve dolayısıyla bu görevler kendileri yönünden hukuken kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüştüğüne ve söz konusu kurumların kapatılması gibi hukuksal bir zorunluluk da söz konusu olmadığına göre, bu görevleri statü hukukuna göre yürüten kamu görevlilerinin yasayla, ilgisine göre 'Bakanlık Müşavirliği' ve 'araştırmacı' gibi pasif görevlere atanmaları, Yasanın öngördüğü güvenliklerinin ortadan kaldırılarak, statü hukukunun gereği olan kazanılmış haklarının ellerinden alınması demektir. Dolayısıyla, kazanılmış hakları ortadan kaldıran söz konusu düzenlemeler Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Öte yandan geçici 3 üncü maddenin (4) numaralı fıkrasında, kapatılan Başkanlık ve genel müdürlüklere ait kadrolarda istihdam edilen personelden bu madde uyarınca Bakanlık kadrolarına atanan veya atanmış sayılanların yeni kadrolarına atandıkları veya atanmış sayıldıkları tarih itibarıyla eski kadrolarına ilişkin olarak en son ayda aldıkları aylık, ek gösterge, her türlü zam ve tazminatlar, makam, görev ve temsil tazminatları, ek ödeme, ikramiye (bir aya isabet eden tutar) ve sözleşme ücretleri ile diğer malî hakları (ilgili mevzuatı uyarınca fiilî çalışmaya bağlı fazla mesai ücreti ile fiilen yapılan ders karşılığı ödenen ek ders ücreti hariç) toplamının net tutarının, atandıkları veya atanmış sayıldıkları yeni kadroları için öngörülen aylık, ek gösterge, her türlü zam ve tazminatlar, makam, görev ve temsil tazminatları, ek ödeme, ikramiye (bir aya isabet eden tutar) ve ücretleri ile diğer malî hakları (ilgili mevzuatı uyarınca fiilî çalışmaya bağlı fazla mesai ücreti ile fiilen yapılan ders karşılığı ödenen ek ders ücreti hariç) toplamının net tutarından fazla olması hâlinde aradaki fark tutarının, farklılık giderilinceye kadar atandıkları veya atanmış sayıldıkları kadrolarda kaldıkları sürece herhangi bir vergi ve kesintiye tabi tutulmaksızın tazminat olarak ödeneceği belirtilerek; atamaları bu şekilde yapılanların mali haklarının korunduğu gibi bir izlenim yaratılmaktadır. Ancak fıkrada, 'toplamının net tutarının' ibaresinden sonra parantez içinde 'bu tutar sabit bir değer olarak esas alınır' ifadesine yer verilerek, kadro görev unvanlarına ait aylık net hak edişleri sabitlenmiştir. Bu durumda örneğin genel müdürün en son aldığı net maaşı 100 TL ve Bakanlık Müşavirinin maaşı ise 90 TL ise aradaki 10 TL içinde bulunulan ayda tazminat olarak ödenerek maaşı yine 100 TL olacak; örneğin yıllık %11 oranındaki enflasyonun maaşlara yansıtılmasından dolayı bir sonraki ay genel müdür maaşı 111 TL, Bakanlık Müşaviri maaşı da 100 TL olduğunda ise, net maaş sabitlendiğinden dolayı, genel müdür iken Yasayla Bakanlık Müşavirliği görevine atanan kişiye herhangi bir ödemede bulunulmayacak, kişinin maaşı nominal olarak yine 100 TL olurken; reel olarak 90 TL'ye gerileyecektir. Dolayısıyla kazanılmış statü kaybının yanında kazanılmış mali hak kaybı da söz konusu olduğundan iptaliEsas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 5 istenen düzenlemeler Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Diğer yandan, Yasa ile hem genel müdür, hem daire başkanı 'Bakanlık Müşavirliği' görevine atanırken; müdür de, müdür yardımcısı da 'araştırmacı' görevine atanmaktadır. Anayasanın 10 uncu maddesindeki, 'yasa önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasada öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Statü hukukunda genel müdür ile daire başkanlığı, müdür ile müdür yardımcılığı farklı hiyerarşik kademe ve kadro unvanlarına karşılık geldiği halde; bunlar bir, aynı ve eşitlermiş gibi genel müdürden daire başkanına kadar olanların Yasayla 'Bakanlık Müşaviri', müdür ve müdür yardımcılarının ise 'araştırmacı' görevlerine atanmaları Anayasanın 10 uncu maddesindeki 'yasa önünde eşitlik ilkesi'ne aykırıdır. Anayasanın 36 ncı maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu; 125 inci maddesinde ise, idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtilmiştir. Kamu görevlilerinin, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kariyer ve liyakat ilkelerine göre yükseldikleri ve hukuki güvenliğe sahip kılındıkları genel müdür, başkan, genel müdür yardımcısı, başkan yardımcısı, daire başkanı, müdür ve benzeri kadro unvanlarından, 'Bakanlık Müşavirliği' ve 'araştırmacı' görevlerine olağan hukuki yol olan idari işlemle atamalarının yapılması durumunda kullanabilecekleri Anayasal güvence altındaki hak arama özgürlüğü ile yetkili yargı mercilerine dava açma haklarının, Yasayla atanmaları suretiyle ellerinden alınması Anayasanın 36 ve 125 inci maddelerine aykırıdır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a), (b), (c), (ç), (d) ve (f) bentleri, Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 36 ncı ve 125 inci maddelerine aykırı olduğundan iptalleri gerekir. 3) 03.06.2011 Tarihli ve 633 Sayılı 'Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Geçici 9 uncu Maddesinin Anayasaya Aykırılığı 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 9 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasıyla, Kapatılan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatında yer alan sosyal hizmet kuruluşları ile bu kuruluşların personeli, borç ve alacakları, tüm varlıkları, araç, gereç ve taşınırları Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenecek esaslar çerçevesinde il özel idarelerine devredilmekte ve maddenin diğer fıkralarında ise devire ilişkin düzenlemeler yapılmaktadır. Kapatılan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatı (il sosyal hizmetler müdürlükleri), Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu GenelEsas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 6 Müdürlüğüne ek olarak Özürlüler İdaresi Başkanlığı, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatına ilişkin görev ve hizmetlerini yürütme taşra teşkilatına ait sosyal hizmet kuruluşlarını yönetme görevini de sürdürüyordu. Dolayısıyla anılan Genel Müdürlüğün taşra teşkilatının il özel idarelerine devri, diğer birimlerin taşra teşkilatının da devri anlamına geliyor. Anayasanın 2 nci maddesinde 'sosyal hukuk devleti' ilkesinin Cumhuriyetin nitelikleri arasında olduğu belirtilmiş; 5 inci maddesinde, Devletin temel amaç ve görevinin, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesini sağlamaya çalışmak olduğu kabul edilmiş; 10 uncu maddesinde, çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak önlemlerin eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacağı; 41 inci maddesinde, Devletin ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocuğun korunması için gerekli tedbirleri alacağı ve teşkilatı kuracağı, her çocuğun korunma ve bakımdan yararlanma hakkına sahip olduğu, Devletin her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacağı; 61 inci maddesinde, Devletin harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleriyle, malul ve gazileri koruyacağı ve toplumda kendilerine yaraşır bir hayat seviyesini sağlayacağı, Devletin sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı önlemleri alacağı, yaşlıların Devletçe korunacağı, yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıkların kanunla düzenleneceği, devlet korunmaya muhtaç çocukların topluma kazandırılması için her türlü tedbiri alacağı ve bu amaçla gerekli teşkilat ve tesisleri kuracağı kuralları yer almıştır. Öte yandan, Anayasanın 127 nci maddesinde mahalli idarelerin, il, belediye ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan kamu tüzelkişileri olduğu ve mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkilerinin yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenleneceği kuralına yer verilmiştir. Mahalli müşterek ihtiyaç, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayan kişi, aile, zümre ya da sınıfın özel çıkarlarını değil, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan eylemli durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel sınırları aşmayan, yerel ve kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri ifade etmektedir. Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 41 inci ve 61 inci maddelerinde Devlete görev olarak verilen yükümlülükler, yöreselliği bulunmayan, o yöreye özgü özelliklerden kaynaklanmayan, etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından da yerel sınırları aşan niteliklere sahip olduğu için sosyal hizmet kuruluşları merkezi idare içinde teşkilatlandırılmışlar ve merkezi idarenin taşra kuruluşları tarafından yürütülmüşlerdir. 633 sayılı KHK ile ise, Devletin Anayasal görevleri bağlamında kurduğu sosyal hizmet kuruluşları, personeli, borç ve alacakları, tüm varlıkları, araç, gereç ve taşınırları ile birlikte il özel idarelerine devredilmektedir. 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanununun İl özel idaresinin görev ve sorumlulukarı başlıklı 6 ncı maddesinin beşinci fıkrasında, hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırasının, il özel idaresinin malî durumu, hizmetin ivediliği ve verildiği yerin gelişmişlik düzeyi dikkate alınarak belirleneceği hüküm altına alınırken; 10.03.2006 tarih ve 26104 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Mahalli İdareler Bütçe ve Muhasebe Yönetmeliğinin 19 uncu maddesinin (1)Esas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 7 numaralı fıkrasında ise, 'Bütçe denkliğinin sağlanmasında bütçe gelirleri esas alınır. Gelirlerin giderleri karşılamaması halinde aradaki fark, ilk olarak gider bütçesinde öngörülen tertiplerden indirim yapılması ya da yeni gelir kaynakları bulunması suretiyle giderilmeye çalışılır. Buna rağmen denklik sağlanamamış ise, borçlanma yoluna gidilerek veya varsa önceki yıldan nakit devri yoluyla bütçe denkliği sağlanır.' denilmiştir. Bu hükümlere göre, il özel idarelerinin gelirlerinin yetmediği durumlarda, özel idarelerin merkezi idare gibi vergi ve benzeri mali yükümlülükler koyma, belirlenmiş vergi oranlarını artırma vb. yetkileri olmadığından, sosyal hizmet harcamalarından kesintiye gitme yoluna başvurabileceklerdir. Böylece, mahalli müşterek niteliği bulunmayan ve dolayısıyla merkezi idare tarafından yürütülmesi Anayasal bir zorunluluk olan sosyal hizmet görevlerinin il özel idarelerine devri, gelir kısıtı nedeniyle gereği gibi yürütülmemesi gibi bir sonuca yol açabilecektir. Sosyal hizmet görevlerinin gereği gibi yerine getirilmemesi, Anayasanın 2 nci maddesindeki sosyal hukuk devleti ilkesi ile 5 inci maddesindeki Devletin temel amaç ve görevleriyle bağdaşmamakta ve Devletin Anayasanın 10 uncu, 41 inci ve 61 inci maddelerinde yer alan Anayasal görevleri bağlamında söz konusu maddelere aykırılık oluşturmaktadır. Öte yandan, söz konusu devir yapılırken, sosyal hizmet kuruluşlarının temel nitelikleri, özellikleri ve işlevleri gözetilmeden toptancı bir anlayışla; Korunmaya muhtaç 0 12 yaş arası çocuklara yatılı hizmet veren 'Çocuk Yuvaları', Korunmaya muhtaç 13 18 yaş arası çocuklara yatılı hizmet veren 'Yetiştirme Yurtları', 0 6 yaş arası çocuklara gündüz hizmet veren 'Kreş ve Gündüz Bakımevleri', Muhtaç yaşlı kişilere yatılı hizmet veren 'Huzurevleri', Bedensel, ruhsal ve zihinsel özürlülere yatılı hizmet veren 'Bakım ve Rehabilitasyon Merkezleri', Sokak çocuklarına yatılı hizmet veren 'Çocuk ve Gençlik Merkezleri', İstismara uğrayan kişilere geçici yatılı hizmet veren 'Kadın ve Erkek Konukevleri', 'Toplum ve Aile Danışma Merkezleri', 'Aile Danışma ve Rehabilitasyon Merkezleri', 'Çok Amaçlı Sosyal Hizmet Kuruluşları' Yanında; Suça yöneldikleri tespit edilen çocukların davranış bozukluklarını gidermek amacıyla rehabilitasyon süreci tamamlanıncaya kadar geçici süre bakım ve korunmalarının sağlandığı bu süre içerisinde aile, yakın çevre ve toplum ile ilişkilerinin düzenlenmesine yönelik çalışmaların yürütüldüğü, 7 18 yaş kız ve erkek çocuklara yönelik ayrı ayrı yapılandırılan yatılı sosyal hizmet kuruluşları olan, 'Koruma, Bakım ve Rehabilitasyon Merkezleri',Esas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 8 Duygusal, cinsel ve/veya fiziksel istismara uğramış çocukların olumsuz yaşam deneyimlerinden kaynaklanan travma ve/veya davranış bozukluklarını giderme amacıyla rehabilitasyon süreci tamamlanıncaya kadar geçici süre bakım ve korunmalarının sağlandığı bu süre içerisinde aile, yakın çevre ve toplum ile ilişkilerinin düzenlenmesine yönelik çalışmaların yürütüldüğü kız ve erkek çocuklara yönelik ayrı ayrı yapılandırılacak yatılı sosyal hizmet kuruluşları olan, 'Bakım ve Sosyal Rehabilitasyon Merkezleri' Mahkemece korunma kararı alınan korunmaya muhtaç çocuğun bakımı ve yetiştirilmesi için Kurumun denetim ve gözetiminde bir 'Koruyucu Aile' tarafından da yerine getirilmesine ilişkin 'Koruyucu Aile Hizmetleri' ve Evlat Edindirme Hizmetlerinin, İl Özel İdarelerine devredildiği görülmektedir. Ülkemizin bazı il ve bölgelerinde, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel nedenlerle suça yönelen çocuk, aile içi şiddet, cinsel istismar, ensest ilişki vb. olumsuzlukların daha yoğun yaşandığı ve hatta bunların gelenek, görenek ve töre gibi yöresel değerler sistemi içinde yaptırımı ile birlikte meşrulaştırıldığı gözlenmektedir. Aile içi şiddete, cinsel istismara ve ensent ilişkiye muhatap olmuş çocukların olumsuz yaşam deneyimlerinden kaynaklanan travma veya davranış bozukluklarını ortadan kaldırmak veya faillerinden uzaklaştırmak veya suça yönelmiş çocuğu yaşadığı çevrenin dışına taşımak için başka il veya bölgelerdeki 'Merkezler' de veya 'Koruyucu Aile' de rehabilitasyona tabi tutmak gerekebilmektedir. Öte yandan çocukların suça yönelmesi ile kadın ve çocukların aile içi şiddete, cinsel istismara, ensent ilişkiye vb. olumsuzluklara maruz kalması bazı il veya bölgelerde yoğunlaşmış ve bunlar gelenek, görenek ve töre gibi yöresel değerler sistemi içinde yaptırımı ile birlikte meşrulaşmış ise, söz konusu merkezlerin, karar organı o yörede yaşayanlardan oluşan il özel idarelerine devri, kamu hizmetinin gerekleriyle bağdaşmadığından Anayasanın 127 nci maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 9 uncu maddesi, Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 41 inci, 61 inci ve 127 nci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 4) 03.06.2011 Tarihli ve 633 Sayılı 'Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Eklerinin Anayasaya Aykırılığı Parlamenter demokrasi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini kabul eden Anayasanın 7 nci maddesinde 'yasama yetkisi', Türk Ulusu adına TBMM'ne verilmiş ve bu yetkinin devredilemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Bunun tek istisnası, Anayasanın 91 inci maddesinde Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmesidir. Bu istisnai yetkinin 'yetki devri' niteliğine bürünmemesi için, Anayasa Mahkemesi'nce de belirtildiği üzere, KHK çıkarma yetkisinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarda verilmesi, ayrıca bu koşulların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.Esas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 9 Her şeyden önce, tek parti çoğunluğunun yasama organına egemen olduğu, İçtüzük uyarınca muhalefetin yeterince konuşamadığı ve bu nedenlerle neredeyse 3 5 günde yasa çıkarılabildiği bir ortamda, Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, anayasal kuralın amacı ve özüyle bağdaşmamaktadır. 633 sayılı KHK, 6 Nisan 2011 günlü, 6223 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak Bakanlar Kurulu'nca kabul edilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasası, 3 Mayıs 2011 günlü Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Anamuhalefet Partisi (CHP) TBMM Grubu tarafından, bu Yetki Yasası'nın iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne dava açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, dayandığı yetki yasası Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen KHK'leri, haklarında dava açılması durumunda, içeriğine girmeden, salt yetki yasaları iptal edildiği için, aşağıdaki gerekçeyle iptal etmiştir. 'Olağanüstü hal KHK'leri dayanaklarını doğrudan doğruya Anayasadan (m. 121) alırlar. Bu tür KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması gerekli değildir. Buna karşılık olağan dönemlerdeki KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması zorunludur. Bu nedenle, KHK'ler ile dayandıkları yetki yasası arasında çok sıkı bir bağ vardır. ' KHK'nin Anayasaya uygun bir yetki yasasına dayanması, geçerliliğinin önkoşuludur. Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya dayandığı yetki yasası iptal edilen bir KHK'nin kurallarının, içerikleri yönünden Anayasaya aykırılık oluşturmasalar bile Anayasaya uygunluğundan söz edilemez. ... Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya yetki yasasının kapsamı dışında kalan ya da dayandığı yetki yasası iptal edilen KHK'lerin anayasal konumları birbirinden farksızdır. Böyle durumlarda, KHK'ler anayasal dayanaktan yoksun bulunduklarından, içerikleri Anayasaya aykırı bulunmasa bile, dava açıldığında iptalleri gerekir. Bu nedenlerle, iptaline karar verilen bir yetki yasasına dayanılarak çıkarılan KHK'lerin, Anayasanın Başlangıcı'ndaki 'hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı', 2 nci maddesindeki 'hukuk devleti' ilkeleriyle 6 ncı maddesindeki 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz' kuralı ve KHK çıkarma yetkisine ilişkin 91 inci maddesiyle bağdaştırılmaları olanaksızdır.' Anayasa Mahkemesi, yukarıda yer verilen gerekçelerle, dayandıkları 4588 sayılı Yetki Yasası 05.10.2000 günlü, E.2000/45, K.2000/27 sayılı kararla iptal edilen 606, 608, 609, 610, 611, 612, 613, 615, 616, 617, 618, 619, 621, 623, 624, 626, 628, 629 sayılı KHK'leri; içeriklerine girmeden, salt anayasal dayanaktan yoksun kaldıkları için, Anayasanın başlangıcı ile 6 ncı ve 91 inci maddelerine aykırı duruma geldiklerini belirterek iptal etmiştir. (Sırasıyla kararlar: K.2000/29, K.2000/45, K.2000/37, K.2000/40, K.2000/42, K.2000/44, K.2000/39, K.2000/46, K.2000/38, K.2000/36, K.2000/35, K.2000/34, K.2000/43, K.2000/41, K.2000/33, K.2000/32, K.2000/30, K.2000/31) Bu itibarla, 6223 sayılı Yetki Yasası iptal edildiğinde 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, yasal dayanaktan yoksun kalacağından, 03.06.2011 Tarihli ve 633 Sayılı 'Aile veEsas Sayısı : 2011/82 Karar Sayısı : 2012/150 10 Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin; tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile eklerinin Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 6 ncı ve 91 inci maddelerine göre iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 08.06.2011 tarihli ve 27958 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 633 sayılı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 32 nci ve geçici 3 üncü maddesinde Anayasaya aykırı düzenlemeler yapılmıştır. 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasında, Bakanlık merkez teşkilatında kadroları karşılık gösterilmek suretiyle, 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak çalıştırılabilecek kadro görev unvanları arasında Denetim Hizmetleri Başkanına da yer verilerek, doğrudan Bakana bağlı olarak Bakan adına yürütülen denetim hizmetinin niteliği ve görevin özelliği ile bağdaşmayan, Denetim Hizmetleri Başkanının görevini tarafsız, bağımsız ve hukuki güvenlik içinde yapmasını, görev güvencesinin yok edilmesi üzerinden ortadan kaldıran; bu yanıyla da kamu yararına aykırı olmanın yanında Anayasanın 112 | 4,158 |
Esas Sayısı:1979/18 Karar Sayısı:1979/26 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkeme kararında, daha önce başka bir sanık hakkında Türk Ceza Yasasının 142. maddesinin l 6. bentlerinin uygulanması isteğiyle açılarak aynı mahkemede görülmekte olan bir kamu davasında sanıkla vekillerinin söz konusu 142. maddenin l 3. bendleri hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürmeleri üzerine, mahkemece, bu savın ciddi olduğu kanısına varılarak anılan hükümlerin iptalleri için 26/1/1979 günlü, 1978/236 esas sayılı kararla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulduğu belirtilmekte ve "övülen eylemleri suç olarak niteleyen Kanun hükümlerinin Anayasa'ya aykırı oldukları iddiasının ciddiliği kanısına varılarak iptalleri için daha önce dava açılmış bulunduğuna göre, bu eylemleri sadece övmeyi suç sayan kanun hükmünün de Anayasa'ya aykırı olduğunun kabulü gerekeceği" yolundaki gerekçeye dayanarak uygulanması istenen yasa hükmünün de Anayasa'nın 2, 4, 12, 20, 21 ve 33. maddelerine aykırı olduğu savıyla iptaline karar verilmesi istenmektedir." | 137 |
Esas Sayısı : 1997/55 Karar Sayısı : 1997/65 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru gerekçesi şöyledir : "Uyuşmazlık, Türk Ticaret Bankası AŞnin Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na devrine ilişkin işlem ile bu işlemin sonucu olarak hisse senetleri mülkiyetinin Fon'a intikaline ilişkin işleme ilişkindir. Uyuşmazlık konusu olayın çözümünde, Anayasa Mahkemesi'nin 29.11.1994 gün ve E.1994/68, K.1994/80 sayılı kararı ile tümü iptal edilen 1.6.1994 tarihli ve 3991 sayılı Kanunun verdiği yetkiye dayanılarak Bakanlar Kurulu'nca 16.6.1994 tarihinde kararlaştırılan ve 22.6.1994 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan 538 sayılı "Bankalar Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Hükmünde Kararname"nin 30. maddesi ile 3182 sayılı Kanunun 512 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 64. maddesinin değişik 2. fıkrasında: "Yukarıdaki tedbirlerin alınmasının istenilmesine bağlı olmaksızın Bakan banka yönetimini Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın da görüşünü alarak Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na tevdi etmeye veya banka hakkında 68. madde hükümlerinin uygulanmasını talep etmeye yetkilidir." hükmünün yanısıra aynı KHKnin 31. maddesi ile aynı Kanunun 65. maddesinin değişik 1/a bendinde; "Sigorta kapsamında bulunan mevduat tutarını aşmamak ve sermayenin asgari % 51'ine sahip olmak kaydıyla bankanın zararlarını devralmak, "2. fıkrasında ise" (a) bendi çerçevesinde yapılacak ödemelere tekabül eden tutarlar karşılığını temsil eden hisse senetlerinin mülkiyeti başka bir işleme gerek kalmaksızın Fon'a intikal eder. Bu takdirde, ortakların payları Fon'a devredilen hisseler oranında azaltılır." hükümleri yer almıştır. Uyuşmazlığın çözümlenmesinde uygulanacak olan 538 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin yukarıda yer alan ilgili hükümlerinin ve 538 sayılı KHKnin dayanağı olan 3991 sayılı "Bankalar Kanunu; Sigorta Murakabe Kanunu ve Türk Ticaret Kanununun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yetki Kanunu"nun Anayasa Mahkemesi tarafından tümünün, iptal edilmesi karşısında dayanağı kalmaması nedeniyle Anayasa'ya aykırı olduğu yönünde davacı vekilinin ileri sürdüğü iddianın Mahkememizce ciddi olduğu kanısına ulaşılmış ve söz konusu hükümlerin Anayasa'ya aykırı olduğu görülmüştür. Nitekim Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre, yetki yasası iptal edilen Kanun Hükmünde Kararnamelerin de dayanağı kalmaması nedeniyle Anayasa'ya aykırı olduğuna karar verilmekte olup, 512 sayılı "Bankalar Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Hükmünde Kararname" Anayasa Mahkemesi'nin 25.11.1993 gün ve E.1993/46, K.1993/48 sayılı kararı ile söz konusu gerekçe gösterilerek iptal edilmiştir. Anayasa'nın 152. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesi uyarınca Mahkememizce bakılmakta olan dava sebebiyle uygulanacak olan 538 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 30. maddesi ile 3182 sayılı Yasa'nın değişik 64. maddesinin 2. fıkrası ile 31. maddesi ile 3182 sayılı Yasa'nın değişik 65. maddesinin 1/a bendi ve 2. fıkrası hükümlerinin, Anayasa'nın Başlangıç'ında yer alan egemenliği "Millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı", 2. maddesindeki "hukuk devleti", 6. maddesindeki "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz." ilkeleriyle, KHK. çıkarma yetkisine ilişkin 91. maddesine aykırı olması ve dayanağı olan 1.6.1994 günlü ve 3991 sayılıEsas Sayısı : 1997/55 Karar Sayısı : 1997/65 2 Yetki Yasası'nın Anayasa Mahkemesi'nin 29.11.1994 günlü, E.1994/68, K.1994/80 sayılı kararıyla iptal edilmiş bulunması nedenleriyle Anayasa'ya aykırı görüldüğünden dava dilekçesi ve eklerinin onaylı örneği ile sözkonusu kararname hükümlerinin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına 14.7.1997 günü oybirliği ile karar verildi"" | 492 |
Esas Sayısı : 2011/6 Karar Sayısı : 2012/16 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı Tüketici Hakları Derneği vekili tarafından 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş Yasası'nın 23. maddesine dayanılarak düzenlenen ve 2/2/1991 tarihli Genel Kurulda kabul edilen Tarifeler Yönetmeliği'nin 26. maddesindeki 'Su satış ve atıksu tarifesinin belirlenmesinde rol oynayan iki ana faktörden birincisi; yönetim ve işletme giderleri ile amortismanlar, aktifleştirilemeyen yenileme, iyileştirme (ıslah) ve genişletme (tevsi) giderleri, ikincisi ise %10'dan aşağı olmayacak nispette kar oranıdır' maddesinde yer alan '...%10'dan aşağı olmayacak nispette kar oranıdır' ifadesi ile aynı Yönetmeliğin 30. maddesinde yer alan 'Konut, işyeri, sanayi vb. abonelerine uygulanacak su satış tarifesi 26, 27, 28 ve 29. maddelerde belirtilen gider ve kayıplar ile en az %10 kar sağlayabilecek seviyede tespit edilir' maddesinde yer alan 'en az %10 kar sağlayabilecek seviyede tespit edilir' ifadesinin iptali istemiyle Ankara Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü'ne karşı açılan davada Mahkememizce Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesi kapsamında görülmekte olan davada uygulanacak kanun hükmü olarak nitelendirilen 2560 sayılı İSKİ Kuruluş Yasası'nın (Ek madde 5 hükmü uyarınca söz konusu Kanun'un diğer Büyükşehir Belediyelerini de kapsamına dahil etmiştir) Tarife Tespit Esasları başlıklı 23. maddesindeki '...tarifelerin tespitinde, yönetim ve işletme giderleri ile amortismanları doğrudan gider yazılan (aktifleştirilmeyen) yenileme, ıslah ve tevsi masrafları ve %10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır...' maddesindeki '...%10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır' tümcesinin aşağıda sıralanan gerekçelerle T.C Anayasasına aykırı olduğu düşünülmektedir. T.C. Anayasası'nın Cumhuriyet'in nitelikleri başlıklı 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.' hükmüne yer verilmektedir. Anayasa Mahkemesi Hukuk devleti ilkesini genel olarak 'insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet' (E: 1976/1, K: 1976/28 25/05/1976) şeklinde tarif etmektedir. Anayasa Mahkemesince 'Hukuk Devleti' kavramı tanımlanmamakta sadece bu kavramın temelini oluşturan unsurlar sıralanmaktadır. Ancak Anayasa Mahkemesi'nin sonraki kararlarında da belirginleştiği üzere 'hukuk devleti' ilkesini oluşturan unsurlar zamanla, değişmekte ve çağın gelişimine göre yeni şartlar eklenebilmektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.Esas Sayısı : 2011/6 Karar Sayısı : 2012/16 2 Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. 'Öngörülebilirlik Şartı' olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngörebilecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar. Bu açıklamalar ışığında söz konusu Yasanın Anayasaya aykırı olduğu düşünülen tümcesine bakıldığında; Türkiye'deki tüm Büyükşehir belediyelerini kapsamına alan ve söz konusu belediyeler tarafından hazırlanacak olan su tarifelerindeki esasları ortaya koyan Yasa'nın 23. maddesinde su tarifelerinin belirlenmesinde'...%10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır' tümcesine yer verilmiş bulunulmaktadır. Bu hükme göre Büyükşehir belediyeleri kendi sınırları içerisinde yer alan yerleşim birimlerinde uygulayacakları su tarifelerini belirlerken en az %10 oranında kar uygulamak zorundadırlar. Ancak anılan Yasa tarafından bu kar oranının azami olarak ne miktarda olması gerektiğine yönelik bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Yukarıda da anlatıldığı üzere 'hukuk devleti' nin zorunlu bir unsuru da 'yasaların belirli' olması ilkesidir. Bu ilke 'hukuki güvenlik' ilkesinin doğal bir sonucudur. Buna göre söz konusu yasada belirlenecek olan tarifede kar oranının azami olarak ne nispette olması gerektiğine yer verilmemiş olması ve en az %10 dan aşağı olmayacak şeklinde bir düzenlemeye gidilmiş olması idarelere geniş, sınırsız ve ölçüsüz bir takdir yetkisi vermek sonucunu doğurmuştur. Ayrıca idarelerin söz konusu su tarifelerindeki kar oranlarını belirlerken hangi ölçütleri esas alacakları açık, belirgin ve somut olarak Yasa'da yer almamıştır. Yasa kuralı bu anlamda belirli ve öngörülebilir değildir. Dolayısıyla da Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan 'Hukuk Devleti' ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması gereken kural niteliği taşıyan 2560 sayılı İSKİ Genel Müdürlüğü Kuruluş Yasası'nın 23. maddesinde yer alan '...%10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır' tümcesinin Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usûlleri Hakkında Kanun'un 28. maddeleri uyarınca söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve uyuşmazlığın çözümünün Anayasa Mahkemesi kararına kadar Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca geri bırakılmasına 11/11/2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.'" | 807 |
Esas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacıların mahkememize sundukları 28.04.2010 tarih havaleli dava dilekçesiyle Van Merkez Kıratlı Köyü köyüstü mevkiinde bulunan 148 nolu parselde 1/2 hissenin davalı adına kayıtlı iken 1/2 hissesini ...'a, 180 nolu parseldeki 1/2 hissesini de ...'a sattığını, satış bedelinin nakden, tamamen ve peşin olarak ödendiğini aradan 2 yıl geçmesine rağmen tapuda devir yapamadıklarından bahisle 148 nolu parseldeki ... adına kayıtlı 1/2hissenin ... , 180 nolu parseldeki ... adına kayıtlı 1/2 hissenin ... adına tapuya tesciline karar verilmesi istemiyle mahkememize dava açılmış olmakla dosya incelendi; GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ : Davacıların mahkememize sundukları 28.04.2010 tarih havaleli dava dilekçesiyle Van Merkez Kıratlı Köyü köyüstü mevkiinde bulunan 148 nolu parselde 1/2 hissenin davalı adına kayıtlı iken 1/2 hissesini ...'a, 180 nolu parseldeki 1/2 hissesini de ...'a sattığını, satış bedelinin nakden, tamamen ve peşin olarak ödendiğini aradan 2 yıl geçmesine rağmen tapuda devir yapamadıklarından bahisle 148 nolu parseldeki ... adına kayıtlı 1/2hissenin ..., 180 nolu parseldeki ... adına kayıtlı 1/2 hissenin ... adına tapuya tesciline karar verilmesi istemiyle mahkememize açılan davada davalı 22.06.2010 tarihli duruşmada davayı kabul etmesine rağmen mahkememizce dava konusu taşınmazlarda 25.03.2011 tarihli keşifte dinlenen Ziraat Yüksek Mühendisi'nin Mahkememize sunduğu 18.04.2011 tarih havaleli bilirkişi raporunda dava konusu taşınmazların mutlak tarim arazi vasfında olduğunu belirttiği, buna göre Mahkememizce dava konusuyla ilgili uygulanması gereken 31/01/2007 tarih ve 5578 sayılı Yasanın 2. maddesi ile değişik 03/07/2005 tarih ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesinin 3. fıkrası ve 8. maddesinin 4. fıkrasının Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk Devleti, 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi, 11. maddesi, 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin İnsan Hakları Ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye ek protokolün 1. maddesinde belirtilen mülkiyet hakkının korunması ilkesine aykırı olduğu kanaatine varılması sonucunda; USULİ İNCELEME: Davacıların Mahkememize sundukları 28.04.2010 tarih havaleli dava dilekçesiyle Van Merkez Kıratlı Köyü köyüstü mevkiinde bulunan 148 nolu parselde 1/2 hissenin davalı adına kayıtlı iken 1/2 hissesini ...'a, 180 nolu parseldeki 1/2 hissesini de ...'a sattığını, satış bedelinin nakden, tamamen ve peşin olarak ödendiğini aradan 2 yıl geçmesine rağmen tapuda devir yapamadıklarından bahisle 148 nolu parseldeki ... adına kayıtlı 1/2hissenin ..., 180 nolu parseldeki ... adına kayıtlı 1/2 hissenin ... adına tapuya tesciline karar verilmesi istemiyle Mahkememize açılan davanın Anayasanın 152/1. maddesi gereğince bakılmakta olan dava olması nedeni ile Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurmak gerekmiştir. İPTALİ İSTENEN YASALARIN İLGİLİ MADDELERİ:Esas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 2 31/01/2007 tarih ve 5578 sayılı Yasanın 2. maddesi ile değişik 03/07/2005 tarih ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesinin 3. fıkrası ve 8. maddesinin 4. fıkraları. Madde 8 (Değişik madde: 31/01/2007 5578 S.K/2.mad) 3. fıkra 'Belirlenen parsel büyüklüğü; mutlak tarım arazileri ve özel ürün arazilerinde 2 hektar, dikili tarım arazilerinde 0,5 hektar, örtü altı tarımı yapılan arazilerde 0,3 hektar ve marjinal tarım arazilerinde 2 hektardan küçük olamaz. Tarım arazileri bu büyüklüklerin altında ifraz edilemez, bölünemez veya küçük parsellere ayrılamaz. Ancak çay, fındık, zeytin gibi özel iklim ve toprak istekleri olan bitkilerin yetiştiği yerler ile seraların bulunduğu alanlarda, yörenin arazi özellikleri daha küçük parsellerin oluşmasını gerekli kıldığı takdirde, Bakanlığın uygun görüşü ile daha küçük parseller oluşturulabilir.' 4. fıkra 'Bakanlığın uygun görüşü ile kamu yatırımları için ihtiyaç duyulan yerler hariç olmak üzere tarım arazileri, belirlenen büyüklükteki parsellerden daha küçük parçalara bölünemez. Bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne şekilde gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyetin mevcut olması durumunda, bu araziler ifraz edilemez, payları üçüncü şahıslara satılamaz, devredilemez veya rehnedilemez. Bu araziler hakkında 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun özgülemeye ilişkin hükümleri kıyasen uygulanır.' hükmü yer almaktadır. 1982 ANAYASANIN İLGİLİ HÜKÜMLERİ: Anayasanın 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' hükmü yer almaktadır. Anayasanın 10. maddesinde 'herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü yer almaktadır. Anayasanın 11. maddesinde 'Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' hükmü yer almaktadır. Anayasanın 35. maddesinde 'Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.' hükmü yer almaktadır. Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile AnayasaEsas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 3 Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 07/05/2004 ' 5170 S.K./7.mad) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.' hükmü yer almaktadır. AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİNİN İNSAN HAKLARI VE ANA HÜRRİYETLERİ KORUMAYA DAİR SÖZLEŞMEYE EK PROTOKOLÜN 1. MADDESİ: 'Her hakiki veya hükmi şahıs mallarının masuniyetine riayet edilmesi hakkına maliktir. Herhangi bir kimse ancak âmme menfaati icabı olarak ve kanunun derpiş eylediği şartlar ve devletler hukukunun umumi prensipleri dâhilinde mülkünden mahrum edilebilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, emvalin umumi menfaate uygun olarak istimalini tanzim veya vergilerin veyahut sair mükellefiyetlerin veyahut da para cezalarının tahsili için zaruri gördükleri kanunları yürürlüğe koymak hususunda malik bulundukları hukuka halel getirmez.' hükmü yer almaktadır. MEVZUAT YÖNÜNDEN ESASTAN İNCELEME: 1982 Anayasasının 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesi kapsamında hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun davranan, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Bu nedenle devlet Anayasa'da ve İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi kapsamında düzenlenen mülkiyet hakkını güvence altına almakla yükümlüdür. Anayasanın l0. maddesinde 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü karşısında mevcut yasal düzenlemeler yapılırken mülk sahipleri açısından eşitsizlik yaratacak bir durum ortaya çıkarmamalıdır. Anayasanın 11. maddesine göre 'Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' hükmü gereğince mevcut kanunların Anayasada ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi kapsamında düzenlenen ve güvence altına alınan mülkiyet hakkını ihlal edici nitelikte olmamalıdır. Anayasanın 35. maddesinde 'Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.' hükmü nedeniyle mülkiyet hakkının kullanımını sınırlandıran kanunların mülkiyet hakkının kullanılmasını tamamen engelleyecek nitelikte olmamalı, mülkiyet hakkını sınırlandıran tedbirlerin toplumun genel yararının gerekleri ve bireylerin temel haklarının gerekleri arasında adil bir denge gözetmesi şarttır. Bireysel mülk sahibini 'bireysel ve aşırı bir yük' altına sokmamalıdır. Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası gereğince 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 07/05/2004 5170 S.K./7.mad) UsulüneEsas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 4 göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.' hükmü nedeniyle mevcut yasaların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No'lu Ek Protokolün l. maddesi mülkiyet hakkını güvence altına alan hükmüne aykırı olmamalı, kamu yararı ile bireysel yarar arasındaki orantılılık ilkesi gözetmeli, müdahale keyfi olmamalı ve hukuka uygun bir şekilde yapılmalıdır. AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ 1 NO'LU EK PROTOKOLÜN 1. MADDESİ KAPSAMINDA MÜLKİYET HAKKI VE AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ UYGULAMALARI: Avrupa, İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi diğer uluslararası insan hakları belgeleri de, mülkiyet hakkını tanımaktadırlar. Bununla birlikte İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine hukukî bağlayıcılık kazandıran ne Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi ne de Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi mülkiyetin korunmasına ilişkin herhangi bir özel hüküm getirmemektedirler. Benzer bir şekilde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ('Sözleşme') metni kaleme alınırken devletler bu konuda herhangi mutabakata varamamışlardır. Nihayetinde birinci protokol tarafından kabul edilen bu formül, devletlere bu hakla birlikte daha geniş bir müdahale etme yetkisi tanıyarak oldukça nitelikli bir mülkiyet hakkı sağlamıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ('Mahkeme') ilk defa Marckx Belçika'ya karşı davasında 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesini Belçika kanunlarının gayrimeşruluğu bağlamında değerlendirerek şu sonuca varmıştır: '1. madde herkesin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesi hakkını tanıyarak, mülkiyet hakkını esastan güvence altına almaktadır. Bu açık anlam 'mal ve mülk' ve 'mülkiyetin kullanımı' (Fransızcada 'biens', 'propriete', 'usage des biens') kavramlarından çıkarılmaktadır, 'travaux preparatories' kavramıda bunu çok açık bir şekilde teyit etmektedir: Taslağı hazırlayanlar şu anki 1. maddenin ilk tasarısında 'mülkiyetin hakkı' veya 'mülkiyet hakkı' kavramlarını kullanmışlardır. Aslında, birinin mülkiyetini kullanma hakkı mülkiyet hakkının geleneksel ve temel boyutunu oluşturmaktadır.' Mahkeme bu kararında 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinin kapsamını tanımlamıştır. Mahkeme, bu maddeyi yalnızca hali hazırda mevcut bulunan mal ve mülklere uygulamakta ve 'mal ve mülk elde etme hakkının garanti altına almadığını belirtmektedir.' 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi, özel ve tüzel kişilere ait mal ve mülke Devlet tarafından yapılabilecek herhangi bir keyfi müdahaleye karşı korumaktadır. Öte yandan bu madde devlete özel ve tüzel kişilere ait olan mülkiyetleri yasalarda belirtilen koşullar altında kullanma ve hatta bu kişileri bunlardan mahrum etme hakkını da tanımaktadır. Sözleşme kurumlarının mülkiyet hakkına yapılacak olan herhangi bir müdahalenin genel veya kamu yararı sağlamak amacıyla yapılıp yapılmadığından emin olmaları gerekmektedir. Özellikle, kamu otoriteleri mülkiyetin kullanımını vergilerin veya diğer harçların veya ceza ödemelerinin uygulanmasını sağlamak amacıyla kontrol edebilir. Kamu yararı ile bireysel yarar arasındaki orantılılık ilkesini gözetmek üzere müdahalenin keyfi olmaması ve hukuka uygun bir şekilde yapılması gerekmektedir. Bununla birlikte müdahalenin gerekliliğine ilişkin olarak mahkeme ve eski Avrupa İnsan Hakları Komisyonu genelde Devletlere geniş bir takdir yetkisi tanımaktadırlar. 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi mülkiyetin malikten alınması veya diğer müdahaleler için herhangi bir tazminat hakkını açıkça düzenlememekle birlikte uygulamada dolaylı olarakEsas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 5 bunu gerekli kılmaktadır (Holy Monasteries Kutsal Manastırlar Yunanistan'a karşı davası). Yalnızca Almanya'nın birleşimi gibi istisnai durumlarda olduğu gibi tazminat ödenmemesi haklı gösterilebilir (Jahn ve diğerleri Almanya'ya karşı davası). 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi gerçek kişiler arasındaki sözleşme temelindeki doğal ilişkiyi dikkate almaktadır. Bu nedenle, bir mahkeme bireyin mülkünü başka birisine teslim etmesine hükmedebilir. Örneğin, sözleşmeler hukuku (uygulama sırasında mülke el konulması ve mülkün satılması), haksız fiil veya aile hukuku (miraslı malların, evlilik yoluyla elde edilmiş mülkün bölüşülmesi) ilgili uygulanabilecek yasalar genel olarak 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinin kapsamı dışında kalmaktadır. Ancak, bireyler arasındaki mülkiyete ilişkin hukukî ilişkilerin etkisi belirlenirken sözleşme organlarının kanunun bir kişinin keyfi ve haksız olarak mülkünden mahrum bırakılarak bu mülkün başkasına devredilmesi şeklinde bir eşitsizlik yaratmadığı hususunda emin olması gerekmektedir. Bununla birlikte, belirli durumlarda, Devlet gerçek kişilerin hareketlerini düzenlemek için müdahalede bulunma yükümlülüğü altında olabilir. Neticede, 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi genel olarak Devletlerin kendilerinin mülkiyet hakkına yapmış olduğu müdahalelerde veya üçüncü bir tarafın bunu yapmasına izin verdiği hallerde uygulanmaktadır. MÜLKİYET HAKKININ KAPSAMI: 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlali ancak söz konusu ihlalin bu madde anlamında kendi 'mülkiyetine' yönelik olduğu durumlarda ileri sürülebilir. 'Mal ve mülk' kavramı iç hukuktaki resmi tanımdan bağımsız olarak özerk bir anlama sahiptir. 'Mal ve mülk' kavramının mahkeme kararlarında çok geniş yorumlandığı iddia edilmektedir. Zira bu hak sadece mülkiyet hakkını içine almamakta ayrıca hisseler, patentler, tahkim kararları, emeklilik maaşı hakkı, kira hakları gibi bütün maddi hakları kapsamaktadır. Ve hatta bu haklar bir mesleği icra etmekten de kaynaklanıyor olabilmektedir. Bu geniş yorumlama 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinin Fransızca olan versiyonunda yer alan 'biens' kelimesinin kullanılması ile zorunlu bir hale gelmiştir. Fransız hukuk terminolojisinde 'biens' kavramı bütün miras yoluyla geçen hakları (örneğin maddi haklar) ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır. Bunu söylemek çok şaşırtıcı olmamalıdır. Zira gayrimenkul ve menkul mal sahipliğinden başka örneğin hisse, telif hakları, kesinleşmiş tahkim kararları ve bir sözleşmeden doğan kiralama hakkına sahip olmak da 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi anlamında 'mal ve mülk'tür. Ancak, bu madde kapsamında sağlanan koruma söz konusu iddia belirli bir mülke dayanmadıkça uygulanmamaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi mülk edinme hakkını garanti altına almamaktadır. DEVLETİN NEGATİF VE POZİTİF YÜKÜMLÜLÜKLERİ: 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi kapsamındaki mülkiyet hakkına saygı zorunluluğu negatif ve pozitif her iki yükümlülüğü de kapsamaktadır. Bu hükmün asıl hedefi bireyi devlet tarafından kendi mal ve mülküne yapılacak olan haksız müdahaleler karşısında korumaktır (negatif yükümlülük). Negatif yükümlülük hususu örneğin mülke elkonulması veya mülkün tahrip edilmesi kadar planlanmış sınırlamalar, kira kontrolleri ve mülkün geçici süreyle elde tutulması durumlarını da içine alarak gündeme gelmektedir. Pressos Compania Naviera SA ve diğerleri Belçika'ya karşı davasında, ilgili devletin başvurucunun mevcut şikâyetlerini geriye yürüyen yasayla ortadan kaldırmak noktasında sorumlu olduğu kararına varılmıştır. Öte yandan, Sözleşmenin 1. maddesi uyarınca, hakkın etkili kullanımını güvence altına alan 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi sadece Devletin müdahale ile ilgili yükümlülüklerine bağlı değildir. Fakat ilgili madde özellikle devletten başvurucunun mal ve mülkünü etkiliEsas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 6 kullanması ile otoritelerden meşru beklentileri arasındaki doğrudan bir bağlantıyı koruyacak pozitif önlemleri almasını talep edebilir MÜLKİYET HAKKININ İÇERİĞİ: 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi üç farklı kuralı kapsayacak şekilde düzenlenmiştir. Bu değerlendirme ilk olarak bu madde ile ilgili en önemli mahkeme kararlarından biri olan Sporrong ve Lönnroth İsveç'e karşı davasında ortaya konulmuştur. Bu kurallar şu şekilde tanımlanmıştır... Birinci paragrafın ilk cümlesinde belirtilen ilk kural genel nitelik taşımaktadır ve mülkiyet dokunulmazlığına saygı gösterilmesi ilkesini ortaya koymaktadır; ilk paragrafın ikinci cümlesinde vurgulanan ikinci kural, mal ve mülkten yoksun bırakma konusunu ele alır ve bunu belli koşullara bağlar; üçüncü kural ise ikinci paragrafta belirtildiği üzere Devletlerin diğer hususlar arasında genel yarara uygun olarak gerekli kanunları çıkararak, mülkiyetin kullanımını da kontrol etme hakkına sahip olduğunu kabul eder. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlal edilip edilmediğine karar verirken ilk olarak bu bölüm kapsamına giren bir mülkiyet hakkının (bir mal ve mülkün) mevcut olup olmadığını inceleyecektir. İkinci adım ise bu mülkiyete bir müdahalenin gerçekleşip gerçekleşmediğini ve son adım ise bu müdahalenin niteliğini incelemek olacaktır (örneğin bu üç kuralın hangisinin uygulanacağı). Bununla birlikte şu da unutulmamalıdır ki bu üç kuralın birbirinden farklı olması birbirleriyle ilgili olmadıkları anlamına gelmemektedir. İkinci ve üçüncü kurallar, belirli durumlardaki mülkiyet dokunulmazlığına müdahale durumlarıyla birlikte dikkate alınmaktadır ve bu yüzden birinci maddede zikredilen genel prensipler ışığında yorumlanmalıdırlar. MAL VE MÜLK DOKUNULMAZLIĞINA SAYGI GÖSTERİLMESİ (İLK KURAL): Birinci kuralın genel nitelik taşıdığı ve bireyin mülkiyet hakkına müdahalenin söz konusu olduğu fakat müdahalenin mülkiyetten yoksunluk veya mülkiyetin kullanımının kontrolünün ortaya çıkmadığı her durumu kapsadığı sık sık dile getirilmektedir. Bir durumun bu husus kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceğine karar verilirken mahkeme normalde ikinci ve üçüncü kuralın uygulanıp uygulanamayacağını belirler ki bu kurallar mal ve mülk dokunulmazlığına belirli müdahale kategorilerini içermektedirler. Bu kurala ilişkin çok geniş bir yorum yapılmış olsa da diğer iki kuralın uygulanabilirliğine ilişkin beklendiği kadar geniş bir yorum yapılmıştır. Özellikle de mülkiyetin kullanımının kontrolü hakkına ilişkin Sporrong ve Lönnroth İsveç'e karşı davasında mevcut kamulaştırma kurallarının bir sonucu olarak söz konu mülk satılırken değer kaybetmiştir. Bununla birlikte başvurucular mülklerinin maliki olmaya devam etmiş ve istemeleri durumunda mülklerini her an satabilecek durumda olmuşlardır. Davanın bu kısmı bu nedenle mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesi hakkını güvence altına alan birinci kural (genel) uyarınca ele alınmıştır. Stran Greek Rafineries ve Stratis Andreadis Yunanistan'a karşı davasında başvurucunun lehine hükümsüz ve uygulanmaz olan tahkim kurulu kararını öngören mevzuat birinci kural uyarınca ele alınmıştır. Solodyuk Rusya'ya karşı davasında başvurucunun emeklilik maaşı yüksek enflasyon nedeniyle geç ödenmiş ve bunun sonucu olarak ödenen miktarın değeri çok belirgin bir şekilde düşmüştür. Dava bu nedenle genel kural uyarınca incelenmiştir. MÜLKİYETTEN YOKSUNLUK (İKİNCİ KURAL):Esas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 7 Malikin hukukî haklarının ihlal edilmesi mülkten yoksunluğun esasını oluşturmaktadır. Fakat, daha genel olarak, mahkeme sadece resmi bir kamulaştırmanın yapılıp yapılmadığını veya mülkiyetin kazanımını değil aynı zamanda fiili (de facto) bir kamulaştırmanın yapılıp yapılmadığının tespiti için durumun özgül koşullarını da inceleyecektir. Papamichalopoulos Yunanistan'a karşı davasında başvurucuların değerli arazisi 1967 yılında diktatörlük döneminde devlet tarafından alınarak donanmaya tahsis edilmiş ve donanma da sonradan bu arazide bir donanma üssü inşa etmiştir. Bu tarihten itibaren başvurucu mülkünü etkin bir şekilde kullanamamış ya da satamamıştır. Mahkeme davalı devleti fiili (de facto) kamulaştırmadan ötürü sorumlu tutmuştur. Brumarescu Romanya'ya karşı davasında başvurucu 1950 yılında ebeveynlerinden alınarak kamulaştırılan evin mülkiyetini ilk derece Mahkemesinden lehine çıkan karara dayanarak geri kazanmıştır. Bunun akabinde, yüksek Mahkeme başvurucunun söz konusu evi artık kullanma hakkının olmadığı gerekçesiyle ilk derece Mahkemesinin kararını bozmuştur. Mahkeme, ilk derece Mahkemesinin kararını 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesi kapsamında başvurucunun mülkiyet hakkı olarak değerlendirmiş ve davayı bu bölümdeki ikinci kural uyarınca incelemiştir. MÜLKİYETİN KULLANIMININ KONTROLÜ (ÜÇÜNCÜ KURAL): Bir tedbir, eğer mülkiyetin kullanımının kontrolünü genel yarar veya 'vergilerin veya diğer harçların veya cezaların ödenmesini güvence altına alması' gibi nedenlerle devlete veriyorsa bu kural kapsamına girmektedir. MÜSAADE EDİLEN KISITLAMALAR MÜDAHALE: Yukarıda belirtildiği gibi mülkiyetin korunması hakkı mutlak bir hak değildir. Bu hak 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinde açıkça öngörülmüş kısıtlamalara tabidir. Mal ve mülk dokunulmazlığı hakkına müdahaleye şu durumlarda izin verilmektedir: 1 Kanun tarafından öngörülmüş olmalı, 2 Kamu yararını amaçlamalı 3 Demokratik bir toplumda gerekli olmalı Bu her üç şartın da birlikte yerine getirilmiş olması gerekmektedir. Bu şartlardan birinin dahi yerine getirilmemiş olması sözleşmenin ihlal edildiği anlamına gelmektedir. Ayrıca, Sözleşmenin 15. maddesinin esasına uygun olarak savaş ve diğer olağanüstü durumlarda devlet mülkiyet dokunulmazlığı hakkına saygı yükümlülüğünü sadece durumun zorunlu kıldığı hallerde askıya alabilir. Bu tedbirler devletin diğer uluslararası belgelerden doğan yükümlülükleriyle çelişik olmamalıdır. KANUNİLİK İLKESİ:Esas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 8 Mülkiyet hakkına müdahale öncelikle kanunilik ilkesine uygun olmalıdır. Her ne kadar 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinin ilk paragrafının ikinci cümlesinde açıkça ifade edilmiş olsa da ('kanunda öngörülmüş şartlara tabi') kanuni katiyet ilkesi demokratik toplumun en temel ilkesi olarak Sözleşmede bir bütün olarak kabul edilmiş ve bu nedenle üç kuraldan hangisi uygulanırsa uygulansın bu şart yerine getirilmelidir. Kanun kavramı Sözleşmede özerk bir anlama sahiptir. 'Kanun' sadece resmi anlamda bir kanunu ifade etmemektedir. Bu kavram aynı zamanda başka bir kanunu (örneğin tüzük), Anayasa, devletin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve Avrupa Topluluğu hukukunu da kapsamaktadır. Hukukî işlem için sadece mülkiyet dokunulmazlığına saygı yükümlülüğüyle ilgili olarak devletin iç hukuk anlamında resmi bir hukukî kaynak ile sınırlandırılmış olması yetmez. Bunun yanı sıra keyfi muamelelere karşı bu sınırın belirli nitelik belirleyici karakterlere sahip olması ve uygun yasal güvencelerinin bulunması gerekmektedir. Örneğin James Birleşik Krallığa karşı davasında Mahkeme şu görüşümü yinelemiştir. ... tutarlı bir şekilde karara varılmıştır ki sözleşmede geçen 'kanun' veya 'kanunilik' terimleri sadece iç hukuku ifade etmemekte ayrıca kanunun nitelik olarak hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşır olması anlamına gelmektedir. Buna göre, kanunun erişilebilir (yayınlanmış) olması ve kanunun bölümlerinin, eylemin neticelerinin belirli bir işlemi gerektireceği ve hareketlerini düzenleyeceği şartlara göre ilgili kişiler tarafından makul bir dereceye kadar öngörülebilmelerini sağlayacak kesin ve açık bir dille ifade edilmiş olması gerekmektedir. Bu durum kanunların uygulanmasında gerekli olan yorumu dışta bırakacak bütün bir kesinliği gerektirmemektedir. Mamafih, söz konusu hukukî belgenin içeriğine, kapsadığı alana, hitap ettiği kişilerin sayı ve statülerine göre değişebilen öngörülebilirlik belirli bir dereceye kadar gerekmektedir. Mahkemenin mülkiyet hakkına müdahalenin kanuna uygun olmadığına karar verdiği durumlarda devletin amacının meşruluğunu veya orantılılık ilkesini dikkate alması gerekmemektedir. Böylesi bir durumda otomatik olarak 1 No'lu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlali söz konusu olacağından mahkeme böylesi bir haksız müdahalenin meşru bir amaca hizmet edip etmediğini ya da orantılı olup olmadığını değerlendirmeyecektir. GENEL YARAR: Bunun yanı sıra bireyin mülküne yapılan kanuni müdahalenin genel (kamu) yararı içindeki meşru bir amaca hizmet nedeniyle bu işlemi haklı gösteren hukukî geçerlik nedenlerinin ileri sürülmesi gerekmektedir. Bu yükümlülüğün mülkiyetten yoksunluk ('kamu yararı') ve mülkiyetin kullanımının kontrolü ('genel yarar') ile ilgili bağlantısı açık bir şekilde ifade edilmiştir. Mamafih, hangi kural uyarınca olursa olsun mülkiyet hakkına yapılan müdahale kamu (veya genel) yararına hizmet amacıyla yapılıyor olmak kuralına uymalıdır. 'Kamu yararı' kavramı niteliği gereği kapsamlı bir kavramdır. Zira yerel makamlar kendi toplumlarını ve onların ihtiyaçlarını daha iyi tanımakta ve bu nedenle Mahkemeden daha iyi bir şekilde kamu yararını tanımlayabilecek durumdadırlar. Mahkeme bu nedenle karar açık bir şekilde makul bir temelden mahrum olmadıkça yerel makamların neyin 'kamu yararına' olduğu konusundaki kararına saygı göstermektedir. ORANTILILIK: Mal ve mülk dokunulmazlığı hakkına müdahale eden bir tedbirin meşru bir amacın gerçekleştirilmesi hedefiyle demokratik bir toplumda gerekli olması gerekmektedir. Bu tedbirin toplumun genel yararının gerekleri ve bireylerin temel haklarının gerekleri arasında adil birEsas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 9 denge gözetmesi şarttır. Böylesi adil bir denge bireysel mülk sahibinin 'bireysel ve aşırı bir yük' altına sokulduğu durumlarda gerçekleşmiş olmayacaktır. Bununla birlikte, ülkelerine şekil veren sosyal süreç ile olan doğrudan temasları dikkate alınarak devlet yetkililerinin müdahalenin gerekliliği ve zarureti varlığına yaklaşımları konusunda daha iyi bir yerde olduklarını düşünerek Mahkeme taraf devletlere yaygın ifadesiyle 'takdir yetkisi' gibi belirli bir ölçümleme ve uyarlama yetkisi vermektedir. Bu nedenle belirli bir amacın gerçekleştirilmesi amacıyla seçilen tedbire göre sözleşmede güvence altma alınan hakları daha az kısıtlayan bir tedbirin bulunması halinde her iki tedbir de devletlerin takdir yetkisi kapsamında olduğu sürece prensip olarak sözleşmenin ihlali söz konusu olmayacaktır. Öte yandan, Mahkeme müdahalenin hizmet edilen amaca uygun olarak orantılı olup olmadığını incelerken alternatif çözümlerin varlığını da dikkate alarak karar verecektir. Takdir yetkisi ayrıca Mahkemenin Sözleşmede güvence altına alınan hakların gerçekleştirilmesindeki ikincil rolünden de kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, bu yetki sınırsız değildir fakat sözleşmece öngörülen mahkemenin tetkiki ile el ele gitmektedir. Bu yüzden mahkeme devletlerin aldıkları tedbirleri sorgulamaktan kaçınmayacak ve söz konusu tedbirleri takdir yetkisi kapsamında görmeyecektir. Bu eleştirinin kapsamı davanın şartlarına, Sözleşmece güvence altına alınan hakların niteliğine, müdahalenin yoğunluğu kadar müdahale ile amaçlanan meşru amaca göre değişecektir. Hentrich Fransa'ya karşı davasında başvurucu bir miktar arsa satın almış ve bunun akabinde devlet makamları bu arazi üzerindeki şufa haklarını kullanmak istemişlerdir. Devlet tarafı söz konusu davadaki kamu yararının vergi kaçakçılığının önlenmesi olduğunu ileri sürmüştür. Mahkeme ilk olarak devlet tarafından şufa hakkının keyfî bir şekilde ve seçerek uygulanmasının yanı sıra öngörülebilirlikten uzak olduğu sonucuna varmıştır. Değerlendirmenin ardından Mahkeme başvurucunun seçilmiş bir mağdur olarak bireysel ve aşırı bir yük ile sıkıntıya sokulduğu sonucuna varmış ve bu tedbirlerin eğer başvurucuya aleyhinde alınan tedbirlere karşı etkili bir itiraz hakkı tanınmış olsaydı ki başvurucuya tanınmamıştır meşru kabul edilebileceğine hükmetmiştir. Mülkiyet hakkının korunması ve kamu yararı arasında gözetilmesi gereken adil denge bu nedenle zarar görmüştür. İPTALİ İSTENEN KANUN KAPSAMINDA ESASTAN İNCELEME: 31/01/2007 tarih ve 5578 sayılı Yasanın 2. maddesi ile değişik 03/07/2005 tarih ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesinin 3. fıkrasına göre 'Belirlenen parsel büyüklüğü; mutlak tarım arazileri ve özel ürün arazilerinde 2 hektar, dikili tarım arazilerinde 0,5 hektar, örtü altı tarımı yapılan arazilerde 0,3 hektar ve marjinal tarım arazilerinde 2 hektardan küçük olamaz. Tarım arazileri bu büyüklüklerin altında ifraz edilemez, bölünemez veya küçük parsellere ayrılamaz. Ancak çay, fındık, zeytin gibi özel iklim ve toprak istekleri olan bitkilerin yetiştiği yerler ile seraların bulunduğu alanlarda, yörenin arazi özellikleri daha küçük parsellerin oluşmasını gerekli kıldığı takdirde, Bakanlığın uygun görüşü ile daha küçük parseller oluşturulabilir. 4. fıkrasında ise 'Bakanlığın uygun görüşü ile kamu yatırımları için ihtiyaç duyulan yerler hariç olmak üzere tarım arazileri, belirlenen büyüklükteki parsellerden daha küçük parçalara bölünemez. Bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne şekilde gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyetin mevcut olması durumunda, bu araziler ifraz edilemez, payları üçüncü şahıslara satılamaz, devredilemez veya rehnedilemez. Bu araziler hakkında 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun özgülemeye ilişkin hükümleri kıyasen uygulanır.' hükümleri nedeniyle davacılar bedelini peşin ödedikleri ve zilyetliğini devralarak fiilen ekip biçtikleri ve kullandıkları taşınmazlardaki 1/2 hisseyi kendi adlarına tescil ettirememektedirler. Bu hükümlere göre mahkememiz dosyasında davaya konu Van Merkez Kıratlı Köyü köyüstü mevkiinde bulunan 148 nolu parsel ve 180 nolu parselin mutlak tarım arazisi olmalarıEsas Sayısı : 2011/58 Karar Sayısı : 2012/70 10 nedeniyle taşınmazlardakiifraz, bölünme, küçük parsellere ayrılma, payların üçüncü şahıslara satılması, devredilmesi ve rehnedilmesi, yasaklanmıştır. Özellikle dünyadaki son yirmi yıldaki ekonomik gelişmeler ve özelleştirme uygulamaları dikkate alındığında devletin stratejik öneme sahip limanlar, iletişim ve haberleşme şirketleri, çok büyük kapasiteli fabrikalar, arsalar, kurumlar özel şahıslara satılırken, devletten çok birey ön plana çıkarılırken ekonomik ve stratejik öneme sahip olmayan bir köy yerinde bulunan mutlak tarım arazisi niteliğindeki ve 2 hektar (20000 m2) altındaki taşınmazdaki ifraz, bölünme, küçük parsellere ayrılma, payların üçüncü şahıslara satılması, devredilmesi ve rehnedilmesini yasaklamak birbiriyle çelişen uygulamalardır. Bu durum yukarıda açıklanan mülkiyet hakkına müdahale edilirken bu müdahale kanun tarafından öngörülmüş olma, kamu yararını amaçlama ve demokratik bir toplumda gerekli olma koşullarına aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca bu şekilde mal ve mülk dokunulmazlığı hakkına müdahale eden bir tedbirin meşru bir amacın gerçekleştirilmesi hedefiyle demokratik bir toplumda gerekli olması gerekmektedir. Bu tedbirin toplumun genel yararının gerekleri ve bireylerin temel haklarının gerekleri arasında adil bir denge gözetmesi şarttır. Böylesi adil bir denge bireysel mülk sahibinin 'bireysel ve aşırı bir yük' altına sokulduğu durumlarda gerçekleşmiş olmayacaktır. İptali talep edilen 31/01/2007 tarih ve 5578 sayılı Yasanın 2. maddesi ile değişik 03/07/2005 tarih ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesinin 3. fıkrası ve 4. fıkrasındaki düzenleme ve yasaklamalar mülk sahibini bireysel ve aşırı yük altına sokmuş ve toplumun genel yararının gerekleri ve bireylerin temel haklarının gerekleri arasında adil bir denge kurulması noktasında mülk sahibi aleyhine sonuç doğurmuş ve bu denge mülk sahibi aleyhine bozulmuş olmaktadır. Bu nitelikteki düzenleme ile müdahale hizmet edilen amaca uygun olarak orantılı olduğu söylenemez, iptali istenen kanun kapsamına girmeyen, özellikle imar planı içerisinde kalan, ekonomik ve stratejik olarak çok daha büyük öneme sahip taşınmazlar yönünden böyle bir kıstlama ve müdahale yok iken ek | 4,171 |
