Id
stringlengths
0
7
Tag
stringclasses
3 values
Title
stringlengths
3
235
Summary
stringlengths
4
1.63k
Text
stringlengths
251
301k
__index_level_0__
int64
0
347k
13956
yazarlar
Daha kötü günlere doğru...
null
İçimden yazı yazmak gelmiyor. Sözün hükmü kalmadı. Ne yazsan, ne söylesen boşa gidiyor gibi. Artık anlaşılan herkesin karnı lafa doymuş durumda. Kimse bir şey dinlemek istemiyor. Çünkü yaşanmakta olan acılar toplumu keskin cephelere ayırıyor, insanları birbirine düşmanlaştırıyor. **Toplumsal, siyasal kutuplaşma** derinleştikçe derinleşiyor. Şiddetin şiddeti doğurduğu bu **kanlı kısır döngü** toplumu aşırı uçlara itiyor. Kimse kimseye kulak vermiyor. Karşımızdakini duymaz olduk, adeta sağırlaştık. Herkes kendi doğrularından son derece emin olarak, her geçen gün, **şiddet sarmalının esiri** haline geliyor. Çözüm olarak bir tek **kana kan intikam ** çağrıları duyuluyor. **Daha çok kan akıtmak**, barışa açılan tek yol olarak gösteriliyor. En başta Türkiye ve Suriye Kürtleri ile savaş ortamına son vermeliyiz Bu gidiş gidiş değil. Kesinlikle değil. Kana kan çağrılarıyla ancak bir cehennem çukuruna yuvarlanırız. Kendimizi bir ‘**iç savaş** ’ta buluruz. Türkiye **Iraklaşır**! Türkiye **Suriyeleşir**! Bu kanlı süreç işlemeye başladı bile. **Ankara** ’nın göbeğinde, **İstanbul** ’un göbeğinde patlayan dehşet bombaları ve **Sur** ’da, **Cizre** ’de yaşanan büyük acılar, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’yi gitgide **iç savaş ** tuzağına çekiyor. Bu şeytani tuzaktan **kana kan** çağrılarıyla kurtulamayız. Tam tersine, kanlı bir tuzağa çekiliriz. **Zaloğlu Rüstem** gibi elde bir pala, her Allah’ın günü dünya aleme meydan okumaya kalkışmak hem gülünç kaçıyor, hem de Türkiye’yi kurt kapanına sokuyor. Yalnızlaştırıyor. **Savaş** çare değil. Savaşla **barış** yolunu açmaya çalışmak büyük bir yanılgı. Türkiye bu yanılgıyı 1990’lardan beri yaşıyor. Einstein’ın o sözünü anımsamakta yarar var : **Hep aynı şeyi yapıp her seferinde farklı sonuç beklemek ahmaklıktır!** Kim bilir kaç kez yazdım. **Barış namlunun ucunda değil.** Savaşla, silahla, terör ve şiddetle acılar katmerlenir, düşmanlık derinleşir. Çözüm olmaz. Şiddetin şiddeti getirdiği kanlı kısır döngü kırılmak isteniyorsa, bir an önce parmaklar tetikten çekilmeli ve **iki taraflı** ‘**ateşkes** ’le, 2013-2015 arasındakine benzer bir **çözüm süreci** başlatılmalıdır. Çare yine ‘**masaya dönmek** ’tir! Sağduyu, eski deyişle **aklı selim**, karşı karşıya oturup konuşmayı, yeni **diyalog ** kanalları açmayı gerektiriyor. Başka çare yok. En başta **Türkiye Kürtleri** ile, **Suriye Kürtleri** ile savaş ortamına son vermeliyiz. Böyle bir gelişme, Türkiye’yi bölgesel açıdan da rahatlatır, manevra alanını genişletir, barış ve istikrara çok daha yardımcı olabilecek güçlü bir konuma getirebilir. Yoksa **kan gölü** büyüyecek. **İç savaş ** tehlikesi yaklaşacak. Bu gidiş gidiş değil. **Bu gidişle Türkiye’de ne siyasal, ne de ekonomik istikrar dikiş tutar.** Göz göre göre, bugünleri de arayacağımız karanlık bir döneme yuvarlanırız. Bir süre önce **kötü günler bekliyor Türkiye’yi** diye yazmıştık. Uyarı görevimizi yapmaya çalışmıştık. Şimdi yazın bir kenara: Bugünkünden daha kötü günler de gelebilir.
346,907
14022
yazarlar
Demek, Erdoğan için de demokrasi bir 'ara istasyon'muş...
null
Avrupa’da, Amerika’da ve dünyanın demokratik çevrelerinde **Türkiye’nin imajı** dökülüyor. Tek kelimeyle berbat. Neden mi? Tabii **Erdoğan ** yüzünden. Erdoğan yüzünden Türkiye’nin demokrasi ve hukuk çıtası yerlerde sürünüyor, özellikle Batı’daki imajı gitgide kötüleşiyor. Belki artık bundan daha kötüsü olamaz denecek bir noktaya gelmiş durumdayız. **Washington Post** ’un geçen günkü "Amerikan seçmeni, **Trump** ’ın demokrasiye saldırısını ödüllendirmemeli" başlığını taşıyan başyazısında şu satırlar vardı: *Otoriter liderlerin seçim sandığı yoluyla iktidarı ele geçirebileceğini anlamak için tarihteki en meşhur örneği Adolf Hitler’e kadar geri gitmeye gerek yok.* *Bugünün dünyasında seçilmiş liderlerin iktidarı ele geçirdikten sonra tüm yetkiyi ellerinde toplamaları olağan hale geldi. Rusya’da* **Vladimir Putin**, Venezuela’da**Hugo Chávez**, Uganda’da**Yoweri Museveni**, Türkiye’de**Recep Tayyip Erdoğan**... Hepsi de iktidar olduklarında muhalefeti kısıtlamanın, medyayı susturmanın ve güçler ayrılığını erozyona uğratmanın yolunu buldu. Erdoğan, AB’ye tam üyelik müzakereleri başladığında Batı için demokrasi oyununu kuralına göre oynayan bir Müslüman liderdi, bugün ise tam tersi... Erdoğan isminin kimlerle birlikte anıldığını görüyor musunuz? **Hitler...** ** Putin...** ** Chavez...** ** Museveni...** Türkiye, askeri darbe dönemleri dışında hiç böylesine hazin bir duruma düşmemişti. Ne yazık ki öyle. Türkiye buna layık değil. Washington Post dahil Batı dünyasının neredeyse önde gelen tüm gazeteleri **Erdoğan** ’la **AKP ** iktidarını desteklemişlerdi. **Erdoğan-Gül** ikilisinin ** AB** yolunu açma çabaları, bu yolda attıkları demokratikleşme adımları, ‘**askeri vesayet** ’e karşı mücadeleleri **Batı medyası** tarafından alkışlanmıştı. Türkiye, İslam’la demokrasinin bir arada yaşayabileceğini gösteren **bir model** olarak sunulmuştu İslam dünyasına... Bunlar, Erdoğan’ın **Milli Görüş ** gömleğini sırtından çıkardığını söylediği, "Hasan Cemal’in değişmeye hakkı var da benim yok mu?" demecinin Milliyet’in manşetine oturduğu zamanlardı. Avrupa Birliği’yle tam üyelik müzakerelerinin resmen başladığı o yıllarda Erdoğan, **demokrasi oyununu kuralına göre oynayan bir Müslüman liderdi,** Batı medyasının gözünde. Bugün ise tam tersi. Erdoğan bir **tiran**, bir **despot** olarak görülüyor. Erdoğan adı bugün artık **oyunun kurallarını çiğneyen bir lider ** olarak Putinlerle, Chavezlerle birlikte anılıyor. Şaşırtıcı değil. Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum diyerek hukuk devletini çökerten o çünkü... Yargı bağımsızlığını tanımayan o çünkü... Güçler ayrılığını tanımayan o çünkü... İfade özgürlüğü, akademik özgürlükleri hiçe sayan o çünkü... Düğmeye basıp savcılara talimat yağdıran o çünkü... Anayasa Mahkemesi, Merkez Bankası, TÜSİAD başkanlarını **hain ** ilan edebilen o çünkü... Gazetecileri **hain, casus** ilan eden o çünkü... Bakın, nasıl bir Türkiye’de yaşıyoruz: **Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi** ’nin bildirisine imza atan akademisyenlerden 505’i hakkında üniversite yönetimleri tarafından soruşturma açılmış durumda. 37 akademisyenin görevine son verildi. Cumhuriyet’ten Seyhan Avşar’ın haberine göre, kamu üniversitelerinde 440 akademisyen hakkında idari soruşturma açıldı, 27 akademisyen görevden uzaklaştırıldı. Vakıf üniversitelerinde ise 65 akademisyene idari ve adli soruşturma açıldı, 10 akademisyen de görevden alındı. Düzce Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi **Yrd. Doç. Dr. Latife Akyüz**, bildiriye imza atarak barış istediklerini belirterek şöyle diyor: "Bu ülkede 7 Haziran seçimlerinden sonra başlatılan saldırılarda artık nefes alamaz duruma gelmiştik. Biz bildiride ‘**barış olsun, çözüm sürecine geri dönülsün, insanlar, çocuklar ölmesin**’ istedik. Her birimizden tek tek imzalarımızı çekmemiz istendi. Baskı gördük. Gözaltına alındık. Hakkımızda yakalama kararları çıktı. Ama geri adım atmadık, atmayacağız." Erdoğan’ın bir **barış** bildirisine imza koyan 1128 akademisyeni ** güruh, alçak, hain** ilan ettiği, **YÖK** ’ü, yargıyı harekete geçirdiği bir ülkede artık demokrasiden söz edilebilir mi? Akademik özgürlükten, gerçek bir üniversiteden söz edilebilir mi? İfade özgürlüğünden söz edilebilir mi? Hukukun üstünlüğünden söz edilebilir mi? Evet, Erdoğan başlangıçta **oyunu kuralına göre** oynadı, halkın oyuyla iktidara tırmandı. Ama iktidara yerleştikçe, oyunun kurallarını birer birer çiğnemeye, **tek adam** olmaya yöneldi. Demek ki Hitler gibi, Putin gibi, Chavez gibi Erdoğan için de **demokrasi bir 'ara istasyon'muş...**
346,908
10821
yazarlar
Demokrasi ve özgürlük hırsızları!
null
Pazar günü öğle vakti yoğun sis altındaki karlı dağların arasından **Tiflis** ’e doğru yol alırken geldi kötü haber: **14 Aralık operasyonu!** Cep telefonumdan **Ekrem Dumanlı** ’yı aradım. Gözaltına alınmak üzereydi. Kısaca dertleştik. Sonra yapabileceğim tek şeyi yapmaya başladım: Protesto tweet’leri... Akşama doğru İstanbul’a inince, havalimanından Yeni Bosna’daki **Zaman ** gazetesine gittim. Genç meslektaşlarımla sohbet ederken, **12 Eylül** günleri bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti gitti. Onlara da biraz anlattım. Darbe yönetiminin kapattığı **Cumhuriyet ** gazetesini, yirmi yıl önceki bir başyazısını yeniden bastığımız için sıkıyönetim mahkemesinde hapse mahkûm edilen 73 yaşındaki başyazarımız **Nadir Nadi** ’yi, darbenin hapse yolladığı yazarlarımız **Oktay Akbal**, **Ali Sirmen **ve **Orhan Apaydın** ’ı anlattım. Dinlediler sessizce. Bu arada bizden daha şanslı olduklarını, çünkü gazetelerini çıkarmaya devam ettiklerini, **özgürlük** mücadelesi içinde çok daha güzel gazete yapacaklarından kuşku duymadığımı belirttim. Cumhuriyet’in 1983 kışında kapalı kaldığı dönemde sevgili **Ümit Kıvanç** ’la rahmetli **Deniz Som** ’un birlikte çıkardıkları gazete içi **Vaziyet** ’i anımsadım. *Vaziyet**: Her ahval ve şerait altında çıkar!* *Fiyatı: Beş para etmez!* *Tirajı: Cumhuriyet’ten çok satar!* *Genel Yönetmen:* **Hasan Cemal OYAR**!Bu insan hafızası ne tuhaf diye düşünürken, ara sıra maziye hüzünlü yolculuklar iyi geliyor, dedim kendi kendime. **Sivil darbe karşımızda** Bu kez darbenin ‘sivil’i karşımızda. Elbette boynumuzu uzatmayacağız. Gerekirse sokağa da çıkılacak. Susmayacağız! **12 Eylül** askeri darbeydi. Şimdiki **sivil darbe**. 12 Eylül çok çektirdi bu memlekete. Demokrasi ve hukukun, özgürlükler ve insan haklarının kolunu kanadını fena halde kırdı. Hâlâ da kurtulamadık 12 Eylül’den. Anayasasından, demokrasi karşıtı kurumlarından bugün bile faydalanıyor **Erdoğan iktidarı**... Pazar akşamı Zaman’da meslektaşlarımla sohbet ederken o buruk duygu yine içimde uyandı. Hep aynı filmi mi seyredeceğim? Hiç değişmeyecek mi? Biliyorum, ‘**filmin sonu** ’nu göremeyeceğim. Ama **beklediğim yarınlardan bir şeyler ** olsun, kapımı çalmayacak mı?.. **Gerekirse sokağa da çıkılacak, susmayacağız*** * Bir rejim ancak farklı sesler özgürce çıkabilirse demokrasi olur. Bir taraf susturuldu mu, hep birlikte onun yanında olabilmeliyiz Evet, karamsarlık... Askeri darbelerle mücadele derken, bu kez ‘**sivil** ’i karşımızda, **Tayyip Erdoğan** ’ın her geçen gün derinleşmekte olan darbe süreci... Elbette boynumuzu uzatmayacağız. Elbette mücadele edilecek. Gerekirse sokağa da çıkılacak. Evet öyle. **Özgürlük bayrağı dalgalanacak!** ** Susmayacağız!** Bu memlekette ** soyguncular**, **hırsızlar** gün gelecek gerçekten bağımsız ve tarafsız mahkemelerde yargılanacak ve hesap verecekler. Adım gibi biliyorum. Bundan kaçış olmayacak. **Hukukun üstünlüğü** düzeni eninde sonunda bu memlekette de kurulacak çünkü. Yargı bağımsız olacak. Güçler ayrılığı yerli yerine oturacak. Şunu iyi bilin: **Demokrasiyi çalamazsınız!** ** Bir tarafın sesi kısıldı mı,** ** hep birlikte ayağa kalkmalıyız** Zaman’a, Samanyolu’na, meslektaşlarıma reva görülen baskıları protesto ediyorum. Canlarını hiç sıkmasınlar. Gelecek demokrasinin Uzak geçmiş, yakın geçmiş herkes için derslerle dolu. Hepimizin, ama hepimizin alacağı dersler, çalıştıracağı **özeleştiri** mekanizmaları var. Kim ki kendini eski deyişle **pirüpak** sanır, aldanıyor demektir. Böylesine günlerde **Shakespeare** ’in bir sözü hep aklıma takılır: **"Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir."** Her zaman aydınlatmasa da, öyledir. Herkes kendi sesini sever. Ama demokrasi, sadece kendi sesinin çıktığı bir düzen değildir. Bir rejim ancak farklı sesler serbestçe, özgürce çıkabilirse demokrasi olur. Bunun içindir ki: Bir tarafın sesi kısıldı mı, hep birlikte ayağa kalkmalıyız. Bir taraf susturuldu mu, hep birlikte onun yanında olabilmeliyiz. Başka türlü demokrasi olmaz. **Demokrasi hırsızlarına: ** **Özgürlük bayrağı dalgalanacak** ** Erdoğan iktidarı** bugün sadece kendi sesini seviyor. Kendisinden başka bütün sesleri susturmak istiyor. Bunun peşinde! Demokrasi ve hukukun canına okuyan, özgürlükleri fütursuzca çiğneyen, bağımsız ve özgür medyadan nefret eden bir **korku imparatorluğu** yaratmanın peşinde Erdoğan iktidarı. Bu nedenle Türkiye’yi son derece güç bir dönem bekliyor. Ama kimsenin kuşkusu olmasın. Demokrasi ve özgürlük bayrağı, gerekirse, bu ülkenin meydanlarında da, sokaklarında da dalgalanacak. **Demokrasi ve özgürlük hırsızları!** Bunu iyi bilin. **Zaman** ’a, **Samanyolu** ’na, meslektaşlarıma Erdoğan iktidarı tarafından reva görülen hukuk dışı baskıları bir kez daha şiddetle protesto ediyorum Canlarını hiç sıkmasınlar! **Bugünler de gelir geçer, gelecek demokrasi ve özgürlüğündür.** ## DİKTATÖRLERİ AKLAMA ANTOLOJİSİ... |
346,909
14008
yazarlar
Erdoğan-Davutoğlu çatlağı...
null
**Napolyon** yeniden doğmuş. Dünyayı gezerken yolu Ankara’ya düşmüş, **Erdoğan** ’ı ziyaret etmiş. **Saray** ’da ortalığın süt liman olduğunu, yaprak kımıldamadığını görünce, Erdoğan’ın kulağına fısıldamış: "Sizdeki bu medya bende olsa, **Waterloo** ’da yenildiğimi kimse duymazdı."(*) Erdoğan Türkiyesi’ne uyarlanan bu fıkradaki gerçek payı çok büyük. Ama artık ‘**Saray medyası** ’nda da bazı çatlaklar gözle görülür hale gelmeye başladı. Saray’ın duymak istemediği **çatlak sesler ** ordan burdan kulaklara çalınıyor. Kapalı kapılar arkasında, bugün artık ‘**Reis** ’e dönük eleştirilerin daha açık dille, "Bu kadarı da olmaz ama..." söylemiyle ifade edildiğinden eminim. Evet, hala Erdoğan’ın yüzüne karşı söylenemiyor olsa da, Erdoğan hala çok güçlü de olsa, parti içi vozurtuların her geçen gün yoğunlaştığı konusunda herhangi bir kuşkum yok. **AKP** ’de de karşılığı olan bir durum bu. Hatta çatlağın gitgide derinleştiği söylenebilir. Şöyle bir tespit pek abartılı kaçmaz: AKP, **Erdoğan** ’ın istediği gibi at oynatabileceği bir **arka bahçe** olmaktan çıkıyor. AKP içinde çatlaklar var! Ve Erdoğan-Davutoğlu çatlağı gitgide gözle görülür hale geliyor. Bunun belirtileri birçok olayda su yüzüne vurmuş durumda. **Anayasa Mahkemesi** ’nin Dündar-Gül kararı bunların başında geliyor. Erdoğan **uymuyorum** dedi. **Davutoğlu** ’ndan hala çıt yok. Hükümet sözcüsü **Numan Kurtulmuş, **Erdoğan’a katılmadıklarını şöyle belirtti: "Sayın Cumhurbaşkanımız kendi kişisel görüşünü dile getirmiştir." Buna karşılık, Davutoğlu’nun değil Erdoğan’ın yakın çevresinde yer alan Adalet Bakanı** Bekir Bozdağ ** Saray’dan yana çıktı ve AYM’ni anayasayı ihlal etmekle suçlayacak kadar da ölçüyü kaçırdı. Erdoğan’ın ‘yakın çevresi’nde yer alan iki bakan, Binali Yıldırım ve Berat Albayrak’ın hükümet kurulurken seçtikleri müsteşarlar, Davutoğlu’dan veto yemiş... Galiba gerçeği yansıtan bir kulis bu... Parti içi çatlak konusunda kayda değer bir başka gelişme de şu oldu: AKP Grup Başkan Vekili **Bülent Turan**, AYM kararını önce **sevinçle ** karşıladıklarına dair bir açıklama yaptı. Ama ertesi gün **Reis** gürleyince, geri bastı, sözlerini tevil etti. Bu arada belirtmekte yarar var: Başbakan Davutoğlu da, Hükümet Sözcüsü Kurtulmuş da, Dündar-Gül ikilisinin tutuklanmasına karşı çıkmışlardı. Bir başka çatlak, **Cerattepe ** oldu. **Davutoğlu** direnişçileri kabul etti, onları dinledi ve mahkeme kararına kadar maden arama çalışmalarının duracağını söyledi. **Erdoğan** ise direnişçileri suçladı, **yavru geziciler ** dedi. Bir başka **parti içi çatlak** konusu olarak **başkanlık sistemi ** gösterilebilir. Bu konuda da AKP Meclis Grubu’nda tam ya da kesin bir mutabakat olmadığı malum. Başkanlık sistemine karşı olan milletvekili sayısını 100’e kadar çıkaran gözlemcilere dahi rastlanıyor. Öte yandan, parti içinde **yeni AK Parti ** tabelası altında Erdoğan’a muhalif bir çizginin belirginleştiği de dikkatlerden kaçmıyor. Parti içinde kalmak, ama Erdoğan’ı **anayasal sınırlar** içinde kalmasını sağlayacak yeni bir AKP yönetimi oluşturmaya dönük çalışmaların kapalı kapılar arkasında hızlandığı öne sürülüyor. Bu çerçevede öne çıkan bazı isimler sır değil: **Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergün, Nihat Ergün.** AKP kurucusu bu isimlerin **Abdullah Gül** ’le temas halinde oldukları da politika kulisinde dolaşmakta... Bu çekirdek, Erdoğan’ı başkanlık sistemi, dış politika, Suriye ve Kürt meselesi gibi bazı temel konularda sert bir dille eleştiriyor. Uzun lafın kısası: **AKP içinde çatlaklar var!** Ve ** Erdoğan-Davutoğlu çatlağı** gitgide gözle görülür hale geliyor. Bu çerçevede bir kulis bilgisi bana ulaştı. Buna göre: Davutoğlu’nun değil Erdoğan’ın ‘yakın çevresi’nde yer alan iki bakan, Ulaştırma Bakanı **Binali Yıldırım** ve Enerji Bakanı **Berat Albayrak** ’ın hükümet kurulurken seçtikleri müsteşarlar, Başbakan Davutoğlu’dan **veto ** yemiş... Galiba gerçeği yansıtan bir kulis bu... * *18 Şubat 2016 tarihli Cumhuriyet’te Nilgün Cerrahoğlu’nun yazısından.*
346,910
14018
yazarlar
Erdoğan-Gül çatlağı...
null
Politika kulisinde merak konusu: Hangisi daha büyük, **Erdoğan-Davutoğlu** çatlağı mı, yoksa **Erdoğan-Gül çatlağı** mı? Bu soru, hangi çatlak daha önemli diye de sorulabilir. Ama artık bir nokta kesin: **Saray** ’ın canını çok fazla sıkmaya ve Erdoğan’ın siyaset alanını daraltmaya başlayan bu çatlaklar gün geçtikçe saklanamaz hâle geliyor. Dünkü yazımın başlığı, **Erdoğan-Davutoğlu çatlağı **idi. Bu açıdan yazımda verdiğim örneklerden biri de, Erdoğan’ın "**AYM kararına uymuyorum** " açıklamasıyla ilgiliydi. Bu açıklamayı hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, **kişisel görüş ** diye nitelemişti. Dün de **Erdoğan** Afrika’dan ses verdi ve bir danışmanı aracılığıyla kendi açıklamasının **kişisel ** olmadığını bildirdi. **Erdoğan’la Davutoğlu karşı karşıya!** Bir bakıma öyle. Henüz doğrudan birbirlerini muhatap almıyorlar ama bunun da eli kulağında denebilir. Erdoğan **uymayacağım** diye gürlüyor. Davutoğlu, AYM kararından sonra kaç gün hiç ses etmiyor. Sözcüsünü konuşturuyor: "**Cumhurbaşkanımızın kişisel görüşüdür."** Erdoğan’ın sözcüsü de ertesi gün cevabı yapıştırıyor: **"Hayır efendim, kişisel görüşü değildir**.**"** Erdoğan’la Davutoğlu karşı karşıya! Henüz doğrudan birbirlerini muhatap almıyorlar ama bunun da eli kulağında Davutoğlu, **Anayasa Mahkemesi** kararından sonraki sessizliğini ilk kez dün bozdu. **1.** AYM’nin kararını dikkatli, saygılı bir dille eleştirdi. **2. **Ancak, Erdoğan gibi **uymuyorum ** demekten kaçındı. **3. **"**Tutuksuz yargılama esastır** " görüşünü yineleyerek Erdoğan’dan ayrıldı. **4. **Ama Dündar-Gül davasının, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuru aşamasında ‘basın özgürlüğü’yle ilgili olmadığını belirterek, bu noktada Erdoğan’la birleştiğini belli etmiş oldu. **5. **Daha önemlisi, Erdoğan’ın danışmanının yapmış olduğu açıklama konusunda net bir tavır aldı. Bir bürokratı muhatap almayacağını söyledi, bu arada Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın yetki sınırlarının anayasada tarif edilmiş olduğunu açıkça vurguladı. Davutoğlu’nun yukarıdaki beş noktada özetlenebilecek bu tutumu da, ‘**Cumhurbaşkanı-Başbakan çatlağı**’nın altını bir kez daha çizmiş oluyor. Bu konu, Erdoğan cumhurbaşkanlığı yolunda yürürken, kendisine hep **Özal** ’la **Demirel ** örneği hatırlatılmış, uyarılmıştı. Çünkü, cumhurbaşkanı olduktan sonra her iki lider de partilerini ellerinden kaçırmışlar, zamanla başbakanlarıyla çatışmaya başlamışlardı. Böyle bir sürecin AKP’de de uç verdiği anlaşılıyor. Ama rahmetli Özal’la Demirel’in başına gelenleri, Erdoğan’ın da bugünden yarına yaşayacağını söylemek belki biraz gerçeği zorlamak olur. Çünkü, Erdoğan AKP içinde çok daha güçlü, iktidar ipleri büyük ölçüde elinde. Ama böyle giderse, zemin ayağının altından daha çabuk kaymaya başlayacak. Bunun belirtileri su yüzüne vuruyor. Dünkü yazımda belirttiğim gibi: AKP, Erdoğan’ın rahatça at oynattığı bir **arka bahçe** olmaktan ufak ufak çıkıyor. Bu süreçte, şimdilik, kapalı kapılar arkasında oynamayı tercih eden **Abdullah Gül** ’ün **başoyuncu** olarak sahneye çıkması da sürpriz olmayabilir. Dünkü **Cumhuriyet** ’in sürmanşeti şöyleydi: **Gül: Fişini çektim çıktım!** Ayşe Yıldırım’ın haberi, geçen 9 Şubat 2016’da Erdoğan’la Gül’ün üç saatlik ‘**Saray buluşması** ’yla ilgiliydi. Gül’ün "Fişini çektim çıktım!" deyip demediğini bilemiyorum. Bu satırları yazarken Gül’ün ofisinden bu sözle ilgili **yalanlama ** geldi. Ama haberde yer alan Abdullan Gül’ün Erdoğan’a dönük eleştiri ve uyarılar, öyle sanıyorum ki, gerçeği yansıtıyor. AKP, Erdoğan’ın rahatça at oynattığı bir arka bahçe olmaktan ufak ufak çıkıyor. Gül’ün sahneye çıkması sürpriz olmayabilir *Gül**’ün Cumhurbaşkanlığı’nın özellikle son aylarında dönemin Başbakanı Erdoğan’la aralarının limoni olduğunu herkes biliyordu. Gül’ün gerek doğrudan, gerekse aracılarla Erdoğan’ı yumuşak üslubuyla uyardığı, ‘kaygılarını’ ilettiği de biliniyordu.* *Ama kulislere göre bu son görüşmede Gül* **kaygı** düzeyini aşmış.*Ve rahatsız olduğu* **her şeyi** söylemiş.*Gül Erdoğan’a, tek bir amaç için,* **başkanlık uğruna** ülkeyi yönetilemez hale getirdiğini anlatmış.*İçerideki karmaşadan, dışarıda süren savaştan, ülkenin içine çekildiği bataklıktan ve dış politikanın başarısızlığından söz etmiş.* *‘Başkanlık hayali**’nden vazgeçmesi gerektiğini hissettirmiş...* Erdoğan’la Gül’ün üç saatlik buluşmasıyla ilgili olarak ben de geçen ay bir yazı yazmıştım. **Gül’ün Erdoğan’dan ayrıldığı 10 nokta** başlıklı yazımın bir bölümünü aşağıya alıyorum. **1.**Gül, başkanlık sistemine karşı. **2.**Gül, Erdoğan’ın siyaset üslubuna olumlu bakmıyor. **3.**Gül, Erdoğan’ın siyaset tarzını kutuplaştırıcı buluyor. **4.**Gül, Erdoğan’daki eleştiriye tahammülsüzlüğü yanlış buluyor. **5.**Gül, Erdoğan’ın dış politikadaki üslubunu eleştiriyor. **6.**Gül, özellikle Suriye politikasının çok yanlış olduğu kanısında. **7.**Gül, Erdoğan’ın Avrupa Birliği’yle, Mısır’la ilgili yaklaşımlarına eleştirel yaklaşıyor. **8.**Gül, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak anayasal yetkilerinin dışına taştığı görüşünde. **9.**Gül, yolsuzlukla mücadeleydi, şeffaflıktı gibi konularda rahatsız. **10.**Sayıştay’ın devre dışı bırakılmasına da eleştirel bakıyor. Bir yanda Abdullah Gül... Bir yanda Bülent Arınç... Bir yanda Ahmet Davutoğlu... Saray’ın siyaset alanını daraltıyorlar Gül’ün Erdoğan’a yönelik bu itirazları, eleştirileri geçerliğini koruyor ve ‘**Gül-Erdoğan çatlağı**’nın da çerçevesini çiziyor. Ve **Saray** ’ın siyasetteki manevra alanının daha çok daralacağı günler beklenenden daha hızlı yaklaşıyor. Bu açıdan, **Bülent Arınç** ’ın dün Bilkent Üniversitesi’ndeki konferasında Erdoğan’a dönük şu sözlerinin altını kalın olarak çekmekte yarar var. *Anayasa Mahkemesi** kararları, isteyenin de, istemeyenin de kabul edeceği kararlardır.* *AYM Başkanı'nı tebrik ediyorum. Başarılı bir hukukçudur.* *AK Parti Anayasa Komisyonu'nda akademisyen olarak kendisine görev verdik.* *Temel**, İdris'e borç vermiş.* *Lakin bir süre sonra borç inkâr edilmiş.* *Konu davalık olmuş.* *İdris mahkemede "Temel'i tanımıyorum" demiş.* *Temel çıldırmış; kendisinin tanınmaması hali vardır çünkü. Bunun üzerine Temel tarihi cevabı verir:* *"Ben de seni tanımayirum."**Biz bu duruma gelmeyelim.* *Öte yandan,* **başkanlık** tartışmaları başka konuların önüne geçiyor. Türkiye için zarar olarak görürsem karşı çıkarım.*Kendisi bu anayasaya göre Cumhurbaşkanı seçildi. 'Ben farklı bir Cumhurbaşkanı olacağım' deyip, Meclis'te farklı bir ant içmedi. Biz de o zaman ayakta alkışladık. O zaman ben bu anayasayı tanımıyorum demesi lazımdı."* Evet, bir yanda **Abdullah Gül**... Bir yanda **Bülent Arınç**... Bir yanda **Ahmet Davutoğlu**... **Saray** ’ın siyaset alanını daraltıyorlar galiba...