Esas Sayısı : 2020/ 84 Karar Sayısı : 2020/ 64 1 Motorlu Taşıt Sürücü Kursu adayları hakkında uygulanan sınavların dosya içerisinde bulunan ÖSYMnin bila tarihli yazısı cevabı içeriğine göre 6114 sayılı Yasa anlamında ÖSYM Başkanlığınca uygulanan sınavlardan olmadığı açıktır. Yargılama konusu iddianameye göre sanıkların ÖSYM Başkanlığınca uygulanmayıp, ilgili Bakanlıkça uygulanan sınav sebebiyle iddianamede tarif edilen eylemleri sebebiyle cezalandırılmaları talep edilmiştir. İddianamede yazılı değilse de, somut yargılama konusu eylemlerin sübutu halinde sanıkların 652 sayılı Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin ek madde 5 hükmü delaletiyle, 6114 sayılı Yasanın 10/3 uyarınca tecziyeleri gerekmektedir. Belirtilen Kanun Hükmündeki Kararnamedeki atıf hükmü, ceza içeren bir Kanundaki hükme yöneliktir. Konu ile ilgili ceza öngören hükmün kanun tanımlamasına uymamakla birlikte, kanunun herkese karşı aleniyeti ilkelerine de uygun düşmemektedir. Yukarıda belirtilen ilgili mevzuat hükümleri dikkate alındığında, ilgili Bakanlıklar tarafından uygulanan sınavlarda Kanun Hükmündeki Kararname ek madde delaletiyle 6114 sayılı Yasanın 10/3 uyarınca ceza öngörülmesinin Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik ceza konulamayacağına dair temel ve Anayasal ceza hukuku ilkeleri ile bağdaşmadığı Mahkememizce değerlendirilmiştir. HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere 1 Suçlamaya konu olayla ilgili cezalandırılması talep edilen kanun maddesine delalet eden 6764 sayılı yasanın 12. maddesi ile eklenen 652 sayılı Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin ek madde 5 hükmünün 1. fıkrasında yazılı bulunan 10. maddesi hükümleri bakanlıkça yapılan merkezi sınavlar hakkında da uygulanır. şeklinde hükmün Anayasaya aykırı olduğu kanaatiyle 2949 sayılı yasanın 28/5 uyarınca Tüm dava dosyasının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, dizi pusulasının oluşturulmasına, 2 İş bu dosya için geçici dosya oluşturulmasına, 3 2949 sayılı yasanın 28/5 hükmü uyarınca Anayasa Mahkemesince yapılacak incelemenin iş bu dosya için bekletici mesele yapılmasına, 4 Esasın bu şekilde kapatılmasına, 5 Anayasa Mahkemesince konu ile ilgili değerlendirme yapıldıktan sonra dosyanın yeni esasa kaydedilerek yargılamaya devam edilmesine, dair, sanıklar yokluğunda, hükmün mahiyeti gereği iş bu esas bakımından kesin, esasa ilişkin Anayasa Mahkemesince değerlendirilmek üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı. | 314 |
Esas Sayısı : 2019/42 Karar Sayısı : 2019/73 1 Muratpaşa Belediyesinin 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 ve 36 ıncı maddelerine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmuştur. Mahkemece, itiraz konusu kuralların aynı zamanda Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 2 a) Anayasanın Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2 inci maddesi şöyledir. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. b) Anayasa Mahkemesi hukuk devleti bahsinde, bu kavramın ne şekilde anlaşılması gerektiğine dair bir çok karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin internet sitesi aracılığıyla erişilen bu kararlarla ortaya konulan görüşler kısaca şöyledir: Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Kanunların ilke olarak genel ve nesnel olmaları gereğini ifade eden kanunların genelliği ilkesi ise hukuk devleti ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucudur. Kanunların genelliğinden anlaşılan, belli kişileri hedef almayan, özel bir durumu gözetmeyen, önceden saptanıp soyut biçimde herkese uygulanabilecek kurallar içermesidir. Buna göre yasa kurallarının her şeyden önce genel nitelikte olması, herkes için objektif hukuki durumlar yaratması ve aynı hukuki durumda bulunan kişilere ayırım gözetilmeksizin uygulanabilir olması gerekir. Anayasa Mahkemesince kamu yararı konusunda yapılacak inceleme, kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığının araştırılmasıyla sınırlıdır. Anayasanın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasada bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi kamu yararı; bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yarardır. Kamu yararı düşüncesi olmaksızın yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli kişilerin yararına olarak kanun hükmü konulamaz. Böyle bir durumun açık bir biçimde ve kesin olarak saptanması hâlinde söz konusu kanun hükmü Anayasanın 2. maddesine aykırı düşer. Açıklanan ayrık hâl dışında bir kanun hükmünün ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı, hangi araç ve yöntemlerle kamu yararının sağlanabileceği bir siyasî tercih sorunu olarak kanun koyucunun takdirinde olduğundan bu kapsamda kamu yararı değerlendirmesi yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır.Esas Sayısı : 2019/42 Karar Sayısı : 2019/73 2 Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. Kanunların geriye yürümezliği olarak adlandırılan bu ilke uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı dışında kalır. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. c) Hizmet alımı sözleşmeleri ile kamu idarelerinde çalışan işçiler, hizmeti sunan şirketlere bağlıdır. Bu işçilerin istihdamından asıl yararı, karlılık amacıyla faaliyet gösteren bu şirketler elde etmektedir. Kamu idareleri, istihdam edilen işçilerin sunduğu hizmetin karşılığını şirketlere ödemektedir. Şirketler, kamu idarelerinden aldıkları hizmet bedeliyle, istihdam ettikleri işçilerin ücretlerini, kıdem tazminatlarını ve diğer kanuni haklarını ödemek ödevi altındadırlar. 4857 sayılı Kanunun 2 inci maddesinde düzenlenen alt işveren üst işveren kurumları, iş hukukunda egemen olan işçinin korunması, işçi yararına yorum ilke ve amaçlarına matuftur.. Ne ki, itiraz konusu kurallarla, işçi lehine yorum ve işçinin korunması ilke ve amaçlarından, kar elde etmek amacıyla hareket eden, çoğu tacir sıfatına haiz alt işverenler de yararlandırılmış olmaktadır. 11/06/2014den sonra kurulan hizmet alımı sözleşmelerinde kıdem tazminatının alt işverenlere rücu edileceğine dair bir düzenleme yoksa, kıdem tazminatlarını ödeme yükü sadece kamu idarelerine geçecektir. Oysaki hizmet sunan şirketler birer tacirdirler ve her tacir gibi basiretli davranmak zorundadırlar. Kamu idareleri ile akdettikleri sözleşmelerde, kıdem tazminatı ve diğer işçilik alacaklarının kendilerince karşılanmasına olanak sağlayan düzenlemeleri, en azından müteselsil borçluluk düzenlemesini kendi ticari politikalarına uygun bulmuyorlarsa o sözleşmeleri imzalamayabilirler. Bu sözleşmeleri ve eklerindeki şartnameleri önceden görme imkanına da sahiptirler. Kıdem tazminatlarının kamu idarelerince ödenmesi, işveren şirketlerin bu yasal ödevlerinin onların uhdesinden alınarak kamu idarelerinin uhdesine geçirilmesi sonucunu doğurur. Bu sonucun, hukuk devletinin temelini oluşturan adalet düşüncesiyle, keza kamu yararı amacıyla bağdaştığı söylenemez. Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesi, müteselsil borçlulukta iç ilişkinin öncelikle sözleşmeye göre belirleneceğini öngörmektedir. Müteselsil borçlular bu ilişkiyi diledikleri şekilde düzenleyebilirler. Eğer düzenlememişlerse, o takdirde, yasa hükmü uygulanır ve müteselsil borçlular iç ilişkide yarı yarıya sorumlu olurlar. İşte itiraz konusu kurallarla genel bir kanun olan Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesinin kamu idarelerine bahşettiği yarı yarıya rücu imkanı da ortadan kalkmaktadır. Ama bu imkan, sadece kamu idareleri yönünden ortadan kalkmaktadır. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler, sözleşmeye ve yasaya göre önceden olduğu gibi alt işverenlere rücu edebileceklerdir. İtiraz konusu kurallar, bu nitelikleriyle kanunların genelliği ilkesine de aykırıdırlar. İtiraz konusu kuralların geçmişe yürütülmeleri, 11/09/2014den sonra kurulan tüm sözleşmeleri etki alanına almaları, kanunların geriye yürümezliği ve bağlantılı olarak hukuki güvenlik ilkelerine de aykırılık oluşturur.Esas Sayısı : 2019/42 Karar Sayısı : 2019/73 3 Belirlilik ilkesi de ihlal edilmiştir. Çünkü, 11/09/2014den itibaren kurulan hizmet alımı sözleşmelerinin kamu idarelerine bahşettiği, en azından yasal yarı yarıya rücu hakkı yaklaşık beş yıl sonra kabul edilen bu kurallarla geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır. Halbuki, geçmiş beş yılda kurulan bu sözleşmeler, yasalara, irade ve sözleşme özgürlüğüne, kısaca hukuk düzenine uygun ve meşrudurlar. 3 Anayasanın Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10 uncu maddesi şöyledir. Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Anayasa Mahkemesi bir çok kararında kanun önünde eşitlik ilkesinin şu şekilde yorumlanması gerektiğine işaret etmektedir. Anayasanın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlâli yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlardaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlâl edilmiş olmaz. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesiyle bahşedilen yar yarıya rücu hakkından şartsız ve kısıtlamasız yararlanabilirken, kamu idarelerinin bu haktan yoksun kalması, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olur. Çünkü, örneğin, alt işverenlerden temizlik hizmeti satın alan bir özel sağlık kuruluşu ile, Sağlık Bakanlığına bağlı bir kamu sağlık kuruluşu arasında hukuki konum açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de bedelini ödeyerek hizmet satın almaktadırlar. Keza, özel sağlık kuruluşlarının kıdem tazminatını alt işverenlere rücu için sözleşmede açık bir düzenlenme bulunması aranmazken, kamu sağlık kuruluşları için aranması da, aynı şekilde kanun önünde eşitlik ilkesini ihlal eder. 4 Anayasanın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36 ncı maddesi ise şöyledir. Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.Esas Sayısı : 2019/42 Karar Sayısı : 2019/73 4 11/09/2014den, itiraz konusu kuralların yürürlüğe girdiği 22/02/2019a kadar bakanlıklar, üniversiteler, belediyeler ve diğer birçok kamu kurum ve kuruluşu çeşitli şirketlerle hizmet alım sözleşmeleri akdetmişlerdir. Bu sözleşmelerin bazılarında kıdem tazminatının alt işverenlere rücu için özel bir düzenleme yer almasa da, kamu idareleri yasa gereği yarı yarıya rücu hakkına sahiptir. Halihazırda ülkemizdeki asliye hukuk mahkemelerinde, 11/09/2014den sonra kurulan sözleşmeler sebebiyle kamu idarelerinin açtığı ve devam eden çok sayıda rücu davası bulunmaktadır. İtiraz konusu geçici madde 9, bu davalarda, ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına şeklinde kararlar verilmesini buyurmaktadır. Oysaki kamu idareleri bu davaları meşru yasal ve yargısal ilkelere dayanarak açmışlardır. İtiraz konusu kural geçmişe yürütülmeyecek olsa, bu davalar önceden olduğu gibi kamu idareleri lehine sonuçlanacak ve idareler alt işverenlerin yasal borcu olan kıdem tazminatını onların yerine ödemek yükünden kurtulacaklardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yürürlükteki kurallara uygun olarak açılmış bir dava devam ederken, yasamanın yeni düzenleme yaparak davayı etkisizleştirmesinin mahkemeye başvurma hakkını zedeleyebileceğini benimsemektedir. (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Kapsamında Bir inceleme. Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU. Avrupa Konseyi. 2013. 1. baskı. ) İtiraz konusu kurallarla Anayasanın 36 ncı maddesinin de ihlal edildiği belirgindir. III. Sonuç ve İstek Açıklanan nedenlerle, 22 Şubat 2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 21 Şubat 2019 kabul tarihli ve 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin T.C Anayasasının 2, 10, 36 ıncı maddelerine aykırı olmaları nedeniyle iptalleri, yüksek takdirlerinize saygıyla arz olunur.Esas Sayısı : 2019/49 Karar Sayısı : 2019/32 5 ... Davacı MURATPAŞA BELEDİYE BAŞKANLIĞI tarafından davalılar ... Şirketi, ...Şirketi, ...Şirketi, ... Şirketi., ... Şirketi aleyhine açılan Tazminat (Rücuen Tazminat) ilişkin davanın yapılan yargılaması sırasında davacı vekilinin Anayasa Mahkemesine başvuru talepli dilekçesi ile bu dilekçe hususunda 04.04.2019 tarihli celse de verilen 4 nolu ara karar kapsamında dosya ele alındı; Davacı vekili Anayasa Mahkemesine başvuru talepli dilekçesinde özetle; 22.02.2019 tarihli 30694 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11. maddesine 4734 sayılı Kanunun 62 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi uyarınca alt işverenler tarafından çalıştırılan işçilere, 11/9/2014 tarihinden sonra imzalanan ihale sözleşmeleri kapsamında, kamu kurum ve kuruluşlarına ait işyerlerinde 11/9/2014 tarihinden sonra geçen süreye ilişkin olarak kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılan kıdem tazminatı ödemeleri için sözleşmesinde kıdem tazminatı ödemesinden ötürü alt işverene rücu edileceğine dair açık bir hükme yer verilmemişse alt işverenlere rücu edilmez. ibaresinin, aynı Kanunun 12 inci maddesi ile ise 4857 sayılı Kanuna Geçici Madde 9 Bu maddenin yürürlük tarihi itibarıyla kamu kurum veya kuruluşları tarafından alt işverene rücu edilmek üzere yürütülen davalarda, 112 nci maddenin altıncı fıkrası kapsamında rücu edilmeyecek kısmı için ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmedilir, yargılama gideri ve vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. İcra takiplerinde rücu edilmeyecek kısma ilişkin olarak harç alınmaksızın düşme kararı verilir, takip giderleri ile vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. Ancak, bu kapsamda alt işverene rücu edilerek takip ve tahsil edilmiş olan tutarlar, alt işverenler lehine hiçbir şekilde alacak hakkı doğurmaz ve tahsil edilmiş tutarlar iade edilmez. ibaresinin eklendiğini, ancak her iki düzenlemenin de Anayasanın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi ve bu kapsamda hukuki güvenlik ilkesi, öngörülebilirlik ilkesi, meşru beklenti ilkesi, kazanılmış hakların korunması ilkesi, kanunların geriye yürümezliği ilkesi ile 5. Maddesinde yer alan devletin temel amaç ve görevlerini ifa ederken uyması gereken ilkelere yine 13. Maddesi kapsamındaki ölçülülük ilkesine, 36. Maddesindeki hak arama hürriyetine ilişkin ve bu kapsamda adil yargılanma ilkesine 138. maddesindeki mahkemelerin bağımsızlığı düzenlemesi ve bu kapsamda yasama yoluyla mahkemenin hukuki denetim yetkisinin kısıtlanmaması ilkesine ve kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı olduğunu, zira yapılan bu düzenlemelerin müvekkili idare üst işveren sıfatıyla 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu, Kamu İhale Genel Tebliğ, Hizmet Alımları Uygulama Yönetmeliği ve eki Hizmet İşleri Genel Şartnamesi hükümleri dikkate alınarak davalı işverene karşı dava dışı işçiye yapılan ödemenin işverenden rücuen tahsili istemiyle mahkeme masraflarına da katlanarak huzurdaki davayı ikame ettiğini, ancak bu aşamada Yargıtay uygulamalarına göre kazanacağı iş bu davayı iptali talep edilen Kanun hükümleri nedeniyle kaybedeceğini, düzenlemenin dava tarihindeki koşullar itibariyle açılan davada menfaati yok saymak, taraflar arasındaki sözleme ilişkisinden kaynaklı vekil eden müvekkilinin davalıya karşı ileri sürebileceği hakkı da ortadan kaldırması nedeniyle Anayasanın 2. Maddesin de yer alan hukuk devleti ilkesine aykırı olduğunu belirterek, bu iddiaların ciddi bulunmasını ve Anayasa Mahkemesine bu normların iptali için itiraz başvurusu yapılmasını beyan etmiştir. 09/01/2018 tarihinde ikame edilen davanın tahkikatı sürdürülürken 21/02/2019 da 7166 sayılı Kanun kabul edilmiş ve 22 Şubat 2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.Esas Sayısı : 2019/49 Karar Sayısı : 2019/32 6 Bu kanunun 11 inci maddesi ile 4857 sayılı İş Kanununun 112 nci maddesinin 5 inci fıkrasından sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir: 4734 sayılı Kanunun 62 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi uyarınca alt işverenler tarafından çalıştırılan işçilere, 11/9/2014 tarihinden sonra imzalanan ihale sözleşmeleri kapsamında, kamu kurum ve kuruluşlarına ait işyerlerinde 11/9/2014 tarihinden sonra geçen süreye ilişkin olarak kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılan kıdem tazminatı ödemeleri için sözleşmesinde kıdem tazminatı ödemesinden ötürü alt işverene rücu edileceğine dair açık bir hükme yer verilmemişse alt işverenlere rücu edilmez. Aynı kanunun 12 nci maddesi ile ise 4857 sayılı Kanuna, geçici madde 9 numarasıyla aşağıdaki madde eklenmiştir: Bu maddenin yürürlük tarihi itibarıyla kamu kurum veya kuruluşları tarafından alt işverene rücu edilmek üzere yürütülen davalarda, 112 nci maddenin altıncı fıkrası kapsamında rücu edilmeyecek kısmı için ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmedilir, yargılama gideri ve vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. İcra takiplerinde rücu edilmeyecek kısma ilişkin olarak harç alınmaksızın düşme kararı verilir, takip giderleri ile vekâlet ücreti taraflar üzerinde bırakılır. Ancak, bu kapsamda alt işverene rücu edilerek takip ve tahsil edilmiş olan tutarlar, alt işverenler lehine hiçbir şekilde alacak hakkı doğurmaz ve tahsil edilmiş tutarlar iade edilmez. Davacı Muratpaşa Belediyesi vekili, 27/03/2019 günlü dilekçesi ile, eldeki uyuşmazlıkta 11/09/2014 tarihinden sonra kurulan sözleşmeler de bulunduğundan, dolayısıyla 7166 sayılı kanunun 11 ve 12 inci maddelerinin bu uyuşmazlıkta kısmen uygulama alanı olduğundan, ancak anılan her iki düzenlemenin de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 inci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesiyle 36 ncı maddesinde düzenlenen adil yargılama ilkesine aykırılık oluşturduğundan söz ederek Anayasaya aykırılık iddialarının ciddi bulunmasını ve Anayasa Mahkemesine bu normların iptali için itiraz başvurusu yapılmasını talep etmiş olup, dilekçede yer alan açıklamalardan, özellikle üst işveren konumundaki kamu idarelerinin müteselsil sorumluluk kurallarına göre ödedikleri bedelleri diğer müteselsil sorumlulara rücu imkanlarının ortadan kaldırılmasıyla Anayasanın 2 inci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesinin, kanunun geçmişe yürütülerek daha önce ikame edilen ve derdest olan davalarda kamu idarelerinin ulaşmak istedikleri hukuki yarara ulaşılmasının önlenmesiyle Anayasanın 36 ncı maddesinde düzenlenen adil yargılama ilkesinin, keza müteselsil borçluluk için Türk Borçlar Kanununda öngörülen genel kurallardan farklı bir rejim öğürülmesiyle Anayasanın 10 uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesinin ihlali niteliğinde sonuçların doğabileceği düşünülmüştür. Açıklanan nedenlerle; GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: 1) Davacı Muratpaşa Belediyesinin Anayasaya aykırılık iddiasının ciddi bulunmasına, 2) 7166 sayılı Kanunun 11. ve 12. maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2., 10. ve 36. maddelerine aykırılık sebebiyle iptalleri için Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunda bulunmasına, 2 Mahkememiz dosyasının onaylı suretinin itiraz başvurusu ile birlikte AnayasaEsas Sayısı : 2019/49 Karar Sayısı : 2019/32 7 Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Dair dosya üzerinden yapılan inceleme neticesinde karar verildi."Esas Sayısı : 2019/57 Karar Sayısı : 2019/43 8 III. Anayasaya Aykırılık Nedenleri 1 Muratpaşa Belediyesinin 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 ve 36ıncı maddelerine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmuştur. Mahkemece, itiraz konusu kuralların aynı zamanda Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 2 a) Anayasanın Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2 inci maddesi şöyledir. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. b) Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti bahsinde, bu kavramın ne şekilde anlaşılması gerektiğine dair bir çok karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin internet sitesi aracılığıyla erişilen bu kararlarla ortaya konulan görüşler kısaca şöyledir: Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Kanunların ilke olarak genel ve nesnel olmaları gereğini ifade eden kanunların genelliği ilkesi ise hukuk devleti ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucudur. Kanunların genelliğinden anlaşılan, belli kişileri hedef almayan, özel bir durumu gözetmeyen, önceden saptanıp soyut biçimde herkese uygulanabilecek kurallar içermesidir. Buna göre yasa kurallarının her şeyden önce genel nitelikte olması, herkes için objektif hukuki durumlar yaratması ve aynı hukuki durumda bulunan kişilere ayırım gözetilmeksizin uygulanabilir olması gerekir. Anayasa Mahkemesince kamu yararı konusunda yapılacak inceleme, kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığının araştırılmasıyla sınırlıdır. Anayasanın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasada bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi kamu yaran; bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yarardır. Kamu yararı düşüncesi olmaksızın yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli kişilerin yararına olarak kanun hükmü konulamaz. Böyle bir durumun açık bir biçimde ve kesin olarak saptanması hâlinde söz konusu kanun hükmü Anayasanın 2. maddesine aykırı düşer. Açıklanan ayrık hâl dışında bir kanun hükmünün ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı, hangi araç ve yöntemlerle kamu yararının sağlanabileceği bir siyasî tercih sorunu olarak kanun koyucunun takdirinde olduğundan bu kapsamda kamu yararı değerlendirmesi yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilikEsas Sayısı : 2019/57 Karar Sayısı : 2019/43 9 sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır. Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. Kanunların geriye yürümezliği olarak adlandırılan bu ilke uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı dışında kalır. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. c) Hizmet alımı sözleşmeleri ile kamu idarelerinde çalışan işçiler, hizmeti sunan şirketlere bağlıdır. Bu işçilerin istihdamından asıl yararı, karlılık amacıyla faaliyet gösteren bu şirketler elde etmektedir. Kamu idareleri, istihdam edilen işçilerin sunduğu hizmetin karşılığını şirketlere ödemektedir. Şirketler, kamu idarelerinden aldıkları hizmet bedeliyle, istihdam ettikleri işçilerin ücretlerini, kıdem tazminatlarını ve diğer kanuni haklarını ödemek ödevi altındadırlar. 4857 sayılı Kanunun 2 inci maddesinde düzenlenen alt işveren üst işveren kurumlan, iş hukukunda egemen olan işçinin korunması, işçi yararına yorum ilke ve amaçlarına matuftur.. Ne ki, itiraz konusu kurallarla, işçi lehine yorum ve işçinin korunması ilke ve amaçlarından, kar elde etmek amacıyla hareket eden, çoğu tacir sıfatına haiz alt işverenler de yararlandırılmış olmaktadır. 11/06/2014den sonra kurulan hizmet alımı sözleşmelerinde kıdem tazminatının alt işverenlere rücu edileceğine dair bir düzenleme yoksa, kıdem tazminatlarını ödeme yükü sadece kamu idarelerine geçecektir. Oysaki hizmet sunan şirketler birer tacirdirler ve her tacir gibi basiretli davranmak zorundadırlar. Kamu idareleri ile akdettikleri sözleşmelerde, kıdem tazminatı ve diğer işçilik alacaklarının kendilerince karşılanmasına olanak sağlayan düzenlemeleri, en azından müteselsil borçluluk düzenlemesini kendi ticari politikalarına uygun bulmuyorlarsa o sözleşmeleri imzalamayabilirler. Bu sözleşmeleri ve eklerindeki şartnameleri önceden görme imkanına da sahiptirler. Kıdem tazminatlarının kamu idarelerince ödenmesi, işveren şirketlerin bu yasal ödevlerinin onların uhdesinden alınarak kamu idarelerinin uhdesine geçirilmesi sonucunu doğurur. Bu sonucun, hukuk devletinin temelini oluşturan adalet düşüncesiyle, keza kamu yaran amacıyla bağdaştığı söylenemez. Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesi, müteselsil borçlulukta iç ilişkinin öncelikle sözleşmeye göre belirleneceğini öngörmektedir. Müteselsil borçlular bu ilişkiyi diledikleri şekilde düzenleyebilirler. Eğer düzenlememişlerse, o takdirde, yasa hükmü uygulanır ve müteselsil borçlular iç ilişkide yarı yarıya sorumlu olurlar. İşte itiraz konusu kurallarla genel bir kanun olan Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesinin kamu idarelerine bahşettiği yan yarıya rücu imkanı da ortadan kalkmaktadır. Ama bu imkan, sadece kamu idareleri yönünden ortadan kalkmaktadır. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler , sözleşmeye ve yasaya göre önceden olduğu gibi alt işverenlere rücu edebileceklerdir. İtiraz konusu kurallar, bu nitelikleriyle kanunların genelliği ilkesine de aykırıdırlar.Esas Sayısı : 2019/57 Karar Sayısı : 2019/43 10 İtiraz konusu kuralların geçmişe yürütülmeleri, 11/09/2014den sonra kurulan tüm sözleşmeleri etki alanına almaları, kanunların geriye yürümezliği ve bağlantılı olarak hukuki güvenlik ilkelerine de aykırılık oluşturur. Belirlilik ilkesi de ihlal edilmiştir. Çünkü, 11/09/2014den itibaren kurulan hizmet alımı sözleşmelerinin kamu idarelerine bahşettiği, en azından yasal yarı yarıya rücu hakkı yaklaşık beş yıl sonra kabul edilen bu kurallarla geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır. Halbuki, geçmiş beş yılda kurulan bu sözleşmeler, yasalara, irade ve sözleşme özgürlüğüne, kısaca hukuk düzenine uygun ve meşrudurlar. 3 Anayasanın Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10 uncu maddesi şöyledir. Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Anayasa Mahkemesi bir çok kararında kanun önünde eşitlik ilkesinin şu şekilde yorumlanması gerektiğine işaret etmektedir. Anayasanın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlâli yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlardaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlâl edilmiş olmaz. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler Türk Borçlar Kanununun 167 inci maddesiyle bahşedilen yan yarıya rücu hakkından şartsız ve kısıtlamasız yararlanabilirken, kamu idarelerinin bu haktan yoksun kalması, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olur. Çünkü, örneğin, alt işverenlerden temizlik hizmeti satın alan bir özel sağlık kuruluşu ile, Sağlık Bakanlığına bağlı bir kamu sağlık kuruluşu arasında hukuki konum açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de bedelini ödeyerek hizmet satın almaktadırlar. Keza, özel sağlık kuruluşlarının kıdem tazminatım alt işverenlere rücu için sözleşmede açık bir düzenlenme bulunması aranmazken, kamu sağlık kuruluşları için aranması da, aynı şekilde kanun önünde eşitlik ilkesini ihlal eder. 4 Anayasanın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36 nci maddesi ise şöyledir.Esas Sayısı : 2019/57 Karar Sayısı : 2019/43 11 Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. 11/09/2014den, itiraz konusu kuralların yürürlüğe girdiği 22/02/2019a kadar bakanlıklar, üniversiteler, belediyeler ve diğer birçok kamu kurum ve kuruluşu çeşitli şirketlerle hizmet alım sözleşmeleri akdetmişlerdir. Bu sözleşmelerin bazılarında kıdem tazminatının alt işverenlere rücu için özel bir düzenleme yer almasa da, kamu idareleri yasa gereği yarı yarıya rücu hakkına sahiptir. Halihazırda ülkemizdeki asliye hukuk mahkemelerinde, 11/09/2014den sonra kurulan sözleşmeler sebebiyle kamu idarelerinin açtığı ve devam eden çok sayıda rücu davası bulunmaktadır. İtiraz konusu geçici madde 9, bu davalarda, ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına şeklinde kararlar verilmesini buyurmaktadır. Oysaki kamu idareleri bu davaları meşru yasal ve yargısal ilkelere dayanarak açmışlardır. İtiraz konusu kural geçmişe yürütülmeyecek olsa, bu davalar önceden olduğu gibi kamu idareleri lehine sonuçlanacak ve idareler alt işverenlerin yasal borcu olan kıdem tazminatım onların yerine ödemek yükünden kurtulacaklardır, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yürürlükteki kurallara uygun olarak açılmış bir dava devam ederken, yasamanın yeni düzenleme yaparak davayı etkisizleştirmesinin mahkemeye başvurma hakkını zedeleyebileceğini benimsemektedir. (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Kapsamında Bir inceleme. Prof. Dr. Sibel İNCEOGLU. Avrupa Konseyi. 2013. 1. baskı.) İtiraz konusu kurallarla Anayasanın 36 nci maddesinin de ihlal edildiği belirgindir. III. Sonuç Ve İstek Açıklanan nedenlerle, 22 Şubat 2019 tarihli Resmi Gazete7de yayınlanarak yürürlüğe giren 21 Şubat 2019 kabul tarihli ve 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin T.C Anayasasının 2, 10, 36 ıncı maddelerine aykırı olmaları nedeniyle iptalleri, yüksek takdirlerinize saygıyla arz olunur.Esas Sayısı : 2019/66 Karar Sayısı : 2019/51 ... 1 Davacı Muratpaşa Belediyesinin 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 ve 36 ıncı maddelerine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmuştur. Mahkememizce, itiraz konusu kuralların aynı zamanda Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 2 a) Anayasanın Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2 inci maddesi şöyledir; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. şeklindedir. b) Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti bahsinde, bu kavramın ne şekilde anlaşılması gerektiğine dair bir çok karar vermiştir. Anayasa | 4,126 |
Esas Sayısı : 2021/97 Karar Sayısı : 2022/36 1 ... 09.07.2021 tarihli ve 7332 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 12. maddesiyle 5199 sayılı Kanuna eklenen Madde 28/Anın 8. fıkrasının birinci cümlesinin Anayasaya aykırılığı 7332 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununa adli cezaları düzenleyen 28/A maddesi eklenmiştir. Suç ve cezaya ilişkin anılan amir hükmün 8. fıkrası, cezai soruşturmanın usul ve esaslarını düzenlemektedir. Buna göre sahibi tarafından işlenen suçlar da dahil olmak üzere anılan 28/A maddesinde belirtilen suçların işlenmesi ha linde soruşturma yapılması, Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlükleri tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunulmasına bağlı olacaktır; bu başvuru, mu hakeme şartı niteliğinde olacaktır; suçüstü halinde ise soruşturma genel hükümlere göre yapı lacaktır; anılan 28/A maddesinin ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralarında belirtilen suç ların başka bir kişi tarafından sahipli hayvana karşı işlenmesi halinde hayvan sahibinin şikayeti üzerine de soruşturma yapılacaktır. Ancak anılan 28/A maddesinin 8. fıkrasının ‘‘sahibi tara fından işlenen suçlar da dahil olmak üzere bu maddede belirtilen suçların işlenmesi halinde soruşturma yapılmasının Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlükleri tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunulmasına bağlı olduğu hükmünü havi bi rinci cümlesi, Anayasaya aykırıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki kanun koyucu, hayvanlara yönelik işlenen sayılı suçların (sözgelimi nesli yok olma tehlikesi altında olan bir hayvanı öldürme) soruşturma usulünde, ge nel hükümlerden saparak bu sapmayı haklı kılacak neden olmaksızın yeni bir muhakeme şartı ihdas etmiştir. Şöyle ki; a) Kural olarak, ceza yargılamasının temel normlarını içeren 5271 sayılı Ceza Muhake mesi Kanununun 158. ve 160. maddeleri mucibince Cumhuriyet Savcısı, ihbar veya şikayet üzerine ya da resen bir suç isnadıyla ilgili olarak harekete geçmektedir. b) Kanun koyucu, hayvanlara yönelik sayılı suçlarda Cumhuriyet Başsavcılığının so ruşturma yapabilmesi için; öncelikle Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlükleri nin yazılı başvuruda bulunmasına yönelik muhakeme şartının varlığını aramaktadır. Diğer bir deyişle Cumhuriyet Savcısı, iptali talep edilen cümle nedeniyle resen harekete geçemeyecek, (sözgelimi) hayvanlara cinsel saldırıda bulunma fiilinin gerçekleştiğine dair emarelere tanık olan bir kimse, bu durumu Cumhuriyet Savcılığına ihbar edemeyecektir. Öte yandan her ne kadar iptali talep edilen cümlenin devamında bu istisna hükmüne bir istisna getirilerek (suçüstü halinde soruşturmanın genel hükümlere göre yapılması, belirtilen suçların başka bir kişi tara fından sahipli hayvana karşı işlenmesi halinde hayvan sahibinin şikayeti üzerine de soruşturma yapılabilmesi) genel kurala dönülse de; suçüstünün olmadığı ve sahipli olmayan hayvana bu fiillerin yöneldiği durumların fazlalığı, iptali talep edilen cümlenin uygulama alanının çok kap samlı olacağına delalettir. A) Devletin temel amaç ve görevleri, yaşam hakkı, çevre hakkı, tabiat varlıklarının ko runması ve hayvan hakları bakımından: Her ne kadar (sözgelimi İsviçre Federal Anayasasının ‘‘Hayvanları Koruma başlıklı 80. maddesinde1 olduğu gibi) hayvanlar, Anayasada sui 1 https://www.fedlex.admin.ch/eli/cc/1999/404/fr (Erişim Tarihi: 21.08.2021)Esas Sayısı : 2021/97 Karar Sayısı : 2022/36 2 generis hak öznesi olarak konumlandırılmasa ve hayvan tanımı yapılmasa da, yine Anayasanın lafzında (sözgelimi Anayasanın 45. ve 169. maddelerinde) insan merkezci bir perspektifle ve araçsal bakış açısıyla ‘‘hayvancılık, hayvansal gibi sözcükler kullanılmak suretiyle türevsel bir terminoloji benimsense de; çevre hakkının himaye ettiği flora, fauna ve homo sapiens (biri diğerinden daha az önemli olmayan tüm canlılar) arasındaki ekolojik ilişki bağlamında hayvan ların onura, hakka sahip olduğuna ve habitatlarında hayvan refahını temin etmek, onları koru mak adına Devletin birtakım yükümlülükleri bulunduğuna yönelik anayasal yorum yapmak mümkündür. Nitekim çevre hakkına dayanan çevre hukuku, ‘‘her şeyden önce ‘‘doğal ortam ları koruma altına alma işlevine sahiptir. Bu nedenle doğa hukuku veya doğayı koruma hu kuku, ilk boyutu olarak belirtilebilir. Doğa hukuku, hayvan türlerinin korunması, doğal türlerin korunması ile seyrek ve hassas doğal türlerin muhafazasını kapsamına alır.2 Yine, Anayasanın 17. maddesinde temelini bulan manevi varlığını geliştirme hakkı ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. ve Anayasanın 56. maddelerinde hüküm altına alınan çevre hakkı birlikte ele alındığında ortaya çıkacağı üzere; herkesin sağlıklı, dengeli ve yaşanı labilir, planlı bir çevrede yaşama hakkı vardır. Anılan maddeler ve Anayasanın 5. maddesi gereğince Devlet, sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama hakkının standar dının sağlanması için gerekli tedbirleri almalıdır. Türkiyenin de taraf olduğu 1966 tarihli Eko nomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme m.12/1 b, sağlık hakkının bir unsuru olarak ve dolaylı şekilde sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına atıf yapmaktadır. 1972 Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı Bildirgesinin 2. maddesine göre: İnsan çevresinin korunması ve geliştirilmesi dünyamızın her yerinde insanların refahını ve kalkınmasını etkileyen önemli bir konu, bütün insanların özlemi ve bütün hükûmetlerin görevi dir. 1992de Rio de Janeiroda ilan edilen Rio Bildirgesinin 1. maddesi uyarınca: İnsanların, tabiatla uyum içinde, sağlıklı ve üretken bir yaşam hakları vardır. Avrupa İnsan Hakları Mah kemesi de içtihatlarında devletin, bireyin sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamasını sağlamak için gerekli önlemleri almaya dair kesin bir yükümlülüğü olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim Mahkemeye göre; Tabiatla ormanların ve daha genel olarak çevrenin korunması, savunul ması kamuoyunda ve bunun sonucunda da kamu makamlarında devamlı ve güçlü bir ilgi doğu ran bir değer oluşturmaktadır. Ekonomik gereklilikler ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklara, özellikle de devlet bu konuda yasa yaptığında, çevrenin korunmasına ilişkin düşünce ler karşısında, öncelik verilmemelidir (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 08.07.2008 ta rihli ve 1411/03 Başvuru Nolu, Turgut ve diğerleri/Türkiye Kararı, § 90). Ayrıca Anayasa, 63. maddesiyle de Devlete tabiat varlıklarını ve değerlerini koruma yükümlülüğü yüklemiştir. Devletin aldığı, insanların sağlıklı, dengeli, yaşanabilir, planlı bir çevrede yaşamasını, tabiat varlıklarının korunmasını sağlayan tedbirlerden biri de çevre hukuku mevzuatıyla öngö rülen hayvanlara karşı yöneltilen suçların adli makamlarca etkin bir şekilde soruşturulması ve kovuşturulması ve adil bir yargılama sonucunda faillerin cezalandırılmasıdır. Sağlıklı ve den geli çevrenin üç ana ayağından birisini oluşturan hayvanların ceza hukuku araçlarıyla etkili ve somut şekilde korunmadığı bir ortamda, Anayasanın 56. ve 63. maddelerine saygı gösterildiği söylenemez. 2 Kaboğlu, İbrahim Özden, Çevre Hakkı, Cep Üniversitesi, Yeni Yüzyıl Kitaplığı, İletişim Yay., 1995, s. 42.Esas Sayısı : 2021/97 Karar Sayısı : 2022/36 3 O halde hem canlılar arasında tür bazlı ayrım yapmaksızın hayvanların onura sahip sui generis hukuki varlık olduğunun anayasal yorumla kabulü halinde hem de insan türü tarafından temin edilmesi talep edilen çevre hakkı bağlamında sağlıklı ve dengeli bir çevrenin oluşturul ması bakımından hayvanların zorunlu ve ikame edilemez rolü gözetildiğinde; Devlet, hayvan ların korunmasına ve refahının sağlanmasına yönelik yükümlülüklere sahiptir. Ancak kanun koyucu, iptali talep edilen cümleyle bir suçun soruşturulmasına yönelik usuli işlemleri başlata cak özneyi tekile indirgeyerek (belirtilen suçların işlendiğine dair kanısı oluşan herkes ve/veya resen Savcılık makamı yerine sadece Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlükleri tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına başvuru yapılabilmesine ilişkin hüküm getirerek); anı lan yükümlülüğüne aykırı davranmış, hayvanların koruma alanının kapsamını (onlara yönelik işlenen suçların soruşturulması imkanını) aşırı ölçüde daraltmıştır. İhtilaflı muhakeme şartını içeren iptali istenen kural, bu açıdan, hayvanların korunması yönünde ihdas edilen suç tiplerin den beklenen kamusal faydayı ortadan kaldırmaktadır. Tüm bu nedenlerle iptali talep edilen cümle, Anayasanın 5., 17., 56. ve 63. maddelerini ihlal etmektedir. B) Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları, adil yargılanma hakkı, te mel hak ve hürriyetlerin korunması, dilekçe hakkı bakımından: Yargıtaya göre: Şikayet hakkı, diğer bir deyimle hak arama özgürlüğü; Anayasanın 36. maddesinde; ‘Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir şeklinde yer almıştır. Hak arama özgürlüğü bu şekilde güvence altına alınmış olup; kişiler, gerek yargı mercileri önünde gerekse yetkili kurum ve kuruluşlara başvurmak suretiyle kendilerine zarar verenlere karşı haklarının korunmasını, yasal işlem yapılmasını ve cezalandırılmalarını isteme hak ve yetkilerine sahiptir. (Yargıtayın 21.12.2017 tarihli ve 2016/938 E.; 2017/8564 K. sayılı Kararı)3. Yine Anayasanın 40. madde sinin amir hükmüne göre; Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. Buna ilave olarak Anayasanın 74. maddesinin amir hükmüne göre; vatandaşlar ve karşılıklılık esası göze tilmek kaydıyla Türkiyede ikamet eden yabancılar kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri hakkında, yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahiptir. Anayasa Mahkemesine göre de ‘‘Anayasa'nın 36., 40. ve 74. maddeleri bir likte değerlendirildiğinde hak arama hürriyeti sadece yargısal başvuru yollarını değil idari başvuru yollarını ve duruma göre Türkiye Büyük Millet Meclisine başvuruyu da içeren siyasi başvuru yollarını kapsamaktadır. (Anayasa Mahkemesinin 19.04.2018 tarihli ve 2015/11456 Başvuru Nolu Ali Abbas Yalman Kararı, § 30). Öte yandan ‘‘ hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının öte sinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korun masını sağlayan en etkili güvencelerden biridir... (Anayasa Mahkemesinin 02.11.2016 tarihli ve 2015/61 E.; 2016/172 K. sayılı Kararı, § 123). O halde hayvan hakları bağlamında çevre hakkının korunması; hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkının, dilekçe hakkının etkin kullanımıyla mümkündür. Diğer bir deyişle muhakeme şartı niteliğinde olan ve iptali istenen yazılı başvuru şartı; yurttaşların yargı makamları nezdinde ve hayvanları koruma bağlamında çevre haklarını arayamamasına neden olacak, kamu davası nın açılmasına mani olacak ve kişinin çevre hakkını bireylerarası yatay ilişkilerde (dolaylı 3 https://karararama.yargitay.gov.tr/YargitayBilgiBankasiIstemciWeb/ (Erişim Tarihi: 22.08.2021)Esas Sayısı : 2021/97 Karar Sayısı : 2022/36 4 olarak) ihlal eden failler cezalandırılamayacaktır. Öte yandan iptali talep edilen cümle, bağım sız ve tarafsız olan Savcılık makamının kamu düzeninden olan bu konu üzerinde resen harekete geçmesine de engel olacaktır. Kaldı ki soruşturmanın başlatılması için idari merci olan müdür lükler tarafından adli merci olan Savcılığa yazılı başvuruda bulunulması şartının aranması, adli sürece idari müdahale edilmesine imkan verecektir. Yurttaşların şifahen yahut yazılı olarak (di lekçe vererek) hayvan hakları hususunda yetkili makama (Savcılığa) geciktirilmeden başvurma imkanı ortadan kaldırılmıştır. Tüm bu nedenlerle Anayasanın 13. maddesinde düzenlenen te mel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırlarının gerekleri karşılanmayarak; çevre hak kını koruyucu (dilekçe hakkına ve adil yargılanma hakkına istinaden) usuli güvenceler (Savcı lığın resen harekete geçmesi, Savcılık makamına ilgililer, barolar, hayvan hakları dernekleri vd. tarafından şikayette bulunulması) bertaraf edilmek suretiyle hakkın özüne dokunularak; Ana yasanın 13., 36., 40. ve 74. maddeleri ihlal edilmektedir. C) Hukuk devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından: Anayasanın 2. madde sinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uygun, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir (Anayasa Mahkemesinin 25.05.1976 tarihli ve 1976/1 E.; 1976/28 K. sayılı Kararı). Anayasanın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliği dir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun çiz diği sınırlar içinde kalmalıdır. Bu nedenle merkezi idari teşkilat içinde yer alan Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlüklerinin, sayılı suçların işlenmesi halinde soruşturma yapılması için, Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunurken, kanuna dayanması ve aykırı olmaması için; ka nunda hangi hallerde yazılı başvuru yapılacağının genel çerçevesinin net, açık, anlaşılabilir şe kilde çizilmesi gerekir. Buna rağmen iptali talep edilen cümle hükmünde, yazılı başvuruda bu lunma yetkisi; kanun düzeyinde hiçbir objektif kıstas getirilmeksizin sadece Bakanlığın (mü dürlüklerin) uhdesine bırakılmıştır. Diğer bir deyişle yargısal bir yetkinin kullanılması (Savcı tarafından soruşturma yürütülmesi), idari yetkinin kullanımına (il veya ilçe müdürlükleri tara fından yazılı başvuruya yönelik muhakeme şartının gerçekleştirilmesi) bağlanmış ve fakat bu idari yetki, hiçbir koşulla kayıtlanmamıştır. Halbuki il veya ilçe müdürlüklerinde istihdam edi len personelin sayılı suçların sübut ettiğini tayin edecek yeterli düzeyde teknik bilgilerinin bu lunmaması ve söz konusu başvurunun gerekliliğini takdir edecek bir konumda bulunmamaları kuvvetle muhtemeldir. O halde iptali talep edilen cümle hükmünde, Bakanlığın (müdürlüklerin) yazılı başvuru şartına ilişkin yetkisini kullanırken temel alacağı genel çerçeve ve keyfi davran masını önleyecek kanuni objektif kıstaslar düzenlenmediğinden; ve hangi durumun tekamül etmesiyle bu yazılı başvurunun yapılacağı belirli ve öngörülebilir olmadığından; Anayasanın 2. ve 123. maddeleri ihlal edilmiştir. D) Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasanın 7. maddesinde teme lini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belir siz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile dü zenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesinin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen cümle hükmünde olduğu gibi temel ilkeleriEsas Sayısı : 2021/97 Karar Sayısı : 2022/36 5 belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin; idareye (Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlüklerine) belirtilen suçların işlenmesi halinde soruşturma yapılması için Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunma yetkisi veren bir yasa, Anayasanın 7. maddesine aykırılık oluşturur. E) Eşitlik ilkesi bakımından: Anayasanın ‘‘Genel Esaslar başlıklı birinci kısmında yer alan 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi, anayasal bir norm şeklinde düzenlenmiş olup mutlak ve nispi olmak üzere iki anlam taşır. Anayasanın 10. maddesinin ilk fıkrası mutlak eşitliği başka bir deyişle kanunların herkese eşit şekilde uygulanmasını düzenler. Nispi eşitlik ise, aynı durumda bulunanların aynı işleme ve farklı durumlarda bulunanların, farklı işlemlere tâbi tutulabilmesini ifade eder. Anayasa Mahkemesi, mutlak eşitlik anlayışının yanında nispi eşitlik anlayışını da benimseyerek, ‘‘Eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı hükümlere bağlı olması gerektiği anlamına gelmez. Bu ilke ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır. şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesinin 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti ise, somut olayda ‘‘haklı ne denin var olup olmadığına göre yapılır. Ancak idareye (Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlüklerine) belirtilen suçların işlenmesi halinde soruşturma yapılması için Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvu ruda bulunma yetkisinin hiçbir koşulla kayıtlanmadan bırakılması, aynı suçun sübut ettiği iki durum arasında ayrımcılık/kayırma yapılmasına neden olabilecektir. Diğer bir deyişle iptali ta lep edilen cümlenin idareye (Bakanlığa müdürlüklere) verdiği keyfi uygulamalara sebep ola bilecek sınırsız yetki, hayvanlara yöneltilen ve aynı niteliğe sahip iki suçtan biri hakkında mü dürlükler tarafından yazılı başvuru yapılmasına ve diğeri hakkında yapılmamasına ilişkin haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli değildir. Bu nedenle tüm hayvanlar, kanun nazarında eşit ko rumaya sahip olamayacak ve bu suçların aynı konumda bulunan failleri hakkında (her somut olayın kendine özgü koşullarının da göz önünde bulundurulmasıyla) aynı ceza tayin edileme yecek, dahası faillerin filleri soruşturmaya konu olamayabilecek ve cezasızlık doğabilecektir. Kaldı ki sınırlı sayıda olan müdürlük personelinin hayvanlara yöneltilen, suç teşkil eden ve sıklıkla karşılaşılan söz konusu fiillerin tamamının farkında olması da mümkün değildir. Bu rada Anayasanın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesinin ihlal edildiğinin tespiti için, ihti laflı kanuni düzenlemenin, suç teşkil eden aynı fiili işleyen failler arasında haklı bir neden ol maksızın ayrım yapılmamasını temin edecek, hayvanlara eşit koruma sağlayacak ve idareyi bağlayacak güvencelerin öngörülmemiş olduğunu belirlemek yeterlidir. Tüm bu nedenlerle ip tali talep edilen cümle, Anayasanın 10. maddesini ihlal etmektedir. Buna ek olarak, ihtilaflı muhakeme şartı, ceza hukuku anlamında suç oluşturan fiiller den, hayvanlar üzerinde işlenen ilgili fiillere ilişkin olarak Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlüklerinin yazılı başvurusu muhakeme şartı olarak öngörmek suretiyle; bu fiil lerin failleriyle diğer bütün ceza hukuku fiillerinin faiilleri arasında bir muamele farklılığı do ğurmaktadır. Hayvanlara karşı işlenen söz konusu suçlar ile, bu suçlar dışında yürürlükteki mevzuatta öngörülen diğer tüm suç tiplerinin her birisi arasında, söz konusu türdeki bir muha keme şartının yalnızca birinci kategori bakımından öngörülmesini haklı kılacak genel geçer bir haklı neden bulunmamaktadır. İhtilaflı muhakeme şartı sebebiyle, hayvanlara karşı suç işleyen faiiller, diğer suçların faiillerinden farklı olarak, sıklıkla mahkeme önüne çıkarılmayacak ve cezalandırılmayacaktır. Ceza hukukunun farklı suç tiplerinin faiilleri arasında yargılanma ve cezalandırılma bakımından bu ölçüde kapsamlı ve belirgin bir ayrımın yapılması, Anayasanın yasa önünde eşitlik ilkesini öngören 10. maddesini ihlal etmektedir.Esas Sayısı : 2021/97 Karar Sayısı : 2022/36 6 F) Kamu yararı bakımından: Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi gere ğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla ya pılması zorunludur (Anayasa Mahkemesinin 17.06.2015 tarihli 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı Kararı). Ancak iptali talep edilen cümleyle bir suçun soruşturulmasına yönelik usuli işlemleri başlatacak özne tekile indirgendiğinden (belirtilen suçların işlendiğine dair kanısı oluşan herkes ve/veya resen Savcılık makamı yerine sadece Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe mü dürlükleri tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına başvuru yapılabileceğinden); suçun yöneldiği hayvanları koruma amacı gerçekleştirilemeyecektir. Diğer bir deyişle Tarım ve Orman Bakan lığının il veya ilçe müdürlüklerinin keyfi uygulamaları, bu suçların failleri üzerinde caydırıcı etki oluşturmayacak bu nedenle hayvan refahını temin edilemeyecektir. Gerçekten de; ihtilaflı muhakeme şartı, hayvanları korumaya yönelik suç tiplerinin, ratio legislerini oluşturan kamu sal yarar hedefi bakımından büyük ölçüde etkisiz hale gelmelerine yol açacaktır. Söz konusu muhakeme şartının gerekliliğine ilişkin hiçbir meşru ve haklı neden bulunmadığı gibi, hayvan ların korunmasının idarenin keyfî kararlarına terk edilmesi, hayvanları koruyucu söz konusu suç tiplerinin sıklıkla göstermelik ve uygulaması olmayan hükümlere indirgenmesine sebebiyet verecektir. Hayvanları koruyucu söz konusu suç tiplerinin öngörülmesiyle, bu normlara ilişkin ihtilaflı muhakeme şartının bu yaygın ve kapsamlı etkisiz kılıcı potansiyeli arasında aşikar bir tezat vardır. Oysa çelişki yokluğu ve normatif tutarlılık, hukuki güvenlik alt ilkesini de içeren hukuk devleti ilkesinin asgari bir gereğidir. Kaldı ki kamuoyunun, hayvanlara yöneltilen, suç teşkil eden fiiller üzerinde duyarlılığı ve farkındalığı yüksek olduğundan; Cumhuriyet Başsavcılığına asılsız ihbar yapılması olasılığı da düşüktür. Maalesef, vicdanları yaralayan ve toplumda infial yaratan bu türden eylemlere son zamanlarda sıklıkla rastlanılmaktadır. Öte yandan belediyelerin, baroların, hayvan hakları der neklerinin ve diğer kurum ve kuruluşların kuruluş amaçları ile görev ve yetkilerinin niteliği hilafına Cumhuriyet Başsavcılığına müracaat hakkının ortadan kaldırılması, bunların ceza yargılamasında kamu davasına müdahil olamamasına da sebebiyet verebilecektir. İlişkin olduğu normları genel olarak etkisiz kılacak yaygınlık ve kapsamda uygulanma ihtimali bariz olan ve ilişkin olduğu suç tiplerinin ratio legisiyle açıkça çelişki içerisinde bu lunan ihtilaflı kural, Anayasanın hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Tüm bu nedenlerle iptali talep edilen cümle, Anayasanın 2. maddesini ihlal etmektedir. G) Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Anayasanın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen cümle, hayvanların korunması bağlamında yaşam, çevre ve adil yargılanma haklarına ilişkin Avrupa Sözleşmeleri4 ile Avrupa 4‘ ‘ Türkiye hayvanların korunması konusunda oluşturulan; 125 Nolu Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesini 18 Kasım 1999 tarihinde imzalamış, 28 Kasım 2003 tarihinde ise onaylamıştır. 123 Nolu Deney ve Diğer Bilimsel Amaçlarla Kullanılan Omurgalıların Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesini 5 Eylül 1986 tarihinde imzalamıştır. 87 Nolu Yetiştirme Amaçlarıyla Muhafaza Edilen Hayvanların Korunması Hakkındaki Avrupa Sözleşmesini 6 Haziran 2007 tarihinde imzalamıştır. 65 Nolu Hayvanların Uluslararası Taşıma Sırasında Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi ve 103 sayılı Ek Protokolüne sırasıyla 19 Aralık 1975 ve 19 Mayıs 1989 tarihlerinde onaylamıştır.Esas Sayısı : 2021/97 Karar Sayısı : 2022/36 7 İnsan Hakları Sözleşmesinin 2., 6. ve 8. maddelerini, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 3., 10. ve 25. maddelerini ve Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesini ihlal ettiğinden Ana yasanın 90. maddesine de aykırıdır. (Unutulmamalıdır ki uluslararası hukuk; çevre hakkının korunması bakımından devletlerin taraf olmadığı antlaşmaların dahi söz gelimi Türkiye Cum huriyeti Devleti bakımından Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Süre cine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi/Aarhus Sözleşmesi onlar bakımından yükümlülük doğuracağı yönünde gelişmektedir.) Tüm bu nedenlerle 7332 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 5199 sayılı Kanuna eklenen Madde 28/Anın 8. fıkrasının birinci cümlesi, Anayasanın 2., 5., 7., 10., 13., 17., 36., 40., 56., 63., 74., 90. ve 123. maddelerine aykırıdır; anılan cümlenin iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 09.07.2021 tarihli ve 7332 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile getirilen iptali talep edilen düzenleme, 24.06.2004 ta rihli ve 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Anayasaya aykırı yönde değişiklik yap maktadır. Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu dü zenlemenin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir. Nitekim anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arın dırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleye cektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi ola naksız durum ve zararlara yol açacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istene rek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 09.07.2021 tarihli ve 7332 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 12. maddesiyle 5199 sayılı Kanuna eklenen Madde 28/Anın 8. fıkrasının birinci cümlesi, Anayasanın 2., 5., 7., 10., 13., 17., 36., 40., 56., 63., 74., 90. ve 123. maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz. 102 nolu Kesim Sırasında Hayvanların Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi, 17 Eylül 2007 tarihinde imzalamıştır. T. C. Avrupa Birliği Bakanlığı, Hayvan Hakları, Hayvanların Korunması ve Refahı, Avrupa Birliğinde Hayvanların Korunması ve Hayvan Refahı, Mart 2011, Ankara, s. 9. | 3,383 |
Esas Sayısı : 1998/15 Karar Sayısı : 1998/12 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : "Sanık hakkında iddianame ile açılan davada Sivas Valiliğinin göndermiş olduğu 08.07.1996 tarihli ve 96 sayılı tamimine göre sanık ve oğlunun dahi kapsamında bulunan işlemlerden dolayı açıkta dosya niteliğine göre kadehle veya açık şişede içki sattıkları halleride kapsamına almak üzere 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun 11/c ve TCK'nun 526. maddesine göre dava açılması kaydı ile emir ve talimatta bulunulduğu, Emniyet'in düzenlendiği belgelerle birlikte dava açıldığı anlaşılmaktadır. a. Sanık savunmaları : İnkara dayanmakta olup dosya niteliğine göre bu şahısların içki satış ruhsatlarının olduğu ve içki satış ruhsatını baba durumundaki Bekir Bozdağ üzerinde bulunduğu bilirkişi raporuna göre belirli ticaret saatleri içerisinde alkollü içkilerin satışlarının yapıldığı, meyhane durumunda olmadığı, sadece, tekel bayiliği olarak ruhsatının bulunduğu anlaşılmaktadır. b. Mevzuat hükümleri olarak 4250 sayılı Kanunun dosya niteliğinde görüldüğü gibi 25.06.1995 gün ve 560 sayılı Gıdaların Üretimi ve Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmündeki Kararnamenin 21. maddesinin 4. paragrafı ile adli mahkemelerin bu husustaki cezai ve hukuki durumları kaldırılmakta mahkemelerin verecekleri karar kanun hükmündeki kararnameye göre doğrudan doğruya sanıklar hakkında idari nitelikteki 2559 sayılı Kanunun 7. ve 8. maddesine sokulmaktadır. Bu Polis Vazife Selahiyet Kanunu hükümlerine göre mülki amirleri iş yerlerini belirli yetkiler içerisinde kapatmasına yönelik olan kanundur. 1. Bu hususta destekleyici hüküm Mahkememizin 1997/116 esasına kayıt olup 1997/21 karar sayısı ile Yargıtay 2. Ceza Dairesi'nin 1997/15688 karar sayılı kararıdır. Yargıtay C. Başsavcılığı, kararda 560 sayılı Kararnamenin 4250 sayılı Yasa'nın 19. maddesindeki yaptırımın, 1995 senesinde yürürlüğe giren 560 sayılı Kararname'nin 21. maddesi ile 4250 sayılı Yasa'nın 31. maddesinin İller Kanunu hükümlerine göre, yürürlükten kaldırdığı, yani artık 4250 sayılı Kanun'a göre hüküm verilemeyeceği ve kanun koyucunun kamu düzeni ve asayişi ile ilgili olan hükümleri idari makamlar tarafından yerine getirilmesi lüzumuna uyularak daire TCK'nun 526. maddesine göre mahkumiyet hükmü verilemeyeceğinden bahisle mahkememiz kararını bozmuştur. Buna dair yine bu sanığın aynı mahiyette bozma kararı olup ilk bozma kararının aşağıda belirtilen gerekçelere göre Yargıtay Başsavcısının görüşü ile birlikte Yargıtay kararını gerekçe olmak üzere dosya konulmasına karar verilmiştir. 2. Üzerinde durulan cihet 1982 tarihinde çıkartılan T.C. Anayasası'nın 87. maddesi ile birlikte 91. maddesine göre 560 sayılı kararnamenin 4250 sayılı kanunun 31. maddeyi nasıl kaldırdığı şeklinde düşünce eleştiri tarzının gündeme getirilmesini gerektirdiği şeklindedir. Bu hususta önce mahkemece Yargıtay C. Başsavcılığının müracaatı beklenmiştir. TC Anayasası'nın 87. Maddesinde; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk görevinin kanun koymak olduğu belirlenmiştir. Zorunluluklara dayanarak Anayasa'nın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümünde yer alan temel haklar, kişi hakları, siyasi haklar ve ödevler, kanun hükmünde kararname ile düzenlenemeyeceği, şeklindedir. İkinci bölümde, temel haklar ve ödevlerin belirlenmesinde T.C. Milli güvenliğinin, Egemenliğinin, Kamu Düzeninin, Genel Asayişin, kamu yararının, Genel Sağlığın, Genel Ahlakın korunmasının kanunla sınırlanabileceği belirlenmiştir. Anayasanın 13. maddesi ile 91. maddesi arasında paralellik vardır. İçki satmakEsas Sayısı : 1998/15 Karar Sayısı : 1998/12 2 ticari özgürlüğün sınırları içerisinde kaldığı gibi bunun kötüye kullanılması ve çeşitli nedenlerle kolluk ve idari tarafından denetlenmemesi veya gözden kaçması halinde meydana gelecek problem kamu düzenini ilgilendirir. İçki bayilerinin, satışa gelen müşteri durumundaki şahısların hiçbir zaman kimliğine bakarak 18 yaşından küçük olup olmadığı araştırılmaksızın bu şahıslara içki satmaktan çekindikleri sosyal hayatta hiç görülmemiştir. Bilakis amaç para kazanmaktır. Nüfuzlu olan ticaret erbabının üzerine bu şahısları denetleyecek kolluk birimlerinin gideceği de şüphelidir. Siyasetin en üst düzeyde olduğu memleketimizde bu şekilde bir kararname çıkartmak Anayasanın 13. maddesine son derece aykırıdır ve 87. maddeyi ihlal eder şeklindedir. Bu hususta Bakanlar Kurulu adeta genel felaket haline gelmeye başlamış bulunan içki salgınının ticari sınırlar içerisinde denetlenmesi sorumluluğunu Meclisle paylaşması gerekmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 4250 sayılı Kanun'un bu şekilde etkisiz bırakacaksa yasa tatbikçisi olarak buna saygı duyulacaktır. Ancak: Kanun Hükmünde Kararname ile 4250 sayılı Kanun'un bu maddesi sosyal ve hukuki nedenlerle Anayasa hükümlerine aykırı olduğundan dosya aşağıdaki şekilde hükme bağlanmıştır. Yukarıda açıklanan nedenlerle; Resmi Gazete'nin 22327 sayılı sayısında basılan 28.06.1995 tarihli, Gıdaların Üretim ve Tüketimi, Denetlenmesine Dair Kanun Hükmündeki 560 sayılı Kararname'nin 4250 sayılı Kanun'un 31. maddesini tadil eden ve kaldıran bütün hükümleri ile birlikte Anayasa'nın 12, 13, 87, 91. maddelerine aykırı olduğundan iptali için konunun Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesine, 560 sayılı Kararname'nin iptalinin istenmesine, Esasın bu şekilde kapatılmasına, Yargıtay karar ve Cumhuriyet Başsavcılığı görüşünün fotokopi halinde dosyaya konulmasına, Dair sanıkların yokluğunda ve bekletici mesele yapılarak esas hakkında bir hüküm verilmeksizin dosya hükme bağlandı."" | 698 |
Esas Sayısı : 2004/91 Karar Sayısı : 2008/169 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçe kısmı şöyledir: 'DEĞERLENDİRME: 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ile getirilen sistem; hizmet akdine göre çalışanların çeşitli sigorta risklerine karşı korunması esasına dayanmaktadır. (m/2) Bu prensibin iki istisnasını, aynı Kanunun 85. maddesinde ifadesini bulan ''İsteğe bağlı sigortalılık' ve 86. maddesinde düzenlenen 'Topluluk Sigortası' düzenlemeleri teşkil etmektedir. 85. madde ile, prim ödeyenler yani Sosyal Sigorta Kurumu ile ilişkide bulunanlar 86. maddede de ise hizmet akdi ile ilişkide olmayan avukat ve noterlere bir kısım sigorta kollarından sigortalanma olanağı getirilmiştir. 506 Sayılı Kanunda sigortalıların isteğe bağlı sigortalıların veya topluluk sigortası sigortalılarından muhtemel risk içine alınacak paranın tanımlanmasında herhangi bir fark gözetilmemiş tam tersine alınacak meblağ 'sigorta primi' olarak tanımlanmıştır. Diğer bir ifade ile bu grup kurumla ilgileri bakımından farklı ve fakat borçlandırmaları bakımından ve faydalandırıldıkları sigorta kolları bakımından aralarında bir farklılık bulunmamaktadır ki bu hal 'Kanun önünde eşitlik' prensibinin doğal bir sonucunu teşkil etmektedir. 29/07/2003 tarihli ve 4958 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu'nun dava konusu olan geçici 1. maddesinin (K) bendi ile kurum alacakları yeniden yapılandırılarak ödeme kolaylığı sağlanmıştır. (K) bendinin ilk fıkrası ile sigortalı işçi çalıştıran işverenlere son fıkrası ile de 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 85. maddesine göre isteğe bağlı sigortalıların prim gecikme zammı ve faiz borçlarının yeniden yapılandırılması için olanak tanınmasına rağmen 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunundan yararlanmakta olan topluluk sigortası sigortalıları bakımından farklılık yaratılmış haklardan yararlanmada fark kapsamındakilere prim borcunun yeniden yapılandırılması olanağı tanınmamıştır. S O N U Ç : Anayasamızın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesinin 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 86. maddesine göre topluluk sigortası sigortalıları bakımından da sağlanabilmesi için geçici 1. maddenin (K) bendi son fıkrasında yer alan '506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 85. maddesine göre isteğe bağlı sigortalı olarak devam eden' ve metindeki tüm isteğe bağlı ibarelerinin Anayasamızın l0. maddesine aykırılığı iddiası ciddi görüldüğünden Anayasaya aykırılık iddiası konusunda bir karar verilmek üzere dosyada bulunan tüm belgelerin onaylı örnekleri ile birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 08/09/2004 tarihinde karar verilmiştir.'" | 328 |
Esas Sayısı: 1990/ 8 Karar Sayısı: 1990 / 12 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkeme ' nin bu konudaki kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir. "...Dava, davalı idarenin 3194 sayılı Yasanın 18. Maddeye dayalı olarak yaptığı düzenleme işlemlerinin Anayasa ve İmar Yasası ' na aykırı olduğu ileri sürülerik iptali istemiyle açılmıştır. Davalı idarece, belediyelerin kamu yararını hedef tutarak imar planı yapmak zorunda oldukları, bu yükümlülükler yerine getirilirken 3194 sayılı Yasanın 18. Maddesinden faydalandıkları, bu maddeye kamulaştırma yapmaksızın uygulamadan doğan sorunların çözümlenmeye çalışıldığı, böylelikle idarelerce düzenleme ortaklık payı alındığı gibi kişilerinde arsalarında meydana gelen değer artışı ile fayda sağlayacakları dolayısıyla Anayasa'nın 46. Maddesine kamulaştırma için zorunlu kılınan " karşılıkları peşin ödenmek şartıyla " hükmünün yerine getirildiği ortada Anayasa 'ya aykırılık bulunmadığı savunulmaktadır. 3194 sayılı Yasanın 18. Maddesinde; imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleriyle yol fazlaları ile, kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yerlerle birleştirmeye, bunları yeniden imar ylanına uygun veya parsellere ayırmaya müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sahiplerine dağıtmaya ve re'sen tescil işlemlerini yaptırmaya belediyeler yetkilidir. Sözü edilen yerler belediye ve mücavir alan dışında ise yukarıda belirtilen yetkiler Valilikçe kullanılır. Belediyeler veya Valiliklerce düzenlemeye tabi tutulan arazi ve arsaların dağıtım sırasında bunların yüzölçümlerinden yeteri kadar saha, düzenleme dolayısıyla meydana gelen değer artışları karşılığında " düzenleme ortaklık payı " olarak düşülebilir. Ancak bu maddeye göre alınacak düzenleme ortaklık payları, düzenlemeye tabi tutulan arazi ve arsaların düzenlemeden önceki yüzölçümlerinin yüzde otuzbeşini geçmez. Düzenleme ortaklık payları, düzenlemeye tabi tutulan yerlerin ihtiyacı olan yol, meydan, park , otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha, cami ve karakol gibi umumi hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesislerden başka maksatlarda kullanılamaz. Düzenleme ortaklık paylarının toplamı,yukarıdaki fıkrada sözü geçen umumi hizmetler için, yeniden ayrılması gereken yerlerin alanları toplamından az olduğu takdirde, eksik kalan miktar belediye veya valilikçe kamulaştırma yolu ile tamamlanır. Herhangi bir parselden bir miktar sahanın kamulaştırılmasının gerekmesi halinde düzenleme ortaklık payı kamulaştırmadan arta kalan saha üzerinden ayrılır. Bu fıkra hükümlerine göre, herhangi bir parselden bir defadan fazla düzenleme ortaklık payı alınmaz. Ancak bu hüküm o parselde imar planı ile yeniden bir düzenleme yapılmasına mani teşkil etmez.Esas Sayısı: 1990/ 8 Karar Sayısı: 1990 / 12 2 Bu düzenlemeye tabi tutulan arazi ve arsaların düzenleme ortaklık payı alınanlardan, bu düzenleme sebebiyle ayrıca değerlendirme resmi alınmaz. Üzeride bina bulunan hisseli parsellerde, şüyulandırma sadece zemine ait olup giderilmesinde bina bedeli ayrıca dikkate alınır. Düzenleme sırasında plan ve mevzuata göre muhafazasında mahzur bulunmayan bir yapı, ancak bir imar parseli içinde bırakılabilir. Tamamının veya bir kısmının plan ve mevzuat hükümlerine göre muhafazası mümkün görülmeyen yapılar ise, birden fazla imar parselinede rastlayabilir. Hisseli bir veya birkaç parsel üzerinde kalan yapıların bedelleri, ilgili parsel sahiplerince yapı sahibine ödenmedikçe ve aralarında başka bir anlaşma temin edilmedikçe veya şüyuu giderilmedikçe bu yapıların eski sahipleri tarafından kullanılmasına devam olunur. Bu maddede belirtilen kamu hizmetlerine ayrılan yerlere rastlayan yapılar belediye veya valilikçe kamulaştırılmadıkça yıktırılamaz. Düzenlenmiş arsalarda bulunan yapılara, ilgili parsel sahiplerinin muvafakatları olmadığı veya plan ve mevzuat hükümlerine göre mahzur bulunduğu takdirde küçük ölçüdeki zaruri tamirler dışında ilave, değişiklik ve esaslı tamir izni verilemez Düzenlemeye tabi tutulması gerektiği halde , bu madde hükümlerinin tatbiki mümkün olmayan hallerde imar planı ve yönetmelik hükümlerine göre müstakil inşaata elverişli olan kadastrol parsellere plana göre inşaat ruhsatı verilebilir. Bu maddenin tatbikinde belediye veya valilik, ödeyecekleri kamulaştırma bedeli yerine ilgililerin muvafatatı halinde kamulaştırılması gereken yerlerine karşılık, plan ve mevzuat hükümlerine göre yapı yapılması mümkün olan belediye veya valiliği ait sahalardan yer verilebilir. Veraset yolu ile intikal eden, bu kanun hükümlerine göre şüyulandırılan Kat Mülkiyet Kanunu uygulaması, tarım ve hayvancılık, turizm. Sanayi ve depolama amacı için yapılan hisselendirmeler ile cebri icra yolu ile satılanlar hariç imar planı olmayan yerlerde her türlü yapılaşma amacıyla arsa ve parselleri hisselere ayıracak özel parselasyon planları, satış vaadi sözleşmeleri yapılamaz şeklinde hüküm altına alınmıştır Şehircilik uzmanlarınca, imar konusunda kamu yönetiminin sahip olduğu, bölgeleme, parselleme, vergilendirme yetkilerinin birlikte kullanılmasına olanak sağlayan türü kendine özgü bir yetki şeklinde tanımlanan ve Frankfurt eski Belediye Başkanlarından birinin adı ile Addikes Yasası olarak bilinen ve İmar Yasasının 18.maddesi ile hukuk sisteminde yerini alan hamur ( tarla ) kuralı kamulaştırma işlemleri oluşturmaksızın bunun sonucunda da kamulaştırma bedeli ödenmeksizin yönetime kent planlamasında farklı bir denetim yetkisi vermektedir. 1864 yılında çıkarılan Yollar ve Yapılar Tüzüğünde bu konudaki ilk yasal düzenlemeler yer almakta 1882 yılındaki Yapılar Yasası daha ayrıntılı hükümler içermektedir. Buy Yasanın 2. Maddesinde de yol genişletmek için ayrılması gereken yerlerin yüzölçümünün dörtte birini geçmemesi koşuluyla, sahibi tarafından parasız olarak bırakılacağı belirtilmiştir. Yapılara ilişkin Yasa'da 1925 yılında 642 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile belediye bölgesinde 150'den çok yapının yanmış olduğu komşuluklar ile bunların bitişiğindeki bostan, bağ, bahçe ve arsa gibi yerler " tarla " sayılmıştır.Esas Sayısı: 1990/ 8 Karar Sayısı: 1990 / 12 3 İlgili plan ve haritaların bir yılın içinde bitirilmesi öngörülmüştür. Ankara şehri imar müdürlüğünün kuruluş görevlerine ilişkin 1351 sayılı Yasaya 2.6.1930 günlü, 1663 sayılı Yasa ile eklenen maddelerle, yangın yerleriyle bağlı olmaksızın Ankara İmar Müdürlüğüne, her türlü toprak üzerinde birleştürme, ayırma ve %15 eksiğiyle dağıtma yapabilme yetkisi tanınmıştı.Böylece hamur kuralının uygulanma alanı yangın yerleri dışındaki arsaları da içerecek biçimde genişletilmişti. 1933'te yürürlüğe giren ve 6785 sayılı İmar Yasası çıkarılıncaya ( 1957 başında ) değin yürürlükte kalan 2290 sayılı Belediye Yapı Yolları Yasası, her türlü arsaların plan gereklerine göre belediyelerce birleştirilmesi ve %15 eksiğiyle dağıtılması yetkisini öngörüyordu. Böylece hamur yetkisi Ankara dışındaki belediyelere de tanınmıştı. 6785 sayılı İmar Yasasının konuyla ilgili 42. Maddesi, kamu hizmetleri için ayrılan yerler için arsa başına tanınan eksik dağıtım payını % 25 ' e çıkarmıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin 11.1.1964 günlü, 11606 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 22.11.1963 günlü , E.1963 65, K.1963 278 sayılı kararıyla, 6785 sayılı Yasanın 42. Maddesi imar ve yol istikamet planları sınırı içinde kalan özel ve tüzel kişilere ait taşınmaz malların plana uygun şekilde inşaata elverişli hale getirilmesi için sahiplerinin rızası aranmaksızın birbirleriyle ve yol fazlası ile birleştirilerek plan gereklerine göre bağımsız veya paylı olarak parsellere ayırmaya ve bunları yüzde yirmibeşe kadar noksanı ile sahiplerine dağıtmaya belediyeleri yetkili kıldığından tarla veya hamur kuralı adı verilen bu yöntem sonucu, dolayısıyla kamulaştırma durumu ortaya çıktığından Anayasanın 38. Maddesinin birinci fıkrasına göre gerçek karşılığı peşin ödenmedikçe kamulaştırma yapılamayacağı belirtilmiş, 6785 sayılı Yasanın 42. Maddesinde yer alan ve taşınmaz malın gerçek karşılığı verilmeksizin yüzde yirmibeşe kadar noksanıyla sahiplerine dağıtılabileceğini kapsayan kural , Anayasanın 38.maddesine aykırı olduğundan iptal edilmiştir. 6785 sayılı Yasada 1605 sayılı Yasayla 1972 yılında Anayasa Mahkemesince iptal edilen hamur ilkesine ilişkin 42. maddeye yeni bir nitelik verilmiş. Hamur kuralı ile ilgili işlemler yeniden düzenlenmiştir. Yeni biçimiyle 42.madde, belediyeye düzenlemeye bağlı tutulan arsaların dağıtımı sırasında, bunların yüzölçümlerinde yetence bir alanı, düzenleme nedeniyle doğan değer artışları karşılığında " düzenleme ortaklık payı " olarak düşme yetkisini vermektedir. Düzenleme ortaklık payının düzenlenen arsalar yüzölçümünün yüzde yirmibeşini geçmiyeceği yasada belirtilmiştir. Yasa, düzenleme ortaklık paylarının yüzölçümleri toplamı tutarındaki alanın, düzenlenen yerlerde gereksinme duyulan yol, meydan, park, otopark, çocuk bahçesi, yeşil alan gibi genel, kamusal hizmetlerden, bunlarla ilgili kuruluşlardan başka amaçlarla kullanılmasını yasaklamıştır. Böylelikle değiştirilmeden önceki 42. Maddede şüyulandırılan taşınmazların gerçek karşılığı verilmeksizin yüzde yirmibeşe kadar noksanı ile sahiplerine dağıtılabileceği hüküm altına alınmış değişiklikten sonraki 42. Maddede ise yüzde yirmibeş oranındaki noksan dağıtım " düzenleme ortaklık payı " olarak isimlendirilmiştir. Ve aynı nitelikteki işlemlerin yasal dayanığı olarak ortaya konmuştur. 6785 sayılı Yasayı yürürlükten kaldıran 3194 sayılı Yasada 1972 yılında yapılan değişiklik aynı şekilde yer almış ve yüzde yirmibeş oranındaki düzenleme ortaklık payı yüzde otuzbeşe çıkarılmıştır. Ve bu payın meydana gelen değer artışı olduğunda hüküm altına alınmıştır. Her ne kadar belediyeler gerçek karşılığını vermeksizin aldıkları arsaları özel amaçları doğrultusunda değil kamu yararına yönelik bir amaç için ayırmakta iselerde bu durum arsaEsas Sayısı: 1990/ 8 Karar Sayısı: 1990 / 12 4 sahibinin iradesi dışında yapılan işlemler sonucu gerçek anlamda fakirleşmesine yol açmaktadır. Yasa koyucu arsa sahibinin taşınmazının düzenleme nedeniyle değerinin artacağı ve bu değer artışının çevredeki arsalara değer dalgası biçiminde yayılacağını dolayısıyla bu değer artışına karşılık arsasında yüzde otuzbeşlik eksilmeyi hukuken mümkün kılmışsada bu durumun her arsa için geçerli olabileceği düşünülemiyeceği gibi yapılan iş, karşılığı ödenmeyen kamulaştırma olduğundan en azından Kamulaştırma Yasasının 12. Maddesine benzer bir yol izlenerek Anayasanın 46. Maddesinde ifade edilen karşılıkları peşin ödenmek şartıyla kamulaştırma yapılması sağlanmış olabilirdi. Anayasamızın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinin birinci fıkrası, Devlet ve Kamu tüzelkişilerinin; kamu yararının gerektirdiği hallerde, karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifak kurmaya yetkili olduklarını öngörmektedir. Bu durumda, İmar Yasasının 18. Maddesine göre düzenleme sırasında düzenleme dolayısıyla meydana gelen değer artışı karşılığında arazi ve arsaların yüzölçümünün yüzde otuzbeşini geçmemek şartıyla düzenleme ortaklık payının alınması Anayasanın 46. maddesinde kamu yararının gerektirdiği hallerde karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mültiyette bulunan taşınmaz malları kumalaştırmaya devlet ve kamu tüzelkişileri yetkili kılındıkları halde kamulaştırma yapılmaksızın ve arsa sahibinin onayını almaksınız tek yanlı, doğrudan hareketle bedelsiz olarak alınmasına olanak verdiğinden Anayasaya aykırılığı iddiası Mahkememizce ciddiye alınmıştır. Sonuç olarak, İmar Yasasına göre düzenlenen taşınmazların gerçek karşılığı verilmeksizin meydana gelen değer artışı nedeniyle yüzde otuzbeşine kadar noksanı ile sahiplerine dağıtılabilmesinin Anayasaya aykırılığı nedeniyle 2949 sayılı Yasanın 28.maddesi uyarınca dosya kapsamının tebliğ alındıları ile birlikte tastikli örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 26.1.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi. "" | 1,505 |
Esas Sayısı : 2018/24 Karar Sayısı : 2018/24 1 ... KONU: Mahkememiz dosyasında 06/12/2017 tarihinde yapılan duruşmasında verilen ara karar gereği 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin anayasaya aykırı olduğu düşünülerek yasanın iptali için anayasa mahkemesine itiraz yolu ile başvurulmasına karar verilmiş, davacı vekilinin itiraz dilekçesi sunması üzerine maddenin iptali yönünden anayasa mahkemesine başvurulması gerekmiştir. OLAY: konut edindirme projesi kapsamında davalı belediye ili davacı arasında nüve konutları arsa tahsis sözleşmesi imzalanarak davacıya Gaziantep ili Şahinbey ilçesi Karataş mahallesinde bulunan taşınmazın tahsis edildiği, davacının üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirdiği gereken ödemeleri yaptığı ancak arsa tahsislerinin meclis kararıyla iptal edildiği ve imar değişikliğine gidildiği görülmüştür. Davacı vekili ... mahkememize sunmuş olduğu dilekçesi ile 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 2, 5. ve 10. maddelerinin bariz şekilde aykırı olduğunu yasanın açık olarak anayasa ve hukukuğun genel ilkelerine aykırı olması ve yerel mahkemelerde temyiz incelemesinde bir çok dosyanın olmasından ötürü hak kayıplarının önüne geçilmesi için şimdilik yürürlüğünün durdurulmasını arz ve talep ettiği görülmüştür. I İPTALİ İSTENİLEN KANUN HÜKÜMLERİ Geçici Madde 10 (Ek: 20/8/2016 6745/12 md.) Gaziantep ili, Şahinbey ilçesi sınırları içerisinde bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanuna göre ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işleminin gerçekleştirilememesi hâlinde; arsa veya konut tahsisi için ödenen bedeller, ilgili idarece yapılacak tebligatı müteakip en geç üç ay içerisinde, ödeme gününden itibaren hesaplanacak kanuni faizi ile birlikte hak sahiplerine veya kanuni mirasçılarına ödenir. Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden herhangi bir hak, bedel ve tazminat talebinde bulunamazlar. Anayasanın Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir hükmünü içermektedir. Bu madde ile Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliği hukuk devleti olarak tayin edilmiştir. Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan devlettir. Hukuk devleti ilkesi; hukuki güvenilirlik, öngörülebilirlik ,müktesep hak , aleyhe kanunların geçmişe yürümemesi ilkelerini de içinde barındırmaktadır. Anayasanın 36. maddesi ise (Değişik: 3/10/2001 4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. hükmünü içermektedir. Bu madde ile yürürlüğe giren geçici madde aleyhe geriye yürümezlik kuralını ihlal ettiği için hukuka ve Anayasanın 2. ve 36. maddesine aykırıdır. Çünkü hukuki öngörülebilirlikEsas Sayısı : 2018/24 Karar Sayısı : 2018/24 2 ve bilinirlik gereğince yasal yola başvuran ve hakkını mahkemede arayan davacının; Kanunun olumsuz etkisinin geriye dönük tatbiki ile hak arama hürriyetine ciddi şekilde kısıtlama getirilmektedir. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılama ilkesine aykırıdır. İtirazın konusu: 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesi SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin Anayasaya aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur. | 499 |
Esas Sayısı : 2000/83 Karar Sayısı : 2004/26 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçe bölümü özetle şöyledir: "TCK'nun 513/2 maddesinde yasa koyucu, Anayasanın 10. maddesine aykırı olarak, köy sınırları içerisinde yaşayan vatandaşların bir kez bile olsa meraya tecavüz eylemlerini cezalandırırken, belediye sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlara bir 'ayrıcalık' ve 'imtiyaz' tanımak suretiyle aynı kurala tâbi tutmamıştır. Bu farklılık şüphesiz kuralda yer alan 'köy' ve 'köylünün' sözcüklerinden kaynaklanmaktadır. Hâl böyle olunca, belediye sınırları içerisinde yaşayıp mera ve benzeri yerlere zaptetmek amacıyla tecavüz eden mütecavizler için tek yaptırım, 3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyetliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesine Dair Kanunun 15. maddesidir. Bu Yasa'nın konuluş amacı ise idari otoritenin gücünü ve etkinliğini artırmak olduğundan, belediye sınırları içerisinde orta malını korumak ve tahsis amacına uygun olarak kullanılmasını sağlamak mümkün olamamaktadır. İtiraz konusu kuraldaki düzenleme nedeniyle bir taraftan köy sınırları dışındaki meralar korumasız kalırken, öte yandan, aynı eylemin failleri arasında meranın köy sınırları içerisinde veya dışında kalma durumuna göre farklılık yaratılmaktadır. Bu durum açıkça Anayasamızın eşitlik ilkesine aykırıdır. Ülkemiz hayvancılığının gelişmesinde çok önemli bir yere sahip olan ve kaba yem ihtiyacının büyük kısmını sağlayan meraların ıslahı ve korunması amacıyla çıkartılan 4342 sayılı Mera Yasası'nın 19. maddesi, köy muhtarlarına ve belediye başkanlarına buraların korunması ve amacına uygun kullanmaları için herhangi bir ayrım yapmaksızın aynı oranda sorumluluk vermişken, TCK'nun 513. Maddesinin itiraz konusu fıkrası korumayı sadece köy hudutları ile sınırlı tutmuştur. Anayasamızın 45. maddesi incelendiğinde çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önleme konusunda 'köy merası' yada 'belde merası' diye bir ayrıma gidilmemiş ve bütün mera ,otlakiye ve yaylak gibi yerler sadece 'orta malı' olarak kabul edilmiş ve herhangi bir istisna yada ayrıcalık getirilmemiştir. Dolayısıyla itiraz konusu kural bu yönü ile de açıkça Anayasa'nın bu maddesine de aykırıdır. Anayasamızın 35. maddesinde düzenlenen özel mülkiyet hakkının kazanılmasında getirilen sınırlamalardan birisine göre, zilyed, 20 yılı aşkın süredir çekişmesiz ve aralıksız zilyet olduğunu ispatlasa dahi öncesinin orta malı olduğu anlaşılan taşınmazın mülkiyetini kazanamaz. Bu düzenlemenin amacı da hayvancılığı geliştirmek ve verimliliğini artırmaktır. Halbuki TCK 513. maddesinin 2. fıkrası ile belediye sınırları içerisindeki mera ve otlakiyelerin tahsis amacına uygun olarak kullanılmasına aykırı olarak, bir anlamda belde halkına bağışlanarak tarım arazisine dönüştürülmesine göz yumulmakta ve bir sınırlama getirilmemektedir. Bu nedenle göz göre belde mera ve otlakiyeleri daralmakta ve mera vasfını kaybetmektedir. Kural bu yönüyle de Anayasa'nın 35. ve planlamaya ilişkin 166. Maddelerine de aykırıdır.Esas Sayısı : 2000/83 Karar Sayısı : 2004/26 2 Belirtilen ve Yüksek Mahkemenizce re'sen nazara alınacak diğer nedenlerle itiraza konu TCK 513. maddesinin 2. fıkrasının yukarıda anılan Anayasamızın 10. 35. 45. ve 166. Maddelerine aykırı olmaları nedeniyle Anayasanın 152.maddesi gereğince itirazen iptaline karar verilmesi arz ve itiraz olunur."" | 431 |
Esas Sayısı : 2016/170 Karar Sayısı : 2016/163 1 İptali istenen Yasa maddesinin, ‘Hukuk Devleti İlkesine ve bu bağlamda ‘Masumiyet Karinesi İlkesine ve ‘Adil Yargılanma Hakkına aykırı olduğu düşünülmektedir. Çünkü, hem ‘Masumiyet Karinesi, hem de ‘Adil Yargılanma Hakkı, Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan Hukuk Devleti ilkesinin yapı taşlarındandır. Hukuk Devleti ise, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve Yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde Yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden birisi olan Aklanmayı İsteme Hakkına bağlı olarak, suçsuzluğunu ispatlamak isteyen herkese, aleyhine kurulan hükmü İstinaf veya Temyiz yasa yollarına götürebilme ve bu sayede iki dereceli yargılanma hakkından faydalanma imkanı tanınmalıdır. Her ne kadar, 5271 Sayılı Yasanın 231 ‘inci maddesinde düzenlenen Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması müessesine karşı itiraz yasa yoluna başvurma imkanı bulunmaktaysa da, bu itiraz incelemesinin Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması müessesesinin uygulanabilmesi için yasada aranan şartların bulunup bulunmadığı hususlarıyla ilgili usulü ve sınırlı bir inceleme olduğu bilinmektedir. Yine Yargıtay, bu usulü incelemenin uygulamada sebep olduğu sorunların çözümü için, itiraz mercinin inceleme yetkisini genişleten içtihatlar oluşturmaktaysa da, Yargıtay Daireleri arasındaki içtihat farklılıklarının veya gelecekte içtihat değişikliklerinin ortaya çıkma ihtimalinin her zaman bulunması düşünüldüğünde, Aklanmayı İsteme Hakkının yasal zeminde koruma altına alınması zorunluğu kendisini göstermektedir. İşte, bu hakkı yasal zeminde koruma altına alma düşüncesiyle hareket eden Yasa Koyucu da, 5271 Sayılı Yasanın 231 ‘inci maddesinin 6ncı fıkrasına, 6008 Sayılı Yasa ile Sanığın kabul etmemesi hâlinde, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmez. hükmünü eklemiştir. Görüldüğü gibi, Yasakoyucunun 6008 Sayılı Yasa ile ortaya koyduğu hassasiyetin, iptali istenen düzenlemede göz ardı edildiği açıktır. Zira, iptali istenen emredici nitelikteki madde (...verilir ibaresi) uyarınca, sanık istemese dahi, aleyhine kurulan hükmün, açıklanması geri bırakılmaktadır. İptali istenen düzenlemenin ortaya çıkardığı diğer bir sorun ise, suçsuz olduğunu düşünmesine karşın, Aklanmayı İsteme Hakkı elinden alman ve istemediği bir denetim süresine, yaş durumuna göre 3 veya 5 yıl boyunca tabi tutulan kişinin, aleyhine tesis edilen bu denetim süresi içerisinde yeniden suç işleme ihtimalinin bulunmasıdır. Şayet, istemediği halde denetim süresine tabi tutulan kişi, denetim süresi devam ederken gerçekleştirdiği bir fiil nedeniyle Ceza Mahkemesinde yargılanacak olursa, bu sefer istemesine rağmen 5271 Sayılı Yasanın 231 ‘inci maddesinden, bu maddenin 8inci fıkrasının, ikinci cümlesi uyarınca faydalanamayacak ve adli sicil kaydına işlenen ilk hüküm yüzünden, 5237 Sayılı Yasanın 50nci, 51inci ve 62nci maddelerindeki gibi lehine olan yasal düzenle hiçbirisinden faydalanamama tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. İşte, iptali istenen yasa maddesinin, kişi üzerinde neden olduğu bu endişenin de giderilmesi gerekmektedir. İşte bütün bu nedenlerle, iptali istenen Yasa maddesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2nci ve 38nci maddeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6ncı maddesine aykırıdır.Esas Sayısı : 2016/170 Karar Sayısı : 2016/163 2 Mahkememizde görülmekte olan davada uygulama yeri bulunan ve Mahkememizce Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olduğu düşünülen 5237 Sayılı Yasanın 191 ‘inci maddesinin 8inci fıkrasında yer alan ...verilir. ibaresinin İPTALİNE, Karar verilmesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 9uncu maddesine göre Türk milleti adına yargı yetkisini kullanan bağımsız İstanbul Anadolu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi tarafından arz ve talep olunur. | 542 |
Esas Sayısı : 2015/97 Karar Sayısı : 2016/10 1 Dava; yersiz olarak yapılan sağlık giderlerinin tahsili amacıyla yapılan icra takibine vaki itirazın iptali ile, takibin devamına karar verilmesi istemine ilişkindir. Davacı kurum tarafından 2103248706 tahsis numarası ile kendisine yaşlılık aylığı bağlanan davalının emeklilik işlemleri sırasında 1994 yılı 2.dönemine ilişkin 120 günlük hizmetinin 22585339 sigorta sicil nolu . adındaki sigortalıya ait olan günlerinin davalıya maledilmesi nedeniyle, yaşlılık aylığı bağlanması koşulları oluşmadan davalıya yaşlılık aylığı bağlandığı bu durumun fark edilmesi üzerine bağlanan yaşlılık aylığının iptaline karar verildiği, bu itibarla 23/02/2007 22/03/2012 tarihleri arasında kendisi hakkında yapılan 7.447,73 TL tutarındaki sağlık yardımının yersiz olduğu iddiası ile 5510 sayılı yasanın 96/1 b maddesi gereğince davalıdan tahsili amacıyla davalı aleyhinde icra takibi başlatıldığı, davalının takibe itirazı neticesinde takibin durduğu bildirilerek, anılan yasa hükmü gereğince davalının ödemekle yükümlü olduğu sağlık giderlerinin tahsili amacıyla yapılan icra takibine davalı tarafça yapılan itirazın iptali ile takibin devamına karar verilmesi istenilmiştir. Yukarıda izah edilen talebe dayanak teşkil eden 31/05/2006 tarihli ve 5510 sayılı ve Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık sigortası Kanununun 96.maddesinin 1.fıkrasının 13/02/2011 tarihli ve 6111 sayılı kanunun 44.maddesi ile değiştirilen (b) bendinin 07/11/1982 tarih ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2, 13, 60 ve 125.maddelerine aykırı olduğu anlaşılmıştır. Anayasanın 2, 13, 60 ve 125.maddeleri ile anılan yasa maddesinin Anayasanın bu maddelerine hangi yönlerden aykırı olduğu aşağıda açıklanacaktır. 5510 sayılı kanun madde 96: Kurumca işverenlere, sigortalılara, isteğe bağlı sigortalılara gelir veya aylık almakta olanlara ve bunların hak sahiplerine, genel sağlık sigortalılarına ve bunların bakmakla yükümlü olduğu kişilere, fazla veya yersiz olarak yapıldığı tespit edilen bu Kanun kapsamındaki her türlü ödemeler; a) Kasıtlı veya kusurlu davranışlarından doğmuşsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla on yıllık sürede yapılan ödemeler, bu ödemelerin yapıldığı tarihlerden, b) Kurumun hatalı işlemlerinden kaynaklanmışsa, hatalı işlemin tespit tarihinden geriye doğru en fazla beş yıllık sürede yapılan ödemeler toplamı, ilgiliye tebliğ edildiği tarihten itibaren yirmidört ay içinde yapılacak ödemelerde faizsiz, yirmidört aylık sürenin dolduğu tarihten sonra yapılacak ödemelerde ise bu süre sonundan, itibaren hesaplanacak olan kanunî faizi ile birlikte, ilgililerin Kurumdan alacağı varsa bu alacaklarından mahsup edilir, alacakları yoksa genel hükümlere göre geri alınır. ANAYASA MADDE 2: Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Aykırılık gerekçesi: Hukuk devleti ilkesi kısaca devletin hukuka tabi olması ve kamu gücünün kullandığı her işlemin hukuka dayanması olarak açıklanabilir. Bu ilkenin yöneldiği amacın gerçekleştirilmesi için pek çok araç Anayasada yer bulmuştur. Hukuk devleti bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde, devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunun zedeleyici yöntemlerden kaçınması gerekir. Vatandaşların devlete karşıEsas Sayısı : 2015/97 Karar Sayısı : 2016/10 2 güven duyabilmeleri, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri hukuk güvenliğinin sağlandığı bir sistem içinde olanaklıdır. Hukuk devleti kanun devleti demek değildir, hukukun vatandaşlara öngörülebilirlik ve güven sağlaması gerekir. Keyfi şekilde düzenlenen yaptırımlar ve vatandaşa yüklenen ağır yükler hukuk devleti ilkesine aykırıdır. ANAYASA MADDE 13: Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir, Aykırılık gerekçesi: Önceden yapılmış ödemelerin geri alınmasına ilişkin olmakla iptali istenen kanun maddesi mülkiyet hakkını ihlal eder niteliktedir. Bir an için Sosyal Güvenlik Kurumu'nun geri ödeme talebinin hukuka uygun olduğu kabul edilse dahi, Anayasa madde 13 de öngörülen ilkeler çerçevesinde, hakka daha az zarar verecek şekilde, ölçülülük ilkesine uygun bir yol izlenmelidir. Oysa kanun hükmü mülkiyet hakkım tamamen ortadan kaldıracak şekilde düzenlenmiştir. Emeklilik işleminin SGK tarafından hatalı yapılması nedeniyle yapılacak geri ödeme talepleri iptali istenen madde öncesinde genel hükümler çerçevesinde yapılmaktaydı, Borçlar Kanununun ilgili düzenlemeleri gereğince sebepsiz zenginleşme kapsamında kusur incelemesi yapılmaktaydı. İyi niyetli kişilerin Anayasal ve yasal yükümlülüklerini icra edemeyen ya da eksik icra eden idarenin kusuru nedeniyle ağır yaptırımlara maruz bırakılması Anayasanın 13.maddesi ile çizilen yola aykırıdır. ANAYASA MADDE 60: Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. Aykırılık gerekçesi: Anayasa bu düzenleme ile Devletin bu alanda sorumluluğunu belirlemiştir. Kendi görevlilerinin kusuru ve mevzuatındaki eksikliklerden kaynaklanan durumlarda dahi, Devletin adeta özel hukuk kişisi gibi alelade bir alacak takibi yapar durumda olması kabul edilemez. Kurum görevlilerinin 120 günlük sigortalılık süresinin ihmal sonucu davalıya maledilmesi nedeniyle davalıyı ağır bir yük altına sokan tek taraflı emeklilik statüsünün iptal edilmesi, Devlete yüklenen yükümlülüklere aykırıdır. Konunun uzmanı kişiler tarafından bile karmaşık olarak nitelendirilen Sosyal Güvenlik mevzuatı ve teşkilatının yanlış ya da eksikliği nedeniyle ortaya çıkacak zararın vatandaşlar üzerinde bırakılması düşünülemez. En basit işlemlerin yapılması için bile, danışman, uzman ve bilirkişi adı altında kişilerin faaliyette bulunduğu bu alanda yapılan hatalı işlemlerden dolayı vatandaşın sorumlu tutulması kısıtlanmalıdır. İlgili düzenleme idarenin kendi teşkilatını kontrol etme becerisi göstermemesi nedeniyle doğan zararların vatandaşın sırtına yüklenmesi sonucunu doğurmaktadır ki, bu durum da kabul edilemez. ANAYASA MADDE 125: İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır. Aykırılık gerekçesi: Uyuşmazlık mahkemesinin yerleşik içtihatları uyarınca; sosyal güvenlik mevzuatının uygulanmasına ilişkin uyuşmazlıkları, adli yargıda görülmesi gerektiğini kabul etmektedir. Dava konusu edilen olayda idarenin hatalı işlemi nedeniyle maruz kalınan zarardan dolayı davacının talepte bulunması gerekirken idarenin davalıdan talepte bulunmasına anılan ve iptali istenen yasa hükmü neden olmaktadır. İdarenin kusuru nedeniyle hatalı olarak tesis edilen işlemden kaynaklanan ödemelerin geri alınması iptali istenen yasa hükmü ile ve İş Mahkemeleri aracılığı ile sağlanmıştır. Bu aşamada davalının hatalı işlem nedeniyle uğradığı zararın kurumdan tahsili istemi yine anılan yasal düzenleme karşısında sonuçsuz kalacaktır.Esas Sayısı : 2015/97 Karar Sayısı : 2016/10 3 H Ü K Ü M : Gerekçesi yukarıda ayrıntıları ile açıklandığı üzere; 1 31.05.2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 96. maddesinin birinci fıkrasının 13.02.2011 tarihli ve 6111 sayılı Kanunun 44. Maddesiyle değiştirilen (b) bendinin iptaline karar verilmesi istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 Gerekçeli başvuru karan ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 40. Maddesi (1) numaralı fıkrasında belirtilen belgelerin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Dair davacı kurum vekilinin yüzüne karşı davalının yokluğunda karar verildi. | 971 |
Esas Sayısı:1969/17 Karar Sayısı:1969/49 1 "... II. İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi özeti : 6831 sayılı Orman Kanununun 108. maddesinin dördüncü fıkrasındaki hükümle, kaçak orman mallarının taşınmasında kullanılan canlı ve cansız taşıtların (Kime ait olursa olsun) idarece zapt edilmesi ve mahkemelerce de zoralıma karar verilmesi öngörülmüştür. Fıkradaki (Kime ait olursa olsun) deyimi, hükme genel müsadere cezası niteliğini vermekte ve masum kimselerin başkaları yerine zarar görmelerine ve cezalandırılmalarına yol açmaktadır. Çünkü zoralım da aslında bir cezadır. Oysa, Anayasa 33. maddesinin beşinci fıkrasiyle ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesini kabul etmiştir. Öte yandan yine bu hüküm Anayasa'nın 33. maddesinin son fıkrasında yer alan "genel müsadere cezası konulamaz" kuralına aykırıdır." | 105 |
Esas Sayısı : 1993/43 Karar Sayısı : 1993/46 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : 12.11.1993 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümünde aynen şöyle denilmektedir. "Tüm demokratik ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de gerek 1961 Anayasasında gerekse 1982 Anayasasında kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir. Buna göre yasama, yürütme ve yargı organlarının görev ve yetkileri ayrı ayrı belirlenmiş; Anayasanın 7. maddesi "yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğunu, bu yetkinin devredilemeyeceğini, 8. maddesi, yürütme yetkisinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu eliyle Anayasaya ve Kanunlara uygun olarak kullanılacağını, 9. maddesi, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını emretmiştir. Ayrıca Anayasamızın 87. maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kanun yapmak, değiştirmek ve kanun kaldırmakla görevlendirildiği ifade edilmiştir. Yine Anayasanın "Başlangıç" kısmının altıncı fıkrasında, "Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve işbirliği olduğu, üstünlüğün ancak Anayasa ve Kanunlarda bulunduğu" belirtilmiştir. Parlamenter demokratik rejimin temeli olan parlamentolar, iktidarı ve muhalefetiyle milletin temsilcilerinden oluşan Anayasal bir organdır. Bu nedenle tüm toplumu ilgilendiren, fertleri bağlayan, uyulması zorunlu objektif kurallardan oluşan kalıcı yasaların yapılması, ancak Mecliste toplumsal uzlaşma zemini yaratılarak mümkün olabilmektedir. Devletin temel yapısını bu esaslara dayandıran Anayasamız; rejime işlerlik kazandırmak açısından bu konuda bazı istisnai kurallara da cevaz vermiştir. Anayasanın 91. maddesi; "Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın 2. kısmının 1. ve 2. bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile 4. bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevlerin Kanun Hükmünde Kararnamelerle düzenlenemeyeceği" esasını getirerek bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi vermeyeceği belirlenmiştir. Belirtilen konular dışında, verilecek yetki yasasında çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnamenin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içerisinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağının gösterilmesi kuralı öngörülmüştür. Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisinin; acil hallerde beklemeye tahammülü olmayan zorunlu durumlara münhasıran kullanılacağı, olağan bir yol olmadığı, Anayasanın 91. maddesinin sekizinci fıkrasındaki "Yetki Kanunları ve bunlara dayanan Kanun Hükmünde Kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür." hükmünde ifadesini bulmaktadır.Esas Sayısı : 1993/43 Karar Sayısı : 1993/46 2 Kanun yapma yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisinin olunca ve özellikle bu husus yasada belirtilmiş ise artık Kanun Hükmünde Kararname çok zorunlu haller dışında 91. madde imkan vermiş olsa bile düşünülmemelidir. Yasamayı yürütmenin egemenliğine bağlayan yöntemin hukukun üstünlüğü ilkesi ile bağdaşamayacağı gözetilmelidir. Anavatan Partisi olarak çağdaş bir uygulama olan Kanun Hükmünde Kararname çıkartılması yetkisine karşı değiliz. Hatta Hukuk kuralları içerisinde olmak şartıyla bunun gerekli ve zorunlu olduğuna da inanmaktayız. Ancak Yüce Mahkemenizin de pek çok kararında belirttiği gibi bu yetki parlamentoyu dışlayan, açık bir yetki devri şeklinde olmamalıdır. Yasaların çıkarılmasında, üstün olan Anayasaya uygunluğa gerekli özen gösterilmez ve buna uyulmaz; keza Anayasaya aykırılığı Anayasa Mahkemesi kararlarıyla ortaya konulmuş yasalar veya bu yasalara dayanılarak çıkarılmış Kanun Hükmünde Kararnameler Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen yürürlüğe konulursa Hukuk devletinden söz etmek mümkün olamaz. İptali istemi ile Yüce Mahkemenize başvuruda bulunduğumuz söz konusu Kanun Hükmünde Kararname Yüce Mahkeme tarafından "Esas 1993/26, Karar 1993/28" sayılı ve 16.9.1993 tarihli karar ile iptal edilen 3911 Sayılı "Memurlar ve Diğer Kamu Görevlileri Hakkındaki Bazı Kanunlar ile Teşkilat Kanunlarında Değişiklik Yapılmasına Dair Yetki Kanunu"na dayanılarak çıkarılmış Kanun Hükmünde Kararnameler dizisinden bir tanesidir. Yüce Mahkemenin 8.10.1993 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 3911 Sayılı Yetki Kanununa ilişkin iptal gerekçesinde de açıkça ifade edildiği gibi yasal dayanaktan yoksun olarak çıkarılmış bulunan bu Kanun Hükmünde Kararname ile Yasama Organının yetki ve görev alanına girilmekte, Bakanlar Kuruluna mahiyeti belirsiz geniş yetkiler verilerek Meclis devre dışı bırakılmıştır. Hükümet yetkililerinin çeşitli açıklamalarından da anlaşılacağı gibi bu Kanun Hükmündeki Kararnameler Anayasada ifade edilen, belirli bir zorunluluk veya ivedilik gereği olarak çıkarılmamıştır. Meclisi çalıştıramayan Koalisyon ortakları tek çözümü Meclisi devre dışı bırakarak her vesile ile eleştirdikleri Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yoluna başvurmakta bulmuşlardır. Nitekim 27.6.1993 tarih ve 3911 Sayılı Yetki Yasasına dayanılarak kısa süre içerisinde 36 adet Kanun Hükmünde Kararname yürürlüğe konulmuştur. Bu Kanun Hükmünde Kararnamelerin bir kısmı ise Yetki Yasasının iptal edildiğinin açıklandığı gün Resmi Gazetenin Mükerrer sayısında yayımlanmıştır. Hükümetin bu hukuk tanımaz tutumunu Anayasanın 91. maddesinde ifade edilen "Yetki Kanunları ve bu Kanunlara dayanan Kanun Hükmünde Kararnameler Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür" hükmü ile bağdaştırmak imkansızdır. Bir hukuk devletinde; Kanunkoyucunun ve Hükümetin ilk işi Anayasayı üstün tutmak ve Anayasadaki prensiplerle bağdaşmayan hükümleri ihtiva eden Kanunların ve Kararnamelerin iptal davası ve kararını beklemeden tadil ve ilgası cihetine gitmek olmalıdır. Oysa hükümet Anayasa Mahkemesi kararının açıklandığı günden bugüne kadar hiçbir çözüm yolu ortaya koymadığı gibi memleketi hukuki kaosun içine sürükleyecek beyanatlarla vakit geçirmektedir.Esas Sayısı : 1993/43 Karar Sayısı : 1993/46 3 Bu durum karşısında Grubumuz daha önce yaptığı başvurulara dayanılarak iptal edilen 8 Kanun Hükmünde Kararnameye ilave olarak iptal edilen 3911 Sayılı Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılmış olan ve dava açma süresi henüz dolmamış bulunan diğer Kanun Hükmünde Kararnamelerinde Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi gerektiğini düşünerek Yüce Mahkemenize başvurmaya karar vermiştir. Anayasanın 2., 7., 87., 91. ve 153. Maddelerine Aykırılık Gerekçeleri : Anayasanın 2. maddesine aykırılık : Bilindiği üzere Anayasanın 2. maddesi, Devletin bir hukuk devleti olduğunu belirlemektedir. Hukuk devletinde her türlü eylem ve işlemin hukuka uygun olması esas prensiptir. Yukarıda genel gerekçelerimizde de izah edildiği üzere bu Kanun Hükmünde Kararname iptal edilen bir Yetki Yasasına dayanılarak çıkarılmış, daha doğrusu hukuki dayanağını kaybetmiş, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesini zedeleyici unsurlar içermektedir. Bu nedenle iptal edilmesi gerekmektedir. Anayasanın 7. maddesine aykırılık : Yine genel gerekçelerde ifade ettiğimiz gibi bu Kanun Hükmünde Kararname Bakanlar kuruluna çok geniş alanlarda mahiyeti önceden kestirilemeyen zorunlu hallerin dışında bir çok yasada değişiklik ve düzenleme yapma yetkisi veren ve iptal edilen bir yasaya dayanılarak çıkarılmıştır. Bu özelliği ile bu Kanun Hükmünde Kararname de diğerleri gibi Meclisi devre dışı bırakan yetki devri mahiyetinde unsurları taşıyan bir Kararnamedir. Bu itibarla Anayasanın 7. maddesindeki yetkinin devredilemeyeceği hükmüne aykırıdır, iptal edilmesi gerekmektedir. Anayasanın 87. maddesine aykırılık : Anayasanın 87. maddesi "Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak" yetkisini Türkiye Büyük Millet Meclisine vermiştir. Hükümet çıkardığı bu Kanun Hükmünde Kararnamelerle bir yıl süre ile Meclisi devre dışı bırakarak yasama yetkisini yürütmeye bırakmayı hedeflemiştir. Herhangi bir yetki devri ise Anayasanın bu maddesine aykırılık teşkil edeceğinden iptali gerekmektedir. Anayasanın 91. maddesine aykırılık: Anayasanın 91. maddesinin 8. ve 9. fıkraları: "Kararnameler, Resmî Gazetede yayınlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur. Yetki Kanunları ve bunlara dayanan Kanun Hükmünde Kararnameler Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür." Hükümlerini amirdir. Anayasanın bu açık hükmü ortada iken Hükümet ivedi ve zorunlu bir durum olmadığı halde pek çok konuyu Kanun Hükmünde Kararname yolu ile düzenleyerek yürürlüğe koymuştur. Hatta bazı Kanun Hükmünde Kararnameler Meclis gündeminde yer aldığı halde görüşülemediği için Kanun Hükmünde Kararname olarak yeniden düzenlenip Meclise sevkedilmiştir. Bu durum da göstermektedirki Anayasanın 91. maddesinin ruhuna aykırı olarak bir çok konuda Kanun Hükmünde Kararname Hükümet tarafından Meclise rağmen düzenlenip yürürlüğe konulmuştur. Hukuki dayanaktan yoksun olan bu Kanun Hükmünde Kararnamenin iptal edilmesi gerekmektedir.Esas Sayısı : 1993/43 Karar Sayısı : 1993/46 4 Anayasanın 153. Maddesine Aykırılık : Anayasanın 153. maddesinin 6. fıkrası "Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayınlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar." hükmünü amirdir. Kanunkoyucu yasal düzenlemelerinde hukuk ve Anayasanın üstün kurallarına bağlıdır. Buna göre Anayasaya aykırı bulunan hukuk kurallarının yeniden yasalaştırılmaması gerektiği Yüce Mahkemenin bir çok kararında defalarca açıklanmıştır. Hal böyle olduğu halde; Hükümet; Anayasa Mahkemesinin Esas 1991/27, Karar : 1991/50 sayılı kararları ile iptal edilen 3755 sayılı Yetki Yasasının iptal kararında ileri sürülen gerekçeleri hiçe sayarak aynı mahiyette, ancak daha geniş kapsamlı hükümler ihtiva eden 3911 sayılı Yetki Kanununu çıkarmıştır. Anayasanın 153. maddesinin sarih hükmüne rağmen tanzim edilen 3911 sayılı bu Yetki Kanunu da Yüce Mahkeme tarafından 16.9.1993 tarihinde iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı hükmü karşısında iptal edileceği açıkça belli olan bu yetki kanununa dayanılarak yürürlüğe konulan söz konusu Kanun Hükmünde Kararnamelerin hukuki dayanaktan yoksun olacağı bilinen bir gerçektir. Anayasanın lafsına ve ruhuna aykırı olarak çıkarılmış bulunan bu Kanun Hükmünde Kararnamenin de diğerleri gibi iptal edilmesi gerektiği inancı ile Yüce Mahkemeye başvurmuş bulunmaktayız."" | 1,318 |