346,911
13831
yazarlar
Erdoğan ve çılgınlık!
null
Bakalım Erdoğan’a kim **dur ** diyecek?.. Hep altını çiziyorum. Erdoğan **tek adam** olmak için ** her türlü çılgınlığı** yapabilir. Evet, aynen öyle. Erdoğan’ın bir numaralı gündem maddesi, yakın dönemde açık farkla bir seçim ve bir referandum kazanıp ‘**tek adamlığı** ’na anayasal kılıf uydurmaktır. Bunun için yapmayacağı şey yoktur. Yazın bir kenara: Buna **savaş ** da dâhildir. Verdiği sinyaller son derece tehlikeli. Türkiye Suriye’de ‘**savaş tuzağı** ’na çekilebilir. Bu bakımdan, Erdoğan’ın son dış gezisinden dönerken uçakta şu söylediklerini dikkatle okumakta yarar var: Erdoğan’ın bir numaralı gündem maddesi, ‘tek adamlığı’na anayasal kılıf uydurmaktır. Bunun için yapmayacağı şey yoktur *Türkiye, Suriye’yle olan 911 kilometrelik sınırıyla tehdit altında.* *Elbette tedbirini alacak.* *Kendimizi savunma noktasında her an hazırlıklı olmak mecburiyetindeyiz.* *Kuzey Irak**’ta düşülen hataya* **Suriye** ’de düşmek istemiyorum.*Ben ‘* **1 Mart tezkeresi’**nin yanındaydım. *1 Mart tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı.**(...)* *PYD, YPG**terör örgütüdür.* *PKK**ne ise* **PYD** odur.*Bunu bütün uluslararası örgütlere taşıyacağız.* *Taşımadığımız her an bizim için kayıptır.* *Terör örgütü olarak ilan edilmesi için adımlar atılmazsa, geç kalırız.* *Ve bakın,* **ABD Başkan Yardımcısı Biden** yanında bir yardımcısı ile geldi.**Başkan Obama** ’nın yanında da adı geçen bir ulusal güvenlik temsilcisi.*Cenevre temsilcilerinin olduğu dönemde PYD gelemiyor, o kalkıyor* **Kobani** ’ye gidiyor.*Kobani’de sözde bir generalden plaket alıyor.* *Biz nasıl güveneceğiz?* *Ben miyim senin**(ABD)* **ortağın yoksa Kobani’deki teröristler mi?***Dost dediklerimiz gereğini yapmıyor.* *(...)* *Ülkemize yönelik tehditlere karşı Silahlı Kuvvetlerimiz her türlü yetkiye zaten sahip durumda...* Erdoğan, anlaşılan o ki, bir çılgınlık yapabilir ve Türkiye’yi Suriye’de ‘savaş tuzağı’na çekebilir. Bataklığa girmektir bu Erdoğan’ın yukarıdaki sözleri, Milliyet’in pazar günkü manşet haberinden. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni **Fikret Bila**, haberinin en dibine şu yorumu iliştirmiş: **"Türkiye, Kuzey Irak gibi bir ‘Kuzey Suriye’ oluşturulmasına engel olmaya kararlı. Böyle bir gelişmeye seyirci kalmayacak. Askeri seçenek de dâhil her türlü önlemi alacak."** Sözü uzatmak gerekmiyor. Erdoğan, anlaşılan o ki, bir çılgınlık yapabilir ve Türkiye’yi Suriye’de ‘**savaş tuzağı** ’na çekebilir. Bataklığa girmektir bu. Bu bir büyük maceradır. **Türkiye’nin başını yalnız Araplar ve Kürtlerle değil, Irak’ıyla, İran’ıyla, Hizbullah’ıyla, Rusya’sıyla belaya sokmaktır.** Akıl işi değildir. Şu sözlerine bakın Erdoğan’ın. Kendini gerçekten **Sultan ** sanıyor. Elinde bir pala **Zaloğlu Rüstem** gibi yedi düvele sallıyor. Gülünç oluyor. Türkiye’yi müthiş bir çıkmaza itiyor. **Rusya** ’ya **eyy ** çekiyor. Arkasından **Amerika** ’ya **eyy ** çekiyor. Akıl mantık var mı bunda?.. Bu bir çılgınlık alameti değil de nedir? Bir **Rus savaş uçağı** düşürdük, geldiğimiz noktaya bakın. Suriye’de kımıldayamıyoruz. **Suriye hava sahası** bize kapandı. "Fırat’ın batısı **kırmızı çizgi** " dedik ama çizgi mizgi kalmadı. **Türkmenleri ** koruyamadık, akın akın Türkiye’ye sığındılar, elimizden bir şey gelmiyor. Rusya’nın desteğindeki Esad güçleri, **Türkiye-Halep** bağlantısını kesti, büyük bir yenilgi daha aldık. Ve yeni bir mülteci akını başladı sınırlarımıza... PYD **terör örgütü** diyoruz. Ne Rusya takıyor, ne ABD... Şimdi bir de Suriye’ye mi, savaşa mı gireceğiz? **Saray’daki Sultan’a dur demek lazım, dur.** AKP’de, hükümette, devlette aklı başında insanlar yok mu?..
346,912
13152
yazarlar
Erdoğan’la asker... Yol arkadaşlığı...
null
**Erdoğan’la askerin yol arkadaşlığı...** İlginç bir soru olabilir. Bu soru son yazımda, Türkiye’nin bir uçtan öbür uca, yani **askeri vesayetten sivil despotluğa** savrulmasını özetlerken aklıma takıldı. Ama **sivil despotluk** konusunda, Erdoğan’la asker arasında yol arkadaşlığı -ya da bir ittifak- düşüncesini bende asıl çağrıştıran, seçim günü Hürriyet’in 17. sayfasında çıkan **Ankara Kulisi ** oldu. Kulis iki fotoğraflıydı. İlkinde yanında eşi, Erdoğan konuşuyor, karşısındaki ilk sırada da komutanlar eşleriyle birlikte, **siviller** ise arka sırada duruyor. Bir de, komutanlarla sivilleri birbirinden ayıran bir **mavi kordon**... İkinci fotoğrafta, **Erdoğan ve komutanlar ** eşleriyle birlikte yan yana sıralanmış. **Saray** ’daki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonundaki bu görüntülerle ilgili olarak Hürriyet’in Ankara Kulisi’nde, gözlemci bir kalemden çıktığı anlaşılan şu notlar düşülmüş: Saray’daki resepsiyondan iki fotoğraf. Birinde, komutanlarla sivilleri ayıran bir mavi kordon... Diğerinde, Erdoğan ve komutanlar eşleriyle birlikte yan yana... *Konuklar film gösteriminden önce perde ve podyumun önünde toplandıklarında, en öne mavi bir kordon çekildi.* *Başta* **Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar** olmak üzere orgeneraller eşleriyle birlikte bu kordonun önüne alındı. Bunun sonucu toplam 2 bin 500 kişilik davetli topluluğunun en ön sırası generallere ayrılmış oldu.*Gecenin en ilginç anlarından biri* **Cumhurbaşkanı** ’nın konuşması bittikten sonra yaşandı.*Erdoğan, generalleri de podyuma yanına davet etti.* *Ardından* **Erdoğan ve TSK üst kademesi** yan yana dizilerek Cumhuriyet’in 92. yıldönümünü alkışlarla kutladılar.*Yaptığı bu jestlerle askerlere çok önem verdiğini, onların kendisi nezdinde özel bir yeri olduğunu hem salondaki konuklara hem de kamuoyuna ve bütün dünyaya göstermiş oldu* **Cumhurbaşkanı Erdoğan**.*Fotoğraflar, mesajlar yan yana geldiğinde, Türkiye’nin yeni dönemine ilişkin* **ilginç şifreler** ile karşılaşıyoruz.*Bu şifrelerin tartışması ayrı bir konu...* *Ama objektif bir tespit yaparsak, TSK üst kademesinin Cumhurbaşkanı nezdinde "* **en ziyade protokole mazhar"**kesim kategorisine terfi ettiği ortada.**Askerle Erdoğan’ın buluştuğu üç konu** Şimdi, "**Eeh n’apalım yani**" diyenler olacak. Olabilir. "Yol arkadaşlığı da ne demek, Erdoğan, Cumhurbaşkanı olarak **başkomutan ** değil mi?" sesleri kulağıma çalınacak. Bu da olabilir. "**Bak bak, askeri Erdoğan’a karşı kışkırtıyor**" diyenler de çıkabilir. Geçiyorum bunları. Benim derdim bir durum tespiti. **Askerle Erdoğan** ’ın bugün için üç temel konuda aynı çizgide buluştukları, aralarında herhangi bir ayrılık olmadığı anlaşılıyor: **1. Kürt sorunu**... **2. PKK**’ya karşı mücadele... **3. Kuzey Suriye...** Ben bu üç konuya bir dördüncünün eklenip eklenmeyeceğini merak ediyorum. Dördüncü konu ‘**demokrasi** ’yle ilgili. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü Tayyip Erdoğan’ın gündeminden düşmüş durumda. Sırtını **Batı** ’ya dönmüş, **AB** ’den hoşlanmayan bir Erdoğan var sahnede... **Demokrasi**, **hukuk** ve ** özgürlükler** gibi Batı’yı Batı yapan değerlerden hazzetmeyen, bunları kendi saltanatına engel sayan bir Erdoğan bu... Bir başka deyişle: Erdoğan yüzünü **Doğu** ’ya dönmüş durumda. **Rusya** ’ya bakıyor, **Orta Asya** ’ya, **Çin** ’e, **Japonya** ’ya bakıyor, ‘**Şanghay Beşlisi** ’ne bakıyor, elbette İslam âlemine bakıyor. **‘Demokrasi korkusu’nda da buluştular mı?** Askerle Erdoğan’ın bugün üç temel konuda buluştukları anlaşılıyor: Kürt sorunu, PKK’ya karşı mücadele ve Kuzey Suriye... Bu **Doğu’ya bakma **damarı, özellikle 1990’larla 2000’lerin ilk yıllarında askerde de epeyce güçlüydü. Şu bakış açısını savunan **büyük paşalar** bir hayliydi. Derlerdi ki: **- Avrupa Birliği birinci sınıf demokrasi demektir. Böyle bir demokrasiye Türkiye hazır değil, bölünürüz. Doğu’ya, Rusya’ya, Çin’e açılalım, böylesi daha iyi Türkiye için...** Askerin içinden bu sesler yükselirken, Tayyip Erdoğan tam aksi yoldaydı. AB’ye uyum yolunda ciddi** demokratikleşme adımları** atıyordu. Buna karşılık olarak, askerin içinde Erdoğan’a karşı AB yoluna taş koymak isteyen **darbe tezgâhları ** kuruluyordu, adı **Sarıkız** olan, adı **Ergenekon** olan... Ve **Doğu** ’ya dönük sloganlar atılıyordu, **Turan ** diye, **Kızılelma** diye... Şimdi bakıyorum, Bugün artık Erdoğan da **Kızılelma** havasında. Batı değerleri onun gözünde **emperyalist **. Demokrasiyi küçümsüyor, hor görüyor. Kısacası: Erdoğan, çoktan beri **AB** ’yi, **demokratik değerleri** boşladı. Hatta **Ergenekon** ’u da akladı. İşte bunun için merak ediyorum. Türkiye ‘**askeri vesayet** ’ten ‘**sivil despotluk** ’a savrulurken, **Erdoğan’la asker** aynı noktada, yani ‘**demokrasi antipatisi** ’nde, belki daha doğru deyişle, ‘**demokrasi korkusu** ’nda buluşmuş olabilirler mi? Evet mümkün diyorum. **Asker yedekli sivil despotluk güçlenir** Son bir soru: Askeri bir yerde **yedeğine alan ** Erdoğan’ın sivil despotluğu biraz daha güçlenmiş olmaz mı? Eğer vaziyet hakikaten böyleyse, hiç kuşkusuz güçlenmiş olur. **Erdoğan’la askerin yol arkadaşlığı** sorusundan buraya geldim. Farkındayım. Tartışmaya açık bir durum tespiti yapmış oluyorum. Memleketin hâlleri gerçekten zor! Yazın bir kenara, gittikçe de zorlaşacak.
346,913
13994
yazarlar
Erdoğan’la istikrar da olmaz, barış da...
null
Anayasa Mahkemesi’nin **Dündar-Gül** kararı, anlaşılan, Erdoğan’ın vücut kimyasını fena hâlde bozmuş durumda. Galiba artık ne söylediğinin de farkında değil. "**Vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım** " dedikten sonra, ne sessiz kalması, her zamanki gibi açtı ağzını yumdu gözünü: *- Kararı kabul etmek zorunda değilim* *- Bu karara uymuyorum.* *- Saygı da duymuyorum.* *- Bu dava casusluk davasıdır.* *- Basın özgürlüğü davası değildir.* *- Yerel mahkeme bu karara direnebilirdi.* *- Dirense, AYM kararı boşa çıkacaktı.* *- Karar boşa çıksa, tahliye edilen kişiler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceklerdi; oradan alacakları cevap da bellidir.* Erdoğan’ın sessiz kalması demek ki buymuş, bir de konuşsaydı acaba neler diyecekti sorusu akla takılıyor. Geçelim. Şaşırtıcı değil. Yüksek mahkeme kararının **Saray** ’da nasıl fırtınalar estirdiği, bir gün önce ‘**Saray medyası** ’nın manşetleriyle, ‘**Saray tetikçileri** ’nin yazılarıyla zaten belli olmuştu. Tek kelimeyle çıldırdılar! Evet öyle. Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğüne, gazeteciliğe vurgu yapan kararı tümünü delirtti. Tepkiler akıl alır gibi değildi. AYM ‘**paralelcilik** ’le suçlandı. ‘**Casusluğa vize** ’ vermekle suçlandı. ‘**Fetullahçılığa alet olmak** ’la suçlandı. Bu da yetmedi. Yüksek mahkeme, **Abdullah Gül mahkemesi ** olmakla suçlandı. **Saray medyası**, **Saray tetikçileri** tepkilerinde kantarın topuzunu o kadar kaçırdılar ki, sayelerinde **Erdoğan-Davutoğlu çatlağı** daha belirginleşti. Demin de belirttiğim gibi: Saray’daki bu infial şaşırtıcı değil. Bu Erdoğan değil miydi, hoşlanmadığı bir karardan dolayı Anayasa Mahkemesi Başkanı **Haşim Kılıç** ’ı daha dün **hain ** ilan eden? Bu Erdoğan değil miydi, hoşlanmadığı bir karardan dolayı **Danıştay** yargıçlarını daha dün ‘**hainlik** ’le suçlayan?.. Bu Erdoğan değil miydi, faizleri düşürmeyen **Merkez Bankası Başkanı** ’nı daha dün **hain ** ilan eden?.. Bu Erdoğan değil miydi, daha çok dış yatırım için **hukuk devleti** isteyen **TÜSİAD Başkanı** ’nı daha dün ‘**hainlik** ’le suçlayan?.. Ya da bu Erdoğan değil miydi, bir büyük işadamı hakkındaki beraat kararını bozdurmak için **Adalet Bakanı** ’nı daha dün **Yargıtay ** nezdinde devreye sokan?.. Yine bu Erdoğan değil miydi, hukuku kaç kez hiçe sayan Müsteşarı’nı daha dün **İçişleri Bakanlığı ** koltuğuna oturtan?.. Son olarak, yine bu Erdoğan değil miydi, **MİT TIR'ları** ile Cumhuriyet’te gazeteciliğin daniskasını yapan **Can Dündar** ’la **Erdem Gül** ’e "Bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam onu!" diyerek daha dün bizim mesleğimize zincir vurmaya kalkışan?.. Evet, bütün bunları yapan Erdoğan’dı. Anayasa Mahkemesi bu zinciri kırınca hepsi birden çıldırdı! Türkiye’deki ve dünyadaki tüm **demokrasi odakları**, bir yandan Can Dündar’la Erdem Gül’ün demokrasi direnişine destek verirken, Anayasa Mahkemesi’nin kararını alkışlıyorlar. Hem **hukuk** adına alkışlıyorlar, hem **yargı bağımsızlığı** adına... Ama Erdoğan ne hukuk, ne bağımsız yargı istiyor. Dünya âlem bir yana... Erdoğan bir yana... Onun tek bir hedefi var: **Tek adamlık**! Bir kez daha vurguluyorum: **Bu ülkenin bir numaralı sorunu Erdoğan’dır; Erdoğan’la istikrar da olmaz, barış da...**
346,914
13768
yazarlar
Erdoğan’la Öcalan’ın oyunu...
null
Kitabı Brüksel’den alıp geldim. Avrupa baskısı. **Öcalan** ’ın imzasını taşıyor. __İmralı notları__ *DEMOKRATİK KURTULUŞ* *VE ÖZGÜR YAŞAMI İNŞA* Dikkatle okumakta yarar var. Nedenlerine gelince... Öcalan’ın gözünden Kürt sorununu, Rojava’yı, çözüm sürecini, Kandil ve PKK’yı anlamak için önemli bir kitap. Belki daha önemlisi, Erdoğan’la Öcalan’ın arasındaki ‘**oyun** ’a ilişkin taşları yerli yerine oturtmak için de bu kitabın sayfaları arasında özenle dolaşmak lazım. Bir yanda **Erdoğan**... Diğer yanda **Apo**... Baş oyuncu onlar. Son söz onlarda. Her karizmatik liderde olduğu gibi, her ikisinde de **egoya maşallah** demek, bir gerçeğin altını çizmek oluyor. Erdoğan’daki **kibir** ve ‘**güç zehirlenmesi** ’nin kendi yakın çevresine epeyce çektirdiği söylenir. Apo’nun durumu daha farklı. Bu kitabın basılmasına izin verdiğine göre de açık oynuyor. Ama kitabı okurken, onunla çalışan **İmralı heyeti** üyelerine de ** Allah kolaylık versin**, **sabır versin ** demek geçti içimden. Onların işleri de hiç kolay olmamış. Apo güler yüzlü, bazen eğlenceli, gönül almasını da bilen bir insan ama **fırçaları ** da zehir zemberek, hatta bazen ürkütücü... Üstelik, işleri sadece Apo’yla değil İmralı Heyeti’nin. Ondan mesajları alacaklar... Yanlış anlamayacaklar... Sonra Ankara’ya hükümete, MİT Müsteşarı **Hakan Fidan** ’a gidecekler... Arada bir **Sırrı Süreyya Önder** eliyle Tayyip Erdoğan’a ulaştıracaklar Öcalan’ın önemli mesajlarını... Arkasından **Kandil** ’e çıkacaklar... Sonra tekrar **İmralı** ’ya... Ayrıca bu zorlu trafiğin bir de **medya ayağı ** var ki, onu da idare etmek başlı başına bir iş. Ama adına **çözüm süreci **dediğimiz ve yaklaşık üç yıl süren ** oyun**, demin de belirttiğim gibi, asıl Erdoğan’la Öcalan arasında oynanmış, son sözler bu ikiliye ait olmuş. 2013’le 2015 arasındaki bu ‘oyun’da, iki baş oyuncu da ipi bazen germiş, bazen gevşetmiş. Ama bu genellikle eşzamanlı olmamış. Beklenti çıtası bazen yükselmiş, bazen alçalmış. İpi koparmama konusunda Öcalan’ın daha sabırlı, daha dikkatli olduğu söylenebilir. Çünkü Öcalan, Erdoğan’la üstü örtülü, dolaylı ‘**diyalog** ’un hem kendisini, hem de Kürt sorunu ve PKK’yı Türk kamuoyunda ‘**meşrulaştırdığı** ’nın elbette farkındaydı. Ayrıca, devlet tarafından muhatap alınıyor olmasının Kürt kitlelerinin gözünde kendisini daha da büyüttüğünü biliyordu. Kitabın sayfaları arasında bir nokta fazlasıyla belirgindi. Erdoğan’la Öcalan’ın arasında çözüme ilişkin** makas ** büyüktü. Erdoğan’daki ‘güç zehirlenmesi’nin yakın çevresine çektirdiği söylenir. İmralı Notları’nı okurken, "İmralı heyeti üyelerine de Allah sabır versin" demek geçti içimden Bir başka deyişle: İkisinin çözüm konusundaki ‘**nihai oyun** ’ları, İngilizce deyişle, ‘end game’leri çok farklıydı. Erdoğan, ‘çözüm’den PKK’nın ‘**silah bırakması** ’nı anlıyordu. Ve bu amaçla, Öcalan’ın gözünün önünde salladığı bir olta vardı ki, ucuna da **yem **olarak ** Apo’ya aşamalı özgürlük planı **asmıştı Erdoğan. Şunu belirtmek lazım. İki baş oyuncu da, aralarındaki makas farkının ne kadar açık olduğunu hiç kuşkusuz biliyordu. Ama ‘oyun’u sürdürdüler. İpi neredeyse üç yıl koparmadılar. Kötü mü oldu? Elbette hayır. ‘**İmralı Notları** ’nın birçok yerinde Öcalan’ın haklı olarak belirttiği gibi, insanlar ölmedi bu süreç boyunca, kan ve gözyaşı akmadı. Hatta barış topluma maloldu, çünkü üç yıl boyunca analar ağlamadı. Kitabı okuyup bitirdikten sonra, bir görüşüm daha da güç kazandı. Erdoğan, ‘çözüm süreci’ni yalnızca seçim sandığında oya tahvil etmek için kullandı. Ya da yalnız bunun için başlattı süreci. Genellikle ipe un serdi. Herhangi bir somut adım atmadan **oyalama taktikleri** ile zamana oynadı. Gayet tabii Öcalan da, -HDP ve Kandil’le birlikte- Erdoğan’ın bu **oyalama ** oyununun farkındaydı. Ama ‘oyun’u bozmadı. **Oyun bozanlığı ** Erdoğan’a bıraktı. "**Masa da yok, inceleme heyeti de yok, Kürt sorunu de yok**" diyerek, önceden bildiği hâlde ‘Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddeden de, **7 Haziran yenilgisi** üzerine **savaş ** düğmesine basan da, yani ipi koparan da Erdoğan oldu. **5 Nisan 2015** ’ten itibaren Öcalan’a İmralı’da acımasız bir tecrit uygulamaya başlatan da yine Erdoğan’dı. Öcalan’la kitapta yer alan en son İmralı görüşmesinin tarihi 14 Mart 2015. İmralı Notları’nı okuyunca bir görüşüm daha da güç kazandı. Erdoğan, ‘çözüm süreci’ni sandık için kullandı... Öcalan da ‘oyun bozanlığı’ Erdoğan’a bıraktı Bu tarihten sonra Öcalan ne düşündü? Yaşanmakta olan savaş hâli ve acıları nasıl değerlendiriyor? Erdoğan’a, Kandil’e dönük eleştirileri nedir? Biz bilmiyoruz. Devletin bilmesi eşyanın tabiatına uygundur. Kitabı okuyup bitirdikten sonra şunun altını rahatça çizebilirim: İmralı Notları’nın değişik yerlerinde, Öcalan’ın, ‘**Erdoğan çizgisi** ’nin yeniden kanlı bir dönemin kapısını açacağını gayet net gördüğü anlaşılıyor. Son olarak, kitaptan edindiğim iki izlenimi şöyle özetleyebilirim: **1. **Bu üç yıl boyunca tarafları birbirine düşürmeye, Kandil’le Öcalan’ın arasını açmaya ve PKK’yı bölmeye dönük o klasik devlet taktiklerini Öcalan’ın bir kez daha yemediği anlaşılıyor. **2. **Tam 15 yıl boyunca tek başına bir hücrede yaşamasına rağmen, Öcalan’ın** barış** konusunda bugün hâlâ oynadığı ** liderlik** rolüne şapka çıkarmak lazım. Son söz: Çözüm ve barış diyorsak, Öcalan’ın baş oyunculuğu hayati önem taşıyor.
346,915
14213
yazarlar
Erdoğan’la Türkiye’nin sonu...
null
İçimden artık Erdoğan’la ilgili yazı yazmak gelmiyor. Kim bilir belki de kendi kendimi tekrar etme duygusu... Patinaj yapmak belki de... Ama yine de yazıyorum. Kalem duramıyor. Zira Erdoğan her Allah’ın günü öyle şeyler yapıyor ki, yazmamak sanki kendi değerlerimi inkar etmek gibi bir şey oluyor. Minderden kaçmak gibi oluyor. Ya da Erdoğan hakkında susmak bir ‘**vicdan sorunu** ’na dönüşüyor. Bir gün bakıyorsun, barışı savundukları için üç akademisyen** Esra Mungan, Muzaffer Kaya, Kıvanç Ersoy **tutuklanmış... Ertesi gün **Can Dündar-Erdem Gül** davasında gizlilik kararı verilmiş... Ve Erdoğan, davayı izleyen AB ülkelerinin diplomatik temsilcilerine, "**Siz kimsiniz yaa, sizin ne işiniz var orada**" diye bağırabilmiş... O arada sevgili **Cengiz Çandar ** işsiz bırakılmış... ‘**Recep Tayyip Erdoğan Sempozyumu** ’nda bir AKP Genel Başkan Yardımcısı kalkmış, "**O Allah’ın bir lütfudur**" demiş... Bu arada **Aydın Doğan ** hakkında, ‘**örgüt liderliği** ’nden dava açılmış... Yazmayacak mısın? Susacak mısın? Can Dündar’ın **Tutuklandık** isimli son kitabının sayfaları arasında dolaşıyorum. *Seçim biter bitmez Vantrolog,* *Cem Küçük’ü konuşturmaya başladı.* *"En üst düzey yetkiliyle görüştüm,"diyordu Küçük, "* **MİT TIR** ’ları ihaneti asla affedilmeyecek."*5 Kasım 2015’te* **CHP lideri Kılıçdaroğlu**, aralarında benim de bulunduğum birkaç gazeteci ile buluştu.*Cem Küçük’ün sözlerini, "* **Goebbels rejiminin başladığının kanıtı** " olarak yorumladı.*"Ona bu cesareti kim veriyor?" diye sordu.* *Cevabı hepimiz biliyorduk.* *Ama o buluşmada, Gobbels’e pek azımızın meydan okuyabileceği de çıktı ortaya...* *Kılıçdaroğlu’nun ‘Nazi’ göndermesi, buluşmada temsil edilen hiçbir gazetede haber olmadı.**Tabii Cumhuriyet’ten başka...* *Merkez**çökmüştü.* *Buna karşı çıkanları ‘* **merkez** ’e götürme zamanıydı şimdi... Yazmayacak mıyım şimdi bunları? Susacak mıyım? Elbette hayır. Rahmetli **Demirel ** derdi ki: **"Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!"** Biz de kalemi kırmayacağız! Doğru bildiğimizi yazmaya devam edeceğiz. Ne diyor **anayasa** nın 138. maddesi: "Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez" diyor. "Telkinde bulunamaz" diyor. Peki, Erdoğan n’apıyor? **Gazeteci**, gazeteciliğini yapınca, "Ben sana bunu ödeteceğim" diye bas bas bağırıyor. Yargının işine karışıyor. Yargıya telkinde de bulunuyor, talimat da vermiş oluyor. Ve ertesi günü **gazeteci ** tutuklanıyor, hapsi boyluyor. Ne diyor **a****nayasa** nın 153. maddesi? "Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar" diyor. Erdoğan n’apıyor? "**Anayasa Mahkemesi kararlarına uymam** " deyip çıkıyor işin içinden. Daha da ileri gidiyor. Anayasa Mahkemesi kararına uyan, gazeteciyi tahliye eden mahkemeye gözdağı veriyor: **"Karara dirensene kardeşim, dirensene!"** Bir başka deyişle: Müebbet hapislik suçu işliyor Erdoğan! Ama onun umurunda bile değil. "**Anayasayı bekleme odasına aldık** " diyor. "**Rejimi fiilen değiştirdik** " diyor. "**Yarı-başkanlık sistemi geldi bile**" diyor. Susacak mıyım? Hayır. Türkiye’nin sonu Erdoğan’la karanlığa giderken yazmayı elbette sürdüreceğim.
346,916
11040
yazarlar
Ertuğrul Özkök ilanına protesto: Demek artık tetikçiler de yetmiyor!
null
Anlaşılan o ki: Artık **yandaş medya ** yetmiyor. **Havuz medyası** yetmiyor. **Köşe tetikçileri** yetmiyor. **Erdoğan** ’ı savunmak için şimdi bir de **gazete ilanları** devreye sokulmuş durumda. Tam sayfa ilanlarla vurulmak isteniyor muhalifler, farklılığı savunanlar. Eleştirmeyeceksin. Ses etmeyeceksin. Susacaksın. Neden?.. **Sultan, Saray’ında rahat edecek...** Bunun için ses çıkarmayacaksın. Tek neden bu. **Sultan’a biat!** Başka çaren yok. **Sultan**, artık film setine çevirmeye başladığı **Saray** ’ında rahatsız edilmek istemiyor. O kadar. Memleket meseleleriyle haşır neşirken rahatsız edilmek istemediği içindir ki, örneğin huzuruna yüzde doksan dokuz da değil, ancak yüzde yüz biat eden medyanın temsilcilerini topluyor. Bu öylesine hazin bir gidiş ki... Böyle devam ederse, bir süre sonra ortalıkta gazeteci adına sadece **Saray soytarıları** kalacak. Bunu bir kenara not edin. **Yalakalığa hayır, diyenler cadı kazanına…** Erdoğan’ı savunmak için şimdi bir de gazete ilanları devreye sokulmuş durumda. Tam sayfa ilanlarla vurulmak isteniyor muhalifler Kısacası: Yüzde yüz biat! En ufak bir çatlak ses çıkmayacak. **Padişahım çok yaşa!** Hepsi bu. **Yalakalık!** Yalakalığa hayır diyenler, eleştirenler ise **Ertuğrul Özkök** gibi tam sayfa gazete ilanlarıyla cadı kazanına atılacak, tam sayfa gazete ilanlarıyla başına yıldırımlar yağdırılacak. Susturulmak, sindirilmek istenecek. Neden? **Ertuğrul Özkök **de **Sultan** ’ı eleştiriyor. O da **Saray** ’ın hallerine dokunduruyor. Türkiye’nin iyi yolda olmadığını yazıyor. Yaratılmakta olan bir ‘**korku imparatorluğu** ’yla Türkiye’nin önünde bir cehennem çukurunun açılmakta olduğuna dair haklı uyarılar yapıyor. Peki, buna cevap ne? Tam sayfa gazete ilanı! Akıl alır gibi değil. Gerçekten öyle. İktidar tarafından bir gazeteciye tam sayfa gazete ilanıyla gözdağı vermeye çalışmak... İlk defa tanık oluyorum. Belki de dünyada bir ilk. **Ertuğrul’la çok kavga ettik, ama ** ** birbirimizin yüzüne bakabildik** Erdoğan’ı savunmak için şimdi bir de gazete ilanları devreye sokulmuş durumda. Tam sayfa ilanlarla vurulmak isteniyor muhalifler **Ertuğrul Özkök** ’le çok eskiye giden bir hukukumuz vardır. Benim arkadaşımdır. O da benim gibi bin yıldır bu sahnededir. İyi gazetecidir. Yirmi yıl boyunca **Hürriyet** ’in tepesinde kalmanın ve o gazeteyi bir yerden daha ileri bir yere getirebilmenin ne kadar zorlu bir iş olduğunu ancak bu piyasanın gerçek gazetecileri bilir. Ertuğrul da gazetecilikte **dipten ** gelmiştir. Benim gibi onun da **günahları ** vardır. Bazıları vahimdir. Ve bu günahlarımız nedeniyle yıllar içinde birbirimizle çok kavga etmişizdir. Birbirimizi yazılı ve şifahi olarak fena halde hırpaladığımız zamanlar olmuştur. Ayrıca, birbirimize karşı duygu ve düşüncelerimizi hiç saklamak gereğini de duymamışızdır. Ama Ertuğrul’la dostluğumuz yıllar içinde devam edebilmiştir. Her zaman birbirimizin yüzüne bakabilmişizdir. Bir noktayı daha vurgulamak isterim. Eleştiri iğnelerini bazen kendimize de batırmayı ihmal etmedik. **Hiç kimse, her konuda** ** anlaşmak zorunda değil** Ertuğrul Özkök de Sultan’ı eleştiriyor; o da Saray’ın hallerine dokunduruyor. Peki, cevap ne? Tam sayfa ilan! Şiddetle protesto ediyorum Bakın: Hiç kimse, her konuda anlaşmak zorunda değildir. Hiçbir kul da, hatasız günahsız değildir. Önemli olan sesimizin çıkmasıdır. İstediğimiz gibi yazıp çizmektir. İfade özgürlüğümüzü sonuna kadar, korkusuzca kullanabilmektir. Yani önemli olan demokrasidir. Hukukun üstünlüğüdür. Sözü daha fazla uzatmak yersiz: **Ertuğrul Özkök** ’ü tam sayfa hedef alan gazete ilanını şiddetle protesto ediyorum.