Esas Sayısı : 1999/1 Karar Sayısı : 1999/33 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçesi şöyledir : "Dava konusu Vezirköprü ilçesi Göllüalan köyü 101 ada 91 parsel kadastro tesbitinde 4900 m2 olarak davalı adına tesbit görmüştür. Davacı Orman İdaresi tarafından süresi içerisinde kadastro tespitine itiraz davası açılmıştır. Taşınmazın 2100 m2 sinin orman olduğu ileri sürülmüştür. Delil olarak keşif ve bilirkişi beyanlarına dayanılmıştır. Nizalı yerden 1949 yılında orman tahdidi geçmiştir. Yapılan tahdit kesinleşmiştir. Yüksek Yargıtay'ın yerleşik uygulamasına göre kesinleşmiş orman tahdit haritası bulunan yerlerde, bir yerin orman olup olmadığının kesinleşmiş orman tahdit haritasının fen memuru ve serbest orman mühendisi eliyle zemine uygulanması suretiyle belirlemek gerekmektedir. Mahallinde 26.11.1998 gününde yapılan keşifte fen memuru ve serbest orman mühendisi ile kesinleşmiş tahdit haritası zemine uygulanmıştır. Keşif sonucu hazırlanan bilirkişi raporlarından görüleceği üzere nizalı yerin (B) ile gösterilen 2250 m2'sinin orman arazisi olduğu, (A) ile gösterilen 2650 m2 kısmın ise kültür arazisi olduğu anlaşılmıştır. Bu şekilde bilirkişi raporlarıyla, nizalı yerde 2250 m2 orman arazisinin olduğu görülmüştür. Davacı orman idaresi ise bu talepten daha az olmak üzere 2100 m2 yer hakkında dava açmıştır. Davacı Orman İdaresi vekilince 10.12.1998 günlü ıslah dilekçesi verilerek 2100 m2 olarak belirttikleri talep miktarını 2250 m2 olarak artırdıklarını, davanın bu şekilde ıslah edilmesini talep etmişlerdir. Ayrıca aynı dilekçe ile HUMK. Madde 87/son cümlede yer alan ıslah ile netice i talebin artırılamayacağına dair kanun hükmünün, Anayasanın 13, 36 ve 141'inci maddelerine aykırı olduğu, hak arama hürriyetini daralttığı ve davaların süratle adil olarak sonuçlandırılmasına engel olduğu ileri sürülmüştür. Bu nedenle 87/son cümlenin iptali için Anayasa Mahkemesine müracaat edilmesi, hüküm iptal edilirse ıslah taleplerinin kabul edilmesi ve taleplerinin 2250 m2 ye çıkartılarak bu miktar yerin orman niteliğiyle hazine adına tescili istenmiştir. Islah dilekçesinin davacı tarafından harçlandırıldığı görülmüştür. Davalı ise; konuyu Mahkemenin takdirine bırakmıştır. Davada uygulanacak kanun maddesi: Davacı vekilinin talebini artırmakla yaptığı işlem HUMK. madde 83 90 arasında düzenlenen davanın ıslahı işlemidir. Ancak Usul Kanunumuzun sistemine göre ıslah yoluyla sadece iddia ve savunmanın değiştirilmesi mümkündür. HUMK.Madde 87/son cümle hükmü, uyarınca ise ıslah yoluyla netice i talebin artırılmasına imkan bulunmamaktadır. Bu düzenlemenin kanunumuzun sistematiğine ve bütünlüğüne uymadığı düşünülmektedir. Çünkü iddia ve savunmalar, karşı tarafın muvafakatine bağlı olmak üzere zaten her zaman değiştirilebilmektedir. Islah yoluyla ise karşı tarafın muvafakat etmediği iddiaEsas Sayısı : 1999/1 Karar Sayısı : 1999/33 2 ve savunmalar yanında netice i talebin de değiştirilebilmesi usul hukukumuz açısından daha uygun olacaktır. İptale konu kanun hükmünün tarihi boyutu: Ülkemizde ilk defa yürürlüğe giren Usul Kanunu Hicri 1296 tarihli "Usulü Muhakematı Hukukiye" kanunudur. Bu Kanun Fransa Usul kanunundan iktibas edilmiştir. 1927 yılına kadar çeşitli değişikliklerle yürürlükte kalmıştır. Kanunun ilk yürürlüğe girdiği metinde iptale konu hüküm bulunmamaktaydı. Ancak 26 Mart 1327 de yapılan değişiklikle kanunumuza girmiştir. 1926 yılında yapılan hukuk reformları ile yeni Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu kabul edilince, "Usulü Muhakematı Hukukiye" kanunu yetersiz hale gelmişti. Bu yüzden yeni bir usul kanununun yapılması ihtiyacı duyuldu. Yeni usul kanunu; Neuchatel Usul Kanunu, Fransa Usul Kanunu ve Almanya Usul Kanunları ve Ülkemizin ihtiyaçları ile eski kanun hükümleri dikkate alınarak hazırlanmıştı. Bu şekilde hazırlanan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu 1927'de yürürlüğe girdi. İptale konu hüküm iptal edilen "Usulü Muhakematı Hukukiye" Kanununun 13. maddesinde bulunmaktaydı. Yeni usul kanunumuza da aynen muhafaza edilerek alındı. Mehaz Fransa, Almanya ve Neuchatel Usul Kanunlarında ise benzer bir hüküm bulunmamaktadır. 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu bu şekilde 1927 yılında yürürlüğe girmiş olup zaman içinde kökten değiştirme çalışmaları olmuştur. Son olarak Adalet Bakanlığınca 1993 yılında hazırlanan tasarının 80'inci maddesinde iptale konu hükmün tam zıttı anlamında "Davacı ıslah yoluyla dava olunan şeyin miktarını da artırabilir" hükmü kabul edilmişti. Ancak siyasi istikrarsızlıklar sebebiyle bu tasarı kanunlaşamamıştır. İptale konu hükmün uygulamada yarattığı sorunlar: İptale konu HUMK madde 87/son cümle hükmü uyarınca dava açmak üzere mahkemeye müracaat eden kişilerin ve çok dikkatli davranmaları gerekmektedir. İddia ettikleri haklarını tam olarak belirlemeleri ve asla hata yapmamaları gerekmektedir. Eğer gerçek haklarından daha az talepte bulunmuşlarsa, belirlenen gerçek haklarına göre taleplerini artıramamaktadırlar. Bu durumda mahkeme, talep edilen kısım hakkında karar vermekte, davacılar da geri kalan hakları için ikinci bir dava açmak zorunda kalmaktadırlar. Oysa, çoğunlukla davacı, daha davanın başlangıcında gerçekte haklı olduğu miktarı tam olarak bilememektedir. Davanın başlangıç safhasında, ne davacı, ne davalı ne de mahkeme gerçek hak miktarını tam olarak bilemezler. Çok defa davacının hakkının ne kadar olduğu, uzun süren yargılama safahatı sonunda bilirkişi raporları, tanık beyanları ve ibraz edilen diğer yazılı delillerle belirlenebilmektedir. Bu sebeble, her zaman gerçek haktan daha az miktar hakkında dava açılması mümkündür. Bu durumda, delillerin toplandığı mahkemede davanın ıslah edilmesine ve mahkemenin gerçek hakka karar vermesine engel olarak, davacıya aynı konuda ikinci bir dava daha açmaya zorlamak hem boş yere emek, masraf ve zaman harcanmasına sebeb olmakta hem de mahkemelerin iş yükünü artırmaktadır. Özellikle, kadastro davalarını 1 aylık askı ilanı süresi içinde açmak zorunluluğu bulunmaktadır. Bir köyden kadastro geçtiğinde binlerce taşınmazın kadastrosu yapılmaktadır. Bir aylık dava açma süresi içinde binlerce taşınmazın yeterli bir dikkatle incelenmesi mümkün değildir. Bu nedenle davacı Orman İdaresinin binlerce taşınmazı incelerken hata yapması normaldir. Normal olmayan ise ıslah yolu ile hatadan dönme imkanının tanınmamış olmasıdır. Islah yolu ile talebin artırılması mümkün olsa başkaca araştırma yapmadan hakkın tamamıEsas Sayısı : 1999/1 Karar Sayısı : 1999/33 3 konusunda karar vermek mümkün olacaktır. Bu şekilde elde edilen sonuç kuşkusuz daha adil olacaktır. Mahkememizde, Orman İdaresinin açtığı 14 ayrı davada daha aynı şekilde miktarda hata yapıldığından ıslah talebinde bulunulmuştur. Bu davalarda da bekletici mesele yapılmış olup Yüksek Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karar beklenmektedir. Anayasaya Aykırılık Sebepleri: 1 Anayasamızın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Anayasanın 36. maddesinde herkesin meşru yollardan davacı ve davalı olma, iddia ve savunmada bulunma hakkı olduğu belirtilmiştir. 13. maddede de temel hak ve hürriyetlere dokunulamayacağı belirtilmiştir. Bu hükümler uyarınca Devletin hak arama hürriyetini daraltan bütün sınırlamaları kaldırması adaletin tam olarak gerçekleşmesini sağlaması gerekmektedir. HUMK. Madde 87/son cümle hükmü ile meşru yollardan hak arama hürriyeti sınırlandırılmaktadır. Aynı davada ıslah hakkı tanınmadığından, tarafların aynı konuda ikinci defa dava açmaları, yeniden emek, masraf ve zaman harcamaları gerekmektedir. Delillerin toplandığı mahkemede, ıslah yolu ile belirlenen hakkın tamamı konusunda karar verilmesini sağlamak, kuşkusuz daha adil olacaktır. Bu nedenle, hükmün iptal edilmesinin yargılamayı daha adil hale getireceği düşünülmektedir. 2 Anayasanın 141. maddesinde yargılamanın en az giderle ve mümkün olan süratle bitirilmesinin gerektiği belirtilmiştir. Davacıya talep ettiği miktardan fazla olan hakkı için ıslah imkanı vermeyerek ikinci bir dava açmaya zorlamak, Mahkemelerin iş yükünü gereksiz yere artırmakta ve boş yere ikinci defa emek, zaman ve para harcanmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle, HUMK. Madde 87/son cümle hükmünün Anayasanın 141 inci maddesine de aykırı olduğu düşünülmektedir."" | 1,067 |
Esas Sayısı : 2014/199 Karar Sayısı : 2015/115 1 "... A. Yasa Hükmünün Anlamı 209 sayılı Sağlık Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanunun 11.10.2011 günlü, 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 5. maddesinin 1. fıkrası ile döner sermayeli sağlık kurum ve kuruluşlarında elde edilen döner sermaye gelirlerinden kimlere ek ödeme yapılabileceği hükme bağlanmış ve döner sermaye ek ödemelerinin oranının, esas ve usullerinin belirlenmesinde yürütme organınca dikkate alınacak unsurlar tespit edilmiştir. Bu kapsamda anılan fıkranın ilk cümlesinde ... Döner sermaye gelirlerinden, döner sermayeli sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan memurlar ve sözleşmeli personel ile açıktan vekil olarak atananlara mesai içi veya mesai dışı ayrımı yapılmaksızın ek ödeme yapılabilir. kuralına yer verilmiştir. Böylelikle döner sermayeli bir sağlık kurum veya kuruluşunda görev yapan herhangi bir personele döner sermaye ek ödemesi yapılabilmesi için, bu personelin şu üç hukukî statüden biri kapsamında görev yapması zorunlu hale getirilmiştir: a) Memurlar b) Sözleşmeli Personel c) Açıktan Vekil Olarak Atananlar Aktarılan yasa hükmü uyarınca döner sermayeli sağlık kurum veya kuruluşlarında görev yapan personel fiilen çalışarak döner sermaye gelirlerinin elde edilmesine katkı sunmuş olsa dahi, eğer istihdam edildiği hukukî statü memur, sözleşmeli personel veya açıktan vekil olarak atanan kapsamında değilse ek ödeme alamayacaktır. Diğer bir ifadeyle yasa koyucu, 209 sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasında ... Döner sermaye gelirlerinden, döner sermayeli sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele mesai içi veya mesai dışı ayrımı yapılmaksızın ek ödeme yapılabilir. şeklinde bir kural öngörerek, döner sermaye ek ödemelerinden yararlanacak kimselerin belirlenmesinde sağlık kuruluşunda çalışıp çalışmama döner sermaye gelirlerine fiilen katkı sunup sunmama gibi bir kriter benimsemek yerine; takdir yetkisini ... Döner sermaye gelirlerinden, döner sermayeli sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan memurlar ve sözleşmeli personel ile açıktan vekil olarak atananlara mesai içi veya mesai dışı ayrımı yapılmaksızın ek ödeme yapılabilir. biçimindeki hükümden yana kullanmış ve döner sermaye ek ödemelerinden yararlanacakların hukukî statü ölçütüne göre saptanmasını tercih etmiş bulunmaktadır. B. Anayasaya Aykırılık Nedenleri a) Anayasanın 10. Maddesi Yönünden: Anayasa Mahkemesinin 28.03.2009 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 05.02.2009 günlü, E.2006/53 K.2009/21 sayılı kararında ifade edildiği üzere; Anayasanın 10. maddesinde, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı, Devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduğuEsas Sayısı : 2014/199 Karar Sayısı : 2015/115 2 belirtilmiştir. Bu ilke, birbirinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme eşitliğe aykırılık oluşturur. Anayasanın amaçladığı eşitlik, mutlak ve eylemli eşitlik değil hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olmaz. Kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında, yasalara konulan kurallarla değişik uygulamalar yapılamaz 209 sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasında, döner sermayeli sağlık kurum ve kuruluşlarında elde edilen döner sermaye gelirlerinden kimlere ek ödeme yapılabileceği hükme bağlanmış ve döner sermaye ek ödemelerinin oranının, esas ve usullerinin belirlenmesinde yürütme organınca hangi unsurların dikkate alınacağı belirlenmiştir. Şüphesiz bu hükmü düzenlerken yasama organının, döner sermayeli sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan tüm personele hiçbir âyrım gözetilmeksizin eşit oranda ödeme yapılmasını düzenleme gibi bir zorunluluğu bulunmamakta olup; yasa koyucunun bu konuda, Anayasa hükümleriyle belirlenen çerçeve içerisinde takdir yetkisine sahip olduğu tabidir. Bununla birlikte yasama organı bu takdir yetkisini kullanırken Anayasanın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesine uygun hareket etmekle, dolayısıyla aynı durumda bulunan (durumları özdeş olan) kimi kişilere ayrı kurallar uygulayarak kanun karşısında eşitlik ilkesini ihlal etmemekle diğer bir ifadeyle aynı hukuksal durumları farklı kurallara bağlı tutmamakla yükümlü bulunmaktadır. Döner sermaye gelirleri, kamu kurum ve kuruluşları tarafından sunulan ticari nitelikteki mal ve hizmetlere benzer mal ve hizmetler karşılığında bunlardan yararlananlardan alınan bedeller ile söz konusu mal ve hizmetler için katlanılan maliyet arasındaki farkı ifade eden kârlardan, Devlet yardımlarından ve bağışlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla döner sermaye gelirlerinden bir kısmının sağlık kurumlarında çalışan personele dağıtılması, esasen sağlık kuruluşunda çalışıp, kuruma gelir kazandıran mal ve hizmetlerin üretim sürecine katılan, böylelikle döner sermaye gelirlerinin elde edilmesine emeği ile vesile olan personele söz konusu katkılarının karşılığında bir miktar ödeme yapılmasıdır. Bu kapsamda sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personelin her birinin döner sermaye gelirlerinin elde edilmesine yapmış olduğu katkı, personelin eğitimi, mesleki unvanı, icra ettiği iş gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak farklılık arz etmektedir. Bu nedenle söz konusu faktörlerden hareketle personel arasında bir ayrıma gidilerek, her bir personelin döner sermaye gelirlerinden alacağı payın farklı şekilde belirlenmesi, farklı hukuksal durumda olan kimselere farklı hukuk kurallarının uygulanması anlamına gelecek ve eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmayacaktır. Nitekim itiraz konusu yasa maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde, döner sermaye ödemelerinden yararlanacak olanlara yapılacak ödemenin oranının personelin unvanı, görevi, çalışma şartları ve süresi, hizmete katkısı, performansı, tetkik, eğitim öğretim ve araştırma faaliyetleri ile muayene, ameliyat, anestezi, girişimsel işlemler ve özellik arz eden riskli bölümlerde çalışma gibi unsurlar doğrultusunda farklı şekilde belirlenmesi öngörülerek, hakkaniyet ilkesi ile Anayasanın 10. maddesine uygun bir düzenleme yapılmıştır. Ancak 209 sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasında döner sermaye gelirlerinden yararlanabilecek personel istihdam edildikleri hukukî rejime göre belirlenmiş; memur, sözleşmeli personel ve açıktan vekil olarak atanan statüleri dışında, bir başka hukukî rejime göre istihdam olunan personelin döner sermaye gelirlerinden yararlanması engellenmiştir.Esas Sayısı : 2014/199 Karar Sayısı : 2015/115 3 Oysa döner sermaye gelirlerinin elde edildiği sağlık kurum ve kuruluşlarında görev icra ederek bu gelirlerin elde edilmesine katkı sağlayan memurlar, sözleşmeli personel ve açıktan vekil olarak atananlar ile aynı yerde fiilen çalışarak döner sermaye gelirlerinin kazanılmasına katkı sunan diğer personel, döner sermaye gelirlerinin elde edilmesine katkı sağlamak bakımından aynı hukukî durumdadırlar. Diğer bir ifadeyle döner sermaye gelirlerinin elde edildiği sağlık kurum ve kuruluşlarında memur ya da sözleşmeli personel olarak veya açıktan vekil olarak atanmak suretiyle fiilen görev yapıp, döner sermaye geliri elde edilen mal ve hizmetlerin üretim sürecine katılan personel ile döner sermaye gelirlerinin elde edildiği sağlık kurum ve kuruluşlarında memur, sözleşmeli personel veya vekil personel dışında, başka bir hukuki statüde fiilen görev yapıp, döner sermaye geliri elde edilen mal ve hizmetlerin üretim sürecine katılan personel, döner sermaye gelirlerine katkı sağlamak açısından özdeş durumdadırlar ve bu nedenle, aynı konuda yani fiilen katkı sundukları döner sermaye gelirlerinden pay alıp almamak hususunda her iki personel grubu arasında ayrım yapılması, Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelmektedir. Her ne kadar bahsi geçen iki personel grubunun hukukî statüleri, bu çerçevede mesleğe alınma koşulları, mesleki becerileri, yaptıkları işin niteliği gibi hususlar farklılık arz etmekte ise de; döner sermaye gelirlerinin ne oranda ödeneceğinin belirlenmesi noktasında her bir personel grubu hakkında farklı hükümler ihdasını hukuken mümkün kılan bu durum, (ödeme oranından/miktarından bağımsız olarak) döner sermaye gelirlerinden yararlanıp yararlanmamanın belirlenmesi noktasında aynı sağlık kurumunda/kuruluşunda çalışan personel hakkında farklı kurallar öngörülmesini haklı kılan bir sebep olarak nitelendirilemeyecektir. Sonuç olarak bir sağlık kurumunda ya da kuruluşunda fiilen çalışarak döner sermaye gelirlerinin elde edilmesine katkı sunmak açısından aynı hukuki durumda bulunan personel arasında haklı bir nedene dayalı olmaksızın ayrıma giderek; bir grup personele değişik oranlarda döner sermaye ek ödemesi yapılmasını öngörürken, diğer bir grup personeli katkı sundukları döner sermaye gelirlerinden yapılan ek ödemeden tamamen yoksun bırakan itiraz konusu kural, yasa önünde eşitlik ilkesini ihlal etmektedir ve dolayısıyla Anayasanın 10. maddesine aykırıdır. b) Anayasanın 2. ve 55. Maddeleri Yönünden: Anayasa Mahkemesinin 21.10.2011 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 10.03.2011 günlü, E.2009/85, K.2011/49 sayılı kararında ifade edildiği üzere; Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Birleşmiş Milletlerin başlıca adlî organı olarak kurulan Uluslararası Adalet Divanının statüsünde bahsi geçen ve uluslararası hukuka ilişkin uyuşmazlıkların çözümündeEsas Sayısı : 2014/199 Karar Sayısı : 2015/115 4 ölçü norm olarak değerlendirilen uygar uluslar tarafından kabul gören genel hukuk ilkelerinin (m.38/1 c), Anayasa Mahkemesince hukuk devleti ilkesi kapsamında olduğu belirtilen hukukun üstün kuralları arasında kabul edilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede 10.12.1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda (aralarında Türkiyenin de bulunduğu) 48 üye devletin olumlu oyu ile kabul edilen, resmi Türkçe çevirisi 27.05.1949 günlü, 7217 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan, insan haklarının tanınması ve korunması konusundaki önemi çok sayıda demokratik devlet tarafından kabul edilen ve bu kapsamda birçok Anayasanın insan haklarına ilişkin hükümlerine ve insan hakları ile ilgili kendisinden sonra hazırlanan uluslararası sözleşmelerin neredeyse tamamına esin kaynağı oluşturan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi hükümlerinin uygar uluslar tarafından kabul gören genel hukuk ilkelerinden bir kısmını yansıttığı ifade edilebilecek olup; söz konusu bildirgenin 23. maddesinin 2. fıkrasında Herkesin, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. Kuralına yer verilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla Anayasada öngörülen hukuk devleti ilkesi kapsamında yasama organının, çalışanların ücret rejimleri ile ilgili düzenleme yaparken uygar uluslarca kabul gören bir genel hukuk ilkesi olarak eşit işe eşit ücret ilkesine uygun şekilde hareket etmesi gerekmektedir. Diğer taraftan eşit işe eşit ücret ilkesi, Anayasanın sadece 2. maddesiyle değil; Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır. hükmünü içeren 55. maddesiyle de doğrudan bağlantılı bulunmaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin 24.06.2000 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 22.12.1998 günlü, E:1998/1, K:1998/86 sayılı kararının karşı oy yazısında isabetle belirtildiği üzere, Anayasanın ‘Ücrette adalet sağlanması başlıklı 55. maddesinde, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri için Devletin gerekli önlemleri alacağı öngörülmüş; madde gerekçesinde, ‘Bu madde, bütün çalışanlara çalışmalarının karşılığı olarak ödenecek olan ücret aylık, ikramiyeler ve sosyal yardımların belli esasa dayandırılmasını öngörmektedir. Bu esaslardan ilki, ücret aylık, ikramiye ve sosyal yardımlar ancak ‘fiilen çalışma karşılığı olarak ödenecektir. Bunun için de iş süreleri, işin verimi, değeri ve niteliği dikkate alınacaktır... denilmiştir. ... 1982 Anayasasının 55. maddesinde yer alan ücrete ilişkin kuralın dayanağı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 23. maddesidir. Sözü edilen Bildirgenin 23. maddesinin (2) nolu bendinde, ‘herkesin herhangi bir ayırım gözetilmeksizin eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. denilmiş, Avrupa Sosyal Şartının 4. maddesinin (1) nolu, Çalışanların Temel, Sosyal Hakları Topluluk Şartının 6/İ ve 6/İİİ maddelerinde de, eşit ve adil ücret hakkına ilişkin kurallara yer verilmiştir. Eşit işe eşit ücret ilkesi, kamu çalışanlarının aylıklarının belirlenmesinde yaşamsal bir ölçüt olarak alınmalı, Anayasa ve uluslarüstü normlarda öngörülen biçimde ücret ödenmesini sağlayacak yasal kurallar getirilmelidir. Kuşkusuz ki, İLO sözleşmesinde öngörüldüğü gibi ücret deyimi, her türlü ek ödemeyi de kapsamaktadır. Bakılmakta olan davada uygulanacak norm olan 209 sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasının iptal istemine konu hükmü ise, döner sermaye gelirlerinin elde edilmesine katkı sağlayan bir kısım personele bu gelirlerden değişen oranlarda yararlanma olanağı verirken; 657 sayılı Kanunun 4/C maddesi uyarınca çalışan geçici personel gibi bir kısım çalışanı bu haktan yoksun bırakıpEsas Sayısı : 2014/199 Karar Sayısı : 2015/115 5 emeklerinin karşılığını vermeyerek, eşit işe eşit ücret ilkesine, ücretin emeğin karşılığı olduğu prensibine ve çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etme haklarına, ayrıca döner sermaye gelirlerinin elde edilmesine katkı sağlamakla birlikte bu gelirlerden ek ödeme almayan personelin emeklerinin karşılığının, onlar dışındaki başka personel arasında paylaşılmasına izin vererek, diğer bir ifadeyle belli bir hukukî statü kapsamında çalışanların emeğini de içinde barındıran gelirlerin, bu çalışanlar dışındaki diğer personel arasında dağıtılmasını öngörerek yine eşit işe eşit ücret ilkesine, ücretin emeğin karşılığı olduğu prensibine ve çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etme haklarına, aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle itiraz konusu kural, Anayasanın 2. ve 55. maddelerine de aykırıdır. YUKARIDA AÇIKLANAN GEREKÇELERLE: 09.01.1961 günlü, 10702 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 209 sayılı Sağlık Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanunun 11.10.2011 günlü, 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 5. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesinin, ... memurlar ve sözleşmeli ... şeklindeki bölümünün Anayasanın 10. maddesi ile 2. ve 55. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından; söz konusu Yasa hükmünün iptali için itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 6216 sayılı Kanunun 40. maddesi uyarınca başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesinin, davayı açan belgelerin ve dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar, beş ay süreyle dava dosyasının bekletilmesine, 19.12.2014 tarihinde karar verildi. | 1,980 |
Esas Sayısı : 2015/43 Karar Sayısı : 2015/101 1 "... I ANAYASANIN 2İNCİ MADDESİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME Anayasanın 2inci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlet olarak tanımlanmaktadır. Hukuk devleti ilkesi gereği, yasaların kamu yararına dayanması, kuralların herkes için konulması, bu kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçütlerinin de göz önünde tutulması gerekmektedir. Hukuk devletinde, ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerine ilişkin kurallar, ülkenin ceza politikasına göre belirlenecektir. Ceza politikasının belirlenmesinde ise; ceza hukukunun ana ilkeleri, Anayasanın konuya ilişkin kuralları başta olmak üzere, ülkenin sosyal, kültürel yapısı, etik değerleri ve ekonomik hayatın gereksinmeleri göz önüne alınacaktır. Bununla birlikte, hukuk devletinde hangi eylemlerin suç sayılacağı ve bu suçları işleyenlere ne tür ve miktarda ceza verileceği, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği ve ceza sistemini tamamlayan müesseselerin neler olacağı konusunda yasa koyucu takdir hakkına sahiptir. Fakat, yasakoyucunun bu takdir hakkını anayasa ve ceza hukukunun genel ilkelerine aykırı olmamak koşulu ile kullanması gerekmektedir. Görüleceği üzere, hukuk devleti olmanın olmazsa olmaz gereklerinden biri, adaletli bir hukuk düzeni kurmaktır. Yasakoyucu, adaletli bir hukuk düzeni oluştururken, ceza politikasının bir gereği olarak, ceza yaptırımı belirleyeceği sırada, ülkenin sosyal, kültürel yapısını ve etik değerlerini göz önünde bulundurucaktır. Yine, yapılan yasaların kamu yararına dayandırılması, yasa yapımı sırasında adalet ve hakkaniyet ölçülerinin gözetilmesi ve ceza yaptırımı belirlerken ceza hukukunun temel ilkelerinin ve Anayasanın konuya ilişkin kurallarının göz önünde bulundurması da hukuk devleti olmanın zorunluluklarındandır. Mahkememizde yargılaması yapılan somut olay, çizilen anayasal çerçeve kapsamında incelendiğinde, uygulanacak hukuk kuralının belirlenen teorik çerçeveye uygun olmadığı kanaatine varılmıştır. Bu kanaatimize dayanak teşkil eden aykırılıklar aşağıda bentler halinde belirtilmiştir. 1 Yasa yapımı sırasında ülkenin sosyal, kültürel yapısı ve etik değerleri göz önünde bulundurulmamıştır. Öncelikle çocuk yaşta gerçekleştirilen evliliklerin önüne geçilmesinin ve çocuklara karşı cinsel istismarın önlenmesinin her hukuk düzenin nihai amacı olması gerektiği tespitinin yapılması gerekmektedir. Bu amaca ulaşılabilmesi için atılması gerekli hukuki, idari, yapısal her türlü adımın desteklenmesi gerektiği konusunda kuşku bulunmamaktadır. Mahkememizin iptal başvurusu yaparkan amaçladığı netice de, bu amacın gerçekleştirilmesi çabasıyla çelişmemektedir. Zira, mahkememiz, bu yüce amacın gerçekleştirilmeye çalışılması sırasında, ezilen çimlerin dikkate alınması gerektiği kanaatindedir.Esas Sayısı : 2015/43 Karar Sayısı : 2015/101 2 Ülkemizin özellikle doğu bölgelerinde, kız çocuklarının henüz reşit olmadan hatta evlilik çağına gelmeden evlendirildikleri bir vakıadır. Bu durumun, öteden beri süregelen ve terkedilmesi gerektiği konusunda kuşku bulunmayan toplumsal bir hastalık olduğu da izahtan varestedir. Bir takım toplumsal yanlışların ceza politikası ile izale edilmesi bir yöntem olarak kabul edilebilir. Hatta cinsel suçlara ilişkin 765 sayılı Yasada bulunan bir takım hükümlerin 5237 sayılı Yasaya alınmaması bu tavrın bir gereği olarak görülmelidir. Fakat, tüm bu zorunluluklara rağmen, evlilik birliği halen devam eden ve hatta bu birlik içerisinde çocuk sahibi olan ailelerde, küçük yaşta evlenilmiş olması nedeniyle babanın ceza yaptırımına tabi tutulmuş olması halinde, söz konusu yasanın yapımı sırasında, ülkenin sosyal ve kültürel yapısının göz önünde bulundurulduğunu söyleme olanağı bulunmadığı sonucuna varılmıştır. 2 İptali istenilen ceza yaptırımı belirlenirken kamu yararı gözetilmemiştir. TCKnın 103üncü maddesinde cinsel istismar suçunun yaptırımı belirlenirken halen evli olan şahısların durumları için farklı bir yaptırım belirlenmediği için kutsal aile kurumunun korunması imkanı ortadan kaldırılmıştır. Çocuk yaşta bir kadınla evlenen babayı alt sınırı en az 8 yıl olan ceza yaptırımına çarptırırken, onun korumasına, gözetmesine, desteğine ve hatta sevgisine muhtaç olan çocukların durumu düşünülmemiştir. Yine, eşini sevdiğini söyleyen ve dosyamıza konu olan olayda olduğu gibi yargılama sırasında reşit olan bir insanın yuvasının dağılacağı ihtimali göz önünde bulundurulmaksızın yasa yapılması yoluna gidilmiştir. Tüm suçların nihai mağduru toplumdur. Şahsa karşı işlenen suçların doğrudan mağduru ise suçun üzerinde icra edildiği kişidir. Mutlu bir evliliğin devam ettiği birlikteliklerde, suçun mağduru olan reşit kişinin iradesi uygulanması gereken yasa hükmüyle çelişmektedir. Yine, suçun nihai mağduru olan toplumun yararı ile birliktelikten meydana gelen çocukların yararları karşılaştırıldığında, çocukların yararının üstün tutulması gerektiği kanaatimizce ortak vicdan tarafından da istenilecektir. Hal böyle iken, küçük yaşta bir kıza zorla tecavüz eden adi bir suçlu ile toplumsal alışkanlıkları gereği ve halisane bir niyet ile geleneklerine göre evlenen ve hatta çocuk sahibi olan iyi bir aile babasının aynı ceza yaptırımına tabi tutulmasının doğru olmayacağı değerlendirilmiştir. Aynı zamanda böyle bir ceza yaptırımının belirlenmesi sırasında kamu yaranının gözetildiğini söyleme imkanı da bulunmadığı değerlendirilmiştir. Toplumun temel taşı olan aile kurumunu dağıtacak sonuçlara gebe olan yasa maddesinin uygulanması halinde, babanın cezaevine girmesi, annenin eşsiz ve desteksiz kalması, çocukların babasız, parasız ve sevgisiz kalması sonuçlarının doğmasına neden olunacaktır. Mahkememizce, böyle bir sonucun, kamunun ne şekilde yararına olacağı sorusunun, iptal başvurusu değerlendirilirken dikkate alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. 3 Yasa yapımı sırasında adalet ve hakkaniyet ölçüleri gözetilmemiştir. Hukuk devletinde yapılan yasaların herkese eşit uygulanması gerekmektedir. Ancak bu eşitliği mutlak eşitlik olarak algılamamak gerekir. Kastedilen eşitlik, benzer durumda olan şahıslara aynı yasa maddesinin uygulanmasıdır. Oysa, TCKnın 103üncü maddesi, birbirinden farklı olarak değerlendirilmesi gereken maddi vakıalar için farklı hükümler öngörmediği için yasanın mutlak olarak her durumdaki kişilere aynı şekilde uygulanması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bu sayede, örneğin evli olan fakat buna rağmen yaşının küçük olduğunu bildiği birisine karşı cinsel istismar fiilini işleyen birisi ile geleneklerine göre yuva kurma gayesiyle ve kutsal bir amaç uğruna evlenen ve hatta çocuk sahibi olan şahısların aynı ceza yaptırımına tabi tutulması sonucu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, yasa yapımı sırasında adalet ve hakkaniyet ölçüleri gözetilmediği için adaletsiz sonuçların ortaya çıkmasına zemin hazırlanmış olmaktadır.Esas Sayısı : 2015/43 Karar Sayısı : 2015/101 3 Mahkememizin bu açıklamalarından, küçük yaşta birisiyle evlenen şahısların cezalandırılmaması gerektiği kanaatinde olduğu sonucunun çıkarılmaması için açıkça vurgulamak isteriz ki; dikkat çekmek istediğimiz nokta, mevcut haliyle yasanın uygulanması halinde adaletsiz bir durumun ortaya çıkacağıdır. Belki, bu durumun ortadan kaldırılması için başka bir yaptırım veyahut daha hafif bir yaptırım ile daha adaletli bir sonuca ulaşabilmek mümkün olacaktır. 4 Yasa yapımı sırasında Anayasanın konuya ilişkin hükümleri gözetilmemiştir. Anayasamızın 41inci maddesinde Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar. Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır. hükümleri bulunmaktadır. Dolayısıyla, Anayasamız ailenin toplumun temeli olduğu saptamasında bulunduktan sonra, devletin ailenin korunması bakımından gerekli tedbirleri alacağı ve her çocuğun ana babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahip olduğu hüküm altına almıştır. Anayasamızın, ailenin ve çocukların korunmasına ilişkin yukarıda açıklanan ve başka türlü açıklanması mümkün olmayan amir hükümlerine rağmen, küçük yaşta evlendiği eşinden çocuk sahibi olan ve mutlu bir evlilik sürdüren şahısların, diğer adi suçlularla aynı yasa maddesine tabi olacak şekilde yargılanmalarını öngören TCKnın 103üncü maddesinin, anayasa ile uyarlılığının bulunduğunu söyleme imkanı olmadığı kanaatine varılmıştır. Bu bölümde izaha çalışılan hususlar birlikte değerlendirildiğinde; kanunlaştığı sırada ülkedeki sosyal ve kültürel yapı ile bağı göz önünde bulundurulmadan, kamu yararı gözetilmeden, hakkaniyet ölçüleri nazarı dikkate alınmadan ve Anayasanın ilgili hükümlerine dikkat edilmeden hazırlanan TCKnın 103üncü maddesinin Anayasanın 2inci maddesine aykırı olduğu değerlendirilmiştir. II ANAYASANIN 10UNCU MADDESİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME Anayasamızın 10uncu maddesinde, Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. hükmü bulunmaktadır. Bu hükme göre, devlet, eşitliğin sağlanması için gerekli önlemleri alacaktır. Çocuklar ve kadınlar bakımından bu eşitliğin sağlanması için atılacak adımların eşitlik ilkesine aykırılık olarak yorumlanamayacağına ilişkin hüküm, devletin eşitliğin sağlanması için pasif görevinin dışında aktif bir işlevinin de bulunduğu anlamına gelmektedir. Zaten ailenin korunmasına ilişkin haklar pozitif statü hakları olduğundan, devletin bu hakların tam olarak temini için gerekli adımları atmasını zorunlu kılmaktadır. Devletin pozitif statü haklarının temini için atacağı adımlar, elbette yalnızca ekonomik bir takım girişimlerden ibaret olmayacaktır. Bu haklara ilişkin uluslararası bir yasal çerçeve çizilmesi de bu çalışmaların olmazsa olmazıdır. İptale konu edilen yasa maddesi evlilik birliği içerisindeki kadının ve çocuğun haklarını ağır derecede zedelemektedir. Yasakoyucunun, farklı durumları göz önünde bulundurmayarak oluşturduğu yasa maddesi, eşitlik ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle söz konusu yasa maddesinin, Anayasanın 10uncu maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.Esas Sayısı : 2015/43 Karar Sayısı : 2015/101 4 III ANAYASANIN 41İNCİ MADDESİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME İptali istenilen TCKnın 103üncü maddesinin, dosyamızda yargılamaya konu olan olay özelinde değerlendirildiğinde, Anayasamızın 41inci maddesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Anayasanın söz konusu Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar. Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır. hükmünün, başka şekilde tevili imkanı bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Belki, TCKnın 103üncü maddesinin, dosyamıza yansıyan hali dışında herhangi bir aykırılığının bulunmadığı ileri sürülebilecek olsa da, yasakoyucunun her türlü ihtimali düşünerek adil ve hakkaniyetli kural vaz etme zorunluluğu nedeniyle, farklı durumlara uygulanması durumunda adil olmayan sonuçlar doğuracağı muhakkak olan yasa hükmünün iptali gerektiği kanaatine ulaşılmıştır. SONUÇ Yukarıda açıklanan gerekçeye dayanılarak; Mahkememizce 5237 sayılı TCK.nun 103. maddesinin 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2nci, 10uncu ve 41inci maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, Anayasanın 148. ve 152. maddeleri gereğince dosyanın içinde bulunan bütün evrakların onaylı suretleri çekildikten sonra ve Anayasaya aykırılık hususundaki gerekçeli kararımız ile birlikte dosyanın onaylı suretinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, bu nedenle Anayasanın 152/1. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesinin vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına oy çokluğuyla karar verilmiştir." | 1,610 |
Esas Sayısı : 2003/100 Karar Sayısı : 2004/33 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçelerinde, özetle, Orman Genel Müdürlüğü'nün verilerine göre ülkemizde 100 bin hektar kestane ve kızılağaç ormanı bulunduğu, kızılağaç, biyolojisi gereği, diğer orman ağaçlarıyla birlikte ya da dağınık kümeler biçiminde varlığını sürdürebildiğinden, sözü edilen bu 100 bin hektar orman alanının da buna koşut olarak dağınıklık gösterdiği; kestane ağacının birinci derece toprak kaymasına açık yörelerden olan Doğu Karadeniz bölgesinin asli ağaç türü olup, odunundan kereste olarak yararlanıldığı; kızılağaç ve kestane ağacı örtüsünün ölçüsüz bir şekilde kullanıma açılmasının olumsuz sonuçlarının kısa sürede ortaya çıktığı, böylece, bunların hızla yok olmasıyla daha da bozulan su ve toprak dengesi yüzünden toprak kaymaları ile kayıplarının yaygınlaşıp yoğunlaşacağı; Anayasa'nın 44. maddesiyle Devlet'e, toprağın erozyonla kaybedilmesini önlemek amacıyla gerekli önlemleri alma görevi verildiği, kaybedilen toprak örtüsünün yeniden oluşması için binlerce yılın geçmesi gerektiği, toprakla birlikte doğal besin maddelerinin de kaybolduğu, erozyonla sürüklenen toprakların barajları doldurarak onların ekonomik ömürlerini kısalttığı, bitki örtüsü ve toprağın olmadığı yüzeylerde sel ve çığ felaketlerinin arttığı, iklim değişikliği ve bozulan denge sonucunda doğal kaynaklar kaybedildiğinden toprağın aşındığı, bu nedenle, toprak kayıplarının artmasına yol açacak olan söz konusu düzenlemenin Anayasa'ya uygun düşmediği; Anayasa'nın 35. maddesinde de, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu, bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla ve yasayla sınırlanabileceği ve mülkiyet hakkının toplum yararına aykırı biçimde kullanılamayacağının belirtildiği; Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nun kabul ettiği 31.07.2003 tarih ve 4965 sayılı Orman Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'nun Cumhurbaşkanı'nca 1. ve 13. maddeleri Anayasa'ya aykırı bulunarak yayımlanması uygun görülmediğinden bir kez daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne geri gönderildiği, Cumhurbaşkanı'nın geri gönderdiği ancak TBMM Genel Kurulu'nun aynen kabul ettiği 4999 sayılı Kanun'un 6831 sayılı Orman Kanunu'nun 1. maddesinde yaptığı değişiklikle, kızılağaçlıklar ve aşılı kestaneliklerin 1. maddenin (G) fıkrasının kapsamından çıkartılarak (H) fıkrası kapsamına sokulduğu, böylece kızılağaçlıklar ve aşılı kestaneliklerin orman ağacı kapsamından çıkarılarak meyveli ağaç kapsamına alındığı, dolayısıyla, orman alanlarının büyük ölçüde daraltıldığı; 6831 sayılı Orman Kanunu'nun 116. maddesinde yapılan değişiklikle de, kızılağaçlıklar ve aşılı kestaneliklerin sahiplerinin kullanım koşullarının değiştirildiği ve köy muhtarlarınca düzenlenen belge ile kesim yapılmasının olanaklı hâle getirildiği, bu suretle, kızılağaçlıklar ve aşılı kestaneliklerin, üzerinde bulundukları arazi sahiplerinin kullanımına açılırken Anayasa'daki ormanların devletçe gözetilmesi ve denetlenmesi ilkesinden vazgeçildiği, bu arada 4999 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikten önce, orman sayılmayan özel mülkiyetteki tapulu arazide, ormanlarda doğal olarak yetişen ağaçlar, fıstık çamları ya da palamut meşelerinden birinin orman yönetiminden izin almadan kesilmesini suç sayan Orman Yasası'nın 116. maddesinin (B) bendinin Anayasa'nın 35. maddesindeki mülkiyet hakkı ile bağdaşmadığı ileri sürülerek itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'nde dava açıldığı, bu başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi'nin 13.4.1999 günlü, E.1997/75, K.1999/10 sayılı kararında, itiraz konusu kuralın mülkiyet hakkını sınırladığının kuşkusuz olduğu, orman sayılmayan sahipli yerlerdeki fıstık çamları üzerindeki mülkiyet hakkına getirilen sınırlamanın konusunun bu ağaçları kesmeden önce yerel orman idaresine haber vermek ve bir tutanakla belgelendirmek olduğu, kamu yararı amacıyla getirilen bu sınırlama hakkın kullanılmasını ortadan kaldıran veya önemli ölçüde zorlaştıran bir nitelik taşımadığından demokratik toplum düzeninin gereklerine de aykırılık oluşturmadığının belirtildiği; öte yandan, Anayasa'nın "Ormanların korunması ve geliştirilmesi" başlıklı 169. maddesinin birinci fıkrasında, ormanların korunmasıEsas Sayısı : 2003/100 Karar Sayısı : 2004/33 2 ve alanlarının genişletilmesi için gerekli yasaları çıkarıp önlemler almak ve yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirmek ve onları gözetmek görevinin Devlet'e verildiği, dördüncü fıkrasında da, orman olarak korunmasında bilim ve fen bakımından yarar görülmeyen, tersine, tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu saptanan yerler ile 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen yönünden orman niteliğini tam olarak yitiren tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında ya da hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu saptanan arazilerin şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamayacağının kurala bağlandığı, bu nedenlerle, dava konusu kuralların Anayasa'nın 2., 35., 44. ve 169. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri ve yürürlüklerinin durdurulması gerektiği ileri sürülmektedir." | 618 |
Esas Sayısı: 1988 / 15 Karar Sayısı: 1989/9 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin 27.4.1988 günlü iptal isteminin gerekçesi aynen şöyledir: "Çağdaş hukuk düzeninde suç faili olabilmek için iki temel şartın bulunması gerekli bulunmaktadır. Bunlardan birincisi insan olmak, ikincisi hayatta bulunmaktır. İnsan olmak şartından anlaşılacağı veçhile insandan ' sayılmayan eşya veya canlılar, suç faili olamazlar. Ayrıca önemli bir husus da isnat kabiliyetiyle kusurluluğu etkileyen hallerin sadece gerçek kişiler hakkında geçerli olabileceğidir. 1982 tarihli Anayasamızın 38/6 fıkrasında da kabul edilen esasa göre "CEZA SORUMLULUĞU ŞAHSİDİR". Hukuk mevzuatımızda ve özellikle Ceza Kanunumuzda tüzelkişilerin suç faili olabilecekleri kabul edilmiş değildir. Ceza Kanunumuzun sistemine göre, suç faili olarak çeşitli maddelerde sözü geçen "her kim", "kimse" gibi deyimler, daima gerçek kişileri ifade etmiştir. Tüm bu nedenlerle 3167 sayılı Çek Hâmillerini Koruma Kanunu'nun 15. maddesinin hüküm itibariyle Anayasamızın 38/6 fıkrasının "CEZA SORUMLULUĞU ŞAHSİDİR" âmir hükmüne aykırı olduğuna Mahkememizce kanaat edilmiştir. Bu nedenle mezkûr Yasanın belirtilen maddesinin iptali cihetiyle Anayasa Mahkemesi Başkanlığına sunulmak üzere iddianame suretiyle ekli olarak Cumhuriyet Savcılığına gönderilmesine, CM.U.K.nun 253. maddesi uyarınca muvakkaten davanın durdurulmasına, Anayasa Mahkemesinden cevap geldiğinde dosyanın günsüz ele alınmasına, cevap gelmemesi halinde 6 ayın hitamında mahkemece dosyanın resen ele alınmasına karar verildi"." | 195 |
Esas Sayısı : 2008/73 Karar Sayısı : 2009/120 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Anayasanın çalışma hürriyeti ve kişilerin öğrenim ve mesleklerini seçme hakları ve temel insan hakları çerçevesinde, kişilerin tercih ederek mezun oldukları Yüksek öğretim kurumunun, salt mezun olunması nedeniyle sağladığı, 'serbest meslek statüsünün' (avukat, doktor, diş hekimi, veteriner, eczacı, mühendis, kimyager vb) engellenmesi mümkün değildir. İlgililer mezun oldukları okulun kendileri için sağladığı mesleki unvan nedeniyle serbest veya kamuda çalışmak isteyebilirler. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışmak isteyenlerin, ilgili kurum mevzuatı ile belirlenen objektif ölçütler ve mevzuatla getirilen koşulları taşımaları, özel ve serbest olarak mesleklerini icra etmek isteyenlerin ise, meslek odalarınca belirlenen (staj vb) koşulları yerine getirmeleri esas olup bu esasları yerine getirerek meslek unvanını ve bu unvanın sağladığı hakları elde edenlerin, serbest olarak mesleklerini istedikleri yerde icra edebilmeleri Anayasal bir haktır. Dava, Avukat olan davacının, Denizli Barosundan Ankara Barosuna nakil talebinin reddine ilişkin Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunun 10.6.2006 tarihli ve E:2006/425, K:2006/1773 sayılı işleminin iptali ve 1136 sayılı Yasanın 69/1. maddesinin Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır. Anayasanın 5. maddesinde; '... kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak' devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır Anayasanın 11. maddesinde; 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' hükmüne, 13. maddesinde, 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.' hükmü ve 23. maddesinde 'Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak; Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek; Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir...' hükmüne, 48. maddesinde; 'Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.' hükmüne, 49. maddesinde ise; 'Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir.Esas Sayısı : 2008/73 Karar Sayısı : 2009/120 2 Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.' hükmüne yer verilmiştir. 1136 sayıl Avukatlık Kanunun 69/1. maddesinde; 'Nakil isteği ile başvurulan baronun yönetim kurulu, istekte bulunan avukat hakkında gerekli gördüğü her türlü inceleme ve işlemleri yapar ve özellikle avukatın disiplin kovuşturması altında olup olmadığını, ödenecek borcu bulunup bulunmadığını levhasına yazılı olduğu barodan sorar. Disiplin kovuşturmasının sonuçlanmasından veya avukatın baroya borçlarını ödemesinden evvel hiçbir işlem yapılamaz.' hükmü yer almaktadır. Yukarıda açık hükmüne yer verilen yasal düzenleme incelendiğinde, serbest avukat olarak çalışanların, bir barodan başka bir baroya nakil talebinde bulunması halinde, başvurularının, haklarında varsa disiplin kovuşturmasının sonuçlanmasından veya avukatın baroya borçlarını ödemesinden evvel hiçbir işlem yapılamayacağı yolundaki yasal düzenlemenin, avukatların ülkenin her yerinde iş alabilecekleri, her bir baronun üyeleri üzerinde aynı yetkilere sahip olduğu göz önüne alındığında, anılan Kanun maddesinin '... Disiplin kovuşturmasının sonuçlanmasından veya avukatın baroya borçlarını ödemesinden evvel hiçbir işlem yapılamaz...' yolundaki hükmü, Anayasanın 5, 11, 13, 23, 48 ve 49. maddelerine aykırıdır. Zira, maddenin anılan hükmü ile serbest avukatlık yapanlara, çalışma yerini istediği zaman değiştirmesine engel getirilmek suretiyle Anayasanın çalışma hürriyetine ilişkin tanıdığı haklar ile 13. maddesi ihlal edilmiş olmaktadır. Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak, Yasa ile sınırlanabilir. Anayasanın temel insan hak ve hürriyetlerinden olan çalışma hürriyetinin, Yasa ile sınırlanması sırasında da, kamusal gereklilikler ile temel insan hak ve özgürlükleri yönünden 'ölçülülük' ilkesi gözetilerek düzenleme, yapılması esastır. Yasa ile barolar arası nakillere kısıtlama getirilmesi kamusal gereklilik içinde değerlendirilse dahi, 'Disiplin kovuşturmasının sonuçlanmasından veya avukatın baroya borçlarını ödemesinden evvel hiçbir işlem yapılamaz' yolundaki düzenleme amaca ulaşmak için ölçülülük ilkesinin de ihlalini oluşturmaktadır. Anayasa Yargısı Kararlarında da, değinildiği üzere, temel hak ve özgürlüklere yönelik sınırlamalarda, orantılılık ilkesi açısından, aracın kullanılması amaca ulaşmak için elverişli olmalıdır. Ayrıca, aracın kullanılması, amaca ulaşmak için zorunlu olmalıdır. Yani yasa ile temel hak ve özgürlüklere yapılan müdahale ile yaratılan durum dışında, amaca ulaşmak için başka bir yol bulunmaması gerekir. Olayda ise, nakil talepleri hakkında hiç bir işlem yapılamaması biçimindeki uygulama, serbest meslek yoluyla avukatlık hizmeti sunumunda son ve zorunlu, tek seçenek olarak kalan bir uygulama olmayıp, Türkiye Barolar Birliği tarafından tercih edilerek, avukatların temel hak ve özgürlüklerini ihlal eden bir uygulamadır.'" | 753 |
Esas Sayısı : 2016/24 Karar Sayısı : 2016/22 1 İPTAL NEDENLERİ: Davalı vekili davalının SSKya yaşlılık aylığı tahsis talebinde bulunduğu sırada 14/01/2012 tarihinde beyan ve taahhüt belgesi imzalarken TC. Emekli Sandığından 15 522 24 tahsis numarası ile aylık aldığını açıkça bildiğini, davalının kurumu yanıltma gibi bir kastı yada kusurlu davranışı olmadığını, ayrıca herhangi bir hataya mahal vermemek adına bu durumu ihbar ettiğini, ihbar etmesine rağmen kendisine yaşlılık aylığı bağlandığını, Bunun Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 16.04.2013 günlü 2012/14542 E. ve 2013/8101 K. Sayılı bozma ilamına konu yaptığı, 5510 sayılı yasanın yersiz ödemelerin geri alınmasını düzenleyen 96. maddesinin (b) bendi 2709 sayılı T.C. Anayasasının 2. maddesine açıkça aykırı olduğunu, dava dosyasına konu çekişmede davalının, 01.06.1970 tarihinden itibaren T.C. Emekli Sandığına bağlı 15 522 24 tahsis dosyası ile muhtaçlık aylığı almakta iken 506 sayılı Yasa kapsamında çalışarak, yasanın öngördüğü prim ödeme gün sayısı ve hizmet süresi yönünden yaşlılık aylığı almaya hak kazandığından, 14.01.2002 tarihinde SSK beyan ve taahhüt belgesinde bu hususu açıkça beyan ettiğine ilişkin bir uyuşmazlık olmadığını, davalının bu açık beyanına rağmen 14.01.2002 tarihinden 01.09.2006 tarihine kadar hem T.C. Emekli Sandığından hem de SSK Başkanlığından aylıklar aldığı konusunda da bir uyuşmazlık bulunmadığını, ancak davalının açık beyanına rağmen ödenen aylıkların Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin bozma ilamına göre 5510 sayılı Yasanın 96. maddesinin sebepsiz zenginleşmenin özel bir hali olduğu görüşüyle, bu ödemelerin 818 sayılı Borçlar Kanunu hükümlerine göre geri istenemeyeceği konusunda uyuşmazlık bulunduğunu, yersiz ödemelerin geri alınmasını düzenleyen 96. maddenin (b) bendinin yer aldığı 5510 sayılı Yasa, dava konusu olayın vukuundan çok sonra 01.10.2008 tarihli yürürlüğe girdiğini, bu tarihte yürürlüğe giren yasanın 96. maddesinin (b) bendinin uygulaması olarak, devletine ve devletinin işlemlerine güvenen davalının açık beyanına rağmen 4 yıl boyunca aylık ödenmeye devam ettikten sonra, Kurumun hatasından kaynaklanan yersiz ödemelerin 5 yıl geriye doğru, sigortalıya tebliğ tarihinden itibaren 24 ay faizsiz, sonrasında yasal faizi ile talep edilebilmesi aynı zamanda kazanılmış haklara saygı ilkesine de açıkça aykırı olduğu da şüphesizdir. beyanında bulunmuş olup belirtilen gerekçeler mahkememizce ciddi bulunarak sözkonusu talebin değerlendirilmesi için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerekmiştir. İtirazın Konusu 5510 sayılı Yasanın 96. Md. (b) bendi hatalı işlemin tespit tarihinden itibaren geriye doğru düzenlemesinin 5510 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği tarihten önceki döneme ilişkin ihtilaflarda uygulama alanı sağladığı bu nedenle anayasanın 2. Md. kanunların geriye yürümezlik ilkesine aykırılık iddiası yönünde değerlendirmesi için iptal istemidir. SONUÇ VE İSTEM : Anayasaya aykırılık iddiası ciddi görülmekle 5510 sayılı Yasanın 96/b bendinin Anayasanın kanunlarının geriye yürümezliği ilkesinin Anayasaya aykırılığı iddiasının değerlendirilmesi arz ve talep olunur. | 404 |
Esas Sayısı : 2008/24 Karar Sayısı : 2010/115 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'PTT Genel Müdürlüğü bünyesinde, 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilmekte iken 17.03.2005 tarihinde emekli olan davacının emekli olmadan önce 6 gün kesintisiz işe gelmediğinin belirlendiğinden bahisle 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 45.maddesinin (a) bendi uyarınca 07.02.2005 tarihi itibariyle sözleşmesi feshi yoluna gidildiği, buna karşın davacı açısından sabit görünen 'İzinsiz veya kabul edilebilir bir mazereti olmaksızın kesintisiz 5 gün veya bir sözleşme dönemi içinde kesintili 10 gün göreve gelmemek' fiilinin 657 sayılı Yasadaki karşılığının, 125. maddesinin (D) bendinin (b) alt bendine göre 'kademe ilerlemesinin durdurulması cezası' olduğu, buna göre davalı idare bünyesinde davacı ile aynı işi yapmasına karşın 657 sayılı Yasa kapsamında istihdam edilen bir personelin aynı fiili işlemesi durumunda muhatap olacağı cezanın 'Kademe ilerlemesinin durdurulması cezası' olacağı, bunun ise Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önündeeşittir' Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerindekanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmüne 60. maddesinde yer alan 'Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar' şeklindeki hükümlere aykırı olacağı düşünülmektedir. Her ne kadar davacının 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname Kapsamında sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilmesi nedeniyle 657 sayılı Yasa kapsamında istihdam edilen diğer kamu görevlileriyle aynı konum ve statüde olmadığı, farklı statüde olan kamu görevlilerine farklı hükümler uygulanmasın doğal olduğu, dolayısıyla ortada eşitlik ilkesine aykırı bir durum bulunmadığı düşünülebilir ise de aynı kurumda görevli ve aynı işi yapan iki kamu görevlisinden 657 sayılı yasa kapsamında istihdam edilenin 6 gün kesintisiz ve mazeretsiz işe gelmemiş olması ile 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilenin 6 gün kesintisiz ve mazeretsiz işe gelmemiş olmasının kurumun disiplin ve düzenini bozma açısından farklı etkiler doğuracağının kabulüne olanak bulunmamaktadır. Elbette istihdam şekillerinin farklı olmasından dolayı özlük hakları vb. ekonomik konularda farklı hükümlere tabi tutulacaklardır. Ancak disiplin hükümleri bakımından farklı hükümlere tabi tutulmalarının iptali istenilen hüküm dışında bir dayanağı bulunmamaktadır. Bu uygulamanın kabulü halinde Anayasanın 10. maddesinde yer alan; 'Devlet organlarının ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları' yönündeki anayasal hükme aykırı hareket edilmiş olacaktır ki bunun da demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nde kabulü mümkün değildir. Uyuşmazlık konusu olayda olduğu gibi, bu iki grup kamu görevlisine farklı disiplin hükümlerinin uygulanması durumunda bunun 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında olan açısından tek sonucunun 'disiplin cezası ile cezalandırılmış olması' olmadığı, sözleşmenin feshi cezasının sonucu olarak sosyal güvenlik hakkının bir parçası olan kıdem tazminatı vb. sosyal haklardan da mahrumiyeti sonucunun doğacağı, oysa aynı disiplinsizlik eylemini ika eden 657 sayılı Yasa kapsamındaki personelin muhatap olacağı yaptırımın 'kademe ilerlemesinin durdurulması cezası' olduğu, bu cezanın ise davacınınkinden farklıEsas Sayısı : 2008/24 Karar Sayısı : 2010/115 2 olarak sosyal güvenlik hakkına bir etkisi bulunmadığı gibi, kurumla ilişiğinin kesilmesini dahi gerektirmeyen bir ceza olduğu açıktır. Bütün bunlar bir arada değerlendirildiğinde; 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 45.maddesinin (a) bendinde yer alan ve sözleşmenin feshi cezasını gerektiren haller arasında sayılan 'İzinsiz veya kabul edilebilir bir mazereti olmaksızın kesintisiz 5 gün veya bir sözleşme dönemi içinde kesintili 10 gün göreve gelmemek' şeklindeki ibarenin, Anayasa'nın 10 maddesinde yer alan 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir' Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmüne ve 60 maddesine yer alan 'Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar', şeklindeki hükümlerine aykırı olduğundan iptali için Anayasanın 152.maddesi gereğince itirazen ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, tarafların 'anayasaya aykırılık sorunuyla' ilgili olarak iddia ve savunmaları da alındığından dosyadaki belgelerin onaylanmış örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın bekletilmesine, 18.01.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'" | 644 |
Esas Sayısı : 2004/52 Karar Sayısı : 2004/94 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "30.3.2000 tarih ve 24005 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 28.3.2000 tarih ve 4552 sayılı "Dernekler Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 1. maddesiyle 2908 sayılı Dernekler Kanunu'nun 71. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları değiştirilerek; "Türkiye Kızılay Derneği kuruluş amacına ve uluslararası anlaşmalarla tayin edilen nitelik ve durumuna göre; Türk Hava Kurumu ise kuruluş amacına göre düzenlenen tüzüklerine ve kanunların verdiği görev ve yetkilere uygun olarak teşkilatlanır ve yönetilir. Bakanlar Kurulu, Türkiye Kızılay Derneği ve Türk Hava Kurumunun; 1 Genel kurullarının kararı üzerine tüzüklerini onaylamaya, 2 Denetleme yetkileri bulunan mercilerin raporları üzerine, a) Organlarının görevlerine son vermeye ve bunların görevlerini yerine getirmek üzere geçici kurullar oluşturmaya, b) Tüzüklerini değiştirmeye, yürürlükten kaldırmaya ve yeniden düzenlemeye, Yetkilidir." hükümleri getirilmiştir. Dayanılan Anayasa Kuralları: "MADDE 2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir." "MADDE 13. Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." "MADDE 33. Herkes, önceden izin almaksızın dernek kurma ve bunlara üye olma ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahiptir. Hiç kimse bir derneğe üye olmaya ve dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Dernek kurma hürriyeti ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâk ile başkalarının hürriyetlerinin korunması sebepleriyle ve kanunla sınırlanabilir. Dernek kurma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.Esas Sayısı : 2004/52 Karar Sayısı : 2004/94 2 Dernekler, kanunun öngördüğü hallerde hâkim kararıyla kapatılabilir veya faaliyetten alıkonulabilir. Ancak, millî güvenliğin, kamu düzeninin, suç işlenmesini veya suçun devamını önlemenin yahut yakalamanın gerektirdiği hallerde gecikmede sakınca varsa, kanunla bir merci, derneği faaliyetten men ile yetkilendirilebilir. Bu merciin kararı, yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, bu idarî karar kendiliğinden yürürlükten kalkar." Uyuşmazlık konusu olay: Dava dosyasındaki bilgi ve belgelerin incelenmesinden Mülkiye Başmüfettişi tarafından hazırlanan araştırma raporunda, Kızılay Genel Başkanı, Yönetim Kurulu üyeleri ve personeli tarafından yapılan işlemlerle ilgili sorumluluklar tespit edildiği, sözkonusu tespitlerden Türkiye Kızılay Derneğinin iyi yönetilmediği sonucuna varıldığı ve bu nedenle 2908 sayılı Dernekler Kanununun değişik 71/2. maddesine göre Türkiye Kızılay Derneğinin, Genel Merkez Kurulu, Genel Merkez Yönetim Kurulu, Genel Merkez Denetçiler Kurulunun görevlerine son verilmesi ve bunların yerlerine geçici kurullar oluşturulmasına karar verilmesinin 22.7.2003 tarih ve 133745 sayılı İçişleri Bakanlığı yazısı ile istenmesi üzerine 13.10.2003 tarih ve 2003/6256 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Kızılay Derneği Genel Merkez Kurulu, Genel Merkez Yönetim Kurulu ve Genel Merkez Denetçiler Kurulu üyelerinin görevlerine son verilmesi ve organların görevlerini yerine getirmek üzere ekli listelerde belirtilen geçici kurulların oluşturulmasına karar verildiği anlaşılmıştır. Anayasaya aykırılığın irdelenmesi: Türkiye Kızılay Derneği, 2908 sayılı Dernekler Kanunu hükümlerine tabi kamu yararına çalışan bir özel hukuk tüzel kişisidir. Anayasada, kamu yararına çalışan dernekler ile diğer dernekler için farklı düzenlemeler yapılmamıştır. Türkiye Kızılay Derneği de, kanunla düzenlenmiş olan özel durumlar dışında 2908 sayılı Dernekler Kanununun genel hükümlerine tabidir. Derneklerin nasıl kurulacağı, dernek kurma hürriyetinin hangi sebeplerle ve ne şekilde sınırlanabileceği Anayasanın 33. maddesinde hükme bağlanmış olup, derneklerin, Kanunun öngördüğü hallerde hakim kararıyla kapatılabileceği veya faaliyetten alıkonulabileceği,ancak, milli güvenliğin, kamu düzeninin, suç işlenmesini veya suçun devamını önlemenin yahut yakalamanın gerektirdiği hallerde gecikmede sakınca varsa, kanunla, bir merciin, derneği faaliyetten men ile yetkilendirilebileceği, bu merciin kararının yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulacağı, hakimin kararını kırksekiz saat içinde açıklamaması halinde bu idari kararın kendiliğinden yürürlükten kalkacağı öngörülmüştür. Türk Medeni Kanunu ve Dernekler Kanunu uyarınca; en az yedi gerçek kişinin kazanç paylaşma dışında belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelmesi ve tüzüğünü yetkili makama vermesiyle tüzel kişilik kazanan ve organları oluşturulan derneğin; yetkili organlarının bir kararı olmadan; 2908 sayılı Yasanın 4552 sayılı Kanunla değişik 71. maddesinin 2. fıkrasının 2. bendi ile Bakanlar Kuruluna, denetlemeye yetkili mercilerin raporları üzerine; organlarının görevlerine son vermeye ve bunların görevlerini yerine getirmek üzere geçici kurullar oluşturmaya yetki verilmesinde Anayasanın 33. maddesinde öngörülen dernek kurma hürriyetini ortadan kaldırması nedeniyle Anayasanın anılan maddesine ve 13. maddesine aykırılık bulunduğu sonucuna varılmıştır.Esas Sayısı : 2004/52 Karar Sayısı : 2004/94 3 Derneklerin kurucu unsurları olan organlarının görevlerine Bakanlar Kurulunca son verilmesi; dernek kurma hürriyetini ortadan kaldırıcı nitelik taşıması nedeniyle demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle 4552 sayılı Yasanın 1. maddesiyle değiştirilen 6.10.1983 günlü, 2908 sayılı Dernekler Kanunu'nun 71. maddesinin 2. fıkrasının (2) sayılı bendinin, Anayasanın 2., 13. ve 33. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından anılan Yasa hükmünün yürürlüğün durdurulması istemli olarak iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın bekletilmesine 28.5.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi."" | 781 |
Esas Sayısı:1977/131 Karar Sayısı:1978/42 1 "... I. İPTAL DAVASININ GEREKÇESİ : 14/11/1977 günlü dava dilekçesinde iptal nedenleri şöyle açıklanmaktadır : "İPTAL KONUSU : T. C. Resmî Gazetesinin 17 Ağustos 1977 tarih ve 16030 sayısında yayınlanmış bulunan 8/8/1977 tarih ve 2095 numaralı "İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kadro Kanunu" nun 2 nci maddesinin son tümcesinin ve 3 üncü maddesinin ikinci tümcesinin iptaline karar verilmesi isteminden ibarettir. BİÇİM YÖNÜNDEN : l Her ne kadar 2095 sayılı Yasanın 2. ve 3. maddelerinin iptali istemiyle 14/11/1977 günlü dilekçemizle Yüksek Mahkemenizin 1977/131 esasında kayıtlı dava açılmış ise de Başkanlığınızın 2/1/1978 günü alınan 26/12/1977 günlü yazısı ve 22/12/1977 günlü kararı doğrultusunda, 60 gün içerisinde eksiklikleri tamamlayan işbu dilekçemiz takdim edilmekle süre yönünden davaya bakılabilir. 2 a) Davanın açılmasına yetki veren A. Ü. Senatosunun l/11/ 1977 günlü ve 153/3133 sayılı kararının bir suretiyle, Senatoyu oluşturanların listesi dava dilekçemize ekli olarak takdim edilmişti. b) Yasal bir zorunluk olmamakla beraber, Yüksek Mahkemenizin kararı ve Başkanlığınızın yazısı doğrultusunda, eksikliklerin tamamlanması hususunda Üniversite Senatosundan oybirliği ile alınan 14/2/1978 tarih ve 165/3402 sayılı kararın bir sureti ile Senatoyu oluşturanların imza cetveli ilişikte sunulmuş olup, bu kararda da 44 sayılı yasanın 25. maddesinin 3. fıkrasındaki üye tam sayısının salt çoğunluğu fazlasıyle vardır. (Ek : l karar sureti, l liste fotokopisi) AÇIKLAMA : Yüksek Mahkemenizin 22/12/1977 günlü kararı ve Başkanlığınızın 2/1/1978 günü alınan 26/12/1977 günlü yazısı ve Ankara Üniversitesi Senatosunun 14/2/1978 gün ve 165/3402 sayılı kararı doğrultusunda 14/11/1977 günlü dilekçemizdeki eksikliklerimizi arz ve takdim ediyoruz : 8/8/1977 tarihinde kabul edilerek 17/8/1977 gün ve 16030 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmış bulunan 2095 sayılı "İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kadro Kanunu" nun 2 nci maddesinin son ve 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesindeki "Senato", "Fakülte" ve "Fakülteler" sözlerinin içerdikleri anlamlar, kurdukları hukukî bağlantılar ve güttükleri amaçlar, T.C. Anayasasının 120 nci 126 ncı, 12 nci ve 4 üncü maddelerine esas yönünden aykırı bulunmaktadır. I İlgili Yasa Hükümleri : 1 17/8/1977 günlü, 16030 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yayım tarihinde yürürlüğe giren 8/8/1977 günlü ve 2095 sayılı "İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kadro Kanunu" nun 2 nci ve 3 üncü maddelerinde aşağıdaki hükümler yer almıştır: Madde 2 İktisadî ve Ticarî İlimler Akademilerinin Öğretim Üye ve Yardımcılarının Kadroları bu kanuna bağlı (I) sayılı cetvelde gösterilmiştir. Ancak bunlardan, bağlı (2) sayılıEsas Sayısı:1977/131 Karar Sayısı:1978/42 2 cetvelde gösterilenler bu kanunun yürürlüğe girdiği malî yılda kullanılamaz. Bu kadrolar Akademi Sanotsunun teklifi üzerine Maliye Bakanlığınca serbest bırakılır. Madde 3 Profesörler Kurulu (I) sayılı cetveldeki kadroları ihtiyaca göre bölüm, kürsü, yüksek okul ve enstitülere tahsis edebilir. Akademilerarası Kurul Kararı ile 1750 sayılı Kanunun 44 üncü maddesi hükmüne uygun olarak 1438 sayılı Kanunun 5 nci maddesi gereğince Fakülte haline getirilen bölümlerin kadroları o Fakültelere aktarılır. Öğretim birimlerine tahsis edilen kadrolarda boş bulunmadıkça o öğretim birimine atama yapılmaz. 2 2095 sayılı İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kadro Kanununun 3 üncü maddenin 2 nci tümcesiyle atıfta bulunduğu 1750 sayılı Kanunun 4 üncü ve 1438 sayılı Kanunun 2 nci ve 5 nci maddeleri ve 7334 sayılı Kanunun değişiklikten önceki maddesinin (a) fıkrası hükümleri şöyledir ; 1) 20/6/1973 günlü, 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu : Madde 44 Biri Profesör olmak üzere en az yedi öğretim üyesi, en az iki yıl için görevlendirilmiş bulunmadıkça bir fakültenin kuruluşu tamamlanmış sayılmaz ve o fakülte faaliyete geçemez. İki fakülte faaliyete geçmedikçe bir üniversite kuruluşunu tamamlamış olmaz. 2) 8/7/1971 günlü, 1438 sayılı 24/2/1970 tarih ve 1235 sayılı, 8/6/1959 tarih ve 7334 sayılı Kanunlarda değişiklik yapılması hakkında kanun, Madde 2. 7334 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin (a) fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. Madde 5 a) Akademide bölüm/kürsü, enstitü kurmak ve Akademiye bağlı yüksek dereceli öğretim, eğitim ve araştırma kurumları açmak, bu kurumları birleştirmek, kaldırmak veya mevcut kurumları Akademiye bağlamak vesair her türlü Akademik çalışmalarla ilgili hususlar hakkında karar vermek. 3) 8/6/1959 günlü, 7334 sayılı iktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kanunu, Madde 5. a) Akademide, kürsü ve enstitülerin kurulması, kaldırılması veya birleştirilmesi vesair her türlü Akademik çalışmalarla ilgili hususlar hakkında karar vermek. 8/8/1977 günlü 2095 sayılı İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kadro Kanununun metinleri yukarıda açıklanmış olan 2 nci ve 3 üncü maddelerindeki "Senato", "Fakülte" ve "Fakülteler" sözlerinin içerdikleri anlamlar, kurduktan hukukî bağlantılar ve güttükleri amaçlar, T. C. Anayasasının 120 nci, 126 ncı, 12 nci ve 4 üncü maddelerine esas yönünden aykırıdır. Gerekçesi aşağıda ayrıntılı biçimde sunulmuş olan bu Anayasal aykırılıklar, Ankara Üniversitesi'nin kendi varlık ve görevi ile ilgili bulunduğundan, Anayasa'nın değişik 149 uncu ve 150 nci, 22/4/1962 günlü, 44 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 21. ve 22. maddelerine dayanarak 2095 sayılı İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kadro Kanununun 2 nci maddesinin son ve 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesinin iptalini istememiz gerekmiştir. II. İPTAL SEBEPLERİ : l İktisadî ve Ticarî İlimler Akademilerinin birer Üniversite olduklarını belirten ve bu eğitim, öğretim ve araştırma kurumlarının organları arasında Üniversiteler gibi bir "Senato"Esas Sayısı:1977/131 Karar Sayısı:1978/42 3 sunun ve yine Üniversitelerdeki gibi "Fakülte" lerinin bulunduğunu gösteren ve onları" bu adlar altında organlar ve kuruluşlar kurmaya yetkili kılan ne kendi kuruluş ve örgütleniş yasalarında ne de bir başka yasada herhangi bir hüküm mevcut değildir. Nitekim, 7334 sayılı iktisadî ve Ticarî ilimler Akademileri Kanunu, bu kurumların öğretim ve yönetim işlerinin hangi organlar ve idarî birimler eliyle yürütüleceğinin 3 üncü maddesinde tahdidi biçimde açıklanmıştır. 7334 sayılı iktisadî ve Ticarî ilimler Akademileri Kanununun sözü edilen maddesi şöyledir : Madde 3 İktisadî ve Ticarî ilimler Akademilerinin Öğretim ve idare işleri : a) Profesörler Meclisi b) İdare Heyeti c) Akademi Reisi d) Akademilerarası Heyeti tarafından görülür. Bu kuruluş ve işleyiş maddesinin hükmünden de açıkça anlaşılıyor ki, iktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri'nin tahdidi yasal kuruluşlar arasında, 2095 sayılı Kadro Kanununun 2 nci maddesinin son tümcesinde sözünü ettiği gibi bir "Akademi Senatosu" bulunmamaktadır. Tersine, "Senato" ya bir üniversite organı olarak 1750 sayılı Üniversiteler Kanununun 11 inci maddesinde yer verilmiştir. 2095 sayılı Kanunun 2 nci maddesi son tümcesi hükmiyle hukukî yapıları, işlemleri, organları başka başka durumlarda olan ve başka başka yasal adlar taşıyan kuruluşlara bu özellikleri dolayısıyle ayrı ayrı kurallar uygulanacağı yerde benzer kurallar uygulanmış ve onun için de Anayasa'nın 12 nci maddesine aykırı düşen eşitsiz bir durum ortaya çıkmıştır. Oysa, yasa koyucunun 2095 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin son tümcesindeki "Sanato" ve 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesinde de "Fakülte" ve "Fakülteler" deyimlerini kapsamışını haklı gösterecek hukukî ve yasal bir neden de bulunmamaktadır. Bundan başka 2095 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesinde atıfta bulunduğu 1750 sayılı Kanunun 44 üncü maddesi hükmü Akademilerle değil, yeni üniversite ve Fakültelerin faaliyete geçmesi ile ilgilidir. Bunun gibi, yine 2095 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesinde dayandığı 1438 sayılı Kanunun 5 inci maddesinde "Fakülte" ya da "Fakülteler" den değil, "Akademiye bağlı yüksek dereceli öğretim, eğitim ve araştırma kurumları" nın açılmasından söz edilmektedir. Bu öğretim ve eğitim kurumlarından hiçbiri, Anayasa'nın ve Üniversiteler Kanununun içerdikleri, amaçladıkları anlamda "Fakülte" sayılamıyacağı halde, 2095 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesiyle Akademi bölümlerini 1438 sayılı Kanunun 5 inci maddesiyle "Fakülte" haline getirilmiş sayarak bu bölümlere kadrolar tahsis etmektedir. Başka söyleyişle, 2095 sayılı kadro kanunu, 1438 sayılı Kanunun 5 inci maddesinde varolmayan bir kuruluşu (Fakülteyi) Akademilerin hizmet birimleri içine sokarak Akademilere kendilerine bağlı olarak Fakülteler kurdurmak istemektedir. Ne var ki 2095 sayılı kanun, adından ve düzenlediği konudan da (amacım belirleyecek biçimde) anlaşılacağı gibi, bir kadro yasasıdır. Kadro yasaları incelendiğinde bunların amaçlarının Tahsisten ibaret oldukları görülür. Başka deyişle, kadro yasalarının, idarenin mali hacmini belirlemekten ve idareye personeli, görevlileri için tahsisat bağlamaktan öte bir amaçlan yoktur. Bu bakımdan, kadro kanunlarının kadro ile ilgili hükümlerle yetinmesi ve bunlar dışında hiçbir hüküm getirmemesi gerekir. Oysa, Akademilere kendilerine bağlı "Fakülteler" kurma yetkisi veren 2095 sayılı kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesi görünüşte kadro tahsis etmekte, gerçekte ise kadro tahsisi ile hiç bir ilgisi olmayan kurucu bir yetkiyi düzenlemektedir. Onun için de 2095 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesi bu haliyle Anayasanın 126 nci maddesinin özüne ve ereğine aykırı düşmekte ve iptali gerekmektedir .Esas Sayısı:1977/131 Karar Sayısı:1978/42 4 2 Üniversiteler, Fakülteleri ile bir bütündür. Üniversiteler ile Fakülteler arasında sıkı bir organik bağlantı vardır. Fakülteleri, Üniversiteler kurar. Tek başına bir fakülte, bir başka fakülte kuramaz. Anayasa koyucu, Anayasa'nın 120 nci maddesinde "Üniversitelerle onlara bağlı fakülte" sözlerini kullanmakla Üniversite ile Fakülte arasındaki bu hukukî bağlantıyı göstermiş ve dolayısiyle Üniversitenin en başta Fakültelerden oluştuğunu belirlemiştir. Öte yandan, Anayasa 120 nci maddesiyle "Üniversitelerin, ancak Devlet eliyle ve Kanunla" kurulacağını hükme bağladığı ve Üniversitelere bu yoldan hukukî güvenceler sağladığı halde, 2095 sayılı Kadro Kanunu 3. maddesinin 2 nci tümcesiyle Devletin merkez yönetim örgütlerinden, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Akademilere "kadro tahsisi" amacını aşarak Fakülteler kurdurmakta ve böylece Devlete Anayasanın Üniversitelere ve Fakültelere bağladığı hukukî güvence ve korumayı ortadan kaldırma imkânını tanımaktadır. Ayrıca 2095 sayılı kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesi ile Akademilere, yani kendine, (Devlete) bağlı kuruluşlara Fakülte kurdurmakla bir organa, kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanma fırsatını vermekte ve bu yönüyle hem Anayasa'nın 120 nci maddesine hem de 4 üncü maddesine aykırı düşen bir kural koymuş olmaktadır. Onun için Anayasa üstünlüğünün "yap" ya da "yapma" biçiminde, ilgili organlar karşısında iki türlü ortaya çıkan pozitif ve negatif üstünlük ve bağlayıcılığının kesin ve temel ilkesi olan Anayasa'nın 8 inci maddesi hükmü karşısında, 8/8/1977 günlü, 2095 sayılı İktisadî ve Ticarî ilimler Akademileri Kadro Kanununun 2 nci maddesinin son ve 3 üncü maddesinin 2 nci tümcesi Anayasaya aykırı olup, bunların iptalleri gerekmektedir. SONUÇ : Yukarıdaki ve Yüksek Mahkemece takdir olunacak başka sebeplerden ötürü : 17/8/1977 gün ve 16030 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 8/8/1977 gün ve 2095 sayılı "İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri Kadro Kanunu" nun 2. maddesinin son tümcesinin ve 3. maddesinin 2 nci tümcesinin Anayasaya aykırı bulunduğuna ve bundan dolayı iptallerine karar verilmesini saygı ile dilerim. 22/2/1978"" | 1,575 |
Esas Sayısı : 2021/94 Karar Sayısı : 2022/35 1 5275 sayılı Kanunun 38 ila 44. maddelerinde hükümlü ve tutuklular hakkında uygulanacak disiplin suçları ile, bu suçların karşılığı olan yaptırımlar düzenlenmiştir. Somut olayda ceza infaz kurumu idaresi tarafından yapılan 25/07/2021 tarihinde yapılan rutin aramada, şikayetçi hükümlünün de bulunduğu koğuşta üç hükümlünün el yapımı kartlarla kumar oynadıkları şeklindeki bir tespit üzerine disiplin soruşturmasına başlanmış ve şikayetçi hükümlünün de aralarında bulunduğu üç hükümlüye 5275 sayılı Kanunun 43/2 f maddesi uyarınca kumar ve benzeri oyunlar oynamak veya oynatmak fiilinden ötürü 1 ay ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma cezası verilmiştir. 25/07/2021 tarihli olay tutanağında, arama yapılan koğuşta kumar oynandığı yönünde bir ihbar olduğuna dair kayıt bulunmamakta, aramanın rutin bir arama olduğu ve hükümlülerin kartlarla oyun oynadıklarının arama sırasında tesadüfen tespit edildiği anlaşılmaktadır. 5275 sayılı Kanunda kumar fiilinin tanımı bulunmamakta, buna karşılık kumar oynamak için yer ve imkan sağlamak suçunu düzenleyen Türk Ceza Kanununun 228. maddesinin 6. fıkrasında ceza kanununun uygulanması anlamında kumar, kazanç amacıyla icra edilen ve kar ve zararın talihe bağlı olduğu oyunlardır şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanıma göre bir oyunun kumar olarak nitelendirilebilmesi için mutlak surette kazanç amacına yönelik olması gerekir. Dosya kapsamında hükümlülerin el ile yapılan oyun kartları ile oynadıkları oyunun kazanç amacına yönelik olduğuna dair bir tespit ve bu yönde bir ihbar olmadığı, sadece hükümlülerin el ile yaptıkları kartlarla oyun oynadıklarının tespit edildiği, bu oyunun kumar mı yoksa eğlence amaçlı bir oyun mu olduğunun disiplin kurulunca tartışılmadığı, hükümlülerin tüm beyanlarda eğlence amaçlı bir oyun oynadıklarını beyan ettikleri, ancak 5275 sayılı Kanunun 43/2 f maddesinin sadece kumarı değil ona benzeyen oyunları da disiplin suçu olarak öngörmesi nedeniyle, bu ayrıma gerek duyulmaksızın disiplin cezası tatbik edildiği görülmüştür. Bu düzenleme uyarınca, sadece kumar değil, kumara benzeyen her türlü oyunun disiplin suçu oluşturduğu sonucu çıkmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 03/10/2013 tarih ve 2013/28 Esas 2013/106 karar sayılı kararında, disiplin suç ve cezalarında kanunilik ilkesinin geçerli olduğu kabul edilmiştir. Bu itibarla, disiplin suçları ve cezalarında kıyas yapılması mümkün değildir. Kanunda kumar oynamak ve oynatmak filleri disiplin suçu olarak düzenlenmiş, ancak bunun yanında kumar benzeri oyunlar da aynı kapsama alınmıştır. Hangi eylemlerin kumar benzeri oyun kapsamında kaldığına dair kanunda bir açıklık olmadığı gibi, bunun yargısal yorum ile de giderilmesi mümkün değildir. Bu düzenlemeye göre, hükümlülerin eğlence amacıyla oynadıkları birtakım oyunların da kumar benzeri oyun kapsamına alındıkları görülmektedir. Bu nedenle iptali talep edilen ibareler suç ve cezalarda kanunilik ilkesini ihlal eder niteliktedir ve Anayasanın 38. maddesine aykırılık oluşturmaktadır. İş bu sebepler ve Yüksek Mahkemenizin resen göz önüne alacağı diğer sebeplere binaen; 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 43. maddesinin 2. fıkrasının f bendinde yer alan ve benzeri oyunlar ibaresinin iptaline karar verilmesi, Anayasanın 152. ve 6216 sayılı Kanunun 40. maddeleri uyarınca Yüksek Mahkemenizden arz ve talep olunur. | 449 |
Esas Sayısı : 2015/87 Karar Sayısı : 2015/89 1 Davacılar . vs. ile davalı Yalova Belediye Başkanlığı arasında mahkememizde görülmekte olan Munzam Zarar ya da Faiz Alacağı davasında; Anayasanın 152/1 maddesinde bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasını ciddi olduğu kanısına varırsa, anayasa mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmüne yer verilmektedir. Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; Davacılar ile dava dışı . adına kayıtlı eski kayıtlara göre Yalova ili, Fevzi Çakmak Mah, eski 37 pafta, 109 ada 21 nolu parselde bulunan taşınmazın kamulaştırılması amacıyla davalı Yalova Belediye Meclisine 08/02/2002 tarih ve 23 sayılı kararı ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun 4650 Sayılı Kanunla değişik 8. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca kamulaştırma kararı alındığını, taraflar arasında taşınmazın kamulaştırma bedeliyle ilgili idarece yapılan teklifin düşük olması nedeniyle uzlaşma sağlanamaması üzerine davalı tarafından davacı müvekkilleri aleyhine kamulaştırma bedelinin tespiti davası açıldığını, Mahkemece taşınmazın kamulaştırma bedeli olarak 83.948,00 TL tespit edildiğini, 28/06/2005 tarihinde davalı tarafça kamulaştırma bedelinin bankaya bloke edildiğini ve bu bedel üzerinden mahkemece 07/07/2005 tarihinde davanın kabulüne karar verildiğini, yerel mahkeme kararının bedel yönünden temyiz edildiğini ve kararın Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 2006/10623 Esas 2006/11137 Karar sayılı 30/10/2006 tarihli ilamı ile bozulduğunu, bozma sonrası Yalova 1 AHM nin 2007/64 esas sayılı dosyasında taşınmazın kamulaştırma bedelinin bu defa toplam 220.473,75 TL olarak tespit edildiğini, daha önce ödenen 83.948,00 TL nin düşülmesi ile bakiye 136.525,75 TL ek kamulaştırma bedelinin 19/09/2007 tarihinde bankaya bloke edildiğini, mahkemece verilen kararın davacılar tarafından temyiz edilmesine üzerine kararın Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 2008/4610 Esas ve 2008/5140 Karar sayılı 21/04/2008 tarihli ilamı ile onanarak kesinleştiğini; Ancak davalı idarenin henüz bu tespit ve tescil davasının derdest olduğu sırada; dava konusu 109 ada 21 parsel sayılı taşınmazla ilgili 5 yıl içerisinde kamulaştırma gayesine uygun herhangi bir işlem veya tesisat yapılmadığını ve davalı idarece kamulaştırma kararına aykırı şekilde tamamen kötü niyetli olarak dava dışı 11,12,13,14,19,20,22 ve 29 parsellerle birleştirilerek 558 ada 5 nolu parsel şeklinde yeni parsel ihdas edildiğini, dava konusu taşınmazla ilgili 5 yıl içerisinde hiçbir işlem yada tesisat yapılmayıp, tespit tescil davası derdest iken ihale öncesi ve ihale işlemleriyle ilgili olarak müvekkillerine hiçbir bildirim yapılmadan, yeni imar uygulaması ile oluşturulan 58.836,54 m2 miktarlı taşınmazın 24/01/2007 tarihli Encümen Kararıyla 2.800.000,00 TL + KDV bedelle Arasta Yatırım İşletme İnşaat Ticaret A.Ş ye ihale suretiyle satıldığını, müvekkillerinin mülkiyet hakkının gerek Anayasanın 35. Maddesi ve gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olarak taşınmazı kamulaştırma amacına aykırı şekilde satarak müvekkillerinin mülkiyet haklarının ihlal edildiğini, müvekkillerine ait eski 109 ada 21 parsel sayılı taşınmazın imar durumunun davalı Yalova Belediye Başkanlığı tarafından tekrar değiştirilerek Arasta Yatırım İşletme İnşaat Ticaret A.Ş ye ihaleden satılması suretiyle müvekkillerinin geri alma taleplerinin hukuken ortadan kaldırıldığını, bu durumun kamulaştırma hak ve yetkisinin davalı idarece kötüye kullanıldığının en somut delilli olduğunu, taşınmazın iade edilebilirlik şartlarından olan 5+1=6 yılın sonuna kadar kullanılması gerektiğini, yasanın amir hükmü olması nedeniyle kamulaştırma dava dosyasının kesinleşme tarihi 21/04/2008 olup bu tarihten itibaren 6 yıl içerisinde iade davasının açılması gerektiğinin açık olduğunu ancak aynen iade davasını açma hakkının davalı Yalova Belediye Başkanlığı'nca muvazaalı ve hukuka aykırı işlemlerle ortadan kaldırılması nedeniyle bu defa kaim değer olarak öncelikle Munzam Zarar Tazminatının, ödenen kamulaştırma bedelinin müvekkillerine ödeme tarihlerinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ettiği,Esas Sayısı : 2015/87 Karar Sayısı : 2015/89 2 munzam zarar tazminatı ile ilgili Mahkemede aksi kanaat hasıl olması halinde; ödenen kamulaştırma bedelinin ödeme tarihlerinden itibaren faiz alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ederek fazlaya ilişkin talep ve dava hakkı saklı kalmak üzere şimdilik 137.500,00 TL munzam zarar tazminatı alacağının dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsilini, mahkemede aksi kanaat hasıl olması halinde ise; 137.500,00 TL faiz alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesi amacıyla iş bu davayı açtığı anlaşılmıştır. Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; Fevzi Çakmak Mah. Eski pafta 37 ada 109 parsel 21 sayılı taşınmazın Çöp Toplama Alanında kaldığından, Belediye Meclisinin 08/02/2002 tarih ve 23 Sayılı kararı ve 2942 sayılı Kamulaştırma Yasası'nın ilgili hükümleri gereğince kamulaştırılmasına karar verildiğini ve davacılar ile dava dışı olan adlı maliklerle dava konusu 21 nolu parselin bedeli üzerinde anlaşma sağlanamayınca Yalova 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan tescil davasının kabulüne karar verilerek taşınmazın Yalova Belediyesi adına tesciline karar verildiğini, dava her ne kadar bedel devam etse de , 14/09/2005 tarihinde taşınmazın tapuda tescili yapıldıktan sonra söz konusu parselin müvekkili belediye tarafından çöp depolama alanı olarak kullanılmaya başlandığını, Yalova Belediye Meclisince taşınmazın tapuda tescili yapıldıktan, sonra Çöp Depolama Alanı olarak kullanılan 21 parsel de dahil olmak üzere pafta 37 parsel 11,12,13,14,19,20,21,22 ve 29 parseller üzerinde Afet İşleri Genel Müdürlüğünce 17/10/2006 tarihinde onaylanan imar değişikliği ve revizyon onayı ile birlikte 05/12/2006 tarih ve 28/42 Karar no ile Konut Dışı Kentsel Çalışma Alanı olarak imar uygulaması yapılmasına karar verildiğini ve söz konusu imar uygulamasının 12/01/2007 10/02/2007 tarihleri arasında İmar Kanunu'nun amir hükmü uyarınca ilgililerin itiraz etmeleri açısından askıya çıkarıldığını ancak söz konusu davalıların bu konuda Belediyeye yaptıkları hiçbir itiraz bulunmadığını, davacıların Belediyeye ve İdare Mahkemesine itiraz hakları varken bunu hiçbir suretle kullanmadıklarını, İmar uygulamasında amacın muvazaalı bir satış değil Konut Dışı Kentsel Çalışma Alanı oluşturmak olduğunu, davacılar vekilinin yapılan İmar uygulaması neticesinde elde edilen 558 ada 5 parselin sanki davacılara aitmiş izlenimi verilmekte ve o 58836,54 m2 lik bir alanı belirttiğini, oysaki dava konusu edilen parselin yalnızca 8399 m2 den oluştuğunu, dava dışı kişilerin hisseleri çıkarıldığında 8090 m2 lik alan kaldığını, davacıların davası kabul olsa dahi yalnızca bu alana isabet eden bedelle sınırlı olmak üzere idareden talep hakkına sahip olduklarını, kötü niyet ile taşınmazın 3. kişilere satılarak davacıların geri alım hakkının kullandırılmamasına yönelik iddiaları kabul etmemekle birlikte davanın karar verilmesini talep etmiştir. Davacılar tarafından 07.04.2014 tarihinde mahkememize fazlaya ilişkin talep ve dava haklarını saklı tutarak açtıkları munzam zarar, olmaz ise faiz alacağının tahsili talepli davası ile açılan davada; 2942 Sayılı Kanunda 6552 Sayılı kanunun 100/a maddesi ile değiştirilen ve 11.09.2014 tarihinde yürürlüğe giren 22.maddesinin 1.fıkrasındaki değişiklik hükmü ile 101.maddesi ile eklenen ve 11.09.2014 tarihinde yürürlüğe giren Geçici Madde 9.maddesinin Anayasaya aykırı olduğu Mahkememizce görülmüş, davacı tarafça da ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiasının ciddi olduğu sonucuna varılmıştır. Açılan dava dosyasının konusu; idarenin kamulaştırdığı taşınmaz için ihtiyacın ortadan kalkması nedeniyle önceki maliklerine geri alım hakkı tanıması gerekirken bu hakkı kullandırmadan taşınmazı 3.kişiye satması nedeniyle munzam zarar tazminatı, kabul edilmediği takdirde faiz alacağı davasıdır. Bu davada Yalova İli Fevzi Çakmak Mahallesi 37 pafta, 109 ada, 21 nolu parsel çöp depolama alanı olarak davalı idare tarafından kamulaştırılmış ancak 3 4 ay sonra kamulaştırma amacına aykırı şekilde davalı idare tarafından üçüncü şahsa ihale ile satılmış, bu satıştan çok kısa bir süre sonrada dava konusu taşınmazın imar durumu parkEsas Sayısı : 2015/87 Karar Sayısı : 2015/89 3 alanından konut dışı kentsel çalışma alanına dönüştürülmüştür. Davacılar da, davalı idarenin kamulaştırılan dava konusu taşınmazın 3.kişiye satışından önce kendilerine 2942 Sayılı Kanunun 22 ve 23.Maddeleri kapsamında hukuka aykırı olarak GERİ ALIM HAKKINI kullandırmaması nedeniyle uğradıklarını iddia ettikleri zararla ilgili olarak; fazlaya ilişkin talep ve dava hakkı saklı kalmak kaydıyla şimdilik 137.500,00 TL Munzam Zarar tazminatının dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile davalı idareden tahsilini, mümkün görülmediği takdirde ise şimdilik 137.500,00 TL faiz alacağının davalı idareden tahsilini 07.04.2014 tarihinde talep ve dava etmişlerdir. 6552 Sayılı kanun 100/a maddesi ile 2942 Sayılı Kanun 22.maddesinin 1.fıkrasında değişiklik yapan yeni hükümler ile Anayasaya aykırı olduğu düşünülen kamulaştırmayı yapan idarenin kamulaştırdığı taşınmazı en az 5 yıl kamulaştırma amacına uygun olarak kullanma zorunluluğu kaldırılması amaçlanmış olup, yine Anayasaya aykırı olduğu düşünülen 6552 Sayılı kanun 101.maddesi ile 2942 Sayılı Kanun Geçici Madde 9.maddesindeki değişik yeni hüküm ile bu değişikliğin yürürlük hükmüne göre daha önceden açılan davalara da uygulanmasına ilişkin hüküm getirildiğinden davada uygulanır hüküm olduğu sabittir. A İtiraz Konusu Yasa Kuralları; Davada uygulanması gereken 10.09.2014 tarihinde kabul edilip, 11.09.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6552 Sayılı kanunun 100/a maddesi ile değiştirilen 2942 sayılı KAMULAŞTIRMA KANUNUN 22.maddesinin 1.fıkrasına göre; Kamulaştırmanın kesinleşmesinden sonra taşınmaz malların kamulaştırma amacına veya kamu yararına yönelik herhangi bir ihtiyaca tahsisi lüzumu kalmaması halinde, keyfiyet idarece mal sahibi veya mirasçılarına 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre duyurulur. Yine 10.09.2014 tarihinde kabul edilip, 11.09.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6552 Sayılı kanunun 101.maddesi ile eklenen 2942 sayılı KAMULAŞTIRMA KANUNUN Geçici Madde 9.maddesine göre; Bu maddeyi ihdas eden Kanunla değiştirilen veya eklenen bu Kanunun 22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri ile 23 üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmü; bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri nedeniyle, kamulaştırılan taşınmaz malların eski malikleri veya mirasçıları tarafından bu taşınmaz malların geri alınması, bedel veya tazminat talebiyle açılan ve henüz kesinleşmeyen davalarda da uygulanır. Bu maddenin uygulanması nedeniyle reddedilen davaların yargılama giderleri davalı idare tarafından ödenir. Şeklindeki 2942 sy K.nun 22.maddesinin 1.fıkrasında kamulaştırmayı yapan idarenin kamulaştırdığı taşınmazı en az 5 yıl kamulaştırma amacına uygun olarak kullanma zorunluluğu kaldırılması ve Geçici Madde 9.maddesindeki değişikliğin öncesinde açılan davalara da uygulanmasını emreden düzenlemelerin Anayasanın 2., 5., 35. ve 37. maddelerine aykırı olduğuna kanaat getirilmiştir. B Dayanılan Anayasa Kuralları; Başvurumuzda, Anayasanın 2., 5., 35.ve 36. Maddelerine dayanılmıştır.Esas Sayısı : 2015/87 Karar Sayısı : 2015/89 4 Anayasaya aykırılığı iddia edilen düzenlemelerle; 2942 sy K. ile kamu idarelerine tanınan kamu hizmeti için ihtiyaç duydukları taşınmazları kamu yararı amacıyla bedelini ödeyerek el atma hakkının, idarenin keyfi tutum ve davranışlarla belli kişi veya zümreler lehine olarak kullanmasının önü açılmış olmaktadır. Zira kamu idaresinin kamu hizmeti için kamulaştırdığı bir taşınmazı asgari ki değişiklikten önce bu süre 5 yıldır bir süre dahi kamulaştırma amacına uygun kullanmadan tasarruf etmesi sağlanmış, ayrıca bu hükmün, düzenlemeden önce açılan davalara da uygulanacağı belirtilmiştir. Anayasamızın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi, devletin tüm faaliyetlerinde hukukun egemen olmasını amaçlar. Bu amacın gerçekleşmesi için, çıkarılan yasalarla konulacak kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerinin göz önünde tutulması gerektiği gibi, hukuk güvenliğinin de sağlanması gerekir. Bu nedenle hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk devletinde uyulması zorunlu temel ilkelerden birini oluşturmaktadır. Anayasada öngörülen temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının ve insan haklarının yaşama egemen kılınmasının ön koşulu olan hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Daha önce tesis edilmiş bulunan işlemlerin doğurduğu hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama tasarrufunda bulunulması, hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturur. Hukuk devletinin gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. Yasaların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. Anayasamızın 5. maddesinde ise kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve özgürlüklerini, sosyal hukuk devletini ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Anayasamızın 35. maddesinde ise mülkiyet hakkı düzenlenmiş olup, herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kapsamı içinde idarenin kişilerin mülkiyet hakkına saygı göstermesi, kamu yararı dışında keyfi davranışlarla kişilerin mülkiyet hakkını zedelememesi ve kişilerin mülkiyet hakkının korunmasını devletten beklemesi ve bu konuda güvenmesi esastır. Anayasamızın 36.maddesinde ise hak arama hürriyeti düzenlenmiş olup herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarakEsas Sayısı : 2015/87 Karar Sayısı : 2015/89 5 iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Adil yargılanma hakkının kapsamı içinde yargılamalarda hukuki güven ve hukuki belirlilik esastır. Kişilerin yargılama sonucunda elde ettikleri kazanımların istisnalar dışında kaybedilmesini sağlayacak bu kararları etkisiz kılacak şekilde aleyhe düzenlemelerin geçmişte açılan davalara da uygulanabilirliğini zorunlu kılmak adil yargılanma hakkına aykırılık oluşturacaktır. Buna göre de kanunlar kamu yararına ve kamu düzeninin gerektirdiği özel durumlar dışında, ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır ve daha önceki olay, işlem ve eylemler kanunun etki alanı dışında kalır. Sonradan yürürlüğe giren kanunların daha önceki ve kesinleşmiş hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. Açıklanan ilkeler ışığında bakıldığında 6552 Sayılı Kanun 100/a maddesi ile değişik 2942 Sayılı Kanun 22.maddesinin 1.fıkrasının Kamulaştırmanın kesinleşmesinden sonra taşınmaz malların kamulaştırma amacına veya kamu yararına yönelik herhangi bir ihtiyaca tahsisi lüzumu kalmaması halinde şeklindeki değişiklik getiren hükmünün kamu idarelerine kamulaştırdıkları taşınmazları asgari bir süre ile kamu ihtiyacında kullanmadan üzerlerinde tasarruf edebilmelerini ve böylece kamu idarelerinin kamulaştırma işlemlerinde keyfi davranabilmelerine olanak sağlanması ve yine 6552 Sayılı Kanun 101.maddesi ile değişik 2942 Sayılı Kanun Geçici Madde 9.maddesinin Bu maddeyi ihdas eden Kanunla değiştirilen veya eklenen bu Kanunun 22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri ile 23 üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmü; bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri nedeniyle, kamulaştırılan taşınmaz malların eski malikleri veya mirasçıları tarafından bu taşınmaz malların geri alınması, bedel veya tazminat talebiyle açılan ve henüz kesinleşmeyen davalarda da uygulanır. Bu maddenin uygulanması nedeniyle reddedilen davaların yargılama giderleri davalı idare tarafından ödenir. şeklindeki değişiklik getiren hükmünün değişiklik tarihinden önce açılan ve kesinleşmemiş tüm davalar bakımından uygulanmasının temini için getirilen bu düzenlemeler Anayasamızın 2., 5., 35.ve 36. maddelerine aykırı olmaktadır. C SONUÇ TALEP ; Davada uygulanması geren 6552 Sayılı Kanun 100/a maddesi ile değişik 2942 Sayılı Kanun 22.maddesinin 1.fıkrasının Kamulaştırmanın kesinleşmesinden sonra taşınmaz malların kamulaştırma amacına veya kamu yararına yönelik herhangi bir ihtiyaca tahsisi lüzumu kalmaması halinde şeklindeki hükmü ile yine 6552 Sayılı Kanun 101.maddesi ile değişik 2942 Sayılı Kanun Geçici Madde 9.maddesinin Bu maddeyi ihdas eden Kanunla değiştirilen veya eklenen bu Kanunun 22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri ile 23 üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmü; bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri nedeniyle, kamulaştırılan taşınmaz malların eski malikleri veya mirasçıları tarafından bu taşınmaz malların geri alınması, bedel veya tazminat talebiyle açılan ve henüz kesinleşmeyen davalarda da uygulanır. Bu maddenin uygulanması nedeniyle reddedilen davaların yargılama giderleri davalı idare tarafından ödenir. Hükmünün Anayasanın 2., 5., 35.ve 36. maddelerine aykırı olduğuna kanaat getirildiğinden Anayasanın 152.maddesi gereğince İptal isteminde bulunulmasına karar verilmiş dosyamızın onaylı bir sureti yazımız ekinde gönderilmiştir. Gereği takdirlerinize arz olunur. | 2,365 |
Esas Sayısı : 2009/56 Karar Sayısı : 2011/71 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Abant İzzet Baysal, Afyon Kocatepe, Cumhuriyet, Dicle, Düzce, Fırat, Gaziosmanpaşa, Harran, Kafkas, Kahramanmaraş Sütçü İmam, Mustafa Kemal, Yüzüncü Yıl ve Zonguldak Karaelmas Üniversitelerine bağlı Tıp Fakültelerinin anabilim ve bilim dalı bazında öğretim üyesi ihtiyaçlarının 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 41. maddesi uyarınca 2009 2010 öğretim yılı sonuna kadar ve en az bir yıl süre ile karara ekli listede belirtilen üniversitelerin tıp fakülteleri tarafından karşılanmasına ilişkin Yükseköğretim Yürütme Kurulu'nun 26.2.2009 günlü, 2009/7 sayılı kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davada; Danıştay Sekizinci Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne ilişkin 2.6.2009 günlü, E:2009/2295 sayılı karara, davalı idarenin itiraz etmesi üzerine açılan dosya incelendi: Davaya Konu Olay ve Davacının İstemi: Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı'nın 29.1.2009 günlü, 003118 sayılı yazısıyla, 2547 sayılı Yasanın 41. maddesi gereğince tıp fakültelerinin öğretim üyesi ihtiyaçlarının karşılanması düşünüldüğünden tıp fakültelerinde öğretim üyesine ihtiyaç duyulan anabilim ve bilim dallarının bildirilmesinin onbeş üniversite rektörlüğünden istenildiği; ilgili üniversitelerce yanıt verilmesi üzerine Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı Yürütme Kurulu'nun davaya konu 26.2.2009 günlü, 2009/7 sayılı kararıyla; '1) Abant İzzet Baysal, Afyon Kocatepe, Cumhuriyet, Dicle, Düzce, Fırat, Gaziosmanpaşa, Harran, Kafkas, Kahramanmaraş Sütçü İmam, Mustafa Kemal, Yüzüncü Yıl ve Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Rektörlüklerinin ihtiyaç talep yazıları üzerine, bu üniversitelere bağlı Tıp Fakültelerinin anabilim ve bilim dalı bazında öğretim üyesi ihtiyaçlarının, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 41. maddesi hükümleri uyarınca, 2009 2010 öğretim yılı sonuna kadar ve en az 1 (bir) yıl süre ile aşağıda belirtilen üniversitelerin tıp fakülteleri tarafından karşılanmasına, 2) Bu çerçevede görevlendirilen öğretim üyelerinin kadrosunda bulundukları üniversite rektörlüklerince Yükseköğretim Kurulu Başkanlığına bildirilmesine, 3) Bu öğretim üyelerine, kadrosunda bulundukları üniversitedeki akademik yükselmelerde, 2547 sayılı Kanun hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla, öncelik verilmesine' karar verilmiş; kararın ekinde ise öğretim üyesi ihtiyacı bulunan üniversitelerin anabilim/bilim dalları ve öğretim üyesi ihtiyacını karşılaması uygun görülen üniversiteler liste halinde belirtilmiştir. Davacı tarafından, 2547 sayılı Yasa'nın ilgili düzenlemeleri gereğince kadro ihtiyaçları gözetilerek üniversite kurulması gerekirken bu zorunluluğa uyulmadığı, 2547 sayılı Yasa'nın 41. maddesinin yükseköğretimin sürdürülebilmesi için görevlendirmeyi düzenlediği halde dava konusu işlem ile sağlık hizmetinin yürütülmesi için görevlendirme yapıldığı, dava konusu işlemin uygulanması halinde öğretim üyesi gönderecek tıp fakültelerinde eğitim, sağlık hizmeti ve bilimsel araştırmaların aksayacağı, ihtiyaç bulunan kadrolara atama yapılması gerekirkenEsas Sayısı : 2009/56 Karar Sayısı : 2011/71 2 geçici görevlendirme yoluna gidilmesinin hukuka aykırı olduğu, gitmeyen öğretim üyelerinin müstafi sayılacakları için bunun bir zorla çalıştırma yasağı kapsamına girdiği, öğretim üyelerinin çalışmalarının kesintiye uğrayacağı, ailevi ve kişisel yaşamlarında ciddi sorunlara yol açacağı ve mali haklarında da ciddi kayıplara neden olacağı, ihtiyacın ortaya çıkmasının nedenlerinden birinin ilgili üniversitelerdeki öğretim üyelerinin Sağlık Bakanlığı Hastanelerindeki şef ve şef yardımcılığı kadrolarına atanmaları olduğu iddia edilerek bakılan davanın açıldığı anlaşılmıştır. Yasa Kuralları 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nda, öğretim elemanlarının görevlendirilmesi konusu 40. ve 41. maddelerde düzenlenmiştir. Bunlardan 'Kurumlararası yardımlaşma' başlıklı 40. maddede; öğretim üyelerinin, ihtiyacı olan üniversitenin isteği ve kendi arzusu ile görevlendirilecekleri öngörülürken 'Öğretim üyesi ihtiyacının karşılanması' başlıklı 2880 sayılı Yasayla değişik 41. maddede; 'Yükseköğretim Kurulunca; bu kanun kapsamındaki Devlet yükseköğretim kurumlarının, çeşitli bilim ve sanat dallarındaki öğretim üyesi ihtiyaçları ve bu öğretim üyesi ihtiyaçlarının hangi yükseköğretim kurumlarından karşılanacağı, öğretim üyesi mevcutları dikkate alınarak tespit edilir ve ihtiyaçlar karşılanmak üzere ilgili üniversitelere bildirilir. Bu üniversitelerin rektörleri Yükseköğretim Kurulunca ihtiyaç listelerinin kendilerine intikal ettirilmesi tarihinden itibaren en çok iki hafta içinde ihtiyaçları karşılamak üzere hangi öğretim üyelerini görevlendirdiklerini Yükseköğretim Kuruluna bildirirler. Bu görevlendirmeler bir yarı yıldan az, dört yarı yıldan fazla olmamak üzere kadroları kendi üniversitelerinde kalmak kaydıyla yapılır. Bu madde hükümlerine göre veya 40 ıncı maddenin (b) fıkrası hükmüne göre yapılan görevlendirmelerde tebligat, işten ayrılma, mehil müddeti ve işe başlama konularında Devlet memurlarına ilişkin hükümler uygulanır. Bu madde veya bu Kanunun 40 ıncı maddesinin (b) fıkrası hükümlerine göre yapılan görevlendirmelerde, görevlendirme kararında görev süreleri belirtilir. Bunlara özlük hakları kurumlarında devam etmek kaydıyla görev yapacağı kurumun bulunduğu yer ve özelliklerine göre o kurum kadrolarında çalışanların yararlandıkları ödenek ve diğer haklar ve 6245 sayılı Harcırah Kanununa göre geçici görev yolluğu, görev yapacağı üniversite bütçesinden ödenir. Bu maddede veya bu Kanunun 40 ıncı maddesinin (b) fıkrasında belirtildiği şekilde görevlendirildikleri kendilerine tebliğ edilenlerden kanuni süresi içinde göreve başlamayanlar istifa etmiş sayılır. Bu şekilde istifa etmiş sayılanlar, bu hizmeti yerine getirmedikçe herhangi bir yükseköğretim kurumunda yeniden görevlendirilemezler ve diğer kamu kuruluşlarında çalıştırılamazlar.' düzenlemesine yer verilmiştir. 41. maddede, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirleme yapılırken öğretim üyesi mevcudunun dikkate alınması öngörülmüş olmasına karşın rektörlerin görevlendirmede uygulayacakları esaslar konusunda bir düzenlemeye yer verilmemiştir.Esas Sayısı : 2009/56 Karar Sayısı : 2011/71 3 Değinilen 41. maddenin 1983 yılında 2880 sayılı Yasayla yeniden düzenlemeden önceki ilk halinde öncelikle istekli olanların görevlendirileceği, istekli çıkmaz veya yeterli sayıda olmazsa ad çekme yöntemi ile belirleneceği düzenlenmişken 2880 sayılı Yasayla yapılan mevcut düzenleme sonucu, görevlendirileceklerin tespitinde tek yetkili rektör olarak belirlenmiş, ancak yukarıda da değinildiği gibi rektörlerin hangi esaslara göre belirleme yapacakları konusuna Yasada yer verilmemiştir. Buna göre, 2547 sayılı Yasa'nın 41. maddesinin birinci fıkrasının ilk tümcesi ile Yükseköğretim Kuruluna, öğretim üyesi ihtiyacı bulunan üniversiteler ile bu ihtiyacı karşılayacak üniversiteleri öğretim üyesi mevcutlarını dikkate almak suretiyle tespit etme yetkisi verilmiş ve Yükseköğretim Yürütme Kurulunca da bu yetki kullanılarak davaya konu karar alınmış ise de; dava konusu işlemin 2. kısmı uyarınca yapılan bu belirlemenin aynı zamanda görevlendirme yapma hususunda üniversite rektörlerine yönelik bir direktif niteliğinde olduğu ve ilgili rektörlerin bu direktifin aksine hareket edebilmelerinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Bunun zorunlu sonucu olarak aynı fıkranın ikinci tümcesi hükmü nedeniyle üniversite rektörleri ihtiyacı karşılamak üzere görevlendirilecek öğretim üyelerini onbeş gün içinde belirleyip Yükseköğretim Kurulu'na bildirmekle yükümlü tutulmuşlardır. Bu durumda, 2547 sayılı Yasa'nın 41. maddenin birinci fıkrasının ikinci tümcesi olayda uygulanacak kural niteliğindedir. Bu nedenle, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 'Öğretim Üyesi İhtiyacının Karşılanması' başlıklı 2880 sayılı Yasayla değişik 41. maddesinin birinci fıkrasının 'Bu üniversitelerin rektörleri Yükseköğretim Kurulunca ihtiyaç listelerinin kendilerine intikal ettirilmesi tarihinden itibaren en çok iki hafta içinde ihtiyaçları karşılamak üzere hangi öğretim üyelerini görevlendirdiklerini Yükseköğretim Kuruluna bildirirler.' hükmünü taşıyan ikinci tümcesinin Anayasa'nın 2. ve 130. maddelerine aykırılığı iddiasıyla başvurulmaktadır. Değinilen Yasa Kuralının Anayasa'ya Aykırılığının Değerlendirilmesi: Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri olan hukuk güvenliği ile kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Anayasa'nın 130., 131. ve 132. maddeleri yükseköğretim kurum ve kuruluşlarını düzenlemektedir. Anayasakoyucu, Anayasa'nın 130. maddesiyle üniversiteleri bir Anayasal kuruluş olarak kabul etmiş ve üniversitelerle ilgili başlıca kuralları belirtmiş, üniversitelerin 'kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe' sahip olmalarını öngörmüştür. Anayasa'nın 130. maddesi, üniversite çalışmalarını, eğitim ve öğretimin her türlü dış etkiden uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve baskısız bir ortamda yapılmasını sağlayacak biçimde düzenlemiştir.Esas Sayısı : 2009/56 Karar Sayısı : 2011/71 4 Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, 'Bilimsel özerklik', geniş bir kavramdır. Anayasa, bu ilkesiyle üniversiteleri, 2. maddesinde yer alan temel niteliklere sahip bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde öğretim, araştırma ve yayın konularını belirlemek ve yürütmek serbestliğine sahip kılmış bulunmaktadır. Anayasa'nın 130. maddesi, üniversitelerin yine bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde, uygar ve evrensel karakterde öğretim eğitim, araştırma ve yayın konularında bilimsel özerkliğe sahip bir kamu tüzelkişisi biçiminde kurulmasını ve Cumhuriyetin temel organları içinde bu niteliğiyle yer almasını istemiş, üniversitelerin öğretim üyeleri ve yardımcılarını, bir meslek sınıfı olarak düşünmüş ve buna göre düzenlemeler yapmıştır. Nitekim Anayasa'nın 130. maddesinin dokuzuncu fıkrasında; 'Yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları ile işleyişleri ve bunların seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları, üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetim hakkını kullanma usulleri, öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama, yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme, üniversitelerin ve öğretim elemanlarının kamu kuruluşları ve diğer kurumlar ile ilişkileri, öğretim düzeyleri ve süreleri, yükseköğretime giriş, devam ve alınacak harçlar, Devletin yapacağı yardımlar ile ilgili ilkeler, disiplin ve ceza işleri, malî işler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesi, Yükseköğretim Kuruluna ve üniversitelere Devletin sağladığı malî kaynakların kullanılması kanunla düzenlenir.' hükmüne yer verilmek suretiyle maddede belirtilen diğer kimi konuların yanı sıra 'üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi' konusunun da yasayla düzenlenmesi öngörülmüştür. Anayasa'nın 130. maddesi üniversite öğretim üyelerine belirli haklar ve yetkiler tanımıştır. Bilimsel özgürlük, serbestçe araştırmada ve yayında bulunabilme, öğrenim ve öğretimi özgürlük ve güvence içinde sürdürebilme hak ve yetkileri bunlara örnek olarak gösterilebilir. Buna göre belirtilen güvencelerin sağlanabilmesi, hukuki güvenliğin oluşturulabilmesi için öğretim üyelerinin diğer üniversitelerde görevlendirilmesinde uygulanacak usul ve esasların yasada düzenlenmesi gerekirken, sadece yetkili makamı belirleyen, ancak yetkili makamca görevlendirmenin hangi kriterlere göre yapılacağını düzenlemeyen 41. maddenin birinci fıkrasının ikinci tümcesinin Anayasa'nın 130. maddesinin dokuzuncu fıkrasına aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Anayasa'nın 130. maddesine aykırılık oluşturan kural, kuşkusuz, aynı zamanda Anayasa'nın 2. maddesinde ifadesini bulan 'Hukuk Devleti İlkesi'ne de aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir yasanın Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesinin ikinci fıkrası gereğince, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 41. maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinin Anayasa'nın 2. ve 130. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle AnayasaEsas Sayısı : 2009/56 Karar Sayısı : 2011/71 5 Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 16.7.2009 gününde oybirliği ile karar verildi.'" | 1,569 |
Esas Sayısı : 1996/42 Karar Sayısı : 1997/17 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür." | 26 |