346,917
13859
yazarlar
Gül’ün Erdoğan’dan ayrıldığı 10 nokta...
null
Televizyondan izliyorum. **Erdoğan ** öğretmenlerle, muhtarlarla... Konuştukça konuşuyor. Sadece cumhurbaşkanı değil o. Başbakan da o... Parti lideri de o... Her şey o, her tarafa laf yetiştiren o. Yemindi, tarafsızlıktı umurunda değil. Peki ya **Davutoğlu** ’nun umurunda mı? Başbakan olarak Erdoğan’dan rahatsız değil mi? **Erdoğan** ’ın kendi yetki alanında dolaşıp durması, **Davutoğlu** ’nun iç dünyasında arada bir de olsa fırtınalar estirmiyor mu? Bilemiyorum. Ama **Erdoğan** ’ın **Davutoğlu** ’ndan memnun olmadığına dair belirtiler su yüzüne vurmaya başlamış durumda. Politika kulisinde **Binali Yıldırım ** gibi Davutoğlu’na **alternatif isimler** dolaşıyor. Cumhuriyet’in dünkü manşetinde çıkan Emine Kaplan imzalı ve **Saray Pişman ** başlıklı manşet haberde şu satırlar vardı: *Eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç*’la *eski AKP Genel Başkan Yardımcısı* **Hüseyin Çelik** ’in açıklamalarının ardından gözlerin çevrildiği**AKP** ’deki asıl kavganın**Cumhurbaşkanı Erdoğan**ve**Başbakan Davutoğlu** arasında yaşandığı belirtiliyor.*Bugüne kadar pek çok konuda görüş ayrılığı yaşayan* **Erdoğan - Davutoğlu**çekişmesinin daha da derinleştiği, Erdoğan’ın Davutoğlu’nu**Binali Yıldırım** ’ın genel başkan adaylığı için imzaların toplandığı 12 Eylül 2015 tarihindeki kongrede değiştirmediği için pişman olduğu konuşuluyor. *Davutoğlu**’nun ise* **Erdoğan** ’a karşı partideki gücünü artırmaya ve etki alanını genişletmeye çalıştığı belirtiliyor.AKP içinde politika kazanı gün geçtikçe daha çok fokurduyor. **Erdoğan’a yönelik tepkiler** artık kapalı kapılar arkasında kalmıyor, eleştirel sesler partinin dışına da taşıyor. **Bülent Arınç** ’la **Hüseyin Çelik** örnekleri bu bakımdan epeyce çarpıcı. AKP’nin kurucu babaları arasında yer alan bu iki deneyimli siyasetçinin hedef tahtasında **Saray** ’la **Sultan** var. **Hüseyin Çelik** ’in Hürriyet’te **Ahmet Hakan** ’a yaptığı açıklamaların bir bölümü şöyleydi: *Siz bir gemidesiniz.* *Sizin kamaranız çok rahat ve lüks de olabilir. * *Eğer geminin dibi su alıyorsa, siz rahat ve lüks bir ortamda batarsınız ama sonuçta batarsınız.* *Bir TV programında dedim ki: " Tayyip Bey bu hareketin lideri olarak Everest tepesidir.* *Fakat Everest tepesi, oradaki duruşunu ve varlığını* **Himalayalar** ’a borçludur. Himalayalar olmazsa Everest diye bir şey olmaz."*Bazı arkadaşlarımız bunu bile mesele yaptılar.* *Biz Kemalistlere neden kızıyoruz?**Bütün bir milletin iman ve haysiyet mücadelesi olan* **Milli Mücadele** ’yi sadece bir kişiye izafe ettikleri için değil mi?*Şimdi biz de Kemalistlerin düştüğü hataya düşmüyor muyuz?* *Bugün memlekette beş temel sorun var.* *BİR**: Kutuplaşma.* *İKİ**: Dış politikada allak bullak oluş.* *ÜÇ**: Ekonomi iyi değil.* *DÖRT**: Kürt meselesi ve terörle mücadelede gelinen son nokta...* **BEŞ**: Paralel’le mücadelenin bir paranoyaya dönüşmesi...*1970’li yılların başında* **milli ekonomi** gibi laflar vardı, bugün neredeyse Saray çevrelerinin itibar ettiği sözler olmaya başladı. Küresel ekonominin olduğu yerde,**New York Borsası** ’nda insanlar öksürdüğünde bizim burada grip olduğumuz bir yerde, ihracatçı ekonomiden söz ettiğimiz, küresel ekonomiden, Türkiye’yi dünyaya, dünyayı Türkiye’ye taşımaktan söz ettiğimiz bir dönemde...*Bu* **milli ekonomi** lafı nereye götürür sizi?..*Nitekim şu anda ekonomi iyi gitmiyor, bu ortada.* *Yüz meselede partiyi, lideri müdafaa ediyorsunuz ama bir meselede, "* **Şöyle olsa iyi olmaz mı**?" diyorsunuz.*Ve bunu dediğiniz zaman birileri sizi linç etmeye kalkıyor.* *Asıl kötü olan buna müdahale edilmemesi...* *Bu sıkıntı, bugüne mahsus değil.* **Sayın Gül** daha cumhurbaşkanı iken de maalesef bu marazi durum vardı.*O zaman da serzenişte bulunmuştum:* *"* **Gül** ’e ağız dolusu hakaretler ediyorlar, kimse bir şey demiyor. Bir danışman,**Bülent Bey** ’le ilgili ağır yazılar yazıyor, kimse ses etmiyor.*Başka bir danışman,* **Babacan** ’ı yerden yere vuruyor, kimseden ses çıkmıyor.*AK Parti’ye destek veren bir gazetede bir gazeteci, en zor günlerde* **Adalet Bakanlığı**yapmış bir arkadaşımızı**Paralelci** ilan ediyor, ses yok!" AKP içinde Erdoğan’a dönük bu eleştiri dalgası daha da kabarır mı? Örneğin, ateşe bir odun da **Abdullah Gül** atabilir mi? Şimdilik buna fazla ihtimal vermiyorum. Ama Erdoğan’ın böyle bir ihtimalden rahatsızlık duyduğu rahatça söylenebilir. Belki de sırf bu nedenle, Gül’ü başbaşa bir akşam yemeğine davet etmiştir. Gül’ün de bir çıkış yapması ihtimaline karşı ön almak istemiş olabilir. Belki de, muhtemel bir ‘parti içi isyan’a karşı Gül’ün yardımını, arabuluculuğunu istemiştir. **Abdullah Gül** ’ün dün akşam **Bülent Arınç**, **Hüseyin Çelik**, **Sadullah Ergin **ve **Nihat Ergün** 'le buluşması böyle bir çerçeveye mi oturuyor? Mutfakta pişen bir şeylerin kokuları geliyor ama şimdilik o kadar. Erdoğan’la Gül’ün üç saatlik başbaşa yemeğinde neler konuşuldu? Bilmiyorum. Ama bu konuda söyleceklerim var tabii. Çünkü, **Gül’ün Erdoğan’a itirazları** pek öyle sır değil. Gül’ün ‘**Erdoğan tarzı** ’nı hangi bakımlardan eleştirdiğini şu noktalarda özetleyebilirim: **1. **Gül, başkanlık sistemine karşı. **2. **Gül, Erdoğan’ın siyaset üslubuna olumlu bakmıyor. **3. **Gül, Erdoğan’ın siyaset tarzını kutuplaştırıcı buluyor. **4. **Gül, Erdoğan’daki eleştiriye tahammülsüzlüğü yanlış buluyor. **5. **Gül, Erdoğan’ın dış politikadaki üslubunu eleştiriyor. **6. **Gül, özellikle Suriye politikasının çok yanlış olduğu kanısında. **7. **Gül, Erdoğan’ın Avrupa Birliği’yle, Mısır’la ilgili yaklaşımlarına eleştirel yaklaşıyor. **8. **Gül, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak anayasal yetkilerinin dışına taştığı görüşünde. **9. **Gül, yolsuzlukla mücadeleydi, şeffaflıktı gibi konularda rahatsız. **10. **Sayıştay’ın devre dışı bırakılmasına da eleştirel bakıyor. İyi güzel. Sayın Gül, bu 10 noktada Erdoğan’dan rahatsızlık duyuyor da, neden çıkıp konuşmuyor? Daha ne kadar dut yemiş bülbül gibi davranacak? Haklı sorular...
346,918
13697
yazarlar
Hatip Dicle’nin feryadı...
null
Barış hayal mi? Gitgide uzaklaşıyor mu? Kan ve gözyaşı haberleri bitmeyecek mi? İnsanın içini acıtan sorular. Karamsarlık derinleşiyor. **Güneydoğu** ’daki savaş manzaraları ve ölüm, barışa umut bağlamak isteyenleri sürekli düş kırıklığına uğratıyor. Ne yazık ki öyle. **T24** ’te Hazal Özvarış, **Tahir Elçi** ’nin kızı Nazenin’e soruyor: - Senin barışa dair bir umudun var mı? Yanıt iyimser değil: **- Umutlu olmak çok zor, ama barışı sürekli umut etmek zorundayız.** Nazenin Elçi "Umutlu olmak çok zor, ama barışı sürekli umut etmek zorundayız" diyor. Haklı, barış umudunu beslemekten başka çaremiz yok Nazenin haklı, barış umudunu beslemekten başka çaremiz yok. Umut etmeden yaşamak eziyettir. Ama umut ederken de, ‘gerçekler’den kopmamak lazım. Barış yolunda taşlar yerli yerine oturmazsa, bu yolda adımlar atılmazsa, Türkiye her geçen gün daha derin bir cehennem çukuruna yuvarlanır gider. Bu hiç akıldan çıkmasın. Bu açıdan, dünkü Cumhuriyet’te **Hatip Dicle’nin feryadı **çok önemliydi. **DTK ** (Demokratik Toplum Kongresi) Eşbaşkanı ve **İmralı Heyeti üyesi** Hatip Dicle, hayatının 15 yılını demir parmaklık arkasında geçirmiş, İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir Kürt siyasetçidir. Selin Ongun’la yaptığı mülakatta şöyle diyordu: **"Halklarımıza barışı hediye edemedik. Yazık, hepimize yazık. O top sesleri gelirken, evde yatağa girmekten, uyumaktan utanıyoruz."** Sevgili Hatip Dicle’nin şu sözlerini dikkatle okumakta yarar var: ### **Karlar erimeden...** *İçimizden acıdan başkası geçmiyor. Başka ne olabilir ki? Kaç yıllık bir acı bu?* *Her iki tarafta da mantığın, aklın sesi duyulmaz oldu.* *Savaş böyledir.* *Öfke galip gelir.* *Zaten savaşın en tehlikeli yanı aynı bir yangında olduğu gibi nereye varacağını kestirememektir.* *Açık söyleyeyim, bildiğimiz için söylüyorum bunu.* *Şu anda dağlarda yaklaşık iki metre kar var. Ve gerilla hareket hâlinde değil.* *Sayıları nedir; biz de bilemiyoruz. Devletin istihbaratına göre dağlarda olan binlerce insandan bahsediliyor.* *Karlar erimeden...* *Yani nisan sonuna kadar bu savaşa dur diyemezsek çok daha fazla alanı kapsayan, hatta metropolleri de içine alan bir şiddet dalgasıyla karşı karşıya kalabiliriz.* *Bunu dediğimizde, Kürt siyasetçi olduğumuz için, tehdit gibi algılanabiliyor. Hayır, amacımız tehdit değil, feryat ediyoruz.* *Feryat ediyorum!* *Bu tehlike önümüzde.* **Çılgınlık hali... ** *Siyasetçiler, aydınlar, yurttaşlar, hepimiz bu yangına benzinle değil, suyla gitmeliyiz. Aklın, mantığın sesini öne çıkarmalıyız.* *Devlet cephesine baktığımızda yine korkunç bir çılgınlık hâli var.* *En basiti,* **akademisyenler bildirisi** sonrası yaşananlar. Onlar bir vicdan azabı duyarak kaleme aldılar o bildiriyi.*Bizim muhatabımız devlettir dolayısıyla önce devletin hukuksuzluğunu öne çıkarıyoruz, dediler.* *Karşı tarafta hukuksuzluk yok, demediler. Ve bir tavır ortaya koydular.* *Biliyorsunuz, dokunulmazlıklar konusunda 1990'larda da, aynı bugünkü linç kampanyalarına tabi tutulduk.* *Ve milletvekiliyken cezaevine konulduk. 10 buçuk sene sonra çıktık.**Ama bizden sonra çok kanlı bir süreç başladı. O tarihten ders çıkarıp, aynı çıkmaz yola bir daha girmemek gerek.* *Ben 15 yıl cezaevinde yatmışım. Tek bir gün bile şiddete başvurduğumuzu ispatlayamadılar. Düşüncelerimizden dolayı en değerli yıllarımızı aldılar.* *Ben bugün de ne kaçmayı düşünüyorum ne de başka bir şeyi.* **Takiye yapmıyoruz!** Hatip Dicle’nin feryadı: Halklarımıza barışı hediye edemedik. Hepimize yazık... İki tarafta da aklın sesi duyulmaz oldu. Savaş böyledir. Öfke galip gelir *Bazıları diyor ya, bunlar takiye yapıyor, diye.* *Gerçekten bağımsızlığın Kürt halkının lehine olduğuna inansam bunun bedeli ne olursa olsun bu ortamda bile bunu savunurum.* *O medeni cesaretimiz var.* *Biz takiye yapmıyoruz. Türk ve Kürt halkı bin yıl birlikte yaşadı ve birlikte yaşamaya devam etmeli.* *Kardeşliği, barışı tesis etmekten başka yolumuz olmamalı.* *Kimi Kürt siyasetçileri arasında, "* **Bizler müzakereye, diyaloğa açık son nesiliz"**gibi bir söz var.*Boş bir söz değildir bu. Kast edilen ortak vatan duygusudur.* **Ben Amed'i sevdiğim kadar İstanbul'u da seviyorum.**Akdeniz'de, Ege'deki o güzel doğayı görmeyi de özlüyorum. Peki, hendeklerin ardındaki o çocuklarda böyle bir özlem var mıdır acaba? Bu ortak vatan duygusu çok önemlidir. O hendeklerde hayatını kaybeden çocukların hayat öykülerine bakılsa hep aynıdır. *İnanın bu çocukların neredeyse tamamı 90'lı yıllarda köyü yakılan, gözünün önünde evleri ateşe verilen çocuklardır.* *Devleti böyle tanımıştır.***Barikat çocukları...** *Cizre'de hendeklerin başındakilerin ne dediğini söyledim size. "Bir daha cezaevine girmeyeceğiz. Burada öleceğiz ama bizi tutuklayamayacaklar" diyorlar.* *Cengiz Çandar** anlatmıştı.* *Turgut Özal** ile Sayın Öcalan arasında iletişim kurduğu o günlerde, şöyle demiş Sayın Öcalan:* *"Cengiz eğer bu işi başarırsak, gider Ankara'da, Sakarya Caddesi’nde bunu kutlarız."* *Cemil* **Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu**gibi yöneticilerin dışındaki**PKK** 'nin ikinci devre yöneticilerine bakarsak, onlar şimdi 40, 45 yaşlarında ve 20 yaşından itibaren dağlarda olan insanlar. *Yani siyasette bizim devrenin ve PKK'deki birincil yöneticilerin hayatta olduğu bu dönemde biz bu sorunu çözemezsek gelecek genç nesillere "Gelin birlikte yaşayalım" diyerek bu sorunu çözmek giderek zorlaşabilir.* *Bu bir tehdit değil, tespittir.***Yarın çok geç olabilir!** Barış zemini kaybolmadan, karlar erimeden, yarın çok geç olmadan barış masasını kurmaktan başka çare var mı?.. *Hatta bazen öyle noktalar olur ki çok geç kalmışsınızdır.* *Çok geç kaldığınızda barış masasını kurmak da öyle çok kolay olmayabilir.* *Acılar, öfkeler öyle artar ki, sizin artık barış masasında oturma zemininiz bile olmaz.* *Henüz orada değiliz ama hızla o noktaya sürükleniyoruz.* *O yüzden sözün en başında eriyecek karlardan, dağdaki gerilladan bahsettim.* *O karlar erimeden masa kurulmalı...* **Hatip Dicle** ’nin bu feryadına kulak verin. O, büyük acıların içinden gelerek barış yollarında inatla, sabırla yürüyen bir insan. Acıların olgunlaştırdığı bir insan... Dediği gibi, karlar erimeden, yarın çok geç olmadan masayı, barış masasını kurmaktan başka çare var mı?..
346,919
13806
yazarlar
Kandil'in hataları üzerine...
null
Kürt sorunuyla ilgili olarak kaç yıldır vurguladığım noktalar vardır, şöyle özetlenebilir: **1. **Barış, namlunun ucunda değildir. **2. **Silahın, şiddetin kullanım süresi dolmuştur. **3. **Çare, ‘**masa** ’ya oturmaktır. **4. **Bunun ilk adımı ‘**ateşkes** ’tir, yani parmakların tetikten çekilmesi... Evet, bu dört nokta yeni değil. Bunların altını kaç yıldır hem yazılarımda, hem kitaplarımda çizip durdum. Bu dört nokta, yalnız ‘**devlet** ’e değil, **Kandil** ’e de yöneliktir. Bu dört noktanın özünde yer alan eleştiri, Ankara’daki siyasal iktidarla birlikte Kandil’deki **PKK** liderlerine de, Kürt siyasal hareketine de dönüktür. Bugün **şiddetin şiddeti doğurduğu ** kanlı bir kısır döngünün pençesinde gözyaşlarıyla kıvranıyoruz. Türkiye’yi bu kısır döngüye öncelikli olarak ‘**Saray yönetimi** ’nin ittiğini, altında da **Erdoğan** ’ın anayasayı değiştirip bir referandumla **tek adam** olma hırsının yattığını düşünüyorum. Evet, **baş sorumlu** Erdoğan’dır! Ancak kan ve gözyaşına dur denilecekse, bunun tek taraflı değil, iki taraflı çabayı gerektirdiği kanısındayım. Çünkü yaşanmakta olan kısır döngü konusunda **Kandil** ’in de vahim hataları var. Bu hatalardan birinin sonucu da, 7 Haziran'dan 1 Kasım'a Erdoğan'a geri dönen ve onu siyaseten dirilten 9 puanlık oy olmuştur. Ve bugün **yangın** gitgide parlıyorsa, Kandil’in, PKK’nın devlete geçen yaz **hodri meydan ** çekmesi bunda büyük rol oynamıştır. Bu böyle gitmez. Şimdi bu konuda, yani Kürt siyasal hareketine dönük eleştiriyle ilgili olarak sözü Cumhuriyet’in iki yazarına, **Nuray Mert** ’le **Ahmet İnsel** ’e bırakıyorum. İki yazar da, birer gün arayla yayımladıkları yazılarında, **silahlı mücadele** ve **şiddet ** konusunda Kandil’e, Kürt siyasal hareketine ciddi eleştiriler yöneltiyor. Ahmet İnsel’in yazısının **şiddet şiddeti üretir ** arabaşlığını taşıyan son bölümü şöyle: *Kürt sorununda şiddet yöntemleriyle Türkiye’de hak elde edileceğini düşünenler, esas olarak İslamcı-milliyetçi otoriterliğin yolunu güçlendirirler.* *Bu çatışma, ölüm, silahlı direniş hali yıllarca sürebilir.* *Şiddet yöntemlerinin baş dönmesi içinde olanlar,* **Filistin** ’de neredeyse yarım yüzyıldır bu halin devam ettiğini ve**İsrail** devletinin kazanmasa bile, zayıflamadığını hatırlamaları gerekir. *Kürt siyasal hareketi**, Türkiye’de silahlı mücadele ve şiddet yöntemiyle arkasına dünyadaki bazı otoriter rejimlerin desteğini alabilir.* *Buna karşılık* **Batı dünyası**, NATO üyesi Türkiye’deki yönetimden hiç hoşlanmasa bile, son tahlilde hep onun arkasında olacaktır.*Ayrıca, şiddet yöntemiyle elde edilen güç amacına erişse bile, yeniden şiddet üretmesi, şiddete dayanması evrensel bir olgudur.* *Bunu hatırlatmak her gerçek demokrat için bir yükümlülüktür.* Nuray Mert’in yazısında da aşağıdaki satırların altını çizdim: *Her iki tarafta da zaman zaman seslendirilen, " iki taraf da birbirini zayıflatıp öyle masaya oturacak" analizleri, insan hayatı üzerinden kanlı bir pazarlık değil mi?* *O halde, bu ülkenin barış ve demokrasiden yana olan insanlarını kanlı pazarlığın tarafları yapma girişimi, ne taraftan gelirse gelsin, sessizce geçiştirilecek şey değil.* *Velev ki, önce mevcut iktidar barış sürecinden vazgeçti, savaş siyasetine döndü, sonuçta Kürt siyasi hareketi de aynı yolu izlemeye karar vermedi mi?**Böylece demokratik siyaset rafa kalkmadı mı?* *Bu koşullar altında, barıştan, demokrasiden yana olanların, tam bir emrivaki olan "* **fiili özyönetim inşası ve bunun için gerekirse silahı direniş** "i, hiç sorgulamadan desteklemesi nasıl beklenebilir?*Bakın, bu iş ciddi,* **devrimcilik oyunu** oynamıyoruz/oynamamalıyız.*Buna hakkımız yok.* *Demokrasi ve barışa inanan hiç kimse, sadece sivillerin ölmesine karşı çıkmakla yetinemez.* *Hakkaniyet hissimiz önce güçlü olana karşı ses vermeyi gerektiriyor diye, Kürt siyasetinin isabeti kendilerinden menkul çatışma siyasetine sonsuza kadar sessiz kalamayız.* *Dahası, bu siyasetin Türkiye’de siyasetin daha da otoriterleşmesine zemin hazırladığını görmemek için kör olmak lazım.**En kötüsü, bu siyasetin sonucu, insani çağrıların sesinin meşruiyetini yitirip cılızlaşması oluyor.* *(. . .)* *Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesine bedeli ne olursa olsun destek vermekten vazgeçmemek başka, Kürt siyasetinin her yaptığına sesli veya sessiz arka çıkmak başka...*Nuray Mert’le Ahmet İnsel’in bu eleştirilerini Kürt siyasal hareketinin, Kandil’in ciddiye almasında yarar var. Tekrar ediyorum: **Barış** artık namlunun ucunda değildir, şiddetle, silahla alınacak mesafe kalmamıştır ve barışın **tek taraflı değil, iki taraflı** çabayı gerektirdiği büyük harflerle yazılmalıdır.
346,920
13934
yazarlar
Kuduran kim?..
null
Kuduran kim?.. *Murat Belge...* *Oya Baydar...* *Aydın Engin...* *Ferhat Kentel...* *Gençay Gürsoy...* *İsmail Beşikçi...* *Ragıp Zarakolu...* *Muzaffer Erdoğdu...* *Temel İskit...* *Doğan Özgüden* *Yücel Sayman...* *Zeynep Tanbay...* *Necmiye Alpay...* *Nesrin Nas...* *Fikret Başkaya...* *Abdullah Demirbaş...* *Ahmet Abakay...* *Alev Er...* *Gün Zileli...* *Bülent Keneş...* *Ferhat Tunç...* *Şanar Yurdatapan...* *Hasan Cemal...* Neden kudurmuşuz?.. Türkiye’nin Suriye’de savaşa girmesine hayır dediğimiz için... Bu nedenle Erdoğan bizleri kudurmuş ilan ediyor Kuduranlar sadece bu isimler değil. 200’ün üzerinde yazar, sanatçı, insan hakları aktivisti, akademisyen, gazeteci kudurmuş... Kim söylüyor?.. **Erdoğan**, Cumhurbaşkanı. Neden kudurmuşuz?.. **Savaşa karşı çıktığımız için...** ** Türkiye’nin Suriye’de savaşa girmesine hayır dediğimiz için...** ** Barışı savunduğumuz için...** Bu nedenle Erdoğan bizleri **kudurmuş ** ilan ediyor. *Aydın diye geçinenler** yine bir bildiri yayınlayarak bu terör örgütünün yanında yer aldılar. Bunlar aydın maydın filan falan uzaktan yakından alakası yok.* *Bir kitabı olan, herhangi bir yerden profesörlük unvanı alan aydındır diye bir şey yok. Yetiştirdiğiniz öğrencilerin ellerine silahları sizler verdiniz, üniversiteleri kan gölüne çevirdiniz.* *Yine aynı şeyleri yapamayınca* **çıldırıyorlar, kuduruyorlar.***Siz benim yanımda olsanız ne yazar, olmasanız ne yazar.* Bu sözler Erdoğan’ın. Aydın geçinenlermiş... Kendilerine aydın maydın diyenlermiş... Bir kitabı olan, bir yerden profesörlük unvanı alan aydın diye bir şey yokmuş... Üniversiteleri kan gölüne çevirenlermiş... İşte bunlar kuduranlarmış... Öyle diyor Erdoğan. Neden kudurmuşuz?.. Aşağıdaki **Suriye’de Savaşa Hayır **bildirine hep birlikte imza attığımız için... *Mevcut iktidar; düşünülebilecek ne kadar bölgesel ve evrensel aktör varsa, yani Esad’ı, PYD’yi, Rusya’yı, ABD’yi, İran’ı, AB’yi… düşman ilan etmiş bulunuyor.* *Bir yandan "angajman kuralları"nı ileri sürerek uçağını düşürdüğü Rusya’yı NATO’ya şikâyet ediyor, diğer yandan Şanghay’a girmek istiyor ve Türkiye’yi Suudi Arabistan ile Katar’ın müttefiki ilan ediyor.* *Suudi uçaklarını İncirlik’e indirdi. 150.000 kişilik bir Suudi-Katar kara gücünün Türkiye sınırlarından girip Suriye Cumhuriyeti’ni işgal etmesi konuşuluyor.* *Rusya vurur diye uçak kaldıramadığı için, Suriyeli Kürtleri (aynen Türkiyeli Kürtler gibi) "Fırtına Topu" ateşine tutmakla övünüyor.* *Kimselerin böyle bir ortamda Türkiye’yi savaşa girmeye zorladığı yok.* *İktidar, doksan yıllık TC tarihinde ilk defa bizzat böyle bir kapan kurdu ve içine gönüllü atlamaya çalışıyor.* *1 Mart 2003 Tezkeresi’nde deneyip yapamadığı şeyi, Türkiye’yi bir kirli savaşa sokup perişan etme imkânını R. T. Erdoğan’a tanımayacağız!* *Yöneticilerin oğulları bir biçimde askerlik yapmazken, halk çocuklarının bir de Suriye ölüm tarlalarına siyasi ihtiraslar uğruna sürülmesine razı olmayacağız.* *Aksi halde bunun hesabını Türkiye eninde sonunda soracaktır!* Asıl kuduranlar, darbe dönemlerinin Evren’leri gibi, hatta onlardan daha beter aydın düşmanlığı yapanlardır __İmzalara gelince... __ *Abdullah Akengin, Abdullah Demirbaş, Abud Can, Adil Okay, Adnan Caymaz, Adnan Levent, Ahmet Abakay, Ahmet Aykaç, Ahmet Doğan, Ahmet Hulusi Kırım, Ahmet Kuzik, Alev Er, Ali Fikri Işık, Ali Fuat Karaöz, Ali Güven, Altan Açıkdilli, Arif Ali Cangı, Arif Dirlik, Arife Ayten, Asım Özcan, Aslan Özcan, Atilla Dirim, Attila Tuygan, Aydın Engin, Ayşe Karacebe, Ayşegül Devecioğlu, Ayten Bakır, Babür Pınar Bağer, Oğuz Oktay, Baskın Oran, Bektaş Elçin, Belgin Mete Işık, Berat Günçıkan, Betül Karakaş, Burhan Kaya, Bülent Keneş, Bülent Tekin, Cemil Demircan, Cemil Gündoğan, Cüneyt Ozansoy, Dalyan Ertaş, Deniz Aslan, Derya Yetişgen, Diyadin Fırat, Doğan Özgüden, Edip Balık, Emine Mcgill, Elif Yıldırım, Emrah Cilasun, Ercan İpekçi, Ercan Kanar, Erdal Doğan, Erdal Yıldırım, Erdoğan Doğan, Erhan Demir, Erkan Metin, Erol Bakır, Erol Özkoray, Esra Çiftçi, Fatime Akalın, Fatma Dikmen, Fatma Gümüş, Fatma Tamer, Fatoş Akdemir, Fehim Kılıçaslan, Ferhat Kentel, Ferhat Tunç, Feyhan Karslı, Feyhan Oran, Feza Tunç, Fikret Başkaya, Fusun Çeliker, Garbis Hatemo, Gençay Gürsoy, Gökhan Kaya, Gül Gökbulut, Gün Zileli, Güngör Şenkal, Gürhan Ertür, Habib Taşkın, Hacı Olukman, Haldun Açıksözlü, Halil Poyrazlı, Halil Savda, Halim Bulutoğlu, Hanifi Kılıç, Hanna Beth- Sawoce, Hasan Burgucuoğlu, Hasan Cemal, Hasan Kaya, Hasan Oğuz, Hasi Eguel, Haydar Çiçek, Haydar Karataş, Hayri Zafer Korkmaz, Hicri İzgören, Hüseyin Alataş, Hüseyin Karakuş, Hüsnü Öndül, İbrahim Alp, İbrahim Seven, İbrahim Yurtseven, İlhan Türkmen, İlyas Canan, İnci Tuğsavul, İshak Kocabıyık, İsmail Beşikçi, İsmail Cem Özkan, İsmail Özşahin, Kadir Akın, Kadir Cangızbay, Kamil Aksoylu, Kayuş Çalıkman, Kazım Koç, Kemal Ateş, Kerime Pala, Kuvvet Lordoğlu, Mahmut Konuk, Mehmet Ali Alpaslan, Mehmet Demirok, Mehmet Ergün Işıldar, Mehmet Hanifi Şaştım, Mehmet Özer, Mehmet Toz, Mehmet Tursun, Memik Horuz, Mesut Gerez, Mesut Tufan, Mevlüt Ülgen, Micha Papas, Murad Akıncılar, Murad Mıhçı, Murat Belge, Murat Dinçer, Murat Kuseyri, Mustafa Cabbar Özbay, Mustafa Elveren, Mustafa Sütlaş, Mustafa Taycur, Mustafa Yetişgen, Muzaffer Erdoğdu, Müslüm Aydın, N. Muhammet Mağat, Nadya Uygun, Nafi Bozkuş, Necati Abay, Necmiye Alpay, Nesrin Nas, Nevin Gözcan, Nur Sürer, Oğuz Taş, Oktay Etiman, Onur Hamzaoğlu, Orhan Alkaya, Osman Nihat Çağıl, Osman Özarslan, Oya Baydar, Ömer Faruk Eminağaoğlu, Özcan Soysal, Özlem Dalkıran, Pınar Aydınlar, Pınar Ömeroğlu, Ragıp Zarakolu, Ramazan Gezgin, Reşat Taştan, Rıdvan Bilek, Rojda Oğuz, Sait Çetinoğlu, Samim Akgönül, Seda Polat, Semra Somersan, Sennur Baybuğa, Serdar M. Değirmencioğlu, Shabo Boyacı, Sibel Özbudun, Sidar Demir, Suzan Samancı, Şaban İba, Şanar Yurdatapan, Şengün Kılıç, Tamer Çilingir, Taner Bayrak, Tarık Günersel, Temel Demirer, Temel İskit, Tülay Karacaörenli, Ubeydullah Er, Ümit Kaya, Viktorya Çiprut, Yalçın Ergündoğan, Yasin Yetişgen,Yener Orkunoğlu, Ulviye Asal, Yusuf Ceylan, Yusuf Yaman, Yücel Sayman, Yücel Tunca, Zeynep Tanbay, Zeynep Tozduman, Ziya Bayram, Zuhal Erel, Zübeyde Bilget, Zübeyde Kılıç.* Kuduranlar sözcüğünü Tayyip Erdoğan’a aynen iade ediyorum Kuduran kim? Biz miyiz?.. Ben miyim?.. Hayır! Asıl kuduranlar, Türkiye’yi yangın yerine çevirenlerdir. Kan gölünü büyütenlerdir. Asıl kuduranlar, bu ülkeyi savaşa sürüklemek isteyenlerdir. **Barış ** sözcüğünden korkanlardır asıl kuduranlar. **Demokrasi** sözcüğünden nefret edenlerdir. Asıl kuduranlar, darbe dönemlerinin **Evren’leri gibi**, hatta onlardan daha beter **aydın düşmanlığı ** yapanlardır. Uzun lafın kısası: **Faşizm işte böyle bişeydir**! Kuduranlar sözcüğünü **Tayyip Erdoğan** ’a aynen iade ediyorum. İyi pazarlar!
346,921
14175
yazarlar
Reza Zarrab’ın tutuklanması: Saray’ın uykuları kaçtı mı?..
null
**Reza Zarrab** ’ın Amerika’da tutuklanması, 75 yıl hapis cezası talebiyle mahkeme önüne çıkacak olması, **Erdoğan** ’ın uykularını kaçırmış olabilir mi? İngiliz **Independent** gazetesine göre öyle. Saray’da uykular kaçtı mı bilmiyorum. Ama **Saray** ’ın fena hâlde rahatsız olduğu konusunda herhangi bir kuşkum yok. Reza Zarrab, Erdoğan’ın **hayırsever iş adamı ** ilan ettiği biri... Erdoğan’ın aile efradıyla fotoğraf karelerine giren bir işadamı... AKP’li önde gelen siyasetçilerin, bakanların elinden ödüller almış olan o... Zamanın İçişleri Bakanı’nın "**Önüne yatarım!**" dediği, hükümete bu kadar yakın biri... ‘**Saray medyası** ’nın televizyonlarına, Türk bayrağının önünde çanak sorularla çıkacak kadar iktidara yakın bir iş adamı... Şöyle bir anımsayın Reza Zarrab’ı. ‘Saray yargısı’nın aklamaya kalkıştığı Reza Efendi, Amerikan hapishanelerinde 75 yıl hapis istemiyle yargılanacağı günü bekliyor 17-25 Aralık sürecinin kilit ismi... Bu süreçte yapılan ‘**yargıya Saray darbesi** ’ni hatırlayın. Kilit ismi, Reza Zarrab’ı kurtarmak -ya da **yolsuzluk** ve **rüşvet ** dosyalarını karartmak- için, **paralel darbe safsatası **ile ** yargı darbesi** yapılmadı mı Saray tarafından?.. Yargı yürütmeye bağlanmadı mı?.. **Kuvvetler ayrılığı** hiçe sayılmadı mı?.. **Bağımsız yargı** yok edilmedi mi? Polisler, yargıç ve savcılar bir gecede uçurulup dosyalar kapatılmadı mı?.. Reza Zarrab böylece serbest kalmadı mı?.. Unuttunuz mu?.. Ne oldu ayakkabı kutularından ortalığa saçılan milyonlarca dolar... Hediye paketleri içindeki rüşvetler... 200 küsur bin avroluk hediye saatler... Bütün bunlar unutturulmak istenmedi mi **Saray ve tetikçileri** tarafından?.. Haklarında son derece ciddi rüşvet ve yolsuzluk iddiaları olan **AKP’li bakanların soruşturma dosyaları**, Saray’ın baskısıyla Meclis’te kapatılmadı mı?.. Bunlar daha dün oldu. Ama şimdi Reza Zarrab Amerika’da yakayı ele vermiş durumda. Bizim ‘**Saray yargısı** ’nın aklamaya kalkıştığı Reza Efendi, Amerikan mahkemesinde 75 yıl hapis istemiyle yargılanacağı günü bekliyor Amerikan hapishanelerinde... Suçlamalar ağır: Amerika’yı dolandırmak... İran’a dönük yaptırımları çiğnemek... Kara para aklamak... Ve banka sahtekârlığı... Akıllara takılan -ya da **Saray’ın uykularını** ** kaçıran- **sorulara gelince: Amerika’daki davanın ucu Türkiye’ye de uzanacak mı? **17-25 aralık tapeleri** Amerika’nın, Amerikan yargısının elinde mi? Reza Zarrab ceza indirimi için **itirafçı ** olacak mı? Bir başka deyişle: Türkiye’de yaşananlar konusunda da ötecek mi? Bu ihtimal de var. Hatta ağır basıyor. Şu da söylenebilir: Amerika’daki davanın ucu Türkiye’ye de uzanacak mı? Zarrab itirafçı olacak mı? Türkiye’de yaşananlar konusunda da ötecek mi? **Washington** ’da üzerine çoktan çarpı işareti konmuş olan Erdoğan’ın işi bugün daha güç Amerikan yönetimi nezdinde... Belki de asıl bu vaziyetten kaynaklanıyordur **Saray’ın korkulu rüyası**... Kayda geçmesi gereken bir başka nokta: 17-25 Aralık sürecinin soruşturma dosyalarını gömmek için birkaç yıl önce **gazetecilik** mesleğini utanmazca ayaklar altına almış olan **Saray medyası** ’nın tam 15 gazetesi Reza Zarrab’ın Amerika’da tutuklanmasını da birinci sayfalarında görmedi. Gazeteciliğe kapkara bir sayfa daha ekledi. Geçelim. Zarrab yazısını uzatmak gerekmiyor. Tekrar altını çiziyorum: **Anayasaya, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymayacağını cümle âleme ilan etmiş bir Cumhurbaşkanı’yla bu ülkede istikrar ve demokrasi hayaldir.** Kimse hayal kurmasın!
346,922
10921
yazarlar
Roboski’de hayalleri öldürenler, barışı getirebilir mi?
null
Üç yıl geçti. 28 Aralık 2011. Savaş uçaklarının bombardımanında 34 Kürt hayata veda etti. Tam bir katliam yaşandı. **Roboski katliamı.** Şimdi bir kez daha soruyorum. Roboski’nin üstünü örtenler, Kürt sorununu çözebilirler mi? Roboski katliamından dolayı Kürtlere bir özürü bile çok görenler, Kürt sorununu çözebilirler mi? Roboski katliamının hesabını bağımsız, tarafsız yargı önünde soramayanlar, Kürt sorununu çözebilirler mi? Roboski katliamında adaletin gereğini yerine getiremeyenler, Kürt sorununun çözümünde demokratikleşmenin gereğini yapabilirler mi? Roboski’de adaletin gereğini yerine getirmekten kaçanlar, Kürt sorununda hukukun üstünlüğüne ilişkin adımları atabilirler mi? Üç yıl önce 28 Aralık 2011’de, herkesin gözleri önünde insanlığa karşı işlenen korkunç bir suçun malum faillerini, yakalarınlardan tutup mahkeme önünü çıkaramayanlar, dosyayı kapatarak insanlık suçu işleyenleri koruyup kollayanlar, Kürt sorununun çözümü açısından yaşamsal olan özgürlük ve insan hakları adımlarını atabilirler mi? Katliamın hemen sonrasında ve geçen üç yıl boyunca Roboski’ye gidemeyenler, yani Kürt sorununu yüreğinde hissetmekten bu kadar uzak olanlar, sorunu çözebilirler mi? Bir katliamın, bir insanlık suçunun üstünü örtenler, gerçek ve kalıcı bir barışın yolunu açabilirler mi? **Gerçek ve kalıcı barış...** Bu meseleyi iyi düşünün. Bu düşünce egzersizi, çözüm süreci karşıtlığı değildir. Barış karşıtlığı hiç değildir. **"Adalet Roboski’ye gelinceye** kadar, kimse barıştan söz etmesin" kadar, kimse barıştan söz etmesin" Roboski katliamının hesabını bağımsız, tarafsız yargı önünde soramayanlar, Kürt sorununu çözebilirler mi? 2013 yılı baharıydı. Katliamın üstünden bir yıldan fazla geçmişti, Roboski’ye gitmiştim, anaların acısına kulak vermek için. Sesini yükseltmeden konuşuyordu: **"Adalet Roboski’ye gelinceye kadar, hiç kimse barıştan söz etmesin."** Bu adalet hâlâ uğramadı Roboski’ye… Bir başka ana sesini yükseltiyordu: **"Failler bulunsun, barışa o zaman inanırız."** Failler belli ama yakalarına yapışan yok. Bir başka ana söze şöyle başlıyordu: **"Devlet bizlerden özür dilemediği sürece…"** Bir başka acılı ses onu tamamlıyordu: **"Bu katliamı başımıza getirenler önce özür dilesinler Roboski’den..."** Üç yıl geçti, hala özür dileyen yok. Bir baba ayağa kalkarak konuşmuştu: **"Şimdi AKP, Kürt sorununu çözecekmiş… İnanmıyoruz. Önce Roboski katliamını aydınlatsın inanmamız için..."** Katliam hâlâ karanlıkta… **"Benim evladımın da hayalleri vardı" ** Roboski’ye gitmiştim, anaların acısına kulak vermek için. Sesini yükseltmeden konuşuyordu: "Adalet Roboski’ye gelinceye kadar, hiç kimse barıştan söz etmesin." Yaklaşık iki yıl önce, şakır şakır yağmurlu bir gün, Roboski köyündeki o evde gördüğüm anayla fotoğrafı gözümün önüne geliyor. İki eliyle sımsıkı tutuyordu evladının cam çerçeveli fotoğrafını. Rengârenk açmış çiçeklerden, gürül gürül akan sulardan, kanat çırpan beyaz güvercinlerden oluşan bir dekorun önünde çektirmiş anasına ithaf ettiği fotoğrafı. Altına not düşülmüş: **"KARKER ENCÜ, 1995 doğumlu, Şehit tarihi: 28 Aralık 2011."** Anayla göz göze gelmiştim. Beni görmüyordu. Dalıp gitmişti. Yer minderinden kalkıp yanına uzanmış, omzuna elimi koymuştum. Hatırlıyorum, gözleri dolmuştu. " **Oğlum** " diye hitap etmişti bana, " **Benim evladımın da, hepsinin de hayalleri vardı.**" Soruyorum: Roboski’de hayalleri öldürenler, gerçek ve kalıcı bir barışı getirebilirler mi bu topraklara?.. Ve sözü değerli meslektaşım, sevgili arkadaşım **Ümit Kıvanç** ’a bırakıyorum. **"Roboski ‘hukuk yoktur’ demek" ** *Roboski** yanlışlığın adı. Büyük bir yanlışlığın. Birilerini insandan saymama, birilerini insan sanma yanlışlığının. Yanlış devletin, yanlış sınırın, yanlış değerlerin. Öldürme rahatlığının. "* **Ceza görmem** " rahatlığının adı. **Roboski** değersizliğin adı. Değersiz yaşayışın, değersiz oluşun. Gözümde değersizsin, deyişin. Söyleyeceğini bombalar atarak söylemenin adı. Gaddarlığın adı. **Roboski** bir entrikanın adı. O ona böyle istihbarat vermiş, öbürü şuna şöyle bilgi aktarmış, onlar da bu yüzden işte böyle yapmışlar. Fakat olmuş bir kere işte… Bu entrikalara bulaşanlar insan canı falan dinlemez. **Zalimdirler. Katildirler. Yüzsüzdürler.**"Efendim şu nedenle, tabiî şu da şöyle yapınca..." Konuşurlar. Yüzleri yere eğilmez, utanmak nedir bilmezler. **Roboski** muazzam bir pişkinliğin, birilerinin damarlarında dolaşan kötülüğün, vicdansızlığın adı. **"Ahmet mi Mehmet mi nasıl ayıralım"ın adı Roboski.**"Zaten kılık kıyafet aynı"... **Roboski**, "şüphelenirsek öldürürüz"ün adı. **"Sözkonusu olan Kürtse adalet teferruattır"ın adı.**Şüphelendiğin orada olsa bile öyle öldüremezsin. Eğer sahiden devletsen. **Roboski, "hukuk yoktur" demek.** *Ümit Kıvanç* Hukukun olmadığı yerde, adaletin olmadığı yerde, söyler misiniz, gerçek barış nasıl olacak?..
346,923
12867
yazarlar
Sen cumhurbaşkanı ol, hem de...
null
__Sen cumhurbaşkanı ol.__ Ama Türkiye’nin en büyük gazetesi taşlı sopalı saldırıya uğrasın. Sesini çıkarma. Bir değil iki kere saldırıya uğrasın. Yine tek kelime etme. Hiç kınama. __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Gazeteci evinin önünde dayak yesin. Yine sessiz kal. Saldırganlar senin partiden çıksın. Yine dut yemiş bülbülü oyna. __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Gazete basan güruhun başında senin partinden bir milletvekili çıksın. Ve o saldırgan, parti kongresinde divana da seçilsin. Üstüne üstlük bir de, gazete basan o saldırgan milletvekili, gazeteciyi evinin önünde dövmekten söz etsin. Yine çıtını çıkarma. Sen cumhurbaşkanı ol. Türkiye’nin en büyük gazetesi saldırıya uğrasın, gazeteci dayak yesin, sesini çıkarma __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Danışman yaptığın, milletvekili yaptığın biri, Türkiye’nin en büyük medya grubunun başındaki patronun dişlerini sökmekten, tırnaklarını sökmekten söz etsin. Sesini çıkarma. Senin eserin olan ‘havuz medyası’nın tetikçilerinden biri, gazeteciye, "Seni sinek gibi ezeceğiz!" desin. Hiç ses etme. __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Eleştiriye tahammülsüzlüğünden hakkında hakaret davası açtığın gazeteciye, avukatın aracılığıyla ‘aşağılık’ diyebil. __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı ‘hainlik’la suçla.; Merkez Bankası Başkanı’nı ‘satılmışlık’la suçla. TÜSİAD Başkanı’nı ‘vatan hainliği’yle suçla. Hoşlanmadığın kararlarından dolayı yüksek mahkeme yargıçlarını ‘hainlik’le suçla. __Sen başbakan ol.__ Nefret ettiğin bir büyük iş adamının hakkındaki beraat kararını bozdurmak için Adalet Bakanı’nı Yargıtay nezdinde devreye sok. Danıştay Başkanlığı seçimine karış. Herkesin gözleri önünde, büyük bir devlet ihalesini bir iş adamından alıp ötekine ver. __Sen başbakan ol.__ "Gerekirse evinin kapısını kırın, alın o gazeteciyi içeri; savcı mı mırın kırın ediyor, onu da atın içeri; mahkeme kararı mı yok, merak etmeyin, gerekirse sonra kanun da çıkartırız" diye İstanbul Valisi’ne talimat verebilen kendi Başbakanlık Müsteşarı’nı İçişleri Bakanı yap. Hukuku hiçe say. Yargı bağımsızlığını hiçe say. Güçler ayrılığını hiçe say. Yani demokrasiyi demokrasi yapan temel değerlere boş ver. __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Senin gibi düşünmeyene hain de. Seni eleştirene darbeci de. Seni eleştirene aşağılık de. Terörist de. Satılmış de. Sen cumhurbaşkanı olarak böyle deyince, elinin altındaki gazete ve televizyonlarda köşe başlarını tutmuş tetikçi takımı bin mislini söylesin. Diş söksün. Tırnak söksün. Sinek gibi ezsin. Ve koca ülke gerildikçe gerilsin. __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Türkiye’nin önünde bir ‘büyük koalisyon’la birlikte açılabilecek normalleşme ve istikrar kapısını kapat. Bunu 400 milletvekili uğruna yap. Başkan babalık uğruna yap. Ve dağlarda silahlar yine patlasın. Kan akmaya başlasın. Analar gözyaşı döksün. __Sen cumhurbaşkanı ol.__ Türkiye’yi düşman kamplara bölerek ayakta kalmaya çalış. Türkiye’yi cepheleştirerek, kanlı seçim süreçlerine iterek yolsuzluk ve rüşvet dosyalarını kapatmaya çalış. Türkiye’yi senin de altından kalkamayacağın bir yere doğru ittikçe itiyorsun Bak, şunu iyi bil **Sayın Cumhurbaşkanı**: İçte ve dışta Türkiye’yi o hâle getirdin ki, hiç beklenmedik bir anda tek bir kıvılcım koca ülkeyi tam anlamıyla cehenneme çevirebilir. Kardeş kavgasının kanlı çukuruna itebilir. Bunun adı ‘iç savaş’tır, iç savaş... Farkında mısın büyük tehlikenin? Ne yazık ki değilsin. Türkiye’yi senin de altından kalkamayacağın bir yere doğru ittikçe itiyorsun. Bu millet inşallah **1 Kasım** ’da sana dur diyerek hem seni, hem partini, hem Türkiye’yi uçurumun kenarından kurtarır. İyi pazarlar!
346,924
14001
yazarlar
Türkiye bir despot düzeni ile karşı karşıya...
null
Daha önce "**Anayasayı bekleme odasına aldık** " demişti. "**Rejim fiilen değişti** " demişti. Anayasanın askıya alındığını, rejimin değiştiğini daha geçen yıl söyleyen bir cumhurbaşkanının, "**Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymuyorum**" demesi elbette şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı değil, ama vahim. Hem de çok vahim. Anayasayı çatır çatır çiğneyen bir cumhurbaşkanıyla karşı karşıyayız. Anayasada yazılı yemini çatır çatır çiğneyen biri oturuyor Cumhurbaşkanlığı koltuğunda. Bu kadarını Türkiye’de ilk kez yaşıyoruz. Bu bir ilk siyasal tarihimizde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski yargıcı **Rıza Türmen**, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutumunu üç noktada eleştiriyor: *1. Son derece kaygı verici. 2. * *Bu, hukuk devletini ortadan kaldırmak demek.* 3.3. *Hukuk devletinin kararlarını tanımıyorum demek.*Galatasaray Üniversitesi Rektör Yardımcısı **Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu**’nun tepkisi: *1. Anayasa Mahkemesi’nin kararı Cumhurbaşkanı’nı da bağlar. 2. * *Böyle bir ifade, her şeyin meşruiyetini tartışılır hale getirir.* 3.3. *Anayasa, herkesin bütün yetkilerinin kaynağıdır.* 4.4. *"Saygı duymuyorum" dediğiniz zaman birileri de cumhurbaşkanının anayasal konumuna saygı duymaz.* 5.5. *Cumhurbaşkanı tanımıyorum derse, kendi yetkilerini de tartışılır hale getirir.* 6.6. *Birileri de devletin diğer kurumlarına saygı duymazsa, nasıl hukuk devleti olacağız? (Ayşe Sayın ve Ali Açar’ın haberi, Cumhuriyet)*Kitaplarımla barış yolunu açmak istemiştim ama despot düzen beni terörist görmekten yana... Şimdi sormak istiyorum: **Anayasayı askıya aldığını açıklayan, "Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımam" diyerek hukuk devletini ortadan kaldıran bir cumhurbaşkanına, Tayyip Erdoğan’a nasıl dur diyeceğiz?..** Bir soru daha: **Saray** ’da kurulmuş ‘**despot düzeni** ’ne boyun mu eğeceğiz? Sessiz mi kalacağız? Bu öylesine bir **despot düzeni** ki, bir yandan hukuku yerle bir ediyor. Demokratik hak ve özgürlükleri yok ediyor. Aynı zamanda, **Kürt sorunu** ve **Suriye ** politikalarıyla Türkiye’yi kan gölüne çeviriyor, savaşa sürüklüyor. Evet, bir **despot düzeni** ile karşı karşıya Türkiye. Kaderimize razı mı olacağız? Hiç kuşkusuz hayır. Boyun da eğmeyeceğiz. Sessiz de kalmayacağız. Mücadele edeceğiz özgürlükler için... Bu arada ‘**despot düzeni** ’nin derinleştirileceğine dair işaretler var. **Can Dündar** ’la ilgili ‘yeni tezgahlar’ kurulmakta olduğuna ilişkin duyumlar kulağımıza çalınıyor. İnanmak istemiyoruz. Öte yandan,** İMC ** televizyonu karartıldı. ‘Despot düzen’ sadece **sahibinin sesi** olan medya istiyor, sadece **Saray gazetecileri** olsun istiyor. **Cengiz Çandar **hakkında **Erdoğan** ’la ilgili yazılarından dolayı dava açıldı. Benimle ilgili de **Saray** kaynaklı dava talepleri var. İki yıl önce çıkan iki kitabım, **Delila **ve **Kürdistan Günlükleri ** hakkında ‘**terör propagandası** ’ndan soruşturma açıldı. Ben kitaplarımla hep **barış** yolunu açmak istemiştim ama, anlaşılan, **despot düzen** beni **terörist ** görmekten yana... Öte yandan, hapiste daha çok gazeteci meslektaşımız yatıyor. **Ahmet Altan** yazısında soruyordu: *Dündar**’ın ve Gül’ün hakkındaki iddiaların ‘hak ihlali olduğunu’ söyleyen Anayasa Mahkemesi neden diğer tutuklu gazeteciler için aynı kararı vermiyor hâlâ?* *Mehmet Baransu**aynı suçlamalarla bir yıldır içerde.* *Jiyan.org’dan* **Hayri Tunç** içerde. *Hidayet Karaca**,* **Gültekin Avcı** içerde. *Otuza yakın Kürt gazeteci hâlâ içerde.**Bu gazeteciler ‘anayasanın kapsama alanına’ girmiyor mu?* *Anayasa Mahkemesi bir yıldır hakkında bir iddianame bile yazılamadan hapiste tutulan Baransu’nun durumunu görüşmek için ne bekliyor?* *Baransu’yla ilgili bir iddianame bile yazamıyorlar.* *Böyle giderse yazamayacaklar da, çünkü ‘* **Balyoz’un ne olduğuna**’ dahi karar veremediler henüz. Başbakan Yardımcısı**Yalçın Akdoğan** ’a göre ‘kumpas’,**Adalet Bakanı Bozdağ** ’ın iki gün önceki konuşmasına göre ‘**darbe**.’*Onlar aralarında anlaşamıyorlar, ama hapiste Baransu yatıyor.* *Anayasa Mahkemesi**’nin mahkeme olma vasfını sürdürmesi ve saygıdeğer bir hukuki organ olarak varlığına devam etmesi için* **içerdeki bütün gazeteciler için tahliye yolunu açması** gerekiyor şimdi...Hukuk devletini ortadan kaldıran bir cumhurbaşkanına, Erdoğan’a nasıl dur diyeceğiz? Bir kez daha vurgulamakta yarar var: Türkiye bugün hukuk devletini tanımadığını açık açık ilan etmiş olan bir cumhurbaşkanıyla **çok vahim bir kriz** ortamına girmiş durumda. Bu kadarıyla ilk defa karşılaşıyoruz. Türkiye’de hukuk devletini tüm kural ve kurumlarıyla ayakları üstüne kaldırmak için, demokrasi ve barışı kurmak için bu ‘**despot düzen** ’den kurtulmak zorundayız. Yoksa bu gidiş, **felakete doğru** bir gidiş...
346,925
13770
yazarlar
Türkiye’yi patlatacaksınız!
null
Gazeteci yorum yazdı. **Saray’daki Sultan** gürledi: **"Bunun bedelini sana ödeteceğim."** Düğmeye bastı. Savcılar harekete geçti. Hapishane kapıları açıldı. **Can Dündar** ’la **Erdem Gül** tutuklandı. Şimdi de iddianame hazır: **Ağırlaştırılmış müebbet hapis!** Hukukun alnına kapkara bir leke. Ne denir, Allah akıl versin. Şimdi bakıyorum, televizyonda ‘**yeni anayasa** ’dan, ‘**demokrasi** ’den dem vuruyor. Gerçekten şaka gibi. Seninle demokrasi olmaz. Seninle hukukun üstünlüğü olmaz. Seninle yargı bağımsızlığı olmaz. Seninle güçler ayrılığı olmaz. Bir başka deyişle: Sevgili Can’la sevgili Erdem’in durumları, seninle demokrasi olamayacağını gösteren yeni bir çarpıcı örnektir. Dünya âlem bu çıplak gerçeğin çoktan beri farkında. Bak, ne diyorlar: Sultan düğmeye bastı. Savcılar harekete geçti. Can Dündar’la Erdem Gül tutuklandı. Şimdi de iddianame hazır: Ağırlaştırılmış müebbet! *Haber yapan gazetecilerin misilleme olarak zulme uğraması…* *Büyüyen otokratlık…* *İnsan haklarının aşındırılması…* *Yargının siyasallaşması…* *Ceza yasalarının suiistimal edilmesi…* *Yasak uygulamalarının yaygınlaşması…* *Devlet kurumlarının ve ekonomik araçların medya kuruluşlarını susturmak için kullanılması…* *Eleştirel gazetecilere yönelik sözlü, kimi durumlarda da fiziki saldırılar…* *Hükümet muhaliflerini hedef alan ve internet üzerinden yürütülen nefret kampanyaları... * Devam ediyorlar: *Dündar** ve Gül gecikme olmaksızın serbest bırakılsın!* *Gazetecilik ya da dile getirdikleri görüşler nedeniyle tutuklu bütün gazeteciler özgür kalsın!* Altındaki imzalara gelince...* * *Uluslararası Basın Enstitüsü* *Gazetecileri Koruma Komitesi* *Sınır Tanımayan Gazeteciler* *Uluslararası Gazeteciler Federasyonu * *Avrupa Gazeteciler Federasyonu* *ARTICLE 19* *Index on Censorship* *Etik Gazetecilik Ağı* *Uluslararası PEN* *Dünya Gazete ve Haber Yayıncıları Birliği* *Güney Doğu Avrupa Medya Örgütü * Biliyorum, umurunuzda değil. Bunun kaynağında **güç zehirlenmesi** var. Bunun altında müthiş bir **iktidar kibri** yatıyor. Tekrarlayıp duruyorsunuz. **- Hapiste gazeteci yok!** ** - Hapistekiler gazetecilik faaliyetinden dolayı değil.** Askeri darbe dönemlerinde de böyleydi. **12 Mart** ’ta, **12 Eylül** ’de. "Onlar terörist, onlar devlet düşmanı, onlar kızıl komünist" diyerek demokrasinin kolu kanadı kırılmıştı. Bugün de farklı değil. Bugün de **darbe süreci** yaşanıyor. Bu seferki **askeri **değil ** sivil darbe**... Ama ne yapsanız boş. İnandırıcı olamazsınız. Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü savunanlar, özgürlüğün ne olduğunu bilenler, nasıl askeri darbecileri ciddiye almadılarsa, sizi de ciddiye almazlar. Almıyorlar da. 1983’ten 1992’ye kadar kısa adı **IPI** olan Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Yürütme Kurulu’nda çalıştım. Yukarıda imzası olan uluslararası basın ve insan hakları kuruluşlarını da tanıyorum. Bunların böyle toplu hâlde bir ülkede boy göstermeleri, yazın bir kenara, o ülkenin rejimi için hayra alamet değildir. O ülkede demokrasi ve hukuk düzeninin fena hâlde dökülmeye başladığını gösterir böylesi ziyaretler... Türkiye’yi çok kötü yönettiniz, çok kötü yönetiyorsunuz. Özgürlükleri çok fena budadınız, budamaya da devam ediyorsunuz. Türkiye’nin imajını da yerle bir ettiniz. Zaman zaman söylenecek söz tükeniyor. Sözün hükmü kalmıyor. Şimdi de kalkmış, bu ‘**rejim değişikliği** ’ni yeni bir anayasaya bağlamanın peşindesiniz. Bunun için yüzü her an, her türlü çılgınlığa dönük bir **Saray yönetimi** var. Türkiye’ye kan kaybettiriyorsunuz. Büyük acılar yaşatıyorsunuz. Dünya âlem bu gidişin gidiş olmadığını görüyor. Her taraftan gelen uyarıların hedefindesiniz. Evet, öylesine bir **güç zehirlenmesi**, öylesine bir **iktidar kibri**... Türkiye’yi patlatacaksınız!
346,926
13845
yazarlar
Türkiye’yle Kürdistan...
null
Yer yuvarlağında **Türkiye** ’nin bulunduğu bölge cayır cayır yanıyor, kan gölü her geçen gün büyüyor. **Suriye** ** bölünme yolunda.** 2011’den beri yaşanmakta olan iç savaş Suriye’yi kan ve ateşle paramparça ediyor. Çoktan beri Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında fiilen bölünmüş olan **Irak** ’ta bölünmüşlük derinleşiyor. Etnik, dinsel, mezhepsel açılardan rengârenk toplumları -ya da 72 milletten oluşan bizim gibi ülkeleri- demokrasi ve hukuktan uzak diktalar eliyle yönetmeye kalkışmanın -veya böyle ülkeleri dıştan müdahaleyle, savaşla **Amerika** gibi dönüştürmeye kalkışmanın- hazin sonu buydu. Tıpkı Irak gibi Suriye’yi de bu saatten sonra, örneğin bir federasyon çatısı altında bile, **tek parça halinde** tutmak çok güçtü. Suriye bölünme yolundayken bir parçası da, anlaşılan, Kürtlerin çok büyük çoğunluğu oluşturduğu -ve **Öcalan** ’la **PKK** ’nin damgasını taşıyan- **Rojava** (Batı Kürdistan) olacaktı. Türkiye Kürtleri dahil bütün bölge Kürtlerindeki ‘kendi kendini yönetme’ isteğini söndürmek olanaksızdır. Budur zamanın ruhu! Suriye’deki parçalanma sürecini, **Saddam Hüseyin** ’in Baasçı diktası altında maceradan maceraya, beladan belaya koşan Irak 1990’ların başında **Körfez Savaşı** ’yla birlikte yaşamaya başlamıştı. Bu açıdan Saddam Hüseyin’in 1990 yazındaki **Kuveyt işgali** sonun başlangıcı olmuştu. İşgal, 1991’de savaş yoluyla sona erdirilirken, **Kuzey Irak** da Saddam’a yasak edilmişti. Böylece, **İncirlik Üssü** ’ndeki **Çekiç Güç** ’e ait Amerikan ve İngiliz savaş uçaklarının korumasındaki Irak’ın kuzeyinde bir ‘**Kürt devleti** ’nin tohumları atılmaya başlamıştı. 1992’de **Habur** sınır kapısından Irak’a girerken, **Zaho** tarafında "**Kürdistan’a hoş geldiniz!**" tabelasının altında bir fotoğraf çektirip Sabah’taki yazımın göbeğine koyduğum zaman bizim dünyamızda epeyce gürültü kopmuştu. O tarihlerde **Irak Kürdistanı** ’nda -ya da Ankara’nın deyişiyle- **Irak’ın Kuzeyi**’nde nereye gitsem, gökyüzünde kulak yırtıcı sesleriyle sık sık boy gösteren Çekiç Güç uçakları için Irak Kürtlerinin, "**Allah başımızdan eksik etmesin!**" dediklerine tanık olmuştum. 1992’de, 1993’te Kürt liderler **Celal Talabani** ve **Mesut Barzani** ’yle sohbetlerimde, her ikisi de, **bağımsız Kürdistan** ’ın bir ideal olarak kafalarının arkasında durduğunu saklamamışlardı. Türkiye ise 1990’lardan itibaren, değil ‘bağımsız Kürt devleti’ne, Irak’ta bir ‘**federasyon** ’a bile karşı olduğunu her fırsatta açıklar, petrol zengini **Kerkük** ’ün de Kürtlerin eline geçmesine taraftar olmadığını vurgulardı. Zamanın ruhunu yakalamak; demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu, zamana yenilmiş ‘üniter-devlet’e veda etmiş kapsamlı bir barış planından geçer O tarihlerde bunları **Türk devletinin kırmızı çizgileri ** olarak ilan etmişti Ankara... Bu ‘kırmızı çizgiler’ silinip gitmiş durumda. Irak Anayasası’nda yazılı olan federasyon da fiilen yok. Irak’ın kuzeyinde, **Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi** adı altında, resmen olmasa da, fiilen bir Kürt devleti, özellikle Saddam Hüseyin’i yıkan 2003 **Irak Savaşı** ’yla kurulmaya başladı. Türkiye, ‘**Kürdistan devleti** ’nin başkenti sayılan **Erbil** ’de 2010 yılı Ekim ayında Başkonsolosluk açtı. 2014 yılı Haziran ayında Kerkük de Kürtlerin eline geçti. Oysa 1990’larda, 2000’lerin başlarında Türk devlet büyüklerinin ağzından **Irak’ın toprak bütünlüğü** hiç düşmezdi. Irak’ın devlet olarak birliği ve toprak bütünlüğü özellikle 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte **Washington ** başta olmak üzere bazı Batı başkentlerinde de tartışılmaya, sorgulanmaya başlamıştı. Bu konu, 2003’teki Irak Savaşı’ndan itibaren belki en çok Washington’da masaya yatırıldı. Irak’ın Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında kaçınılmaz olarak üç devlete bölüneceğini söyleyenler, bunun kanlı değil kansız hal yoluna sokulması gerektiğini savunuyorlardı. 1991’de Kuveyt’teki Saddam işgali sona erdirildiği zaman, Bağdat’a da girilip Saddam Hüseyin diktasının da devrilmesi Washington’da ele alınmıştı. O tarihlerde bu senaryoya iki bölge ülkesi karşı çıkmıştı: **Türkiye** ’yle **Suudi Arabistan**. Türkiye, Irak’ın kuzeyinde bir **Kürt devleti**, Suudiler ise güneyde kendilerine komşu bir **Şii devleti** istemiyorlardı. Türkiye, bir Kürt devletinin kendi Kürtleri açısından **kötü emsal** olacağını düşünüyor, Suudiler de bir Şii devletiyle **İran** ’ın kendilerine komşu olmasını istemiyordu. Çeyrek yüzyıllık bir süreç içinde, bir zamanlar kâbus olarak görülen senaryolar, artık hayatın birer gerçeği olarak Türkiye’yle Suudi Arabistan’ın karşısında. **Suriye gibi Irak da kanlı bir ‘iç savaş’la Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında bölünme yolunda hızla yürüyor.** Şiiler ile Sünniler birbirleriyle kan ve ateşle hesaplaşırken, **Irak Kürtleri** bağımsızlığı resmileştirecek son adımların hazırlığı içindeydi 2014 yazında... **Birinci Dünya Savaşı** sonrası ‘**Avrupa emperyalizmi** ’nin bölgeye giydirdiği deli gömleği artık dikiş tutmaz hale geldi. Emperyalizmin yüzyıl önce çizdiği yapay sınırlar yeniden çizilirken, bazı soru işaretleri çengelini zihinlere asmış durumda: Tüm bu gelişmeler karşısında **Türkiye’nin bir nihai oyunu**, İngilizce deyişle, bir ‘**end game** ’i var mı? Türkiye, 1300 kilometrelik güney sınırlarının yeniden çizilmesine ne kadar hazırlıklı? Irak’la Suriye’nin kuzeyinde, **Irak Kürdistanı** ’yla **Rojava** ’da, Türkiye Kürtlerinin yaşamakta olduğu bölgelere bitişik olarak ‘**Kürt devletleri** ’ sahneye çıkarken Ankara ne yapacak?.. Irak Kürdistanı’yla iyi ilişkiler içindeyken, **Öcalan** ’la **PKK** ’nin damgasını vurduğu **Rojava** ’ya dönük olarak, bir zamanların Kuzey Irak’ına yapılan hasmane muamele mi tekrarlanacak?.. Bir gerçek apaçık ortaya çıktı: Türkiye’dekiler dâhil bölgedeki **Kürtler artık dört parçaya bölünmüş** yaşamak istemiyorlar. Bu demek değildir ki, bugünden yarına **Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürtleri tek bir devlet çatısı altında **toplanacak. Bu elbette kolay değil. Ama bu ‘**bağımsız devlet ideali** ’ Kürtlerin kafasının arkasında her zaman vardı, var olmaya da devam edecek. Ve Kürtler, -tabii Türkiye Kürtleri dahil- kendi yaşadıkları ülkelerde kendi kendilerini yönetmek isteyecekler. Bu kendi kendini yönetmenin adı, **güçlü yerel yönetim** olabilir. **Özerklik** olabilir. **Federasyon** olabilir. Nihai olarak Irak’taki yöneliş gibi **bağımsız devlet** olabilir. Şu noktayı vurgulamakta yarar var: Türkiye Kürtleri dahil bütün bölge Kürtlerindeki bu ‘**kendi kendini yönetme** ’ isteğini söndürmek olanaksızdır. **Budur zamanın ruhu!** Türkiye eğer kendi **Kürtleriyle kalıcı ve gerçek barış ** kurmak istiyorsa, buna göre bir ‘**end game** ’ yapacaksa, ‘**zamanın ruhu** ’nu yakalamak zorunda. Bu da sadece kendi Kürtlerini değil, bütün bölge Kürtlerini içine alacak olan demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu, zamana yenilmiş ‘**üniter-devlet**’e veda etmiş kapsamlı bir barış planından geçer. Kendi evinin içinde **birinci sınıf demokrasi** ve hukuk devletini hakim kılan... Merkeziyetçi devlet, üniter devlet anlayışını artık bir kenara bırakarak, demokrasiyi ete kemiğe büründürecek **güçlü yerinden yönetimleri** oluşturan... Barış ve demokrasi açısından özerkliği, federasyonu düşünen, o çağını çoktan tamamlamış klasik **ulus-devlet** takıntılarından ya da klişelerinden arınmış olarak bu yaşamsal konuları tartışabilen... Kendi Kürtleriyle ilişkilerini vatandaşlık, kimlik, yerel yönetim, anadilde eğitim, özgürlük gibi temel meselelerde **eşitlik **ve ** demokrasi** üzerine oturtan... **Eşitlik ** konusunu anayasal çerçeveye sokan... Bunları yaparken, **dağdan inişin, silahlara vedanın yolunu açan**, yani Kürt sorunuyla silah ve şiddetin bağını kopartan... Bu yolda, **Öcalan** ’ın özgürlüğüne giden taşları da döşeyen... **Kendi devlet geçmişi ve ‘günahları’yla yüzleşerek, PKK’nin de kendi geçmişi ve ‘günahları’yla özeleştirel bir yüzleşmeye gitmesini kolaylaştıran... ** ** Aynı zamanda Irak ve Suriye Kürtlerine barış ve işbirliği elini uzatan...** Bütün bunları başarabilen bir Türkiye, **güçlü Türkiye** olur. Barış içinde yaşayan **büyük Türkiye** olur. Nüfuz alanını kendi sınırlarının dışına taşıyan gerçek bir **bölgesel güç** olur. Kısacası: **Hem Batı’da hem Doğu’da sesi dinlenen, Batı’nın demokratik değerlerine bağlı, barış ve huzur içinde yaşayan büyük ve güçlü bir ülke konumuna yükselir Türkiye...** ** * ** Yukarıdaki satırlar, **Kürdistan Günlükleri ** adını taşıyan ve Everest Yayınları’ndan 2014 yılı Eylül ayında çıkan kitabımın son bölümünden. Türkiye, ne yazık ki, bu satırların çerçevesini çizdiği ‘**barış** ’tan gitgide uzaklaşıyor.