Esas Sayısı : 2014/167 Karar Sayısı : 2015/27 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Anayasal eşitlik aynı veya denk sayılan hukuki durumdakilerin biri diğerine göre olumsuz yönde farklı işleme tabi tutulmamalarını ifade eder. Pozitif yöndeki ilerlemeci bakış açısıyla farklı muameleye tabi tutulmak ise eşitliğe aykırı olmayacaktır. Cezalandırmaya yönelik hükümlerin tabiatı gereği, kişilerin negatif yönde ayrımcılığa tabi tutulmaları ise en açık eşitlik kuralı ihlalidir. Tartışılması gereken kasten yaralama suçunun konusu ve koruduğu hukuki değer yönünden zincirleme suç kapsamında düşünülen sair benzer suçlarla genel geçer bir cezalandırma farklılığını gerektirecek bir nitelikte olup olmadığını açıklığa kavuşturmaktır. Kişilik hakkı kişinin maddi ve manevi tüm olarak varlığını korumayı hedefleyen mutlak bir hakkıdır. Bu hakkın 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 23. maddesinde devredilemez ve vazgeçilemez niteliği açıkça vurgulandığı gibi, kişinin maddi ve manevi varlığının bütünlüğü ve bunun masuniyeti 1982 Anayasasının 17. maddesinde açıkça en temel hak olarak düzenlenmiştir. Vücut dokunulmazlığı, cinsel dokunulmazlık, kişi şeref ve saygınlığı gibi unsurlar kişilik hakkının parçalarıdır. Aynı bütünün değişik görünümleridir. Hepsinde korunan hukuki değer insanın kişilik hakkıdır. Yine Anayasanın 10. maddesinde belirttiğimiz eşitlik ilkesini düzenlemektedir. Hiçbir tasavvurun yasa haline gelse dahi negatif ayrımcılığa neden olamayacağını vurgulayan bu madde farklı muamele (ayrımcılık) ve imtiyaz uygulamasını men etmiştir. Eşitlik Anayasa Mahkemesinin kararlarıyla soyut bir kavram olmaktan ziyade somut ölçü olarak birçok kararıyla tespit edilmiştir: "...soyut bir ilke olmaktan çıkarılıp, somut bir ölçü norm olarak yaşama geçirilen eşitlik ilkesi, öğretide ve idealde yarınlarda gözetilecek bir kavram değil, anayasal bağlamda her durumda dayanılacak hukuksal bir olgudur." (AYM; E.1996/15, K. 1996/34, K.T. 23/09/1996) Yine Mahkemenin müstakar tanımına göre: "..Anayasanın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara aynı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasada öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez." (AYM 2009/47 E., 2011/51 K. 17/03/2011) Eşitlik ilkesinin anlaşılması yönünde geliştirilen bir diğer kavram ise ayrımcılık yasağıdır. Ayrımcılık Türk Anayasa Mahkemesi nazarında hukuksal durumu aynı olan kişilerin farklı hukuksal işlem ve sonuca tabi tutulmaları anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Pragmatik ve eğitimsel amaçlarla veya müessesenin anlaşılması yönünde, soyutlama çalışmaları, yaptırım boyutunda bütünlenemediğinde faydacılığı kalmadığı gibi adil olmayan ceza tayinine de sebep olmaktadır. Bu kabilden insanın vücut masuniyetinin korunan değerler yönünden farklı cephelerden ele alınması bu bütüne yönelik haksızlıklara ilişkin yaptırımlarınEsas Sayısı : 2014/167 Karar Sayısı : 2015/27 2 düzenlenmesinde zorunlu olarak farklılık yapılmasını gerektirmeyeceği gibi, kişi hürriyetine doğrudan müessir olan ceza gibi bir yaptırımın haklı olmayan tatbikinin karşı haksızlık meydana getireceği de muhakkaktır. Suçun niteliğinden kaynaklanan suçun ağırlığı ve nitelikli hallerine ilişkin nevine özgü düzenlemeler hariç ortak uygulama ve cezalandırma koşullarında nesnel farklılık olmadan hukuk dışı kabullerle ayrı düzenlemeye gidilmesi eşitliğe aykırıdır. Vücut dokunulmazlığı, kısaca, kişinin vücuduna meşru rızası olmadan herhangi müessir eylemde bulunulamayacağını ifade etmektedir. Bu kabilden yaralama, işkence, eziyet gibi eylemler suç olarak düzenlenmiştir. Kişinin cinsel dokunulmazlığı da meşru rıza dışı cinsel iradeyi engelleyen değişik boyutta cinsel davranışları yasaklamaktadır. Bu haliyle, cinsel davranışın kamu ahlakı açısından önemi düşünülerek, cinsel etkili eylemler, Türk Ceza Kanunda farklı bir bölümde düzenlenmiştir. Bu farklılık hukuki değerlerin farklılığından değil fakat suç konularının farklılığından, toplumun bu suçlara ilişkin algısından, suçun mağdur toplum ilişkisini de bozmasından kaynaklanmaktadır. Cinsel etkili eylemler ile vücut dokunulmazlığına etkili eylemler arasındaki bu organik aynılık cinsel suçlara ilişkin düzenlemelerde de açıkça görülmektedir. Nitekim Türk Ceza Kanunun 102/4 ve 103/5 maddelerinde "suçun işlenmesi sırasında mağdurun direncinin kırılmasını sağlayacak ölçünün ötesinde cebir kullanılması durumunda kişi ayrıca kasten yaralama suçundan dolayı cezalandırılır" ve "cinsel istismar için başvurulan cebir ve şiddetin kasten yaralama suçunun ağır neticelerine neden olması halinde ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır" ibareleriyle kasten yaralama suçu ile cinsel saldırının nasıl birliktelik içinde olduğu birbirlerine nasıl eklemlendiklerini göstermektedir. Bu düzenlemeden anlaşılmaktadır ki basit yaralama seviyesindeki bir cebir zaten cinsel saldırının tanımında yer almakta ve cezasında karşılık bulmaktadır. Cinsel saldırının bir parçası olarak tanımlanan cebir veya yaralama cinsel saldırı suçunun içinde erimiştir. Ancak bu cebir veya yaralama basit yaralama tanımının dışında ve üstünde bir neticeyi sonuçlarsa ayrıca cezalandırma nedeni olarak düzenlenmiştir. Eşitlik ilkesinin aynı hukuki duruma ilişkin olduğu nazara alındığında Anayasaya aykırılık iddiasına esas aldığımız yasal düzenlemede iki yönden eşitliğe aykırılık söz konusudur: 1 43. maddenin hukuki mahiyeti gereğince, hukuksal durumu ne olursa olsun, kasten işlenebilen tüm suçlara mümas olması ve bu uygulama yönünden sanıklar arasında nesnel bir ayrımcılığa gitmenin hukuken mümkün olmayacağı ve bu nedenle bir kısım suçların ayrık tutulmasının eşitliğe aykırı olması, 2 Cinsel saldırı suçu ve yaralama suçu hukuki değer olarak aynı hukuki değeri korudukları halde, ki 5237 sayılı Yasa zımnen her iki suçun özdeş olduklarını 102/4, 103/5. maddelerinde izhar etmiştir her iki suçun faillerinin ortak hüküm yönünden farklı işleme tabi tutulmalarının yani aynı hukuki durumdakilerin farklı işleme tabi tutulmalarının eşitliğe aykırı olması, Zincirleme suç hükümleri sübjektif temele dayanmadığından Anayasaya aykırılık teşkil etmekle birlikte bir de bir kısım suçlarda zincirleme suç hükümlerinin uygulanmaması, ceza hukukunun fiil algısını daha çok bozmuş ve katmerli adaletsizlik yaratmıştır. ( Bu hususta Edremit 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 2014/495 esas ve 2014/458 karar sayılı kararı ile Anayasa Mahkemesine iptal başvurusunda bulunulmuştur.) Esasında yasanın ayrık tuttuğu suçlarda zincirleme suçun oluşmasının fiili imkansızlığı yoktur. Yasa koyucu başkaca mülahazalarla cezalandırmada farklılık yaratmıştır. Ancak yasa koyucunun bunu yaparken cezalandırma gibi temel bir yargısal kamu faaliyetinde nesnel bir eşitlik algısıyla hareket etmesi gerekmektedir. Negatif statü haklarında devlet daha çok dokunmamakla yükümlüdür..Esas Sayısı : 2014/167 Karar Sayısı : 2015/27 3 Suç ve ceza siyaseti gereği suçların tanımlanmasında ve karşılığı olan ceza tür ve miktarını belirlemede farklılık yaratılması kural olarak, nesnel bir temele dayanmak şartıyla eşitliğe aykırı bulunmamakla birlikte cezadan kurtarıcı mahiyetteki veya cezayı hafifletici genel düzenlemelerde ayrıksı uygulamalar yaratmak eşitliği zedeleyici mahiyette olacaktır. 5377 sayılı Yasa ile 5237 sayılı Yasanın 43/3. maddesinde yapılan değişiklikte, Kanun koyucu, bir hukuk devletinden beklenemeyecek bir gerekçeyle, 5377 sayılı Yasa ile getirilen değişikliğin yapıldığını ifade etmiştir. 5377 sayılı Yasanın gerekçesinde kullanılan ifade şudur: "...Ancak, cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçlarının aynı kişiye karşı müteaddit defa işlenmesi halinde gerçek içtima uygulanması gerektiği yönündeki düzenleme, başta Yargıtay olmak üzere hakim ve savcılarda ispat sorunu ve ölçüsüz ceza miktarlarının ortaya çıkması bakımından ciddi endişelere neden olmuştur. Bu endişeleri gidermek amacıyla, maddenin üçüncü fıkrasında yer alan 'cinsel saldırı, çocukların cinsel istismarı' ibaresi metinden çıkarılmıştır." Neresinden bakılırsa bakılsın, bu ifadeyle, hukuk ve adalet şuuruna aykırı bir gerekçeyle, işaret ettiğimiz eşitlik ilkesinin ihlal edildiği ortaya konulmuştur. İspat sorunu ceza muhakemesinde tartışılacak bir konudur. Ceza hukukuna müessir değildir. Ceza hukukunda ispatlanmış vakıaların değerlendirmesi yapılmaktadır. İspatlanamayan hususun ceza muhakemesindeki karşılığı sanığın beraatına hükmetmek veya ispatlanamamış aleyhe durumu sanığın lehine yorarak o hükme uygulama imkanı tanımamaktır. O halde bir vakada birden fazla cinsel ilişki ispatlanamıyor ve fakat cinsel ilişkinin varlığı ispatlanıyorsa şüpheyi sanık lehine yorumlayıp durumu gerekçeli kararda tartışıp tek ceza verilerek bu engel aşılabilirdi. Gerekçede belirtilen ölçüsüzlüğün yasa koyucuya yönelik bir takdir kusuru atfı değil, bir yargılama endişesi olduğu çok açık görülüyor. O halde şunu sormak gerekiyor: Bu yasa değişikliği teorik olarak hakimler nazarında ispat sorununu kaldırabilmiş midir' Daha açıkçası, bu değişiklik gerekçesinde belirtilen ispat endişesini yasada gideren nedir' Yine endişe kaldırmamıştır, aksine sorun derinleştirilmiştir. Ayrı ayrı bir çok ceza terettüdü yerine bir cezadan, ispat sorunu baki kaldığı halde, bir miktar artırım yapılıp geçilecektir. Yoksa cinsel saldırı suçlarında zincirleme suça cevaz vermekle ispat sorununun çözüldüğü hiçbir mantık kaidesiyle açıklanamaz. Peki bu şekilde adalet tesis edildiğini varsayalım; istisna bırakılan diğer suçlarda ölçüsüzlük ve ispat sorunu doğmayacak mıdır' Doğacaksa bu nasıl halledilecektir' Özellikle nitelikli yaralamada zincirleme suç hükümlerine izin verilmezken cinsel saldırı suçu ile nitelikle yaralamanın birleştiği halde (TCK. 102/4) ispat sorunu ne şekilde halledilecektir' Nitelikli yaralamanın veya içinde birçok yaralama bulunan bir davranış serisinin cinsel saldırı ile birleştiği halde, cinsel saldırıda zincirleme suç uygulanırken, hangi mantıklı hukuki zeminde yaralamada zincirleme suç uygulanmayacaktır' Bu sorulara eleştirimiz ölçüsüyle bakıldığında, eşitlik ilkesini çiğnemeden verilebilecek bir cevap yoktur. Aykırılık iddiasına konu zincirleme suç hükümlerine uygulama sınırı getiren düzenleme Yargıtay uygulamasında 'olanaksızlık' değerlendirmesine kapı açmıştır. Yasa koyucu bu madde uygulamasında, bir tercih gereğince bir kısım suçları hariç tutmuştur. Buradaki hariç bırakma bir imkansızlığı ifade etmez. Nitekim sonradan cinsel suçlarda uygulama yolu açılmıştır. Evrensel mantık gereğince elbette imkansız olan bir şey bir anda imkana kavuşmamıştır. Bir fiil olumsuzuyla birlikte bir olanağı ortaya koyar, olanaksız belirlenebilir bir yükleme sahip değildir. Hegel Büyük Mantık'ta şöyle ifade ediyor: 'Edimsel olan olanaklıdır...Olanak karşıt olanın da olanaklı olduğunu imler.' (Mantık Bilimi, G.W.F Hegel s.415,416; Aziz Yardımlı; 2008; İdea Yayınevi) Yasada belirtilen 'uygulanmaz' (TCK 43/3) yüklemi anlam derinliğinde uygulanabilirliği dışlayan ve fakat uygulanabilir olanı gerektirir. Yasa fizik alemde imkansız olandan bahsetmemektedir; sadece imkan dahilindeki bir uygulamaya 'izin' vermemektedir. Aksi düşüncedeki kişiler bu kapsamdaki suçlar için değişik mülahazalar geliştirmişlerdir. Örneğin bir kişi birden fazla öldürülemeyeceğine göre yasadaki anlatım bir imkansızlığı ifadeEsas Sayısı : 2014/167 Karar Sayısı : 2015/27 4 etmektedir demektedirler. Oysa yasa koyucu elbette bir kişinin birden fazla öldürülemeyeceğini bilmektedir. Ancak bir kişi çeşitli nedenlerle aynı suç kararı kapsamında birkaç defa öldürmeye teşebbüs edebilecektir. Yargıtay'da hakim olan 'Adam öldürme suçlarında bir kişinin her ayrı teşebbüsü ayrı suç işleme kararıdır' gibi bir karine İnsan Haklarının teminatı fonksiyonunu üstlenmiş çağdaş Ceza Hukukunda yaratılamaz. Nitekim bir yazar şöyle demektedir: 'Bir kişinin öldürülmek istenip suçun kalkışma aşamasında kalmasından sonra yeniden öldürülmek istenmesi veya öldürülmesinde zaten zincirleme suçun oluşması olanaksızdır. Çünkü aynı suç işleme kararından söz edilemez.'(5237 sayılı Yasa kapsamında ceza hukuku genel hükümleri, s.958 Sedat Bakıcı, Adalet Yayınevi, Ankara 2008) Adam öldürme gibi bir suçtaki kast yoğunluğu düşünülürse, çok yakın zaman sürecinde gelişen insan ilişkilerinde insanın her defasında bir başka sebepten suç işleme kararına ulaştığı varsayılamaz. Aynı gün içinde iki defa karşılaştığı hasmını ikisinde de öldürememiş bir kişiye iki defa öldürmeye teşebbüsten iki ayrı ceza terettüp edilip zincirleme suç hükümleri uygulanmazken, bir eve kapattığı mağdura her arzusu kabardıkça birkaç defa cinsel saldırı gerçekleştiren ve kendini tatmin eden sanığa zincirleme suç hükmü uygulanması çelişkidir. Tam aksine cinsel arzu gibi her defasında kaynaklanması gereken somut bir sebebin olmadığı, çok çabuk yenilenen ve çok çabuk tükenen temel bir güdünün zeminine oturan bir suçta her defasında yeni bir suç işleme kararının oluştuğu tereddütsüz söylenebilir zira her arzu atağı cinsel eylemle hemen tükenir. Ama en sosyal uyumsuz kişilerde dahi hemen her sebep ve saikle adam öldürme kararına her defasında ulaşılamaz. Hal böyleyken tabiatı icabı her an suç kararı yenilenebilir cinsel saldırı suçunda fail lehine yorumla tek suç işleme kararına varılabiliyorken adam öldürme suçunda her defasında ayrı suç kararı vardır demek herhangi bir mantık temeline dayanamaz, keyfiliktir. Ceza hukukunda fail aleyhine karineler yaratılamaz. İlle de bir karine yaratılacaksa, bu karine bir mantık ve olabilirlik temeline oturtulmalıdır. İçtihattaki bu algılama, mantığa ve insan tabiatına uymamaktadır. Buna rağmen olanaksızlık yargısı o kadar keskinleşmiştir ki: "Bu itibarla maddenin 3 üncü fıkrası bir yenilik getirmemektedir. Yürürlükten kaldırılması veya yürürlükte olması uygulamayı etkilemeyecektir." denebilmiştir. (5237 sayılı Yasa kapsamında ceza hukuku genel hükümleri, s.959 Sedat Bakıcı, Adalet Yayınevi, Ankara 2008) Zincirleme suç hükümlerinin kasten yaralama suçunda uygulanmaması açıkça çelişkidir. Bir kişinin anlık gelişen bir sebepten dolayı dövüldükten sonra kaçması, izini kaybettirmesinden sonra hasımlarının arayıp bir veya birkaç saat sonra onu bularak birkaç defa daha darp etmeleri varsayımında hangi somut nedene dayanılarak farklı suç işleme kararından bahsedilecektir' Faile rağmen fiil oluşturma gayretinin sonucu olarak, fail kastetmediği halde fiil sayısını arttırmak cezada şahsilik ilkesini ihlal etmek demektir. Cezalandırma bu şekilde kusur zemininden kayacaktır. Ki bu hal de kusursuz ceza olmaz prensibinin ihlali anlamına gelecektir. Tüm bu açıklamalar nazara alındığında; tüm suçlara şamil olması gereken ceza sorumluluğunu teminat altına alan zincirleme suç gibi ortak bir düzenlemede nesnel olmayan ayrımcılık uygulanması hukuk devleti güvencesine, ceza adaletinde eşit muamele görme hakkına da aykırıdır. Anılan nedenlerle 5237 sayılı Yasanın 43. maddesinin 3. fıkrasındaki "kasten yaralama" ibaresinin Anayasaya aykırılığını ileri sürmek ve iptali için itiraz yasa yoluna başvurmak gerekmiştir. HÜKÜM/Gerekçesi yukarıda açıklanan nedenlerle; 1 5237 sayılı Yasanın 43. maddesinin 3. fıkrasındaki "kasten yaralama" ibaresinin bir kısım suçları ayrık tutmak suretiyle ceza sorumluluğunda eşit muamele görme hakkı yönünden nesnel olmayan cezalandırılma siyaseti uygulandığı için hukuki güvence sağlama yükümüEsas Sayısı : 2014/167 Karar Sayısı : 2015/27 5 altındaki Hukuk Devleti ilkesine aykırı olduğundan Anayasa'nın 2. maddesine ve Anayasa'nın 10. maddesine aykırılığı kanaatine ulaşılmakla, 6216 sayılı Yasanın 40. maddesi gereğince itiraz yolu ile Anayasa'ya aykırılığının tespiti ve iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 6216 sayılı Yasanın 40/5. maddesi gereğince keyfiyetin bekletici mesele yapılmasına, 5271 sayılı Yasanın 223/8. maddesi gereğince kamu davasının DURMASINA, Dair durma kararına karşı tefhiminden itibaren 7 gün içerisinde itiraz yasa yolu açık olmak üzere, verilen karar suç müdafi Av. ..., katılan sanık müdafi Av. ... ve katılan sanık ... müdafi Av. ...'ın yüzüne karşı, Cumhuriyet Savcısının huzurunda açıkça okunup, anlatıldı. Yasaya ve usule uygun tefhim olundu."" | 2,100 |
Esas Sayısı : 2009/65 Karar Sayısı : 2011/24 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '197 sayılı Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanununda 5035 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikler sonucu vergileme ölçüleri, oranları ve vergi tarifeleri yeniden düzenlenmiştir. (I) sayılı tarifede yer alan motorlu taşıtlar iki kritere göre vergilendirilmektedir. Bu kriterler motorlu aracın yaşı ve silindir hacmidir. (II) sayılı tarifede yer alan motorlu taşıtlardan; minibüste aracın yaşına, panelvan ve motorlu karavanlar yaş ve silindir hacminin 1900 cm3 aşağı ve yukarı olmasına, otobüs ve benzerlerinin yaş ve oturma yerine, kamyonet, kamyon, çekici ve benzerleri aracın azami toplam ağırlığı ve yaşına göre vergilendirilmektedir. Bu iki tarife karşılaştırıldığında, iki tarifenin de yaş hariç, vergilendirmede esas alınan kriterlerin araçların üretim ve kullanım amaçlarına göre düzenlendiği; binek araçların silindir hacmine göre, ticari olarak yolcu taşıyan araçların koltuk sayısına, yük taşımaya elverişli araçların ise azami ağırlığına göre vergilendirmeye esas alındığı görülmektedir. Vergilendirmede kullanılan bu kriterler dikkate alınarak, arazi taşıtı tanımı ve kavramının Anayasa'ya aykırılık sorunu irdelenmelidir. Arazi taşıtının tanımından, motorlu taşıtın bütün tekerlerinin motordan güç alması aracın arazi taşıtı olarak sayılması için yeterli görülmüştür. Motorlu taşıtın bütün tekerlerinin motordan güç alması halinde aracın sınıfının; otomobil, kaptı kaçtı, minibüs, panelvan, otobüs, kamyon, kamyonet ve çekici olmasına yönelik ayrımın bir önemi kalmamaktadır. Yani diğer bir anlatımla, trafikte teknik belgesine uygun bir şekilde tescil edilmiş motorlu taşıt, (II) sayılı tarifede yer alan bir araç tanımlamasına girse de, eğer bütün tekerleri motordan güç alıyorsa bu araç arazi taşıtı sayılacak ve (I) sayılı tarifeden vergilendirilecektir. Kanun tarafından getirilen diğer bütün tanımlar ve tarife ayrımları yok sayılacaktır. Buna bağlı olarak ta, yolcu ve yük taşımacılığına elverişli olan otobüs ve kamyonet gibi araçlar yüksek silindir hacmine sahip olduklarından (I) sayılı tarifenin de en üst diliminden vergilendirilerek ve araç sahipleri mali güçlerini aşan bir vergi yüküyle karşı karşıya bırakılmaktadırlar. Nitekim, kamyonet olarak tescil edilen ve 4038 cm3 silindir hacmine sahip bir aracın (II) sayılı tarife uyarınca 2007 yılında ödeyeceği vergi 709,00 TL iken, bu aracın bütün tekerlekleri motordan güç aldığı takdirde arazi taşıtı kabul edileceğinden 2007 yılında ödeyeceği vergi ise 11.845,00 TL'dir. Öncelikle, arazi taşıtına getirilen tanım, üretici firmaların aracın zorlu yol koşullarında rahat kullanılabilmesi için geliştirilmiş, aracın daha rahat kullanımına yönelik bir sistemdir. Vergilendirmeye esas alınabilecek nitelikte, aracın kullanım amacında değişiklik yapabilecek, kamyon, kamyonet ve otobüsün otomobil sınıfında vergilendirilmesine esasEsas Sayısı : 2009/65 Karar Sayısı : 2011/24 2 olabilecek nitelikte bir sistem değildir. Bu sistem üretilen bütün modellerde sunulmamakta, aynı marka ve modelin her üretiminde bulunmamaktadır. Kaldı ki 4x4 dediğimiz bütün tekerlekleri motordan güç alan araçlar gibi, aynı marka ve modele ait 4x2 denilen iki tekerin motordan güç aldığı sisteme sahip araçlarda mevcuttur. Yine aynı aracın tekerleri motordan güç olmayan modelleri de üretilebilmektedir. Bu durumda, arazi taşıtı tanımının motorlu taşıtlar vergisi yönünden yol açtığı durumu ihtilafa konu araç modeli üzerinde örnekle açıklarsak; 1 Dodge Marka AS 250 WD açık kasalı kamyonet için 2007 yılında ödenecek motorlu taşıtlar vergisi 709,00 TL'dir. 2 Dodge Marka AS 250 WD 4x2 (iki tekeri motordan güç alan) açık kasalı kamyonet için 2007 yılında ödenecek motorlu taşıtlar vergisi 709,00 TL'dir. 3 Dodge Marka AS 250 WD 4x4 (bütün tekerleri motordan güç alan ve arazi taşıtı kavramına giren) açık kasalı kamyonet için 2007 yılında ödenecek motorlu taşıtlar vergisi 11.845,00 TL'dir. Anayasa'nın 'Vergi ödevi' başlıklı 73. maddesinin birinci fıkrasında, 'Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere malî gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür' denilerek, kamu giderlerini karşılamak üzere ödenen verginin 'malî güce göre alınması' ve 'genelliği' ilkeleri benimsenmiştir. Genellik ilkesi, malî gücü olan herkesin, vergi yükümlüsü olmasını ve ayırım gözetilmeksizin gelir, servet veya harcamaları üzerinden vergi ödemesini gerektirir. Malî güce göre vergilendirme ise, verginin, yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, malî gücü fazla olanın, az olana oranla daha fazla vergi ödemesi gereğini belirtir. 'Malî güç', genellikle 'ödeme gücü' anlamında kullanılmaktadır. Kamu maliyesi yönünden gelir, servet ve harcamalar malî gücün göstergesidir. Verginin, herkesten malî gücüne göre alınması, aynı zamanda eşitlik ilkesinin vergilendirme alanına yansımasıdır. Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan 'yasa önünde eşitlik' ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlayarak yasa karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemek olduğundan, bu ilkenin, vergi yükünün dağılımında gözetilmesi gereken temel bir unsur olduğu kuşkusuzdur. Malî gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan da farklı tutarda vergi alınması vergide eşitlik ilkesinin esasını oluşturur. Bu bağlamda, 73. maddenin ikinci fıkrasında da vergi yükünün adaletli ve dengeli bir biçimde dağılımı öngörülerek eşitlik ve hukuk devleti temelinde maliye politikasının sosyal amacı vurgulanmıştır. Motorlu taşıtlar vergisi, konusu motorlu kara, hava ve deniz taşıtları olan bir servet vergisi niteliğindedir. Servet, genelde ekonomik bir anlam taşır. Ekonomik anlamda servetin vergilendirilmesinde, servetin değerini aşan bir ölçünün hukuk devleti, mali güç ve eşitlik ilkesine uygun olduğu düşünülemez. Trafikte kamyon veya kamyonet olarak tescil edilmiş olan ve yük taşımaya elverişli bulunan araçlara ait motorlu taşıtlar vergisi (II) sayılı tarife üzerinden ödenirken,Esas Sayısı : 2009/65 Karar Sayısı : 2011/24 3 aynı araçların (4x4) özelliği bulunan modellerinin (I) sayılı tarife üzerinden vergilendirilmesi Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırıdır. V.YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ Uygulamada, (II) sayılı tarife üzerinden vergilendirilmesi gereken motorlu taşıtların, arazi taşıtı kabul edilerek (I) sayılı tarife üzerinden vergilendirilmesi sonucu, araç sahipleri araçlarının değerini aşan bir vergi yüküyle karşı karşıya kaldıklarından bu durum telafisi güç ve imkansız zararlara neden olacağından, bu zararların oluşmasını engelleyebilmek için iptal davası sonuçlanıncaya kadar iptali istenilen hükümlerin yürürlüklerinin durdurulması gerekmektedir. HÜKÜM: 18.2.1963 tarih ve 197 sayılı Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanununun 25.12.2003 tarih ve 5035 sayılı Kanunla değişik 2'nci maddesinin 7'nci bendinin; '7 Arazi taşıtı: Karayollarında yolcu veya yük taşıyabilecek şekilde imal edilmiş olmakla beraber bütün tekerlekleri motordan güç alan veya alabilen motorlu araçtır.' ibaresinin, Kanunun 25.12.2003 tarih ve 5035 sayılı Kanunla değişik 5'inci maddesindeki (I) sayılı tarifede yer alan 'arazi taşıtları' ibaresinin Anayasa'nın 2, 10, 11 ve 73'üncü maddelerine aykırı oldukları gerekçesiyle ANAYASA'NIN 152'NCİ MADDESİ UYARINCA İPTALİ VE YÜRÜRLÜKLERİNİN DURDURULMASI HAKKINDA KARAR VERİLMEK ÜZERE DOSYANIN ONAYLI BİR ÖRNEĞİNİN ANAYASA MAHKEMESİ'NE GÖNDERİLMESİNE, bu konuda bir karar verilinceye kadar ve en fazla kararımızın Anayasa Mahkemesi'ne tebliğinden itibaren beş ay süre ile dosyanın geri bırakılmasına, 15.7.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'" | 986 |
Esas Sayısı : 2009/4 Karar Sayısı : 2011/15 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir. 'Dava devam ederken yürürlüğe giren 5737 sayılı Yasa'nın geçici 5. maddesinin davamızda uygulanması muhtemeldir. Bu maddede 'Vakıf şerhleri ile ilgili devam etmekte olan davalarda; diğer kanunlarda yer alan zamanaşımı ve hak düşürücü sürelere ilişkin hükümler bu Kanun açısından uygulanmaz' denilmektedir. Anayasa'nın 10. maddesinde, herkes din, ırk, renk, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı belirtilmiştir. Ancak iptali istenen maddede böyle bir ayrım yapılarak, diğer kişiler açısından uygulanan, zamanaşımı ve hak düşürücü sürelere ilişkin hükümleri vakıf şerhlerinin terkini ile ilgili davalarda uygulanmayacağı belirtilmiştir. Bu durum Anayasa'nın eşitlik ilkesi ile bağdaşmamaktadır.'" | 122 |
Esas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 1 ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde Bir davaya bakmakta olan Mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, Adana İli, Seyhan İlçesi, Kanalüstü Mahallesi 2703 ada 2 parselde kayıtlı taşınmazda 410/33613 pay sahibi davacılara ait taşınmaza davalı idare tarafından kamulaştırmasız el atıldığından bahisle, fazlaya ilişkin dava ve talip hakkı saklı kalmak kaydıyla 10.000,00 TL tazminat ve ayrıca kamulaştırmasız elatma işlemi tarihinden itibaren işleyecek faiziyle ödenmesi ile ilgili dava konusu uyuşmazlığa 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasına eklenen geçici 11. maddesinde belirtilen cümlesi uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama olanağı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasanın Hak arama hürriyeti başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasında, Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunda ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilerek, herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme olanağı sağlanmıştır. Böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir korunma mekanizmasına kavuşturulmuştur. Bir uyuşmazlığı Mahkeme Önüne götürme, Mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Hak arama özgürlüğünün bir gereği olan Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonunda verilen kararın etkili bir şekilde aynen ve gecikmeksizin uygulanmasını da gerektirmektedir. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarım geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması hukuk devletinin asgari gereklerindendir. Bu nedenle, davaya taraf olan kişinin Anayasal güvencelerinin etkin olarak korunması ve hukuka uygunluğunun sağlanması için, idarenin kendisi hakkında karar verebileceği konuyu yargı mercileri önüne uyuşmazlık şeklinde getirebilmesiyle olanaklıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ BaşlıklıEsas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 2 ANAYASANIN 2. MADDESİ; Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru Milli Dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yaran düşüncesi olmaksızın başka bir deyimle yalnızca özel çıkar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamıyacağıdır. Buna göre çıkarılması için kamu yaran bulunmayan bir yasa kuralı Anayasanın 2. maddesine aykırı olur ve dava açıldığında iptali gerekir. (Any.Mah. 22.6.1972, Es.1972/14, K. 1972/34; R.G.11.1.1973). Hukuk devletinin temel unsuru bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu da dahil olmak üzere devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde Kanun Koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır. (Any.Mah. 11.10.1963, Es.1963/124. Ka.1963/243, AMKD.sy.l,sh.429; aynı yönde: Any.Mah.3.7.1986, Es.1963/3, Ka. 1986/15, R.G.10.12.1986 Sayı:19307). Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunları devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan, başka bir deyimle devlet organlarının tüm işlemlerinin bağımsız yargı denetiminden geçirilmesini ve böylece hukuka ve Anayasaya uygun olmalarını sağlayan devlet dermektir. (Any.Mah. 13.1.1977, Es. 1976/45, Ka. 1977/1; AMKD.sy.15.sy.44; R;G.28.3.1978 Sayı: 16242) Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da açıklandığı üzere, hukuk devleti demek, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi, hukuk devleti ilkesinin öteki öğelerinin de güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi, bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah. 27.1.1977, Es. 1976/43,Ka. 1977/14, AMKD.sy. l5,sh.ll7; R.G.21.4.1977 Sayı: 15916). Yasaların üstünde yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu Anayasa ve temel hukuk ilkeleri vardır. Anayasada öngörülen devletin amacı ve varlığıyla bağdaşmayan, hukukun ana ilkelerine dayanmayan yasalar kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır... Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. (Any.Mah. 20.10.1988, Es. 1988/19, Ka. 1988/33; R.G. 11.12.1988, Sayı 20016) tespit ve yorumları bulunmaktadır. Anayasa 2. madde içeriğindeki Hukuk Devlet kavramı açısından bilimsel görüş;Esas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 3 Yürütme işlemlerinin yargısal denetimi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, tek başına hukukun üstünlüğünü ve vatandaşların hukuki güvenliğini sağlamaya yeterli değildir. Çünkü bu denetim, nihayet yürütme işlemlerinin kanunlara uygunluğunu sağlayabilecektir. Oysa kanunların kendisi Anayasaya aykırı olduğu takdirde, vatandaşların Anayasal haklarının çiğnenmesi yine önlenemeyecektir. Şu halde hukuk devletinin tam anlamıyla gerçekleşebilmiş sayılabilmesi için, sadece yürütme organının işlemlerinin kanunlara uygunluğunun değil, yasama işlemlerinin de Anayasa uygunluğunun yargı organlarınca denetlenebilmesi gerekir... Hukuk devleti denilince, ilk olarak yürütmenin hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir. Hukuk devleti bakımından önemli olan nokta, yürütmenin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı organlarınca denetlenip denetlenememesidir. Bu denetim sağlandıktan sonra, denetimi yapan Mahkemenin genel Mahkeme veya İdare Mahkemesi oluşu, hukuk devleti açısından önem taşımaz. Nitekim hukuk devleti, adli idareyi benimseyen Anglo Sakson ülkelerinde olduğu kadar, idari yargıyı benimseyen Kara Avrupası ülkelerinde de mevcuttur. (Özbudun, sh.96 ve) şeklindedir. 2 DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ Başlıklı 5. MADDESİ; Anayasanın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmünü içermektedir. Anayasanın 5. maddesinin gerekçesinde: ...Devletin... milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet, ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracaktır. Ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal devletin görevidir... olarak belirtilmektedir. Anayasa 5. madde içeriğindeki kavramlar açısından bilimsel görüş; 1982 Anayasası, 5. madde ile, devletin amaç ve görevlerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Bu maddede devletin görevleri üç grupta toplanmıştır. 1 Türk milletinin bağımsızlığını ye bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, 2 Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, 3 Kişi hak ve hürriyetleri için sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmak. (Dal,sh. 141) şeklindedir. 3 YARGI YETKİSİ Başlıklı 9. MADDESİ; Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız Mahkemelerce kullanılır. Gerekçe: Yargı yetkisi, fert, hak ve hürriyetleri sorununun ortaya çıktığı günden beri kabul edildiği üzere bağımsız organlar tarafından bağımsız Mahkemelerce yerine getirilecektir.Esas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 4 Anayasanın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uygun işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi unsuru, hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah 2.5.1976, Es. 1976/1, Ka. 1976/8; E.G. 16.8.1976) 4 MÜLKİYET HAKKI Başlıklı 35. MADDESİNDE; Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Gerekçe: Madde, birbirine yakın ve birbiriyle ilgili iki temel hakkı, mülkiyet ve miras haklarını birlikte düzenlemiştir. Bu birlikte düzenleme 18 inci yüzyıldan beri geleneğin sonucudur. Anayasa hem mülkiyet hakkını hem miras hakkını Anayasal bir müessese olarak teminat altına almaktadır. Maddede mülkiyet ve miras haklarının, diğer temel haklan gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlamıştır. Madde bundan sonra mülkiyet ve miras haklarının kamu yararı amacı ile sınırlandırabileceğine işaret etmiş; daha sonra mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Mülkiyet hakkı Devletten önce de var olan bir gerçek olması itibariyle (Maunz Durig Herzog Scholz, Gmudgesetz, Kommentar, Art. 14, N.5) ekonomik ve sosyal haklar arasında değil de, kişinin temel hakları arasında düzenlenmesi düşünebilirse de, Komisyon şimdiki düzenlemenin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması, yine Anayasanın komünizmi, faşizmi ve din temeline dayanan Devlet kurmayı yasaklayan hükümleriyle birlikte karşılaştırılınca, mülkiyetin bu şekilde himayesinin bir ölçüde ekonomik sistem tercihi bakımından da bir gösterge teşkil etmektedir. Kısaca, özel mülkiyetin özellikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, inkar edilmesi de önlenmiştir. Kamu yararına bulunduğu hallerde büyümenin gerçekleşmesi suretiyle toplumunun refahını arttıracağı genellikle kabul edilmektedir. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No.7) Mülkiyeti Anayasa teminatı altına alan bu madde doğrudan devlete hitabetmektedir. Mülkiyetin şahıslara karşı korunması Medeni Kanun ve 5917 sayılı Gayri Menkule Tecavüzün Meni Hakkında Kanun gibi mevzuatla sağlanmaktadır. Mülkiyetin münferit himayesini fert Mahkemelerden ve idareden talep etmektedir. Mülkiyetin müessese olarak güvence altına alınması ise kanun koyucu, başka açıdan Devlet, Anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan Anayasa yargısı, tarafından sağlanacaktır. (MangoIdt Klein I, S. 422)Esas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 5 Mülkiyetin Anayasa teminatı altına alınması kimlerin yararlanacağı ise bir problem doğurmaz. Malik sıfatım taşıyan gerçek ve tüzelkişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Gerçek kişilerin fiil ehliyetlerinin farklı olması sebebiyle bu temel hakkın sahipliği bakımından bir ayırım yapılamaz. Başka deyişle mülkiyete sahip olmak bakımından hiçbir ehliyet ayrımı gözetilemez. Kişinin, şahsiyetini geliştirebilmesinde mülkiyetin, Anayasaca güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü vardır. Çünkü klasikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçası ekonomik şahsiyet olarak adlandırılmaktadır. Anayasanın Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir diyen 16 ncı maddesinin 1 inci fıkrası ile mülkiyet güvencesi getiren 43 üncü madde arasında bu açıdan irtibat vardır. Başka deyişle, mülkiyet hakkım Anayasa teminatı altında tutan 43 üncü madde, 16 ncı maddenin 1 inci fıkrasına nazaran özel hüküm niteliğindedir. Mülkiyetin korunması, hürriyeti de güvence altına alır. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No. 15/16) Mülkiyetin, güvencesi ile ilgili 43 üncü madde, konut dokunulmazlığını güvence altına alan 21 inci madde birlikte uygulanır. 48 inci maddede düzenlenen devletleştirmenin mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması ile çelişir bir yanı yoktur. Bu noktaya yukarıda temas edilmemiştir. Mülkiyetin anayasal güvencesi ile 13 üncü maddedeki temel hakları kötüye kullananların o haklan kaybedecekleri hükmü arasında bir uyumsuzluk bulunmamaktadır. Türk Ceza Kanunundaki müsadere hükümleri ile Anayasanın 30 uncu maddesindeki müsadere hükümleri 13 üncü madde anlamında o hakkın kaybedilmesi değildir. Kanun koyucu 13 üncü maddedeki şartlarda mülkiyet hakkının kaybedilmesinin şartları ve karar verecek mercileri özel bir kanunla düzenleyebilir. Mülkiyet Anayasal güvence altına alınması tek tek menkul ve taşınmaz mallan, para ile değerlendirebilen hakları ve mal varlığını toplu olarak ve tabii olarak üretim araçlarını içeren bir teminattır. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yaran amacıyla sınırlanmasına engel değildir. Ağır vergilendirme, peşin olmayan ödemelerle kamulaştırma ve devletleştirmelerin, mülkiyet güvencesine aykırı düşer. Miras hakkı, mülkiyet hakkının bir devamıdır, özel bir şekildir. Bu nedenle mülkiyet ve miras aynı maddede ardarda düzenlenerek Anayasal güvence altına alınmıştır. Miras hakkının ağır vergilendirme yolu ile muhtevasız hale getirilmesi, mira hakkının ortadan kaldırılması önlenmek istenmiştir. M.G.K. ANY. KOM. DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ: Danışma Meclisince kabul edilen 43 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan Bu haklar, diğer temel haklar gibi AnayasanınEsas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 6 güvencesi altındadır. cümlesi maddeden çıkarılmış ve madde redaksiyona tabi tutulmuştur. Anılan hükmün maddeden çıkarılmasının nedeni, Anayasada sayılan tüm temel hak ve hürriyetler gibi mülkiyet ve miras hakkının da herhangi bir açıklamaya gerek olmaksızın Anayasanın güvencesi altında olmasıdır. Kaldı ki, diğer temel hak ve hürriyetler için ilgili maddelerinde bu kurala yer verilmemiştir. Mülkiyet ve miras haklarının önemi ve Türk toplumunun köklü gelenekleri göz önünde tutularak bu haklar ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir hükmü aynen korunmuştur. Metindeki bu ancak ibaresi sınırlayıcı nitelikte görülmemiş, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddede belirtilen genel sınırlama sebeplerinin tümü anılan 13üncü maddenin son fıkrasında yer alan açık hükümlere göre, bu haklar bakımından da geçerli olduğundan, maddede yer alan bu hüküm, sınırlama sebepleri arasında öncelikle uygulanabilecek bir sebebi belirtir nitelikte kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin değişik kararlarında çağımızda mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Toplum yaran ise, yerine göre mülkiyet hakkının tümüyle kişinin elinden alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Anayasada kamulaştırma ve devletleştirme kurumlan düzenlenmiştir. (Any.Mah.19.2.1985, Es.1984/15, ka.1985/5, R.G. 11.6.1985 Sayı:18781) Anayasa, 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkına, ekonomik haklar arasında değil, kişi haklan arasında yer vermiştir. Bu değişiklik, Anayasanın Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmesi sırasında oluşmuştur. Mülkiyet hakkı, devletten önce var olan, devlete karşı da korunması gereken, kişi haklan ağır basan haklardan sayılmıştır. (Gözübüyük, sy.156) 1961 Anayasası mülkiyet hakkım sosyal ve ekonomik haklar arasında düzenlemişti. Bu bir yerde mülkiyete değişik yorumlarla, mahiyetinden değişik yaklaşmalara neden olabiliyordu. 1982 Anayasası mülkiyet hakkını kişinin haklan bakımından değeri olan bir hak değil, ferdi niteliği ve tabii haklar arasında oluşu yeniden vurgulanmıştır... Anayasa mülkiyet hakkını özel mülkiyet olarak düşünmüştür. Bu mülkiyet anlayışı, teşebbüs serbestisini üretim vasıtaları üzerindeki özel mülkiyeti de ihtiva etmektedir. Bu nedenle faşişt, komünist veya dini esaslara dayanan bir sistem tercihi Anayasanın diğer hükümleri ile olduğu kadar mülkiyet hakkındaki hükümleri ile de mümkün değildir. 5 HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. MADDESİNDE; Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünden davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSUNUN VE UYGULAMASI BULUNAN YASA MADDESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi yönünden Yasanın uygulanması açısından 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 6745 sayılı Yasanın 34. maddesiyle 20/08/2016 günü kabul edilen maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir. yasalEsas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 7 hükmünün bu kısmının süre belirtmek gerekirse uyuşmazlığımızı da etkileyecek şekilde 2021 yılma kadar dava açılmasının Önlenmesine yol açtığı, bu nedenle dava konusuna uygulanacak Yasanın değerlendirilmesi devletin yükümlülükleriyle bağdaşmamaktadır. Anayasa 5. madde yönünden; yasal düzenlemelerin hukuk devletinde adaletli ve adaletin yerine getirilmesi açısından başvuru yollarını sınırlayıcı düzenlemelerde Yasa koyucu tarafından kaçınılması gerekliliğini öngörmektedir. Anayasa 9. madde yönünden; yargı yetkisinin kullanılamaması genel hukuk ilkelerine göre uygun olmayan sınırlamalar dışındaki bir uygulamanın kabul edilmediği sonucu bulunmaktadır. Anayasa 35. madde yönünden; Açık bir biçimde mülkiyet hakkının özüne dokunulması ve bu hususta denge gözetilmeden kişi haklarına aykırılığın oluşturulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Anayasa 36. maddesi yönünden; idari itiraz veya dava yolu tanımadan önlenmesine yol açıcı yasal düzenleme getirilmesi nedeniyle Anayasanın bu hükmüne aykırılık mevcuttur. Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün Mülkiyetin korunması başlıklı 1. maddesinde, Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. düzenlemesi yer almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), mülkiyet hakkı ihlali iddialarıyla açılmış olan, Hakan Arı Türkiye, Hüseyin Kaplan Türkiye davalarında Mahkeme, imar planında kamusal kullanıma ayrılan ve kullanımı kısıtlanan taşınmazların yukarıda sözü edilen hukuki düzenlemeler sonucunda, kamu yararının gerekleri ile temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini irdelemiştir. Kararlarda, ilgililerin imara açık taşınmazlarında inşaat ruhsatı elde etme haklarının meşru haklan olduğu, oysa bu nitelikteki taşınmazların imar yasağına tabi tutulması sonucunda mülkiyet hakkının akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiği ve mülkiyet hakkından yararlanmanın engellendiği sonucuna ulaşmıştır. SONUÇ : Dava konusu kamulaştırmama nedeniyle tazminat isteminin; uzun yıllar sonuç alamamasına neden olan yasal düzenlemeyle mülkiyet hakkının kullanımının kısıtlanmasıyla beraber tamamiyle kurumların insiyatifıne bağlı olarak bir gelişme gösterdiği Anayasaya aykırılık yönündeki itiraz konusu kısımla beraber 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda 20/08/2016 gün 6745 sayılı Yasayla satınalma usulü başlıklı 8. maddesi ek madde 1 (... yapılacak ödemelerin toplam tutarının idari olarak ayrılan ödeneğinin toplamını aşması halinde, ödemeler, en fazla 10 yıl da ve geçici 6. maddenin 8. fıkrasına göre yapılır, kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti başlıklı geçici 6. maddesindeki hükümler özellikle son fıkra Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez beraber değerlendirildiğinde taşınmazın kısıtlılığı hatta kullanılamaz hale getirdiği açıktır.Esas Sayısı : 2017/72 Karar Sayısı : 2017/54 8 Kamu hizmetinin yürütülmesi toplum yararı ile kişilerin maddi ve manevi menfaatleri arasındaki dengenin gözetilmesinde kamu hizmetinin verimliliğinin ön planda tutulması mutlak olmakla beraber bu dengenin tamamiyle bir taraf yönünde gözetilmemesi sonucunu doğurmaması gerekliliği kamu vicdanı ve adalet açısından zorunluluktur. Bu bağlamda kurumların kamu hizmeti nedeniyle imar planlarında bir kısım taşınmazları kısıtlaması gerekliliği kişilerin toplum yararına bu menfaatlerinden vazgeçmesinde toplum düzeninin oluşmasındaki mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmesinin mülkiyet sahipleri açısından da en azından tazmini gerekeceği tabi olmakla bu dengeyi gözeten ve hak arama özgürlüğünü yıllara yayılı olarak ortadan kaldırmayan mevzuat hükümleri getirilmesi kurumların sonuç itibariyle de taşınmazın mülkiyetini uhdelerine de aldığı düşünüldüğünde Anayasaya aykırılık teşkil ettiği görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulması gerektiği sonucuna varılmıştır. HÜKÜM : Açıklanan nedenlerle, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasanın geçici madde 11in Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır. ibaresinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 5 9 35 ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali istemi ilgili Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleri ile onaylı suretlerinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte, Anayasa Mahkemesine sunulmasına bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine karardan bir suretinin taraflara tebliğine 16/11/2016 günü karar verildi. | 3,048 |
Esas sayısı:1980/48 Karar sayısı:1980/41 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtirazda bulunan Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesinin Anayasa'ya aykırılık savının gerekçesi şöyledir: "Mahkememizce Sıkıyönetim bölgesi dışında işlenen suçlar bakımından mevcut yasa kurallarına göre Sıkıyönetim mahkemelerinin hangi hallerde madde itibariyle yetkili olabileceği irtibat hal dışında dahi, Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin görevli sayılabilmesine yol açan yasa kurallarının Anayasaya ve Hukukun Temel ilkelerine uygunluk derecesinin tartışılmasında ve bu hususta özellikle Anayasa Mahkemesinin yol gösterici yorum ve görüşünün alınmasında zaruret görülmüştür. Gerçekten: 1402 sayılı Kanunun 1728 sayılı Yasayla değişik 13 üncü maddesi hükmüne göre (Sıkıyönetim ilânına sebep olan suçları, Sıkıyönetim ilânından evvel işlemiş olanlara, Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin el koyduğu herhangi bir suçla umumi ve müşterek gaye içerisinde irtibatlı bulunan suçları işleyenlerin davalarına, suç, Sıkıyönetim Bölgesi dışında işlenmiş olsa dahi Sıkıyönetim Askerî Mahkemesinde bakılır.) Şu halde öncelikle, (Sıkıyönetim ilânına sebep olan suç) kavramının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Siyasal ve ideolojik amaçlı suçlar, bunun yanında şiddet eylemi niteliğindeki suçlar, her zaman ve her yerde işlenebilecek suçlardandır. Bu hali ile bu suçlar Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerini ilgilendirmezler. Zira bu kabil suçlar ancak belirli bir bölgede yaygınlık kazanmaları dolayısıyla, vahamet arzetmeleri sebebiyle, sözü geçen belirli bölgede T.C. Anayasasının 124. üncü maddesi uyarınca sıkıyönetim ilânına sebep olabilirler. Bu sebeple örneğin siyasal ve ideolojik amaçla adam öldürme suçu, Sıkıyönetim bu gerekçe ile ilân edilmiş ise, Sıkıyönetim idaresi altında bulunan A ili içinde sıkıyönetim ilânına sebep olan suçlardan sayılabilir ise de; tersine, aynı mahiyetteki suç sıkıyönetim idaresi altında bulunmayan B ili içinde izlendiği takdirde sıkıyönetim ilânına sebep olan suç kavramı içinde mütalâa edilemez. Bu sebeple, olayımızda olduğu gibi, Van ilinde işlenen siyasal amaçlı adam öldürme suçu kuşkusuz, bir şiddet eylemi ise de, sıkıyönetim ilânına sebep olan suçlardan sayılamaz. Zira, öyle olsaydı, suç tarihinde veya daha sonra, Van ilinde de sıkıyönetim ilân edilmiş olmak gerekirdi. Mesele, aslında çok geniş bir alanda örgütlü olarak işlenen suçlarla ilgili soruşturma ve davaları birleştirilerek, soruşturma ve davaların bütünlüğünün sağlanması suretiyle daha sağlıklı ve doğru bir sonuca ulaşılması amacını güden irtibat haline ilişkin yasa kurallarının, bu amacı aşar şekilde yorumlanmasından doğmaktadır. Oysa, sıkıyönetim olağanüstü bir idaredir. Belirli bir mülki sınır ile kısıtlıdır. Bu bölge içinde sanıklar, askerî mahkemelerce ve savaş hali hükümlerine göre muhakeme edilmektedirler. Şu halde nerede işlenmiş olursa olsun bazı suçlar herhalde sıkıyönetim ilânına sebep olan suç kavramı içinde düşünülerek bu suçların davalarına Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde bakılır, yahut, Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde görülmekte olan bir dava ile birleştirilmesinde fayda bulunan davalar dışında, umumî ve müşterek gaye içinde irtibat kavramı sınırsız şekilde geniş düşünülerek, bu sınır içine alınan bütün suçlar da Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin görevi içine dahil edilirse, o zaman bütün yurtta fiilen sıkıyönetim ilân edilmiş olacağının netice olarak kabul edilmesi gerekir. Böyle birEsas sayısı:1980/48 Karar sayısı:1980/41 2 sonuç ise, kuşkusuz, Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin yetkilerinin, tabii hakim ilkesine ve kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olarak genişletilmesi sonucunu doğurur. Esasen bilindiği gibi, belli bir Sıkıyönetim Askerî Mahkemesinde görülmekte olan bir davaya irtibat hali dışında, sıkıyönetim bölgesi dışında işlenmiş suçlar için konulmuş bir yetki kuralı dahi bulunmamaktadır. Örneğin işbu davada Van Ağır Ceza Mahkemesinin hangi yasa kuralına istinaden dava dosyasını, (Şayet Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi görevli kabul edilse bile) Elazığ Sıkıyönetim Askerî Mahkemesine değilde, Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Mahkemesine gönderdiği belli değildir. Anayasa Mahkemesince 1402 sayılı Kanunun 13 üncü maddesindeki yetki kuralları yukarda arz edilen şekilde mahkememizce düşünüldüğü gibi yorumlanarak netice itibariyle mahkememizin bu davada esasen görevli olmadığı belirtilip, başvurumuz, mahkememizin bu sebeple yetkili olmadığı gerekçesi ile reddedildiği takdirde sorun aydınlığa kavuşmuş olacaktır. Ancak, mahkememizin görevli sayılması halinde de, mahkememizce öne sürülen aynı gerekçeler karşısında, sonuç olarak siyasal veya ideolojik amaçla işlenmiş her suçu, sıkıyönetim bölgesi dışında dahi işlenmiş olsa, Sıkıyönetim Askerî Mahkemesinin görev ve yetkisi içine sokma sonucunu doğuran yasa kuralları, kanunî yargı yolu ilkesine, kanun önünde eşitlik ilkesine ve sıkıyönetim idaresinin olağan üstünlüğü itibariyle anlamına, amacına ve sınırlı olması gerekliliğine aykırı olduğundan, 1402 sayılı Kanunun 1728 sayılı Kanunla değişik 13 üncü maddesinin başlangıcında yer alan, (Sıkıyönetim ilânına sebep olan suçları sıkıyönetim ilânından evvel işlenmiş olanlarla) ibaresinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması zorunluluğu doğmuştur. Tereddütleri gidermek bakımından bir hususun daha açıklanmasında fayda görülmüştür. Sözü geçen ibare iptal edildiği takdirde, 1402 sayılı Kanunun 15 inci maddesinde sayılan suçlardan olmayan ve fakat bugünkü Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin asıl görevini teşkil eden bazı suçlara, 1402 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinde yer alan sıkıyönetim ilânına sebep olan suç kavramı içinde yer verilmek suretiyle Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde bakılmaktadır. İptal halinde bu olanak kalmayacaktır. Ancak, bu durum yine hatalı yasal düzenlemenin sonucu olmaktadır. Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin asıl görevini zaten sıkıyönetim ilânına sebep olan suçlar teşkil edeceği, bunun yanında bir mahkemenin belli suçlar bakımından görevi saptanırken suç tarihine göre bir kural konulamayacağı halde, 1402 sayılı Kanunun 15 inci maddesindeki yasa kuralları düzenlenirken bu hususlar dikkate alınmayarak, asıl görev maddesi noksan bırakılmıştır. Bu maddenin, 13 üncü maddedeki hükmün iptali halinde yeniden düzenlenebilmesi bakımından yasama organına süre tanınması ve bu suretle bir iptal kararı verilmesi kuşkusuz doğacak boşluğu önleyecektir."" | 796 |
Esas Sayısı : 2013/44 Karar Sayısı : 2013/59 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '' Anayasa Mahkemesi'nin yerleşmiş hukuk devleti tanımına göre; hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi idari yaptırımlar açısından da Anayasa'ya ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla hangi eylemlerin kabahat sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, yaptırımın ağırlaştırıcı ve hafifleştirici nedenlerinin belirlenmesi gibi konularda kanun koyucu takdir yetkisine sahiptir. Deyiş yerinde ise, bu ceza siyasetine ilişkin bir meseledir. Devletin kendi kurallarını, farklı hukuk dallarına ait kurallarla düzenleme hakkı vardır(KUHNE, Hans Heiner; İdari Ceza Hukuku Sempozyumu, Seçkin Yayınevi, Ankara 2009, s. 112). Anayasa Mahkemesinin son yıllardaki yerleşik ve doktrinde kabul görmüş uygulamasına (15/03/2012 tarih ve 2011/105 Esas 2012/38 Karar Sayılı; 20/10/2011 tarih ve 2010/28 Esas, 2011/139 Karar Sayılı; 29/11/2012 tarih ve 2012/106 Esas, 2012/190 Karar Sayılı Kararları) göre, Anayasa'nın 38. maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından idari para cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tâbidir. Öğretide Anayasanın 38. maddesinin 'kabahat' türünden olan cezalar yönünden uygulanmayacağını düşünen yazarlar dahi 'cezaların kişiselliği' kuralının kabahatler yönünden de uygulanması gerektiğini belirtmişlerdir(SANCAKDAR, Oğuz; İdari Ceza Hukuku Sempozyumu, Seçkin Yayınevi, Ankara 2009, s.83). Başka ve daha açıklayıcı bir deyişle, bu konuda gerek uygulamada gerekse de öğretide fikir birliği vardır. Adli ceza yaptırımları gibi şüphesiz kabahatler de kişi hak ve özgürlükleriyle ilgilidir. XIV. Uluslararası Ceza Kongresinin İdari Ceza Hukuku ile ilgili kabul ettiği ilkelerden birisi de 'İdari Ceza Hukukuna ilişkin suçlarda Ceza Hukuku müeyyideleri gibi, kanunilik ilkesine uyularak belirlenmelidir'. Avrupa Konseyi Bakanlık Komitesi idari yaptırımlarla ilgili olarak yayınladığı tavsiye kararında idari cezaların da kanunla konulması zorunluluğundan bahsetmiştir. Anayasa'nın 38. maddesinin birinci fıkrasında, 'Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz.'; üçüncü fıkrasında, 'Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.' denilerek suçun ve cezanın kanuniliği esası benimsenmiş; yedinci fıkrasında ise ceza sorumluluğunun şahsi olduğu belirtilerek herkesin, kendi eyleminden sorumlu tutulacağı, başkalarının suç oluşturan eylemlerinden dolayı cezalandırılamayacağı, başka ve hukuki bir deyişle objektif sorumluluk esaslarına göre kimseye bu anlamda yaptırım uygulanmayacağı kabul edilmiştir. Vatandaşların özgürlüklerinin sınırlarını kanunla göstermekle beklenilen bütün faydalar suç sayılan hareketlerin de kanunla gösterilmesini gerektirmektedir. Bu suretle suçEsas Sayısı : 2013/44 Karar Sayısı : 2013/59 2 sayılan hareketin tespitinde keyfi ve sübjektif davranılmasının önüne geçilebilir. Bunların açık olarak gösterilmesi suretiyle de vatandaşların yasak hareketlerden çekinmeleri sağlanmış olacaktır. Bu ilke, insanlık tarihinde oldukça uzun bir süreçten sonra kabul edilmiştir. Hiçbir kanunun suç olarak kaydetmediği fiillerden dolayı kimse cezalandırılamaz. Belli bir tarihsel süreçten sonra bütün medeni ülkelerin ceza kanunlarına ve anayasalarına giren bu ilke İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve daha sonra da Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesine de girmiştir. Bu ilke sayesindedir ki, vatandaşların keyfi olarak cezalandırılmasının önüne geçilmiş, yasak edilen fiillerin önceden gösterilmesi ile suç işlemekten kendilerini alıkoymaları sağlanmıştır. (TOSUN, Öztekin 'Suçların Kanuniliği Prensibi Aleyhindeki Cereyan', İÜHFM, C. XXVII, S. 1 4, 1962, s.46 47) Bu maddede belirtilen 'kanunilik ilkesi'; suçların kanunla tespiti, cezaların da kanun tarafından belirlenmesi, kişilerin yasak eylemleri önceden bilmelerini sağlayarak hareketlerini düzenleme imkânını tanınır. Bu ilkenin bir parçası olan 'ceza sorumluğunun kişiselliği'ne göre ise de, ancak kanunla yapılan düzenlemeler sayesinde, kişiyi işlemiş olduğu fiilden dolayı kusurlu saymak mümkün olabilir. Öte yandan, 'kişisellik kuralı' gereğince kişi kendi kusurlu eyleminden sorumlu tutulur. Başka bir anlatımla, bu ilkeye göre; kişinin, kusurlu sayılan iradi hareketiyle nedensel bağı bulunan hukuka aykırı fiil neticesinden sorumlu olması gerekir. 'Objektif sorumluluk', 'istenmeyen neticeten sorumluluk', 'salt irade nedeni ile sorumlu türleri' 'kişisellik kuralı' ile çelişir ve Anayasaya aykırı olur. Anayasamızda ceza sorumluluğunun 'cezaların kişiselliği' vurgulanarak ancak kusurlu hukuka aykırı eylemden sorumluluk doğabileceği belirtilmiştir. (ÖZEK, Çetin; 1997 Türk Ceza Yasası Tasarısına İlişkin Düşünceler, İ.Ü.H.F.M., Prof.Dr.Hıfzı Veldet VELİDEDEOĞLU'na Armağan Sayısı, 1998, s. 31.) İptali talep edilen kuralda, trafik kurallarına aykırı hareket edilen ancak sürücüsü tespit edilemeyen durumlarda, tescil plakasına ceza tutanağı düzenleneceği belirtilmiş, araç sahibinin kusurunun bulunup bulunmadığı, o esnada aracı süren kişi olup olmadığı, aracı trafik kurallarına aykırı olarak kullanan kişiye bilerek verip vermediği, aracın üçüncü kişilerce sahibinin rızası ile alınıp alınmadığı değerlendirilmeden, idare tarafından yaptırım uygulanmaktadır. Bu durum ise, yukarıda uzun uzadıya açıkladığımız ve ilkel ceza hukukunun kalıntılarından olan 'başkasının fiilinden sorumlu olma' anlamına geleceği açıktır. Fiilsiz suç olmaz ilkesi de gözetildiğinde talep konusu kuralda, tescil plakasını sahibinin hangi eyleminin suç sayıldığı açık bir şekilde gösterilmediği gibi (kanunilik ilkesine aykırılık) plaka sahibi ile suç arasında illiyet bağının ne surette oluştuğu da belli değildir. Deyiş yerinde ise, iptali talep edilen madde ile, idare kendi üzerine düşen ispat külfetinden kurtarılarak ispat yükü ters çevrilmek suretiyle vatandaşların yargı organları önünde kusurlu bir fiil işlemediklerini (masumiyetlerini) ispata zorlandığı anlaşılmaktadır. Bir 'kanun devleti'nde görülebilecek ve fakat 'hukuk devleti'nde olmaması gereken vatandaşların etiketlenmelerine (lekelenmelerine) sebep olacak bu hükmün Anayasamızın 2 ve 38. maddelerine aykırı olduğu açıktır. Bu nedenlerle; 13.10.1983 günlü, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 116. maddesinin birinci fıkrasının 'Trafiği tehlikeye düşürecek, engel olacak şekilde veya yasaklanmış yerlerde park etmiş araçlara veya trafik kural ve yasaklarına aykırı davranışları belirlenmiş bulunan, karayolları ağırlık kontrol mahallerinde işaret, ışık, ses veya görevlilerin ikazına rağmen tartı sistemine girmeden seyrine devam eden ve sürücüsü tespit edilemeyen araçlara tescil plakalarına göre ceza veya suç tutanağı düzenlenir.' hükmünün, Anayasa'nın 2 ve 38. maddesine aykırı olduğu kanısına varılarak iptali için Yüksek Mahkemenize başvurmak gerekmiştir.Esas Sayısı : 2013/44 Karar Sayısı : 2013/59 3 Açıklanan nedenlerle, 1 2709 Sayılı 1982 Anayasasının 2 ve 38 nci maddelerine aykırılık teşkil ettiği değerlendirilen, 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 116/1. maddesinin iptali için Anayasanın 152. ve 6216 Sayılı Kanunun 40. maddeleri gereğince ANAYASA MAHKEMESİ'NE BAŞVURULMASINA, 2 Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 3 Anayasaya aykırılığın değerlendirilmesi için, gerekçeli başvuru kararının aslı, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneği ve dava dilekçesi ile dosyanın diğer ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin (Anayasa Mahkemesinin 15.09.2009 tarih ve 145/1170 Sayılı yazısı dikkate alınarak UYAP Doküman Yönetim Sistemi üzerinden) ANAYASA MAHKEMESİ'NE GÖNDERİLMESİNE, 4 1982 Anayasasının 152/3. maddesinin amir hükmü gereğince dosyanın Anayasa Mahkemesine gelişinden başlamak üzere 5(beş) ay içerisinde karar verilmesinin beklenilmesine, bu süre içerisinde karar verilmezse davanın yürürlükte Kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, Dair; yapılan inceleme sonucunda karar verildi.'" | 1,032 |
Esas sayısı:1969/64 Karar Sayısı:1969/69 1 "... Mahkemenin gerekçesi özeti: Önceleri sorgu hâkimliği görevi, yeterli hukuk bilgisi bulunmayan mahkeme başkâtiplerine de gördürülebiliyordu. Bu gün ise bu görevi yerine getirenler meslekten yetişmiş hâkimlerdir. Sorgu hâkimleri ,sorgu hâkimliği görevinin yanı sıra öteki hâkimlere ilişkin işleri de yürütmektedirler. Sorgu hâkimleri ile öteki hâkimler arasında nitelik ve nicelik bakımından hiç bîr fark yoktur. Hâkimlerin verdikleri kararlar, ancak kanun yollarına başvurularak denetlenebilir. Oysa Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 124/2. maddesinde yer alan usul bir kanun yolu değildir. Sorgu hâkiminin kararını asliye ceza hâkiminin onamaması, sorgu hâkimine vicdanî kanısına uymayan bir karar verme zorunluğunu yüklediği için söz konusu 124. maddenin ikinci fıkrasının Anayasa'nın 132. maddesine aykırılığı açıktır." | 109 |