346,927
14038
yazarlar
Zaman'a el koymak faşizmdir, buna suskun kalmak boyun eğmektir!
null
Özgürlüğe yeni bir darbe! Zaman'a kayyum atanmasını **şiddetle protesto ediyorum**, Zaman'daki meslektaşlarımın yanındayım. Zaman'a el koymak, bağımsız ve özgür gazeteciliği zincirlemek yolunda **utanç verici bir adım** dır! Zaman'a gece yarısı baskını, **'Erdoğan devleti'nin demokrasiye, hukuk ve özgürlüğe yeni bir darbesi**dir. Farklı seslere, muhalif seslere **tahammülsüzlüğün yeni bir örneği** dir Zaman'a el koymak... Zaman'a gece yarısı baskınıyla el koymak, **despotluğun dik alası** dır. Zaman'a gece yarısı baskınıyla, polisle gazla el koymak, **faşizmdir**! **Zaman'la dayanışma**, demokratik hak ve özgürlüklere sahip çıkmaktır. Zaman'a gece yarısı baskınına **sessiz kalmak, despotluğa boyun eğmektir**! Sevgili Abdülhamit, canını sıkma kardeşim, baskı ve zulüm günleri de geçecek, **bu dünya despotlara kalmayacak**! IMC'den sonra şimdi de Zaman... Evet, Ahmet Altan'ın dediği gibi: **Sabaha karşı kapınızı çalacakları zamana kadar bekleyecek misiniz?**
346,928
14013
yazarlar
Türkiye ve AB ruh ambarında karşı karşıya
null
Sığınmacılar sorunu Avrupa Birliği’ni birlik olmaktan çıkardı. Sığınmacılara karşı ortak hareket etme politikası gitti, "gemisini kurtaran kaptan" mantalitesi geldi. Avusturya ve dokuz komşusu girişlere denetim getirerek Yunanistan’dan gelen akımı durdurdu. Belçika, Fransa sınırına kontrol getirdi. Macaristan, İtalya ve Yunanistan’da biriken sığınmacıların üye devletler arasında bölüştürülmesi planını referanduma sunmaya karar verdi. Her kafadan bir ses çıkıyor. Sorunla en burun buruna olan Yunanistan’da çıkanın sesten çok canhıraş bir feryat olduğu söylenebilir. Geçen yıl Yunanistan sahillerine dökülen mülteci sayısı 880 bin idi. Sayı artmakta. Yılın ilk iki ayında Yunanistan’a 100 bin mülteci başvurdu. Bu sayı geçen yıl aynı dönemde beş bin idi. Yunanistan Başbakanı Alexis Tsipras ülkesinin bir "ruh ambarı" hâline geldiğini söylüyor. AB istatistiklerine göre, şu ana kadar, Yunanistan ve İtalya sahillerine, çoğu Suriye, Yemen, Afganistan, Libya olmak üzere, birçok ülkeden 1,2 milyon mülteci geldi. Dört bine yakın insan denizde boğuldu. Birleşmiş Milletler’in tahmini, 2016’da bir milyon mültecinin daha Avrupa’ya geleceğidir. AB’nin 28 ülkesinde 500 milyondan fazla insan yaşıyor. Bu kalabalık her yıl bir milyon sığınmacıyı kolaylıkla eritebilir. Nüfusun yaşlandığı birçok Avrupa ülkesinin zaten taze kana ihtiyacı var. Ama yabancı düşmanlığı, terör korkusu, İslamofobi ve güç kazanan popülist akımlar konuya bu açıdan bakılmasına izin verecek gibi görünmüyor. Bir konuda Avrupa’da herkes hemfikir: Ortak bir çözüm bulunmazsa AB’yi AB yapan en önemli şeylerden biri olan dolaşım özgürlüğü ortadan kalkacak. AB vatandaşlarının AB hudutları dâhilinde kimlikle dolaşma lüksü tarih olacak. AB tek bir bölge olmaktan çıkacak, eskiden olduğu gibi, her devletin ayrı bölge olduğu bir hâl alacak. Bu olasılık Türkiye ile AB arasında bir rol değişimine neden oldu: Eskiden Türkiye AB’nin kapısında bekliyordu, şimdi AB Türkiye’nin kapısında bekliyor. Ricacı artık Ankara değil Brüksel. Özde AB Türkiye’den iki şey istiyor: Topraklarında bulunan sığınmacıların AB ülkelerine kaçmalarını önlemesi, kaçanları geri alması. Türkiye’de üç milyona yakın sığınmacı var. Teorik olarak bunların hepsinin AB’nin kapısını çalmaması için bir neden yok. AB liderleri 7 Mart'ta Brüksel’de Ahmet Davutoğlu ile buluşup soruna bir çare bulmaya çalışacaklar. Ama çare var mı? AB bu aşamada Türkiye’ye zahmetinin karşılığında paradan başka bir şey veremez. Ama bu, veya sadece bu, AKP hükümetini tatmin etmez. Davutoğlu üyelik müzakerelerinin hızlandırılmasını, Türk vatandaşlarına vize muafiyetinin bu yıl sağlanmasını isteyecektir. AB belki birkaç konu başlığı daha açar ama vize muafiyetine evet diyemez. Çünkü vize kalkarsa AB’ye gidecek Türk vatandaşlarının sayısı sığınmacılardan fazla olur. Bence, Ankara’nın talep etmesi gereken iki şey var: Türkiye’de bulunan sığınmacılarının yükünü AB’nin üstlenmesi. (Onlar Türkiye’den zengin değil mi?) Daha fazla sığınmacının gelmesini önlemek için Sınırın Suriye tarafında AB finansmanı ile sığınmacı kentleri kurmak. Bu hem Türkiye’ye yönelik akımı durduracak, hem de Ankara’nın uzun süredir lobisini yaptığı tampon bölgenin kurulmasına yardım edecek. Erdoğan "Hepsini otobüslere bindirip yollarım haa!" kafasından vazgeçerse sığınmacılar konusunda bütün tarafları rahatlatacak çareler vardır.
346,929
13848
yazarlar
Avrupa Parlamentosu'na açık mektup
null
**Diyarbakır** Neredeyse 1 aydır Cizre’de bodrumlara sığınmış yaralı insanlar var. Tüm bu yaralılardan, Cizre’de neler yaşandığından bizleri, tüm dünyayı, hatta sizi, Avrupa Parlamentosu’nu haberdar eden bir adam vardı, Cizre Halk Meclisi Eş Başkanı **Mehmet Tunç**. Mehmet Tunç’un ölüm haberleri 2 gündür sosyal medyada dolaşsa da, bu habere inanmak istemedim. 2 gündür elimde telefon Cizre’den Brüksel’e insanlarla görüşerek Mehmet Tunç’a ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ölümü bu yiğit adama kondurmak istemedim. Bugün akşamüzeri Mehmet Tunç’un ölüm haberini aldım. Mehmet Tunç ile 2 hafta önce Brüksel’deyken konuşmuştum. Avrupa Parlamentosu’nda 12.'si düzenlenen "Avrupa Birliği, Türkiye, Ortadoğu ve Kürtler" konulu konferans çerçevesinde, yönettiğim panelde, Mehmet Tunç’a telefonla bağlanmıştık. Mehmet Tunç sığındıkları bodrum katından Avrupa Parlamentosu'na seslenmişti: *"Durum medyanın aktardığı gibi değildir. Cizre’de büyük bir katliam yaşanıyor ve büyük bir soykırımla yüz yüzeyiz. Bütün evler bombalanmış, tanklar kullanılıyor. 21’inci yüzyılda düşmana karşı kullanılan silahlar, kendi halkına karşı AKP hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından kullanılıyor. Cizre’de bir trajedi yaşanıyor. 60 gündür bu halk aç susuz. 120 bin nüfustan 10 bin kalmış ya da kalmamış. Halkı zorla göç ettirmişler. Bu gibi politikalar 1990’lı yıllarda da uygulandı. 4 bin köy boşaltılmış Cizre gibi ilçelere yerleştirilmişti. PKK bitirilecek diye bu köyleri boşaltmışlardı. Ama şimdi de şehirleri boşaltıp PKK’yi bitireceklerini söylüyorlar.* *Gerçekten Cizre’de bir trajedi yaşanıyor. 28 kişi bir evde yaralandı. 5 yaralı yaşamını yitirdi. Su tamamen tükenmiş. Su almaya çıkıyoruz keskin nişancılar tarafından vuruluyoruz. Çıkamıyoruz. 4 kat bina havan topları ile tamamen yıkılmıştır. Yayına bağlanmak için şu an o yıkık binadayım. Ve durum çok çok kritiktir. Bunun için oradaki dostlarımıza söylüyoruz. Lütfen bu vahşeti durdurun. Cizre’de bu katliamı durduracak güçtesiniz. AKP hükümetini uyarıp, Cizre üzerindeki bu ablukayı kaldıracak güçtesiniz. Aksi takdirde oluşacak bir katliamda sizleri de suç ortağı görmek durumundayız."* **Ve siz Avrupa Parlamentosu olarak bu katliama suç ortağı oldunuz!** Size seslenen Mehmet Tunç da katledildi. Belki de Cizre’nin yasaklı mahallesinden sizlere, tüm dünyaya olup bitenleri duyurduğu için, hakikatleri anlattığı için katledildi. Siz utanır mısınız bilmem, ama ben O’nun göz göre gelen ölümünü durduramadığım için utanç içerisindeyim! ### "Bu son konuşmamız olabilir ama şerefimiz ve namusumuzla öleceğiz" Mehmet Tunç bir kaç gün önce, Cudi Mahallesi'nde ortaya çıkan yaralıların bulunduğu ikinci bir binanın bodrumundan bir televizyon programına telefonla katılmış ve "bu belki de sizlere son sözlerim" diyerek şunları söylemişti: *"Şu an bir Madımak Oteli ile karşı karşıyayız. Ve bu bir insanlık ayıbı. Biliyorsunuz 93'teki katliamın izleri daha temizlenmemişken, burada 30-40 insan cayır cayır yanıyor. Şu an duman içeri dolmuş durumda ve ateş de deliklerden içeri girmeye başladı. Ambulanslardan ziyade acil olarak itfaiyenin buraya gelip yangını söndürmesi lazım. Ayakları kopuk insanlar var, çocuklar var, ağır yaralılar var. Cayır cayır yanacaklar. Bunun tüm Türkiye'nin, tüm insanlığın, Birleşmiş Milletlerin bir ayıbı olarak tarihe geçeceğinden hiç kuşkum yok. Şu an 37'ye yakın kişi buradayız…* *Şu an ölümü bekliyoruz. Bu binanın çökmesiyle insanlık da bu bodrumun altında kalacak. Yarın öbür gün bunun hesabını tarihe nasıl vereceklerini de onlar hesap etsin…* *Kürt halkına sesleniyorum. Bu bir mücadeledir… Herkesin moralini iyi tutması lazım. Sadece bu bodrumda insanlar yaşamını yitiriyorsa sanki özgürlük mücadelesi iflas etmiş, sanki özgürlük mücadelesi bitecek anlamına gelmiyor. Ama 60 gündür bağırıyoruz, çağırıyoruz, avazımız çıktığı kadar bütün halka seslendik. Cizre halkı var gücüyle bedenini siper etti tanka, topa, lav silahına, roket atarlara bedenini siper etti. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, mücadeleye devam eden arkadaşlara selamlarımı iletiyorum. Cizre halkı 60 gündür soğuğa rağmen, açlığa rağmen, susuzluğa rağmen diz çökmedi. Onun için kalan insanların bizimle gurur duyması lazım.* *Biliyorum belki yaklaşıyorlar. Yavaş yavaş infaz etme riski de var. Çünkü adamlar dün de geldi ve 'Teslim olun yoksa hepinizi yakacağız. Hepinizi içerde boğduracağız' tehditleri yaptı. AKP hükümetinin niyetini, valiliğin niyetini, İçişleri Bakanlığı'nın niyetini bilmiyorum. Ama şu anda Cizre'de bir vahşet uygulanıyor, Cizre'de bir katliam uygulanıyor. Ama biz diz çökmeyeceğiz…"* Mehmet Tunç son nefesine kadar halkına yapılan bu zulmü kabul etmedi, o bodrumda yaralılara yardım etmek için kaldı ve katledildi. Bodrumdakiler "teslim olun" çağrılarının katliam anlamına geldiğini iyi biliyorlardı. Bu nedenle o bodrumdan çıkmadılar. 6 Şubat’ta Cizre’de teslim olun çağrısına güvenerek bodrumdan çıkan 16 yaşındaki çocuk Abdullah Gün, bodrumdan çıkar çıkmaz özel timlerce katledilmişti. Tam da bunun için Mehmet Tunç size seslendi o bodrumdan. Sizlerin desteği ile Cizre’deki yaralılar sığındıkları bodrumlardan onurlu bir şekilde, sağ salim çıkabilsinler diye. Mehmet Tunç sivildi. Cizre’deki bu bodrumlarda çatışan gençler olduğu kadar, siviller, hatta çocuklar da var. Bodrumdaki kim olursa olsun, isterse tepeden tırnağa silahlı olsun, bir devlet yakarak kimseyi yok edemez. Bu savaş suçudur, bu insanlığa karşı suçtur! Cizre’de bir bodrumda yakılarak öldürülen 27 kişinin tanınmaz haldeki cenazeleri tam da şu sıralar morga taşınıyor. Başka bir bodrumdaki yaralılardan ise 10 gündür haber alınamıyor. **Senden de utanıyoruz Avrupa Parlamentosu!** Sana seslenen, yaralılar için yardım isteyen bir adamın, bir siyasetçinin, bir sivilin göz göre göre ölümünü izledin! Cizre’deki yaralı insanların göz göre göre yakılmasını, katledilmesini izledin! Ve aylardır Kürt halkına yapılan zulmü, vahşeti hala da izlemektesin! UTANIN! Sürekli dilinize doladığınız, işinize geldiğinde uyguladığınız, işinize gelmediğinde uygulamadığınız ilkelerinizden UTANIN! Bu utanç hep övündüğünüz ileri insan hakları ile donanmış medeniyetinizde kara bir leke olarak kalsın! **Halkın seninle gurur duyuyor Mehmet Tunç!**
346,930
14049
yazarlar
Cizre'deki evlerin içinden: 'Kızlar biz geldik siz yoktunuz' yazıları, yerlerde sergilenen kadın çamaşırları!..
null
**Diyarbakır** Cizre’de yıkıntılar arasındayım. Yanıma gelen Cizreli bir genç, "*Nurcan Hanım bu gördükleriniz Cizre’nin görünen tarafı, ama bir de dışarıdan görünmeyen ya da görülse bile yazılmayan daha vahim şeyler var. Size onları gösterelim" *diyor. Gruptan ayrılarak bu Cizreli gencin ardından peşi sıra yürüyorum. Cudi Mahallesi girişinde 5 katlı bir binaya geliyoruz. Bina dışarıdan gayet iyi görünüyor, herhangi bir tahribat yok gibi. Giriş kapısı tarafında koca harflerle *"Türk Caddesi"* yazılmış, hemen altına da *"Bir ölür bin diriliriz" *yazıyor. Binaya girmek kolay olmuyor. Binanın altındaki marketteki tüm eşyalar, tavuklar, sebzeler… vs. kokmuşlar. Bir iş makinesi marketteki çöpü çıkarmaya çalışıyor. Keskin bir kokunun arasında binaya giriyoruz. Her katında iki dairenin olduğu binanın içi tam bir yıkıntı hâlinde. İçerideki merdivenlerden dairelere geçmek çok zor oluyor. Yıkıntılar, camlar, çöpler üzerinde yürüyoruz. Tüm dairelerin kapısı fünyelerle patlatılmış. Evlerin hepsi harabe durumda. Öyle bir harabe ki içlerini toparlamak mümkün değil. **Sergilenen kadın iç çamaşırları,** kullanılmış prezervatifler… kullanılmış prezervatifler… Binanın içinde bizden başka hasar tespiti yapan belediye çalışanları ve sivil toplum örgütlerinden insanlar var. Özel harekâtçılar bu daireleri kullanmışlar. Dairelerden birine giriyoruz. Yatak odası olarak kullanılan odada yerde kadın iç çamaşırları var. Yanımdaki genç Cizre’de tahrip edilen tüm evlerde öncelikle kadınların iç çamaşırlarının sergilendiğini söylüyor. Kadın iç çamaşırlarının arasında kadın resimleri de görüyoruz. Oraya buraya atılmış kullanılmış prezervatifler var. Binada inceleme yapan başka bir ekip aşağıdaki marketteki tüm prezervatiflerin alındığını söylüyor. Bu manzaraya tezat bir sehpanın üzerinde dini bir kitap duruyor. Yerlerdeki su şişeleri, içecekler ve evin durumundan buranın aylarca özel timler tarafından kullanıldığı anlaşılıyor. Dairelerin duvarlarında belli ki oradan ateş açmak için delikler açılmış. Başka bir daireye geçiyoruz. Bu dairede de yıkıntıların arasındaki kırmızı kadın iç çamaşırlarını görmek mümkün. Yanımdaki genç, kadın çamaşırlarının her tarafta sergilendiğini, ancak evlerine dönen insanların utanarak ilk etapta iç çamaşırlarını toparladıklarını anlatıyor. Nitekim bir diğer dairede çamaşırların sergilendiği odanın kilitlendiğini fark ediyoruz. Bu dairede batıdan bir memur oturuyormuş, yasaktan sonra dönünce evini böyle bulunca utancından en azından iç çamaşırların sergilendiği odanın kapısına kilit vurup başka bir eve taşınmış. Evlerde en çok görünen duvar yazıları ise *"kızlar geldik", "biz geldik, siz yoktunuz"* gibi yazılar. Başka bir dairenin kapısında *"fıstığın evi"* yazılmış. Yerde bir balta var, televizyon ve diğer eşyaların bu balta ile parçalandığı anlaşılıyor. Değerli eşyaların ise hepsi çalınmış. Bir adam, çocuğun kumbarasındaki demir paraların bile götürüldüğünü söylüyor. **'Türkiye'nin Asakir’i Mansure i Muhammediye ordusunun mücahidleri'nden mektup** Başka bir dairedeyiz, banyoya geçiyoruz. Hemen yanında klozet olmasına rağmen pet şişelere işenmiş. Bunun nedenini düşünüyoruz. Acaba bunları birilerine işkence yaparken mi kullandılar, içirmeye mi kalktılar diye… Yine duvarlara… vs. işendiğini de anlıyoruz. Evdeki plazma TV yok, o muhtemelen götürülmüş. Hemen yanındaki CD dolabındaki tüm CD'ler kutularından çıkarılmış ve tek tek parçalanmış. Parçalanmış CD'lerin yanında yerde kadın rujları var. Mutfak korkunç durumda. Mutfak dolabına oldukça güzel bir el yazısı ile yazılmış bir mektup bırakılmış. Mektupta şöyle yazıyor: *"Tarih: 08. Şubat 2016 saat 11.01* *Bizler TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin Asakir’i Mansure i Muhammediye ordusunun mücahidleriyiz.* *Devletin ve Milletin Bekâsı yolunda Allah için verilen mücadelede rehberimiz daima Kelemullah Kur’an-ı Kerim’dir. Görev icabı kullanıdığımız evinize karşılık olarak nacizane bedelini koyuyorum. Hüsn-ü Gayemiz vata toprağının küffara karşı müdafasıdır. VATAN SAĞOLSUN* *Sungur Tekir" [1]* Mektubun yanına 5 TL. sıkıştırılmış ve hemen yanında bir kâğıt ile bir not daha bırakılmış: *"Ertuğrul Gazi’nin torunlarına selam olsun…"* Gördüklerimizden midemiz bulanıyor. Biraz da hava almak için binanın çatısına çıkıyoruz. Çatıdan tüm Cizre görünüyor. Çatıya bir Türk bayrağı asılmış, yerlerdeki havai fişeklerden burada bir kutlama yapıldığı açık. Yerlerde yatak, yorgan, kırılmış eşyalar, tencereler, bol bol içecek şişesi ve çöp var. Binanın merdivenlerinden zorla inerek kendimizi dışarıya atıyoruz. Bu nasıl bir ruh hâli, nasıl bir manyaklık, nasıl bir sapkınlık… Bu evlerde neler oldu? Cizre’de kapalı kapılar ardında insanların taciz edildiği ve bazılarına tecavüz de edildiğine ilişkin hikâyeler de anlatılıyor. Bu yazdığım Cizre’de sadece bir binanın içi! Cizre’de evlerin içindeki görünmeyen yıkıntı, uygulanan vahşet, sapkınlık; dışarıdan görünen yıkımdan daha vahim duruyor… Ürkütüyor, mide bulandırıyor... [1] Mektup olduğu gibi konulmuştur, yazım yanlışları düzeltilmemiştir.
346,931
13953
yazarlar
Sur’daki insanları öldürerek Kürt sorunu çözülür mü?
null
**Diyarbakır** Bu sabah İstanbul’dan gelen **Lale Mansur**, Zeynep Tanbay, **Ferhat Tunç**, Ayşegül Devecioğlu, **Bahri Belen **ve **Dilek Gökçin** ’le Suriçi’ndeyiz. Günlerdir Suriçi’nde nöbette olan HDP Diyarbakır milletvekili **Sibel Yiğitalp** ile buluşuyoruz. Sibel Hanım, Sur’da kalan ailelerle ara ara görüşebiliyor. Yoğun bombardıman var. Bombalardan ara ara ufak parçalar bulunduğumuz mekana düşüyorlar. Suriçi’nde bodrumda kalan insanlarla telefon görüşmelerini dinliyoruz. Remziye konuşuyor: *"Burada resmen cehennem hayatı yaşıyoruz, 2 kızım ve komşumla birlikteyiz. Evden çıkıp Savaş mahallesine kadar gelmişiz. Savaş mahallesi olduğunu tahmin ediyorum. Su yok. Bir binanın bodrumundayız. 2 kızım suçiçeği çıkarmış. Hastaneye götüremedik. Buradan asla çıkmaya cesaret edemem. Her yerde keskin nişancılar var. Kıyamet gibi. Bir binanın en alt katındayız. Üstü havan toplarıyla yıkılmış, bina üzerimize ya düştü ya düşecek"* O sırada telefona çocuk sesleri geliyor: *"Kızlarım, biri 10 yaşında, diğeri 1 yaş 8 aylık. İsimleri Şevbin Topal, Beritan Topal. (bebek konu) Bu konuşan küçük olan Beritan. Şu an yanımda komşum var Melek, onun da çocuğu var yanında, 8 yaşında."* **"Anne bom! Koş!"** Sonra 10 yaşındaki Şevbin konuşuyor: *"Ben kötüyüm. Toplar geliyor, havan geliyor, biz korkuyoruz. Durumumuz kötü. Ben 10 yaşındayım. 2006 doğumluyum, yarın doğum günüm. Kardeşim sürekli bağırıyor. Sürekli "anne bom, koş" diyor. Ben de çok korkuyorum. Evimize bomba atarlar geliyor. Binaların altında öleceğiz, kimse cenazelerimizi bile görmeyecek. Annemin psikolojisi de bozuldu. Burası soğuk. Helikopter sobanın dumanının görünce direkt bomba atar yağdırıyor, o nedenle soba yakamıyoruz. Bizi kurtarıyorsanız kurtarın, kurtarmıyorsanız ya biz kendimizi öldüreceğiz ya da polisler bizi öldürecekler…"* İçimiz yanıyor, 10 yaşındaki bir çocuk, kendini öldürmekten bahsedebiliyor. **Talep: Sivil bir heyet gözetiminde insani koridor açılması** Bugün Diyarbakır’daki yetkililerle tekrar görüşerek Suriçi’nde bodrumlarda mahsur kalan siviller, yaralılar ve çocuklar için bir yaşam koridoru açılması için uğraşacağız. Valiliğe gidiyoruz, bodrumda mahsur kalanların güvenli çıkması için taleplerimizi sıralıyoruz. İsteğimiz mahsur kalan sivillerin bodrumlardan çıkarken öldürülmelerini minimuma indirmek için toplu, ya da gruplar halinde çıkmaları ve yine bu süreçte sivillerden oluşacak bir heyetin de o alanda bulunarak bir tür "gözetim" yapmaları. Kısaca sivil bir heyetin gözetiminde insani koridor açılmasını talep ediyoruz. Bizlerle aynı vakitte Avrupa Yeşiller Partisi parlamenterleri de Vali ile görüşüyorlar. Valilikten çıkarken saat 16:00-17:15 arası,1 saat 15 dakika ateşin durdurulacağı, ve bu sırada isteyenlerin bodrumlardan çıkabileceği söyleniyor. Bunu web sayfalarından da duyuruyorlar. Yeşiller partisi milletvekilleri ve bizim grup Suriçi’nde buluşuyoruz. HDP milletvekilleri **Sibel Yiğitalp**, Ziya Pir, **Feleknas Uca** ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı ** Gültan Kışanak** ve partiden insanlar da bulunduğumuz mekanda nöbet tutmaktalar. Yine bodrumda yakını olan aileler de bu mekana geliyorlar. **Sivillerin çıkması istenen saatte bombardıman başlıyor** Kısa bir toplantı yapıyoruz, saat 16:00’da sivillerin nasıl çıkabileceğini tartışıyoruz. DBP Diyarbakır Eş Başkanı Ali Şimşek bizlere ve yabancı heyete durumu anlatan kısa bir konuşma yapıyor: *"Sur’da insanlar parçalı halde, 3 mahalleye dağılmış şekilde, bodrumlardalar. Sur’da en az 120 kişi bodrumlarda. Bir kısmının isimlerine ulaştık. 15’i 10 yaşından küçük çocuklar. Valilik 1 saatlik bir ara veriyor ancak bir saat içinde yaralıların sedyeyle taşınması mümkün değil. Ayrıca oradan çıkan insanların silahlıymış gibi muamele görmeleri ve çıktıklarında tutuklanacak olmaları da sıkıntılı bir durum ve insanların çıkmasını engelliyor."* Bugünkü temaslarımızdan bodrumdaki insanların bir güvence görmeden çıkmalarının oldukça zor olduğunu gözlemliyoruz. Saat 16:15 gibi Sur’da yine bombardıman başlıyor. Sivillerin çıkabileceği söylenen saatte Suriçi bombardımana tutuluyor. Acaba yetkililer bu bombardıman altında sivillerin nasıl çıkacağını düşünüyorlar? O sırada Suriçi’nde bir bodrumda 3 çocukla kalan Saniye Sürer’in kızı Seda Aslan geliyor. Annesine telefonla bağlanıyoruz. Saniye Ana telefonun ucundan bağırıyor: *"Bizi burada öldürmeye çalışıyorlar. Bombayla havanla evleri vuruyorlar, biz nasıl çıkalım. Şu an evlerin içine gaz atıyorlar. Teslim olun anonsları yapılıyor. Biz nasıl çıkalım?" * Ben de yetkililere sormak istiyorum. Yoğun bombardıman varken, sivil bir denetim olmadan, bodrumdaki insanlar neye güvenerek çıkacaklar? Bu bodrumdaki çocukları, sivillerin yaşamını gerçekten umursuyorsanız, onların o bodrumlardan güvenle çıkmasını sağlayacak bir mekanizmayı işletelim. 4-5 saatliğine de olsa sokağa çıkma yasağına ara verin, bir sivil heyet olarak gidip en azından çocukları o bodrumlardan çıkaralım. Sur’daki insanları öldürerek Kürt sorunu çözülmez! Tam tersine nesillerce sürecek kin ve öfkenin tohumlarını atmış olursunuz. İzin verin, bu insanları sağ salim çıkaralım. Sivil bir heyetin güvencesi altında çıkmaları bu devlete bir şey kaybettirmez. Bu insanların sağ salim o bodrumlardan çıkarılması, şu sıralar çok ihtiyaç duyduğumuz bir diyalogun tekrar tohumlarını atar. Amed’den elbirliğiyle bu tohumu atalım!
346,932
14002
yazarlar
Acil bir yazı: Demirtaş’ın Sur’a yürüme çağrısı
null
Acil bir yazı bu. Haddim olmayarak, yurttaşlık hakkımı kullanarak, herkesi sağduyuya çağırmak istiyorum. Belki gereksiz telaşa kapılıyorum, son günlerin cinnet sınırına dayanan siyasal atmosferinin etkisiyle belki abartıyorum ama herkes aklını başına devşirmezse yarın Diyarbakır’da vahim gelişmeler olabilir. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, 90 gündür kuşatma altında olan ve artık yıkıntıya dönüşmüş Sur ilçesine ablukanın kaldırılması için Diyarbakır halkına yaptığı çağrıdan söz ediyorum. Suriçi’nde korkunç bir dramın son dakikaları yaşanmakta. Devletin "temizlik" dediği operasyonlar, aralarında bir aylık bebekten 5-6 yaşlarında çocuklara varana kadar sivillerin kısılıp kaldığı sokaklara, yıkıntı halindeki evlere ulaşmış durumda. Günlerdir; Diyarbakır’da bulunan Avrupa parlamentosu milletvekilleri, Avrupa Yeşilleri, yabancı gözlemciler, Türkiyeli barışçılar Sur’da Cizre’de yaşanan katliamın benzerini engellemek için umutsuzca çırpınıyorlar. Devletin duymak ve kabullenmek istemediği basit bir talep var: Tahliye için, öyle birkaç saatlik değil 24 saatlik bir güvenli koridor açılması. Altı gün önce, Diyarbakır’dan vicdanlardan kopan bir çağrı geldi. O çağrıda şöyle deniyordu: **"Ülkemize ateş düştü. Düştüğü her ocağı yakıyor. Artık tek bir can bile kaybetmek istemiyoruz. Diyarbakır Sur’da 84 gündür sokağa çıkma yasağı sürüyor. Sur’un üç ayrı mahallesinde on beşi on yaşın altında bebek, çocuk ve yaralılar da dahil olmak üzere iki yüze yakın yurttaşımızın mahsur kaldığını biliyoruz. Bu mahallelerde, evlerde ve sokaklarda çok sayıda cenaze de bulunuyor.** ** Yeni ölüler olmadan bu işin insani koşullar altında çözüme ulaştırılması ve mahsur kalanların güvenli bir şekilde tahliye olabilmesi için sokağa çıkma yasağına yirmi dört saat süreyle ara verilmesini talep ediyoruz. Umudumuz odur ki bu gün Sur’da ve Diyarbakır’da atılacak adım, yarın tüm ülkede kalıcı ve adil barışın sağlanmasına katkıda bulunacaktır.** ** Çocuklarımızın ve ülkemizin geleceği için bütün tarafları bu çözümü değerlendirmeye ve bu insani adım süresince ellerini silahtan çekmeye, sağduyuya, soğukkanlılığa davet ediyoruz." ** Çağrının altında, o günlerde barışçılar adına Diyarbakır’da bulunan **Ayşegül Devecioğlu**, Bahri Bayram Belen, **Dilek Gökçin, **İbrahim Akın, **Ferhat Tunç,** Lale Mansur, **Naci Sönmez**, Nurcan Baysal, **Türkan Uzun**, Zeynep Tanbay’ın, ayrıca da T**ürkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Diyarbakır**, İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi, **Mazlum-der Diyarbakır Şubesi,** Diyarbakır Barosu, **Diyarbakır Sanayici ve İş İnsanları Derneği (DİSİAD),** Diyarbakır Tabip Odası, **KESK Diyarbakır Şubeler Platformu** ’nun imzaları vardı. Hemen ardından,** Herkese duyurumuzdur ** diyerek acil bir imza kampanyası başlatıldı. Şöyle deniyor, daha doğrusu imdat çığlığı atılıyordu: **"Aşağıda ‘Çağrımızdır’ diye başlayan birkaç satırı okuyunuz. Biz okuduk, kahrolduk. İki sebeple kahrolduk: 1) 21. Yüzyıl Türkiyesi’ne bunlar yaşatılabildiği için; 2) Bunları durdurmak için elimizden hiçbir şey gelmediği için. Elimizden gelen tek şeyi yapıyoruz. Diyarbakır Sur’dan gelen bu çığlığı vicdanınıza güvenerek herkese duyuruyoruz."** Bu çağrıya ilk ağızda onlarca imza geldi. İmzalar halen Change.Org’da sürüyor. Ancak çağrılar savaş çığlıkları ve silah sesleri arasında kaybolup gidiyor. Ne devlet ne silahlı örgüt insanın ve vicdanın sesine kulak veriyor. Sur’un ikinci bir Cizre, hatta daha beteri olması günlere değil, saatlere bağlı. Demirtaş’ın, bu çaresizlik içinde son çare olarak Diyarbakır halkına yaptığı kendi şehirlerinin vurulmuş, yıkılmış kalbine sahip çıkmak için Çarşamba günü Sur’a yürüme çağrısı, Kürt sorununa son terörist de öldürülene kadar mantığıyla yaklaşanların tepkisiyle, saldırısıyla, çarpıtmasıyla karşılaşacak kuşkusuz. Bu ortamda kritik bir karar olduğu da açık. Demirtaş biliyor ki, Sur’da yaşanacak bir katliam, çatışmaları ve kopuşu çok daha vahim boyutlara taşıyacak. Diyarbakır’ın boğulan sesini böyle duyurabileceğini düşünüyor. Daha da önemlisi bir taahhütte bulunuyor. Şöyle diyor Demirtaş: "Sur’da abluka kalkmalı, çatışmalar durmalı. **Ne güvenlik görevlisi, ne sivil, ne kadın çocuk ölmesine izin vermeyelim**…. **Biz çatışmanın bitmesini istiyoruz. Biteceği yolu da, kanalı da açmış durumdayız. Sadece ablukanın kalkması yeterlidir. Bir gün sonra şehrimiz Suriçi’nde çatışmalar sonlanmış olacak. Abluka kalkarsa tümden bitecek, biz bu noktaya getirdik. Sur’da yasak kalkar kalkmaz yaraların sarılacağı bir duruma getirdik. Çok sayıda güvenlik görevlisi de canını yitirdi; hepsi can…..Ama bir halk şehri yakılıp yıkılırken sessiz olamaz.**" Diyarbakır halkı, şehrinin kalbinin yakılıp yıkılmasını, şehrin savaş alanına dönmesini, insanların ölmesini üç aydan fazla zamandır kaygıyla, korkuyla, yüreği yanarak, içi kanayarak izliyor. Bir an için kendinizi onların yerine koyun. Orada halkın gözleri önünde bir cehennem yaşanıyor, komşuları, çocukları, yakınları ölüyor. Kim haklı, kim haksız¸ kim başlattı gibi soruların anlamsızlaştığı bir noktadayız. Demirtaş’ın çağrısı Diyarbakır’ın feryadıdır. Son bir çözüm arayışıdır. Aynı zamanda kayıpların ve Sur’un yıkımında devletle ortak sorumlu olan silahlı kesime de bir mesajdır. Orada çatışanların Sur’u terketmeye, çatışmayı bitirmeye ikna edildiğinin, kendisinin de buna kefil olduğunun ifadesidir. Keşke bu yürüyüşe gerek kalmadan abluka kaldırılsa. "O zaman içerdeki teröristler de kaçar, oradaki sivilleri canlı kalkan olarak kullanıyorlar" gibisinden doğru da olabilecek itirazları duyar gibiyim. Olsun, benim için insan yaşamından daha önemli ve değerli bir şey yok. Bir devlet öldürdüğü yurttaşlarının sayısıyla övünmez, velev ki terörist de olsa yaşatmaya çalışır. Bu savaşın kazananının olmadığı, olmayacağı gün gibi âşikâr. En azından yarın Sur’a yürümek isteyen halka müdahale edilmese, bu bile bir yumuşama sağlar. Öte yandan asıl korkum büyük bir provokasyon olmasında. Suruç’u, Ankara’yı hatırlayalım. Savaş bütün tarafları kirletir, provokasyon her taraftan gelebilir. Umarım, iktidarın tepe tepe kullandığı 6/8 Ekim olaylarına benzer provokasyonları engellemek mümkün olabilir, umarım sağduyu galip gelir. Umarım hepimizi kurtaracak bir mucize gerçekleşir. Bu ülkeye ölüm, yıkım yakışmıyor. Sur ağır ağır ölürken hepimizin ruhu da çürüyor. **Basında yer bulamamış 25 Şubat tarihli çağrıyı ilk imzalayanların listesi aşağıda, devamı Change.Org’da. ** ** Ahmet Dindar**, Arif Ali Cangı, **Attila Durak, **Aydın Engin, **Aydın Şimşek,** Ayşe Başar, **Ayşe Gül Altınay**, Ayşe Esmeray Yoğun, **Ayşe Erzan**, Ayşe Gözen, **Barış İçin Akademisyenler/İstanbul**, Baskın Oran,** Bilge Selçuk,** Bülent Atamer,** Bülent Tekin**, Celal Başlangıç,** Celal Yıldırım**, Ceren Şengül,** Çağatay Anadol**, Deniz Koloğlu, **Dilek Hattatoğlu**, Elif Sandal Önal,** Emel Ataktürk,** Emine Uşaklıgil, **Ercan İpekçi, **Esra Mungan,** Fatma Gök,** Feyha Karslı, **Füsun Çelikel,** Gençay Gürsoy, **Gülseren Onanç**, Gürhan Ertür , **Hacer Ansal,** Hanife Yüksel, **H.Ege Özen**, Hasan Cemal, **Işık Ergüden**, Levent Gültekin, **Leyla Gülçür**, Mebuse Tekay, **Mehmet Fatih Traş,** Melek Göregenli, **Meryem Koray, **Mine Gençel Bek, **Murat Özyüksel,** Mustafa Oğuz Sinemillioğlu, **Nesrin Nas,** Nermin Sınar,** Nil Mutluer,** Nur Elçik, **Nur Mardin, **Nuray Mert, **Orhan Alkaya**, Orhan Silier, **Oya Baydar,** Öktem Kalaycıoğlu, **Ömer Madra**, Özlem Dalkıran**, Özlem Gül,** Pınar Aydınlar, **Reyan Tuvi,** Şanar Yurdatapan, **Şengün Kılıç,** Şenol Karakaş, **Selahattin Esmer**, Türkcan Baykal,** Uğur Kara**, Ümit Kardaş, **Ümit Kıvanç**, Ünsal Dinçer, **Yüksel Genç...**
346,933
13914
yazarlar
Ankara’daki terör saldırısı: Kim yaptı, kime yaradı?
null
Ankara’daki saldırı ama’sız, fakat’sız bir terör eylemidir. Her kim ki aklamaya, hafife almaya, görmezden gelmeye kalkışırsa bireysel ve siyasal etik açısından sınıfta kalır. "Terör nereden gelirse gelsin" lâfı doğrudur ama soyuttur; nereden, kimden geldiğinin adını koymadıkça anlamı yoktur, çoğu zaman da kendimizi yakın hissettiğimiz ya da parçası olduğumuz bir yapının, bir örgütün, bir siyasal hareketin insanlık suçunu örtbas etmeye yarar. Terörün her türüne ama’sız karşı olmak; "şiddet tekelini elinde bulunduran örgüt" olarak tarif edilen devletin uyguladığı teröre de, silahlı örgütlerin terör eylemlerine de aynı mesafeden, aynı kararlılıkla karşı çıkmayı gerektirir. Birinin şiddeti diğerininkini aklamaz. Birinin uyguladığı terör diğerininkini mazur ve meşru göstermez. Ahlakımızın ve siyasetimizin sınandığı nokta burasıdır: Hiçbir insanlık suçuna ortak olmamak… **Çırpınan iktidara atılan can simidi** İktidarın Suriye’de batağa saplandığı, ülke içinde çözümsüzlük çukurunda çırpındığı, inanılırlığı ile birlikte dış desteklerinin neredeyse tümünü yitirdiği şu günlerde, Erdoğan-Davutoğlu siyasetine Ankara terör saldırısından daha büyük destek düşünülemezdi. Hem sembolik hem de fiilî olarak Türkiye’nin kalbini hedef alan bu saldırının faili daha önceki benzer saldırılarda (Diyarbakır, Suruç, 10 Ekim Ankara) şahit olmadığımız bir hız ve kesinlikle bulunuverdi: Terör eylemini gerçekleştiren kişi YPG üyesi Suriye uyruklu biriydi. Bu eylem, Suriye’de Kürtlere karşı haksız bir savaşa girmiş, bu nedenle de haklılığını ve desteklerini yitirmiş olan Ankara’yı bir anda hem haklı hem de mağdur konuma getirdi. Türkiye’yi Suriye ve Kürt siyasetinin yanlışlığı konusunda uyaran, PYD’nin terör örgütü olmadığını savunan ve müttefik sayan ülkeler (başta ABD) YPG’ye yüklenen terör saldırısı karşısında açığa düştüler. Bencileyin, Rojava Kürtleriyle diyaloğu ve barışı savunanlar da… Daha da önemlisi, doğrudan bir saldırı olmadığı halde ulusal çıkarları koruma adına güneyde Suriye topraklarını ve YPG güçlerini bombalayan Türkiye, Başbakan Davutoğlu’nun ne zamandır sözünü ettiği "doğrudan Türkiye’ye yönelen" saldırı karşısında Suriye topraklarında savaşı derinleştirme haklılığı elde etti. Artısı ise, YPG eşittir PKK denklemi doğrultusunda içerde ve dışarda PKK’ye karşı savaşın- şiddetin meşrulaştırılması oldu. Kısaca, nereden bakılırsa bakılsın Ankara’daki terör saldırısının kazananı Erdoğan iktidarı, kaybedeni Türkiye ve Suriye halklarıdır, özellikle Kürtlerdir ve de iç ve dış barış umududur. **Olağan şüpheli olağan mı?** Zamanlamasına, seçilen yer ve hedefe, ülkede kol gezen algı operasyonlarının yönüne bakıldığında, failin adını koymak için derin strateji uzmanı veya dedektif olmak gerekmiyordu. Olağan şüpheli YPG’ydi. Teröristin kimliği şaşırtıcı bir hızla tesbit edilip olaya ilişkin yayın yasağı sürerken açıklandı, vesikalık fotoğrafı bile yayımlandı. Takipte miydi, değil miydi bilemeyiz ama Emniyet’in ve İstihbarat’ın elinde önbilgiler olduğunu varsayabiliriz. Mesela 7-8 ay önce Türkiye’ye girdiği biliniyormuş, tutulup serbest bırakıldığı bilgisi de var, bir de alevlerin ortasından sağlam çıkan kimlik belgesi... İşte bu noktada şeytan kafama münasebetsiz sorular sokuyor. Bu toz duman ortamında her çevreden, her türden ajanın kol gezdiğini, farklı istihbarat merkezlerinin cirit attığını, kimin kim adına hareket ettiğinin belli olmadığını biliyorum. Bu yüzden terör eyleminin failinin açıklanan kimliğinden çok işi kimlerin, ne amaçla planladığı ilgilendiriyor beni. PYD başkanı Salih Müslim saldırıyla hiçbir ilişkileri olmadığını açık ve net şekilde söyledi. Bir an düşünelim; Ankara’da gerçekleştirilen terör eyleminden PYD’nin ne gibi bir çıkarı olabilir? Bu eylemin, dünya kamuoyunu PYD’nin terör örgütü olduğuna ikna etmeye çalışan Türkiye’ye kan vermekten başka bir işe yaramayacağını PYD bilmez mi? Dahası, Ankara’nın terör örgütleriyle savaş gerekçesiyle Rojava Kürtlerine, Kandil’e ve kendi Kürtlerine karşı orantısız güç kullanımını meşrulaştıracağını düşünmez mi? Bu son terör saldırısı, Türkiye’yi Suriye’de kara harekâtına sürüklemek için düzenlenmiş provokatif bir eylemse, bunun en ağır bedelini Rojava Kürtlerinin, PYD’nin, YPG’nin ödeyeceği hiç akla gelmez mi? Salih Müslim ve kadroları meczup değiller, böyle bir terör eyleminden en büyük zararı kendilerinin göreceğini hepimizden daha iyi bilirler. O zaman?... Kafamı kurcalayan ve bulandıran soruların bir bölümü bunlar. Özetlersem, cinayeti işleyen canlı bombanın kimliğinden çok saldırıyı planlayıp azmettiren güçleri merak ediyorum, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkarılmasını istiyorum. Açık söyleyeyim: bu konuda iktidara ve onun propaganda ağına güvenmiyorum. Türkiye ve Suriye Kürt siyasi hareketinin, özellikle HDP’nin ve PYD’nin söyleyecek daha net sözleri, gerçeğe dayanan inandırıcı açıklamaları olması gerektiğini düşünüyorum. Unutmayalım; tarih, büyük savaşlar öncesinde provokatif eylem örnekleriyle doludur. Bizi savaşa sürüklemek isteyenler var. Kendimizi korumak için ne pahasına olursa olsun, kimlere dokunursa dokunsun gerçekle yüzleşelim ve ama’sız barışçı olalım.
346,934
13995
yazarlar
İMC’nin karartılması, Erdoğan’ın fetvası
null
26 Şubat günü İMC televizyonu ekranı, Banu Güven canlı yayında Can Dündar ve Erdem Gül’le konuşurken birden karardı. Olur a, teknik arıza falandır derken anlaşıldı ki Türk-Sat, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın talebi üzerine kanalı yayın portalinden çıkarmış. İMC korsan televizyon falan değil, Radyo Televizyon Üst Kurulu’na (RTÜK) bağlı, uydu üzerinden yayın yapan ulusal bir kanal. İMC’nin yöneticisi, zaman zaman bütün televizyonlara olduğu gibi RTÜK’ten kendilerine de uyarı ya da ceza geldiğini, Türk-Sat’ın böyle bir kararı ancak RTÜK’ün talebiyle, belli prosedürler sonucunda alabileceğini, savcılığın Türk-Sat’a doğrudan müdahalesinin hiçbir yasal dayanağı olmadığını bildiriyor. Basın kuruluşları, medya hukuku uzmanları, hatta "bizim bu konudan haberimiz yok" diyerek topu Türk-Sat’a atan Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bile İMC’nin bu şekilde karartılmasının yasal olmadığını belirtiyorlar. Ama ne gam! 2016 Türkiye’sinde iktidarın ve Saray’ın hoşuna gitmeyen, işine gelmeyen yayınlara, haberlere, gerçeklere geçit verilmemesi; düşünce ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün, her türlü muhalefetin "ihanet, casusluk, terörizm" olarak damgalanması artık gündelik hayatımızın parçası. Fetva yükseklerden geliyor ve devletin bütün kurumları, en başta da yargı, fetvaya hemen uyuyor. Hukuk sınırları içinde kalıp adil karar vermeye çalışanların vay haline; en hafifinden "paralelci" ya da "hain" ilan ediliyorlar. İMC’nin karartılması basit bir olay değil. İMC, devletin ve Saray’ın Güneydoğu’da sürdürmekte olduğu kanlı savaşın, ana akım medyanın ve yandaş medyanın bize göstermediği gerçek yüzünü becerebildiği ölçüde yansıtmaya çalışan bir kanal. Bunca insanımızı, askerimizi, polisimizi, gencecik çocuklarımızı o savaşa sürüp sonra "şehitlerimiz" diye timsah gözyaşları dökenlerin, şehitler üzerinden oy ve iktidar hesabı yapanların ürktükler gerçekleri, tablonun öteki yüzünü göstermeye çalışıyor. Kuşkusuz bir çok eksiği var ama İMC, haber kanalları arasında halkın haber alma özgürlüğünü korumaya gayret eden bir yayın kuruluşu. Zaman zaman PKK- KCK komutanlarıyla, Kürt siyasî hareketinin önde gelen adlarıyla yapılmış röportajları ekrana getiriyor. Sanırım bu da kanalın "yargısız infaz"ının nedenlerinden biri. Oysa bence yaptığı iş aslında devlet kanallarının yapması gerek bir medya hizmeti. Bir savaş varsa, onun taraflarının, hasmınızın ne düşündüğünü öğrenmeniz gerekmez mi? "Düşman"ı tanımadan, niyetini bilmeden, farklı düşüncelerle karşılaşmadan nasıl karar verebilirsiniz? Teröristle röportaj yayınlanamaz deniyorsa, uluslararası medya tarihinin en fazla önemsenen haber ve röportajlarının tam da bu türden olduğunu hatırlatmak gerek. İMC, zon zamanlarda karartılan ilk kanal değil. Daha önce "paralel" denerek de bazı TV kanalları Digitürk’ten, Türk-Sat’tan atıldı. Şimdi soruyorum: **Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü sadece Can Dündar ve Erdem Gül’ün özgürlüğü müdür? Bu konuda çok hassas olan demokrat kamuoyu, başta CHP olmak üzere muhalefet, Silivri’de nöbet tutan aydınlar, sanatçılar, basın mensupları, örgütler aynı dayanışmayı İMC televizyonuna ve diğer kanallara da göstermek zorunda değiller mi? Demokratik özgürlükleri, basın özgürlüğünü (hiç desteklemesek, görüşlerine, yayın politikalarına karşı olsak da) herkes için savunmak zorunda değil miyiz?** Bugün İMC’nin karartılmasına karşı çıkmayan, susan, kem küm edenlerin, yarın sıra kendilerine geldiğinde, (ki bir gün gelecektir) ne söyleyecek sözleri ne de imdat çağrılarına koşanı olur. **"Ortalık çalkalanabilir" ne demek Sayın Cumhurbaşkanı?** İMC ekranının karartılmasıyla ne alakası var diye düşünmeyin, çok alakası var, çünkü fetva mercii aynı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Afrika gezisi öncesinde gazetecilerin sorularını cevaplarken, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliyelerine ilişkin soruya tam tamına şu cevabı verdi: **"Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymuyorum, saygı duymuyorum. Mahkeme (tutuklu yargılama) kararında direnebilirdi." Sonra da ekledi: "Ben şimdi gidiyorum, ortalık çalkalanabilir."** Kendisinin yokluğunda ortalığın neden, nasıl çalkalanacağını anlayamadım ama gerçekten de ürperdim, çünkü bu bir korkutmaca, bir tehdit. Ne ile tehdit ediliyoruz? Kendisinin özel bilgisi, istihbaratı varsa, biz zavallı yurttaşları uyarma adına açıklama yapması gerekmez mi? Ama **ben başka bir şeyden korkuyorum: AYM’nin, Saray’ın A planını bozmasından sonra devreye B planın sokulması ve Can Dündar’ın yeniden tutuklanmasından. **Olmaz demeyin, vardığımız vahim hukuksuzluk ortamında olmaz, olmaz. O zaman gerçekten de ortalık çalkalanır. Peki ülkede çatışma ortamı varsa, ortalık çalkalanacaksa bir cumhurbaşkanı ülkesini nasıl terk eder? Anayasal görevlerinden biri de çalkantılı ortamda toplumsal uzlaşmayı sağlamak değil midir? Gelelim asıl konuya: Bir cumhurbaşkanının, beğenelim beğenmeyelim bu ülkenin en üst yargı kurumu olan Anayasa Mahkemesi’ne uymayacağını, saygı duymadığını söylemesi anayasal suçtur. Ancak Erdoğan bu kadarla da yetinmiyor, "Mahkeme (tutukluluk kararında) direnebilirdi" diyor. Yani mahkemenin kararına doğrudan müdahale ediyor. Olaya kılıf bulmaya çalışan AKP’lilerin, bu bir eleştiridir demeleri de bir o kadar sorunlu. Sen, ben kararı beğenmeyip eleştirebiliriz. Kimsenin umurunda olmaz çünkü ne yaptırım gücümüz ne de kararı veren hakimlerin kaderiyle oynama yetkimiz vardır. Ama yetkili bir kişi, bir cumhurbaşkanı, hele de artık huyunu suyunu, kindarlığını ve inadını iyi bildiğimiz Tayyip Erdoğan "mahkeme direnebilirdi" diyorsa, bu mahkemeye bir emirdir. Ayrıca Hükümet’e, AKP kadrolarına da bir uyarıdır. Netekim, AYM kararı açıklanıp da tahliyeler gerçekleştiğinde, kararı memnuniyetle karşıladıklarını ifade eden AKP grup başkanvekili zat ve benzerleri, iki gün sonra kararın yetki gaspı olduğunu söyleyecek kadar ipotek altındadırlar. Can Dündar ve Erdem Gül, (basın yasasına göre zaman aşımına uğradığından soruşturma konusu olamayacak) dört ay önceki bir haber yüzünden bizzat Tayyip Erdoğan’ın "Bunu yanlarına bırakmam, hesabını verecekler" demesi üzerine tutuklandılar. Davada Cumhurbaşkanı’nın şikâyetçi sıfatıyla yer alması da Erdoğan için bu davanın kişisel bir hesaplaşma olduğunun kanıtıdır. Ortalık çalkalanır sözü gelişigüzel sarf edilmemiştir. Türkiye’nin özgürlüklerden, demokrasiden, barıştan, hukuktan yana güçleri yeterli tepki ve direnişi gösteremezlerse, hiç kuşkunuz olmasın, ortalığı karıştıracak hamle gelecektir. İMC’ye sahip çıkmakla, Can Dündar’a ve gazetesine sahip çıkmak o zihniyete karşı aynı mücadelenin parçasıdır.
346,935
14071
yazarlar
Türk tipi başkanlıktan Türk tipi kadın haklarına
null
Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP kadroları, beş-altı yıl öncesine kadar Kemalist ideolojiyi ve Cumhuriyet rejimini toplum mühendisliği yapmak ve tek tipleştirici olmakla eleştirirlerdi. Haklıydılar. Ulus devleti kurma ve pekiştirme sürecinde Batıcı -modernist- otoriter laik Türk yurttaş kimliğinin inşası geniş bir toplumsal uzlaşmayla gerçekleşmedi. Bu modele uymayan/uyamayan toplum kesimleri asimilasyonist politikalarla, çoğunlukla da baskıyla sindirildi. Uzun süreler ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören dindar Müslüman kesimler, egemen Türk ırkına hizmetle yükümlü sayılan Kürtler, gayrımüslim azınlıklar, Alevîler vb. rejimin mağdurları oldular. Eşit yurttaşlık, nutuklarda ve yasa metinlerinde temenni olarak kaldı. Sonra, dipten gelen toplumsal değişim dalgalarının gücü ve dünya konjonktürünün yardımıyla Sünnî Müslüman kesim iktidar oldu. Bir yandan da Kürtler kimlik ve özgürlük mücadelesine girişti, kadın hareketi gelişti, yığınsallaştı, toplumun çeşitli kesimleri, biz de varız, diyerek tarih ve siyaset sahnesine çıktılar. Artık tekçilikten çoğulculuğa geçiş dönemiydi. AKP, tekçiliğin geniş kitlelerde yarattığı mağduriyetin rüzgârıyla, demokrasi vaadleriyle iktidara gelmişti. Ama çok geçmedi, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra kendi toplum mühendisliği projesini uygulamaya girişti. Siyasal İslam’ın bir versiyonu olan AKP projesi doğası gereği tekçi ve tek tipleştiriciydi. Kısa sürede çoğulculuğun yerini çoğunlukçuluk aldı. ### Tek tipçilikten Türk tipçiliğe Şimdilerde tek tipçiliğin adı; AKP’nin reisi, sultanı, ulu önderi, hatta kimi partililere göre peygamberi olan Tayyip Erdoğan’ın lugatında "Türk tipi" oldu. Tayyip Bey toplumsal ve siyasal yaşamın her alanında Türk tipini öneriyor: Türk tipi aile, Türk tipi kadın, Türk tipi sanat, Türk tipi medya, Türk tipi yaşam, Türk tipi içki, Türk tipi genç, Türk tipi sendika, Türk tipi başkanlık ve nihayet **Türk tipi kadın hakları** … Erdoğan’ın ve yandaşlarının kafasındaki Türk tipi nasıl bir tip? Mesela Türk tipi başkanlık? Akıldânelerinden biri, ABD Başkanı Obama’nın yetkilerini az bulup "zavallı Obama" dediğine göre, demek ki bütün yetkileri elinde toplayan, astığı astık, kestiği kestik mutlak otorite sahibi bir başkanlık, bir çeşit Osmanlı padişahlığı var akıllarında. Henüz resmen başkan olmadan yargıya, yürütmeye, yasamaya müdahale etmesine; sözlerinin, eleştirilerinin, ihbarlarının hüküm sayılmasına; kaç çocuk doğurulacağından ne yenip içileceğine, nasıl eğlenileceğinden nasıl giyinileceğine, faizlerin ne kadar olması gerektiğinden ne üretileceğine, neyin iyi neyin kötü olduğuna, vb. kadar hayatın her alanına burnunu sokup nizamat verme çabasına bakacak olursak, Türk tipi başkanlık her şeyin Tayyip Bey’in kafasına göre tek tipleştirilmesi anlamına geliyor. ### İnsan haklarının tipi Anlaşılıyor ki Cumhurbaşkanı’nın Türk tipini en iyi kendisinin temsil ettiğinden; kendi düşünce, inanç, kültür ve yaşam biçiminin Türk tipinin iyi bir örneği olduğundan kuşkusu yok. Kuşkusu yok ki, böyle bağıra çağıra, farklı olanı, farklı düşüneni "ötekiler" (yani Türk tipi olmayan kötüler) diye aşağılaya aşağılaya her alanda Türk tipini empoze ediyor. 8 Mart emekçi kadınlar günü münasebetiyle yaptığı konuşmada da Türk tipi kadın haklarından söz etti. "Türk tipi" haşin üslubundan bir an vazgeçmeden, "kimse kusura bakmasın, benim için kadın esas olarak anadır" dedi. Kadının ekonomik özgürlüğünün onu evinden, ailesinden (siz, "Türk tipi" kocanın mutlak hâkimiyetinden anlayın) kopardığını söyleyip Batı değerlerinin kadınlarımızı bozduğunu îma etti. Sonra, **demokratik hukuk devleti sayılan çağdaş bir ülkede, bu düzeye gelmiş bir kişinin ağzından çıktığına inanılmayacak bir şey söyledi: Türk tipi kadın hakları…** Sayın Cumhurbaşkanı (ya da konuşmalarını hazırlayan sürü sürü danışmanları), kadın haklarının insan hakları bütünlüğü içinde olduğunu, "kadının insan hakları" vurgusunun bizimkine benzer kültürlerdeki kadın aşağılamasına, kadının mağduriyetine, kadının erkeğin malı olduğu yolundaki zihniyete dikkat çekmek için yapıldığını bilmez mi? Hadi bunu ayrıntı sayalım, **Sayın Erdoğan insan haklarının Türk tipi, Kürt tipi, Fransız tipi, Eskimo tipi, vb. değil, evrensel olduğunu hiç düşünmez mi Türk tipi kadın hakları derken?** Yoksa, bir dil sürçmesi değil de Türk tipi Cumhurbaşkanımızın kültürel-ideolojik kökenlerinden kaynaklanan bir inanış mı? Geçenlerde, bir yerlerde din ulemasının(!) "kadın insan mıdır" sorusunu tartıştığını okumuştum da... 8 Mart vesilesiyle bu beylere bir kez daha hatırlatalım: **Kadın hakları öncelikle insan haklarıdır ve evrenseldir. Türk tipi kadın haklarından söz etmek hem insan haklarının evrenselliğini reddetmek hem de reisin kafasındaki Müslüman muhafazakâr kadın modelini dayatmaktır. Kemalistlerin Batılı laik kadın modelini dayatmaları tekçilikse Türk tipi kadın övgüsü ve dayatması necilik oluyor?**
346,936
14113
yazarlar
Haydi Türk halkı kımılda biraz
null
Bir İstanbul, bir İzmir, bir İçel, bir Urfa, bir Sivas, üç Diyarbakır, on iki Mardin plakalı araba, toplam yirmi araba. Arabaların markaları ve plakaları belli. **İddiaya göre, Amerikan istihbaratı bu yirmi arabanın 20 Mart pazar günü yeni bir saldırı hazırlığında olduğunu söylüyor. Amerikan firmalarında çalışanları önümüzdeki pazar günü AVM’ler, metro istasyonları, meydanlar gibi toplu bulunulacak yerlerden uzak durulması için uyarıyor.** 1-İşte, terörün en etkili olduğu alan. Hayatın normal akışını değiştiriyor, herkesi huzursuz kılıyor, tedirginlik toplumun her kesimine dalga dalga yayılıyor. 2-Kaldı ki, gerçek olma ihtimali pekala mümkün. 3-Böyle bir uyarıyı emniyetin ciddiye almış olabileceği düşününülüyor. Emniyet bu muhtemel eyleme karşı herhalde boş durmuyor. Her terör eyleminden sonra benzer iddialar ortaya atılıyor. "Önceden istihbarat uyarısı vardı" biçiminde, şimdi 20 Mart için bu uyarı ortalığa dökülüyor. Araba plakaları ve markalarına kadar, bir terör eylemi iddiası topluma galiba ilk kez bu ölçüde somut olarak yansıyor. Bir şey çıkar, çıkmaz, bilinmez ama, uyarı ortada. ### Podolski Ankara’daki son saldırıyı dünya basını ilk andan itibaren şok eden görüntü ve sonuçlarıyla veriyor. Sonrasında Galatasaray futbolcusu **Umut Bulut’un **babasının da terörde hayatını kaybetmesi üzerine, dünya basını buraya odaklanıyor, **insan öyküsü ** olarak. Umut Bulut’a Avrupa takımlarında oynayan pek çok yabancı futbolcudan taziye mesajları geliyor. Bilemem ama, muhtemelen Umut’un birebir tanımadığı futbolcular da, üzüntülerini aktarıyor, *"Umut, baban için dua ediyorum".* Öne çıkan bir başka olay, **Podolski’nin **Alman Das Bild gazetesine verdiği röportaj: *"Felaket bir dünya. Burada olanlardan sonra nasıl devam edeceğimi iyi düşünmem gerek".* Galatasaray’dan ayrılmak istediğini söylemeye getiriyor. Bu sözler Avrupa basınında çok yankılanıyor. Şunu söylemeye getiriyor Avrupa basını, **"Türkiye yaşanacak, gidilecek bir ülke değil".** Her gün felaket üstüne felaket yaşayan, her gün onlarca insanın ölümünü, taş üstünde taş kalmayan kentleriyle Irak’ı, Suriye’yi andıran bir ülke. Biz Irak ve Suriye’yi nasıl görüyorsak, Avrupa bizi artık öyle görüyor. **Bin türlü sorunuyla başa çıkamayan, sıradan bir Orta Doğu ülkesi.** Hukukun üstünlüğü yok edilmiş, temel hak ve özgürlükleri askıya alınmış, ne zaman, nerede hangi faciayla karşılaşacağı belli olmayan ama terör, ama maden patlaması, ama çevrecilerin üzerine TOMA ve biber gazlarıyla gidilen, sokaklarında magandaların cirit attığı, güvenlikten yoksun bir ülke. Hani, o casusluk filmlerindeki insanın tüylerini diken diken eden, kentlerinde her köşebaşında bir tehlikenin belirdiği, Orta Doğu’nun esrarengiz ve bitkin ülkeleri gibi. Kaybolan hayatlar ülkesi. **Her anlamda küme düşmüş bir ülke.** ### Alternatif Umutsuzluğu daha da tetikleyen halktaki bıkkınlık. Bireysel tepkilerle sınırlı, bir vurdum duymazlık. O bireysel tepki de, kimin başına bir facia geliyorsa, ondan ileri gelen bir çıkış. Çoğunluk genellikle seyirci. "Ahlar ve vahlar" arasında. **Yoksa, toplumda yaprak kımıldamıyor. Bunca felakete rağmen. ** Sanki morfin yutmuş ya da bayıltılmış bir toplum. "Başa gelen çekilir" sabrında, kaderine razı. Bir umutsuzluk da, siyasi partilere duyulan güvensizlik. **AKP ile ne zaman, nasıl anlaşacağına ilişkin sürekli yorumlar yapılan, artık kendi seçmeninin bile güvenini yitiren MHP, bir türlü iktidar alternatifi olamayan CHP, Haziran seçimlerine giderken yıldızı parlayan, ne yazık ki, sonradan kendini Kandil’den soyutlayamayan HDP.** İnsanlar siyasi bir alternatif arıyor. İşte, elin oğlu o alternatifi hep yaratıyor. Almanya’da **"Almanya İçin Alternatif Parti" (AfD) **girdiği eyalet seçimlerinde yılların partileri CDU ve SPD’ye kök söktürüyor. Yüzde 12 ile yüzde 24 arasında oy alıyor. Örneğin, CDU’nun en güçlü olduğu Saksonya’da yüzde 24’ü buluyor. **Başbakan Merkel’i **ağır yenilgiye uğratıyor. Oy almasının çok açık bir nedeni var: **Merkel’in göçmen politikasına karşı çıkıyor. **O karşı çıkış, oy toplamasına yetiyor. Bizim buralara uğramayan siyasi tepkiler. İktidarın bir konudaki tavrını beğenmediğinde, seçmen acele** yeni bir karara ** yöneliyor, "Alternatif" yaratıyor. İktidarı mahkum ediyor. İktidar el değiştiriyor. Gerçi, şimdi eyalet seçimleri, merkezi hükümetin değişmesi söz konusu değil. Yine de, seçmen bir çıkış yolu buluyor. Genel seçimlere yönelik kapı açıyor. Haydi Türk Halkı kımılda biraz, siyasi tercihlerini gözden geçir, kaderini değiştirmek için. Küme düşmüş ülkeni yeniden ayağa kaldırmak için.