Esas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 1 Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 7. Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi başlıklı 152 nci maddesinde; Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40 ıncı maddesinde ise; (1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. (3) Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. (4) Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvuruları, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir. (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. Esas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 2 hükümlerine yer verilmiş ve 6085 sayılı Sayıştay Kanununun Daireler başlıklı 23 üncü maddesindeki; Bir başkan ile altı üyeden kurulu daireler birer hesap mahkemesidir. Daireler, bir başkan ve dört üye ile toplanır, hüküm ve kararlar oy çokluğuyla verilir. hükmü ile de Sayıştay Dairelerinin birer mahkeme olduğu açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla, Sayıştay Daireleri de yargılama sırasında uygulayacağı bir kanun veya kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasaya aykırı görür veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, o hükümlerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkilidir. Bu çerçevede, Mesleki Yeterlilik Kurumu 2014 yılı Ek Yargı Raporunun 1 10 uncu maddelerinin Dairemizde görüşülmesinde; Raporu hazırlayan Denetçi tarafından; 1 inci maddede; mali ve sosyal haklar bakımından 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında bulunan Kurum personeline, ilave tediye ödenmesi nedeniyle söz konusu bent ile öngörülen aylık azami ödeme sınırının aşılması sonucu 124.449,79 TL, 2 nci maddede; 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanununun Mali haklar başlıklı 25 inci maddesi uyarınca Yönetim Kurulunun Kararı ve Genel Kurulun Onayı ile; devlet memurlarına yapılan zamların Kurum Başkam ücretine aynen, diğer personel ücretlerine ise belli oranlarda yansıtılması öngörülmüş olmasına rağmen, Kamu Görevlilerinin Geneline ve Hizmet Kollarına Yönelik Mali ve Sosyal Haklara İlişkin 2014 ve 2015 Yıllarım Kapsayan 2. Dönem Toplu Sözleşmedin 20 nci maddesinde belirlenen seyyanen zammın Kurum Başkam dışındaki personele de oranlama yapılmadan aynen ödenmesi sonucu 34.402,36 TL, 3 üncü maddede; mali ve sosyal haklar bakımından 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında bulunan Kurum personeline, fazla çalışma ücreti ödenmesi nedeniyle söz konusu bent ile öngörülen aylık azami ödeme sınırının aşılması sonucu 1.320,90 TL, 4 üncü maddede; 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesinde; Kurum Başkanı dahil tüm personelin ücret, mali ve sosyal haklan toplamı için öngörülen üst sınırın bakanlık genel müdürüne yapılan ödemeler toplamı olmasına karşın söz konusu maddenin vermiş olduğu yetki çerçevesinde alınan Yönetim Kurulu Karan ile bahsi geçen üst sınırın Bakanlık Genel Müdürünün Ocak ayı geliri şeklinde sabitlenerek Genel Müdüre yapılan ödemelerde gelir vergisi dilimindeki değişiklikten kaynaklanan azalmaların dikkate alınmaması, Ayrıca, Kurum Başkanına ödenen maaş, ilave tediye ve fazla çalışma ücretleri toplamının gerek anılan Kanun maddesi gerekse Yönetim Kurulu Karan ile öngörülen aylık sının aşması, sonucu 43.738,12 TL, 5 inci maddede; mali ve sosyal haklar bakımından 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesi kapsamında bulunan Kurum personeline, ilave tediye ödenmesi nedeniyle söz konusu maddenin vermiş olduğu yetki çerçevesinde alman Yönetim Kurulu Kararıyla öngörülen ücret tavanının aşılması sonucu 12.231,86 TL,Esas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 3 6 ncı maddede; mali ve sosyal haklar bakımından 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesi kapsamında bulunan Kurum personeline, fazla çalışma ücreti ve ilave tediye ödenmesi nedeniyle söz konusu maddenin vermiş olduğu yetki çerçevesinde alman Yönetim Kurulu Kararıyla öngörülen ücret tavanının aşılması sonucu 22.455,20 TL, 7 10 uncu maddelerde de; mali ve sosyal haklar bakımından 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesi kapsamında bulunan Kurum personeline, ilave tediye ödenmesi nedeniyle söz konusu maddenin vermiş olduğu yetki çerçevesinde alman Yönetim Kurulu Kararıyla öngörülen ücret tavanının aşılması sonucu sırasıyla 83.240,29 TL, 103.455,21 TL, 85.182,99 TL ve 20.545,74 TL, kamu zararına neden olunduğunun iddia edildiği, Söz konusu iddialara ilişkin olarak Sorumlularca gönderilen ortak mahiyetli yazılı savunmalarda ise özetle; Kurum personelinin, işçi statüsünde olup 4857 sayılı İş Kanunu, 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile 6772 sayılı Devlet ve Ona Bağlı Müesseselerde Çalışan İşçilere İlave Tediye Yapılması ve 6452 sayılı Kanunla 6212 sayılı Kanunun 2 nci Maddesinin Kaldırılması Hakkında Kanunun kapsamında bulunduğu, Anayasa ve Kanun tarafından verilmiş olan yetki çerçevesinde işçi ve işveren sendikası arasında toplu iş sözleşmesi görüşmeleri yapılarak anlaşmazlık çıkan bazı maddeler için Yüksek Hakem Kuruluna başvurulduğu ve anılan Kurul Kararıyla söz konusu maddelerin belirlendiği, Kamu zararına sebebiyet verildiği iddia edilen ilave tediye, fazla çalışma ücreti ve seyyanen zam ödemelerinin de hem Yüksek Hakem Kurulu Kararıyla belirlenen Toplu İş Sözleşmesi maddelerine hem de düzenlendikleri Kanunlara uygun olarak yapıldığı, Yüksek Hakem Kurulu kararlarının gerek Anayasa gerekse 6356 sayılı Kanun uyarınca kesin ve toplu iş sözleşmesi hükmünde olup tarafları bağlayıcı niteliği bulunduğu, 4857 sayılı İş Kanununun 102 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi uyarınca da toplu iş sözleşmesinden doğan ücret ödemelerini süresi içerisinde kasten ödemeyen veya eksik ödeyen işveren, işveren vekili ve üçüncü kişiye her işçi ve her ay için idari para cezası uygulanacağı hüküm altına alındığından; gerek 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin vermiş olduğu yetki çerçevesinde Yönetim Kurulunca belirlenen gerekse 375 sayılı KHKnın ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde öngörülen mali ve sosyal haklar sınırlamasının kanunlardan ve toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan ödemeler için uygulama kabiliyetinin bulunmadığı, Zira, Kurumun 2013 yılı hesabına ilişkin olarak Sayıştay Temyiz Kurulunca verilen 09.02.2016 tarihli ve 41453 tutanak nolu Kararda kısaca; Anayasanın 54 üncü ve 6356 sayılı Kanunun 51 inci maddeleri çerçevesinde kesin ve toplu iş sözleşmesi hükmünde olan 09.09.2013 tarihli ve E:2013/118, K:2013/156 sayılı Yüksek Hakem Kurulu Kararının uygulanması nedeniyle ilgililere sorumluluk yüklenemeyeceğinin belirtilmiş olduğu, Yine Sayıştay Temyiz Kurulunun bazı kararlarında; kanunlarla çalışma şartlan konusunda getirilen hükümlerin mutlak değil nispi emredici hukuk kuralları olup hizmet sözleşmeleri ve özellikle de toplu iş sözleşmeleriyle kanun hükmüne nazaran daha çok işçi lehine hükümler getirilmesi halinde kanun hükmü yerine toplu iş sözleşmesindeki hükümlerinEsas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 4 uygulanması gerektiği, söz konusu durumda toplu iş sözleşmesindeki ilgili hükümlerin kanunlara aykırılığından söz edilemeyeceği ve esasen Anayasanın 53 üncü maddesinde kaynağım bulan toplu iş sözleşmesi özerkliği ya da toplu iş sözleşmesiyle düzenleme yapabilme yetkisi denilen kavramların işlevi ve içeriğinin de bu olduğu hususlarına değinildiği, Ayrıca, 375 sayılı KHKnın bahsi geçen maddesinin Anayasanın 10, 49, 53, 54 ve 55 inci maddelerine aykırılık teşkil ettiği, şeklinde ifadelere yer verildiği, tespit edilmiş ve duruşmaya katılan Sorumlu tarafından ayrıca 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması yönünde sözlü talepte bulunulmuş olup, gerek söz konusu Denetçi iddiaları ile savunmalar gerekse dosyada mevcut bilgi ve belgeler; ilgili mevzuat çerçevesinde değerlendirilmiştir. 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanununun; Mesleki Yeterlilik Kurumu başlıklı 3 üncü maddesinde; Bu Kanunla kendisine verilen görevleri yerine getirmek ve Kanunda belirtilen hususlar dışında özel hukuk hükümlerine tâbi olmak üzere, kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip ve özel bütçeli Mesleki Yeterlilik Kurumu kurulmuştur.... Personelin atanma şartlan ve statüsü başlıklı 24 üncü maddesinin birinci fıkrasında; Kurum hizmetleri is mevzuatı hükümlerine göre istihdam edilen uzman yardımcısı, uzman ve diğer personel eliyle yürütülür. ve yedinci fıkrasında; Kurum personeli, emeklilik ve sosyal güvenlik yönünden 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendine tabidir.... hükümlerine yer verilmiştir. Dolayısıyla, Kurum personeli, 4857 sayılı İş Kanunu hükümlerine tabi olarak sürekli işçi statüsünde istihdam edilmekte ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun Sigortalı sayılanlar başlıklı 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan; Hizmet akdi ile bir veya birden fazla işveren tarafından çalıştırılanlar kapsamında sigortalı kabul edilmekte olup bu bağlamda da; amacı işçi ve işveren sendikaları ile konfederasyonların kuruluşu, yönetimi, işleyişi, denetlenmesi, çalışma ve örgütlenmesine ilişkin usul ve esaslar ile işçilerin ve işverenlerin karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumları ile çalışma şartlarını belirlemek üzere toplu iş sözleşmesi yapmalarına, uyuşmazlıkları barışçı yollarla çözümlemelerine, grev ve lokavta başvurmalarına ilişkin usul ve esasları düzenlemek olarak öngörülen 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun ve ilgili mevzuatının kapsamı dahilinde bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının A. Toplu iş sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı başlıklı 53 üncü maddesinde de; İşçiler ve işverenler, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarım ve çalışma şartlarını düzenlemek amacıyla toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptirler. Toplu iş sözleşmesinin nasıl yapılacağı kanunla düzenlenir. hükmü yer almış ve bu hükümden hareketle yayımlanan 6356 sayılı Kanunun Toplu iş sözleşmesi ve çerçeve sözleşmenin içeriği başlıklı 33 üncü maddesinde; (1) Toplu iş sözleşmesi, iş sözleşmesinin yapılması, içeriği ve sona ermesine ilişkin hükümleri içerir.Esas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 5 (2) Toplu iş sözleşmesi, tarafların karşılıklı hak ve borçlan ile sözleşmenin uygulanması ve denetimini ve uyuşmazlıkların çözümü için başvurulacak yollan düzenleyen hükümleri de içerebilir. (5) Toplu iş sözleşmeleri ve çerçeve sözleşmeler, Anayasaya ve kanunların emredici hükümlerine aykırı düzenlemeler içeremez. denilmiş olup böylelikle işçiler ile işverenlere karşılıklı hak ve borçların Anayasa ve kanunların emredici hükümlerine uygun olarak serbestçe tayin edebilme yetkisi tanınmıştır. Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde taraflar arasında uyuşmazlık çıkması halinde ise gerek 6356 sayılı Kanunun Yüksek Hakem Kuruluna başvurma başlıklı 51 inci maddesinin birinci fıkrasındaki; Grev oylaması sonucunda grev yapılmaması yönündeki kararın kesinleşmesinden itibaren altı iş günü içinde işçi sendikası; grev ve lokavtın yasak olduğu uyuşmazlıklarda 50 nci maddenin beşinci fıkrasında belirtilen tutanağın tebliğinden ya da erteleme süresinin uyuşmazlıkla sonuçlanması hâlinde sürenin bitiminden itibaren taraflardan biri altı iş günü içinde Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilir. ... hükmü gerekse Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının B. Grev hakkı ve lokavt başlıklı 54 üncü maddesindeki; Grev ve lokavtın yasaklandığı hallerde veya ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda, uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulunca çözülür. Uyuşmazlığın her safhasında taraflar da anlaşarak Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilir. . . h ü k m ü uyarınca Yüksek Hakem Kuruluna başvurulabilmekte ve Kurulca verilen kararlar, 6356 sayılı Kanunun 51 inci maddesinin ikinci fıkrasında ve Anayasanın bahsedilen 54 üncü maddesinin devamında; Yüksek Hakem Kurulunun kararlan kesindir ve toplu iş sözleşmesi hükmündedir. denilmiş olmasından hareketle bağlayıcı kabul edilmektedir. Ayrıca, 4857 sayılı İş Kanununun Ücret ile ilgili hükümlere aykırılık başlıklı 102 nci maddesinde; Bu Kanunun; a) 32 nci maddesinde belirtilen ücret ile işçinin bu Kanundan veya toplu iş sözleşmesinden veya iş sözleşmesinden doğan ücret ödemelerini süresi içinde kasden ödemeyen veya eksik ödeyen, 39 uncu maddesinde belirtilen komisyonun belirlediği asgari ücreti işçiye ödemeyen veya noksan ödeyen, ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkakım zorunlu tutulduğu halde özel olarak açılan banka hesabına ödemeyen işveren, işveren vekili ve üçüncü kişiye bu durumda olan her işçi ve her ay için yüzyirmibeş Türk Lirası idari para cezası, Verilir. hükmü yer almaktadır. Kurumca yapılan ilave tediye ve fazla çalışma ücreti ödemeleri ile seyyanen zammın yukarıda yer verilen hükümler çerçevesinde değerlendirilmesi durumunda da; 6772 sayılı Devlet ve Ona Bağlı Müesseselerde Çalışan İşçilere İlave Tediye Yapılması ve 6452 sayılı Kanunla 6212 sayılı Kanunun 2 nci Maddesinin Kaldırılması Hakkında Kanunun 1 inci maddesinde; Umumi, mülhak ve hususi bütçeli dairelerle mütedavil sermayeli müesseseler, sermayesinin yansından fazlası Devlete ait olan şirket ve kurumlarla belediyelerEsas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 6 ve bunlara bağlı teşekküller, 3460 ve 3659 sayılı Kanunların şümulüne giren İktisadi Devlet Teşekkülleri ve diğer bilcümle kurum, banka, ortaklık ve müesseselerinde müstahdem olanlardan İş Kanununun şümulüne giren veya girmeyen yerlerde çalışmakta olan ve İş Kanununun muaddel birinçi maddesindeki tarife göre işçi vasfında olan kimselere, ücret sistemleri ne olursa olsun, her yıl için birer aylık istihkakları tutarında ilave tediye yapılır. hükmüne yer verilmek suretiyle işçi statüsünde çalışan personele söz konusu ödemenin yapılacağının açıkça yasal düzenlemeye konu edilmiş olduğu, 4857 sayılı İş Kanununun Fazla çalışma ücreti başlıklı 41 inci maddesinde yer alan; Ülkenin genel yararlan yahut işin niteliği veya üretimin artrılması gibi nedenlerle fazla çalışma yapılabilir. Fazla çalışma, Kanunda yazılı koşullar çerçevesinde, haftalık kırkbeş saati aşan çalışmalardır. ... Her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir. Haftalık çalışma süresinin sözleşmelerle kırkbeş saatin altında belirlendiği durumlarda yukarıda belirtilen esaslar dahilinde uygulanan ortalama haftalık çalışma süresini aşan ve kırkbeş saate kadar yapılan çalışmalar fazla sürelerle çalışmalardır. Fazla sürelerle * çalışmalarda, her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde yirmibeş yükseltilmesiyle ödenir. Fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışmaların ne şekilde uygulanacağı çıkarılacak yönetmelikte gösterilir. hükmü ve Mesleki Yeterlilik Kurumu Personel Yönetmeliğinin ‘Fazla çalışma ücreti başlıklı 20 nci maddesinde yer alan; Kurum ihtiyaç duyduğunda personele fazla süreli çalışma ya da fazla çalışma yaptırabilir. Personele ödenecek fazla süreli çalışma veya fazla çalışma ücreti, 4857 sayılı İş Kanunu hükümlerine göre tespit edilir.' hükmü ile işçi statüsünde çalışan personele yapılacak söz konusu ödemenin açıkça hukuki temele dayandırıldığı, Kamu Görevlilerinin Geneline ve Hizmet Kollarına Yönelik Mali ve Sosyal Haklara İlişkin 2014 ve 2015 Yıllarını Kapsayan 2. Dönem Toplu Sözleşmenin 20 nci maddesindeki; 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye ekli II ve İÜ sayılı Cetvellerde yer alan ücret göstergeleri 2.280 rakamının eklenmesi suretiyle uygulanır hükmü ile devlet memurlarına seyyanen zam yapıldığı, Mesleki Yeterlilik Kurumunu temsilen KAMU İŞ işveren sendikası ile işçileri temsilen TEZ KOOP İŞ işçi sendikası arasında toplu iş sözleşmesi hazırlandığı ancak tarafların bazı maddeler özerinde uyuşmazlığa düşmesi sonucu öncelikle grev karan alındığı ardından ise grev karan ertelenerek söz konusu uyuşmazlıkların çözümü için 6356 saydı Kanunun 51 inci maddesinin birinci fıkrasındaki hükmü ile Anayasanın 54 üncü maddesindeki hükmü uyarınca Yüksek Hakem Kuruluna başvurulduğu ve anılan Kurulca verilen 09.09.2013 tarihli ve E:2013/118, K:2013/156 sayılı Kararın, yine 6356 sayılı Kanunun 51 inci maddesinin ikinci fıkrası ile Anayasanın 54 üncü maddesi çerçevesinde bağlayıcı kabul edilerek 4857 sayılı İş Kanununun 102 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan ve toplu iş sözleşmesinden veya iş sözleşmesinden doğan ücret ödemelerini süresi içinde kasden ödemeyen veya eksik ödeyen işveren, işveren vekili ve üçüncü kişi için idari para cezası öngören hükmü nedeniyle aynen yerine getirildiği,Esas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 7 Zira, Kurumca yapılan ilave tediye ödemelerinin; Toplu İş Sözleşmesinin Yüksek Hakem Kurulu Kararıyla belirlenen ve 6772 saydı Kanuna uygun olan İlave Tediye başlıklı 25 inci maddesindeki; Üyelere, 6772 saydı Kanunda belirtilen usul, esas ve miktarlarda hesaplanmak ve bu Kanuna göre belirlenen tarihlerde ödenmek üzere ilave tediye yapılır. hükmüne, fazla çalışma ücreti ödemelerinin; Toplu İş Sözleşmesinin Yüksek Hakem Kurulu Kararıyla belirlenen ve 4857 sayılı Kanun ile Mesleki Yeterlilik Kurumu Personel Yönetmeliğine uygun olan Fazla Çalışma başlıklı 16 ncı maddesindeki; Haftalık 45 saatlik normal çalışma süresinin üzerinde yapılan çalışmalar fazla çalışmadır. Memleketin genel yararlan ya da işin niteliği gibi nedenlerle fazla çalışma yapılabilir. Fazla çalışma birim yöneticilerinin talimatıyla gerçekleştirilebilir. Fazla çalışmaların ücreti % 50 (yüzde elli) zamlı ödenir. Zorunlu nedenlerle yasal sürelerin üzerinde fazla çalışma yaptırılması durumunda da bu çalışmaların ücreti ödenir. hükmüne ve seyyanen zam ödemelerinin de; yine Toplu İş Sözleşmesinin Yüksek Hakem Kurulu Kararıyla belirlenen ve toplu iş sözleşmesi kapsamında çalışan işçiler için uygulanacak zamda emsali devlet memurlarına yapılan zam oranlan ile göstergelerinin dikkate alınacağını öngören Ücret sistemi başlıklı 24 üncü maddesine dayandığı, ayrıca, ilave tediye ve fazla çalışma ücretine ilişkin söz konusu Toplu İş Sözleşmesi maddelerinin Ücret Sistemi başlıklı 24 üncü maddeden ayrı düzenlendiği ve hiçbir sınırlayıcı hükmü ihtiva etmediği, böylelikle de gerek davetiye ödemelerinin gerekse fazla çalışma ücreti ödemelerinin aşağıda bahsedilen 375 saydı Kanun Hükmünde Kararname ve 5544 saydı Kanun ile öngörülen sınırlamalara tabi tutulmadığı, Diğer taraftan, gerek 6495 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 73 üncü maddesiyle değişen 375 saydı KHKnın ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendindeki; Türk Akreditasyon Kurumu Genel Sekreterliği, Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü Başkanlığı, Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı, Türk Standartları Enstitüsü Başkanlığı, kalkınma ajansları ve Mesleki Yeterlilik Kurumu kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan genel müdür, genel sekreter, genel müdür yardımcısı ve genel sekreter yardımcısı unvanlı personel ile uzman unvanlı meslek personeline, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdî Ödemelerin bir aylık toplam net tutan; genel müdür ve genel sekreterler için bakanlık genel müdürü, genel müdür yardımcısı ve genel sekreter yardımcıları için bakanlık genel müdür yardımcısı, uzman unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarım geçemez. hükmü gerekse 5544 sayılı Kanunun Mali haklar başlıklı 25 inci maddesinin birinci fıkrasındaki; Başkan, yönetici personel ve diğer personelin ücret, mali ve sosyal haklan; bakanlık genel müdürüne yapılan ödemeleri aşmamak kaydıyla, Yönetim Kurulunun karan ve Genel Kumlun onayı ile belirlenir. hükmüyle işçi statüsünde olan ve toplu iş sözleşmesi üe hak ve borçlarını belirleme yetkisi bulunan personelin, tüm mali ve sosyal haklan sınırlandırılarak gerek kanunlardan gerekse Yüksek Hakem Kurulu Karan ile kesin ve yürütülmesi zorunlu olarak belirlenen Toplu İş Sözleşmesi hükümlerinden kaynaklı ödemelerini alamama durumuyla karşı karşıya bırakıldığı, Ancak, bu durumun gerek 4857, 6356 ve 6772 sayılı Kanunların yukarıda yer verilen hükümlerine gerekse Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının yine yukarıda yer verilen A. TopluEsas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 8 iş sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı başlıklı 53 üncü maddesi ile B. Grev hakkı ve lokavt başlıklı 54 üncü maddesine aykırı bulunduğu, Zira, 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birinci fıkrası ile 375 sayılı KHKnın ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin, işçi statüsünde olan Mesleki Yeterlilik Kurumu personelinin, Anayasanın 53 üncü maddesinde kaynağını bulan ve 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ve ilgili mevzuatı ile uygulamaya konulan toplu iş sözleşmesi özerkliğini ve toplu iş sözleşmesinden kaynaklı ödemelerden yararlandırılmasını fiilen ortadan kaldırıp Anayasanın 54 üncü maddesi ile hukuksal koruma altına alman Yüksek Hakem Kurulu kararlarının uygulanmasını fiilen engellediği, ayrıca, 375 sayılı KHKnın söz konusu maddesinin, Kurumda istihdam edilme tarihlerine göre personelin ücret ile diğer mali ve sosyal haklarında farklılaşmaya sebebiyet vererek aynı unvanda yer alan personeli farklı ücret sistemlerine dahil ettiği, Ayrıca, 4857 sayılı İş Kanununun 102 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde; İş Kanunundan, toplu iş sözleşmesinden veya iş sözleşmesinden kaynaklı bir ödemenin yapılmaması halinde idari para cezası uygulanacağı hüküm altına alındığından; 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birinci fıkrası ile 375 sayılı KHKnın Mesleki Yeterlilik Kurum una yönelik düzenlemelerinin uygulama kabiliyetinin de bulunmadığı, Son olarak, 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birinci fıkrası ve 375 sayılı KHKnın ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi ile öngörülen mali ve sosyal haklar sınırlamasının Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının sadece 53 ve 54 üncü maddelerine değil aynı zamanda; A. Çalışma hakkı ve ödevi başlıklı 49 uncu maddesindeki; ... Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır. VII. Ücrette adalet sağlanması başlıklı 55 inci maddesindeki; Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır. ... hükümlerine de aykırı olduğu, zira, işçi statüsünde bulunması nedeniyle çeşitli kanunlar ile toplu iş sözleşmesinden kaynaklı haklan olan personelin söz konusu haklarından mahrum bırakılmasının hem adaletsizliğe hem de çalışma barışını engellemeye sebebiyet vereceği, anlaşılmış ve tüm bu gerekçelerle 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birinci fıkrası ile 375 sayılı KHKnın ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendindeki hükmün (Mesleki Yeterlilik Kurumu açısından) iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına gerek görülmüştür. Bu itibarla; Anayasanın 49, 53, 54 ve 55 inci maddelerine aykırı olduğu görülen 5544 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birinci fıkrası ile 375 sayılı KHKnın ek 11 inci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendindeki hükmün (Mesleki Yeterlilik Kurumu açısından) iptali için;Esas Sayısı : 2017/27 Karar Sayısı : 2017/117 9 Anayasanın 152 nci maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve ilgili belgelerin onaylı örneklerinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 6216 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesinin beşinci fıkrası hükmü uyarınca Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar Ek Yargı Raporunun 1 10 uncu maddelerine ilişkin hükümlerin geri bırakılmasına, Dairemizin 29.11.2016 tarih ve 299 karar sayılı tutanağıyla oy birliğiyle karar verildi. | 3,509 |
Esas sayısı:1979/30 Karar sayısı:1980/2 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde, iptal isteminin gerekçesi olarak, özetle şunlar ileri sürülmüştür: 1) İptali istenen hüküm, üst sınıflardaki noterliklere yükselebilmek için yıllarca ağır koşullarda çalışmış bulunan noterleri bir yana bırakarak, daha önce bu meslekte çalışmamış kimi kişilerin, hiçbir koşula bağlı olmaksızın, bu noterliklere atanmasına olanak tanımaktadır. Böylece, noterliğe atanmada "imtiyazlı" bir grup yaratan bu hükmün, haklı görülecek bir gerekçesi ve kamu yararına uygun düşen bir yönü bulunmadığı gibi, sözü geçen hakkın hangi nedenle öteki hukukçulara tanındığı da maddenin gerekçesinden anlaşılamamaktadır. Bu bakımdan, iptal konusu hüküm, Anayasa'nın 12. Maddesinde yer alan "eşitlik ilkesi" ne aykırıdır. 2) İptali istenen hüküm uyarınca üst sınıflardaki noterliklere dışardan atama yapılması, aşağı sınıflarda yıllarca çalışmış olan noterlerin meslekte ilerleme olanaklarını ellerinden alarak, kazanılmış haklarını zarara uğratmaktadır. Söz konusu hükümden yararlanacak kişilerden bir kesiminin Adalet Bakanlığında çalışmakta olması da bu durumu değiştirmez. Çünkü noterliklerle ilgisi olsa bile, adı geçen Bakanlıktaki görevler, noterlik mesleği için gerekli deneyimi kazandıracak nitelikte değildir. Ayrıca, bu hüküm, noterlerin yükselme olanağını ellerinden aldığından, alt sınıflardaki noterliklerin mahkeme kâtiplerince çalıştırılması sonucunu doğuracak, bundan Hazine'nin kaybı olacak, toplum zarar görecektir. Hüküm, bu yönden Anayasa'nın 2. maddesine aykırı düşmektedir. 3) Anayasa'nın 10. maddesinin ikinci fıkrası, Devleti, bireylerin dirliğini sağlamak, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkelerine bağlı kalmak, vatandaşların maddî ve manevî varlıklarının korunması ve gelişmesi için gerekli bulunan siyasal, ekonomik, sosyal, malî ve hukuksal önlemleri almak ve uygulamakla yükümlü kılmıştır. İptali istenen hüküm, bu Anayasa kuralına aykırı düşmektedir. 4) Üst sınıflardaki noterliklere meslek dışından bir grup kişinin, hiç bir sınırlama ve koşulla bağlı olmaksızın atanmaları, meslekteki noterlerin maddi ve manevi varlıklarını geliştirme haklarını ellerinden almaktadır. Bu durum, Anayasa'nın 14. maddesinin birinci fıkrasına aykırıdır. 5) İptali istenen hüküm, belli kişilere üstün bir hak tanıyarak, meslekteki noterlerin haysiyet ve onurlarını kırmıştır; bu yönüyle Anayasa'nın 41. maddesinin birinci fıkrasına aykırı düşmektedir. 6) İptali istenen hükmün uygulanması sonucu, aşağı sınıftaki noterliklere atanma istekleri azalacak, kimi noterler de meslekten ayrılmayı yeğleyeceklerdir. Böylece, noterlerinEsas sayısı:1979/30 Karar sayısı:1980/2 2 çalışma yaşamları kararsızlık içine itilip mesleğin gelişmesi engelleneceğinden, hüküm, Anayasa'nın 42. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına aykırı düşmektedir. 7) Anayasa'nın 45. maddesinde geçen "adaletli ücret", kişinin mesleğe başladığında daha az, eskilik ve yeterliği arttıkça daha çok ücret alması demektir. Alt sınıflardaki noterler, üst sınıflara dışardan yapılacak atamalar sonucu, daha az ücret almaya zorlanacaklar, öte yandan, emekli aylığına hak kazanmış kimi kişiler üst sınıflardaki noterliklere atanarak, "adaletli ücret" ilkesine aykırı biçimde, daha çok ücret alacaklardır. Bu durum, Anayasa'nın 45. maddesine aykırıdır. 8) Anayasa'nın 11. maddesinin ikinci fıkrasına göre, yasa, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunamaz. İptali istenen hüküm, kimi temel hakların kullanılmasını zorlaştırdığı ve hatta ortadan kaldırdığı için, temel hakların özüne dokunmuştur. 9) îptali istenen hükmün uygulanmasında, açılan ya da boşalan üst sınıf noterlikler ilân edilmeyecek ve bu hükmün kapsamına giren kişiler hiç bir noterin haberi ve bilgisi olmadan atanacaklardır. Böylece, atama işlemine karşı noterlerce iptal davası açılması olanağı ortadan kalkacaktır. Bu durum, "davacı olma hakkını" ortadan kaldırdığından Anayasa'nın 31. maddesine, idarenin kimi işlemlerinin yargı denetimi dışında kalması sonucunu doğurduğundan Anayasa'nın 114. maddesine aykırılığa neden olmaktadır." | 500 |
Esas Sayısı : 1996/4 Karar Sayısı : 1996/39 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru gerekçesi şöyledir: "7.5.1986 günlü, 3284 sayılı Kanun'un Ek 1. maddesi ile Ek 4. maddesi Anayasa Mahkemesi'nin 2.12.1986 gün ve E: 1986/22, K: 1986/28 sayılı kararıyla, 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Kanunun Ek 60, Ek 63 ve Ek 64. maddeleri Anayasa Mahkemesi'nin 24.5.1988 gün ve E: 1988/11, K: 1988/11 sayılı kararıyla, 28.10.1990 günlü, 3671 sayılı Kanun'un 2, 5, geçici 2, geçici 3, geçici 4 ve geçici 5. maddeleri Anayasa Mahkemesi'nin 2.2.1993 gün ve E: 1992/38, K: 1993/5 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin her üç iptal kararında da, yasama organı üyelerinin iştirakçi oldukları bir sosyal güvenlik kuruluşundan diğer iştirakçilerle eşit koşullarda yararlandırılmaları gerekirken diğer iştirakçilerin hiçbiri için söz konusu olmayan kimi ayrıcalıklarla donatılmalarının savunulması mümkün olmayan bir eşitsizlik ve adaletsizliğe yol açtığı ve bu durumun Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ve 10. maddesindeki eşitlik ilkelerine aykırı olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin anılan iptal kararlarına ve bu kararlarda belirtilen gerekçelere aykırı olarak 4049 sayılı Kanun ile Milletvekilleri ile dışarıdan atanan bakanların emeklilik hakları düzenlenmiş ve böylece milletvekillerine ve dışarıdan atanan bakanlara Emekli Sandığı'nın diğer iştirakçilerinden ayrıcalıklı haklar sağlanmış olduğundan, davacının Anayasa'ya aykırılık iddiası ciddi görülmüştür. Açıklanan nedenlerle, 6.12.1994 tarih ve 22133 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 4049 sayılı Kanunun 3, 4, 5 ve 9. maddelerinin Anayasa'nın 2, 10 ve 153. maddelerine aykırı olduğu iddiası mahkememizce ciddi görülerek, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesinin 2. bendinde belirtilen belgelerin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine 18.1.1996 tarihinde oybirliği ile karar verildi."" | 252 |
Esas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 1 ... A 1. 702 SAYILI KHKNIN TÜMÜNÜN ANAYASANIN GEÇİCİ 21.MADDESİNİN (B) FIKRASINA AYKIRILIĞI 02.07.2018 tarihli ve 702 sayılı Nükleer Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Anayasaya aykırılık savının anlatılabilmesi için öncelikle 2017 değişikliğinin yürürlüğe girmesinden önce kanun hükmünde kararnamelerin (KHK) anayasal konumu üzerinde durulması, bu yöndeki anayasal ilkelerin değerlendirilmesi gerekmektedir. Anayasanın 6. maddesinde, Türk Milletinin egemenliğini yetkili organları eliyle kullanacağı, 7. maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinin olduğu ve devredilemeyeceği, 8. maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği; 9. maddesinde de, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiştir. Anayasanın Başlangıçının dördüncü paragrafına göre, kuvvetler ayrılığı Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli bir devlet yetkisinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı bir işbölümü ve işbirliğidir. Üstünlük ancak Anayasa ve yasalardadır. Yetki Yasası ve KHK'lerle ilgili hükümler Anayasanın 87. ve 91. maddelerinde yer almaktadır. 87. maddede, Bakanlar Kurulu'na belli konularda KHK çıkarma yetkisinin verilmesi TBMM'nin görev ve yetkileri arasında sayılmış, 91. maddede, KHK çıkarılmasına yetki veren yasada bulunması zorunlu öğeler belirtilmiştir. Buna göre, yetki yasasında, çıkarılacak KHK'nin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağının belirtilmesi gerekir. Bakanlar Kuruluna verilen yetki, yasada öngörülen konu, amaç, kapsam, ilke ve süre ile sınırlı bir yetkidir. Bu nedenle yetki yasasının, Anayasanın belirlediği öğeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi açıkça belirleyerek Bakanlar Kuruluna çerçeve çizmesi gerekir. Anayasanın 7., 87. ve 91. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olduğu ve TBMM'ne ait olup devredilemeyeceği göz önüne alındığında KHK çıkarma yetkisinin kendisine özgü ve istisnai bir yetki olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu yetki, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek şekilde genelleştirilmemelidir. KHK çıkarma yetkisi ancak ivedilik gerektiren belli konularda TBMMnin hızlı hareket edemeyeceği durumlarda zorunlu düzenlemeler için kullanılmalıdır. Maddenin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni ...çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir... biçiminde açıklanmıştır. Anayasada bazı konuların KHK'lerle düzenlenmesi yasaklanmıştır. 91. maddenin birinci fıkrasında sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın İkinci Kısmı'nın birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümde yer alan siyasî haklar ve ödevlerin kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceği belirtilmiş, 163. maddede ise Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilemez. denilmiştir. Bu açık istisnalarınEsas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 2 dışında Anayasanın kanunla yapılabileceğini düzenlediği konularda da KHK çıkarılamayacağı açıktır. Her ne kadar Anayasa Mahkemesi 5/7/2018 tarihli ve E.2018/100, K.2018/79 sayılı kararının 10. paragrafında Anayasa açıkça KHK ile düzenlenmesini yasaklamadıkça, kanunla düzenleneceği belirtilen konularda KHK çıkarılması Anayasaya aykırılık oluşturmaz diyerek bazı eski içtihatlarına aykırı bir karar vermişse de bu yorumun dayanaklarını açıklamamıştır. Anayasa Mahkemesi geçmişte müteaddit defalar Anayasada kanunla düzenleneceği belirtilen konularda KHK ile düzenleme yapılamayacağına karar vermiştir. Bu çerçevede suç ve cezaların kanunla konulması ilkesine ya da vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulması ilkesine aykırılık dolayısıyla bazı iptal kararları vermiştir (E.1993/5, K.1993/25, KT.6.7.1993; E.1994/46, K.1994/57, KT.18.7.1994). Ancak Anayasanın Geçici 21. maddesinin (B) fıkrasındaki düzenleme herhangi bir yasayla düzenleme kuralı da değildir. Bu maddede açıkça uyuma ilişkin yasal düzenlemelerin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yapılacağından söz edilmektedir. Dolayısıyla bu Anayasanın herhangi bir maddesinde yer alan yasayla düzenleme kuralından oldukça farklı özel bir düzenlemedir. Bağlayıcı ve emredici niteliktedir. Anayasa koyucunun parlamentonun açık müzakere yoluyla kabul etmesi gereken konularda KHK çıkarma yetkisi tanımamak suretiyle temel hakların sınırlanması ve bütçe gibi konuların ne kadar acil olursa olsun ancak TBMM tarafından, farklı siyasi partilerin temsilcilerinin katılımıyla ve müzakere edilerek karara bağlanabileceğini kabul ettiği görülmektedir. Aynı şekilde burada da ülkenin siyasal rejimini köklü bir şekilde değiştiren Anayasa değişikliğine uyum sağlayacak yasaların da anayasa koyucu tarafından TBMM tarafından çoğulcu bir müzakere ile kabul edilmesinin öngörüldüğü bu nedenle özel bir hükme yer verildiği açıktır. KHK çıkarma yetkisinin bu istisnai niteliği dikkate alındığında, yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin amaç, kapsam ve ilkelerinin açık bir şekilde belirtilmesi gerekmektedir. Burada belirlenme ile kastedilen şey Bakanlar Kuruluna tanınan yetkinin neleri kapsadığının net bir şekilde açıklığa kavuşturulması ve sınırlarının açık bir şekilde çizilmiş olmasıdır. Yetki kanununun çerçevesinin muğlâk çizilmiş olması durumunda, Anayasanın 7. maddesine aykırı olarak yasama yetkisinin, bakanlar kuruluna devredilmesi sonucu doğacaktır. Yetki kanununun amaç kapsam ve ilkelerinin belirsizliği, KHKların denetimsizliği sonucunu doğuracaktır. Zira bir KHKnın anayasaya uygunluğundan söz edebilmek için öncelikle yetki kanununa uygun olması, yetki kanununun kapsamını aşmaması gerekir. Yetki kanunundaki muğlâklık, anayasaya aykırı olacağı gibi, denetimi de zorlaştıracaktır. Bu yasama yetkisinin devri anlamına gelir. Böylece yasama, yürütme ve yargı erki arasındaki denge bozularak yürütme, yasama organına karşı üstün duruma gelir. 16 Nisan 2017 tarihli referandum ile kabul edilen 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile Anayasada köklü değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerle hükümet sistemi tamamen değiştirilmiş ve parlamenter hükümet sistemi yerine Cumhurbaşkanlığı sistemi denilen yeni bir sistem getirilmiştir. Böylece iki kanatlı yürütme organı ortadan kaldırılmış ve yürütme yetkisi ve görevi tek başına Cumhurbaşkanına verilmiştir. Bu, ülkedeki tüm idari sistemin kökten değişikliğini gerektirdiğinden Anayasa koyucu bu değişikliğe uyumun nasıl sağlanacağını ve uyum yasalarının nasıl çıkarılacağını özel olarak bir geçici maddede düzenleme ihtiyacı duymuştur.Esas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 3 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. maddesi ile Anayasaya eklenen Geçici 21. maddenin (B) fıkrasında aşağıdaki hüküm yer almaktadır. B) Bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu Kanunla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri yapar. Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği belirtilen değişiklikler ise Cumhurbaşkanının göreve başlama tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Cumhurbaşkanı tarafından düzenlenir Söz konusu madde hükmüne göre anayasa değişikliğinin gerektirdiği kanuni düzenlemelerin 27.04.2017 tarihinden itibaren 6 ay içerisinde TBMM tarafından yapılması öngörülmüştür. Bu hükmün iki yönden önem taşıdığı görülmektedir. İlk olarak Anayasa uyum yasalarının TBMM tarafından çıkarılacağını açık bir şekilde düzenlemektedir. Bunun anlamı Anayasa değişikliğinin gerektirdiği uyum yasalarının KHK ile yapılamayacağıdır. Bu hususa aşağıda yeniden dönülecektir. İkinci olarak anayasa koyucu bu düzenlemeler için belli bir süre öngörmüştür. Buna göre uyum için gerekli olan içtüzük değişikliği ve diğer yasal düzenlemeler altı ay içinde çıkarılmalıdır. Aynı maddede Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin 2019 yılı Kasım ayında birlikte yapılacağı yönünde bir hükme yer verilmişken, yasaların 2017 yılı içinde çıkarılmasının öngörülmesi ve altı aylık bir süre sınırının konulması da dikkate alınmalıdır. Her ne kadar anayasa koyucu TBMM kararıyla seçimlerin erkene alınabileceğini öngörerek aynı geçici 21. maddenin son (H) fıkrasına 67. maddede yer alan seçim kanunlarında yapılan değişikliklerin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağı kuralının ilk seçimlerde uygulanmayacağına dair bir istisna koymuş ise de uyum yasalarının bir an önce çıkarılmasını istemesinin temel nedeninin yeni sisteme geçmeden önce sistemin altyapısının parlamento tarafından kamuya açık bir tartışma yoluyla hazırlanmasını sağlama iradesi olduğu açıktır. Ne yazık ki, parlamento anayasa tarafından kendine verilen ödevi yapmamış ve uyum yasalarını zamanında çıkarmamıştır. Anayasanın, takdir yetkisi tanımayan bu emredici hükmün süresi içinde gereğini yerine getirmemek, ihmal yoluyla Anayasaya aykırılık oluşturmuştur. Ancak bu, uyum yasalarını çıkarma yetkisinin parlamentonun elinden alınabileceği ve seçim kararı alan bir parlamentonun çıkaracağı kapsamı belirsiz bir yetki kanunuyla bütün düzenlemelerin yapılmasına dair yetkinin, kısa süre sonra ortadan kalkacak olan bir kurula (Bakanlar Kuruluna) devredilebileceği anlamına gelmemektedir. Anayasanın kendine tanıdığı altı aylık sürenin iki katı kadar zaman geçtikten sonra erken seçim kararı alan parlamento, kabul ettiği yetki kanunuyla Anayasaya aykırı bir biçimde, uyum yasalarını çıkarma yetkisini Bakanlar Kuruluna vermiştir. Yetki kanunu aleyhine açtığımız iptal davasında bu kanunun anayasaya aykırı olduğu açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 20.04.2018 tarihli 89. Birleşiminde seçim tarihi öne çekilerek, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve milletvekili genel seçimlerinin 24 Haziran 2018 Pazar günü yapılmasına, karar verilmiş, söz konusu karar Resmi Gazetenin 20.04.2018 tarih ve 30397 sayılı Mükerrer nüshasında yayınlanmıştır. Yetki Yasasına ilişkin yasa tasarısı ise genel seçim kararının alınmasından 12 gün sonra 02.05.2018 tarihinde Başbakanlıkça TBMM Başkanlığına sunulmuş, tasarı 08.05.2018 tarihinde ana komisyon sıfatıyla Plan ve Bütçe Komisyonuna sevk edilmiş, 10.05.2018 tarihinde sabah oturumunda Plan ve Bütçe Komisyonunda, aynı gün öğleden sonra TBMM Genel Kurulunda görüşülüp kabul edilerek yasalaşmıştır.Esas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 4 Yetki yasasını TBMM gündemine taşıyan iktidar partisi, bu yasama döneminde olağan çalışma sürecini sürdürmüş, ancak hiçbir gerekçe yokken Anayasa değişikliğinin gerektirdiği uyum yasalarını TBMM gündemine getirmekten anayasal zorunluluk olmasına karşın imtina etmiştir. Yürütme organı temsilcileri (bakanlar) Cumhurbaşkanlığı sistemine uyum yasalarını Anayasada belirtilen 6 aylık süre boyunca düzenlemeyip, yasama organının gündemine getirmemek suretiyle görevlerini ihmal etmişlerdir. Aynı şekilde TBMM de kendisine anayasa ile verilen görevi yapmayarak görevini bir başka deyişle anayasal yükümlülüğünü ihmal etmiştir. Ancak bu yukarıda belirtildiği gibi Anayasa ile TBMMye verilen uyum yasalarını çıkarma yetkisinin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halkoylamasında kabul edilen 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. Maddesi ile Anayasaya eklenen Geçici 21. Maddenin B fıkrasıyla, bu kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisine, bu Kanunla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri bizzat yapma görevi verilmiştir. Geçici 21. madde ile TBMMye verilen bu yetki, özel ve münhasır bir yetkidir ve özel bir hükümle TBMMye verilmiştir. Anayasanın kanunla yapılmasını emrettiği hususlarda KHK çıkarılamaz. Mesela Anayasanın 73. maddesine göre vergi, resim harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir ve kaldırılır. Aynı şekilde 38. maddeye göre ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulabilir. Anayasada kanunla yapılacağı belirtilen konularda KHK çıkarılamaz. Aynı şekilde Geçici 21. maddenin B fıkrasında uyum yasalarının yapılması münhasıran TBMMye tanınan bir yetki olduğundan 91. maddenin genel hükümlerine dayanılarak Bakanlar Kurulunca çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnamelere bırakılamaz. Özel hükmün olduğu yerde, genel hüküm uygulamasına gidilemez. Yukarıda belirtildiği gibi Geçici 21. maddenin B fıkrası herhangi bir yasayla düzenleme kuralından oldukça farklı özel bir kuraldır. Burada özel bir anayasal kural ile uyum yasalarını çıkarma görevi ve yetkisi TBMMye verilmiştir. Dolayısıyla sonraki özel kural niteliğinde olan geçici 21. madde 91. maddedeki istisnaya bir müstesna hüküm getirerek, uyum yasalarının bizzat TBMM tarafından çıkarılmasını emretmektedir. Anayasa koyucu böyle özel bir düzenleme yaparak Anayasada yapılan değişiklerin gerektirdiği yasal düzenlemeleri yapma yetkisini münhasıran TBMMne tanımıştır. Bunun Anayasa koyucunun bilinçli bir tercihi olduğu açıktır. Anayasa koyucu basitçe Anayasa değişikliğinin gerektirdiği uyuma ilişkin kanuni düzenlemeler belli süre içinde yapılır dememiş, uyum kanunlarının TBMM tarafından çıkarılacağını belirtmiştir. Aynı şekilde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenmesi gereken konuları da açıkça belirterek bu düzenlemelerin Cumhurbaşkanının seçiminden sonraki altı ay içinde yapılmasını öngörmüştür. Dolayısıyla bu maddede sözü edilen yetki genel bir yasama yetkisi olmayıp, uyum yasalarının çıkarılmasına ilişkin özel bir yetkidir. Bu nedenle de Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin bir yetki kanununa dayanarak Bakanlar Kurulunca KHK şeklinde yapılamayacağı açıktır. Anayasa bu özel alanın özellikle TBMM tarafından kanunlarla düzenlenmesini öngörmüştür. Düzenleme emir kipindedir: Türkiye Büyük Millet Meclisi bu kanunla yapılan değişikliğin gerektirdiği diğer kanuni düzenlemeleri yapar.. Anayasanın TBMMye verdiği kanuni düzenleme yapma emrinin bir yetki kanunu çıkarmak olmadığı açıktır. TBMMnin, aradan 14 ay geçmesine rağmen uyum yasalarını çıkarma yerine, bir yandan, seçimleri Anayasada öngörülen tarihin 16 ay öncesine alınması; öte yandan, münhasır yetkisini yürütme organına devretmesi, eylemli Anayasaya aykırılık oluşturmaktadır.Esas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 5 Esasen bu hüküm Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan demokratik hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir. Ülkenin hükümet sistemini değiştiren ve böylece kamusal yetkilerinin dağıtımını ve denetimini yeniden düzenleyen uyum yasalarının ulusal iradenin temsilcisi olan parlamentoda tüm toplum kesimlerinin ve siyasi partilerin katılımı ve tartışmasıyla çıkarılması demokratik devlet ilkesinin gereğidir. Anayasa koyucu da bu gerekliliğe uygun olarak Anayasaya geçici hüküm koyarak bu yetkiyi bizatihi TBMMye tanımıştır. Anayasanın Geçici 21/B. maddesinde yer alan düzenleme özel bir düzenleme olup, Anayasanın 91. maddesinde yer alan genel düzenlemeye istisna getirmektedir. Özel düzenlemenin olduğu yerde genel kural uygulanmaz. Lex specialis derogat legi generali (Özel kanun genel kanunları ilga eder) ilkesi gereği 6771 sayılı kanunla Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin bizzat TBMM tarafından yerine getirilmesi icap etmektedir. Anayasanın Geçici 21/B. maddesinde yer alan düzenleme mevcut iken, Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin Anayasanın 91. maddesi dayanak yapılarak yetki kanunu konusu yapılması; ve bu şekilde Bakanlar Kurulunca KHKlarla gerçekleştirilmesi, TBMMne ait yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmektedir. Bu anayasal emrin açık bir şekilde ihlaline vücut vermiştir. Uyum kanunlarının çıkarılmamış olması, ihmal yoluyla anayasaya aykırılık oluşturduğu gibi, buna rağmen herhangi bir haklı gerekçeye dayanmaksızın erken seçim kararının alınmış olması ve uyum düzenlemelerinin KHK yoluyla Hükümete devredilmiş olması, eylemli olarak anayasaya aykırılık oluşturmuştur. Böylece Anayasaya aykırılıklar zinciri katlanarak devam etmiştir: 14 ay içinde düzenleme yapmamak; uyum kanunları çıkarılmadığı halde erken seçim kararı almak; erken seçim kararı ardından düzenlemenin Hükümet tarafından yapılmasına olanak tanınması bu zincirin halkalarını oluşturmuştur. Haliyle, Hükümet de, KHK yoluyla bu zincirleme Anayasaya aykırılıklara yeni bir halka eklemiştir. Oysa nasıl ki, CBK için seçimden sonra 6 aylık bir düzenleme dönemi tanınmış ise, pek ala bu yetkiye paralel bir yetki olarak, 27. Dönem TBMM, öncelikli olarak böyle bir yetkiyi kullanarak uyum yasalarını çıkarabilirdi. Bunun sonucu olarak, dava konusu 702 sayılı KHKnın tümü Anayasanın Geçici 21. maddesinin (B) fıkrası başta olmak üzere, KHKların hukuki çerçevesini belirleyen 2., 7., 87., 91. maddelerine de açıkça aykırıdır, iptal edilmesi gerekir. A 2. 702 Sayılı KHKNIN TÜMÜNÜN YETKİ KANUNU VE ANAYASANIN DİĞER MADDELERİNE AYKIRILIĞI Anayasa'nın 91. maddesine göre yetki kanunu, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını gösterir. Kanun hükmünde kararnamelerin anayasallık denetimi yapılırken bunların hem yetki kanununa hem de Anayasaya uygunluğunun incelenmesi gerekir. Yetki kanununun kapsamına girmeyen bir konuda KHK ile düzenleme yapılması mümkün değildir. Böyle bir düzenleme yapması halinde Bakanlar Kurulu kaynağını anayasadan almayan bir yetki kullanarak doğrudan yasama yetkisi kullanmış olur ki bu başta kuvvetler ayrılığı ilkesini düzenleyen Anayasanın Başlangıcı olmak üzere, 6., 7., 87. ve 91.Esas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 6 maddelere aykırılık teşkil eder. Bu nedenle bir KHKnın öncelikle yetki kanunu kapsamına giren hususlarda düzenlemeler içermesi gerekir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Nükleer Düzenleme Kurumunun ihdasına ilişkin düzenlemeler içeren 702 sayılı KHKnın 7142 sayılı Yetki Kanununun kapsamında olmayan alanlarda düzenleme içerdiği görülmektedir. 7142 sayılı Yetki Kanununun amaç ve kapsam başlıklı 1. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: Amaç ve kapsam MADDE 1 (1) Bu Kanunun amacı, 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yapılan değişikliklere uyum sağlamak üzere; a) Kamu kurum ve kuruluşlarının kuruluş, teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesi, b) Kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan tüzük, Bakanlar Kurulu, İcra Vekilleri Heyeti, İcra Vekilleri Heyeti Kararı, Bakanlar Kurulu Kararı, Bakanlar Kurulu Yönetmeliği, Hükümet, Başbakan, Başvekil, Başbakanlık, Başvekalet, sıkıyönetim, nizamname, kanun tasarısı gibi bazı ibarelerin değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması veya bu çerçevede kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan ilgili hükümlerin yeniden düzenlenmesi, c) Mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesi, ç) Uygulama imkânı kalmayan kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin yürürlükten kaldırılması, d) Kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan bakanlıkların, kamu kurum ve kuruluşlarının kurulması, kaldırılması, görevleri, yetkileri, personeli ve teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması ve üst kademe kamu yöneticilerinin atanmaları ile görevlerine son verilmesine ilişkin usul ve esasların düzenlenmesinin sağlanması; Cumhurbaşkanının yürütme yetkisine ilişkin hususlara dair hükümlerin düzenlenmesi ile bu bent kapsamındaki ilgili hükümlerin değiştirilmesi veya yürürlükten kaldırılması, için çeşitli kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılması hususunda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir. Maddenin ikinci fıkrasında ise birinci fıkrada yer alan amaç ve kapsam doğrultusunda değişiklik yapılacak bazı kanun ve KHKlara yer verilmiştir. Görüldüğü gibi Yetki Kanununun amacı 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yapılan değişikliklere uyum sağlamaktır. Dolayısıyla bu Yetki Kanununa dayanarak çıkarılacak KHKların bu amaca uygun olması gerekir. Yetki Kanununun kapsamı, amacından bağımsız değerlendirilemez. Bu çerçevede, Yetki Kanununun 1. maddesinin (1) numaralı fıkrasında bentler halinde sayılan kapsama ilişkin düzenlemeler ancak maddenin başında yer alan amaç ile uyumlu olarak yorumlanabilir. Dolayısıyla (a) bendinde yer alan kamu kurum ve kuruluşlarının kuruluş, teşkilat, görev ve yetkilerininEsas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 7 düzenlenmesi ibaresi, anayasada yapılan değişikliklere uyum sağlanması amacından bağımsız değerlendirilemez. 7142 sayılı Yetki Kanununun ilkeler ve süre başlıklı 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasında da Bakanlar Kurulunun kendisine tanına yetkiyi kullanırken yürürlükteki kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin ilgili hükümlerinin 6771 sayılı Kanun ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yapılan değişikliklerle uyumlu hale getirilmesi ilkesini gözeteceği hükmüne yer verilmiştir. Bu da açıkça göstermektedir ki, yapılan anayasa değişikliğine uyum amacı taşımayan bir düzenleme bu yetki kanununa dayanarak yapılamaz. 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile Anayasada öngörülen hükümet sistemi değiştirilerek parlamenter hükümet sisteminin yerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen bir sistem kabul edilmiştir. Bu çerçevede iki kanatlı yürütme organı ortadan kaldırılmış, parlamento içinden ve parlamentonun onayına ve güvenine dayalı olarak kurulan Bakanlar Kurulu kaldırılmış ve tüm yürütme yetki ve görevi doğrudan halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanına verilmiştir. Böylece tüm kamu idaresinin yapısı değişmiştir. Ancak bu, ülkedeki nükleer faaliyetleri düzenlemek üzere oluşturulacak yeni bir Nükleer Düzenleme Kurumunun 7142 sayılı Yetki Kanununa dayanarak KHK ile düzenlenebileceği anlamına gelmemektedir. Bu kurum tamamen yeni kurulan bir kurum olup sıfırdan oluşturulmaktadır. Dolayısıyla bu kurumu bütün nükleer enerjiye ilişkin faaliyetlerde uyulması gereken ilkelerle birlikte yeni baştan oluşturan bir düzenlemenin 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile yapılan anayasa değişikliklerine uyum sağlanması ile her hangi bir ilişkisi bulunmamaktadır. Böyle bir kurum oluşturulmak isteniyorsa yeni sistem yürürlüğe girmeden önceki dönemde bunun ancak kanun yoluyla yapılması mümkün idi. Diğer taraftan dava konusu 702 sayılı KHK, 9 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazetenin mükerrer sayısında yayınlanmıştır. Aynı tarihte Cumhurbaşkanı yemin ederek görevine başlamış ve anayasa değişiklikleri yürürlüğe girmiştir. Yetki Kanununun süresi de aynı tarihte sona ermiştir. Yetki kanununun süresinin dolduğu gün yayınlanan bir KHKnın süre bakımdan yetki kanununun kapsamında olup olmadığı da ayrıca tartışılmalıdır. 7142 sayılı Yetki Kanununun 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasında Bakanlar Kuruluna verilen yetki, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının andiçerek göreve başladığı tarihe kadar geçerlidir. hükmüne yer verilmiştir. Cumhurbaşkanı 9 Temmuz 2018 tarihinde yemin ettiğine göre bu tarihte Bakanlar Kurulunun varlığı sona ermiş, daha da önemlisi Bakanlar kuruluna verilen yetki bu tarihte sona ermiştir. Kanun Cumhurbaşkanının yemin ettiği saate kadar demediğine göre, yetkinin süresi yeminin edildiği gün başında sona ermiştir ve o tarihteki işlemler yetki kapsamı dışındadır. Zira günün belli bir yarısında Bakanlar Kurulunun KHK çıkarma yetkisinin bulunduğu, diğer yarısında ise bu yetkinin ortadan kalktığını kabul etmek olanaklı değildir. Sonuç olarak 702 sayılı KHK hem amaç ve ilkeler hem de süre bakımından 7142 sayılı Yetki Kanunu kapsamında yer almamaktadır. Bu nedenle Yetki Kanunu kapsamında olmayan 702 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin tümü ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekli listeler Anayasanın Başlangıcı, 6., 7., 87. ve 91. maddelerine aykırıdır ve iptal edilmeleri gerekir.Esas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 8 Son olarak ifade edilmelidir ki, Anayasanın KHKları düzenleyen hükümleri, Cumhurbaşkanı seçimi sonucu yemin ederek göreve başladığı 9 Temmuz 2018 tarihinde yürürlükten kalkmıştır. Ancak bu, söz konusu KHKların çıkarıldığı tarihte yürürlükte olan hükümlerin denetiminde uygulanamayacağı anlamına gelmemektedir. KHK yetkisini düzenleyen hükümler yürürlükten kalmış olmasına rağmen KHKlar yürürlükte kalmaya devam ettiğine göre, bu KHKların geçerlilik koşullarını tanımlayan hükümler sonradan yürürlükten kaldırılmış olsa da denetimde ölçü norm olarak kullanılmaya devam edeceklerinde herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. B 702 SAYILI KHKNIN BELLİ MADDELERİNİN ESASTAN ANAYASAYA AYKIRILIĞI 3. maddesinin ikinci fıkrasının (b) bendinde yer alan ekonomik ve sosyal ibaresi ile mümkün ve makul olan ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 702 sayılı KHKnin 3. maddesi ile genel ilkeler belirlenmektedir. Anılan madde ile, 702 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamına giren ve çalışanların, halkın, çevrenin ve gelecek nesillerin radyasyona maruz kalma riskini içeren her türlü faaliyette; faaliyetin bireysel veya toplumsal açıdan fayda sağlaması, faaliyet nedeniyle maruz kalınabilecek radyasyon dozlarının, çevresel, ekonomik ve sosyal faktörler de dikkate alınarak mümkün ve makul olan en düşük düzeyde tutulması, faaliyet nedeniyle maruz kalınabilecek radyasyon dozlarının Kurum tarafından belirlenen doz sınırlarını aşmaması ilkelerinin esas alınacağı düzenlenmiştir. KHKde genel ilkelere yer verilmesi, aslında halkın, çevrenin nükleer enerji ve iyonlaştırıcı radyasyona karşı koruma güvenceleri bir nevi genel kısıtlamaları belirlemektir. Bir başka deyişle bu alanda yapılacak faaliyetlerin tamamı anayasa, usulüne göre onaylanmış uluslararası sözleşmeler, ilgili diğer kanunlarda yer alan güvencelerin yanı sıra kanun hükmünde kararnamede yer alan ilkelere de uygun olmak zorundadır. İptali talep edilen düzenleme, faaliyet nedeniyle maruz kalınabilecek radyasyon dozlarında, çevresel faktörlerin yanı sıra ekonomik ve sosyal faktörlerin de dikkate alınmasına ilişkindir. Faaliyet nedeniyle maruz kalınabilecek radyasyon dozlarının mümkün ve makul olan en düşük düzeyde tutulması için ekonomik ve sosyal faktörlerin dikkate alınmasının belirlenmesi bir ilke olarak kabul edilememektedir. Nitekim bir normun, genel güvence hükmü niteliği taşıyabilmesi için öncelikle belirli olması gerekmektedir. Normun belirli olması hukuk devleti olmanın gereğidir. Aynı belirsizlik normda yer alan mümkün ve makul olan ibaresi bakımından da geçerlidir. Mümkün ve makul olan miktarın ne olduğunun yurttaşlar tarafından bilinebilir, öngörülebilir olması gerekmektedir. Her iki hususta da ayrı ayrı belirliliğin olmaması normun çevre ve halk bakımından güvence sağlamasından çok idareye keyfi uygulamalar için zemin yaratma sonucunu doğurmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel unsurlarından biri belirliliktir. Belirlilik ilkesi, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılıdır. Birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Bu bağlamda belirlenecek olan gerek ekonomik veEsas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 9 sosyal faktörün belirlenmesinde gerek mümkün ve makul olan en düşük seviyenin ne olduğu hususları bireyler ve idare bakımından öngörülebilir nitelikte değildir. Anayasa Mahkemesinin kararlarında, Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkelerinin bulunduğunun bilincinde olan devlet olarak tanımlanmaktadır. Hukuk güvenliği ilkesi ise, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre düzene sokabilmesidir. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk güvenliğinin sağlanması, bu doğrultuda kanunların geleceğe yönelik öngörülebilir belirlemeler yapılabilmesine olanak verecek kurallar içermesini gerekli kılar (Anayasa Mahkemesi Kararı: 2014/92 E. 2016/6K. 28/01/2016 R.G. Tarih Sayı: 03.03.2016 29642). İptali talep edilen ibareler, nükleer enerji faaliyetleri ve iyonlaştırıcı radyasyona dair maruz kalınabilecek radyasyon dozlarının sınırları aşmaması konusunda güvence sağlamaktan ziyade keyfi ve çevre ile bireylerin aleyhine uygulamalar yaratabilecek bir muğlaklık taşımaktadır. Ve hatta somutlaştırmak gerekirse bireylerin maruz kalacağı radyasyon seviyeleri belirlenirken kişi, kurum veya şirketlerin ekonomik menfaatlerinin belirleyici olmasını esas almaktadır. Ekonomik ve sosyal faktörlerin bir kıstas olarak kabul edilebilmesi için ne olduğunun somut olarak kanun hükmünde kararnamede yer alması gerekirdi. Yine aynı şekilde, radyasyon dozlarının Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu gibi uluslararası otoritelerin belirlediği sınır değerlerin de altında olacak şekilde normda açık bir şekilde yer alması gerekirken, bu uluslararası standartlara herhangi bir atıfta bulunmaksızın tamamen belirsiz ve muğlak kavramlarla maruz kalınabilecek radyasyon dozlarının düzenlenmesi, başta bireylerin yaşam hakkı olmak üzere pek çok temel hakkına keyfi müdahale sonucu doğurmaktadır. Radyo aktif maddelerin insan yaşamı ve çevre için oluşturduğu riskler ortadadır. Buna rağmen Anayasanın 17. ve 56. maddelerinde güvence altına alınan bireylerin yaşam hakkını ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını ağır bir şekilde tehdit eden riskli bir faaliyetin sınırlarının belirlenmesinde muğlak düzenlemelere yer verilmesi, kanunilik ilkesini de ortadan kaldırmaktadır. Anayasanın 13. maddesi uyarınca temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Ancak iptali talep edilen düzenleme, yaşam hakkının özüne dokunur niteliktedir. Açıklanan bu sebeplerle, iptali talep edilen ibareler Anayasanın 2., 13., 17. ve 56. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir, iptali gerekir. 4. maddesinin dokuzuncu fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan kurum tarafından yetkilendirilen özel hukuk tüzel kişilerinden Kurumun belirlediği usul ve esaslar kapsamındaEsas Sayısı : 2018/115 Karar Sayısı : 2020/81 10 ayrıca denetim hizmeti alır ibaresi ile on beşinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan uygulanmaz ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 702 sayılı KHKnin dördüncü maddesi yetkilendirme ve denetimi düzenlemiştir. 702 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamındaki bir faaliyeti yürütmek isteyen gerçek veya tüzel kişilerin Nükleer Düzenleme Kurumundan faaliyet için gerekli yetkiyi alması, bildirim ve lisansa ilişkin düzenlemelerin çerçevesi ve denetim, iş bu dördüncü madde ile düzenlenmiştir. Maddenin dokuzuncu fıkrası Nükleer Düzenleme Kurumu tarafından yetkilendirilen tüzel kişilerin sorumlulukları, görev ve yetkileri ile denetime ilişkin hususları düzenlemektedir. Düzenleme uyarınca yetkilendirilen tüzel kişiler, tesisi oluşturan yap | 4,068 |