346,937
222924
haber
Begümhan Doğan Faralyalı: Marks'tan etkilendim
null
## Önümüzdeki dönemde holding olarak medya, eğlence ve enerji sektörüne yoğunlaşacaklarını dile getiren Faralyalı, 'Doğru satın alma fırsatları olduğu zaman bunları değerlendireceğiz' dedi Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı **Begümhan Doğan Faralyalı, "**Karl Marks'ın kapitalizmin temeli olan 'ütilitarianizm (faydacılık)' konusundaki eleştirilerinden etkilendim" dedi. SKYTURK360'ta 3 Şubat Pazar günü saat 22.00'de yayınlanacak "CEO CLUB" programında **Murat Sabuncu **ve **Rauf Ateş** 'in sorularını yanıtlayan Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Begümhan Doğan Faralyalı, önemli açıklamalarda bulundu. Doktorasını Ekonomi ve Felsefe üzerine yaptığını dile getiren Faralyalı, özellikle Marksizm'in kurucusu Alman Filozof Karl Marks'ın kapitalizmin temeli olan "ütilitarianizm (faydacılık)" konusundaki eleştirilerinden etkilendiğini söyledi. Önümüzdeki dönemde holding olarak medya, eğlence ve enerji sektörüne yoğunlaşacaklarını dile getiren Begümhan Doğan Faralyalı, "Doğru satın alma fırsatları olduğu zaman bunları değerlendireceğiz" dedi. Faralyalı, Milliyet ve Star TV'nin satışı konusunda burukluk yaşamadığını belirtti. İşte Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Begümhan Doğan Faralyalı'nın açıklamalarından önemli başlıklar: **Felsefe okuduğunuz için de soruyorum, kimden etkilendiniz en çok?** Karl Marx ‘ın ütilitarianizm’e* bakışı beni gerçekten etkilemiştir. Yani sadece kendin için bir şeyleri yapmak değil de bireysel düşünmek yerine daha toplumsal, daha kalabalık bir grubun avantajlarını ve bütün gruba iyi gelecek şeylerin üzerine fokus olmak. Hegel, Schopenhauer... Alman felsefesini çok okudum. Hepsinden birtakım şeyler kapmışımdır. ## **‘Medya, eğlence ve enerji sektörüne yoğunlaşacağız’** ** Doğan Holding aynı zamanda bir portföy yenilemeden, yeni bir ivme kazanma sürecinden geçiyor. Biraz oradan da bahsedersek, yeni bir takım işler var gündeminizde bildiğimiz kadarıyla. Bunun için neler planlıyorsunuz yakın ve uzak gelecekte?** Doğan Holding'e baktığınız zaman öncelikle biraz önce de söylediğim gibi 25 milyon yani ülkenin %25'ine hergün dokunan bir grubuz biz. Son tüketiciye dokunan ürünlerde ciddi bir bilgi birikimimizin olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda farklı yatırımlar yapabileceğimizi düşünüyoruz. Bunun dışında enerji sektöründe de ciddi bir bilgi birikimimiz var. Hatta 2012 senesinde enerji konusunda ciddi atılımlarımız da oldu. Hem daha önceden başladığımız projeler hayata geçti Boyabat Barajı gibi, hem yenilenebilir enerji konusunda ciddi bir yatırım yaptık. Medya-eğlence ve enerji konularında yatırımlara devam edeceğiz. Bir de geçmişimize baktığınızda birçok farklı sektörde doğru satın almalar yapıp bir değer yaratmış bir grubuz biz. Dolayısıyla seçici farklı sektörlerde doğru satın alma fırsatları bulduğumuzda bunları değerlendireceğiz. **Hedeflerden devam edersek, "yeni birtakım satın almalar gündemde olabilir" dediniz. Bunların olabileceği sektörler var mıdır?** Yani dediğim gibi medya-eğlence.. Geleneksel medyada Türkiye'de bir yatırım yapmayı düşünmüyoruz ama dijital medyada veya tüketiciye dokunan eğlence sektörü diye tanımlayabileceğimiz daha geniş anlamda baktığımızda bu sektörde enerji sektöründe büyüme hedeflerimizin olduğunu paylaştık zaten birçok yerde. Dolayısıyla burada yatırım fırsatlarına bakıyoruz. Bunun dışında da çok seçici doğru satın alma fırsatları çıkarsa bunları da değerlendireceğiz ama biz genel olarak medya-eğlence ve enerji sektörlerine kendimize ana sektörler olarak belirledik. ## ‘Türkiye yüzde 4 büyümeyi gerçekleştirebilir’ **Büyüme hedeflerinde Türkiye’nin % 4'ü yakalayacağını düşünüyor musunuz? Holdingte bunu baz alarak bir plan yaptınız mı?** Evet biz Türkiye’ye gayet optimist bakıyoruz.%4 büyümenin de gerçekleşebileceğini düşünüyoruz. Bunun gerçekleşmemesinin iki sebebi olabilir.1- Avrupa’daki kriz gerçekten öngördüğümüzden çok daha derinleşir ve problem büyürse bizi etkileyecektir kuşkusuz, bir de çevremizdeki bu siyasi sorunlar daha da tırmanır yukarıya giderse bu da kuşkusuz bizi etkileyecektir. Ama böyle öngörülmez bir şey olmadığı sürece Türkiye % 4 büyümeyi gerçekleştirecektir diye düşünüyorum. Biz de zaten daha orta ve uzun dönemli bakıyoruz. Senelik planlar yapmıyoruz. Ama bu sene de iyi gideceğini düşündüğümüz için yatırımlarımıza devam edeceğiz. ## 'Çocukları yatırmadan dışarıya çıkmam' **Özel hayatınıza, çocuklarınıza ne kadar vakit ayırabiliyorsunuz?** Bir rutine sahip olmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çok fiks bir rutinim var yani evden kaçta çıkıp kaçta geleceğimi biliyorum, bütün planımı ona göre yapıyorum. Genelde sabahları bir saat çocuklarla vakit geçiriyorum. Onlar okula gitmeden önce, okuldan geldikten sonra da bir buçuk-iki saat onları yatırana kadar beraber oluyorum. Her türlü akşam programını çocukları yatırdıktan sonra yapmaya özen gösteriyorum. Yani çok mecbur olmadığım sürece onları yatırmadan dışarı çıkmamaya özen gösteriyorum. Haftasonları çalışmamaya çalışıyorum. Mümkün olduğunca onlara zaman ayırmaya çalışıyorum. İyi bir denge oturttuğumu düşünüyorum. Planlayarak bunun yapılabildiğini görüyorum. Her şeyin doğru bir rutine oturtmakla alakalı olduğunu düşünüyorum. ## 'Milliyet ve Star'ın satışı konusunda burukluğum yok' **Çocukluk günlerinizden bugüne en fazla andığınız gazete Milliyet oldu. Milliyet'i sattınız. Bir özlem var mı?** Yani doğrusu 76 yılında doğdum ben. 79 yılında Milliyet hayatımıza girdi ve ben kendimi bildim bileli vardı. Yani açıkça söylemek gerekirse çok güzel bir marka olduğunu düşünüyorum. Devam etmesini ve Türkiye'de var olmasını her zaman isterim. Bir gün Milliyet olmayacak olsa üzülürdüm ama içimde öyle bir burukluk da yok. Yolu açık olsun. **Şimdi Star da yok. Kalbinizde çok büyük bir boşluk olmadı öyle mi?** Açıkçası yok. Her ikisi de çok iyi markalar ve bir ara grupta olmasından memnuniyet duyduğum markalar. Gitmiş olmalarından dolayı da bir burukluk yok. ***ütilitarianizm (faydacılık): **18. yüzyılda İngiltere'de ortaya çıkan ve bir eylemin yarar sağladığı sürece doğru olduğunu öne süren inanç sistemidir.
346,938
215755
haber
‘Güzel sevişme’ ne demek? Cinsel arzuyu neler tetikliyor?
null
## Prof. Dr. Arşaluys Kayır'a göre, 'İkili ilişkilerde taraflar hem neden haz duyduklarını keşfedebilmeli, hem de hazlarını aktarabilmeli; cinsellikte kendi sorumluluklarını almalı' **Hazal Özvarış** Cinsellik ne demek? **Kadın ve erkeklerde cinsel arzuyu tetikleyenler ne?** Arzunun katsayısını tayin eden tabiat mı, kişisel tarih mi, yoksa genellikle sınırlayıcı olan toplumsal etki mi? **Fanteziler gerçek hayattan ne kadar kopuk?** Yetişkinlerin dünyasında mastürbasyon nerede duruyor? **Cinsel ilişkinin seyrinde en önemli duygu ne?** Orgazm ne demek? **Vajinismus nasıl tedavi edilir?** Eşe azalan ilgi canlanır mı? Yukarıdaki soruların ve daha fazlasının cevaplarını öğrenmek için Prof. Dr. **Arşaluys Kayır** ’ın kapısını çaldık. İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’ndan emekli olan Kayır Türkiye’de önde gelen bir psikoterapist, psikodramatist, çift ve grup terapisti ve cinsel psikoterapi uzmanı. "Vajinismus tedavisi" denilince akla ilk gelen isim olan Prof. Kayır, aynı zamanda Cinsel Eğitim ve Araştırma Derneği’nin (CETAD) kurucu üyelerinden ve eğitimci. Söyleşinin ilk bölümünde cinselliğin ne demek olduğunu ve fazlarını anlatan Kayır, "Cinsel istek zekâ gibi, değişkenlik gösterir ama birçok insanda ortalama bir yerde" diyor. "Aseksüellikte en sık duyduğum eşcinsellik dürtüsünü bastırmak" diyen Kayır, mastürbasyonu ikili ilişkiye tercih edenler için "Nasıl bir fantezi kurduğu önemli" diyor ve soruyor: "Diyelim ki bir grup seks görüntüsü izliyor, kadına mı yoksa erkeğe mi bakıyor?" Cinsel ilişkinin seyrinde "Şehveti şefkate çevirmeme" uyarısı yapan Kayır’a göre "Şehvet tehlike çanı gibidir, kaybettiğiniz zaman geri dönüşü kolay değildir." Prof. Arşaluys Kayır’ın T24’e verdiği söyleşinin ilk bölümü şöyle: ## ** ‘Cinselliği duymayan çocuk büyümüyor’** ** - Türkiye’de cinselliği konuşamamanın topluma getirdiği eksiler ne?** "En iyi cinsel eğitimi kim verir" sorusunun cevabı ailedir. Ama aileler senelerden beri cinselliğin konuşulmamasının daha iyi olduğunu varsaymış ve "çocuklar duymasın" diye bir usul gütmüş. Duymayan çocuk da bir türlü büyümüyor. Sayılı aile de çok bilmişlikten konuşuyor ama onlar da yanlış konuşuyor. Buna rağmen cinsellik genel olarak tabu. Çocuk cinselliği bilmesi gerektiği yaşa geldiğinde aile hâlâ o usulü kıramamış oluyor. Ebeveyn, cinsellikten bahsettiği anda gözünün önüne cinsel sahneler geliyor ve yapılmaması gereken bir şey gibi susuyor, ortalığı karartıyor. **- Aileler çocuklarını istemedikleri şekillerde hayal ettikleri için mi cinselliği anlatamıyor? ** Cinsellik o kadar mahrem bir konu haline getiriliyor ki regl (aybaşı) gibi bir konuda bile ortada pornografik bir şey varmış muamelesi yapılıyor. Bu suskunluk da karanlık bir dünya yaratıyor. Bir şey var ve görmüyorsun. Ancak cinsellik bir zamandan beri konuşuluyor. 1968’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde staj yaparken bir cinsel sorun olduğunda "Fakültede kim bakar acaba" diye mumla doktor arardık. Ama 1980’lerden itibaren cinsellik konusu fakülteye yerleşti. Ayrıca, 1980’lerde Prof. Dr. **Metin Özek** ’in başını çektiği bir psikoterapi servisi kuruldu. Ve 1985’lerde "nadiren görülür" denilen vajinismusun ne kadar sık görüldüğünü fark ettik ve doktorların o vakte kadar bu konudaki suskunluklarını aştık. 32 sene de hiç az bir süre değil. Türkiye, cinsellik konusunda "suskun geldi, suskun gitti" bir ülke değil. ## **‘Flört konusunda aileden çift mesaj var; yap ama duymayalım!’ ** ** - Bunun sokaktaki insana nasıl yansıdığını öğrenmek için sorsak; aile anlatmıyorsa insanlar cinselliği nereden öğreniyor?** Arkadaşlarından öğreniyorlar; kızlar kızlardan, erkekler erkeklerden. Bizdeki belki de en feci şey "İlk gecen nasıl geçti" sorusudur. Özellikle genç kızlarda felaket olacakmış hissi yaratılır. İlk geceden sonra da arkadaşına gider, "şöyle canım yandı, çok fenaydı, çok kanadı" diye anlatır. **- Arkadaşlarla sohbet aşamasından evliliğe geçmeden pratik için bir flört dönemi yok mu?** "Flört Türkiye’de rahatça yapılabiliyor" sözünü ancak bir grup için diyebiliriz. Bizim toplumumuzda bu konuda çift mesaj var. "Bir şey yapsan bile benim haberim olmasın, baban duymasın" denilir. Bu, "Biz duymadıkça yapabilirsin" demektir. Flörtte biraz ileri gidince de ya kadın, ya erkek "demek ki evleneceğiz" diyor veya aile onları evliliğe yönlendiriyor. Dolayısıyla cinsel özgürlüğün ve heteroseksüel ilişkinin kısıtlanmasının rol oynadığı zamansız evlilik kararları alınıyor. ## **‘Mastürbasyon yapmayan cinsellikle barışık olur ama …’** ** - Mastürbasyonun insanların kendi bedenleriyle ilk tanışıklıkları olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’de kadın ve erkekler bu tanışıklığın hakkını sizce ne kadar veriyor?** Erkekler veriyor, ama kadınlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bir erkeğe "Mastürbasyon yapıyor musun" diye sorduğumda yanıtı rahatça söyler. Ama kadın kolay kolay söylemez. Rahatlatana kadar daha çok soru sorarsınız. Burada işin içine yetiştirilme tarzı giriyor. Mastürbasyon yaptığı için çocuklarını psikoloğa götüren, çocuğunun odasına izinsiz giren, banyoda uzun kaldı diye "İçerde ne yapıyorsun" diye pat pat kapıyı çalan aileler var. Mesela "Odasında porno mecmualar yakaladım" denir, suçmuş gibi. Yetişkin yaşında orgazm sorunuyla gelene mastürbasyon yapıp yapmadığını sorduğumuzda da "Hiç denemedim, ihtiyaç duymadım" der. Çünkü bunu yapılmaması gereken bir eylem olarak peşinen kabul etmiş. "Hangi nedenle yapmadı acaba"yı tayin etmek de o kadar kolay değildir. Korktuğu için mi yapmadı, baskı mı hissetti, yoksa zaten arzusu az olduğundan çok uyarılmıyor muydu? **- Mastürbasyon yapmayan bir insan cinsellikle ne kadar barışık olur?** Barışık olur, ama ben daima şunu derim: Bir misafir gelecek ve hiç bilmediğiniz bir yemeği pişireceksiniz. Yemeği ilk önce siz denersiniz ki, servisi yaptığınız zaman bir fikriniz olur. "Kadın her şeyi erkekten öğrenecek" miti vardır. Evlenene kadar da kadınlar, "Ailenin iyi çocuğu olayım, kız kardeşim öyle olmadı bak başına ne geldi" gibi bir tutum içinde olurlar. Evlendikten sonra da bize "Ben niye orgazm olmuyorum" diye sorarlar. Daktilonun başına geçtiğinde birden şakır şakır yazmaya başlayabilir misin? ## **‘Cinsel istek zekâ gibi, değişkenlik gösterir ama çoğunlukla ortalamadır’ ** ** - Tam bu noktada girsek; cinsellik ne demek? Hangi fazlardan oluşur?** Cinselliği tanımlamak kolay değildir. Düşünsel, duygusal ve davranışsal boyutlarıyla yaşanan bir yaşam dürtüsüdür. Cinsellik haz, arzu, aşk, yakınlık, üreme barındırır ve tek bir biçime uymaz. İnsandan insana cinselliği yaşayış biçimi farklılık gösterir. Ancak cinsel sorunları olan kişileri anlamak ve yardımcı olmak için **Masters** ve ** Johnson**, 1966’da cinselliğin fizyolojisini dört basamaklı bir modelde tanımladı. Bu modele göre aşamalar şöyle; 1- İstek, heyecanlanma: Bu aşamada uyarılma gerçekleşir, 2- Plato: Uyarılma yoğunlaşır ve 3- Orgazma varılır. Dördüncü basamakta da çözülme yaşanır ve bedensel değişimler normale döner. **- Cinsel isteğin katsayındaki farklar sizce neden kaynaklanıyor? Arzuda tayin edici olan tabiat mı, kişisel tarih mi, yoksa toplumsal etki mi?** Cinsel istek zekâ gibi; insanın yaşına, toplumda nerede, nasıl yetiştiğine, kadınlık veya erkeklik tecrübelerine göre değişkenlik gösteriyor. Ve yine zekâ gibi, birçok insanın cinsel isteği de ortalama bir yerlerdedir. Kimseye "Sende cinsellik zaten az" diye bir şey diyemeyiz, çünkü bunu ne kadar serbest bırakıyorsun, ne kadar geliştirebiliyorsun bilmiyoruz. Örneğin bir çift, ister yirmi senelik, ister üç senelik evli olsun gelir ve bir tarafın cinsel isteğinin azlığından bahseder. ## **‘Mastürbasyonu sorduğunuzda cinsel istek az mı, çok mu anlarsınız’** Kadının cinsel isteğinin azlığından bahsedildiği zaman durum daha kolay anlaşılır. Çünkü yetiştirilmesinde desteklenmemesi, bireysel tecrübe eksikliği, bastırılmışlık gibi birçok neden çıkarabilir. Ama erkeğin toplumsal olarak cinselliğini uygulaması serbesttir, ruhsal olarak sağlıklı bir süreç olmasa da genelev vardır. Ancak baskı olmamasına rağmen cinsel isteği gelişmemişse partneri "Ben başlatmasam o kırk yıl kalsa başlatmıyor" diyebiliyor. Biz "İlişkiniz düzenli olmadan önce nasıldı" diye sorduğumuzda "Ondan önce de aşağı yukarı böyleydi" diyorsa partnere bağlı da istek sorunu olabilir. Kişinin doğal olarak cinsellikte az iştahlı olması da olabilir. Bazen az istekli insanlar kendilerine az istekli partner bulabiliyorlar. Kişilere mastürbasyonunu sorduğunuzda o insanın cinsel isteği az mıdır, çok mudur anlarsınız. "Eşimle sevişmiyorum, ama haftada dört kez mastürbasyon yapıyorum" diyorsa sevişmiyor diye cinsel isteği az diyemeyiz, bu cinsel fantezilerini mastürbasyonla daha iyi tatmin edebiliyor, demektir. Dolayısıyla böyle bir çift ilişkisi içinde cinsel istek de azalmaya başlıyor. ## **‘Eşinin yerine hep mastürbasyonu seçen kişide sorun vardır’ ** ** - Mastürbasyonun cinsel ilişkinin önüne geçmesi sadece partnerden mi kaynaklanıyor?** İkili ilişki şansı var ve hep mastürbasyon tercih ediliyorsa, tam da orada partnerden bağımsız, o kişide bir sorun olduğundan söz edebiliriz. Partner saçını taramamış, şişmanlamış vs. olabilir, ama cinsel fantezisini eşiyle geliştirme yerine ona söyleyemediği gizli şeyler de olabilir; onu mastürbasyonla daha rahat yapıyordur. Mesela pornografi seyrederek mastürbasyon yapıyordur, o zaman sevişmeye daha az isteği kalır. Veya eşcinsellik ihtimali olabilir. Birçok evli insan ilişkilerini sürdürürken kendi cinslerine olan ilgilerini örtülü tutmaya devam etse de, bazıları serbest bırakır. Serbest bıraktığında da mastürbasyon yapmayı tercih edebilir. Nasıl bir fantezi kurduğu önemli; diyelim ki bir grup seks görüntüsü izliyor, kadına mı yoksa erkeğe mi bakıyor? Yani kişilerin eşlerine ilgileri azalabilir, ama bunun da tek sorumlusu eş değildir. ## **‘Anüs erotik bölgedir; kadın da, erkek de zevk alabilir’** ** - Fantezilerin gerçek hayatla yakından bağlantısı varsa eşler arasında yaşanan tecavüz benzeri fanteziler sizce ne kadar sağlıklı?** Tutucu bir yanıt vereceğim; başkasına zarar veren şeylerin birlikte paylaşılıyor olmasında zararlı bir şey var. Ama bize gelip "Biz böyle bir şey paylaşıyoruz doğru mu" diyen olmadı. Çift arasında sorunlu bulunmuyorsa bize de yansımıyor. Mesela "Anal seks yapılır mı, yapılmaz mı" diye sorulabiliyor. Karşı taraf da hoşlanıyorsa, biz temizlik kaideleri açısından bakarız. Anüs de erotik ve uyarılan bir bölgedir. Kadın da zevk alabilir, erkek de. Ama kadın "Vajina dururken niye her zaman anal seks yapıyor" diye şikâyet ediyorsa, bu kadının arzusu yerine gelmiyor demek. İstediği için değil, hatır için, kavga çıkmasın diye katlanıyordur. En azından psikolojik olarak arzulandığını hissetmemiş oluyor ve cinsellikten uzaklaşıyor. ## **‘Cinsel arzuyu artırmak öğrenilebilir’** ** - Kalıtımsal olarak az cinsel istek duyan birinin bu durumu değiştirmesi sizce mümkün mü? Arzuyu arttırmak öğrenilebilir mi?** Bence öğrenilebilir. Beş duyumuz var, hepsine bir şey eklenebilir. Cinsel sorunların "yatkınlık yaratan", "başlatan" ve "sürdüren" nedenleri vardır. Yatkın kılan nedenlerin en başında; "yetiştirilme tarzı" var, bozuk aile ilişkileri gibi. "Başlatan" nedenler, sadakatsizlik, doğum veya evlilik olabiliyor. "Sürdüren" nedenler arasında da ilişkisel boyutun çok sorunlu olması var, örneğin sürekli kavga, suçluluk duygusu veya suçlama vs. İnsanlar birbirlerine "cinsel isteği yok" diye böyle saldırmayı çok seviyorlar. Hâlbuki o kadar çok faktör işin içine giriyor ki! Benim cinsel tedavi tecrübeme göre, bizim yaptığımız en önemli iş hazzın çıkmasının yolunu açmak ve her insandan da haz çıkıyor. Bu yol nereye çıkarsa çıksın, bizi ilgilendirmez. Bazen isteği çok olana psikiyatrik teşhis konulur. Örneğin, affective bozukluğu olan bir kadın maniye girdiği zaman cinsel arzusu artabiliyor. Gazetelerde kadının sokağa çıkıp ilişkilere girdiğine dair haberler okuyabiliyoruz. Kadın küçük bir şehirde birdenbire olmayacak şeyler yapıyor. Bu nedenle ailesi bir kadını hastalığının taşkınlık döneminde öldürmüştü. ## **‘Aseksüellikte en sık duyduğum eşcinsel dürtünün bastırılması’** ** - Her insandan haz çıkıyorsa, aseksüel olmayı nereye koyacağız?** Utangaçlık, çekingenlik gibi sosyal zorluklar yaşayan bir insan aseksüel olabilir. Bir ergenin karşı cins tarafından reddedilme korkusu cinselliğini baskı altında tutabilir, aseksüel olabilir. Veya cinselliği örneğin eşcinselliğe veya ensest bir ilişki yaratacak istemediği bir insana doğru uyanırsa, o zaman kişi kendini kontrol altında tutup aseksüel bir insan olabilir. Aseksüelliğin, seksüalitesi az bir insandan tut da, cinselliğini bastırana kadar giden çeşit çeşit çıkışları var. Ama en çok duyduğum, eşcinsel dürtüdür. Kişi bunu yapmaması gerektiğini düşündüğü için onu örter. Diyelim ki bir erkek mastürbasyon yapıyor ve aklına erkekler geliyor, ama "Bunun olmaması lazım" diyor ve ereksiyon olmuyor. Yani, kendini baskılıyor. Bize geldikleri zaman da ya kendileri "Cinsel isteğim yok oldu" der ya da partnerleri "O aseksüel" der. **- Dediklerinizden şunu çıkarmak sanıyorum yanlış olmayacak; "Bastırma veya özgürleşmeyi tayin ettiği için beyin en başat cinsel organ."** Evet. **- Peki, kadın ve erkeklerde cinsel arzuyu tetikleyenler ne?** Arzuyu tetikleyen, kişileri baştan çıkaran şeyler herkeste ayrı olabilir. "Cinsel olarak partnerinde seni uyaran şey nedir" veya "Neden bu eşi seçtin" diye sorarız. Anlatır: "İyi aile kızıdır, anlayışlıdır…" "Cinsel olarak" diye sorduğumuzda bazıları "Düşünmedim" der. Kimi adlandırabilir, kimi adlandıramaz. Bize geldiklerinde yardımcı oluruz. Bunların içinde illa ki bacak, bilek gücü vs. olmaz. Biri "Gülüşü hoşuma gitti" der, diğeri "bakışı." Gülüş ve bakış önemli yer taşıyabiliyor. Ki bu da iletişim demek. ## **‘Şehveti şefkate çevirmemek lazım’** ** - Prof. Doğan Şahin, T24’e verdiği söyleşide, erkeklerin daha çok görsel uyaranlardan, kadınların ise güvenden sonra etkilendiklerini söyledi. Bu sizin katıldığınız bir görüş mü?** Tam katılmıyorum. Ama genel olarak şu kabul görür; erkekler davranışlarını göstermekte daha serbest ve uyarıldıkları zaman dışa vurmaları daha kolay. En "benim" diyen kadın bile arzusunu dışa vurmadan önce "O da görür mü" gibi düşüncelerle bir miktar durumu gözden geçirir. Dolayısıyla fark, ne kadar dışa vurabildiğinde. Erkek, görselden daha çok etkilenebilir, ama buna çok derin bir etkilenme demeyebiliriz. Eğer kelime "güven" ise orada daha derin bir hadise var. Kadın, "Kime güveniyorsam, kendimi orada bırakırım" diyor; çünkü orada yargılanma, utanma gibi endişeleri yaşamaz. Ama bu kadar bile kategorize edemeyebiliriz. Erkeklerin "etkilendikleriniz ne" sorusuna cevaben "gülüşü" telaffuz ettiklerini epeyce hatırlıyorum. Ayrıca, evet, bir kadın vücut yerine, bakıştan bahseder ama o da görsel değil mi? **- Peki, düzenli seks yapan bir çiftin zamanla hayranlıklarında azalma olmasını ve cinselliğin durulmasını siz nasıl açıklıyorsunuz?** Şehveti şefkate çevirmemek lazım. "Kardeşim gibi", "annem gibi" sözlerle ifade edilen şefkate ihtiyaç bilinç dışı olarak sevişmede azalma yaratabiliyor. Ama bu durumda da çiftler ayrılmayabiliyorlar. **- Peki, annesine babasına duyduğu aşkı kırmış olan ve herhangi bir kişilik bozukluğu olmayan normal bir çiftin hayatında da cinsel arzu azalmaz mı?** Niye azalmasın? "Güzel sevişme"yi bu yüzden öneriyoruz. Monotonluk, adı üzerinde monotonluktur. Bir şeye hiç katkıda bulunmadan, aynı sevişmeyi tekrarlayıp duruyorsanız o da enteresan olmaktan çıkar. Oysa cinsellik sürpriz isteyen bir şeydir; beklenmedik anda beklenmedik şeylerin olmasıdır. Bazı çiftler der ki, "Seyahate gidince cinsel isteğimiz düzelebiliyor." Çünkü orada beklemediği şeyler oluyor. Bu yüzden her iki tarafın da cinselliğe özen göstermeleri, yaratıcılık koymaları ve icat etmeleri gerekiyor. Kendiliğindenlik önemli, ama bu da oturup o anı beklemek demek değildir. ## **‘Kadınlar pornografi sevmez, diye peşin hüküm yok’** ** - Sürpriz olarak siz bir şey öneriyor musunuz? ** Ben önermiyorum, çünkü zahmet etsinler istiyorum. Eğer bana gelmişse zaten bir zahmete girmiş. "Ne kitap önerirsiniz" dediklerinde, "Gidin kitapçılara bakın" diyorum. Ayrıca, belirtmek lazım, kadınlar pornografi sevmez diye peşin bir hüküm yok. Pornografi her zaman güzel gelmeyebilir, o zaman da erotik bir şey bulursunuz, yani bir orta yol vardır. İşinize yorduğunuz zekâyı cinselliğe de yormanız yeter. Her çiftin bir yaratıcılığı vardır. Hiç beklemediğimiz çiftlerden çok güzel buluşlar çıkar. ## **‘Güzel sevişme’ yöntemi ne demek?** ** - Ne gibi buluşlar?** Örneğin, baştan çıkarmayı ihmal etmişlerdir, biz de bunu hatırlatırız. "Odalarınızı düzeltin" deriz, onlar odayı baştan yaratırlar, hemen gidip iç çamaşırı alırlar vs. Sen minicik bir şey söylersin, ama onların aklının ucunda zaten bir şeyler vardır. Biz sadece ailede baskılanan, yasaklanan cinselliği onaylarız. En başta belirttiğimiz cinselliğe dair suskunluğu bozarız, ilerlemeler esnasında aldığı hazzı onaylarız. Bu kişilere yeter. **- Önerdiğinizi söylediğiniz "güzel sevişme" nedir?** Güzel veya sıralı sevişme, 70’li yıllardan biraz önce keşfedilen, bizim de istifade ettiğimiz bir yöntem. İlk aşamada iki taraf da konuşmadan birbirlerini okşuyor, seviyor. Sevmek kelimesi önemli, çünkü birine dokunurken kendi sevgini de test etmiş oluyorsun. Dolayısıyla öncelikle iki tarafın da konuşmadan ortalama 20 dakika arkalarını ve önlerini sırayla yukarıdan aşağıya okşayıp öpmelerini ve egoistçe kendi bedenlerine konsantre olmalarını isteriz: "Partnerini bırak bir yana, kafanı seni en çok ne uyarıyor’a yor" deriz. İlk önce cinsel bölgelere dokunmadan yapılmasını söylüyoruz. Önerdiğimiz bir şeyi üç kere yaptıktan sonra öbür aşamaya, cinsel organlara da dokunulmasına geçiyoruz, ama doğrudan doğruya cinsel organlardan başlatarak değil, bacaklardan başlayarak. Kadınlar için M harfi, erkekler için ters V harfi diyelim. Burada püf nokta; aktifken mi haz alıyorsun, pasifken mi? Sadece "hangi noktalar" değil. Kendilerine dair bilgileri topladıktan sonra dürüst bir şekilde karşı tarafa "Az önce yaptığın daha iyiydi, öbürü şöyleydi" diyerek bu bilgileri aktarmalarını söyleriz. Böylece örneğin "Klitoral bölgeyi kese yapar gibi okşuyor" diyen kişi bunu karşı tarafı acıtmadan eşine söyleme fırsatı bulur. Ve bunları karşılıklı uygulamaya başlarlar. Basit bir teknik gibi duruyor, ama fark etmediğin çok fazla şeyi bu yöntemle keşfedebilirsin. İletişim kurmak ve hazları birbirlerine söylemek daha zor olabiliyor. İkili ilişkilerde taraflar hem neden haz duyduklarını keşfedebilmeli, hem de hazlarını aktarabilmeli; yani cinsellikte kendi sorumluluklarını almalı. ## **‘Aşk bir tutuşma olduğu için bitmesi normal’** ** - Bu yöntem arzuyu ne kadar süre ayakta tutar?** Bu veriler elde olduktan sonra epey bir zaman gider. Diyelim ki 6 ay güzel seviştin, 6 ay sonra gene bir durgunluk dönemi geldi. O zaman "Yine bunu yap" diyoruz. Ayrıca ilerleyen zamanlarda çiftlerin arzularını arttırmak için yapacakları şeyler beş duyudan istifade etmek; görmek, duymak, koklamak, tatmak, dokunmak. Ve aralarında birikmiş bir öfke varsa onu konuşabilmeliler. **- Döngü tekrarlanır ve cinsel arzu yeniden canlanmazsa?** Cinsel ilgi zayıflamış, hatta yok olmuş olabilir; ama bunun başka nedenleri de olabilir; başkasına âşık olmak, birikmiş öfke, psikiyatrik bir hastalık gibi. **- Sıralı sevişme metodunun tekrarlardan sonra işe yaramaması sizce aşkın veya cinsel ilişkinin bittiğine mi işaret?** Aşk bir tutuşma olduğu için aşkın bitmesini normal karşılayabiliriz. Bir bağ oluşmuşsa, sevgi başlamıştır. Sevmek, sevişmek, birlikte uyumaktan hoşlanmak sevginin ve bağlılığın da belirtisi. Ama bazı ilişkilerde demin dediğimiz gibi şefkat çok öne geçince, şehvet yok oluyor. Şehvet yok olduğu zaman da tüm gece el ele televizyon izliyorlar. Birbirlerinin kucaklarından inmiyorlar ama bir kucakta oturduklarını fark etmiyorlar. Bir ilişki içerisinde şefkat görmemek de bir eksiklik, ama şehveti göz ardı etmemek gerekiyor. Bunu hatırlattığımızda çiftler tutumlarını değiştirebiliyor, evde çocuk gibi konuşmaktan vazgeçebiliyorlar. ## **‘Şehvet tehlike çanı gibi, kaybettiğiniz zaman geri dönüşü kolay değil’** ** - Cinsel ilişkinin seyrinde en önemli duygu sizce şehvet mi?** Şehvet tehlike çanı gibidir, kaybettiğiniz zaman geri dönüşü kolay değildir. Çünkü şehvetin güvenli kolları sizi ısıtır, o ihtiyaç öne geçer. **- "Şehvet gidince cinsellik biter" mi diyorsunuz?