Esas Sayısı : 2003/22 Karar Sayısı : 2003/34 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "1 Usul Yönünden: Anılan Kanun maddesi 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa eklenmiş bulunmaktadır. 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ise 18.05.1994 gün ve 3990 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak çıkartılmıştır. 3990 sayılı Yetki Yasası ise Anayasa'nın Başlangıç, 2, 7, 87, 91 ve 153. maddelerine aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nin 05.07.1994 günlü, E:1994/50, K:1994/44 sayılı kararıyla iptal edilmiş bulunmaktadır. Bu durumda, 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin yasal dayanaktan yoksun kaldığı açık ve tartışmasızdır. Şu halde; Anayasa'nın 91. maddesi uyarınca Kanun Hükmünde Kararnameler yasal meşruiyetini, meclisin verdiği yetki yasasından aldıklarından dava konusu Kanun Hükmünde Kararnamenin dayanağı Yetki Yasası da iptal edildiğinden, yasal dayanağı kalmayan Kanun Hükmünde Kararname ile getirilen ve yukarıda belirtilen düzenlemenin iptali gerekmektedir. 2 Esas Yönünden: Anayasa'nın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyetinin ... demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmış olup 10. maddesinde de "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." hükmüne yer verilmiştir. Demokratik sosyal bir hukuk devletinde; Devletin (buna yasama organı da dahil) her tür faaliyeti sırasında, kazanılmış hakları gözeteceği, sarfedilen emek ve çalışmanın eşitlik ilkeleri gözardı edilmeden karşılığının verilmeye çalışılacağı kuşkusuzdur. Bu bağlamda sözkonusu yasa hükmü değerlendirilecek olursa; Anılan düzenlemeye göre, görevde iken üst öğrenimini bitiren kişinin, o tarihe kadarki tüm çalışmaları derece ve kademe olarak değerlendirilip intibak hesabı yapılmakta olup, düzenlemede bu haliyle hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Ancak maddenin ilk cümlesinde ifade edilen "...emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyla ..." kuralı intibak işlemini netice itibariyle yukarıda anılan Anayasal ilkelere aykırı hale getirmektedir. Çünkü; buna göre öğrenime hiç ara vermeden devam edip göreve başlayan farazi emsal esas alınmakta olup, ilgilinin hem çalışıp hem okumak şeklindeki fazla emek ve çabası gözardı edilmektedir. Dolayısıyla, Devlete verdiği emek yok sayılarak, hiç Devlet hizmeti olmayanla eşit kabul edilerek aslında eşitlilik ve hakkaniyete aykırılığa sebep olunmaktadır. Örneğin davacının 3.5 yıllık hizmeti bulunmakla birlikte, normal bir intibaktan 8. derecenin 1. kademesinde 8 ay 13 gün kıdemli sayılması gerekirken, soyut emsal sebebiyle 9. derecenin 1. kademesine getirilebilmiş olup, 3.5 yıllık devlet hizmeti intibakta yok sayılmıştır. Bu sonuç ise yukarıda anılan Hukuk Devleti, Sosyal Devlet ve Kanun önünde eşitlik ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.Esas Sayısı : 2003/22 Karar Sayısı : 2003/34 2 Bu bağlamda 657 sayılı Yasa'nın 36. maddesinin A/12 d fıkrasının "... emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyla ..." ibaresinin Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olması sebebiyle esas yönünden de iptali gerekmektedir. Sonuç: Açıklanan nedenlerle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 36. maddesinin A/12 d fıkrasının "... emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyla ..." ibaresinin Anayasa'nın 2, 10 ve 91. maddelerine aykırı olduğu düşüncesiyle ve iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi'ne gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleriyle onaylı suretlerinin dosya oluşturularak Anayasa Mahkemesi'ne sunulmasına iş bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren beş ay karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine 19.02.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi."" | 508 |
Esas Sayısı : 2007/46 Karar Sayısı : 2009/36 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemelerin gerekçelerinde özetle, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 168. maddesindeki etkin pişmanlık hükümlerinin karşılıksız yararlanma gibi doğrudan adli para cezası verilebilecek suçlar yanında yağma suçu gibi daha ağır nitelikte yaptırıma bağlanmış olan suçları da kapsam içine almasına karşın "suç eşyasını satın alma" suçunun kapsam dışında tutulduğu, oysa suç eşyasını satın alma suçunun unsurları, sonuçları, başkalarını etkileme gücü vb. yönlerden ele alındığında etkin pişmanlık hükmü kapsamı dışında tutulmasının makul hukuki bir nedeninin bulunmadığı, daha ağır yaptırıma bağlanmış olan suçlara etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması sonucunda suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi suçundan daha az ceza verilmesinin söz konusu olabileceği, Türk Ceza Kanunu'nun 168. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlık hükümlerinin mal varlığına yönelik suçlardan olan hırsızlık, mala zarar verme, güveni kötüye kullanma, dolandırıcılık, hileli iflas, taksirli iflas ve karşılıksız yararlanma suçları bakımından uygulanırken, yine aynı bab ya da fasıl içinde düzenlenmiş olan ve mal varlığı aleyhine suçlar grubunda yer alan "cürüm eşyasını bilerek satın alma veya kabul etme" suçuna uygulanmamasının adalet ve eşitlik ilkeleriyle bağdaşmadığı belirtilerek, itiraz konusu kuralın Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür." | 191 |
Esas No:1967/3 Karar No:1967/14 1 "... MAHKEMENİN GEREKÇESİ ÖZETİ : 6831 sayılı Orman Kanunun 91 inci maddesinin birinci fıkrası, kerestelik olmayan ağaçları keserek odun yapanlar hakkında hapis cezası ile birlikte odunun beher kentali için 3 lira para cezası verileceğini emretmektedir. Ancak adı geçen maddenin birinci fıkrasının dördüncü cümlesi. "Bu suretle verilecek para cezasının 10 liradan aşağı olamıyacağı" hükmünü taşımaktadır. Anayasa'nın 12 nci maddesi, yalnızca dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayrımının söz konusu edilemiyeceği alanlarda eşitlik sağlayan bir hüküm olmakla kalmamakta, yasaların her ne suretle olursa olsun eşit bulunmayan durum ve sonuçlar ortaya çıkarmasının da önüne durmaktadır. Hal böyle iken sözü edilen hüküm; l (1) kilo odun yapanlar (333) kiloya kadar değişik miktarda odun yapmış olanları bir hizada tutarak aynı miktarda para cezası ile sorumlu tutmaktadır. Bu durum eşitsizlik ve haksızlıktır. 2 Bu hüküm yalnız kerestelik olmayan ağaçların kesilmesi halinde uygulanmaktadır. Hapis cezasının yukarı haddinin daha yüksek olması bakımından daha ağır olan kerestelik ağaç kesilmesi eylemini kapsamına almamıştır. Bunun sonucu olarak da; Kerestelik olmayan ağaçların kesilmesi halinde para cezası 10 liradan aşağı olmadığı halde kerestelik ağaçların kesilmesinde kesilen ağaçların hacmi üzerinde, belirli bir birime göre hesap edilerek bulunacak para cezası bazan 10 liradan aşağı olabilmektedir. Eşit olmayan bu durumu kerestelik ağaç kesme suçu için konulmuş olan para cezasının üst düzeyine yaklaşarak uygulama yapılması suretiyle ortadan kaldırmak mümkün olsa bile Kanunun kabul ettiği cezanın alt düzeyinin suçlulardan tüm olarak esirgenmesi de ayrı bir eşitsizlik ve haksızlık teşkil edecektir. Bu nedenlerle iptali istenen hüküm Anayasa'nın 12 nci maddesine aykırıdır. İtiraz konusu hükmü kapsayan 6831 sayılı Kanunun 91 inci maddesi : (14 üncü maddenin (A) ve (B) bentleriyle yasak edilen fiillerden kerestelik ağaçları kesenler 3 aya kadar hapis ve kereste veya tomruğun beher metreküpü için 25 liradan 100 liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılırlar. Ancak 20 santimetre kutrundan aşağı olanlar için bu para cezası bir misli artırılarak hükmolunur. 14 üncü maddenin (A) ve (B) bentleriyle yasak edilen fiillerden kerestelik olmayan diğer ağaçları keserek odun veya kömür yapanlar bir aya kadar hapis ve odunun be her kentali için 3 lira, kömürün beher kentali için 15 lira ağır para cezasiyle cezalandırılırlar. Bu suretle verilecek para cezası 10 liradan aşağı olamaz. 14 üncü maddenin (A) bendinde yazılı, yetişmiş ve yetiştirilmiş fidanları kesmek, sökmek, ekim sahalarını bozmak, ağaçları kesmek, boğmak, ağaçlardan yalamuk, pedavra, hartama çıkarma fiilleri için verilecek cezalar beş misli artırılarak hükmolunur. 14 üncü maddenin (A) ve (B) bentleriyle yasak edilen ve yukarıdaki fıkralarda yazılı bulunmayan fiilleri işleyenler 3 aya kadar hapis ve 25 liradan 300 lira kadar ağır para cezasıyla cezalandırılırlar.Esas No:1967/3 Karar No:1967/14 2 14 üncü maddenin (C) bendinde yazılı fiilleri işleyenler 10 liradan 100 liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar. Bu kanunun 14 üncü maddesinin(A) ve (B) bendine muhalif hare ket edenler orman sahipleri ise yapılan zararın miktarına göre 3 aya kadar hapis veya 30 liradan 200 liraya kadar ağır para cezasiyle cezalandırılırlar. Ancak kendi arazisi dahilinde tohum ekmek veya Fidan dikmek suretiyle yetiştirilecek ormanların sahipleri yukarıdaki fıkra hükmüne tabi değildir. 14 üncü maddedeki suçları, hayvan beslemek için işliyenler hakkında yukarıdaki cezalar l misli artırılır.) Anayasa'nın 12 nci maddesi : (Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir. Hiç bir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.)" | 538 |
Esas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 1 ... Dava, yaşlılık aylığı tahsisi ve aksi yöndeki Kurum işleminin iptali istemine ilişkindir. 1982 Anayasası'nın 152. maddesinde; Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. hükmüne yer verilmiştir. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 57/3 maddesi Mahkememizde görülmekte olan davada uygulanacak, davanın yürütülmesi ve sonuçlandırılmasında olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bir kanun hükmüdür. Şöyle ki; davacının 15.09.1986 tarihinde 506 sayılı Kanun kapsamında (5510 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılan Sosyal Sigortalar Kanunu) ilk olarak çalışmaya başladığı, davacı hakkında verilen yaş tashihi kararının ise 30.09.1986 tarihinde kesinleştiği, dosyada bulunan nüfus kaydından ve hizmet cetvelinden anlaşılmaktadır. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 367/2 maddesinde yer alan; Kişiler hukuku, aile hukuku ve taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararlar kesinleşmedikçe yerine getirilemez. hükmü gereği yaş tashihi kararının kesinleşmeden yerine getirilmesi mümkün değildir. (Ayrıca bkz. 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu 35/1 maddesi ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 14.04.2010 tarih 2010/21 194 Esas, 2010/219 Karar sayılı ilamı. ) Bu durumda yaş düzeltmenin gerçekleştiği tarih hükmün kesinleştiği tarih olan 30.09.1986 tarihidir ve bu tarih davacının ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonrasına tekabül etmektedir. Nitekim Sosyal Güvenlik Kurumu Trabzon Sosyal Güvenlik İl Müdürlüğü Karadeniz Sosyal Güvenlik Merkezi'nin 27.02.2018 tarihli yazısından davacının yaşlılık aylığı tahsis talebinin bu gerekçeyle reddedildiği anlaşılmaktadır. Mahkememizin 18.10.2018 tarihli müzekkeresine Kurum tarafından verilen cevaptan anlaşıldığı üzere doğum tarihinin 24.01.1969 (Mahkeme kararı sonrasında oluşan kayıt) olarak kabulü halinde davacı 24.01.2018 tarihi itibariyle emekli olabilecektir. Mahkemelerce itiraz yoluna başvurulabilmesi için iptali istenen kanun hükmünün görülmekte olan bir davada uygulanacak olması ve iptali talep edilen yasal düzenleme hakkında son on yıl içerisinde Anayasa Mahkemesi tarafından işin esasına girilerek verilmiş bir ret kararının bulunmaması gerekmektedir. 5510 sayılı Kanunun 57/3 maddesi Mahkememizde görülmekte olan davada uygulanacak bir kanun hükmü olup yapılan araştırmada söz konusu kanun hükmüne ilişkin Anayasa Mahkemesince son on yıl içerisinde işin esasına girilerek verilmiş bir karara rastlanmamıştır. Bu itibarla somut norm denetimi koşullarının gerçekleştiği sonucuna ulaşılmış ve aşağıda yer verilen gerekçelerle Mahkememizce re'sen Anayasa'ya aykırı görülen Kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmuştur. 5510 sayılı Kanunun Yaş başlıklı 57. maddesinin 3. fıkrası; İş kazası, meslek hastalığı, malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortalarından gelir ve aylık tahsisleri ile sermaye değerinin hesabında, iş kazasının olduğu veya meslek hastalığının hekim raporuyla ilk defa tespit edildiği veya sigortalıların bu Kanuna ve bu Kanunla yürürlükten kaldırılmış kanunlara tâbi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş düzeltmeleri dikkate alınmaz. hükmünü içermektedir. İtiraz konusu hüküm, esas itibariyle, emeklilik hakkının kazanılmasında ve malûllük ile ölüm sigortalarına ilişkin diğer bazı haklardan yararlanılmasında sigortalı olarak çalışmaya başlanılan tarihten sonraki yaş düzeltmelerinin dikkate alınmayacağına ilişkindir.Esas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 2 Anayasa'nın 138/4 maddesi Aykırılık Gerekçesi; Anayasa'nın 138/4 maddesinde; Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. düzenlemesi mevcuttur. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 39. maddesi uyarınca mahkeme kararı olmadıkça kişisel durum sicilinin hiçbir kaydında düzeltme yapılamamaktadır. Emredici nitelikteki bu hüküm kişisel durum kayıtlarını etkin bir koruma altına almıştır. TMK'nın bu hükmüyle uyumlu olarak 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu'nun (NHK) 35/1 maddesinde; Kesinleşmiş mahkeme hükmü olmadıkça nüfus kütüklerinin hiçbir kaydı düzeltilemez ve kayıtların anlamını ve taşıdığı bilgileri değiştirecek şerhler konulamaz. Ancak olayların aile kütüklerine tescili esnasında yapılan maddî hatalar nüfus müdürlüğünce dayanak belgesine uygun olarak düzeltilir. ifadesine yer verilmiştir. Nüfus davalarına ilişkin usul hükümlerinin yer aldığı 5490 sayılı NHK'nın 36 ve 37. maddelerinde kayıt düzeltme davalarının nüfus müdürü veya görevlendireceği memur huzurunda görüleceği ve genel müdürlük ile nüfus müdürlüklerinin kanun yollarına başvurma yetkisinin bulunduğu ifade edilmiştir. Tüm bu düzenlemeler nüfus kayıtlarının katı bir disipline tabi olduğunu göstermektedir. Nitekim Yargıtay kararlarında da kuşku ve duraksamaya yer verilmeksizin doğru sicil oluşturulması zorunluluğundan söz edilmektedir. Ayrıca, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 218. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan; Kovuşturma evresinde mağdur veya sanığın yaşının ceza hükümleri bakımından tespitiyle ilgili bir sorunla karşılaşılması halinde; mahkeme, ilgili kanunda belirlenen usule göre bu sorunu çözerek hükmünü verir. düzenlemesiyle ceza mahkemelerine kovuşturma aşamasında yaş düzeltme yetkisi verilmiştir. Ceza mahkemelerince verilen yaş düzeltme kararıyla cezai sorumluluğun kapsamı genişletilebilmekte, yaş düzeltme kararı sonrasında verilecek cezada artış söz konusu olduğu gibi ceza infaz rejimi de değişebilmektedir. Görüldüğü üzere istisnai durumlar haricinde yaş düzeltme işlemi ancak kesinleşmiş mahkeme kararıyla yapılabilmektedir. İptali talep edilen 5510 sayılı Kanun'un 57/3 maddesi, bu maddeyi uygulamak durumunda olan idari makamlara yaş tashihine ilişkin mahkeme kararlarını uygulamama görev ve yetkisi tanıdığından mahkeme kararlarına uyma zorunluluğunu düzenleyen Anayasa'nın 138/4 maddesinin ihlaline yol açmaktadır. Bu sorunun ele alındığı Anayasa Mahkemesinin 18.01.2005 tarihli 2005/4 Esas 2005/7 Karar sayılı kararında; Devletin, personel politikasını belirlemede büyük önemi olan emeklilik düzenini, aktüeryal dengeleri gözeterek bilimsel verilere göre belirlemesi ve buna göre gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Devletin bilimsel verilere dayanarak kurduğu bu düzenin korunması Anayasa'nın 60. maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de zorunlu bir gerekliliktir. Nesnel ve sürekli kurallarla sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik kuruluşunun, mahkeme kararları ile alınan yaş düzeltmeleri sonucu ortaya çıkan erken emeklilik gibi nedenlerle aktüeryal dengesinin bozulması, sosyal güvenlik sisteminin sürdürülemez bir duruma gelmesine sebep olabilir. Sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak çalışılmaya başlanıldığı tarihten sonraki yaş düzeltmelerinin dikkate alınmayacağını öngören itiraz konusu kuralın, sosyal güvenlik sisteminin kimi aksaklıklara yol açmadan sürdürülmesi amacına yönelik olarak düzenlendiği kuşkusuzdur. Burada yargı kararı hukuksal olarak değerini ve geçerliliğini korumakta, sadeceEsas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 3 emeklilik yönünden sonuç doğurmamaktadır. gerekçesine yer verilmiş ise de; 22.07.2008 tarihli 2008/64 Esas 2008/129 Karar sayılı Anayasa Mahkemesi kararında üye Serruh KALELİ'nin karşıoyunda Sosyal Sigortalar Kurumu, üyesi yönünden sosyal sigortacılık yapmaktadır. Prim alıp hak ettiğinde ödemeler yapmaktadır. Tüm aktüeryal hesaplar hata dahil tüm olasılıkları da içinde barındırır, istatistiksel matematik mutlak doğru değildir. Risk analizleri hesap yöntemi içerisinde olmaz ise sosyal görev laiki ile yerine getirilmiş sayılamaz. Bu düşünceler ile sosyal güvenlik sisteminde muhtemel aksaklığın bertarafı için hukukun ve yargı kararının üstünlüğü ve tanınma zorunluluğunu kaldıran düzenleme anılan nedenler ile Anayasa'nın 138. maddesine aykırı olduğu düşünüldüğünden çoğunluk görüşüne katılınmamıştır. sözleriyle ifade ettiği üzere aktüeryal dengelerin, mahkemelerce verilen yaş düzeltme kararları öngörülerek, bilimsel verilere dayanılarak yapılması mümkündür. Günümüzde, mahkemeler nezdinde görülen yaş düzeltme davalarının sayısı mahkemelerin karar eğilimleri kolaylıkla tespit edilebilecek ve istatistik hesaplara dahil edilebilecektir. Anayasa Mahkemesinin 18.01.2005 tarihli kararında yargı kararı hukuksal olarak değerini ve geçerliliğini korumakta, sadece emeklilik yönünden sonuç doğurmamaktadır. denilmekteyse de yargı kararının geçerliğinin kabulü halinde yargı kararına göre oluşan kişisel durum siciline göre işlem yapılması gerekmektedir. Kararın sadece emeklilik yönünden sonuç doğurmamasından söz edilmekteyse de bu durum zaten Anayasa'ya aykırılığın gerekçesini oluşturmaktadır. Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen durumun istisna tutulmasının bir başka Anayasal gerekçesi bulunmalıdır. Diğer taraftan, sosyal güvenlik alanında birçok değişiklik yapıldığı, başlangıçta birbirinden ayrı şekilde teşkilatlanan sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında toplandığı, sosyal güvenlik mevzuatının sayısız değişikliğe uğradığı bilinmektedir. Aktüeryal denge ve emeklilik düzeni bozulmaksızın uygulama kapsamı çok daha geniş olan mevzuat değişiklikleri gerçekleştirilebiliyorsa, günümüzde hukuksal verilere erişimin kolaylığı nazara alındığında yaş düzeltmeleri öngörülerek sosyal güvenlik sisteminin yapılandırılmasının, prim miktarlarının ve diğer hesaplamaların yapılmasının mümkün olduğu düşünülmektedir. Sonuç olarak, sigortalıyı haksız ve eşitsiz bir fedakarlığa katlanmaya zorlayan, devletin sosyal güvenlik sistemini hatalı işlem ve kayıtlar üzerine bina eden, yargı kararıyla tesis edilmeye çalışılan adaleti göz ardı eden yasal düzenlemenin yukarıda belirtilen gerekçelerle Anayasa 138. Maddesine aykırı olduğu değerlendirilmektedir. Anayasa'nın 2. Maddesi Aykırılık Gerekçesi; Anayasa'nın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Anayasa Mahkemesi kararlarında hukuk devleti ilkesinin anlamı açıklanmıştır Anayasa Mahkemesinin 2001/406 E. 2004/20 K. sayılı kararında hukuk devleti ilkesi; Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlettir. sözleriyle açıklanmıştır.Esas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 4 5510 sayılı Kanunun itiraz konusu 57/3. maddesi mahkemelerce verilen yaş düzeltme kararlarının geçersiz sayılması konusunda Anayasa'da yer almayan bir yetkinin yasama organına verilmesine yol açması bakımından kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Kesinleşmiş mahkeme kararlarının bazı olay ve işlemlere uygulanması, bazı olay ve işlemler bakımından ise geçerli sayılmaması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Örneğin yaş düzeltme kararı ile memuriyete girmek, siyasi hakları kullanmak, belli görevlere atanmak mümkün iken 57/3. maddesinde öngörülen durumlarda mahkeme kararı geçerli sayılmayacaktır. Ya da ceza mahkemesince verilecek yaş düzeltme kararı ile cezai sorumluluğun kapsamı genişletilebilecek, ceza miktarı arttırılabilecek ve hatta infaz rejimi değiştirilebilecek iken aynı mahkeme kararının Sosyal Güvenlik Kurumunun bir takım işlemlerinde uygulanmayacağını kabul etmek hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağı gibi adalete dayanan bir hukuk düzeni iddiasıyla da çelişecektir. Bu maddenin amacının kötüye kullanımları engellemek, sigortalıların mahkemelerden gerçeğe aykırı yaş düzeltme kararı almalarını ve hak ettikleri tarihten önce sosyal güvenlik haklarından faydalanmalarını önlemek olduğu ileri sürülebilir. Öncelikle böyle bir kabul mahkeme kararlarına güvenilmediğinin peşinen kabulü manasına gelir. Mahkeme kararlarına güven duyulmadığı gerekçesiyle, mahkeme kararlarının sonuç doğurmasını engelleyecek yasal düzenlemeye başvurulması ise yargının meşruiyetinin bizzat yasama organı tarafından yok sayılması anlamına gelir. Yasama organının güvenilemeyeceğini öngördüğü, hakkın kötüye kullanılmasına vasıta olabileceğini kabul ettiği yargı mercilerine yurttaşların güvenmemesi de olağan kabul edilmelidir. Bu durumda, yaşı büyütülerek cezası arttırılan bir yurttaşa kesinleşmiş mahkeme kararı dayanak gösterilirken aynı mahkeme kararının bir kısım SGK işlemleri karşısında hangi gerekçe ve amaçla olursa olsun geçersizliğinin izahı oldukça güç olacaktır. Yurttaşların ve Anayasa gereği bütün devlet organlarının uymakla yükümlü olduğu yargı kararlarının SGK işlemleri açısından sonuç doğurmayacağını ifade eden kanuni düzenlemenin hukuk devleti ilkesine uygunluğundan söz edilemeyecektir. Şayet bazı haklardan yararlanmak amacıyla hakikate aykırı şekilde yaş düzeltme yoluna başvurulmakta ise yapılması gereken, hukuk sisteminin temelini sarsacak şekilde, mahkeme kararlarını geçersiz saymak değil konuya ilişkin etkin tedbirler almak olmalıdır. 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu'nun yukarıda değinilen 35. maddesinde, tescil esnasında yapılan maddi hataların dayanak belgesine uygun olarak nüfus müdürlüğünce düzeltileceği öngörülmüştür. Böyle bir durumda dayanak belge olması koşuluyla mahkeme kararına gerek duyulmamaktadır. Nüfus kaydında maddi hatanın ilk işe başlama tarihinden sonra düzeltilmesi halinde 57/3. maddesi gereğince yaş düzeltme işlemi dikkate alınmayacaktır. Oysa ki, TMK'nın 37. maddesinde Kişisel durum sicili, Devletçe atanan memurlar tarafından tutulur. Sicil kayıtlarını tutmak ve örnek vermek bu memurların görevidir. hükmü, 38. maddede ise Kişisel durum sicilinin tutulmasından doğan zararlar, kusurlu memura rücu edilmek kaydıyla, Devletçe tazmin edilir. düzenlemesi mevcuttur. Görüldüğü üzere yaş düzeltme kararlarına konu olan kayıtları tutmak kamu makamlarının yükümlülüğündedir. Kamu makamlarının bu yükümlülüklerini gereği gibi yerine getirmemeleri nedeniyle oluşan hatalar mahkeme kararlarıyla giderilmektedir. Kamu makamlarının yükümlülüklerini yerine getirmemesi nedeniyle oluşan bir hatanın sorumluluğunu yurttaşa yüklemek hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı gibi Anayasa'nın 2. maddesinde yer bulan sosyal devlet ilkesiyle de çelişmektedir.Esas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 5 Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki, mahkeme kararıyla yaşı tashih edilen veya NHK'nın 35. maddesi gereği dayanak belgeyle nüfus kaydındaki maddi hata düzeltilen bireylerin kişisel durum bilgilerindeki hata oranı, söz konusu kayıtların yargılama ve inceleme konusu olması nedeniyle, diğer kayıtlara nazaran daha düşük olabileceği gözetilmelidir. Hakikate ve doğruluğa uygun işlem yapma gayesi güdülmekteyse bu durumda yaş düzeltme işlemi yapılanların kayıtlarının daha doğru olduğunun kabulü hukuka ve yargıya olan güvenin gereğidir. Mahkeme kararına veya dayanak belgeyle yapılan düzeltmeye rağmen, Sosyal Güvenlik Kurumunun hatalı olduğu sabit olan bir kaydı esas alarak işlem ve kararlarını yürütmesinin izahı güçtür. İstikrar ve devamlılığın adalet ve doğruluk üzerine olması gerekir. Anayasa'nın 36. Maddesi Aykırılık Gerekçesi; Anayasa'nın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36. maddesinde; Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. hükmü bulunmaktadır. Yaş düzeltmeye ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararlarının uygulanmaması adil yargılanma hakkının bir parçası olan mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelenebilecektir. Anayasa'nın 36. maddesinde ifade edilen hak arama özgürlüğü, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biri olmakla birlikte aynı zamanda toplumsal barışı güçlendiren, bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, sadece yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunmada bulunma hakkını değil yargılama sonunda hakkı olanı elde etmeyi de kapsayan bir haktır. (AYM, E.2009/27, K.2010/9, 14/1/2010). Adil yargılanma hakkının unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne götürme ve aynı zamanda mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme haklarını da kapsar. Mahkeme kararlarının uygulanması, yargılama sürecini tamamlayan ve yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan bir unsurdur. Karar uygulanmazsa yargılamanın da bir anlamı olmayacaktır (Hornsbyl/Yunanistan, B. No: 18357/91, 19/3/1997, § 40). AİHM, kesinleşmiş ve bağlayıcı bir yargı kararının, lehine karar verilen tarafın zarar görmesine rağmen infaz edilmemesi durumunda Sözleşme'nin 6. maddesinin teminat altına aldığı mahkemeye erişim hakkının bir anlam ifade etmeyeceğini vurgulamaktadır. Hangi yargı makamı verirse versin bir yargı kararının veya hükmünün infaz edilmesi, 6. madde anlamında davanın tamamlayıcı unsuru olarak değerlendirilmelidir (Burdov/Rusya, B. No:59498/00, 7/5/2002, § 34) AİHM, Sözleşme'nin 6. maddesi kapsamında bir yargı yerine ulaşma hakkının sadece teorik olarak bu hakkın tanınmasını değil aynı zamanda o yargı yerinden alınan nihai kararın icrasına yönelik meşru bir beklentiyi de koruduğunu kabul etmiştir. (Apostol/Gürcistan, B. No: 40765/02, 28/2/2007, § 54) Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm, Temel Yeğin Başvurusu, Başvuru Numarası; 2014/10398, Karar tarihi; 29.06.2016 kararda yukarıdaki anlatıma yer verildikten sonra; Bu noktada kesin hüküm niteliğini haiz bir yargı kararının yerine getirilmesi sonucunda oluşan yeni durumların bazı hukuki konular yönünden sonuç doğurmamasının bu yargı kararının uygulanmadığı anlamına gelmeyeceğinin dikkate alınması gerekir. Zira bir dava sonunda yargıEsas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 6 merciince verilen karardaki hükmün yerine getirilmesiyle birlikte bu karar icra edilmiş yani uygulanmış olacaktır. Kararın icrasına bağlı sonuçların bu davayla ilgili olmayan kişiler veya konular yönünden sonuç doğurmaması, bu kararın uygulanmadığı şeklinde yorumlanamaz (...) Başvurucu, yaşının düzeltilmesine ilişkin kesinleşmiş Mahkeme kararının emeklilik işlemlerinde dikkate alınmamasıyla bu kararların uygulanamamış olduğunu ileri sürmektedir. Başvurucunun iddiasına konu Mahkeme kararı, nüfus kütüğündeki kaydın düzeltilmesine ilişkin olup bu davada nüfus kayıtlarının gerçek duruma uygun hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Somut olay açısından Mahkemece başvurucunun nüfus kaydındaki doğum tarihinin gerçek durumuna uygun şekilde düzeltilmesine karar verilmiş, bu kayıt nüfus idaresince karar doğrultusunda değiştirilmiş ve bu şekilde anılan karar icra edilmiştir. Başvurucunun yaşının düzeltilmesine ilişkin Mahkeme kararının 5510 sayılı Kanun'un 57. ve 506 sayılı mülga Kanun'un 120. maddelerinin ikinci ve üçüncü fıkraları uyarınca emeklilik işlemlerinde sonuç doğurmaması, kararın uygulanmadığı ya da hukuksal değerini ve geçerliliğini kaybettiği anlamına gelmez. Emeklilik işlemlerinde SSK'ya tabi olarak çalışılmaya başlandığı tarihteki nüfus kütüğünde kayıtlı olunan doğum tarihinin esas alınmasını öngören anılan kuralların, emeklilik düzeninin aktüeryal dengeler gözetilerek bilimsel verilere göre belirlenmesi ve sosyal güvenlik sisteminin birtakım aksaklıklara yol açmadan sürdürülmesi amacına yönelik olarak düzenlendiği anlaşılmaktadır. Burada yargı kararı hukuksal olarak değerini ve geçerliliğini korumakta, sadece emeklilik yönünden sonuç doğurmamaktadır. Bu değerlendirmeler neticesinde başvurucunun yaşının düzeltilmesine ilişkin Mahkeme kararı doğrultusunda nüfus idaresinin nüfus kaydını düzeltmesiyle birlikte anılan kararın icra edilmiş olduğu, bu kararın ilgili mevzuat hükümleri uyarınca emeklilik işlemlerinde sonuç doğurmamasının kararın uygulanmadığı ya da hukuksal değerini ve geçerliliğini kaybettiği şeklinde yorumlanamayacağı sonucuna ulaşılmıştır. gerekçesiyle başvurunun açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar vermiştir. Öncelikle kişisel kayıtlar üzerinde yapılan düzeltmeler sadece bu kayıtları tutmakla yükümlü olan kamu makamlarını değil tüm resmi ve özel kurumları bağlayacaktır. Yaş düzeltme, ad değişikliği, cinsiyet değişikliği veya boşanma kararlarının sadece davanın taraflarını bağlayacağı üçüncü kişi durumundaki gerçek ve tüzel kişileri bağlamayacağı savunulamayacaktır. Ayrıca, sayılan hususlarda verilen mahkeme kararları kişisel durum sicilindeki değişikliklerin gerçekleşmesi için zorunlu nitelikte kararlar olup anılan mahkeme kararlarının icrasıyla yeni bir kişisel durum oluşmaktadır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi kararında belirtildiği üzere Mahkeme kararı doğrultusunda nüfus idaresinin nüfus kaydını düzeltmesiyle birlikte anılan kararın icra edilmiş olduğu kabul edilmekteyse bu durumda diğer kamu makamlarının da icra edilen bu karar sonucunda oluşan yeni hukuksal durumu kabul etmeleri gerekmektedir. Aksi kabul edilerek, mahkeme kararına rağmen, mahkeme kararından önceki hatalı kayıtların esas alınması mahkeme kararının icra edilmediği anlamına gelecek ve Anayasa Mahkemesi kararında kesinleşmiş ve bağlayıcı bir yargı kararının, lehine karar verilen tarafın zarar görmesine rağmen infaz edilmemesi durumunda Sözleşme'nin 6. maddesinin teminat altına aldığı mahkemeye erişim hakkının bir anlam ifade etmeyeceği, Karar uygulanmazsa yargılamanın da bir anlamı olmayacaktır , AİHM, Sözleşme'nin 6. maddesi kapsamında bir yargı yerine ulaşma hakkının sadece teorik olarak bu hakkın tanınmasını değil aynı zamanda o yargı yerinden alınan nihai kararın icrasına yönelik meşru bir beklentiyi de koruduğunu kabul etmiştir sözleriyle ifade edildiği şekilde mahkemeye erişimEsas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 7 hakkının ve adil yargılanma ilkesinin ihlali sonucunu doğuracaktır. İptali talep edilen madde bu yönüyle Anayasa'nın 36. Maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca, kesinleşen mahkeme kararıyla oluşan kişisel durum sicilindeki bilgilerin kamu makamlarınca göz ardı edilmesi AİHS 8. maddede yer alan Özel Hayatın ve Aile Hayatının Korunması hakkının ihlalini de gündeme getirebilecektir. Keza, 5510 sayılı Kanunun 57/3. maddesi gerçeğe aykırı yaş düzeltmeleri engellemek amacıyla getirilen bir düzenleme ise bu amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan aracın ulaşılmak istenen amaç ile orantılı olmadığı değerlendirilmektedir. Söz konusu amaca ulaşmak için işe başlama tarihinden sonra gerçekleşen yaş düzeltme işlemlerinin tamamının yok sayılması Anayasa'ya aykırılığın yanı sıra adaletsizliklere yol açmaktadır. Somut olay bakımından, çalışmaya 16 gün geç başlamış olsa 24.01.2018 tarihinde yaşlılık aylığı almaya hak kazanacak olan davacının hali hazırda 24.01.2022 tarihine kadar beklemek zorunda olması bunun somut bir örneğidir. Anayasa'nın 10. Maddesi Aykırılık Gerekçesi; Anayasa'nın Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10. Maddesinde; Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 7/5/2004 5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. (Ek fıkra: 7/5/2010 5982/1 md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde () kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. düzenlemesi bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 18.01.2005 tarihli 2005/4 Esas 2005/7 Karar sayılı kararında; Öte yandan, yasa önünde eşitlik ilkesi, hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. İtiraz konusu kural, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olarak çalışanlardan ilk defa çalışmaya başladıkları tarihten sonra yaş düzeltmesi yaptıranlar arasında farklılık yaratmadığından eşitlik ilkesine aykırılık görülmemiştir. gerekçesine yer verilmiştir.Esas Sayısı : 2019/5 Karar Sayısı : 2019/24 8 Öncelikle bir eşitlik değerlendirmesinin yapılabilmesi için karşılaştırılacak unsurların belirlenmesi gerekmektedir. Yaş düzeltme kararı ile kişinin belli bir yaşta örneğin 55 yaşında olduğu tespit edilmektedir. Böylece eylemli bir durum hukuksal olarak da tescil edilmektedir. Bu durumda eşitlik karşılaştırması yapılması gereken kişi 55 yaşındaki diğer kişilerdir. Sigortalıların aynı yaşta olan akranlarından farklı muameleye tabi tutulmaları eşitlik ilkesinin ihlaline yol açacaktır. Eşitsizliğin daha fazla kişiye uygulanması, çok sayıda kişinin eşitsiz bir muameleye maruz bırakılması eşitsizliğin derinleşmesi, haksızlık düzeyinin artması sonucunu doğuracaktır. Haklarında yaş düzeltme kararı verilen ve verilen kararları Sosyal Güvenlik Kurumunca dikkate alınmayan kişiler aynı eşitsizliğe maruz bırakılmış, kesinleşmiş mahkeme kararlarına rağmen, eşit durumda oldukları akranlarından farklı muameleye tabi tutulmuş kişilerdir. Tabi tutuldukları hukuksal muamele aynıdır. Ancak eşitlik değerlendirmesi yapılırken bakılması gerekenler emeklilik vs. hakkını elde eden aynı yaştaki diğer kişilerdir. Örneğin, TCK, CMK'ya eklenecek hükümlerle suç tarihinden sonra gerçekleşen yaş düzeltmelerin dikkate alınmayacağı öngörülmüş olsa bu durumda da eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olacaktır. Çünkü kişilere aynı yaştaki akranlarına göre daha fazla veya daha az ceza verilmiş olacaktır. Bu kuralın yaşı düzeltilen herkese uygulanması eşitsizliğin derecesine ilişkin olup eşitlik sağlamaya matuf değildir. Anayasa'nın 10. Maddesinde yer alan Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz ibaresi gözetildiğinde yaşlılık aylığı konusunda sigortalılar aleyhine yaratılan eşitsizliğin ağırlığı artmaktadır. Ayrıca Anayasa'nın 60. Maddesinde yer alan Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varılması da mümkündür. KARAR : Gerekçesi yukarıda ayrıntıları ile açıklandığı üzere; 1 ) 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 57/3.maddesinin iş kazası, meslek hastalığı, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalılığından gelir ve aylık tahsisleri ile sermaye değerinin hesabında iş kazasının olduğu veya meslek hastalığının hekim raporuyla ilk defa tespit edildiği veya sigortalıların bu kanuna ve bu kanunla yürürlükten kaldırılmış kanunlara tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş düzeltmeleri dikkate alınmaz hükmünün Anayasa'nın 2, 10, 36, 60, 138 maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından iptaline karar verilmesi istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 Gerekçeli başvuru kararı ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 40. maddesinde belirtilen belgelerin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Dair, davacı vekili ile davalı kurum vekilinin yüzüne karşı karar verildi. | 3,481 |
Esas Sayısı:1978/55 Karar Sayısı:1978/46 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesinin 22/6/1978 günlü, 1967/196 181 sayılı "Müteferrik Karar" ında itirazın dayanağını oluşturan nedenler şöyle açıklanmaktadır. "Balıkesir Kapalı Ceza ve Tevkifevinde müebbet ağır hapis cezasına hükümlü bulunan (......) C. Savcılığına verdiği 19/6/1978 günlü dilekçesi ile 647 sayılı Kanun ile aftan yararlanmasının 36 yıl üzerinden yapılması gerektiği halde 1803 sayılı Af Yasasının bu hakkım kısıtladığını ve Anayasanın 12. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine aykırı bir durum yaratıldığını iddia etmiştir. Balıkesir C. Savcılığı 19/6/1978 gün ve 2068/38 sayılı yazıları ile konuyu C. M. U. K. nun 402. maddesinde belirtilen infazda tereddüt hükmüne binaen değerlendirmiş ve C. M. U. K. nun 405. maddesi uyarınca hükümlü ile Balıkesir C. Savcılığı arasında infaz yönünden tereddüt ve uyuşmazlık doğduğu anlaşılmıştır. İCABI DÜŞÜNÜLDÜ : 1 Anayasa Mahkemesi'nin 1974/3635 sayılı kararına göre bakılmakta olan bir davanın varlığının kabul şartları arasında hükümlü ile C. Savcısı arasında cezanın yerine getirilmesi sırasında C. M. U. K. nun 402., 405. maddesi önünde T. C. Anayasasının 151/1 ve 44 sayılı Kanunun 27/2. maddesinde belirtilen ve C. Savcısının hükümlü ile birlikte ileri sürdüğü aykırılık iddiası Mahkememizce de ciddi olduğu kanısına varılmıştır. 2 Gerçekten 15/5/1974 gün ve 1803 sayılı Af Kanununun 7/A maddesi muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezalardan müebbet ağır hapis cezası ile öteki muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezalar arasında ikilik, eşitsizlik, ayrıcalık yaratmış bulunmaktadır. Örnek olarak olayda dilekçi bulunan ve Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesinin 14/9/1967 gün ve Esas 1967/196 181 sayılı kararı ile müebbet ağır hapis cezası ile mahkûm olup Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 7/11/1967 gün ve Esas 1967/2609 2639 nolu kararı ile onanan hükmü Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesinin 5/6/1974 gün 1967/196 181 sayılı müteferrik kararı ile sonuç itibariyle (16) sene ağır hapis cezasına mahkûmiyeti teslim edilen Kepsut İlçesi Mahmudiye Köyünden (......) kızı (......), den doğma (......) doğumlu (.........) hakkında 1803 sayılı Yasanın 7/A bendinde uygulanan indirimler 4 yıllık zararına etken olmuştur. Bu maddeye göre müebbet ağır hapis cezaları 24 yıl ağır hapse çevrilenlerin şartlı salıverilmelerinde, dışarda geçirecekleri 1/3 süre çevrilen bu cezaları üzerinden yapılır, demektedir. Bu hale göre hükümlü (.........)'in 1803 sayılı Af Kanununun l/D maddesi uyarınca müebbet ağır hapis cezası 24 yıl ağır hapse çevrilmiştir. 647 sayılı Kanunun 19. maddesi uyarınca 1/3 süre çevrilen bu cezası üzerinden yani, 24 seneden sekiz sene indirilmek suretiyle sonuç itibariyle 16 yıl muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûm ve bu cezasını çekmeğe zorlanmış bulunmaktadır. Oysa öteki hürriyeti bağlayıcı cezalardan Af Kanunu ile gerekli indirimden yararlananların şartla salıverilmelerinde dışarıda geçirecekleri 1/3 oranındaki süre af ile yapılacak indirimden önceki esas ceza miktarı üzerinden yapılır, demektedir. Örneğin içtima sonucu ya da bağımsız olarak 36 yıl ağır hapis cezasına doğrudan doğruya hükümlü olsaydı dilekçe (.........) önce 1803 sayılı Yasanın l/C maddesi uyarınca cezasından (12) yılEsas Sayısı:1978/55 Karar Sayısı:1978/46 2 düşülecek ve gene 1803 sayılı Yasanın 7/A bendi uyarınca 647 sayılı Yasa önünde şartla salıverilmeden yararlanma süresi olan 1/3 oranındaki ceza af ile yapılacak indirimden önceki esas ceza miktarı yani (36) sene üzerinden indirilmek gerekecek, sonuç itibariyle 12 yıl ağır hapis cezasını çekmeğe konu olacaktı. Oysa 1803/7 A maddesi müebbet ağır hapis cezası ile muvakkat hürriyeti bağlayıcı öteki cezalar arasında açık bir eşitsizlik, ikilik, ayrıcalık yaratmakla dilekçe ve hükümlü (......)'ın 4 yıl daha fazla hürriyetinden yoksun bırakılması sonucu doğmuş bulunmaktadır. Gerek T.C.K. nun 13/Son ve gerekse 647 sayılı Kanunun 19/1. maddesi müebbet ağır hapis cezalarının infazı sırasında yapılacak değerlendirmelerin 36 yıl üzerinden işlem görmesini ilke olarak benimsemiş iken 1803 sayılı Yasa 7/A maddesi ile cezalar arasında kanuni ilke ve güvence durumuna da ters düşmüştür. SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle 1803 sayılı Cumhuriyetin 50. Yılı Nedeniyle Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanunun 7/A bendi T. C. Anayasasının 151/1 ve 44 sayılı Yasanın 27/2. maddeleri önünde T. C. Anayasasının eşitlik ilkesini dile getiren 12, temel hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamaların özüne kanunun dokunamaması ilkesini belirten T. C. Anayasasının 10 ve 11. maddelerine, cezaların yasal güvencesini belirten 33. maddesine ve hepsini kapsamak üzere Demokratik Hukuk Devleti ilkesine, T. C. Anayasasının ikinci maddesine aykırı bulunan 1803 sayılı Yasanın 7/A maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına oybirliğiyle karar verildi. 22/6/1978."" | 663 |
Esas Sayısı : 2018/11 Karar Sayısı : 2018/86 1 ... Yalvaç Asliye Ceza Mahkemesinin 25/01/2018 gün, 2017/382 Esas ve 2018/66 Karar sayılı ilamı ile görevsizlik kararı verilerek dosya mahkememize gönderilmiştir. Asliye Ceza Mahkemesince tarafların beyanları alınmış ve farklı yargı çevrelerinde yaşayan tanıkların beyanları istinabe yoluyla alınmıştır. Yalvaç Asliye Ceza Mahkemesi tarafından tensip zaptının düzenlendiği 15/03/2017 tarihinden görevsizlik kararının verildiği 25/01/2018 tarihine kadar yaklaşık on aylık bir süre geçmiştir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Görevli olmayan hâkim veya mahkemenin işlemleri başlıklı 7. maddesi Yenilenmesi mümkün olmayanlar dışında, görevli olmayan hâkim veya mahkemece yapılan işlemler hükümsüzdür. emredici hükmünü içermektedir. Bu hüküm nedeniyle mahkememizce daha önceki mahkeme tarafından alınmış olan katılan, sanık mağdur, tanık ve sair taraf beyanları yeterli görülse dahi yenilenecek, farklı yargı çevresinde oturan taraf ve tanık beyanları hakkında tekrar istinabe kararı verilecek, varsa yapılan keşif işlemi, bilirkişi ve sağlık raporları gibi yenilenmesi mümkün olan sair muhakeme işlemleri tekrar edilecektir. Böylece görevsiz mahkemede yapılan işlemler, bu işlemler nedeniyle harcanan emek, mesai ve geçen zaman yok sayılacaktır. Bu durum davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması hususunda yargı makamlarını görevlendiren Anayasanın 141/4 son maddesine açıkça aykırıdır. Somut dosya üzerinden örneklendirecek olursak, dosya görevsiz olan Asliye Ceza Mahkemesinde iken örneğin tanık Anın Ağır Ceza Mahkemesinin bulunmadığı Şarkikaraağaç gibi bir ilçede ikamet etmesi halinde CMK 180/2 maddesi uyarınca tanık Anın beyanının alınması için yazılan istinabe sonucunda Şarkikaraağaç Asliye Ceza Mahkemesince tanığın beyanı alınacaktır. Ancak dosya görevsizlik kararı ile gelen mahkememizce tanığın beyanı yeterli görülse dahi iptali istenen yasa maddesi uyarınca tanık beyanı, yenilenmesi mümkün bulunduğundan aynı mahkemeye tekrar istinabe evrakı yazılacak, tanık aynı mahkemeye tekrar davet edilecek, gelmemesi halinde zorla getirme emri düzenlenecek ve tekrar beyanda bulunacak bu işlemler diğer tanık ve taraflar bakımından da yinelenecektir. Esasen istinabe edilen mahkeme ve tanık açısından yapılacak iş ve işlemler bakımından istinabe talebinde bulunan mahkemenin Asliye Ceza Mahkemesi veya Ağır Ceza Mahkemesi olması konusunda bir fark yoktur. Zira istinabe olunan mahkeme, kendisine istinabe talebinde bulunan mahkemenin sıfatıyla bağlı kalmayıp aynı işlemleri yapacak beyanı alınan tanık ise gerçeği söyleme yükümlülüğü nedeniyle sırf istinabe talebinde bulunan makamın sıfatından dolayı farklı bir beyanda bulunmayacaktır. Bu konuda Ağır Ceza Mahkemesinin, Asliye Ceza Mahkemesine göre üst dereceli mahkeme olduğu ve delilleri daha farklı değerlendirip takdir edebileceği ileri sürülebilecek olursa da somut olayda Ağır Ceza Mahkemesi maddi gerçeğe ulaşmak ve çelişkileri giderebilmek için her zaman tanık veya tarafların beyanlarına başvurabilecektir. Ancak Ağır Ceza mahkemesince bu beyanın yeterli görülmesi halinde iptali istenen yasa hükmü uyarınca bu mümkün olmayıp yeniden istinabe işlemleri tekrarlanarak emek, zaman ve masraf israfına yol açılacaktır. İptali istenen CMKnın 7. maddesi, CMKnın 283. maddesinde düzenlenen İstinaf yoluna yalnız sanık lehine başvurulmuşsa, yeniden verilen hüküm, önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan daha ağır olamaz. hükmü ile de çelişmektedir. Görev hususu yargılamanın her aşamasında göz önünde bulundurulabileceği için örneğin, istinaf aşamasında istinaf merciinin karar veren mahkemenin görevsiz olduğunu belirleyerek dosyayı geri göndermesi halinde, görevsizlik kararı ile dosya kendisine gelen görevli mahkemece CMKnın 7. maddesi uyarınca yenilenmesi mümkün olan bütün işlemler yenilenecek, ancak görevsiz mahkeme tarafından verilen önceki hüküm için sadece sanık lehine olarak istinaf yoluna başvurulmuşsa, görevli mahkeme yeniEsas Sayısı : 2018/11 Karar Sayısı : 2018/86 2 hükmü verirken, görevsiz mahkeme tarafından verilen hükmün sanığın lehine olması halinde CMKnın 7. maddesi uyarınca eski hükmü geçersiz saymayacak, CMKnın 283. maddesi uyarınca lehe değerlendirmede bulunacaktır. Bu durum bile başlı başına mahkememizce iptali istenen CMKnın 7. maddesinin sorunlu yönlerini ortaya koymaktadır. Yine görevsiz mahkeme tarafından bizatihi huzurda yapılan tanık dinleme sorgu, taraf beyanlarını dinleme, bilirkişi beyanının alınması gibi işlemler tekrarlanacak, bu durum Ceza Muhakemeleri Kanununumuzla getirilen usul sistemini alt üst edecektir. Konunun daha iyi anlaşılması açısından örnek verecek olursak; Asliye Ceza mahkemesince huzurda üç tanık dinlenmesi halinde CMK 52/1 maddesindeki Her tanık, ayrı ayrı ve sonraki tanıklar yanında bulunmaksızın dinlenir. hüküm uyarınca öncelikle tanık A dinlenecek, daha sonra tanık B dinlenecek, en son ise tanık C dinlenecektir. Bu kuralın amacı sonraki tanığın kendisinden önce dinlenen tanığın beyanlarını ve tanığa sorulan soruları duyarak ifadesini değiştirmemesini ve maddi gerçeğin ortaya çıkmasına engel olmamasını sağlamaktır. Ancak iptali istenen hüküm nedeniyle Asliye Ceza Mahkemesince beyanları alınan tanıklar Ağır Ceza Mahkemesince tekrar dinlenecek, söz gelimi tanık Anın ifadesinde, görevsiz Asliye Ceza Mahkemesinde verdiği ifade ile bir çelişki bulunması halinde ilk ifadesi CMK 7. maddesi uyarınca hükümsüz sayılacağından bu çelişki giderilemeyecektir. Aynı durum görevsiz mahkeme tarafından ifadesi alınan sanık bakımından da geçerlidir. Görevsiz mahkemede tanık ve taraf beyanlarını öğrenen sanık ilk beyanların hükümsüz olması nedeniyle yeni ifadesinde farklı ifade vermek surtiyle maddi gerçeğin ortaya çıkmasına engel olabilir. Oysa, Ceza Yargılamasının amacı maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Anılan nedenlerle CMKnın 7. maddesi Anayasanın 2. maddesinde hüküm altına alınan hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Ayrıca, görevsiz Asliye Ceza Mahkemesi tarafından yapılmış olan keşif işleminin tekrarlanması gerekecektir. Bu durumda, keşif mahalline yeniden tayin edilmiş bilirkişi ile gidilerek keşif işlemi tekrarlanacak, yeniden bilirkişi raporu aldırılacaktır. Görevsiz mahkeme tarafından mağdur veya katılanın adli tıp kurumu veya herhangi bir sağlık kuruluşuna sevk edilerek raporu aldırılmış olması halinde dahi iptali istenen CMKnın 7. maddesi uyarınca, bu işlemlerde yenilenmesi mümkün olan işlemlerden sayılacağı için yenilenmesi gerekecektir. Oysa sağlık raporu aldırılması yahut bilirkişi raporu aldırılması hususları tek başına görevli veya görevsiz mahkemenin etkisi ile netice doğuran işlemler değildir. Bu işlemler bakımından ilgili sağlık kuruluşu veya teknik bilgisine başvurulan bilirkişi tarafından mevcut durumun tespitinden ibaret bir işlem söz konusudur. Bu durumda, görevli mahkeme sırf kanuni zaruretten dolayı yeniden bu işlemleri tekrarladığında, yargılama pratiğimizde adli tıptan rapor aldırma işleminin en iyi koşullarda dahi minimum üç aylık süre aldığı göz önünde bulundurulursa, yargılama süresinin ne kadar uzayacağı ortadadır. Bu işlemlerin tekrarlanması aynı işlemlere yeni baştan maruz kalan muhatapların yargıya olan güvenini zedeleyecektir. Bilindiği üzere gecikmiş adalet adalet değildir. Kuşkusuz, davaların makul sürede bitirilmesi adil yargılanma hakkının bir görünümüdür. İptali istenen CMKnın 7. maddesi uyarınca, tekrarlanan işlemler dolayısı ile yargılama süreci uzayacak ve bu durum Anayasanın 36. maddesi ile hüküm altına alınan adil yargılanma hakkını ihlal edecektir. Dolayısıyla CMKnın 7. maddesi Anayasanın 36. maddesine aykırıdır. CMKnın 7. maddesindeki düzenleme mevcut yargı pratiği açısından mantık kurallarına da aykırıdır. Konuyu örneklendirecek olursak; görevsiz olduğu gerekçesi ile görevsizlik kararı vererek dosyayı yargı çevresinde bulunduğu Ağır Ceza Mahkemesine gönderen Asliye Ceza Mahkemesi hakiminin görevsizlik kararı vermeden önce gerçekleştirmiş olduğu sanık sorgusunu yapma işlemi CMK 7. maddesi uyarınca Ağır Ceza Mahkemesince tekrarlanacaktır. Ancak sanık sorgusunu yapacak Ağır Ceza Mahkemesinin başkan veya üyelerinden birisininEsas Sayısı : 2018/11 Karar Sayısı : 2018/86 3 izin, tayin, rapor vs bir nedenden dolayı mahkemede görevli bulunmaması nedeni ile görevsiz Asliye Ceza Mahkemesi hakiminin Ağır Ceza mahkemesindeki başkan veya üyelerden birinin yerine görevlendirilmesi halinde, Asliye Ceza Mahkemesinde görevsiz olarak sorgusunu yaptığı sanığın bu defa Ağır Ceza Mahkemesinde sorgusunu yapmasında hukuken bir sorun bulunmayacaktır. Esasen, aynı işlemin aynı hakim tarafından tekrarlanmasından ibaret bu kuralın, pratik herhangi bir faydası da bulunmamaktadır. Anayasanın 5. maddesinde kişilerin temel hak ve hürriyetlerine adalet ilkesi ile bağdaşmayacak şekilde sınırlayan engellerin kaldırılması, devletin amaç ve görevleri arasında sayıldığından, anılan gerekçelerle CMKnın 7. maddesi Anayasanın 5. maddesine de aykırıdır. NETİCE VE TALEP; Yukarıda arz olunan sebep ve gerekçelerle; 5271 sayılı CMKnın 7. maddesindeki Yenilenmesi mümkün olmayanlar dışında, görevli olmayan hâkim veya mahkemece yapılan işlemler hükümsüzdür. hükmünün Anayasanın 2., 5., 36., 141/son maddelerine AYKIRILIĞININ TESPİTİ VE İPTALİ HUSUSU, arz ve talep olunur. | 1,177 |
Esas Sayısı : 1988/59 Karar Sayısı : 1988/53 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Ayrı bir gerekçeli başvuru kararı göndermeyen yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya ilişkin ara kararı aynen şöyledir : "....... Davacının 3395 sayılı Kanunun geçici 5. Maddesi gereğince borçlandırılarak üst dereceden yaşlılık aylığı bağlanmasını istediği, bu maddenin belli bir dereceye yükselen sigortalılara ayrıcalık tanıdığı ve bu niteliği ile Anayasa'nın 2. Maddesindeki sosyal hukuk devleti, 10/2. Maddesindeki eşitlik, 55. Maddesindeki ücrette adalet ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 152. Maddesine göre bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın tasdikli sureti veya fotokopisinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, suret veya fotokopi masrafı ile posta masraflarının davacıca karşılanmasına, dosya Anayasa Mahkemesine gidişinden itibaren 5 ay içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmediği takdirde davanın yürürlükteki kanunlara göre ( Madde 152/3. E) ele alınıp yürütülmesine, davacı vekili ile davalılar vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı"." | 144 |