** Evet; ama çift bu yüzden birbirinden ayrılmak istemeyebilir. Bize bunu "problem" olarak getirmezlerse, iki taraf da yolunu bulmuş demektir. Süreçler kişilik yapısıyla çok ilgili ilerler. ## **‘Başka kadın ve erkekleri hayal etmemek normal değil’** ** - Başkalarını hayal etmek cinsel isteği azaltır mı?** Bazen azaltır, bazen çoğaltır. Hayat bu, bir insanı beğenir ve hayatını onunla yaşamak isteyebilirsin. Ama bir daha ömür boyu başka kadın veya erkekleri aklına getirmeme gibi bir durum olamaz. Bu normal değil. Öğrencilere şu örneği veriyorum; bir film görürsün ve bayılırsın. "Üstüne film tanımam" dersin, ama gidip bir film daha görürsün. Uygular mısın, uygulamaz mısın orası seninle ilgili bir durumdur ama görmek, anlamak, duyarlı olmak bir sağlıklılık belirtisidir. Bazen bir kadın der ki "Tabii canım kocamın güzel bir kadına bakması normal. Ben de güzel kadına bakıyorum." Ve bu o kadar masum söylenir ki, sanki hiç homoseksüel dürtü yok. Aslında söylediği "Güzel olan bir şeyi ben de güzel bulurum"dur, ama "Ben de kadına bakıyorum" demiş olmuyor mu? *- ***Bir kadından duyduğunuz şu cümle sizin için net bir beyan mıdır; "Rüyamda kadınla sevişiyorum. Ama gündelik hayatımda aklımdan geçmez."** Bastırılmış bir arzudur. ## **‘Daldan dala konacaksan, ‘güle güle’ deme zamanı gelmiştir’ ** ** - Peki, başka biriyle birliktelik çiftin ilişkisine nasıl yansıyor?** Çift ilişkisi, "Senin hayatındaki en önemli insan benim" demektir. Dolayısıyla, karşı tarafın arzu listesinde ikinci sırada olmak istenen bir durum değildir. Bir taraf "Önemli olan ben miyim, o mu" sorusunu kendi kendine sormaya başlar. Peki, bu cinsel hayatı nasıl etkiler, derseniz; değişebilir. Eğer başkasıyla birlikte olan ilişkisinin bozulmasını istemiyorsa öbüründen vazgeçebilir. Ama öbür tarafa ilgi sürerken bize gelmişler ve "Bizim cinsel hayatımız durma noktasında" diyorlarsa "Gidin, sevişin" demeyiz. Çünkü birisinin aklı başka bir yerdeyse önce bu ilgisinin durulması gerekiyor. Daldan dala konacaksan, "güle güle" deme zamanı gelmiştir. Ama diğer taraf "O ne yapıyorsa aynısını ben de yapayım, beğenileyim" diyebilir. Çoklu bir denklem var; o yüzden taraflar çok da acele etmemeli. Mümkün olduğu kadar, bu yaralanma kısmını tamir ettikten sonra, yavaş yavaş hareket edilmeli. Eğer birbirlerine olan sevgileri yeşerebiliyorsa, çift zaten devam eder. ## **‘Çok eşliler daha fazla insan tarafından beğenilmek istiyor’ ** ** - "Daldan dala konan tarafın önce durulması gerekiyor" dediniz. Çok eşlilik, sizin için kategori dışı mı?** Hayır. Ama kişilik yapılarındaki özelliklerinden çok eşli ilişkilere girenler daha fazla insan tarafından beğenilmek istiyorlar. Hepsi için cinsel tatminden bahsedemeyiz. **- Bağımsızlık gerekçesiyle çok eşliliği savunanlar için de aynı değerlendirmeyi yapıyor musunuz?** Herkesin bir savunması vardır. Hatta "Aradıklarımı bir kişide bulamıyorum. Birden fazla insanla kombinasyon yapıyorum" diyenler de var. ## **‘Her insanda eşcinsellik derece derece var’** ** - Çok eşliliğin sağlıklı olduğunu savunanlar olduğu için soralım; çok eşliliği tıbben bu kadar kolay göz ardı ederek psikolojik arızalara bağlamak ne kadar doğru?** Günlük yaşamında bir kişiyle konuşmazsın, dünya kadar insanla ilişkin olur. Kimi cinsel yaşamını bir kişiyle götürmek ister. Kimi de diğer şeyleri paylaştığı gibi cinsel yaşamını da birçok insanla paylaşmak isteyebilir. Buna daha sağlıklı diyemeyiz. Çünkü ikisi de farklı kişiliklere göre sağlıklıdır. Ama çok eşliliği yaşayan bir insanın eşlerinden biri ona bağlıysa, o eşin canı acır. Bu noktada ilişkinin o kişiye zarar verme ihtimali çok yükselir. Bu aşamada da ilişkiye "çok sağlıklı" diyemeyiz. Yani, bunu belirleyen yine taraflar. Ama eşcinsellik de bir ihtimal olabilir. Her insanda eşcinsellik derece derece var. Bu eğilim baskın geldiği zaman eşcinsel oluyorsun. Baskın gelmediği zaman da kendi heteroseksüel ilişkini sürdürüyorsun. Bazı çoğul ilişkilerde karşı taraf "Bana ne, olsun, bana bağlı ya" diyorsa bazen o eşin de eşcinselliğini sorgulamak lazım. Bu gibi nedenlerle de herkes, başka ilişkileri aldatılma olarak yaşamayabiliyor. Çünkü denk düşüyor. Şimdilerde "Eşim eşcinsel olabilir mi" diye gelenler var. Bu çoğul ilişkilerde hangi mekanizmaların işlediğini tam olarak tespit edemeyebiliriz. Eşi için sorduğunda kendisi için aynı şeyi ben de ona sorabilirim. "Ben eşcinsel olabilir miyim" sorusuyla da gelen olur. Bazen öyledir, bazen takıntıdır. Öykü alırken soru sorduğumuzda "Fantezide bu var mı" deriz, "hayır" veya "evet" der. On seans gördüğümüzde çıkan malzemelerle daha esnek cevaplar bulabiliriz. Ama bulduğumuz her şeyi söyler miyiz? Ne "Hayır, siz eşcinsel değilsiniz", ne de "Eşcinselsiniz" demem. Herhangi bir tespiti empoze etmek söz konusu olamaz. Kişi jestimden, bakışımdan bir anlam çıkarır. Ama tabii kadınlarda bu çok kolay değil. Söylemesiyle geri alması bir olabiliyor. ## **‘Kadınlarda eşcinselliğin örtülü ilerlemesi daha kolay’** ** - Erkekler eşcinselliklerine dair soru işaretlerini cevaplayıp, daha hızlı mı ilerliyor?** Evet, çünkü kadında örtülü ilerlemesi daha kolay. Bunlar hep "Kızım erkeklerle gezmiyor, kız arkadaşıyla sinemaya gidiyor" denilerek beslenir. Kültürel farklardan dolayı bizde kadınların eşcinsellikleri erkeklere kıyasla az bilinir, örtülü tutulur ve evlilik empoze edilir. **- Peki, siz hangi noktada "ayrılık" diyorsunuz?** Hiçbir noktada. Ama "Emin olalım" diyerek geldilerse bizim de dürüst olmamız gerekiyor, yanlı ve tutucu olup "Çoluğun çocuğun var, gül gibi karın var" gibi cümleler kurmadan onların gerçekten birbirlerine bir şeyler verip veremeyeceklerini gördükten sonra, onlardan aldığımız bilgileri yansıtırız. "Eşiniz bunları söylerken ne hissettiniz…" Ayna tutarız, birbirlerini daha gerçekçi değerlendirmelerini sağlarız. Ezbere "aşkım" veya "seni seviyorum" demek kolay. Sonra da "Siz birbiriniz hakkında şunları söylüyorsunuz, o zaman bu evliliği gözden geçirin" diyoruz. Veya kavga eden bir çift "Cinsel tedaviye gelelim mi?" dediklerinde, "Hayır, şimdi gelmeyin. Bu durumda cinselliğinizi konuşamayız" diyoruz. Bu da onlara bir ipucu olur. Önce çift terapisini öne alma yoluna gideriz birlikte. Yani "cinsellik düzelirse, evlilik de düzelir" beklentisi olduğunda bunu bizim iyi değerlendirmemiz gerekir. **YARIN: Prof. Arşaluys Kayır vajinismusu, erken boşalmayı ve orgazmı anlatıyor…**
346,939
77350
haber
Moldovyalı kızları afiş kurtardı
null
## Antalya'da kadın satıcılarının tuzağına düşen ve zorla pazarlanan Moldovyalı iki kız ‘Alo 157’ İnsan Ticareti Mağdurları Acil Yardım ve İhbar Hattı sayesi **T24-**İş bulma vaadiyle getirildikleri Antalya'da kadın satıcılarının tuzağına düşen ve zorla erkeklere pazarlanan Moldovalı iki kız, müşterinin telefonundan aradıkları ‘Alo 157’ İnsan Ticareti Mağdurları Acil Yardım ve İhbar Hattı sayesinde kurtarıldı. Moldovalı 21 yaşındaki hemşire H.K. ve 24 yaşındaki A.C. bir arkadaşları vasıtasıyla iş bulma ümidiyle Antalya'ya getirildi. Burada kendilerini karşılayan kişi, kızların pasaportlarına el koyarak bir eve götürüp zorla erkeklere pazarlamaya başladı. Seks kölesi haline getirilen genç kızlar önceki gece Lara bölgesinde bir otelde cinsel ilişkiye girmeleri için 2 erkek müşteriye teslim edildi. Genç kızlar ağlayarak müşterilerinden yardım istedi. Adı açıklanmayan erkek müşteri, H.K.'nin cep telefonunu kullanmasına izin verdi. **AFİŞİNİ GÖRDÜĞÜ 157'Yİ ARADI** H.K., havalimanındaki afişte gördüğü ‘Alo 157’ İnsan Ticareti Mağdurları Acil Yardım ve İhbar Hattı'nı arayarak yardım istedi. İhbarın yönlendirildiği Antalya Emniyet Müdürlüğü ekipleri, savcılıktan alınan izinle gece yarısı otele düzenlediği operasyonda iki kızı kurtardı. İki erkek müşteri ifadeleri alınıp serbest bırakıldı. H.K. ve A.C. ise Asayiş Şube Müdürlüğü Ahlak Büro Amirliğine götürülerek ifadeleri alındı. 3 aydır esaret altında olduklarını söyleyen Moldovalı kızlar, kendilerine zorla fuhuş yaptıran kişinin bilgilerini vererek şikayetçi oldu. Polis şimdi her yerde ismi açıklanmayan şüpheliyi ararken H.K. ve A.C., ülkelerine gönderilmek üzere Yabancılar Şubesi'ne teslim edildi. (Hürriyet)
346,940
152028
haber
Ronaldo: Aşık olan futbolcu sahada iyi oynar
null
## Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören'in davetiyle Türkiye'ye gelen Real Madrid'in 26 yaşındaki milyoner yıldızı Cristiano Ronaldo... **T24 ** - Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören'in davetiyle Türkiye'ye gelen Real Madrid'in 26 yaşındaki milyoner yıldızı Cristiano Ronaldo, Türkiye'den teklif gelirse "asla" demeyeceğini değerlendireceğini anlattı. Rus sevgilisi Irina Shayk'a aşık olduğunu söyleyen Ronaldo "Aşık olan futbolcu sahada iyi oynar" dedi. Cristiano Ronaldo Vatan gazetesinden Güney Öztürk’ün sorularını yanıtladı. İşte o söyleşi: İstanbul Çırağan Kempinski’de bir otel odası balkonundayım. İki gündür gazeteden meslektaşım Erdal ile otelle-iş arası tam teçhizat mekik dokuyoruz. Oluyor, olmuyor, iptaldi derken nihayet karşımda 94 milyon Euro’luk adam oturuyor. Kendisi bu bonservis bedeli ile şu an dünyanın en pahalı futbolcusu... Cristiano Ronaldo’dan bahsediyorum. Real Madrid’in 26 yaşındaki genç şöhreti, sevgilisi ile birlikte tatil için ilk kez Türkiye’de... Önünde duran Vatan Gazetesi’nin birinci sayfasını süsleyen, balkondan insanları selamladığı fotoğrafa bakıyor, şaşkın bir yüz ifadesiyle... "Ronaldo Çılgınlığı" başlığını tercüme ediyorum. Önceki gün Beyoğlu’ndaki Demirören İstiklal AVM’de, kendisini görmek için gelen onbinlerce hayranının sevinç gösterisini ve yol açtığı izdiham haberini anlatırken bir an uzaklara dalıyor "İnanılmazdı, hayatımda böyle bir şey görmedim, yaşamadım" sözleri dökülüyor. Hâlâ olayın şokunda sanki. Sadece facebook’ta 20 milyondan fazla hayran kitlesi olan bu dünya yıldızı Portekizli’nin bunları söylemesi gerçekten kayda değer.. 'Demirören samimi dost' - Ronaldo, Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören’in davetlisi olarak Türkiye’de... "Türkiye denilince aklınıza gelen bir takım ya da futbolcu ismi var mı? Türk futbolunu izliyor musunuz?" sorumu "Hayır Türk futbolunu takip etmiyorum. Bilgim sadece Beşiktaş’la sınırlı. Onu da Beşiktaş’ta oynayan arkadaşlarımdan dolayı biliyorum. Almeida yakın dostumdur. O anlatır. Beşiktaş taraftarını, Çarşı’yı, tribün şovlarını onun sayesinde öğrendim. Ama tüm bunların ötesinde Başkan Demirören ile yakın bir dostluğumuz var. Kendisi gerçekten iyi bir insan, samimi bir dost" diye cevaplıyor. Sonra "Mourinho bu yıl 3 Türk’le oynamayı seçti. Mesut, Hamit, Nuri takıma ne katar?" diyorum. Beklediği bir soru, cevabı hazır: 'İstediklerini sorsunlar' - Önce Mesut’la başlayayım. Mesut takıma harika uyum sağladı, iyi oynuyor ve çok iyi anlaşıyoruz. Hamit ve Nuri’yi ise sadece Almanya’da oynadıkları futbollarından tanıyorum, o kadar. Ancak kendilerine gerek dil, gerekse takımla kaynaşmaları açısından hiçbir yardımı esirgemeyeceğim. İstedikleri her şeyi sorabilirler. Burada önemli olan Real Madrid’i yeni zaferlere taşıyacak taze, heyecanlı bir ekibin gelmiş olması, yeni bir mantalite ile başlamak. Birlikte başarı kazanacağımıza eminim."**- Beşiktaş Portekizli arkadaşlarınız Türkiye hakkında neler anlatıyor?"** diye soruyorum. "Quaresma’dan biliyorum. Türkiye’ye ilk geldiğinde taraftar atmosferinden biraz korkmuştu. Sonra bir şey kalmadı. Ama ben insanları anlıyorum. Çünkü futbolu seviyorlar. Bunlar bizim işimiz için normal. Futbol tüm dünyada seviliyor, ilk etapta taraftarlar da futbolcular da nasıl davranmaları gerektiğini bilemeyebiliyor. Aslında çekinecek bir şey yok." ‘Frikiği Nuri’ye bırakmam, uğurum yok, çıkar oynarım’ "Real Madrid’de serbest vuruşları artık Nuri’yle beraber mi kullanacaksınız?" sorumuza gülerek "Benim tarafımda olursa (sağ) ben atarım. Bundan emin olabilirsin" diyen Ronaldo kendisiyle ilgili ilginç de bir bilgi veriyor: "Sahaya çıkarken hiçbir uğurum yok. Ne uğurlu ayakkabım ne de şans getiren bir aksesuvarım var. Çıkar ve oynarım." ‘Messi’ye değil kendi oyunuma bakarım’**Rakibiniz Barcelona’yı geçmek için gelecek sezon ne yapacaksınız?** "Öncelİkle onları yenmemiz gerekiyor. Zafere ulaşmamızın tek yolu onları yenmek. Onlar iyi, ama biz de iyi bir ekibiz. Ayrıca bu sezon daha güçlü bir takımız. Onları alt edeceğimize inanıyorum."**"Hep Messi ile kıyaslanıyorsunuz. Sizin ona göre artılarınız nedir?"** - "Hiç umrumda değil.(Sesi gergin) Benim oyun stilim ve kişiliğim tamamen farklı. Kendi oyunuma ve takımım Real’in galibiyetine bakarım, o kadar." ‘Gece hayatım azdır, param ise bankada’ - Ronaldo’nun diğer futbolculara göre vücudunun ne kadar fit durduğu bir gerçek. Ekranda onu izleyen herkes farkında: "Herhalde özel bir çalışma programınız var?" "Hayır" diyor. "Herkes kadar spor yapıyorum, ne daha eksik ne daha fazla. Her şeyi yiyorum. Yemek ayırt etmem. Tek yaptığım şey düzenli bir hayat sürmek. Sanılanın aksine akşamları erken yatarım. İyi uyurum. Gece hayatım da azdır. Sadece bunlar." - Ayrıca dünyanın en çok kazanan futbolcularından olan Ronaldo’nun yıllık geliri 17 milyon dolar. "Paranı nasıl değerlendiriyorsun?" soruma, "Emlağa ya da borsaya yatırım yapmam, bankada tutarım" cevabı veriyor. ‘Asla demem, Türkiye’ye gelebilirim’ - Türkiye, Beşiktaş ve Yıldırım Demirören’le ilgili sözlerinin ardından "Türkiye’de bir kulübe gelmeye sıcak bakar mısınız? Türkiye size cazip geliyor mu?" diye sormazsan olmaz. - Cristiano Ronaldo tam bir profesyonel, yanıtı da öyle: "İlerisi ne gösterir kimse bilemez. O yüzden ben asla, ‘asla’ demem. Bu benim en önemli ilkem. İyi bir teklif olursa değerlendirir ve tabii ki gelebilirim." ‘Aşık olan futbolcu sahada iyi oynar!’ - Ronaldo'ya, tatilinde 25 yaşındaki Rus manken sevgilisi Irina Shayk eşlik ediyor. Fiziğiyle dikkat çeken Shayk, bu yılki Sports Illustrated dergisinin bikini sayısının kapak kızıydı. Röportajdan önce Çırağan’ın denize nazır restoranında kahvaltıda gördüğüm çift, bir yıldır birlikte. Kahvaltıda Ranoldo’yu sık sık sevgilisinin yanağını okşayıp, saçını düzeltirken gördüm. Shayk ise Ronaldo’ya öpücüklerle karşılık veriyordu. - Otelde Ronaldo’yu gören imza istiyor ya da birlikte tek kare bir fotoğraf. Sevgilisi ise bu durumdan rahatsız ve tedirgin. Ronaldo her defasında kız arkadaşıyla başbaşa kalmak ve az adamla dolaşmak konusunda ısrar ediyor. Emin ki, Bodrum tatilinde istediği "huzura" kavuşacak. - Buradan yola çıkarak Ronaldo’ya "Sizce evlilik, beraberlik ya da tam tersi bekar kalmak futbolcunun performansını nasıl etkiliyor?" diye soruyorum. Yıldız futbolcu şöyle diyor: "Evlilik ya da bekarlık diye ayırt edemezsiniz. Ama mutlu olan oyuncu iyi oynar. Yani dışarıda sevdiği birisi olan, aşk yaşayan futbolcu sahada her zaman iyi performans gösterir. Aşk, futbolcuyu olumlu etkiler. Sahada iyi oynatır."**"Sizin için de mi öyle?"** "EVET, tabii ki, ben de aşığım!..." Ronaldo Bodrum’da mavi tura çıktı Beşiktaş Başkanı, yakın dostu Yıldırım Demirören’in davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Ronaldo dün sevgilisi Irina Shayk’le birlikte tatil için İstanbul’dan Bodrum’a hareket etti. Demirören’in özel jeti 13.12’de Bodrum’a inerken Portekizli yıldız özel güvenlik görevlilerinin yaklaşık 20 dakika boyunca havalimanı içerisinde güvenliklerle görüşüp inceleme yapmasının ardından 13.34’te beraberindekilerle uçaktan indi. VIP’e kadar özel güvenlik tedbirleri altında yürüyen Ronaldo ve Shayk, siyah bir minibüse binerek havalimanından ayrıldı. Yalı Beldesi’ndeki Kempinski Barbaros Bay Hotel’e yerleşen Ronaldo ve Irina Shayk daha sonra yine Demirören’e ait 30 metrelik motoryata binip mavi yolculuğa çıktılar. Başbakan'a özel forma Portekizli fenomen Cristiano Ronaldo, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra eşi Emine Erdoğan ve çocuklarına hediye edilmek üzere özel olarak forma imzaladı.
346,941
222136
haber
Yanan bina Sarkis Balyan tarafından yapılmıştı
null
## Feriye Sarayları olarak da bilinen Galatasaray Üniversitesi’nin yanan binası, Çırağan Sarayı’nın müştemilatı olarak faaliyet göstermekteydi - A + Fer’iye Sarayları, Sultan Sarayları, İbrahim Tevfik Efendi Sahil Sarayı, Cemaleddin Efendi Sahil Sarayı ve Seyfeddin Efendi Sahil Sarayları isimleri ile de tanınmıştır. Bu saraylara Fer’iye denilmesinin nedeni de padişahın yaz aylarında yaşadığı esas sarayın yanında ikinci derecede önemli yapılar olmasından kaynaklanmıştır. Fer’iye Sarayları’nda tarihte geçen en önemli olay, Sultan Abdülaziz’in (1861–1876) tahttan indirilmesinden sonra, önce Topkapı Sarayı’na sonra da Fer’iye Sarayları’nın günümüzde Kabataş Lisesi olarak kullanılan bölümüne getirilmiş ve Sultan Abdülaziz burada odasında ölü olarak bulunmuştur. Bazı tarihçilere göre öldürülmüş, bazılarına göre de intihar etmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde mimar Sarkis Balyan tarafından 1871 yılında inşa edilen ve resmi adı ‘İbrahim Tevfik Efendi Sahilsarayı’ olan bina, uzun yıllar Galatasaray Lisesi’nin kız bölümü dersliği ve yatakhanesi olarak kullanıldıktan sonra Galatasaray İlkokulu’na tahsis edilmiş ve 1992 yılında da üniversiteye devredilmişti.
346,942
4294
yazarlar
Deprem olacak bölgeler
null
Erciş depreminin mekanizması konusunda her kes bir şey söylüyor. Gerçek olan bir şey var ki o da bu depremin tam 11 milyon yıl önce Neotetis okyanusunun kapanmasına neden olan Arabistan Levhası- Anadolu Levhası çarpışmasının bir ürünü olduğu. Bir önceki yazımda da söylemiştim. Burada deprem olacağı belliydi. Çünkü daha önce de büyük depremleri yaşanmış bölgede. Yer bilimciler depremin yaklaşık büyüklüğünü ve yerini tahmin edebiliyorlar ama zamanını tahmin edemiyorlar. Aklımızın bir köşesine yazalım : Hiçbir deprem sürpriz değildir. Çünkü doğa asla sürpriz yapmaz. Önceden mutlaka bir veya birkaç işaret verir. Bu işaretleri daha önce görür ve tedbir alırsak bir doğa olayının afete dönüşmesini engelleriz. Türkiye’nin geneline baktığımızda bu işaretleri belli belirsiz de olsa görebiliyoruz. Ülkemiz başta Kuzey Anadolu Fayı (KAF ) ve Doğu Anadolu Fayı (DAF) olmak üzere bir çok faya sahip. Hem Arabistan hem de Afrika Plakası’nın sıkıştırması ile tektonik olarak çok aktif bir bölge haline gelmişiz. Bu durum da Türkiye’deki bir çok bölgede büyük depremlerin olmasına ve gelecekte de büyük deprem beklenmesine neden oluyor. Peki bu büyük depremlerin nerede olması bekleniyor? Kuzey Anadolu Fayı : Bu fay üzerinde beklenen en büyük deprem Marmara denizi içinde gün sayıyor. Deprem 7 den büyük bir deprem olacak ve Başta İstanbul olmak üzere tüm Marmara kıyılarını etkileyecek. Mürefte'de 1912 yılında meydana gelen 7.2 lik deprem de 100 yılını doldurdu. Marmara içi her an büyük bir depremle sarsılabilir. Çanakkale’de risk altında olan iller arasında. Peki ne tür çalışmalar yapılıyor. İstanbul Büyük şehir belediyesinin Mikro bölgelendirme çalışması çok iyi oldu. Belediye İstanbul’un zenin profilini tam olarak ortaya çıkardı ama bu çalışmadan önce bu bölgeler binalarla kaplanmıştı. Acil durum yollarının İspark’a verilmesi ve çadır kurulması gereken yerlerin imara açılması da işin başka bir acı boyutu. KAF üzerinde ve yakınlarında Çankırı ve Çorum civarında 6 civarında bir deprem olma olasılığı her zaman yüksek. Doğu Anadolu Fayı : Herkes İstanbul’da deprem beklerken Erciş sarsıldı. Doğu Anadolu Fayı üzerinde 250-300 yıldır hareketsiz duran yerler var. DAF’ın batısında bulunan Malatya’nın içinden geçen KD- GB yönlü Malatya Fayı da büyük bir deprem üretecek enerjiyi biriktirmeye devam ediyor. Malatya ne yazık ki bu depreme hiç hazırlıklı değil. Geçen gün Malatya’da yayın yapan yerel bir televizyonu izledim. Bir Malatya milletvekili konuktu ve depremle ilgili görüşlerini açıklıyordu. Şu ana kadar çoktan yapılmış olması gereken önleme ve hazırlık çalışmalarını sıralıyor, bunların bir an önce yapılması gerektiğini söylüyordu. Stüdyodaki herkes de başını sallıyordu. Sanki Malatya deprem gerçeği ile ilk kez karşılaşmış gibi konuşuyorlardı. Oysa 2004 yılında Malatya’da yaptığımız bir sempozyumda riskleri tek tek açıklamıştık. Ne dönemim valisi ne de Belediye başkanı katılmıştı toplantıya. Daha sonra çıktığımız canlı yayının süresin bir saate yakın aşmış ve kanalın telefonları kilitlenmişti. Demek ki Malatya halkı bu konuya duyarlıydı. Keşke dönemin yöneticileri de olsalardı. Açıkçası bu konuşmaları duyunca üzüldüm. Maltya’nın şu andaki şansı çok iyi bir valiye sahip olması. Sorunlar doğru olarak anlatılırsa eminim ki malatya gereken hazırlıkları yapacaktır. Büyük bir olasılıkla Kahramanmaraş, Elazığ, Adıyaman, Osmaniye, Gaziantep ve Hatay’da da aynı konuşmalar oluyordur. Çünkü bu illerin bir kısmı doğrudan DAF’ın üzerinde, bir kısmı da DAF’a çok yakın. Kahramanmaraş’ın kuzeyinde D-B yönlü Sürgü ve Elbistan fayları da bölgede ciddi tahribatlara yol açabilecek enerjiyi biriktirmiş durumdalar. Hatay’da 2003 yılında Bölgenin depremselliği ile ilgili düzenlemiş olduğumuz panelin başlamasından kısa bir süre sonra o zamanki belediye Başkanı İris ŞENTÜRK sıkılmış ve gitmişti. Ne yazık ki yerel yöneticilerin büyük bir kısmı hâlâ aynı kafada. Birkaç ay önce gittiğim Hatay’ı tanımakta ve yolları bulmakta zorlandım. Amik ovasının içinde bulunan Serinyol’dan Antakya’ya kadar tüm arazi büyük siteler ve binalar tarafından işgal edilmişti. Bu kötü zemine yapılan evlerin Antakya’da meydana gelme olasılığı çok büyük olan 7’nin üzerindeki bir depremde nasıl davranacağını ne yazık ki bilmiyoruz. Ancak depremden sonra öğreneceğiz. Bu binaların nasıl yapıldığını kontrol edecek babayiğit de göremiyorum. KD- GB yönlü Ecemiş fayı üzerinde yüzlerce yıldır bir aktivite yok. Burada meydana gelecek bir deprem çok büyük depremlere yol açacak. En çok etkilenecek illerin başında da Adana ve Niğde geliyor . Bu fayla neredeyse aynı yönlü olan Erciyes fayının harekete geçmesi belki de Erciyes’ten gaz ve lav çıkışlarının olmasına da neden olabilir. KAF ve DAF’ın birleştiği noktada bulunan Karlıova her zaman büyük depremlerin beklendiği bir yer. Karlıova yakınlarındaki Yedisu’da da 7’ nin üzerinde bir deprem bekleniyor. Bu depremler sadece bulundukları bölgeleri değil civar illeri etkileyecek. Arap Plakasının Anadolu’yu sıkıştırması soncunda KAF ve DAF ın doğusunda kalan bölgede bu bindirmeye bağlı olarak bir çoğu ters fay olan kırıklar oluşmaya başlamış. Bu kırıklar en az 6 büyüklüğünde deprem üretecek enerjiye sahipler. Erzurum Fay Zonu, Kağızman Fayı, Tutak Fayı, Erciş Fayı (Kırılan bu fay değil), Çaldıran Fayı, Doğubayazıt Fayı, balık Gölü Fayı, Iğdır Fayı ve Malazgirt Fayı üzerinde her an büyük depremler yaratacak enerjiler birikmiş durumda. Bu faylardan Iğdır ve Malazgirt Fayları riskin en çok olduğu faylar. Bu fayın doğusunda yer alan Spitak Fayı 1988 yılında kırıldı ve Ermenistan’da yaklaşık 25. 000 kişi yaşamını kaybetti. Van Gölü’nün kuzeyinde yer alan Malazgirt Fayı’nda ise 1903 ve 1907 yıllarında arka arkaya 6.3 büyüklüğünde iki depremde 3000 civarında vatandaşımız yaşamını kaybetmiş. Bu kırıklar üzerinde de 100 yıldan beridir fazla bir hareket yok. Bu fayın çok yakın bir zamanda kırılma olasılığı oldukça yüksek . Van gölünün Güney doğusundaki Şemdinli Yüksekova Fay Zonu üzerinde 7 den büyük bir deprem olma olasılığı her zaman var. Erciş depreminin etkileri devam ederken burada 5.4 lük bir deprem, fayda biriken enerjinin boşalmaya çalıştığının işareti. Bu fayın kırılması enerjisi Erciş depreminden daha büyük bir kırılmanı olmasına neden olacak. Ege bölgesi Horst ve Grabenlerden oluşan bir çöküntü ve açılma havzası. Ege bölgesinde yolculuk yapanlar dağların basamak basamak çöktüğünü görürler. Her bir basamak bir deprem sonucunda oluşmuş faylardan başka bir şey değildir aslında. Ege bölgesinde Menderes ve Gediz grabenleri her zaman 6 dan büyük deprem oluşturma potansiyeline sahip. Menderes grabeninin doğu ucunda yer alan Denizli’de 6 civarında deprem her zaman beklenebilir. Honaz’ın Kuzey doğusunda yer alan KD-GB yönlü Maymundağı fayı üzerinde 100 yıldan fazla bir süredir bir hareket yok. Bu durum fay üzerinde büyük bir enerjinin biriktiğinin delili. Göller bölgesinde bulunan Burdur fayı üzerinde 1914 yılında 6.9 luk bir deprem meydana gelmiş. Şubat 2001 de meydan gelen 4.2 lik bir deprem fayın kırılmak için zorladığının işareti sayılabilir. Göller bölgesindeki en riskli fay Eber ve Akşehir göllerini de oluşturan Sultandağı fayı. Fayın Afyon’un çay ilçesinden geçen küçük bir kolu 2000 yılında kırıldı. Benim de kurtarma çalışmaları yaptığım depremin büyüklüğü 6 idi ve birçok bina yerle bir olmuştu. Fayın 80 kilometre uzunluğundaki ana kolu her an kırılabilir. Bu kırılma sırasında açığa çıkacak enerji çay depreminden kat kat fazla olacak. Bu saydığım bölgelerden her hangi birinde her an deprem olabilir. O kadar çok riskli bölgemiz var ki Türkiye’de aynı anda iki deprem da olabilir. Peki bu kadar riskli bölgeye sahip ülkemizde, bu bölgelerdeki illerin yöneticileri gereken tüm hazırlıkları yapmışlar mı acaba? Ben yanıtı biliyorum ama yazmayacağım. İsteyen açsın sorsun. Ama bilin ki aldığınız yanıtın tersidir gerçek durum. Ne yazık ki ulus olarak afetler konusunda tek bir acil eylem planımız var : "Hele bir olsun bakalım" . Bu bakış açısı sürdükçe depremden yıkılmamız kaçınılmaz olacak. Oysa bir doğa olayın olan depremden korunmak o kadar kolay ve basit ki. Üç kelimeyle söyleyebilirim: SAĞLAM BİNA YAPMAK
346,943
231398
haber
Muharrem İnce: First it was the rock-throwing kids, now it is the tweeting kids
null
## Turkey’s main opposition Republican People’s Party (CHP), criticized the arrest of over two dozen Tweeters in İzmir **Hülya Karabağlı/ Ankara** **İlhan Cihaner** (CHP/Denizli), member of the Parliament’s Information and Internet Committee, said the operation waged by the police against those who supported the Gezi Park protests in the social media was an act of intimidation. Suggesting that the judicial system was not accustomed to the workings of the social media, Cihaner said they were watching the arrests very closely. ## ‘The police scourges the tweeters’ **Muharrem İnce** of CHP also addressed the issue as well. Reminding the reporters that Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan called Twitter "a scourge," İnce said "the Police scourges the kids who tweet." ## 'Are those your sheep?' **Muharrem İnce** also criticized Erdoğan's statement, "I can hardly keep the fifty percent in their homes." "Would a Prime Minister threaten his nation, his country with civil war? Are those your soldiers, your sheep? Are those your subjects? Would that fifty percent rush to the streets if ordered by you? What if someone says, ‘Bring them on, let’s settle accounts with each other’? What will happen then? *T24, uluslararası kamuoyunun da Türkiye'de olan bitenlerden haberdar olması için bazı haberlerini İngilizce olarak yayımlama kararı aldı. Yukarıdaki haber, bu amaçla Türkçe aslından tercüme edildi. *
346,944